14.05.2021 Views

ASHÂB-I GÜZÎN DERGİSİ 3. SAYI

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

A S H Â B - I

G Ü Z Î N

GENÇLİK DERGİSİ

Y I L : 2 S A Y I 3 M A Y I S 2 0 2 1

"HASTALIK"

‏"وَ‏ لاَ‏ تُلْقُ‏ وا بِاَيْد۪‏ يكُمْ‏ اِلىَ‏ ۛ "

الت َّهْ‏ لُكَةِۚ‏

"KENDİ ELLERİNİZLE KENDİNİZİ TEHLİKEYE ATMAYIN!"

(BAKARA SÛRESİ-195)



EDİTÖRDEN

El-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn;

“Allahım! Gazabından rızâna, ukūbetinden affına sığınırım, senden yine sana sığınırım. Seni

gerektiği şekilde senâ edemem. Sen şüphe yok ki kendini senâ ettiğin gibisin” (Müslim,

“Salât”, 222; Ebû Dâvûd, “Salât”, 148).

İnsanoğlu cansız bir hücre iken çıktığı yolda, beşeriyetten sıyrılıp insan olma mertebesine

ulaşmalı ve bundan sonra insan-ı kâmil vasfına sahip olabilmek için çabalamalıdır. Ancak bu

süreçler belirli koşul ve şartlara riâyet edilerek geçilebilir. İmtihan süzgecinde süzülmek

olarak tanımlayabileceğimiz bu süreçte, insan birçok farklı sıkıntı ve zorluklarla mücadele

etmek zorundadır. Hastalık bu imtihanlardan bedene en ağır gelen ve belki de ona en çok

zarar veren bela taşlarından bir tanesidir.

İnsan menziline doğru yürürken bu imtihan süzgecindeki bela taşlarına takılmamalıdır.

Aksine şükür eden bir kul olmalı ve yolundaki tümsekleri kendisine birer mükafat bilmelidir.

Nitekim Yüce Rabbimiz âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Hani Rabbiniz, ‘Eğer

şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım

pek şiddetlidir!’ diye bildirmişti.”

ASHÂB-I GÜZÎN

Ashâb-ı Güzîn dergisi olarak çıktığımız bu yolda üçüncü sayımızda sizlerle birlikteyiz. Yeni

bir bakış açısıyla sunmaya çalıştığımız dergimizde farklı farklı konular işlemeye devam

ediyoruz. Bu sayımızda bildiğimizin aksine hastalığın ne demek olduğunu, tarihini, nebev-î

merkezli bakış açısını ve manevi boyutunu ele aldık. Küresel bir boyuta ulaşmış olan Korona

salgını sürecinde, bu tür salgınların geçmişten beridir tekrarlandığını ve bu hastalıkların

yalnızca maddi boyutlu olmayıp manevi bir yönünün olduğunu vurgulamaya çalıştık. Baş

yazımızda Doç. Dr. Fadıl Ayğan hocamızın kalemiyle "İmtihan Dünyasının Bir Gerçeği:

Hastalık" başlıklı yazısı ile hastalığın farklı bir boyutunu sizlerle paylaşıyoruz. Öğr. Gör. Dr.

Mehmet Emin Bener hocamızla yaptığımız ilim ve irfan üzerine olan röportajı da

beğeneceğinize inanıyoruz. Hastalığın tarihsel boyutunu, manevi boyutunu, nebev-î şifa

sarmalında ele alan lisans öğrencilerinin yazılarını da arzuyla okuyacağınızı düşünüyoruz.

Poster sayfamızda emek dolu çalışmayı, üniversite gündemi sayfamızda renkli ve bilgi dolu

paylaşımları ve bunlar dışında birçok farklı ve dolu sayfamızı özenle okuyacağınızı umut

ediyoruz .

Çaba bizden tevfik Allah'tandır.




İMTİHAN DÜNYASININ BİR GERÇEĞİ:

HASTALIK

Ashâb-ı Güzin{1}


Ashâb-ı Güzin{2}




T A N R I N I N C E Z A S I :

K A R A Ö L Ü M

V E B A S I

AYNUR TOKDEMİR

Hayatın bittiği noktada insanı tek bir son

beklemektedir. Şekli, adı, milleti, yaşı veya ırkı

kabul etmeyen, bununla birlikte ertelenmesi

mümkün olmayan tek şey; ölüm. Her insan için

ayrı bir mahiyete sahip olsa da kaçınılması

mümkün olmayan tek sonuçtur. Yeryüzünde

kendilerini rab olarak ilan edenlerin bile

karşısında duramadığı, yok oluş hikâyesidir. Sonu

belli olan bu yolculuğun başlangıcı sayılabilecek

en önemli unsur hastalıktır. Ölüme giden yol

şeklinde tabir etmek pek de abes olmayacaktır.

Nitekim ağır geçen birçok hastalık ölümle

neticelenmektedir. Bunun yanı sıra hastalık

bireysel bir durum veya toplumsal bir süreç

olabilmekte, nüfuz ettiği alan da dünyanın büyük

bir bölümünü kapsayabilmektedir.

Hastalıkla başlayıp ölümle biten toplu salgınlar

tarihte yaşanmış, yazılmış ve ibretlik sayılmıştır.

Günümüzde küresel bir boyuta ulaşan korona

salgını tarihin sayfalarına kazınacak bir boyuta

ulaşmış ve hala yaşanmaktadır.

