29.07.2017 Views

başka zagreb print quality renkli

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

BALKAN EDEBİYATI - KNJIŽEVNOST - LITERATURE<br />

AĞUSTOS 2017 SARAJEVO - ISTANBUL / 6.SAYI IO TL 5 KM 3 EUR


İdeolojiler bizi ayırsa da, rüyalar ve<br />

dertler bir araya getirir.<br />

Eugene Ionesco


BAŞKA<br />

ZAGREB<br />

Dünyada bazı ülkeler vardır. Başkentleri ülkenin<br />

en iyi, en büyük, en turistik, en gözde şehri olmayabilir.<br />

Bazıları vasattır; bazılarında hiç bir şey<br />

yoktur. Mesela Madrid. Koskoca Madrid, Barselona’nın,<br />

Sevilla’nın falan gerisinde kalır.<br />

Eurovision’da bütün ülkelerin o müthiş başkentlerinden<br />

yapılan puanları açıklama anında, bizim<br />

mazbut ve mütevazi Ankaramız da çok sırıtır. Sunucunun<br />

arkasında bulunan <strong>renkli</strong> fışkiyeli havuz<br />

yeterli olmaz karizmasını toplamaya. O esnada; “Ahh şimdi arkada boğaz olsaydı…” deriz hep bir<br />

ağızdan.<br />

Zagreb Balkanlar’da, hadi biraz daha daraltalım Eski Yugoslavya’daki en mütevazi başkente sahip<br />

şehirdir. Bir kere turistik değildir. Eğer Hırvatistan’a gidecekseniz; ilk seçeneğiniz Dubrovnik, Split<br />

gibi Adriyatik kıyısındaki tarihi şehirler olacaktır. Dalmaçya adalarından bahsetmiyoruz bile. Hani<br />

şu meşhur Dalmaçyalar. İşte onlar Hırvatistan’dadır.<br />

Hal böyle olunca; Üsküp, Belgrad, Saraybosna, Ljubljana gibi şehirlerin arasında Zagreb biraz az<br />

turistik kaçıyor.<br />

Zagreb’e kimisi küçük Viyana, kimisi Budapeşte der. Bize göre ise Zagreb, Balkanların kendine has<br />

gürültülü, curcunalı ortamında köşesine çekilip kitabını okuyan çalışkan bir çocuk gibidir. Entelektüel<br />

olarak bölgenin zirvesindedir. Kendisini Avrupa Birliğine de atmasıyla birlikte Balkanlar’dan<br />

kafa olarak neredeyse kopmuştur. Bu yüzden Zagreb’e bir Balkan şehri demekte güçlük çekeriz. Zira<br />

Viyana tanımına büyük oranda uyum sağlar ve bundan da gocunmaz.<br />

Şehir kalabalık olmasına rağmen sessizdir. Bu bazen Belgrad’da da olur. Ama orada bir bakarsınız<br />

elinde trompetle bir çingene, Bregovic müzikleriyle bozar bütün sessizliği. Zagreb’de bu olmaz. Hiç<br />

olmaz demiyoruz ama pek nadirdir. Üsküp’te, Büyük İskender heykelinin altında çalan ve çok sırıtan<br />

filarmoni esintileri de duyulmaz Zagreb’de. Zagreb pandomim şehridir. Ne zaman gitseniz etrafta<br />

sıra ile pandomim sanatçılarına denk gelirsiniz.<br />

Biz inanıyoruz ki bu pandomim sanatı şehre yapılan bir atıftır.<br />

Sessizdir, duyamazsınız. Ama çok şey görürsünüz.<br />

I


IMPRESSUM<br />

Tasarım: Margarita Design Studio Redaksiyon: Crvena Olovka Yayın Yönetmeni: Enes Güler<br />

Editör: Bilal Yakup Yazı İşleri: A. Furkan Demir Kapak: Kemal Mehmedovic<br />

Illustrasyon: Irma Zmirić Çetinkaya Fotoğraflar: Emin Akben Sosyal Medya: /baskadergisi<br />

Websitesi: www.balkanedebiyati.com Mail: dergibaska@gmail.com / newsletter@balkanedebiyati.com<br />

Adres: Mis Irbına 3 centar Sarajevo / Selami Ali Caddesi, Eser Çarşısı, no: 2o Part 1 D:101 Üsküdar<br />

Baska Dergi #6 Zagreb Yazarları : Süleyman Gündüz, Marko Pogačar, Dilek Kütük, Serkan Türk, Mehmet<br />

Berk Yaltırık, Gülhan Tuba Çelik, Abdullah Enis Savaş, Metin Savaş, Ervanur Erdoğan, Enna Zone Đonlic,<br />

Özge Deniz, Hatice Tokuz, Talha Ulukır, Cihat Gemici, Şule Yavuzer<br />

Baska Dergi #6 Zagreb Şairleri: Esma Koç, Ervanur Erdoğan, Nadija Rebronja, Adnan Mulabdic<br />

Baska Dergi #6 Zagreb Söyleşileri: Filip Mursel Begović - Hırvatistan, Zagreb özelinde Balkanlarda<br />

Edebiyat, Sali Sallini - Sevdalinka - The Alchemy of Soul Belgeseli üzerine Söyleşi<br />

www.balkanedebiyati.com / balkansozluk.org / baskadergi.tumblr.com / margaritads.com


DOSYA /<br />

ZAGREB


.<br />

A<br />

Süleyman<br />

Gündüz<br />

İnsan hayatında, ilklerin önemi büyüktür ve<br />

belleğinde unutulmazlar arasında yerini alır.<br />

Doğu kentlerine doğrudur ilk yürüyüşüm.<br />

Işığın doğudan yükselişi midir etkileyen beni<br />

bilmiyorum ama ilk yürüyüşüm Doğu’yadır.<br />

İlginçtir Doğu milletleri batıya akar, batılılar ise<br />

Doğu’ya.<br />

ZAGREB: İDDİASIZ, SADE<br />

AMA ETKİLEYİCİ<br />

Zagreb, Batı-Doğu ve Kuzey-Güney aksının ilk<br />

şehirlerindendir. Doğu-Batı düşüncesinin,<br />

Kuzey-Güney sosyoekonomik farklılığının<br />

kesişme, aynı zamanda geçiş noktasıdır. Bütün<br />

bu gerilime rağmen iddiasiz ve sade bir şehirdir.<br />

Benim üzerimdeki etkileyiciliği tam da burasıdır.<br />

Doğu milletlerine ait bir kimliğe sahip olmama<br />

rağmen doğu ve güneye yürüşlerimin üzerimdeki<br />

etkisi büyüktür halen. Bugün çıkıp gitsem<br />

yine ilk güzergahımı takip ederim. Zülkarneyn’in<br />

etkilendiği coğrafya beni de etkiliyor.<br />

Bunun temelini ilim, irfan ve hikmeti arama<br />

oluşturuyor sanırım.<br />

Başka dergisi Zagreb üzerine bir yazı yazmamı<br />

isteyince ilk seyahatimi düşündüm. İkici yürüyüşüm<br />

İstanbul’dan trenle kuzeybatıya doğrudur.<br />

İstanbul, Sofya, Belgrad, Zagreb, Ljubljana,<br />

Salzburg, Münih, Frankfurt ve Köln güzergahı<br />

olmuştur. Bu seyahatimde şehre tanıklığım<br />

ismi ve tren istasyonundan öte değildir. Zagreb<br />

Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ne<br />

(YSFC) bağlı Hırvatistan Federal Cumhuriyeti’nin<br />

başkentiydi.<br />

Şehirlerin adları ülkelerinkinden daha kadim<br />

bir tarihe sahiptir. Yeniçağ’a kadara ülkelerin<br />

adları genelde büyük şehirleri, yöneticilerin<br />

bağlı oldukları kabile veya aile adları ile anılırlardı.<br />

Modern zamanların insanları, seyahatlerine<br />

ülke isimleri ile başlayıp detaylarında şehirleri<br />

ayrıntılı olarak anlatmaya başlarlar.<br />

Batı Avrupa ile Güneydoğu Avrupayı bir çizgiyle<br />

ayırsak şüphesiz kalemimizi Zagreb’in üzerinden<br />

geçirmemiz gerekir.<br />

İlk ziyaretim transit bir geçiştir. Tren istasyonunda<br />

yolcu indirip, bindirme anında aşağıya<br />

inip bir anlık soluklanmaktan öteye varmaz. O<br />

gün bu şehre ikinci gelişimin de bir trenle<br />

olacağını bilmeme imkan yoktu. Kaderin ne tür<br />

bir öykü oluşdurduğunu bilmeme imkan yoktu.<br />

İlk gelişim doğu istikametindendi, ikincisi ise<br />

batıdan.<br />

1989’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği<br />

(SSCB) dağılıp, bağımsız cumhuriyetler ortaya<br />

çıkınca; bütün gözler dinler ve etnik yapı mozaiği<br />

olan YSFC’ye dönmüştü. Nitekim 1991’de de<br />

YSFC dağılma sürecine girdi. SSCB’nin dağılıması<br />

sorunsuz gerçekleşirken aynı durum YSFC<br />

için gerçekleşmedi.<br />

YSFC’de Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlık<br />

ilanını ilk gerçekleştiren federal yapılar oldu.<br />

Ardından Bosna-Hersek ve Makedonya bağımsızlık<br />

kervanına katıldılar. Bu durum üzerine<br />

Yugoslav Halk Ordusu ve Sırp paramiliter gruplar<br />

Hırvatistan ve Bosna Hersek’de bir iç savaş<br />

çıkarttılar. 1991’de Hırvatistan’ın Doğu Slavonya<br />

ve Batı Krajina’sı, Yugoslav Halk Ordusu ve Sırp<br />

paramiliter gruplar tarafından işgal edildi.<br />

Ardından 1992’de Bosna_Hersek’in 3’de 2’lik<br />

bölümü. 3,5 ve 4 yıl süren savaşlar büyük trajedilerle<br />

sonuçlandı.<br />

Mayıs 1992’de Hırvatistan ve Bosna Hersek’deki<br />

savaşları görmek ve anlamak üzere, eski bir<br />

4


Zagreb, Batı-Doğu<br />

ve Kuzey-Güney<br />

aksının ilk şehirlerindendir.<br />

Doğu-Batı düşüncesinin,<br />

Kuzey-Güney<br />

sosyoekonomik<br />

farklılığının kesişme,<br />

aynı zamanda<br />

geçiş noktasıdır.<br />

Bütün bu gerilime<br />

rağmen iddiasiz ve<br />

sade bir şehirdir.<br />

.<br />

atlasın ortasından koparttığım<br />

Balkanlara ait fiziki bir haritayla<br />

yola çıktım. Bu kez güzergahım<br />

karayolu ile İstanbul,Edirne,<br />

Sofya,Kumanova, Üsküp ve oradan<br />

uçak ile Ljubljana ve trenle Zagreb’e<br />

geçmek şeklinde oldu.<br />

Bir şehre ait ilk kanaat genelde<br />

değişmez. Bu şehrin hatıralarına ilk<br />

karışmam İsmail Bardhi ile olmuştu.<br />

Ardından kaç kez geldiğimi bu<br />

satırlardan dolayı saymaya kalktım<br />

ancak başarılı olamadım.<br />

Benim kuşağın büyük bir kısmının<br />

belleğinde Zagreb’in ismi yer almıştır.<br />

Kendilerine nereden hatırladıklarını<br />

sorsanız anlatamazlar. Küçük<br />

bir mırıldanma “hah evet bu işte”<br />

dedirtir. Ahmet Kaya’nın seslendirdiği<br />

Lili Marlen Türküsü’nün bir<br />

mısrasında gösterişsiz bir şekilde<br />

yer alır ama bilinç altına yerleşir.<br />

Şiir Atilla İlhan’a aittir okunmasını<br />

tavsiye ederim.<br />

“Akşam olur mektuplar hasretlik<br />

söyler/Zagreb radyosunda Lili<br />

Marlen türküsü<br />

Siperden sipere ateş tokuşturanlar/-<br />

Karanlıkta dem tutan ishak kuşu<br />

Biz insanlar yemin ettik imanımız<br />

var/Hürriyet için hürriyet aşkına<br />

Savulacak dönem savulacak<br />

düşman/Dehrin cefasını çektik<br />

sefasını süreceğiz<br />

Dost sağlar karanfilim, dost sağlar<br />

karanfilim/marş söylemeden ölmek<br />

bize yakışmaz”<br />

Bir akşam vakti şehrin tren garına<br />

indik. Dilimde bu şarkı. Bir taksiye<br />

atlayıp İsmail’in arkadaşı Ali<br />

Nasuf’un tavsiye ettiği otele gittik.<br />

Otelimiz eski şehrin tam merkezindeydi.<br />

Bir müddet sonra “şehirlerin<br />

keşfi geceleri başlar” sözüme<br />

uyarak Zagreb’in ıssız sokaklarında<br />

dolaşmaya çıktık. Savaş nedeniyle<br />

sokaklara ürkütücü bir sessizlik<br />

hakimdi. Duvarlarda savaşın yıkıcılığını<br />

anlatan ve insanları dayanışmaya<br />

çağıran afişler vardı. İlk<br />

bakışta küçük bir şehir duygusuna<br />

kapılıyorsunuz. Yorgunluk kahvesi<br />

içmek için bir kafeye girdik.<br />

Üsküp’de eski şehirde Türk kahvesi<br />

bulmak mümkündü. Burada Türk<br />

kahvesinin dışında bütün türler var.<br />

Konakladığımız mekan eski şehrin<br />

merkezinde yer alıyor.Büyük bir<br />

merakla sabah aydınlığında şehrin<br />

keşfine devam etmek üzere istirahate<br />

çekildik.<br />

Eski Yugoslavya’nın büyük şehirleri<br />

genelde Stari Grad ve Novi Grad<br />

yani eski ve yeni şehir olarak iki<br />

bölümden oluşuyor.<br />

Sabah erken uyanarak, kahvaltı<br />

sonrası hem şehri keşfetmek hem<br />

de işlerimizi haletmek üzere<br />

sokağa çıkıyoruz. İlk işimiz İslam<br />

Merkezi’ne uğramak ve Bosna’daki<br />

Sırp saldırılarından kaçarak Lekeniçka’daki<br />

Zagreb Camii’nin avlusunda<br />

toplanan Boşnak Mültecileri<br />

ziyaret edip gelişmeler konusunda<br />

bilgi almaktı. Makedonya’daki mülteci<br />

kampını ziyaret ettikten sonra<br />

bu ikincisi oluyordu. Burada gördüğümüz<br />

manzara ve dinlediklerimiz,<br />

bizleri Bosna sorununun ve sevdasının<br />

içine çekti. Bu durum halen<br />

devam ediyor. Bosna konusunda<br />

olmuş veya olacak olan herşeye<br />

5


artık kulak kesiliyoruz. Bu kısa notu anlatmamın<br />

gerekçesi Zagreb’i hangi şartlar altında ziyaret<br />

ettiğimin bilinmesidir.<br />

.<br />

Zagreb Camii, büyük bir alan içinde kurulu geleneksel<br />

ve modern mimarinin ustalıkla harmanlandığı<br />

etkileyici bir eserdir. Sosyal donatılarıyla<br />

Zagreb’de yaşayan ve Zagreb’den geçen Müslümanların<br />

uğrak yeridir. Mutlaka görülmesi gerekir.<br />

Devlet-i Âli en geniş sınırlarına ulaştığı<br />

zaman kısa bir dönem bu şehri yönetmişti. Rivayet<br />

edilir ki; bu şehrin imar yasalarını Devlet-i<br />

Âli’nin yöneticileri hazırlamışlar ve halen bu<br />

kurallara uyulur. Bugün hatırı sayılır Müslüman<br />

bir nüfus bu şehirde yaşamaktadır.<br />

Birçok yazımda da ifade ettiğim gibi içinden<br />

nehir geçen ve deniz kıyısında kurulan şehirleri<br />

severim. Zagreb, Sava nehriyle ikiye ayrılır; kuzeyinde<br />

eski ve güneyinde yeni şehir bulunmaktadır.<br />

Stari Grad mutlaka yaya gezilmesi gerekir. Keşfe<br />

Lotrşçak Kulesine (Kula Lotrşçak) çıkarak başlamalısınız.<br />

Merkez, Yukarı Şehir (Gronji Grad) ve<br />

Aşağı Şehir (Donji Grad) olarak iki bölüme ayrılıyor.<br />

Yukarı ve Aşağı şehri birbirinden ayıran Ilıca<br />

*Süleyman Gündüz’ün 2007 yılında Zagreb’de açmış olduğu<br />

fotoğraf sergisinin afişi<br />

caddesi bulunmaktadır. Ilıca caddesinden Gronji Grad’a Lotrşçak Kulesine çıkmak için basamakları<br />

veya funiküleri kullanabilirsiniz.<br />

Lotrşçak Kulesine çıkarak örümcek bağlamış ve bazılarının camları kırık pencerelerden şehrin<br />

tümünü seyredebilirsiniz. İsmail bir espiri yapıyor “Hırvatistan bu kuleden gördüğün kadardır” diye.<br />