Yüzyıllar içerisinde tekrarlanan bu salgınlar

milyonların ölümüne sebep olmuştur. Ancak her

ölümün sebebi aynı olmadığı gibi her salgının sonucu

da aynı olmamıştır. İşte bu salgınlardan biri olan veba

salgını iki coğrafyada aynı sebebin ancak ayrı

sonuçların bir nişanesidir. Kara ölüm vebası adıyla

bilinen büyük veba salgını Avrupa tarihinin en

karanlık, en ölümcül ve en ağır salgınıdır. Boyutunu

ve yarattığı tahribatı hastalıkla mücadele noktasında,

iki farklı coğrafyada ki sonuçları üzerinden

değerlendirmek daha doğru bir yaklaşım biçimi

olacaktır.

İslâm dünyasında Amvâs Tâunu adıyla bilinen veba

salgını yaşandığı dönemde yalnızca toplu insan

ölümlerine sahne olmamış, bununla birlikte

hayvanların bile yok oluşuna şahit olmuştur.

Tarihçiler bu salgında en az yirmi ya da otuz bin

insanın öldüğünü aktarmaktadır. Bu dönemin koşul

ve şartlarına binaen Müslümanlar, Hz. Peygamber

(s.a.v)'den öğrendikleri karantina uygulamasını

yürürlüğe koymuşlar.

Ashâb-ı Güzin{5}


Dağlara sığınan insanlar, vebalı olanlardan uzak

kalma yöntemi ile hastalığın büyük kitlelere

ulaşmasına engel olmuşlardır. Bu uygulamayı Hz.

Peygamber’in; “Bir yerde vebanın olduğunu

duyarsanız oraya girmeyin şayet vebaya

yakalanmışsanız oradan da ayrılmayın.” (Buhârî,

“Ṭ ıb”, 30; Müslim, “Selâm”, 92-100; Müsned, I, 173,

176-177, 182; V, 202, 213). şeklindeki hadis-i

şerifinden öğrenmişlerdi. Bu felaket sayılabilecek

hastalığın karşısında Müslümanların tutumunun

ne kadar büyük bir başarı olduğunu anlayabilmek

için, aynı salgını yaşayan ancak çok daha ağır

bedeller ödeyen Hristiyan coğrafyasına bakmak

gerekir.

Avrupa’nın gizli zihin dünyasında belki de hâla

silinmeyen bir olay olan kara ölüm vebası, Hristiyan

dünyasının üçte birinin yok olmasına sebep olmuştur.

Bu salgının ortaya çıkış nedenleri olarak birçok şey

sayılabilir. Bunlardan ilki; Avrupa insanının gittikçe

artan nüfus artışı ve bunun karşısında gerektiği

düzeyde besin ihtiyacını karşılayamamasıdır. Dönemin

Avrupa nüfusunda, 700 yılında iyi beslenen kişi sayısı

25 milyon iken 1250’de 75 milyon aç insana çıkmıştır.

Nüfus artışının görüldüğü bu dönemde temizlik,

birincil bir endişe konusu değildi ve bir erdem olarak

da görülmüyordu. Kaldı ki, bazı kilise çevreleri kirliliği

bir tür kutsallık biçimi olarak kabul ediyor, azizlerin

çoğu ellerini suya dahi sokmuyorlardı.

Aziz Jerome, İsa’nın kanında bir kez yıkanmış

olanların bir daha yıkanması gerekmez demiş ve hiç

yıkanmamıştı. 13. yüzyılda kaba yünlüler giyiliyor,

seyrek olarak yıkanılıyordu.

Beslenme ihtiyacı her geçen gün arttığı için

insanlar başlarda kırsal köy yerleşkelerinde

ormanları tahrip etmeye, bataklıkları kurutmaya ve

bütün arazileri ekmeye başladılar. Bunların bir

sonucu olarak topraklar verimsizleşmeye ve iklim

değişmeye başladı. Vebanın başladığı dönemde

yetersiz besin, tutarsız bir iklim ve hastalıkla

mücadele edilmek zorunda kalındı. Çinde başlayıp

farelerin üstündeki pirelerle gemiler vasıtasıyla

Avrupa şehirlerine taşındığı belirtilen hastalığın

Moğollar tarafından kasıtlı olarak yaygınlaştırıldığı

da belirtilmektedir. Teoriye göre Moğollar, Kırım

civarında Cenevizlilerin kontrolündeki liman

kentini kuşatıp vebadan ölenlerin cesetlerini

mancınıkla kentin içine atmıştı. Ceneviz gemileri,

kentten kaçarken vebayı İstanbul, Sicilya Adası ve

Avrupa’ya taşımıştı.

Avrupa’da salgının, tanrıların gazabıyla insanlara verilen

bir ceza olduğuna inanılıyordu. Bununla birlikte

yıldızların etkisiyle çıktığına da inanılıyordu. Paris Tıp

Fakültesi, 20 Mart 1745’te Merkür, Satürn ve Jüpiter

gezegenleri aynı hizaya geldiği için salgın çıktığını

açıklamıştı. Ancak insanların büyük bir kısmı da kirli

havanın salgına neden olduğuna inanıyor ve tütsü

yakarak havanın güzel kokması sağlanırsa salgının

önleneceğini zannediyordu. Avrupalıların ırkçı ve Yahudi

karşıtı fanatikleri, veba için Yahudileri suçlayıp

katliamlar yapıyor ve Yahudilerin, su kuyularını

zehirledikleri iddiasıyla canlı canlı yakıyorlardı. İslâm

dünyasındakinin aksine hastalık kapanlar değil de deri

hastalığı olanlar, cüzzamlılar, çingene ve dilenciler gibi

kimseler kentlerin dışına atılıp uzaklaştırıyordu. Avrupa

Hristiyanlarının batıl inanışları ve kilisede ki rahiplerin

kendince kattıkları yorumlar salgın sürecini daha da

içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu. Örneğin; banyo

yapılmazsa derideki gözenekler açılmaz ve kötü hava

vücuda giremez inancı nedeniyle 1800’lü yıllara kadar,

Avrupa’da insanlar yıkanamıyordu.

Ashâb-ı Güzin{6}


Vebanın yalnızca bedensel bir hastalık olmayıp ruhsal bir

hastalık olabileceği inancı da insanlar arasında

yaygınlaşmıştı. Bu inanışta bu dönemde farklı bir takım

inanışa sahip olan gurupların tekrardan ortaya çıkmasına

zemin hazırlamış ve çarpık inançlarıyla salgının ortadan

kalkması için insanları kendilerine zarar vermeye

sürüklemişti. Bunlardan bir tanesi Kırbaçlılar mezhebi

olarak kendilerini tanıtan gurubun tanrının öfkesini

üzerlerinden kaldırmak için sunduğu kendilerini

kırbaçlama yöntemiydi. Yaşlı veya genç fark etmeksizin

üstü açık montlar giyen bu guruplar yüzlerini kapatıp sol

ellerinde yanan bir mum, sağ ellerinde ise dikenli

kırbaçlarla vücutlarını parçalıyor ve kan akıtıyorlardı.

Günahkâr toplumun cezası olarak yaygınlaşan veba

hastalığı, günahlardan arınma yönteminin yaygınlaşmasına

hatta bu kanlı ayinlerin kiliselere taşınmasına sebep

oldu. Din adamlarının verdiği vaazlar toplumda tanrının

insana gazabı olan bu hastalıktan ancak bazı

davranışlardan uzak kalınarak mümkün olacağı zannı

yaygınlaştı. Ve sonuç olarak işin içinden çıkamayan bazı

kiliseler çareyi kaçmakta, bazıları ise kalıp hastaların

tedavisine yardım etmekte buldu. Aynı çaresizliği

yaşayan iki toplumun, büyük veba salgınındaki rolü;

birinde yerel iken bir diğerinde küresel bir boyuta

ulaşmıştı. İslâm dünyasında dinin öğretileri ışığında ele

alınan hastalık, bir imtihan süreciydi.

Peygamber (s.a.v.)'in öğretisiyle bu hastalığa

yakalananlar karantinaya alınmalı ve insanlarla temasa

geçmemeliydi. Bu toplu salgınlarda ölenler şehit

mertebesindeydi. Ancak Avrupa’nın Hristiyan dünyasında

ise bu hastalık tanrının insanlara bir cezası veya bir

gazabıydı. Bu nedenle insanlar kiliselere gidip

günahlardan arınmalıydı. Hatta bazı kiliselerde insanlar

kendilerini zincirlerle dövmeli ve bedenlerinden kanlar

akıtmalıydı. Ölüler kiliselere gömülüp, Hristiyan

olmayanlar ise, yakılmalıydı. Bu tür uygulamalar

nedeniyle hastalık daha da yaygınlaşmış, büyük bir

çoğunluğu Hristiyan rahip ve rahibelerin olduğu

Avrupalıların üçte biri yok olmuştu. Dünya, tarih

boyunca insanların topluca helak olmasına ve salgınlarda

toplu ölümlerine tanıklık etmiştir. Bu yok oluşlar bazen

bir deprem veya bir çığlıkla olmuş, bazen de bir salgın ile

küresel boyutlara ulaşmıştır. İnsan ölümleri bu

süreçlerde hastalığın önlenememesi sebebiyle daha da

artmıştır. Ancak bunun yanı sıra yanlış inanç ve hurafeler

sebebiyle de bu hastalığın yaygınlaşmasına yardım

edilmiştir. İki farklı coğrafya ve iki farklı yöntemle

sonuçlanan veba salgını bir toplumda helak boyutunda

iken, bir diğerinde daha az bir kayıpla son bulmuştur.

Tarih göstermiştir ki; hastalık ilahi olması ile beraber

insani müdahaleye de açıktır ve bu müdahale sonucu

daha da tehlikeli bir hâle gelebilir.

Ashâb-ı Güzin{7}



Ashâb-ı Güzin{9}


Ashâb-ı Güzin{10}


Ashâb-ı Güzin{11}

İLİM, BİLİM

VE

SANAT KÖŞESİ

5 SORU VE CEVAPLA TASAVVUF İLMİ

ÖĞR. GÖR. DR. MEHMET EMİN BENER


Soru: Tasavvuf lm n kısaca

tanımlayab l r m s n z?

Öncelikle gayretli çalışmalarıyla bu

derginin yayına başlamasına vesile olan

kıymetli öğrencilerimize ve onlara bu

konuda destek olan hocalarıma sizin

şahsınızda teşekkürü borç bilirim. Bu ve

benzeri çalışmalar hem fakültemize

kalite ve prestij kazandırmakta hem de

kıymetli öğrencilerimize ilmi noktada

kendilerini geliştirebilecek alanlar

açmaktadır. Rabbim sa’yinizi meşkûr ve

mebrûr eylesin.

Konumuza dönecek olursak söz konusu

tasavvufun târifi olduğunda bu soruya

bir cümle ile cevap verebilmek

neredeyse imkânsızdır. Zîrâ sûfîler,

tasavvufun efrâdını câmiʻ ve ağyârını

mâniʻ bir târifinin yapılamayacağını;

çünkü farklı ilim ve ahlâkî fazîletleri

şahsiyetlerinde mezceden ve Allâh’la

hâlden hâle ve makâmdan makâma

intikâl eden hakîkat ehli olan bu zevâtın,

sadece bir ilme, bir ahlâkî değere, bir

hâle veya bir makâma nisbet

edilemeyeceğini ifâde ederler. Bunun

bir neticesi olarak sûfîler, içinde

bulundıkları hâl ve makâma göre farklı

tasavvuf târifleri ortaya koymuşlardır.