St. Mark’s Kilisesi’nin çatısı en güzel buradan gözükür.<br />

Bir tepe üzerinde Markov Meydan’ında St. Mark’s Kilisesi yer almaktadır. Her şehrin akılda kalan bir<br />

sembolü olur. St. Mark’s Kilisesi Zagreb’in sembolüdür. Batının merkez şehirlerindeki kiliseleri<br />

düşündükçe küçük, ama etkileyicidir. Çatısı Hırvatistan’ı sembolize eden bir şekilde kaneviçe gibi<br />

rengarenk işlenmiştir. St. Mark’s Kilisesi’nin bulunduğu alana ikinci geliş yolu Taş Kapı’dan (Kamenita<br />

Vrata) geçerek olabilir. Taş Kapı’nın içi küçük bir şapeldir. Buradan geçenler bir mum yakarlar ve<br />

dua ederler. Duvarlarında küçük kağıtlara yazılı bir çok not ve dilek asılmıştır.<br />

St. Mark’s Kilisesi’nin etrafında başka kiliseler, galeriler, müzeler, parlamento, hükümet ve belediye<br />

yönetim binası bulunmaktadır. Bunların içinde sanırım en ilginci Kırık Kalpler Müzesi (Museum of<br />

Broken Relationships) olsa gerek. Yan tarafında Sveta Katarina Aleksandrrijaska Kilisesi, Balıkçı ve<br />

Yılan Heykeli (Ribar i zmija monument)…<br />

Zagreb Şehir Müzesi, St. Franjo, St. Francis Assisi, St. Cyril ve Metodis Kilisesi ya bir kaç sokak yanda<br />

veya arkadadır. St. Mark’s Kilisesi’ne biraz uzak olmasına rağmen Zagreb Katedrali ve<br />