İngiliz şarkiyatçısı Prof. Reynold

Nicholson; Kuşeyrî’niner-Risâle’si,

Feridüddin Attâr’ın Tezkiretu’l-evliyâ’sı

ve Abdurrahman Câmî’nin Nefehâtu’lüns’ünden

istifâde ederek tasavvufun

doğuş devri olan hicrî ikinci yüzyıldan

hicrî beşinci yüzyıla kadar yapılan

tasavvuf târiflerini kronolojik bir sıra

içerisinde vermeye çalışmıştır. Bu üç

asra dayalı kronolojik târiflerde

tasavvufun geçirdiği evreler, rahat bir

şekilde tespit edilebilir. Buna göre erken

dönem tasavvuf târiflerinde Kitap ve

sünnete ittiba’, dünyayı terk, güzel

ahlâk, sabır, ibâdet, takvâ vs. gibi

kavramlar ağır basmaktadır. Bu

kavramların hepsi bilindiği gibi Kur’ân

kaynaklıdır. Tasavvuf alanında yaptığı

çalışmalarıyla tanınan Ebu’l-A’lâ Afîfî de

benzer bir çalışma yapmış, Nicholson-

’un çalışmasında yer vermediği bâzı

târifleri ilave etmiştir.

Bu bilgilerden sonra tasavvufun mücmel

bir târifini isteyecek olursanız, sûfî

büyüklerinden Semnûn el-Muhibb’in

ألاّ‏ تملك شيئا ولا يملكك Arapça olarak yaptığı

edinmemen, “Tasavvuf, bir şeyi mülk شيئ

bir şeyin de seni mülk edinmemesidir.”

şeklindeki târîfini; daha muhtasar bir târîf

istenecek olursa EbûHafs el-Haddâd’ın

تصوف همه ادب استsöylediği Farsça olarak

"Tasavvuf, edeptir." sözünü hatırlatabiliriz.

.

Soru: Tasavvuf teor k b r l m m d r?

Yoksa mânev yâtı gel şt ren ve hak kate

götüren b r yol mudur?

Cevap: Esâsen tasavvuf, Zunnûn el-

Mısrî’nin buyurduğu gibi “ilmu’l-ahvâl ve’lmakâmât”(hâl

ve makâmlar ilmi)'tır. Hâller

ve makâmlar ise pek çok olduğu gibi

değişkendir. Necmüddin Kübrâ’nın; “Allah

'a ulaşan yollar, yaratıklar adedincedir.”

veya Ebû Bekir Tamestânî’nin; “Allah’a

ulaşan yollar, yıldızlar adedincedir.”

ifâdeleri bu temel hakîkate dayanır. Nitekim

Ebu’l-Hasen Müzeyyin Kur’ân’da inzâl

olunan لَنَهْ‏ دِيَن َّهُمْ‏ سُ‏ بُلَنَا …“ mutlaka onları

yollarımıza ileteceğiz.” âyetinde 1 geçen

‏(‏yollarımıza‏)سبلنا kelimesinden yolların

birden çok olduğu sonucunu çıkarmıştır.

Yukarıda anlattıklarımızla bağlantılı olarak

sûfîler tasavvufu “sâliki hakîkate götüren

tarîk/yol” olarak kabul etmişlerdir.

Nitekim Hicri V. yüzyıllardan itibaren bu

tarîklerin sâlike açılan kapıları olan

tarîkatler kurumsal bir yapı arzetmeye

başlar. Tarîkatların amacı, insan rûhunu

terbiye etmek, insanları dış dünyanın

tesirinden kurtarıp iç dünyalarına

yönlendirerek içlerindeki mutlak hakîkate

ulaştırmaktır. Bir bakıma tarîkat, şerîatın

zâhirinden özüne (hakîkata) doğru giden

yoldur.

Tasavvuf yoluna sülûk etmiş kimsenin

ortaya koyduğu çabanın amacı hem şerîatta

kemâle ermek hem de hakîkata ulaşmaktır.

Ehl-i tahkîk olan sûfîler, şerîata tam bir

temessükün gerekliliğine inanmışlardır.

Çünkü şerîat, hakîkate ulaşmak için terk

edilirse inançsızlık ortaya çıkar.

Ashâb-ı Güzin{12}


Böylece şerîat olmadan hakîkat esâssız

kalacaktır. Aynı şekilde hakîkat olmadan

da şerîatın bir anlamı yoktur. Dînî

hayatta bu ikisi arasında bir denge

kurmak elzemdir. Başka bir ifâdeyle

şerîata uymadan tasavvufa girmek, tıpkı

kumdan temel üzerine ev yapmak gibidir.

Şerîat, dînin zâhirî uygulamasını ifâde

ettiği gibi tarîkat da tasavvufun mânevî

uygulamalarını ifâde eder. Doğru yolu

bulmak üzere gereksinim duyduğunuz

rehber, insân-ı kâmil olan şeyhtir. Şerîat,

zâhiri/dış temizliği sağlayarak kişinin

ibâdet hayatını düzenlerken; tarikat,

bâtınımızı/içimizi temizleyip arındırır ve

ibadetimizin kalitesini arttırmamıza

yardımcı olur.

Soru: Tasavvuf her nsanın zorunlu

olarak b lmes ve öğret ler n

yaşaması gereken b r l m m d r?

Cevap: Bu soruya kısaca şöyle cevap

verebiliriz. İlk dönem sûfîlerinden Sehl b.