6


Mimarlık Müzesi görülmeye değerdir. Aslında<br />

görülecek mekan itibariyle ziyadesiyle zengin<br />

bir şehirdir Zagreb.<br />

Şehirlerin keşfinde en anlamlı olan alanlardan<br />

bir tanesi de şüphesiz pazar yerleridir. Ban<br />

Jelaçiç Meydanı’nın hemen üst tarafında Dolac<br />

Pazarı’na gidilmeli. Büyük bir Pazar değildir.<br />

Kırmızı şemsiyeleri, kurulumu ve sessizliği<br />

etkileyicidir. ‘’Vatandaş gel, gel…’’ seslerini<br />

duymazsınız.<br />

Bana Josipa Jelaçiça Meydanı tam bir uğrak<br />

yerdir. Etrafındaki binalar mimari açıdan<br />

klasik Orta Avrupa şehirlerini andırır. Viyana<br />

esintisini hissetmemek mümkün değildir.<br />

Şehrin içinde parklar sere serpe uzanmaya<br />

müsaittir. Banklarda öğle yemeğini yiyenlere,<br />

ağaç gövdelerine yaslanıp kitap okuyanlara ve<br />

ders çalışanlara rastlamak mümkün.<br />

Tkalciceva Caddesi kafelerin ve insan yoğunluğun<br />

en çok olduğu yerdir. Sarajevo’da ki<br />

Ferhadija caddesini andırır. Mağaza pencerelerinde<br />

dondurma ile girilmez işaretleri ve<br />

içeride sürekli yayın yapan bir radyo bulunur.<br />

Bizim mağazalar da ise televizyon vardır.<br />

Zagreb’de güçlü bir kültürel hayat var. İlk kitapevi<br />

ziyaretimi İsmail Bardhi ile yapmıştım.<br />

Zagreb Katolik Üniversitesi’nin kitapevine<br />

uğramıştık. İsmail onlarca kitap aldı. Ben dili<br />

bilmediğimden hatıra olması için bir felsefe<br />

kitabı almıştım. Zagreb Katolik Üniversitesi’nin<br />

tıptan sosyal bilimlere, mühendislikten<br />

teolojik bilimlere kadar bir çok fakültesi<br />

bulunmakta. En önemlisi İslami ilimlerin<br />

olmasıydı. Sosyal bilimler, ilahiyat ve felsefe<br />

alanında dünyada ilgi ile izlenen kitap yayınları<br />

bulunuyor.<br />

Şehirlerin keşfinde en anlamlı olan alanlardan<br />

bir tanesi de şüphesiz pazar yerleridir.<br />

Ban Jelaçiç Meydanı’nın hemen üst tarafında<br />

Dolac Pazarı’na gidilmeli. Büyük bir Pazar<br />

değildir. Kırmızı şemsiyeleri, kurulumu<br />

.<br />

ve<br />

sessizliği etkileyicidir. ‘’Vatandaş gel, gel…’’<br />

seslerini duymazsınız.<br />

merhum Alija Izetbegoviç’in iyi dostuydu.<br />

Parlamentoda bulunduğum zaman Türkiye-Hırvatistan<br />

Parlamentolar arası Dostluk<br />

grubu başkanlığını yürütmüştüm. Bu şehre<br />

özel danışmanlıklarını yaptığım, Türkiye<br />

Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı merhum Turgut<br />

Özal ve Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı<br />

merhum Alija Izetbegoviç ile gelmiştim.<br />

1992-95 dönemindeki Bosna hatıralarımın bir<br />

kısmı; Zagreb’in tren istayonuna, otobüs<br />

terminaline, havaalanına, sokaklarına, caddelerine<br />

ve duvarlarına kazınmıştır. Zagreb<br />

Esplanade Oteli’nin hatırası ise Bosna’nın<br />

gerçek tarihi yazıldığında günyüzüne çıkmalı.<br />

“Ağıtlar ve Anıtlar” fotoğraf sergimi burada<br />

açmıştım.Sergimin küratörlüğünü Ressam<br />

Sreçko Planiniç yapmıştı. 45 gün açık kalan<br />

sergimi ziyaret eden fotoğraf sever sayısı 42<br />

bin idi. Zagreb’in dışında birçok şehrini ezberlediğim<br />

Hırvatistan bugün Avrupa Birliği üyesidir.<br />

.<br />

Zagreb; iddiasız, sade bir şehir olmasına<br />

rağmen etkileyicidir.<br />

Yazımın başlangıcında da ifade ettiğim gibi bu<br />

şehre ne kadar gidip geldiğimi hatırlamıyorum.<br />

İlginç olan ise ülke siyasetine yön vermiş<br />

birçok şahsiyeti tanıyorum. Bunların başında<br />

şüphesiz Eski Cumhurbaşkanı Stjepan Stipe<br />

Mesiç gelmektedir. Hem Boşnakların hem de


CVIJEĆE ZA PTICU RUGALICU,<br />

ILI DO ISTAMBULA U JEDNOM<br />

DAHU<br />

Zagreb je hladan grad. Još početkom osamdesetih<br />

godina, dok me nitko nije imao u planu,<br />

zaključio je to i u refren jednako hladne, otuđene<br />

i guste pjesme upisao Jura Stublić, frontmen<br />

tada popularne skupine Film.<br />

Marko Pogacar<br />

Zagreb je hladan grad. Još početkom<br />

osamdesetih godina, dok me<br />

nitko nije imao u planu, zaključio<br />

je to i u refren jednako hladne,<br />

otuđene i guste pjesme upisao Jura<br />

Stublić, frontmen tada popularne<br />

skupine Film. U taj i takav grad<br />

prvi sam put stigao u ranu zimu<br />

osamdeset i sedme godine, nepune<br />

tri godine star i sasvim nespreman<br />

na sve što hladnoća nosi: tada sam,<br />

između ostalog, prvi put vidio<br />

snijeg. Otac, oficir Jugoslavenske<br />

narodne armije, premješten je na<br />

novu službu, majku, poštansku<br />

službenicu, također je čekalo novo<br />

radno mjesto te se obitelj – nekoliko<br />

mjeseci ranije pojačana vrištavom<br />

i kovrčavom prinovom –<br />

mojim bratom, ukrcala u vlak i<br />

krenula u neki novi život. Svega se<br />

toga, odlaska, puta i te jedne<br />

<strong>zagreb</strong>ačke godine – etape koju je<br />

okončala neka nova prekomanda –<br />

sjećam neobično dobro. Otprilike<br />

tada, u bučnim vagonima popularne<br />

kompozicije 'Marjan Express',<br />

koja je svakodnevno povezivala<br />

moj rodni grad na jadranskoj obali<br />

s glavnim gradom Socijalističke<br />

Republike Hrvatske, počela je i<br />

moja gotovo opsesivna odanost<br />

vlakovima. S tog povijesnog putomom<br />

sjećanju slične brazde upisale su eskadrile<br />

niskoletećih MIG-ova koji nad gradskim<br />

nebom ostavljaju boje jugoslavenske trobojnice,<br />

parade armije na savskom nasipu i gomile<br />

slično odjevenih mladih ljudi iz svih krajeva<br />

zemlje i svijeta – sve ono što tada još nisam<br />

mogao prepoznati kao ikonografiju nadolazećeg<br />

rata. Ostao je ondje i naš stan na dvadeset<br />

i drugom katu golema nebodera, raskopane<br />

tramvajske pruge, šetnje Maksimirom, klinički<br />

bolnički centar u Dubravi, nekoliko prijatelja,<br />

dječji zborovi, glavni kolodvor i sva ta neobična<br />

bjelina pod nama; sivilo svud oko nas i<br />

nad nama. Uvijek i opet sivilo.<br />

Devedesete su sivilo učinile općim, i ustrajno<br />

radile na tome da ga presele u najudaljeniji<br />

kraj spektra: neprozirnu i tihu tamu. Jugoslavija<br />

je, zajedno s ranim djetinjstvom, nestala;<br />

Jura je od rokera postao Hrvat, boje trobojnice<br />

su se izokrenule, oni su Migovi – ponovno<br />

nadlijećući naše gradove – pokazali svoju<br />

pravu prirodu, svuda okolo sve je bilo u znaku<br />

krvi i mučnih, nikad do kraja definiranih<br />

nestanaka. Tih se godina u ovim krajevima,<br />

naprosto, nestajalo. Vlakovi nisu vozili, a<br />

Zagreb se činio dalekim i mutnim. Odrastanje<br />

se, poput zvjerke, provlačilo između uzbuna<br />

za zračnu opasnost, školskih obaveza i dokolice<br />

koja je, kako je vrijeme odmicalo, postajala<br />

sve bezbrižnija: na Mediteranu je sve valjda<br />

lakše. Nekako s krajem rata i 'mirne reintegracije'<br />

završio sam osnovnu školu, zatim gimnaziju,<br />

i bio spreman ponovno, ovaj put dobrovoljno<br />

i sam, stupiti u hladnoću. Tek je ovaj<br />

put, na fakultetu – iako sam, sasvim nespreman,<br />

stigao u jeku iznimno hladne zime – ona<br />

poprimila svoje pune metaforičke razmjere.<br />

Jura je, iako Hrvat, bio u pravu. Nije potrebno<br />

ni napomenuti da sam i drugi put, na duži<br />

rok, u Zagreb stigao vlakom.<br />

U takvom me Zagrebu – čija je hladnoća,<br />

odjednom, postala gotovo opipljiva, egzistencijalna<br />

kategorija – glavnom gradu koji pati od<br />

manije veličine, a ne može se othrvati malograđanskom<br />

i provincijalnom mentalitetu,<br />

milijunskom organizmu koji noću iščezava u<br />

8


građanskom i provincijalnom mentalitetu,<br />

milijunskom organizmu koji noću iščezava u<br />

kolektivnom snu bez snova, čija su kultura i<br />

umjetnost tek blijedi odsjaj nekih famoznih<br />

'boljih vremena', a noćni život niti sjena onoga<br />

susjednih regionalnih metropola, ali koji,<br />

ipak, ako od njega ne očekujete previše, predstavlja<br />

ugodnu lokvicu za život, koji sam, već<br />

nekako, navikao smatrati jednim od domova –<br />

dočekala i ponuda koju nije bilo moguće<br />

odbiti: poziv za Word Express – projekt koji<br />

objedinjuje putovanje (vlakom!), književnost<br />

i druženje s poznatim i još nepoznatim kolegama<br />

iz petnaestak europskih zemalja.<br />

Tri grupe krenule su na put prema vratima<br />

istoka; jedna iz Bukurešta, druga iz Sarajeva i<br />

treća, kojoj smo se Mima i ja imali pridružiti u<br />

Zagrebu, iz Ljubljane. Iz te sive Ljubljane u<br />

sivi Zagreb (siva je boja ove regije) vlak je,<br />

krajem oktobra, donio turskog pjesnika Efea<br />

Duyana i njegovu škotsku kolegicu Raman<br />

Mundair. Tri puna dana proveli smo zajedno u<br />

nerazmrsivom klupku književnih programa i<br />

onog drugog, takozvanog slobodnog vremena;<br />

vremena koje je na prepad pokušalo osvojiti<br />

prostor. Brzopotezno intimno mapiranje<br />

grada završilo je, kako to običaji već nalažu, u<br />

birtiji – prepoznatljivom krajputašu u blizini<br />

glavnog kolodvora iz kojeg se često otiskujem<br />

na putovanja, a on me spreman dočekuje u<br />

noćnim povratcima. Zagreb iz kojeg sam<br />

odlazio bio je odjednom bliži i topliji, još me<br />

uvijek nešto u njemu držalo; odlazio sam da se<br />

vratim.<br />

Vlak za Beograd polazio je nekoliko<br />

minuta nakon ponoći i, prema ovdašnjem<br />

običaju, kasnio već u polasku. Netko je,<br />

kako običaji u ovim krajevima, kao i<br />

nesreće stižu u nizu, zaboravio na noć<br />

(što je neobično, jer brzina spuštanja noći<br />

još je jedno od obilježja ovih krajeva) pa je<br />

obećana spavaća kola zamijenio standardni<br />

sjedeći kupe. Onaj sa zelenim<br />

presvlakama. Onaj čije su pepeljare pune<br />

usprkos zabrani pušenja; ispod čijih je<br />

sjedišta moguće pronaći konzerve i pileće<br />

kosti. Onaj neudoban, ali sasvim i do<br />

kraja neodoljiv: kojem vjetar nezadrživog<br />

kretanja razmiče prljave zavjese, a grijanje<br />

odasvud ugodno šumi, kao da neki<br />

golemi, crni mačak negdje duboko unutra<br />

prede. Kako u polasku, tako u dolasku:<br />

kašnjenje, buka, nervoza. Na trenutak mi<br />

se čini da sam jedino ja u cijelom vagonu<br />

savršeno miran. U kratkom košmarnom<br />

snu prije buđenja sanjam Đerdap, mitsko<br />

mjesto u kojem Dunav napušta naše<br />

zemlje, i u njegovoj klisuri stotine izdubljenih<br />

rupa; stotine pustinjačkih<br />

nastambi, poput onih u Petri. U Beograd,<br />

u kojem smo trebali samo presjesti na<br />

vlak za Skopje, stižemo s dva sata zakašnjenja<br />

i propuštamo vezu. Do iduće punih<br />

je osam sati. I to mi savršeno odgovara. Ni<br />

ostali se, čini se, ne bune. Beograd u rano<br />

jutro: peciva, pljeskavice, kava u hotelu<br />

Moskva. Susrećemo se s Marjanom,<br />

švrljamo centrom, pospani smo i utapamo<br />

tupost u kavi. Još pljeskavica. Nikad<br />

dovoljno pljeskavica. Upravo je u tijeku<br />

Beogradski sajam knjiga i grad je pun<br />

prijatelja i poznanika; telefoni neuobičajeno<br />

mnogo zvone. Voće. Jeftino pivo i<br />

čokoladice. Sretan sjedam u vlak i kičmena<br />

agonija u sličnom, no nešto slabije<br />

održavanom kupeu iznova počinje. Ne<br />

marim. Malo sam čemu, već sam rekao,<br />

predaniji no vožnji vlakom.<br />

Stići u Skopje u dubokoj noći znači razotkriti<br />

ga u potpunosti: svako svjetlo, svaki<br />

njegov izostanak. Karakter grada moguće<br />

9


je, čini se, prosuditi prema količini njegova<br />

mraka. Skopje je mračan, dostojanstven<br />

grad; kao ukopan u kakvom neobičnom,<br />

pomalo iskrzanom šeširu. Na stanici nas<br />

čekaju makedonski pisci – moj dobar drug<br />

Igor Isakovski i Rumena Bužarovska, koju<br />

sam sreo nekoliko mjeseci ranije u vojvođanskoj<br />

ravnici. Voze nas ravno u hotel: Raman,<br />

Efe i Mima odlaze spavati, a ja u izviđanje s<br />

domaćinima. Nisam u Skopju bio već neko<br />

vrijeme i potrebno ga je udahnuti, omirisati,<br />

što prije opet učiniti barem nakratko svojim.<br />

Lokal se zove Saloon, uređen je u skladu s<br />

imenom, i odmah se, sasvim kratko, zaljubljujem<br />

u konobaricu. Putovanje uzima<br />

danak, brzo se vraćamo u hotel, uspijevam<br />

čak i spavati. Na doručku nam se pridružuje<br />

Mirt, naš slovenski suputnik koji je morao<br />

preskočiti prvu etapu puta te je, jučer, doletio<br />

iz Ljubljane. Ondje je i Aleksandra – ona će,<br />

kao i Igor, s nama dalje k istoku.<br />

Dan: skopljanska čaršija, grob Goce Delčeva<br />

(koji me, više od svega, podsjeti na jednu<br />

beogradsku ulicu), Vardar, čijom dolinom<br />

stiže topao morski zrak, zanimljiv tradicionalni<br />

restoran, specifična modernistička<br />

arhitektura javnih objekata podignutih<br />

nakon razornog potresa koji je pogodio grad<br />

26. srpnja 1963. godine i sravnio ga sa<br />

zemljom. Golemi sat na željezničkom kolodvoru,<br />

koji je stao u trenutku kataklizme, i<br />

dalje pokazuje pet sati i sedamnaest minuta.<br />

Na začelju je, još uvijek, masnim slovima<br />

ispisana Titova poruka porušenom gradu –<br />

heroju napretka; utjelovljenome mitu<br />

obnove. Štošta ovdje upućuje na zaustavljeno<br />

vrijeme.<br />

Noć, mrtvi kronotop: vrijeme teče, ali na<br />

njega valja zaboraviti. Čitanje u dobro uređenom,<br />

ugodnom lokalu koji objedinjuje knjižaru,<br />

izložbeni prostor, scenu i birtiju, zajedno<br />

s makedonskim kolegama. Dobro posjećen<br />

program traje duboko u noć, pred mikrofonom<br />

se izmjenjuju čitači, a pred ustima<br />

čaše. Još dublja noć: opet Saloon, opet petominutna<br />

platonska ljubav, opet pretjerivanje<br />

u svemu osim u snu. No san je, možda baš zbog<br />

potrebe da se kondenzira, zbije sve svoje u mali<br />

prostor, intenzivan i gust. Sanjam golemi žuti cvijet<br />

koji se neprestano, kao pogonjen kakvim nevidljivim<br />

plućima, uvijek iznova i iznova otvara, otkrivajući u<br />

točki svog tučka malenu ljudsku glavu. Usta su te<br />

nepoznate i neprepoznatljive glave otvorena, oblikovana<br />

u doziv ili krik, ali svaki put kada se približim ne<br />

bih li uhvatio njezinu poruku, cvijet se oko nje sklopi;<br />

uguši je tišinom slijepljenih latica. Glava tako za<br />

mene ostaje nepronična i nijema. Sanjao sam, također,<br />

stabla nara otežala od zrelih plodova, ali je ljudski<br />

faktor taj put izostao. Ostalo pripada zaboravu.<br />

Kroz makedonsku ravnicu vlak klopara u istom,<br />

pouzdanom ritmu. Kupei standardni; osoblje vlaka<br />

dopadljivo i brbljavo. Mima se posvećuje svom dnevniku,<br />

mi svojem pivu i prozorima. Još nismo napustili<br />

državu u kojoj smo petero nas, sada s pasošima triju<br />

država, rođeni. Kako vlak usporava i ta se ideja bliži<br />

svom kraju. Zaustavljamo se u malenoj pograničnoj<br />

stanici – sudeći po tablama i natpisima, već smo u<br />

Grčkoj. Ovdje bi se mogao, možda i morao smjestiti<br />

poduži ekskurs o granicama, specifičnoj lakoći i<br />

težini njihova prelaženja i dijalektici liminalnosti, no<br />

to bi me odvelo predaleko. Zadržimo se na tome da<br />

smo u Grčku, tehnički, ušli iz bezimene praznine.<br />

Grčka, naime, neovisnoj i međunarodno priznatoj<br />

Republici Makedoniji ne priznaje pravo na njezino<br />

ime, smatrajući to uzurpacijom imena njezine povijesne<br />

pokrajine. To se sasvim fizičko i živo Ništa tako,<br />

pred međunarodnim institucijama službeno naziva<br />

smiješno i otužno dugom kovanicom 'The former<br />

Yugoslav Republic of Macedonia'. U grčkoj zalogajnici<br />

na peronu, zadimljenom prostoru načičkanom<br />

ikonama, požutjelim izrescima iz novina i slikama<br />

nacionalnih sportskih timova otkrivam, osim prilično<br />

jeftine domaće hrane i Mastike, iznenađujuću<br />

činjenicu da Mirt bez većih problema komunicira s<br />

domaćinima. Uz cimera klasičnog filologa naučio je<br />

starogrčki, usput malo osuvremenio leksik i eto –<br />

konačno smo znali što točno jedemo. Solun je iza<br />

ugla, primarne potrebe namirene; čak ni Mima više<br />

ne ore dnevnikom. I dalje sasvim smireno, bezlično i<br />

bezimeno kloparanje. U prozorskom oknu promiču<br />

stvari koje bismo, uglavnom, sasvim jednostavno<br />

mogli označiti riječju, ali izostaje svaka potreba za<br />

tim. Gledamo i puštamo da nas pogled polako preuz-<br />

IO


me. Da nas bilo što zaogrne svojom kratkom i<br />

privremenom slikom.<br />

Pogled na solunsku luku: zaljev se otvara u<br />

golema usta u čijim kutnjacima čuče ribarska i<br />

putnička flota. Tipična mediteranska arhitektura.<br />

Da netko sklopi sve oči i otvori ih u nekom<br />

svijetu bez jezika, mogli bismo jednako tako<br />

biti u nekom talijanskom, francuskom, grčkom<br />

i tko zna kojem gradu slične veličine. Jedem<br />

najbolji obrok u dugo vremena. Mali restoran s<br />

terasom u samom centru nudi tradicionalni<br />

meni u nevjerojatno aranžiranim sljedovima.<br />

Osjećam kako se negdje u meni, poput duha iz<br />

svjetiljke, budi dugo skriveni gurman. Na<br />

bezbrojnim tanjurićima stižu patlidžani punjeni<br />

sirom i rajčicom, feta sir u maslinovom ulju,<br />

zatim pohan te garniran ružmarinom i limunom,<br />

inćuni, srdele, punjene sipe, tikvice, rajčice,<br />

lignje, pire od leće, blitva i kapari, uzo i<br />

dobro, suho crno vino. Za kraj slatko od kruške,<br />

koje jedem očima više no ustima: s mojim je<br />

kapacitetima svršeno. Do kraja dana šetnja,<br />

kavane, geometrijski raster solunskih ulica.<br />

Upravo strašno je koliko dobro ga pamtim.<br />

******<br />

Na hodniku je neobično živo za to doba dana,<br />

iako, to tvrdim bez prevelika pokrića. Rijetko<br />

sam tako rano na nogama, a i kad jesam,<br />

nemam baš neka iskustva s hodnicima. No ta je<br />

pruga za nas trenutno sve: žila kucavica vlaka<br />

koji se budi. S danom i vlakom buja i toplo tijelo<br />

velegrada – već smo, naime, nagrizli njegove<br />

čađave rubove. Nekoliko sam već puta kroz<br />

njega klizio željeznicom i želio sam to još<br />

jednom osjetiti: kako ta opna puca, deformira<br />

se, ugiba da mi učini minimum mjesta. Stoga<br />

lijepim nos uz prozorsko okno, i nisam u tome<br />

jedini. Pogled na gusto naseljena predgrađa u<br />

jednom trenutku smjenjuje pogled na još gušće<br />

naseljeno more. Hijerarhija vrsta nikad me nije<br />

pretjerano zanimala, no na brodovima usidrenim<br />

pred gradom upravo se, pretpostavljam,<br />

nalazi populacija dostatna da napuči uočljivu<br />

točku na karti. Arhitektura, kako odmičemo,<br />

postaje sve starija; kao u kakvu vremeplovu,<br />

oko nas je sve više i više Bizanta. Nešto dalje<br />

vidno polje preuzima islam: minareti su zastrli<br />

nebo, a kroz prozor se, preko kloparanja tračnica,<br />

može čuti visok mujezinov pjev. Sam je kraj, ipak,<br />

sasvim sekularan: vlak ulazi u svoju posljednju<br />

stanicu i zaustavlja se oči u oči s Ataturkom – bareljefnim<br />

pozlaćenim portretom sveprisutnoga oca<br />

nacije: čelična životinja gotovo ga ljubi u čelo, i to se<br />

postojano ponavlja. Na zapadu plodan, duboko<br />

ukorijenjen i opasan mitem egzotičnog Orijenta,<br />

poput šarenog kišobrana, širi se upravo iz točke<br />

ovog nečujnog, ali fatalnog poljupca. Stanična<br />

zgrada koja ga uokviruje smještena je samo nekoliko<br />

metara od mora i vjerojatno najpoznatija kao<br />

posljednje odredište famoznog Orijent Expressa.<br />

Mondeni je Zapad Carstvo gotovo čitavo stoljeće<br />

otkrivao polazeći od ovog mističnog mjesta: ono je<br />

kopnena kapija Istoka.<br />

Sitna kiša moči tračnice dok konačno kročimo na<br />

čvrsto tlo. Na peronu gužva i strka – sada su ovdje<br />

zaista svi. Organizatori i koordinatori stigli su<br />

nekoliko dana ranije, pridružili su nam se i ostali<br />

turski kolege, a novinari i fotografi dokumentiraju<br />

po službenoj dužnosti. Što je moglo biti zabilježeno?<br />

U svakom slučaju, rekao bi Bogart, početak<br />

jednog divnog prijateljstva. Pobliže: ponovno<br />

manjak ruku, ugodni košmar, stolovi, jaka kava, čaj<br />

i vodom zamućen Raki; pereci, čekanje i potreba da<br />

se govori. Jezici se miješaju poput komadića voća,<br />

prtljaga je na velikim gomilama, potrebno se razvrstati<br />

i pješke krenuti prema snu. Tek ovdje avantura<br />

uistinu počinje; na pragu golema grada, na početku<br />

blage i vlažne jeseni. Da bi nešto važno otpočelo,<br />

najčešće, nažalost ili na sreću, nešto drugo mora<br />

prići svom kraju. Da bi žrtva bila što manja, neka to<br />

bude ovaj tekst. Što reći; čime mahnuti s njegova<br />

skliskog ruba? Možda jednostavno: volim vas, svi.<br />

Uzbudljivi ste i lijepi pod ovim svjetlom. Vaša se<br />

.<br />

tijela stapaju sa šarenom strujom gomile, i ja vas<br />

slijedim. I volim mačke. Neporecivo volim mačke.<br />

*Bu yazının Türkçe çevirisini daha sonra balkanedebiyati.com’da<br />

bulabileceksiniz<br />

II


YAHYA KEMAL<br />

TIHANI BROD<br />

Dođe l’ dan sidro dići iz vremena konačno,<br />

Iz ’ve luke kreće brod što plovi u neznano.<br />

K’o putnika da nema isplovljava sve tiše;<br />

Nit’ ruka se, nit’ rubac na polasku tom njiše.<br />

Preostali na gatu zbog ovog puta žalni,<br />

Vlažne im oči motre danima obzor tamni.<br />

Nit’ je zadnji ovo brod što ide! Srca jadna!<br />

A nit’ života nujna je žalost ovo zadnja!<br />

Zaljubljen i ljubljen zalud na sv’jetu čekaju;<br />

Da se dragi što idu vratit neće, ne znaju.<br />

Sretan je krajem svaki od putnika toliko,<br />

Godina prođe mnogo; no ne vrati se niko.<br />

SESSİZ GEMİ<br />

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,<br />

Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.<br />

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;<br />

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.<br />

Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli,<br />

Günlerce siyâh ufka bakar gözleri nemli.<br />

Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!<br />

Hicranlı hayâtın ne de son mâtemidir bu!<br />

Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler;<br />

Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler.<br />