Abdullah et-Tusteri “Bizim esâslarımız

altı şeydir: Allah’ın Kitabı’na sarılmak,

Rasûlullah’ın sünnetine uymak, helal

yemek, insanlara eziyet etmemek,

günahlardan kaçınmak, tevbe etmek ve

üzerindeki hakları yerine getirmek.”

buyurur. Cüneyd el-Bağdâdî ise “Kur’ân’ı

okumayan ve hadîsleri yazmayan kişiye

tâbî olunmaz, çünkü bu ilmimiz Kitap ve

sünnet ile kayıtlanmıştır.” buyururken

başka bir ifâdesinde ise “Rasûlullah’ın

izinden gidilen yol haricinde halk için

bütün tarîkler kapalıdır.” der. Bâyezîd-i

Bestâmî ve Ebu Süleyman Dârânîgibi sûfî

büyüklerden de buna benzer sözler

nakledilir. Bütün bunlara bakınca

tasavvufun, sûfîlerin nazarında Kur’ân ve

sünnete tâbi olmak ve bu iki temel esâsı

hayatın merkezine yerleştirmek

anlamına geldiği rahatlıkla anlaşılabilir.

Tabîi olarak yukarıda ifâde edildiği gibi

Kur’an’ı ve sünneti hayatın merkezine

almak ve bunu tahhakkuk ettirebilmek

nefs ile mücâdele ve mücâhededen

geçer. Nefisle yapılacak bu zorlu

mücâhededen kişinin galip çıkabilmesi

için sûfîler kendilerine has uygulamalar

geliştirmişlerdir.

Bu uygulamalar genel bir tâbirle “riyâzet”

olarak isimlendirilir. Bu tasavvufî

uygulamaların her birini ya Kur’ân’da

buyrulan bir emre ya da Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in bir sünnetine dayandırmışlardır.

Örneğin Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in

bi’setten önce ve sonra Hîrâ mağarasında

inzivaya çekilmesini halvet ve uzlete

referans kabul ederler. Başka çeşitleri

olmakla beraber ekseriyetle halvetin 40

gün olmasını, Kur’an’da buyrulduğu gibi

Hz. Mûsâ (a.s.)’ın Tûr dağında 40 gün

boyunca İlâhî huzura kabul edilmesi ve

bekletilmesi ile ilşkilendirirler. Bunun

dışında hayatın devamlılığını sağlayacak

kadar yemek anlamına gelen “cu’ ”,

zorunlu olmadığı müddetçe konuşmamak

anlamına gelen “samt” ve zamanı uykuyla

tüketmemek için vücûdun yorgunluğunu

alacak kadar uyumak anlamına gelen

“sehr” gibi kavramlar için de Kitap ve

sünnetten referanslar getirirler.

Sonuç olarak tasavvufun amacı bu yolda

sülûk eden/giren mürîdiinsân-ı kâmil yani

Kur’ân ve sünnetin çizdiği hakîki mü’min

profiline ulaştırmaktır. Her Müslüman

bireyin böyle bir amacı olduğuna göre en

azından insâf dâiresi içerisinde tasavvufun

kühnüne vâkıf olmaya çalışmak ve bu

yolda amel etmek bir sorumluluk olarak

telakkî edilebilir.

Soru: Kalb tatm n edeb lmek ç n

tasavvuf lm yeterl m d r?

Cevap: Yüce Allah Kur’ân’da muhtelif

âyetlerde mü’minlerden kendisini zikretmelerini

ve gâfil davranmamalarını; 2 üç

âyette ise “zikr-i kesîr”i yani kendisini

çokça zikretmelerini emreder. 3 Bazı

âyetlerde dünya meşgalelerinin insanı

zikirden alıkoymaması gerektiğinden

bahsedilirken 4 bâzı âyetlerde Allah’ı az

zikretmenin münâfıklık alâmeti olduğu

vurgulanır. 5 Ra’d Sûresi 28. âyette ise

“Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla

huzur bulur” 6 buyrulmakta ve kalplerin

ancak zikirullah ile itmi’nâna ulaşacağı

ifâde edilmektedir.

Ashâb-ı Güzin{13}


Mâlûmunuz olduğu üzere tasavvufun

üssü’l-esâsı -gizli veya âşikar yapılması

husûsunda farklı görüş ve uygulamalar

bulunmakla beraber- zikirdir. Bunun

yanında kalbin tatmini anlamına gelen

“itmi’nân” tasavvufî hâller arasında

zikredilir. Sûfî anlayışta zikir kişiyi

müşâhedeye taşıyan bir ibâdettir. Zîrâ

Allâh’ı çokça anmak, kul ile Rabbi

arasında ünsiyet ve kurb/yakınlık husûle

getirir. Akabinde bu ünsiyet kişiyi akıl

ötesi alan olarak tarif edilen metafizik

alana taşır. Bu alanda kendisine gayb

âleminden bazı keşif ve müşâhedelerin

kapısı açılır. Bu keşif ve müşâhedeler

kulun mârifetini arttırır ve kalbinde

itmi’nân hâsıl olur. Teşbihte hata

olmayacaksa Kur’ân’da buyrulduğu üzere

Hz. İbrâhim’in kalbindeki itmi’nânın

artması için Allah Teâlâ’dan kendisine

ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini

istemesi ve Allah Teâlâ’nın, onun bu

isteğine icâbet etmesi, gayb âlemine

7

açılan kapılara ve bu müşâhedelerin kalbi

nasıl itmi’nâna götürdüğüne işârettir.

Son olarak şunu da belirtmekte fayda

var: İtmi’nânın dereceleri vardır ve hiç

kimse peygamberlerin itmi’nânına

ulaşamaz. Ancak mârifet arttıkça

itmi’nânı artacağı da bir hakîkattir.

Soru: Bu ilim hakkında bilinen

yanlış doğrular var mıdır? Varsa bu

yanlışların doğrusu nedir?

Cevap: İslâm geleneği içinde yerini aldığı

târihten itibâren tasavvuf hakkında

olumlu veya olumsuz pek çok şey

söylenmiştir. Kimi lehinde kimi aleyhinde

abartılı ifâdeler kullanırken kimi de bu

mevzûda akl-ı selîm davranarak daha

mutedil bir üslup ile ön yargılardan uzak

durmuş ve ılımlı bir dil kullanmıştır.