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,<br />

Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.<br />

Preveo: Adnan Mulabdić<br />

I3


Foto: Emin Akben<br />

ZAGREB BENİM İÇİN<br />

APSÜRDİSTAN<br />

Dilek Kütük<br />

Şehirleri farklı açılardan tanımlar<br />

akademi camiası. Ciddidir. Kimi<br />

şehir medeniyetin merkezidir.<br />

Kimisi kadimdir, ontolojik bilinci<br />

falan vardır. Kimisi modernite ve<br />

küreselleşmenin bel kemiğidir.<br />

Zagreb ise benim için bir Apsurdistan’dır.<br />

Çünkü Balkanlılığın bir<br />

tezahürüdür bende. Sarı-siyah<br />

formalarla sahneye çıkan, Balkanların<br />

protest ve reggae müziğinin<br />

yeni nesil temsilcisi Dubioza<br />

Kolektiv ile tanıştığım yerdir.<br />

“Politika je kurva, ubila je bomba,<br />

džaba svi smo isti…*” diye<br />

bağırdığım bir şehirdir. Din, dil,<br />

etnisite farkı gözetmeden siyasete,<br />

hükmedenlere karşı gelişen bir<br />

aykırılığın müzikteki yansımasıdır,<br />

Dubioza Kolektiv. Öyle ki<br />

ettikleri sitem temelde politikayadır,<br />

genelde ise olumsuz<br />

Balkan algısınadır.<br />

I4


Balkanlara ilgisi olan biri olarak bu<br />

grupla ilk tanışmam “Kažu” şarkısıyla<br />

olmuştu. Şarkı, Sırbistan siyasetçisi<br />

Ivica Dacic’in bir televizyon konuşmasıyla<br />

başlıyordu. Dinlediğim bu şarkı<br />

Balkanlarda yükselen mizahi muhalefetin<br />

örneğiydi. Sonrasında dinlediğim<br />

“No Escape” ile grubun sadece bölgesel<br />

değil global bir “karşıt” duruşu olduğunun<br />

farkına varmış, kinayeli sözlerini<br />

çok sevmiştim.<br />

Günlerden bir gün Lodz’da sabaha<br />

karşı, yerine ve tarihine bakmadan<br />

arkadaşımla birlikte aldığım 10€’luk<br />

konser bileti sayesinde buluştum<br />

Dubioza Kolektiv ile. Yaklaşık 1500<br />

km’lik yolu katederek Zagreb’e ulaşmak<br />

zorundaydık. Apsurdistan albümünde<br />

yer alan tüm şarkıları, bana<br />

eşlik eden Fransız arkadaşımla uçakta,<br />

paslanmış trenlerde ve otobüs seferlerinde<br />

söyleyerek ezberledik. Malum ne<br />

onun dilinden ne de benim dilimden<br />

konuşuyordu bu grup. Varacağımız bu<br />

şehir, Apsurdistan’ı dinlemek için<br />

sadece bir araçtı. Bu nedenle Zagreb<br />

benim için bir Apsurdistan’dır. Dubioza’nın<br />

bendeki kara parçasıdır.<br />

Zagreb’e varır varmaz şehrin konsere<br />

hazır olup olmadığını anlamaya çalışmıştık.<br />

Apsurdistan’ı hissetmek ve<br />

keşfetmekti amacımız. İnternetten<br />

satın aldığımız konser biletleri Polonya’ya<br />

gelmediği için ilk işimiz konserin<br />

yapılacağı Dom Sportova’ya gitmek<br />

oldu. Burası Zagreb’in büyük arenalarından<br />

biriydi. Dubioza Kolektiv’in<br />

konser tarihinde bir ilktik. Çünkü<br />

Polonya’dan sadece bu etkinlik için<br />

gelmiştik. Konser görevlilerinin bizlere<br />

olan ilgisi şehre olan sevgimizi artırmış,<br />

yol yorgunluğunu enerjiye dönüştürmüştü.<br />

Sayelerinde Apsurdistan’da<br />

baş köşeye yerleşmiştik. Konseri en ön<br />

platformdan izledik.<br />

Hırvatistan’da Bosna’lı bir grup koca<br />

arenayı Balkanlı gençlerle doldurmuş,<br />

hep birlikte siyasete müzikle cevap<br />

veriyorlardı. Müthiş bir coşkuyla<br />

kilisemiz kutsal ama papazlarımız<br />

hırsız ironisiyle yönetici elite şarkılarıyla<br />

dokunuyorlardı. Konserde<br />

Balkanlardaki tüm bayrakları bir arada<br />

görmek mümkündü. Balkanlar denince<br />

akla gelen “şiddeti” konser şarkılarıyla<br />

def ediyor, toplumların bir arada<br />

eğlenebildiğini gösteriyorlardı. Ja necu<br />

u Evropu nek ona dodje nama. Oop,<br />

oop, opa! Dolazi Evropa...** nakaratıyla<br />

aynı anda zıplıyor, yerimizde duramıyorduk.<br />

Bu durum bizi daha da<br />

neşelendirmiş, guruba olan hayranlığımızı<br />

artırmıştı.<br />

Konser bitmişti ama bizim Zagreb’te<br />

geçireceğimiz birkaç günümüz daha<br />

vardı. Hafif baş ağrısı ve tatlı bir<br />

yorgunlukla başlamıştık ertesi güne.<br />

Birikmiş heyecanımız henüz tükenmemişti.<br />

Apsurdistan’ın etkisinden çıkamamıştık.<br />

Gornji Grad ve Donji Grad<br />

diye ikiye ayırdıkları şehirde dilimizde<br />

Dubioza Kolektiv şarkıları ile dolaşıp<br />

duruyorduk.<br />

Ekim ayının sonuydu. Şehir; Poznan’ın<br />

renklerini, Belgrad’ın canlılığını, Viyana’nın<br />

da düzenliliğini almış gibiydi.<br />

Budapeşte’deki solukluk yoktu. Novi<br />

Sad’tan kalma bir okşayış vardı. Tipik<br />

bir Balkan şehri değildi. Avrupalılaşmaya<br />

çalışan bir mimari form ile karşılıyordu<br />

ziyaretçilerini. Tarihi birikim<br />

tasfiye edilmemişti, modernitenin<br />

izleri ise şehrin tepesinden görülüyordu.<br />

Mekânlar arasındaki süreklilik<br />

I5<br />

Şehir;<br />

Poznan’ın<br />

renklerini,<br />

Belgrad’ın<br />

canlılığını,<br />

Viyana’nın da<br />

düzenliliğini<br />

almış gibiydi.<br />

Budapeşte’deki<br />

solukluk yoktu.<br />

Novi Sad’tan<br />

kalma bir<br />

okşayış vardı.<br />

Tipik bir<br />

Balkan şehri<br />

değildi.


alışveriş merkezi, oteller ile kesilmeye<br />

başlamıştı. Şehrin omurgası olan<br />

Cumhuriyet Meydanı (Ban Jelacic)<br />

Avrupalı firmaların reklam merkezi<br />

haline gelmişti. Avrupalılaşmanın<br />

şehirdeki zevahiri bize Dubioza Kolektiv’in<br />

“Eurosong” şarkısını söyletmişti.<br />

Yine de şehrin modern ve estetik bir<br />

formla şekilleneceğini düşünmüş,<br />

Balkanlılığın yeniden yorumlanacağını<br />

umarak dolaşmaya devam etmiştik.<br />

Muhabbetli insanlarla hoş vakit geçirmemize,<br />

hikâyeler biriktirmemize<br />

vesile olmuştu Zagreb. Hansel ile Gratel’in<br />

çikolatadan yapılmış evine benzettiğimiz<br />

St. Mark Kilisesi, şehrin<br />

genel mimarisi içinde o kadar tatlı<br />

duruyordu ki bakmaktan alamıyorduk<br />

kendimizi. Kilise sokağının hemen<br />

girişinde de konsepte uygun şekerlemeler<br />

satan bir sokak satıcısı mevcuttu.<br />

Orada durup sohbet ederken arkamızda<br />

beliren, konserden kalma gelin<br />

ve damat Dubioza’nın şarkısıyla kiliseden<br />

uzaklaşıyordu. Biz de onlara “one<br />

day when you reach the end, one day<br />

you will understand, one day back to<br />

roots my friend, no place like a motherland***”<br />

şarkısıyla eşlik etmiş, mutluluklarına<br />

ortak olmuştuk.<br />

Dilimizde Apsurdistan şarkılarıyla<br />

yürümeye devam ettik. Şehirdeki mis<br />

kokulu Pazar alanına yani Dolac Market’e<br />

vardık. Burası çeşitliliğin ve<br />

sürekliliğin korunduğu bir yer gibiydi.<br />

Zagreb’in sosyal kültürünü yansıtan<br />

bir hüviyetteydi. Şarkılar söylenip,<br />

alışveriş yapılan, muhabbeti bir o<br />

kadar güzel, <strong>renkli</strong> ve lezzetli bir<br />

alandı.<br />

Ardından Hırvatistan’ın tam ortasında<br />

bulunan Jarun gölünde dinlenmeye<br />

karar verdik. Avrupa’yı delip geçen<br />

Tuna, kendini Jarun’da hissettiriyordu.<br />

Yahya Kemal’i hatırladım; çocuklar<br />

gibi şendim, bir sonbahar günü geçtim<br />

Tuna’dan kısa süreliğine… Farklı zihniyetlerin<br />

parametreleri bu uzun nehirden<br />

akıp gidiyordu bir şehirden diğerine.<br />

Biriktirdiklerini taşımaktan usanmıyordu,<br />

bereketliydi. Eskiyi ve yeniyi<br />

muhafaza eden eklektik bir uyum<br />

vardı, haznesinde.<br />

Velhasıl bir şeyi sevip sevmemek neye<br />

işaret ettiğiyle doğrudan alakalıdır.<br />

Yani bir şeyin nasıl göründüğü veyahut<br />

nasıl tanımlandığı tamamen tali bir<br />

bilgidir. Zagreb de benim için keyfiyetle<br />

hatırladığım ve aktardığım bir şehirdir.<br />

Herodot Zagreb’e methiye düzmese<br />

de bana onun söylediği sözleri hatırlattı;<br />

“Bir şehirden daha çok içinde<br />

harikalar barındırıyordu ve herhangi<br />

bir yerden daha fazla içinde tasvirin<br />

ötesinde güzellikler sergiliyordu.” Zagreb’i<br />

Apsurdistan’laştırdık. Her bir<br />

köşede bulunan hasletten uzak anılarımıza<br />

tekrar tekrar ruh veriyorduk<br />

usanmadan. Bir ay boyunca okulumuzdan-yurdumuzdan<br />

uzakta ülke<br />

ülke-şehir şehir dolaştığımız<br />

.<br />

o koca<br />

adventure time mottomuzun başlangıç<br />

noktasıydı, Apsurdistan.<br />

*Dubioza Kolektiv’in Brijuni şarkısından bir bölüm<br />

‘Politika fahişeliktir, lanet olsun ona. Hepimiz<br />

aynıyız’<br />

** Volio Bih şarkısından;<br />

‘Avrupayı istemiyorum, en iyisi o bize gelsin’<br />

***USA şarkısından;<br />

Bir gün sona ulaştığında, bir gün anladığında, bir<br />

gün köklerine döndüğünde, anavatan gibisi olmadığını<br />

anlayacaksın<br />

I6


RIGHT TO THE CITY/<br />

PRAVO NA GRAD<br />

Right to the City is an initiative and campaign directed<br />

against the overexploitation of space, administering space<br />

against public interest, unsustainable spatial policy, and<br />

the exclusion of citizens from making decisions about the<br />

urban development of Zagreb. It was launched as an informal<br />

platform gathering organizations of independent and<br />

youth cultures and a joint advocacy initiative of eight organizations<br />

of independent culture Zagreb – European Capital<br />

of Culture 3000 (Multimedia Institute being one of<br />

them), two national networks – Croatian Youth Network<br />

and Clubtire Network, and three clubs of independent and<br />

youth cultures in Zagreb. In 2006, in cooperation with<br />

Green Action, the initiative launched one of the most<br />

visible civil society campaigns in recent Croatian history –<br />

the campaign against the devastation of Flower Square<br />

(Cvjetni trg). In 2009, Right to the City was registered as an<br />

autonomous association of citizens, founded by the most<br />

prominent activists in the campaign. Right to the City<br />

performs all its activities in partnership with Green<br />

Action.<br />

.<br />

. .<br />

I7


Illustrasyon: Irma Zmirić Çetinkaya


SADRŽAJ<br />

CONTENTS<br />

İÇİNDEKİLER<br />

4- SÜLEYMAN GÜNDÜZ ZAGREB: İDDİASIZ SADE AMA ETKİ-<br />

LEYİCİ 8- MARKO POGAČAR CVIJEĆE ZA PTICU RUGALICU, ILI<br />

DO ISTAMBULA U JEDNOM DAHU 13- ADNAN MULAB-<br />

DIĆ(YAHYA KEMAL) SESSİZ GEMİ (TIHANI BROD) 14- DİLEK<br />

KÜTÜK ZAGREB BENİM İÇİN APSURDISTAN 17- ANONYMOUS<br />

RIGHT TO THE CITY 20- SERKAN TÜRK BU DA SENİN HİKAYEN<br />

24- MEHMET BERK YALTIRIK ESKİ HESAP 30- GÜLHAN TUBA<br />

ÇELİK ÇİÇEKLERDEN YAZILMIŞ 35- ABDULLAH ENİS SAVAŞ<br />

HİS 37- ADNAN MULABDIĆ(YAŞAR KEMAL) OLOVKA


Serkan<br />

Türk<br />

.<br />

BU DA SENİN<br />

HİKAYEN<br />

I7<br />

‘Mezar taşlarının arasında gördüm onu önce. Yüzlerce yıldır bildiği bir yerde dolaşıyor gibiydi. Gözlerini<br />

üstümden çekmeden baktı bir süre. Yaprakların üzerinde yürüdü. Oturduğum taşa kadar birkaç adımda<br />

geldi. Başını uzattı seveyim diye. Üzgündüm. Her gidenden kalan biraz da üzgünlüktü belki. Parmaklarımı<br />

dolaştırdım başında. Daha sokuldu bacaklarıma. Az sonra oradan çıkacaktım. Belki beni takip<br />

ederdi. Kimsesizliğimi bozmak isterdi belki kim bilir. Akşamları ona süt verirdim. Hatta kitap okurdum.<br />

Yeni gördüğüm insanlardan bahsederdim. Hep yapmak istediğim yolculuklardan.’<br />

20


İğne deliğine<br />

ip geçirmek<br />

gibi bir şey<br />

yaşamak<br />

derdi ninem.<br />

Bazen o<br />

deliği tutturduğunu<br />

sanırsın ama<br />

ip boşluğa<br />

gider. Bütün<br />

yaşamın bir<br />

kandırmaca<br />

üstüne<br />

kuruludur.<br />

Gerçeği<br />

öğrendiğinde<br />

her şeye geç<br />

kalırsın.<br />

.<br />

Daha önce evde yaşayanlar neredeyse<br />

bütün eşyayı olduğu gibi bırakıp<br />

gitmiş. Askılıkta asılı montu, yatağın<br />

altına kaçmış çorabı ile bir erkeğin<br />

dağınıklığı kalmış odanın içinde. İlk<br />

gördüğüm an böyle düşünmüştüm. Ev<br />

sahibi anahtarı Bakkal İbrahim’e<br />

bıraktığından bana evi o gezdirdi.<br />

Burada daha önce yaşayan gençten bir<br />

adam varmış ama aylardır kendisinden<br />

haber alınamadığından, evin olduğu<br />

gibi, eşyalarıyla kiraya verildiğinden<br />

bahsetti mutfak kapısının önünde<br />

dururken. Gençten zayıf bir oğlan,<br />

sabahları bazen ekmek peynir sigara<br />

alırdı, onu gördüğüm tüm zaman<br />

bununla sınırlı, malum bakkalda<br />

akşama kadar çalışıyoruz, kapı önünde<br />

oturmaya bile zamanı olmuyor insanın.<br />

Birazdan bütün kişisel sorunlarını<br />

anlatacak diye geçiriyorum içimden.<br />

Bunun bir de kedisi varmış, pencerenin<br />

kenarındaki kabı gösterip. Yanında<br />

durup mutfak dolabına, masanın<br />

üstünde kurumuş menekşeye ve dolabın<br />

yanındaki içi boş yem kabına<br />

baktım. Buzdolabının üzerinde mıknatısla<br />

tutuşturulmuş iki fotoğraf<br />

gözüme çarptı. Deterjan neyim bir<br />

şeye ihtiyacınız olursa arayın çocukla<br />

yollayayım deyip, numarasının olduğu<br />

kartviziti bana uzattı. Dünya başka bir<br />

yere gitmiş de benim haberim yokmuş<br />

gibi geldi o sırada kartı alırken. Bakkal<br />

İbrahim kapıyı çekip gitti. Dışarıdan<br />

gelen sesleri saymazsak, tuhaf bir<br />

sessizliğin ortasına düşmüş gibi kalakaldım.<br />

Kızım Leyla, buraya kadarmış, dedim<br />

yüksek sesle. Oysa bu andan başlıyor<br />

benim anlatacaklarım. İğne deliğine ip<br />

geçirmek gibi bir şey yaşamak derdi<br />

ninem. Bazen o deliği tutturduğunu<br />

sanırsın ama ip boşluğa gider. Bütün<br />

yaşamın bir kandırmaca üstüne kuruludur.<br />

Gerçeği öğrendiğinde her şeye<br />

geç kalırsın. Yalnızca bir valize<br />

doldurduğum eşyalarımla bu şehre<br />

gelirken kendimi yeni bir hikâye bulacağıma<br />

inandırdım. Ya da bir hikâye<br />

beni bulup anlatmaya başladı bu eve<br />

girmemle birlikte.<br />

Nereden başlayacağımı bilmeksizin<br />

evin içinde dolaşıp durdum bütün gün.<br />

İnsan kendi seçmediği eşyalarla dolu<br />

bir evi, kendi evi gibi göremiyor. Ortalığın<br />

tozunu alırken gündelikçi gibi<br />

hissettim kendimi. Evin hanımı ya da<br />

beyi bir yerden çıkıp gelecek ve buraları<br />

iyi temizleyemedin diye söylenecekmiş<br />

gibi geldi. Buzdolabının üzerindeki<br />

fotoğrafı elime alıp kanepeye uzandım.<br />

Henüz yirmilerinin ortasında,<br />

kara kuru dedikleri cinsten genç bir<br />

adam. Sahilde arkadaşlarıyla yaktıkları<br />

ateşin etrafında oturuyor. Onun o<br />

olduğunu ikinci fotoğraftan anlıyorum.<br />

Hepsi gülümsüyor o fotoğrafta. O<br />

da benim gibi her şeyi geride bırakıp<br />

başka bir yerde mi yaşamaya karar<br />

vermiştir diye düşünmeden edemiyorum.<br />

Bütün gece rahatsız bir koltukta<br />

yolculuk yaptıktan sonra üstüne<br />

temizlik fazla ağır gelmiş olacak ki<br />

uzandığım kanepede uyumuşum.<br />

Sabaha doğru üşüyüp uyandığımda<br />

tuhaf bir şey hissediyorum. Odanın<br />

içinden şimşek çakımı hızıyla bir gölge<br />

geçip sanki benim içime girdi. Ürküyorum<br />

çocukluğumda olduğu gibi.<br />

Kalkıp odanın lambasını yakmaya çalışıyorum<br />

ama çalışmıyor. Diğer odalarda<br />

da yanmıyor elektrik. Dış kapıyı<br />

açıp apartmanın otomatiğini yakıyorum.<br />

Kapının önünde duruyorum bir<br />

süre. Korktuğumda içime yerleşen<br />

21


ağlama isteği o kadar güçlü olmasına<br />

rağmen dişimi sıkıyorum. İnsan her<br />

türlü karanlığa alışıyor. Zekâ gerisi<br />

insanların arasından kaçıp normal bir<br />

hayatım olsun isteği değil miydi beni<br />

buraya savuran. Şimdi durup, kararmış<br />

merdivenlere, badanası iyice dökülmüş<br />

duvarlara bakıyorum. Benden<br />

önce burada olup, içindeki boşluğa<br />

doğru bağırmış kadınları, adamları ve<br />

çocukları hayal ediyorum.<br />

Babamın gidişini içime sindiremeyip<br />

sağa sola saldırdığım günlerdi. Annem<br />

kendini hayalet sanıyor ve odadan<br />

odaya karanlıkla birlikte geçiyor, her<br />

geçişte bir zamanlar canlı kanlı hayat<br />

verdiği evini öldürüyordu. Vitrininde<br />

kimseye dokundurtmadığı porselen<br />

fincanları, gümüş kaşıkları, içi hiçbir<br />

sap çiçek görmemiş vazoları günden<br />

güne eksiliyordu. Konuştuğu sözcükler<br />

de vitrin camlarının boşalması gibi<br />

günden güne azalıyordu. Artık bu<br />

hayata ait değil bu kızım, gidecek<br />

yerinde rahat edecek diyordu komşu<br />

teyzeler. Nitekim beklenilen gün<br />

düşündüğümüzden erken bir vakitte<br />

çıkageldi. Hortumla yıkadığı, ak pak<br />

ettiği bahçe betonuna kendini bırakıverdi<br />

bir sabah. Kocasının gidişiyle<br />

büyüyen kamburundan kurtulmuş,<br />

yalnız burnundan birkaç damla kan<br />

sızmıştı zemine.<br />

Duvardaki kuşlu saat on ikiyi vurduğunda<br />

yığıldığım yerde kıpırdandım.<br />

Sanki günlerdir bu evin içinde kafesteki<br />

kuş gibi sağa sola uçmaya çalışıyor ve<br />

çıkış yolunu bulamıyordum. Kalkıp<br />

yüzümü gözümü yıkayıp kendime<br />

gelmeye çalıştım. Adamın dolaptaki<br />

eşyalarını boşalttığım valize tıkıştırdım.<br />

Bir zamanlar benim gibi onun da<br />

bu evin içinde yönünü bulmaya çalıştığını<br />

düşündüm. Çıkış yolunu bulmuş olacak ki<br />

aylardır dönmedi evine. Çaydanlığın altını<br />

yaktım. Pencereden sokağa baktım. Bir<br />

koridor hissi verdi bana gördüğüm yol. İki<br />

duvar arasında koşuşturan çocuklar neşe<br />

içindeydi.<br />

Mutfakta dolaşan kediyi hayal ettim. Pencere<br />

önündeki boşluğa konulmuş mama<br />

kabı olduğu gibi doluydu. Hayvan seven<br />

biri olduğuna göre kediyi de götürmüş<br />

olmalıydı. Dolapların çekmecelerini karıştırdım<br />

istekle. Belki kedinin bir fotoğrafını<br />

bulabilirdim. Yoktu. Başka fotoğraflar<br />

buldum. Hepsinde zoraki gülümsemeye<br />

çalıştığı belli oluyordu. İlk fotoğrafı çekenin<br />

emekli bir subay olmasından mı nedir<br />

sonraki yıllarda bütün rütbelere rağmen<br />

gülümsemeye çalışmış bütün insanlar.<br />

Kınalı. Ona bu ismi verdim. Askere giderken<br />

avucuna kına yakmışlar gördüğüm bir<br />

fotoğrafta.<br />

Bakkal İbrahim’e telefon edip birkaç şey<br />

istedim. Kapatmadan hemen önce -Kınalı<br />

-ne iş yapıyordu diye sordum. Gasilhanede<br />

çalıştığını söyledi. Ürperdim telefonu<br />

kapatırken.<br />

Eve iyice yerleştim. Mutfağa yayılan yemek<br />

kokusu çıksın diye pencereyi araladım.<br />

Buzdolabının üzerine Kınalı’nın bulduğum<br />

diğer fotoğraflarını da astım. Hayatını<br />

gassal olarak kazanan bir adamın karısı<br />

olduğumu düşündüm. Her gün yıkadığı<br />

soğuk ölü bedenlerinden sonra onunla<br />

aynı yatağa uzandığımızı, parmaklarının<br />

benim en canlı yerlerime doğru sokulduğunu…<br />

Dudaklarının ıslaklığını… Sonra<br />

beni omuzlarımdan başlayarak köpürterek<br />

yıkadığını.<br />

22


Üst katta oturan Mercan ablayla<br />

tanıştım. Pek şeker bir kadıncağız<br />

doğrusu. Hikâyesini anlattı bana<br />

kahve içerken. İnsanın başından<br />

filmlere taş çıkartacak şeyler<br />

geçebiliyor. Üç yıldır buradaymış.<br />

Kınalı’nın adını ondan öğreniyorum.<br />

Ortadan kaybolmasına çok<br />

şaşırdığını, mutlaka bir gün<br />

döneceğini… Tam çıkarken<br />

bunun bir kedisi vardı kaçıp kaçıp<br />

bana gelirdi, diyor. Kirli ondaymış<br />

o kaybolduğundan beri. Bakmak<br />

istersem onu bana verebileceğini<br />

söylüyor.<br />

İnce ince kıydığım<br />

soğanları, domatesleri<br />

tencerede<br />

kavururken pencerenin<br />

önünden<br />

zemine atlıyor<br />

Kirli. Evin sahibi<br />

oymuş gibi kendine<br />

güvenen bir<br />

yürüyüşü var.<br />

İstediği koltuğun<br />

üstüne çıkıyor,<br />

istediği<br />

odanın kapısını<br />

aralayıp içeri girebiliyor. O eve<br />

döndüğünden beri zaman zaman<br />

yüksek sesle konuşurken yakalıyorum<br />

kendimi. Daha önce hiç<br />

havyan beslemediğimden onunla<br />

nasıl bağ kuracağımı bilmiyorum.<br />

Bacağını havaya kaldırıyor<br />

yattığı yerden ve kendini yalıyor.<br />

İşim bittiğinde saatlerce aşığıma<br />

bakar gibi bakıyorum her hareketine.<br />

O değil de ben merakla takip<br />

ediyorum onu. Bazen kulaklarını<br />

dikleştirip sokaktan gelen sesleri<br />

dinliyor. Bazen merdivenden<br />

gelen tıkırtılardan sonra kuyruğunu titretiyor.<br />

Bir hayvanın bile insana öğreteceği nice şey var.<br />

Bir casus gibi hissettirmeden yapıyor yapacağını.<br />

Bıyıklarıyla tartıyor yaşamı. Bilinçli bir şekilde<br />

duymazdan geliyor beni. İkimiz de bir süre<br />

sonra sanki bir gözetleme kulesindeymişiz gibi<br />

sadece izliyoruz etrafı.<br />

Dünya dönmekten vazgeçmediği için biz de<br />

yaşamaktan vazgeçemiyoruz. O içimizi bunaltan,<br />

karartan, kırgınlaştıran, hüzne bulayan şey<br />

geçip gitmiyor. Güneş evin içine giriyor. Duvarı<br />

boydan boya adım adım geçip bir nokta bulup<br />

kayboluyor sonra. Kalbe sızan aydınlıksa küçük<br />

bir an kolluyor<br />

yalnızca. Bazen bir<br />

hikâye size ihtiyaç<br />

Hayatını gassal olarak kazanan bir<br />

adamın karısı olduğumu düşündüm.<br />

Her gün yıkadığı soğuk ölü bedenlerinden<br />

sonra onunla aynı yatağa uzandığımızı,<br />

parmaklarının benim en<br />

canlı yerlerime doğru sokulduğunu…<br />

Dudaklarının ıslaklığını… Sonra beni<br />

omuzlarımdan başlayarak köpürterek<br />

yıkadığını.<br />

.<br />

duyar. Kınalı’nın<br />

ortadan kaybolmasından<br />

aylar<br />

sonra elimde<br />

fotoğraflarıyla<br />

dükkânların önlerinden<br />

geçiyorum.<br />

Bulduğum her<br />

uygun duvara<br />

hazırladığım kayıp<br />

aranıyor ilanlarını<br />

yapıştırıyorum.<br />

Onun ailesi bundan sonra sensin diyor Mercan<br />

abla. Arayanı varsa, insan yalnız değildir. Bu da<br />

sana verilmiş hikâyen.<br />

Birkaç gün sonraysa hiç kullanmadığım odaya<br />

bıraktığım valizdeki eşyalarını ütüleyip dolaba<br />

asıyorum. Başımı bunca zaman yere eğdim de ne<br />

oldu. Artık gökyüzünü<br />

.<br />

katacağım hesabıma diyorum.<br />

İlk defa umutsuz değildim. Kalabalıkla<br />

yürüyorum sokakları.<br />

23


ESKİ<br />

HESAP<br />

Mehmet Berk Yaltırık<br />

Banaluka varoşuna uzanan ince patikada tek<br />

başına ilerleyen bir atlı hayli dikkat çekiyordu.<br />

Oduncuların tek tük kulübelerinden,<br />

barakalarından meraklı bakışlar at sırtındaki<br />

yabancıya takılıp duruyordu. Ancak harp<br />

zamanlarında, eşkıya baskınlarında görmeye<br />

alıştıkları türden izbandutların, sınır eşkıyalarının<br />

işlemeli kıyafetlerine bürünmüş,<br />

atının üstüne azametle kurulmuş ihtiyar<br />

adamı seyrediyorlardı. Adamın kazınmış<br />

başından omzuna sarkan tek tutam kır <strong>renkli</strong><br />

ecel perçemi, dudaklarının kenarlarına dek<br />

uzanan uzun beyaz bıyıkları, atmaca burnu<br />

ve keskin gözleriyle yaşlı adam ürkütücü ve<br />

heybetli bir görünüme sahipti. Oduncu kulübelerine<br />

doğru kurumlu kurumlu attığı yan<br />

bakışlarla çitlerin ardından kendini seyreden<br />

çocukların: “Haramija!”, “Kesejia!” diye bağrışarak<br />

sağa sola kaçışmalarına neden oluyordu.<br />

Sırtında parıldayan uzun tüfenk namlusu,<br />

kuşağından sarkan kılıçla hançerin,<br />

barutlukların şıngırtısı hakikaten de görende<br />

ürküntü uyandırıyordu.<br />

Atlı, varoşun hemen girişindeki tahtadan<br />

topraktan inşa edilmiş metris burcundan<br />

hallice bir korunağın önünde, ateş etrafında<br />

çepeçevre oturmuş pür silah ases kalabalığının<br />

dibinde durdu. Tüfeğiyle kılıcıyla elini<br />

kolunu sallayarak gelmiş tekinsiz tipli ihtiyara<br />

kısık gözlerle baktılar. Atlı koynundan<br />

çıkardığı üstü yazılı bir varağı açıp göstererek<br />

sordu: “Halil Aga? Hanesi ne yanda?” Asesler<br />

sorur sorar gibi kâh atlıya, kâh birbirlerine<br />

bakıp kafalarını salladılar. İhtiyar kaşlarını<br />

çatarak: “Vampirdzia? Vampirci?” diye gürledi.<br />

Aseslerin yüzü düştü, bir kısmı işitilir<br />

şekilde besmele çekti. Bir tanesi patikayı<br />

işaret ederek: “Mescit dibi… Kabristanın<br />

aşagısi!” deyiverdi.<br />

İhtiyar yazılı varağı kapatıp atını dehledi.<br />

Ahşap evlerin arasından geçerken kafeslerin<br />

ardından kendisini meraklı gözlerle<br />

süzen kadınların bakışlarını hissetti. Patikanın<br />

az ilerisinde büyükçe bir mezarlığa denk<br />

geldi. Mezarlığın hemen aşağısındaki mescitle<br />

yanındaki tek katlı ahşap evi görür görmez<br />

atını o yana çevirdi. Evin önüne varır varmaz<br />

atını alçak mezarlık duvarından aşan ağaç<br />

dallarından birine bağlayarak kapıyı yumrukladı.<br />

Orta yaşlarında görünen uzun ancak<br />

seyrek saçlı ve sakallı, takkeli bir baş penceredeki<br />

tahta perdenin aralığından seslendi:<br />

“Kim o?” Atlı varağı koynunda çıkarıp<br />

fermanmışçasına açıp pencereye doğru<br />

uzattı: “Zagreb’den gelirım. Vampirci Halil<br />

Aga sen misın?”<br />

“Neçın sordun oni?”<br />

“Zagreb Hâkimi ister senı kiralamak.<br />

İşten hem önce hem sonra verecek Nemçe<br />

altıni.”<br />

“Kapi açık cir içerı.”<br />

İhtiyar atlı kapıyı iterek selamlığa<br />

adımını attı. Tozluklarını çıkarıp kapının<br />

dibindeki sedire çöktü. Adamın tek başına<br />

24


yaşadığı anlaşılıyordu. Halil Ağa’nın demirden bardağa döküp verdiği suyu bir dikişte içti. Birkaç dikişe<br />

testide su bırakmadı. Halil, atlının karşısındaki sedire çökerken sordu:<br />

“Ta Zagreb’den buraya hayli yol tepmişsın. Ama lisanı iyı konuşirsın…”<br />

“Zagrebli degilım. Bosnalıyim. Yenisaray’dan, Hamza’dır adım. Diyeceksın Zagreb’e yolun nasil<br />

düşti? Anlatmasi sürer hayli, düştık bır şekilde.”<br />

“Zagreb hâkiminden gelirım dedın? Asker misın?”<br />

“Cünüllülerden. Nemçelı baglamiştır bize muayyen pare. Kısmetimız çıkti urdan. Muhabbet bir<br />

yana celmemın maksadıni süyleyeyım. Bir ugursuz iş celdi başımiza. Zagreb’te bir keşişten duydik adıni.<br />

Banya Luka varoşunda uturur Vampirci Halil var idır, bulun oni, ücretinı verın halas etsın sizı bu musibetten<br />

dedı.”<br />

“Ben pek kimseyı tanimam ama çogi hiç yoktan ismen bilır beni. Geceyi ahaliye dar eden olunca<br />

çagirırlar benı.”<br />

“Zagreb’de gündüzler<br />

bile zehır oldi.<br />

Ahaliden sekız mevta<br />

var. Kanlari çekilır<br />

dedıler. Lakin bir<br />

damla kan yoktur<br />

düşeklerınde!”<br />

“Vampir. Yahut<br />

cadi. Kimısı der hurtlak.<br />

Niçın evvelden<br />

Ucu sivriltilmiş akdikenden kazıkları, demir çivileri, gümüşten<br />

dövülmüş bıçak gibi sair garip edevatı gören Hamza, yılların yükünü<br />

taşımadan önceki zamanlarda, çocukluğunda ürpertiyle dinlediği<br />

hikâyeleri anımsadı. Açılan mezarların, çığlık çığlığa sokaklarda<br />

dolaşan ölemeyenlerin ve engel olunmazsa harabeye dönüşen tekinsiz<br />

köylerin rivayetleri sanki aklında yeniden canlandı.<br />

çagırmadinız? Neyse.<br />

Bugün dinlenelım,<br />

yarin yola revan oluriz.”<br />

“Acele vasıl<br />

olmamız iktiza eder. Yol cidelım hayli. Yorulur isek handa, damda dinlenirız. Her bir masrafin bendendır.”<br />

“Müsaade edesın hazirlanam o vakit. Lakin atim yoktur.”<br />

“Alirız dert etmeyesın orasıni.”<br />

Halil Ağa döşeğinden kalkıp selamlığın bir ucunda duran sandığını açtı. Üstüne geçirdikleri haricinde<br />

birkaç parça giysiyi de bir bohçaya tıktı. Ardından besmele çekerek sandığın en altından çıkardığı<br />

bazı cisimleri ayrı bir bohçaya koymaya başladı. Ucu sivriltilmiş akdikenden kazıkları, demir çivileri,<br />

gümüşten dövülmüş bıçak gibi sair garip edevatı gören Hamza, yılların yükünü taşımadan önceki<br />

zamanlarda, çocukluğunda ürpertiyle dinlediği hikâyeleri anımsadı. Açılan mezarların, çığlık çığlığa<br />

sokaklarda dolaşan ölemeyenlerin ve engel olunmazsa harabeye dönüşen tekinsiz köylerin rivayetleri<br />

sanki aklında yeniden canlandı. İki atlı hava kararmadan hemen önce Banaluka’dan çıktıklarında da<br />

kanlı ve ürkünç söylenceler Hamza’nın aklında dönüp durdu.<br />

***<br />

Halil Ağa’yla ihtiyar Hamza at sırtında günler sonra Zagreb’e yaklaştıklarında şehrin üzerinde<br />

adeta puslu bir ölüm havasının asılı olduğunu fark ettiler. Uzakta olmalarına rağmen şehirdeki korku ve<br />

endişe sanki siluetine sirayet etmişti. Güneşin solgun ışıkları altında, eski şehirle yeni şehirin tam ortasından<br />

geçen Sava Nehri’nin parıltısı bile bu acayip havayı dağıtamıyordu. Şehrin hemen ardında uzanan<br />

Medvenica Dağları’ndan esen soğuk rüzgârlarla kent hayat emaresi göstermeksizin yatıyor gibiydi.<br />

25<br />

.