Kanaatimce bu konuda özellikle ilim

adamlarına düşen sorumluluk ifrâta

kaçan yargılamalardan ve

hükümlerden uzak durarak tasavvufî

düşünceyi sûfîlerin mülâhazaları ve

yorumları çerçevesinde ele alarak

anlamaya çalışmalarıdır. Tasavvuf

ehline düşen sorumluluk ise tasavvufu

ilk dönem zühd anlayışı çizgisine

çekmek, hâlihazırda tasavvufî

yapılarda müşâhede edilen Kur’ân ve

sünnete aykırı düşen bazı hâller varsa

bunları ifşâ edip uyarılarını

yapmalarıdır. Çünkü ilk dönem

tasavvuf müelliflerinin menheci bu

olmuştur.

“Bizim esâslarımız

altı şeydir:

Allah’ın Kitabı’na

sarılmak,

Rasûlullah’ın

sünnetine uymak,

helal yemek,

insanlara eziyet

etmemek,

günahlardan

kaçınmak, tevbe

etmek ve üzerindeki

hakları yerine

getirmek.”

Ashâb-ı Güzin{14}

KAYNAKÇA

[1] Ankebût, 29/69.

[2]A’râf, 7/205.

[3] Âli İmrân, 3/41; Ahzâb, 33/41;Cumâ, 62/10.

[4]Münâfikûn, 63/9; Nûr, 24/37.

[5] Nisâ, 4/142.

[6]Ra’d, 43/28.

[7] Bakara, 2/260.


Ashâb-ı Güzin{15}


ÜNİVERSİTE

GÜNDEMİ

Ashâb-ı Güzin{16}


Ashâb-ı Güzin{17}



"Bir yerde veba olduğunu işittiğinizde oraya

girmeyiniz. Bir yerde vebâ ortaya çıkar, siz de orada

bulunursanız, hastalıktan kaçarak oradan dışarı

çıkmayınız." (Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 98) Hz.

Ömer, toplum açısından herkesi ilgilendiren bir konuda

karar vermek için Kur'an ve Sünnet‘in temel prensibini

uygulamıştır. Çünkü insana zarar veren, insanlığı yok

eden her şeyden uzak durulması gerektiğinin farkına

varmıştır. Böylelikle önemli kararı tek başına

almamıştır. İnsan üzerine düşen her şeyi yaptıktan

sonra artık olacak şeyler Allah'ın kaza ve kaderi ile olur.

Eğer kişi önlem almazsa Allah katında sorumlu olur.

Yapıp yapmaması da Allah’ın ilmine dâhildir, fakat

kişinin iradesine bağlıdır. Binaenaleyh bir insanın bütün

hareketleri kader çerçevesinde cereyan eder; fakat bu

önlemlerden yüz çevirmek ve ihtiyatı elden bırakmak

anlamına gelmemektedir. İşte insanoğlu bu maddi

sıkıntıları hemen fark edip tedbirini alabilir, lakin

manevi sıkıntılar için aynı durum söz konusu değildir.

İnsanlar görünürde yaşadığı hastalıkları bazen

görmezden gelir beklersem geçer, diyerek Allah’ın

kendisine emanet olarak verdiği cana eziyet etmektedir.

Bazıları da çareyi işin ehlinden bulmaları gerektiği

yerde; türbelerde, ağaçlara bez bağlamakta veya

okunmuş taşlarda aramaktadır. Bu tür insanlar Hz.

Peygamber’in hastalığı ilaçla değil, efsunla, okumalarla

yaptığını düşünmektedirler. Oysaki Allah Rasûlü

hastalığın çaresinin ilmi tıp ile olacağını söylemiştir.

Fakat gaflete düşmüş olan insanlık cehaletin öngördüğü

düşüncelerle hareket etmenin faydasına inanmıştır. Bu

tür insanlar hem kendilerine hem de çevrelerine yanlış

örnek teşkil etmektedir. Asıl Mü'min karşılaştığı

hastalığa yakalanmaması, kendisine öğüt veren doktoru

dinlemesi ve derdinin çaresini müspet mecralarda

arayandır. Zira insan, ilmi ve tabipleri şifada bir vesile

olarak görmeli, asıl şifanın Allah’tan geldiğinin

bilincinde olmalıdır. Bu da Müslümanlığın en güzel

örneğidir. Dilersiniz ki kişi teslim olduğu dinin

temsiliyetini hakkıyla yerine getirmelidir! Yaşam

boyunca imtihanın her daim olacağını, mühim olan bu

sıkıntılar karşısında kişinin

Hz. Eyüp gibi sabır ve metanetle çabalamasıdır.

“Ashabımdan kimse bana bir başkasından söz

getirmesin! Ben sizin karşınıza (peşin hükümlerle değil)

selim bir kalple çıkmak istiyorum.” (Ebû Dâvûd, Edeb,

28/4860) Manevi hastalıklar konusuna gelirsek insanın

içsel kayıplarını düzeltmek ve korumak için âyet ve

hadislerden de anlaşılacağı üzere aklıselim ve

kalbiselim olma özelliğini muhafaza etmesiyle olur.

Zira kişinin nefsine hâkim olması, kulluk bilincine ve

şuurlu bir mümin olma vasfına nail olduğunu gösterir.

Bu konuda ayeti kerime güzel bir örnek taşımaktadır:

“O, nefse fücuru ve takvayı ilham etti.” (Şems sûresi 8.

âyet) İşte insanın nefsine hâkim olamayıp manevi

hastalıklara yakalanması acizlik ve kayıtsızlık yaşattırır.