İhtiyar Hamza kendi kendine söylendi:<br />

“Bizim Uskokların tepelenıp cesetlerinın<br />

nehirlerden aktıgi vakit bile cürmedım böyle<br />

hava…” Halil’in gözlerinin kısıldığını fark<br />

edince Osmanlı mıntıkalarına yapılan akınların,<br />

saldırıların hatıralarını anımsadı: “Beş<br />

sene evvel Gradisca Muhasarası’nı cürdüm<br />

oradan bilirım…”<br />

“Muhasar eden tarafta mi edilen tarafta<br />

mi?”<br />

Hamza kötü bir şeyden bahseder<br />

gibiydi: “Bizi kuşattilar. Harambaşalardandim.”<br />

“Haramibaşı… Uskok miydın?” Hamza<br />

cevap vermedi ama Halil Ağa adamın beş yıl<br />

öncesine kadar böyle bir mazisi olduğunu<br />

idrak etti. Yine de sormadan edemedi: “Kendi<br />

kanunlarina inanırlar, kendi yaşayişlari<br />

vardır. Kan cüderler. Sen nasil bıraktin<br />

huyunu da Zagreb askeri arasina kariştin?”<br />

“Sattılar bizı. Venedik, Nemçe,<br />

Osmanli… Hepısi. Kin taşımadıgımi desem<br />

sana yalandir. Lakin beyler ve banlar Uskoklardan<br />

kuvvetlidır. Ne yapam?”<br />

“Müslümani nasil aldılar aralarına?”<br />

“Senelerce gavur gibi cüsterdım kendımi.”<br />

“Memleketinden kaçıp kâfir gibi<br />

saklanmana bakılırise vardır bir sebebın.”<br />

“Eski mevzu. Vurdım birıni kaçtim<br />

Bosna’dan… Cürmemıştım yirminci bahari.”<br />

Şehre yaklaştıkları sırada yağmur bastırdı.<br />

Atlılar sırtlarındaki abaların kukuletalarını<br />

başlarına geçirdiler. Rüzgâr altında şehir<br />

surlarında Habsburgların, Hırvat Banlığı’nın<br />

ve Zagreb hâkiminin sancakları dalgalanırken<br />

saçak altlarına koşturmakta olan ahaliyi<br />

seyre koyuldular. Çamurlaşmaya başlayan<br />

yolda bata çıka ilerleyip kapılara vardıktan<br />

sonra ahşap bir köprü üstünden geçip Zagreb<br />

hâkiminin bulunduğu taş konağın olduğu<br />

tepenin yolunu tuttular.<br />

Zagreb hâkiminin taştan konağında<br />

şehrin ileri gelenlerinin ve hâkimin kafa<br />

kafaya vermiş konuşmaları salonda çınladı.<br />

Kâh Hırvatların lisanında, kâh Venediklilerin<br />

lisanında konuşmalar işitti Halil Ağa. Hırvatların<br />

konuştuklarına aşinaydı, arada bir Nemçelilerin<br />

lisanıyla konuşanların birkaç kelimesi<br />

de kulağına aşina geliyordu. Serhad<br />

mıntıkasında yaşadığından yabancısı değildi.<br />

Pazarlık yaparken de zorlanmadı. Ölmeyip de<br />

dolaşanın ekseriya görüldüğü, ölenlerin ziyadece<br />

olduğu mıntıkayı sorunca Hamza’nın<br />

yüzünün düşmesi dikkatinden kaçmadı.<br />

Zagreb şehrinin sokaklarında gece<br />

dolaşan bekçi, Türk harplerinde ömrünü<br />

geçirdiğinden az çok lisan bilirdi: “Türk Başi<br />

Hani. Cürünür o yanda. Ahaliye vampiri sorar<br />

isen bazısi anlar bazısi anlamaz. Strigoi diyesın…”<br />

Halil Ağa bıyıkların çekiştirdi: “Strigoi…<br />

Eflaklılar cibi. Yahut Arnavutlar cibi…<br />

Nasıl üldürür?”<br />

“Kapilari çalinir gece vakti. Handa<br />

kalan sekız kişi ölmuş büyle. Hepisı morto!<br />

Deler bogazlarıni! Keşış rahip gelsın mi<br />

sizle?”<br />

“Hamza yeter bana. Cütırsın beni<br />

hana kâfi…”<br />

Halil ile Hamza bu sefer yağmur<br />

dinmesinden sonra yer yer çamur deryasına<br />

dönmüş yollarla şehre inmeye başladılar.<br />

Çamurların üstünde bata çıka yürürken Halil<br />

sordu: “Bilirmisın ne yandadır Türk Başi<br />

Hani?<br />

“Bilirım. Urda kalırım ben da.”<br />

“Neçın derler Türk Başi?”<br />

“Cürünce anlarsin… Pek yakindır.”<br />

Nehir kıyısında inşa edilmiş alt katı<br />

taştan, üst katı ahşaptan bir yapının önüne<br />

geldiklerinde Halil Ağa seyre koyuldu. Kapının<br />

hemen tepesinde mızrağa geçirilmiş paslı<br />

sipahi miğferi takmakta olan bir kurukafa<br />

hanın ismine dair merakını giderdi. Hanın<br />

etrafına bakınan Halil ağır ağır konuştu:<br />

“Acemi avci arar avi. Usta avci bekler yuvasıni.<br />

26


Şehre yaklaştıkları<br />

sırada yağmur<br />

bastırdı. Atlılar<br />

sırtlarındaki<br />

abaların kukuletalarını<br />

başlarına<br />

geçirdiler. Rüzgâr<br />

altında şehir<br />

surlarında Habsburgların,<br />

Hırvat<br />

Banlığı’nın ve<br />

Zagreb hâkiminin<br />

sancakları dalgalanırken<br />

saçak<br />

altlarına koşturmakta<br />

olan ahaliyi<br />

seyre koyuldular.<br />

.<br />

Başka yere celmez de celır buraya.<br />

Demek var burada bir hesabi…”<br />

“Ne bilirsın cürmeden?”<br />

“Senin kervan bastıgin kadar<br />

benim upir, vampir kazıkladıgim<br />

vardır Uskok eskısi! Başka başka<br />

hanelere cirse demez idım büyle.<br />

Hep buraya celir ise vardır hesabi.<br />

Sen şimdı gidesın handakilere süyleyesın<br />

kapilarini gece kim çalar ise<br />

çalsın açmasınlar. Kapi üstüne<br />

çizsinler haç işaretı. Yahut itikadinca<br />

yazsın “Allah”…”<br />

“Handan çıkartayim hepısıni?”<br />

“Olmaz. O vakit anlayamayiz<br />

belkı burada kalan birıleri için gelır,<br />

kapıyi çalar çalar açtiramaz musibet.<br />

Handa kalıp kapılarıni kapali tutsunlar<br />

kâfi.”<br />

Hamza hana doğru seğirttiği<br />

esnada Halil durdurdu: “Bekleyesın!<br />

Bir tek bizım kalacagımiz odanin<br />

kapısina çizmeyesın haç işaretı.”<br />

Hamza’nın suratına tuhaf tuhaf bakmakta<br />

olduğunu görünce açıkladı:<br />

“İsteyım vampiri yakalamak içın<br />

çekelım üstümüze…”<br />

İhtiyarın suratı düştü: “Benim<br />

kapida dua var idı kaldırayim oni…”<br />

“Kapinda dua ne gezer bre?”<br />

“Ben ufak iken Bosna’da çok<br />

dinledım vampir masali. Bura ahalisinden<br />

ziyade ürkerım ülmeyenden…”<br />

***<br />

Hamza handa kalanlara<br />

tek tek görünüp kapılarını o gece<br />

kimseye açmamaları ve itikatlarına<br />

göre koruyucu nesneler asıp dualar<br />

yazmalarını söylediği esnada Halil<br />

Ağa abdest alıp namaz kıldıktan<br />

sonra Hamza’nın odasındaki mangalda<br />

bohçasındaki kazıklarının<br />

ucunu yakıp sağlamlaştırdı. Akşam<br />

vakti yemekler yenildikten sonra<br />

handakiler odalarına çekildi. Handaki<br />

ölüm ve korku havası yüzünden<br />

yeni gelen kimse o tarafta kalmak<br />

istemeyerek başka başka hanlara<br />

savuştu.<br />

Halil Ağa’yla Hamza’nın<br />

kaldığı oda haricinde diğer kısımlardaki<br />

yolcular ürküntülerine rağmen<br />

çoktan uykuya dalmışlardı. Handaki<br />

herkese bir ağırlık çökmüş gibiydi.<br />

Bir tek Hamza ile Halil’in gözlerinde<br />

uyku yoktu. Hamza kılıcını çekili<br />

vaziyette elinde tutuyor, tüfeğini de<br />

dolu halde yanında bulunduruyordu.<br />

Sokaktan herhangi bir sesin dahi<br />

gelmediği o sessizlikte bir an Hamza’nın<br />

içi geçti. Gözleri kapalı ancak<br />

kulakları tetikte olan Hamza, uyukladığı<br />

yerde fısıltı misali tek bir ses<br />

duydu. Tebeşirin ahşaba sürtülme<br />

sesi. Bir ara gözlerini araladığında<br />

Halil’in kendi oturduğu yere bir<br />

şeyler çizdiğini hayal meyal gördüyse<br />

de uyuklamak tatlı geldiğinden bir<br />

şey demedi.<br />

Uykusunun en tatlı yerinde<br />

Halil’in sorusuyla sızıp kaldığı<br />

yerden sıçradı: “Niçın sana gelır bu<br />

vampir?”<br />

Sersemlik halini üstünden<br />

atamadan gayri ihtiyari soruya<br />

soruyla karşılık verdi: “Sen nerden<br />

bilirsın?!”<br />

Halil ürkütücü bir sakinlikle<br />

konuştu: “Bana geldıgınde dedın var<br />

sekız mevta. Burada dedıler var sekız<br />

mevta. Sen burada günlerde yok iken<br />

demek kimseye ugramadi bu vampir.<br />

Odalarda seni aradi, bulamadi.<br />

Hanın bahsi geçince yüzin düşti.<br />

Vaktiyle ne yaptin da musallat oldi<br />

sana?”<br />

27


Hamza’nın sesi titriyordu. Halil’in efsuncu misali kendisine dikilmiş gözlerine bakamayarak<br />

usul usul cevap verdi: “Miladic… Uskok senelerinda beraber cenk ettık, birlıkte teslim oldik<br />

Senj Kalası’nda. Zagrbe’e de celdık beraber. Çok altıni vardi. Çiftlık bulacagim derdı hep. Bir cün<br />

gizlice çagırip hanın mahzeninde hakladım oni. Kimsecikler cürmeden toprak attim üstüne. O<br />

gelır gecelerı. Kapilara vururken adımi fısıldar, kimsecikler işitmez ben işitirım…”<br />

“Mezarından çıkanin en kütüsü büyledır. İntikamıni almadan üldüremezsın. Ben zaten<br />

anlamış idım lakin emin olmak içın sual ettım. Yedi defa Ayet-el Kürsi okuyup yedi çember çizdım<br />

kendıme. Bana ilışmez lakin gelecektir sana… Seni üldürdükten sonra girer gerı kabrine, ben de o<br />

vakit üldürebilirım oni.”<br />

“B.. Be… Beni tuzaga düşırdın!”<br />

“Ben bir şey etmedım sen kendın ettın!”<br />

Konuşmaları dışarıdan gelen ayak sesleriyle kesildi. Merdivenlerden ölüm ağırlığını taşıyan<br />

birisi çıkıyormuşçasına ahşabın gıcırdaması ortalığı inletiyordu. Sese ara ara kapıların vurulma<br />

sesi karışıyordu. Adım sesleri odaya yaklaştıkça bu dünyaya ait olmayan bir hırıltı da kulaklarına<br />

çarpıyordu. Hamza büyülenmiş gibiydi. Kılıcını kaldırmaya dermanı yoktu. Odanın kapısı kendiliğinden<br />

kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açıldığında olduğu yerde sindi kaldı. Hanın iç kısmındaki ve<br />

odadaki kandillerin loşluğunda kapıda dikilmekte olan korkunç heyulayı görünce nefesi kesildi.<br />

Kendi elleriyle canına kıydığı arkadaşının soluk benizle, öfkeyle bakan kanlı gözlerle, uzun ve<br />

kararmış tırnaklarıyla kanlı karşısında dikilmesi kalp atışlarını hızlandırmıştı.<br />

Hortlak ağzını açtığında taşra çıkmış dişleri ayan beyan göründü. Kandillerin soluk ışığında<br />

sarı sarı parıldayan dişlerin gerisinden, hortlağın hançeresinden hırıltılı bir ses yükseldi.<br />

O gece handa kalanlar kâbusla karışık acayip rüyalar gördüler, uykularında huzursuzca<br />

döşeklerinde dönüp durdular. Çok az bir kısmı yükselen hırıltıyı, Hamza’nın bir an yükselen çığlığını,<br />

mezarın ötesinden gelenin kabrine doğru sallana sallana geri geri yürüyüş sesini ve mahzenden<br />

gelen kazık çakma sesini işitti.<br />

Halil Ağa sabah namazını kıldıktan sonra Zagreb hâkimine uğrayıp olanları anlattı. Ücretiyle<br />

birlikte Hamza’nın atını da kendisine verdiler. Ahali işine gücüne dağılırken kendisi de hayalet<br />

gibi şehrin sokaklarından süzülerek geçti.<br />

Türk Başı Hanı’ndaki musibetin hikâyesi yıllarca anlatıldı, an geldi unutuldu. O vakadan 52<br />

yıl sonra İstriya mıntıkasındaki Kringa köyünde Jure Grando nam köylünün sokaklarda yeniden<br />

dolaşmasına kadar Zagreb ahalisi daha az acayip rivayet işitti.<br />

-son-<br />

28


.<br />

Gülhan Tuba<br />

Çelik<br />

ÇİÇEKLERDEN<br />

YAZILMIŞ<br />

.<br />

Onu tanıdığımda suların çekildiği bir mevsimdeydim. Büzülmüş, kurumuş, buruşmuştum.<br />

Yeniden bahara ihtiyacım vardı. Tazelenmeye. Bir başka bedene. Sevmeye ve güzelleşmeye.<br />

Onu tanıdığımda dünya silinmiş, her şey anlamını yitirmiş, tüm yaşama sevincim onun<br />

bedenine ve ruhuna indirgenmişti. Avının kokusunu almış yırtıcı bir hayvan gibi, çağıran bir<br />

haz içindeydim. Kalp atışlarım hızlanmış, burun deliklerim açılıp kapanmaya başlamış,<br />

gözlerim kısılmıştı. Bir kadın için çok hoş meziyetler olmadığı herkes tarafından bilinse de<br />

ben bu halimi seviyordum. Av, insanlığın en kadim uğraşıydı. Elbette ilkel devirlerde kalmamış,<br />

renk değiştirerek yoluna devam etmişti. Temelde dünyadaki tek meseleydi. Avlanmak<br />

ve oyun, kıyamete dek çekiciliğini kaybetmeyecekti. Ben de bir anlam, bir amaç kazanmış;<br />

vaktimi zenginleştirecek bir yol bulmuştum yeniden. Her şey daha önce nasıl olduysa öyle<br />

olacak sandım onu gördüğümde. Oynayıp avlayıp işi bitirecektim. Onun her şeyin dışında ve<br />

üzerinde olma ihtimali aklımda yoktu. Bu sefer kaybeden ben olacaktım. Onu son kez<br />

gördüğümde bekâr evinde, kutuların ve dumanların gerisinde, Elveda Berlin posterinin<br />

altındaki koltuktaydı. Ben kapıdan çıkarken yerinden kalkmadı. “Sergideki tablolardan<br />

birini Vilnius’ta yaptım.” dedi. “Gittiğinde şehrin ortasından geçen nehre in.” Bazen öyle kelimelerle<br />

konuşurdu ki aşamadığım bir zamanın eşiğinde takılı kalırdı ayaklarım. Durdum.<br />