Bu tür durumların yaşanması ibadetlerin ve kalbin

anlamsızlık hissetmesine sebep olur. Manen hasta

olduğumuzun bir göstergesi olan bu problemler

insanın ağır kayıplar yaşamasına sebebiyet

vermektedir. Manevi hastalığın tedavisi bedeni olandan

daha da önemlidir. Bedeni hastalıklar ilaçla çözülebilir,

fakat manevi hastalıklar öyle değildir. Biri üç günlük

dünyada yaşanıp biten bir şeyken diğeri sonsuz olan

hayat ile alakalıdır. Geçici olan bir dünya ile ebedi olan

bir dünya nasıl karşılaştırılabilir!

Bir insanın kalbinin kirlenmesi, ibadetlerinden lezzet

alamaması ve kötü ahlaklı olması kişinin manevi bir

hastalığa tutulduğunun işaretidir. Müslüman yalan

söyleyen, kibirli olan bir karaktere sahipse o insanın

kalbinin manevi bir hastalıkla mühürlendiğinin

göstergesidir. Kişinin bu kalbi hastalıkları aşması için

temelde ona zarar veren duygularını terbiye etmesi

gerekir. Zira terbiye edilmemiş hastalıklar bizde kişisel

çukurlar oluşturur ve büyüdükçe bütün karaktere

yayılım göstermeye başlar. Müslüman kişinin bu

durumla karşılaşmaması için kendini ve Rabbini iyi

tanıması gerekir. İnsan kendisinden yüce olan varlığın

vasıflarını kendinde görürse ve kendisine aitmiş gibi

davranırsa kalbi daha da hastalanır. Böyle bir ahlaka

sahip kişilerde iç denge bozulur ve bu dış dengeye

yansımaya başlar.Böylece kalpten gelen hastalık

bedene de sirayet etmiş olur.

Ashâb-ı Güzin{19}

Bir insanın kalbinin kirlenmesi, ibadetlerinden

lezzet alamaması ve kötü ahlaklı olması kişinin

manevi bir hastalığa tutulduğunun işaretidir.




c) Taun el-Carif

Abdülmelik b. Mervan döneminde 69\688 yılında

Basra’da ortaya çıkan bir salgındır. Üç gün

sürmesine rağmen şiddetli bir salgın olmuş,

kaynaklarda günde yetmiş bin insanın öldüğü

zikredilmiş. Öyleki insanları gömmek için yer

kalmadığı da zikredilmektedir.

d) Taun el-Fetayat

Velid b. Abdülmelik zamanında 87\706 yılında

Basra’da ortaya çıkmış ve birçok yere yayılmıştır.

Salgın ilk önce sadece genç kızları öldürdüğü için

bu isim ile anılmıştır. Daha sonra erkekleri de

öldürmeye başlamıştır. Salgının tam olarak kaç

tane insanı öldürdüğü bilinmemektedir. Fakat

salgının bıraktığı hasarı anlatmak için tarihçiler:

“salgın yüzünden neredeyse aileler yok olacaktı.”

ifadesini kullanmışlardır. Bu ifade tek başına

salgının etki gücünü ortaya koyar niteliktedir.

e) Taun Selem b. Kuteybe

Mervan b. Muhammed döneminde 131\749

yılında Irak’ta ortaya çıkan bir salgındır. Salgının

iki gün çok zorlu geçtiği iki günde toplam yüz kırk

bin insanın öldüğü zikredilmektedir. Tarihçi ve

ensab alimi Medaini (ö.228\843) bu salgın için

“Iraktaki Merbed Mahallesi'nde her gün on bin

cenaze kaldırıldı. Bu durum günlerce devam etti.”

demiştir. Bu da bize salgının şiddet derecesini

açıkça göstermektedir.

f) Ta’unu’l Kebir

Memluklüler döneminde 749\1348 yılında Mısır

ve Şam'da ortaya çıkmıştır. Salgın birçok insanın

canını almıştır. Salgın Şam’da çok etkili olduğu

için Şamlı tarihçiler, salgını "Şam Salgını" olarak

da isimlendirmişlerdir.

g) Fenaü’l Azim

Memlüklüler döneminde 833\1429 yılında

Mısır’da ortaya çıkan bir salgındır. Bu salgında

günde on bin insanın öldüğü bildirilmiştir. Bu

ölümlerden dolayı dönemin ünlü tarihçisi Yusuf b.

Tağriberdi (ö. 874\1470) salgına “Büyük Ölüm”

demiştir.

e) Et-Ta'unu’l Azim

Osmanlı'nın son döneminde 1215 yılında Mısır’da

ortaya çıkan bir salgın olmuştur. Etkisi çok geniş

ve şiddetli olmuştur. Salgın Şam’a ve Anadolu’ya

kadar uzanarak birçok insanın ölümüne neden

olmuştur. Yaşam bir müddet kısıtlandırılmış, çarşı

pazar kapatılmıştır.

II) Müslümanların Salgın Hastalıklara Karşı

Tutumu

Bu salgınların ortaya çıkışının sebebini Hz.

Peygamber maddi ve manevi niteliklerle

açıklamıştır. Maddi nedenler genelde temizlik ile

ilgili nitelikler olurken manevi nedenler ise ruha

zarar veren zina gibi kötü fiiller olmuştur.

Müslümanlar bu salgınlarla başa çıkmak için Hz.

Peygamber'in salgın ile ilgili öğütlerini rehber

edinmişlerdir. Alınacak önlemler ile ilgili Hz.

Peygamber'in şöyle bir hadis-i şerifi

bulunmaktadır: “Eğer bir yerde veba duyduysanız,

o yere girmeyin! Bir yerde veba hastalığı çıkarsa ve

siz orada bulunursanız vebadan kaçarak oradan

çıkmayınız.” (Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 98)

demiştir. Bu hadis, insanlara karantinanın önemini

göstermektedir.

Ashâb-ı Güzin{22}


ki, ölümü tatmadan

“Muhakkak

ölümü buldum, şüphesiz

önce

kişinin ölümü onun

korkak

ucundadır. Her bir kişi

başının

gücüyle mücahittir, tıpkı

kendi

boynuzuyla koruyan

derisini

öküz gibi.”

Günümüzde de salgın hastalıklarda izolasyonun alınacak

ilk tedbir olması, o dönemde salgın hastalıkla ilgili

söylenen hadis-i şerifin oldukça manidar olduğunu

göstermektedir. Müslümanlar bu salgınlarda bu hadis-i

şerifi rehber edinerek ona göre bir yol izlemiştir. Hasta

olanlar kendilerini insanlardan izole ederek karantina

uygulamasını uygularken, hasta olmayanlar ise hasta

olmadıkları hâlde salgın bölgesinden ayrılmayarak

hastalığın yayılmasının önüne geçmekle beraber toplum

içinde bir dayanışma sergileyerek topluma destek

olmuşlardır. Ölen kişileri gömmeleri, yardıma ihtiyacı

olan kişilere yardım etmeleri toplumda sosyolojik bir

dayanışmanın göstergesidir. Böylece hastalık yüzünden

toplumda var olan değer yok olmamıştır.

Hz. Peygamber'in taunla ilgili bir diğer hadis-i şerifi de şöyledir: “Şayet veba bir ülkede meydana gelmiş

ve siz o ülkenin içindeyseniz, orada sabırla oturursanız, şehitle aynı mükafatı elde edersiniz.” (Buhârî,

“Tıb”, 29.) demiştir. Bu hadis-i şerife baktığımızda salgının insan üzerinde bedenin halsizleşmesi, zarar

görmesinin yanında hastalığın var olan psikolojik etkisi de göz önünde bulundurularak insanın karşılaştığı

bu zorlukla sabır ile başa çıkmasının sonucunda güzel bir eylemle mükâfatlandırma umuduyla insanın

salgına karşı güçlü olmasını sağlamış ve salgının yayılmasının önüne geçilmiştir. Hz. Peygamber’in bu

önlemleri İslâm tarihinde genel olarak çıkan salgınlarda uygulanmış, böylece salgınların önüne geçilmeye

çalışılmıştır.

Salgınlarla başa çıkma yollarından biri de; duâdır. İnsanlar bu dönemlerde dini inançlarına daha çok

bağlanmışlardır. Salgından kurtulmak için alınan önlemlerin yanında Allah’a yönelmeyi ihmal

etmemişlerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz'in yaşadığı zamanda çıkan bir salgının ortadan kalkması

için Allah’a ilk duâ eden kişi olduğu söylenmektedir. Sahâbenin Medine’ye hicretinde ortaya çıkan humma

yahut sıtma salgınına karşı Hz. Peygamber’in; “Ey Allah’ım Mekke’yi sevdirdiğin gibi Medine’yi de bize

sevdir. Ey Allah’ım salgını el-Cuhfe'ye def et.” (Nesâî, “Tıb”, 27) Dediği rivayet edilmektedir. Hz.

Peygamber’den sonra da bu duâ geleneği sürdürülmüştür. Örneğin 552 yılında çıkan bir salgında Allah’a

yönelerek salgından kurtulmak amaçlanmıştır.

Salgına karşı insanlar şehir hayatından çok temiz havanın olduğu kırsal alanları tercih etmişlerdir.

Bunun yanında doktorlar salgınla başa çıkma yolları olarak hafif yemeklerin tercih edilmesiyle beraber

spor yapılmasını önermişlerdir. Doktorlar soğan, sarımsak, limon gibi yiyeceklerin de hastalığa iyi

geldiğini söylemişlerdir. İslâm tarihinde salgının tedavi edilmesi ile ilgili yazılan yetmişten fazla kitap

günümüze ulaşmıştır.

Kısaca İslâm tarihinin birçok noktasında çeşitli salgınlarla karşılaşmış insanlar bu salgınlara karşı

Peygamber Efendimiz'in uygulamalarını takip etmişlerdir. Maddi ve manevi olarak kendilerini salgına

karşı güçlü kılma yollarını tercih etmişlerdir. Dönemin doktorlarının tedavilerini de uygulamayı ihmal

etmemişlerdir. Aldıkları önlemlerin yanında Allah’a da yönelerek salgınla mücadele etmişlerdir.

Ashâb-ı Güzin{23}


YILDIZLARDAN

AYDINLIKLAR

Ashâb-ı Güzin{24}






Hastalandığım zaman bana şifa verendir.

Şuarâ Suresi 80


Cahit Zarifoğlu'nun 40 Yıl Önce Yazdığı Bir Bayram Tebriği.

“Büyüklerin ellerinden

Küçüklerin gözlerinden

Suriye’nin toprağından

Bosna’nın bayrağından

Ebu Zer in yalnızlığından

Bilal-i Habeşi’nin ilk ezanından

Tarık bin Ziyad’ın kılıcından

Filistinli Cafer’in haykırışından

Gazze’nin gözyaşından öpüyoruz…

İyi bayramlar meleklerin şehri Gazze.

İyi bayramlar utancımız,açlığımız Afrika.

İyi bayramlar Ömer Muhtar’ın soylu çocukları.

İyi bayramlar acının, ölümün başkenti Hama.

İyi bayramlar Recep onbaşı,Salih uzman,er Mehmet.

İyi bayramlar kırılganlıklar,üzüntüler

İyi bayramlar ey Hüzün…”

...

Değişen aktörler, imtihan dünyası aynı…

Allah kabul etsin. Bayramınız mübarek olsun.

Bayram gibi bayramlar nasip olsun

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!