30


.<br />

Onu anlatan bir<br />

renk bulmamı<br />

isteseler “hastalık<br />

sarısı” derdim.<br />

Varmak istediği<br />

bir yer yoktu<br />

çünkü. Varacağı<br />

yere varmış da<br />

hayal kırıklığına<br />

uğramıştı sanki.<br />

İşte bu rengi<br />

tutup oradan<br />

getirmiş, sonsuza<br />

kadar yüzüne<br />

eklemlemiş<br />

gibiydi.<br />

Hayatımda gördüğüm en garip<br />

adamdı. Herkesin gittikçe hızlandığı<br />

bu dünyada her şeyi ağırdan alırdı.<br />

Onu anlatan bir renk bulmamı isteseler<br />

“hastalık sarısı” derdim.<br />

Varmak istediği bir yer yoktu çünkü.<br />

Varacağı yere varmış da hayal kırıklığına<br />

uğramıştı sanki. İşte bu rengi<br />

tutup oradan getirmiş, sonsuza<br />

kadar yüzüne eklemlemiş gibiydi.<br />

Ben suskunluğunda karanlık bir yan<br />

sezerken, saf bir hali vardı başkaları<br />

tarafından algılanan. Önüne geçemediği,<br />

belki istemediği temiz bir<br />

yüz, yine içinden gelen iyi niyetle<br />

harmanlanmıştı. Sanki tüm gizemini<br />

yüzündeki tebessümün arkasına<br />

saklamıştı. Karmakarışıktı. Sezdiğim<br />

karanlıkla yüzündeki aydınlık senelerimi<br />

istiyordu ama bana hiçbir<br />

şeyin sözünü vermemişti. Zaman,<br />

onu benden vaktinden evvel alacaktı.<br />

Zaten en sevdiği şey zamanla<br />

oynamaktı. Zaman hakkında düşünür,<br />

zaman hakkında konuşur,<br />

zamanı resmederdi çoğunlukla. Tabloları<br />

parçalanmış anların ağırlığı<br />

altında ezilmiş gibiydi. Hiçbir zaman<br />

bizim zamanımızda değildi. Cevap<br />

alamayacağım soruları ona bilmem<br />

kaçıncı defa sorarken beni duymadığını,<br />

yüzünün on altıncı yüzyılda<br />

Kars’ta yapılmış taş bir sokağın<br />

duvarlarında gezindiğini hisseder<br />

fakat onu oradan çekip alamayacağımı<br />

da bilirdim. Sessizliği çıldırtıcıydı.<br />

Koskoca bir dağın eteğinde bağırıp<br />

durmak, sonra yalvarmak, sonra<br />

ağlamak, sonra delirmek ama tek<br />

cümle duyamamak gibiydi. Gözyaşlarımı<br />

sildiğimde onu hâlâ taş gibi<br />

görürdüm. Seslenirdim. Çok uzaklarda,<br />

ilkel yağmur danslarıyla kendinden<br />

geçiyormuş da aniden<br />

omzuna dokunmuşum gibi bakardı.<br />

Tek kelime duymamıştı.<br />

Yine de gidemiyordum. Beni çağırmamıştı<br />

ama kovmaması yeterliydi<br />

kalmam için. Çünkü “büyük resim”<br />

mantığında diretiyordum. Bir türlü<br />

bir şeyler beceremediğim hayatta, en<br />

sevdiğim savunma mekanizmasıydı<br />

bu. Onun karşıma çıkmasının ilahi<br />

bir güç tarafından özenle tasarlandığına,<br />

ondan öğreneceğim milyonlarca<br />

şey olduğuna, bir gün yollarımız<br />

ayrılsa bile bana kattıklarının bir<br />

yerlerde sıçramalar yapmama yarayacağına,<br />

tam olarak ne şekilde olacağını<br />

henüz bilmediğime fakat içinde<br />

onun olduğu bir kaderin ve büyük<br />

resmin beni güzel bir yerlere taşıyacağına<br />

inanıyordum. Bunları söylediğimde<br />

yine susuyordu. Benimleyken<br />

niye bu kadar çok sustuğunu anlamıyordum.<br />

Oysa tribünlere oynamayı<br />

iyi bilirdi. Melankolinin çekiciliğine<br />

kapılan o arabesk yanını ironiyle<br />

törpüler gülüp geçirirdi insanları<br />

canı istediğinde. Derin düşünceleri,<br />

dikkatli gözlemleri hayranlık yaratırdı.<br />

İnanılmaz bir empati yeteneği<br />

vardı. İnsanların adlandıramadığı<br />

duyguları bir anda cümlelere dökerdi.<br />

Ama bana gelince bambaşka<br />

biriydi. Herkesin elinden geleni yaptığını<br />

nihayet kabullenmiş ve bütün<br />

defterleri kapatmış gibiydi. Öyle<br />

beklentisiz, kıpırtısız, arzusuz. Yine<br />

de bırakıp gidemezdim çünkü acı<br />

çekmiş bir ruhun sözcükleriyle<br />

konuşurdu nadiren ağzını açtığında.<br />

O ruhu ele geçirebilme umuduyla bu<br />

anları beklerdim. Bazı geceler, içinde<br />

kazanlar kaynayarak gelirdi bana.<br />

İşte o gecelerde, elimden gelse yıldızları<br />

göğe çivileyerek bir yere kaybol-<br />

3I


malarına izin vermezdim. Böyle<br />

anlarda, hiçbir fabrikanın ve kimyasalın<br />

henüz rengini tutturamadığı<br />

bir yeşilde, deniz köpükleri gibi<br />

genişlerdi gözündeki anlam. Tedirginliği<br />

bir an büyürdü ve umutlanırdım.<br />

Sanki köpükler, sanki beyaz<br />

kimsenin fethedemediği bu yeşil<br />

suları bana bağışlamak için kendini<br />

açacaktı. Sonra birden geri çekilirdi<br />

köpükler. Gözleri, akışına bıraksan<br />

seni dünyanın en ucuna götürecek de<br />

oradan aşağı düşürecek gibi bir yeşilde<br />

asılı kalırdı. Köpükler kaybolunca<br />

beyaz kuşlar gelirdi. Kuşlar denizi<br />

okşamaz didiklerdi. Gözlerinin yeşilinde<br />

bir beyaz beni kemirir, kemirirdi.<br />

Hikâyelerden köpükler yapardım<br />

ona. Kandıramazdım. Çünkü suydu<br />

o, köpükler kendinden. İstemediği<br />

sürece denizi ayartamazdım. Yine de<br />

girerdim kanına. Bazen yüzünün<br />

cesede benzeyen soğukluğu yüzünden<br />

erken pes ederdim. Bazen de<br />

öpüşlerimi bile umursamaz, bana<br />

karşı koymazdı. Ama her zaman<br />

eksik kalırdı sevişme. Bir türlü farkına<br />

varamazdım ona sahip olduğumun.<br />

Bir kez daha, bir yenilgiyle<br />

daha ayaklarımı ayaklarından çözerken<br />

ele vermediği bir şeyler kalırdı<br />

hep. Ruhunu sermezdi önüme.<br />

Sevgisizliğe, ihanete, dayağa, kavgaya,<br />

nefrete, yalnızlığa alışkın insanlar<br />

vardır. Bir tek sevilmeye yabancıdırlar.<br />

Biri elini uzatıversin, koynuna<br />

almak istesin ne yapacaklarını bilemezler<br />

hani. Onlardandı.<br />

Daha doğmadan, hiç istemeden bir<br />

ulusa dâhil edilmişti. Hem onların<br />

hataları ile suçlanıyor, hem onlara<br />

yapılan kıyımdan nasibini alıyordu.<br />

Kolektif bir şeylerin ağırlığını taşıyordu<br />

daima. Sürgünlere, sınır<br />

dışına, ad değiştirmeye, tehcire<br />

rağmen inanarak çizerdi dünyayı.<br />

Çünkü topraksız, ülkesiz, kimliksiz<br />

kalmış hayatında sabit bir şeylere<br />

ihtiyacı vardı. Yer değiştirmeler çakılı<br />

bir gökyüzü takıntısı yapmıştı onda.<br />

Gök sabit ama tablodaki her şey<br />

hareket halinde, flu, şizofrenikti.<br />

Resimleri güzel kitapların ilk cümleleri<br />

gibiydi. Nasıl yapıyorsa bir kapı<br />

koyardı sanki tablosuna. Bakan<br />

herkes önce o kapı tarafından sarmalanıp<br />

sonra içeri alınırdı. Resimlerin<br />

karşısına dikilir uzun uzun bakardım.<br />

Notlar alır, yarım yamalak<br />

bilgimle psikanalize soyunur, saatlerce<br />

konuşurdum: “Kuzunun beyazlığı<br />

çocukluğunun saflığını gösteriyor,<br />

çoban ebeveynlerden biri.<br />

Buraya kadar her şey yolunda. Güven<br />

var. Belli bir süre mutluluk hali.<br />

Zaman geçtikçe kuzunun kız çocuğuna<br />

dönüşmesi işlerin yolunda<br />

gitmediğini gösteriyor çünkü sen<br />

erkeksin ve kuzunun kız çocuğuna<br />

dönüşmesi güçsüzlük. Adımları<br />

bozuk, şekli bozuk kız çocuğunun.<br />

Zayıf, küçük, güçlü olmayan insanları<br />

çizerken ne kadar kin dolu olduğunu<br />

fark ettin mi? Renkler koyu, şekiller<br />

düşmanca. Zayıf insanlara tahammül<br />

edemiyorsun. Merhamet yok.<br />

Merhametten, kendine duymak<br />

zorunda kaldığın bir şey olunca<br />

nefret etmişsin. Senle alakası olmayan,<br />

yani senden kaynaklanmayan<br />

bir şeyler seni yaralamış ve o yaraların<br />

faili de ortadan kalkmış. Böylece<br />

sen, kendine kendin merhamet<br />

duymak zorunda kalmışsın. Oturup<br />

yazıklanmak sana göre değil. Bu<br />

yüzden içinden o duyguyu koparıp<br />

atmışsın. Fakat acı büyük. Eksiklik<br />

32<br />

Sevgisizliğe,<br />

ihanete,<br />

dayağa,<br />

kavgaya,<br />

nefrete,<br />

yalnızlığa<br />

alışkın insanlar<br />

vardır. Bir<br />

tek sevilmeye<br />

yabancıdırlar.<br />

Biri elini<br />

uzatıversin,<br />

koynuna<br />

almak istesin<br />

ne yapacaklarını<br />

bilemezler<br />

hani.<br />

Onlardandı.


üyük. Diğer insanları ciddiye almayışın<br />

o yüzden. Sen o eksiklik, boşluk<br />

kapansın diye it gibi çalışırken, hatta<br />

boşluğu doldurup üstüne de bir<br />

katedral inşa ederken; insanların<br />

hiçbir şey yapmadan sızlanmaları<br />

seni deli ediyor. Sen yaptıysan onlar<br />

da yapabilirler bunu. Yapmalılar.<br />

Büyük bir parçan senden ayrılmışken<br />

sen yeniden var etmişsin kendini.<br />

Kendini yeniden yarattığın için<br />

tanrısallaşmışsın. Uzaklığın, ukalalığın<br />

ondan. Adımlarını yanlış atan bu<br />

kız kaybedecek o yüzden. Çünkü<br />

aklını kullanmıyor. Hesaplamıyor.<br />

Balonlar çizmişsin. Gözün yine gökyüzünde.<br />

Kimileri yere düşüyor,<br />

diğerleri de düşecek. Güçsüz olan<br />

herkesi, yani güçsüz olan tüm yönlerini<br />

tek tek ezmişsin. Ezmeye de<br />

devam edeceksin.” Evet demezdi,<br />

hayır demezdi yorumlarımdan<br />

sonra. Susar ve gülümserdi hep. Yine<br />

delirir ama yine vazgeçemezdim.<br />

Yüzlerce resmi vardı. Nasılsa bitmeyecekti.<br />

Nasılsa resimler olduğu<br />

sürece bahaneler de vardı. Hepsi<br />

hakkında konuşacağımı, hepsini<br />

yorumlayacağımı söylerdim. “Tablolarım<br />

beni ele vermez, boşuna uğraşma.”<br />

derdi. İnanmazdım. Ona duyduğum<br />

aşk öyle güçlüydü ki benim<br />

ışığım ona vuruyor, ondan bana yansıyanı,<br />

kendi aşkımın ışığını, sevgisi<br />

sanıyordum. Seni sevmiyorum dese<br />

inanmaz, kovsa bir adım atmazdım.<br />

Cenneti, ölümü, şehveti, cehennemi,<br />

her şeyi; yaşamış kadar güzel resmederdi.<br />

Kimsesiz, kavgalı bir dağ çocuğunun<br />

sefaletini de, at üstünde bir<br />

hakanın kızıl elma ülküsünü de aynı<br />

başarıyla verirdi. Dışına atıldığı<br />

çizgilerin, sürüldüğü ülkelerin üzerindeydi.<br />

Sadece insan vardı onun için.<br />

Bakışıyla, kanıyla, canıyla, acısıyla, coşkusuyla<br />

insan. Ama gerçek olanlar değil. Tablosundakileri<br />

gerçek insanlardan daha çok<br />

önemserdi. Hayal gücü şahaneydi, renkleri<br />

benzersiz. Hiç kimsenin bilmediği, dayanılmaz,<br />

acı veren renkler yaratırdı. Sisin içindeki<br />

bir dal parçasını bir sürgünün ellerine<br />

dönüştürmekte ustaydı. Rüyaları da kimseye<br />

benzemezdi onun. Gözlerinden akan<br />

kanların oluşturduğu bir nehirde dans eden<br />

balıklar ertesi gün bir toplu mezara dönüşür,<br />

tablosuna sokulurdu.<br />

Daha kundaktayken yolunun üstüne yol<br />

çizilmiş, adının üstüne ad verilmişti. Her<br />

ülkede başka biri olmak zorunda kaldığından<br />

yüzüne anlamlar, ruhuna duygular<br />

çizmekte ustaydı. Tek kişi değil yüzlerce<br />

adamdı. Hangi yanından tutsam elimde<br />

kaldı. Toparlayamadım. Kaderinde yollar<br />

vardı. Dönüp duran, bir yere gitmeyen<br />

yollar. Artık iflah olmazdı. Bazı avlar hiç<br />

bitmeyecekti çünkü bazı hikâyeler en<br />

baştan ayrılığa meyyaldi.<br />

Odaya son kez baktım. Şişelerin, kutuların,<br />

dumanların gerisinde bir adam, sınırlara<br />

dökülmeyen, yollarda kaybolmayan yanlarından<br />

yaptığı bir benliği sıkı sıkı tutmuş,<br />

Elveda Berlin posterinin altındaki koltukta<br />

oturuyordu. Kuzeye gideceğimi söyledim.<br />

“Sergideki tablolardan birini Vilnius’ta<br />

yaptım.” dedi. “Gittiğinde şehrin ortasından<br />

geçen nehre in. Çiçeklerden yazılmış<br />

Litvanca yazılar var. Orada fotoğraf çektir.”<br />

Hepsi bu kadardı.<br />

33


Abdullah Enis Savaş<br />

HİS<br />

Uyandığında saat gece yarısını<br />

gösteriyordu. Yatakta epeyce<br />

kıvrandıktan sonra büyük bir<br />

meşakkâtle daldığı uykudan iki<br />

büklüm uyanmasına sebep olan<br />

şey harikûlade bir rüyaydı. Bir<br />

kiralık katilin zihin dünyasında<br />

barınması mümkün olmayan<br />

hisler nasıl olmuştu da rüyasına<br />

aksetmişti. Yaşadığı bu garipliğin<br />

tesiriyle tekrar uyuyamayacağına<br />

kanaat getirdiğinde<br />

cumartesi gecesi öldüreceği<br />

adama dair planları yeniden<br />

gözden geçirmeye karar verdi.<br />

Pencerelerini simsiyah perdelerin<br />

kararttığı oda, üzerine atılan<br />

toprakla yeraltına hapsedilmiş<br />

rutubetli bir tabutu andırıyordu.<br />

Tabutun içinde, ayaklı lambadan<br />

süzülüp zihnine görünmez<br />

parmaklıklar bürüyerek kağıtların<br />

üzerine düşen ışıkla, dört<br />

metrekarelik masada kendini<br />

plana öylesine kaptırmıştı ki<br />

kapıyla beraber beynine tokmak<br />

tokmak inen güm güm sesleri,<br />

başını kaldırıp günün ışıdığını<br />

fark etmesini ancak sağlamıştı.<br />

Gazete kağıdına sarılı taze<br />

ekmeği kaptığı gibi kahvaltı<br />

için mutfağa seğirtti. Alelacele<br />

bir şeyler atıştırıp piposunu<br />

harladı ve tekrar dosyanın<br />

başına oturdu. Oldukça disiplinli<br />

çalışan bir adamdı. Öldüreceği<br />

şahsa ve nasıl infaz<br />

edileceğine dair her malûmatı<br />

âdeta bir senarist-rejisör zarâfetiyle<br />

detaylı bir şekilde yazar,<br />

krokiler çizer ve çok önceden<br />

mekana gidip tetkikatta bulunurdu.<br />

Halihazırda üzerinde<br />

çalıştığı dosyadaki müstakbel<br />

maktûl bir çorbacı.. İleri<br />

yaşlarda, nahif, babayani bir<br />

tip. Şehir merkezinde alelâde<br />

bir dükkanı var. Böyle bir<br />

adamı kim, neden öldürmek<br />

ister anlayamıyordu. Velâkin<br />

işin tabiatı gereği mevzunun<br />

bu cihetini istintak etmeyi<br />

abes bulurdu. Senelerce<br />

bu düsturla çalışmış,<br />

işinin ehli bir katildi.<br />

Planın noksansız gerçekleşebilmesi<br />

için hararetle<br />

çalıştığı sırada kalbine<br />

aniden düşen tuhaf bir<br />

his, ruh dünyasının rengini<br />

değiştiriverdi. Rüyadakine<br />

benzer bir hâldi bu.<br />

Öldüreceği adama karşı<br />

zayıf da olsa duyulan bir<br />

ünsiyet.. Kendini bildiğinden<br />

beri yabancısı olduğu<br />

böylesi müsbet hislere<br />

kapılmaktansa bir lağım<br />

çukuruna düşmeyi yeğlerdi.<br />

Nedir beni bu meçhûle<br />

çeken diye yakınarak<br />

35


sandalyeden fırladı ve<br />

odada dört dönmeye<br />

başladı! Kendini ikna<br />

etmeye çabalıyordu.<br />

“Bu şey benden olamaz!<br />

Bana ait değil bu his!”<br />

Dediğim gibi, his zayıftı<br />

fakat buna dahi katiyen<br />

tahammül edemiyordu.<br />

Üstüne üstlük bunu,<br />

öldürmeyi planladığı bir<br />

adama karşı duymak akıl<br />

kârı şey değil.. Delirecek<br />

gibi oldu. Bir müddet<br />

süründükten sonra istikrah<br />

ettiği hissin sancısından<br />

kurtuldu. Kendine<br />

geldiğinde fikrî ve bedenî<br />

yorgunluktan takati kesilmişti.<br />

Halının üstünde<br />

öylece sızdı kaldı.<br />

Her örgüsünün bir ıstırap<br />

çengeli gibi sırtına geçtiği<br />

halıda bir önceki gece<br />

gördüğü, bedenini zerrelerine<br />

kadar yakıp kavuran<br />

o rüyaya benzer başka bir<br />

rüyanın tesiriyle feci bir<br />

acı duyarak uyandı! Yaşadığı<br />

kâbus bir süre nefes<br />

almasına mâni oldu.<br />

Malum hislerin sağnağında<br />

hiç alışık olmadığı,<br />

tiksindiği bir hâleti rûhiyeyle<br />

çepeçevre kuşatılmıştı.<br />

Soluklandığında<br />

anladı ki bir şekilde bu<br />

rüyalar, çorbacıya karşı<br />

duyduğu ünsiyeti başlatmış<br />

ve ziyadeleştiriyordu.<br />

Ruhunu lime lime eden bu<br />

kıvranışlara artık dayanamayacak<br />

hâle geldi ve<br />

ceketini dahi almadan<br />

kendini sokağa attı.<br />

Endişe içinde koşar adım<br />

yürüyordu. İnanın, onu<br />

karşıdan görseydiniz deli<br />

olduğuna rahatlıkla hükmedebilirdiniz.<br />

Kaşını<br />

gözünü saran tikler ve<br />

gayri tabii el kol hareketleriyle<br />

bir acayip hâlde<br />

çorbacının dükkanına<br />

vardı. Alnını dayadığı<br />

camekândan dükkanı<br />

süzdü ve bir köşede oturmuş,<br />

bir yandan nargilesini<br />

içip diğer yandan kahvesini<br />

yudumlayan çorbacıyı<br />

kanlı canlı karşısında<br />

görünce malum hisler<br />

ruhuna bu sefer yıldırımlarla<br />

inmeye başladı.<br />

Çıldırıyordu artık! Kendini<br />

bir hiç gibi yerlere<br />

atıyor, ağzından köpükler<br />

fışkırıyordu. Attığı çığlıklar<br />

bütün milleti başına<br />

toplamıştı. Olanca varlığıyla,<br />

nefesi kesilinceye<br />

kadar son bir kez daha<br />

haykırdı.. Öyle bir haykırdı<br />

ki etrafındakiler o<br />

keskin ses dalgasıyla irkildiler.<br />

Sokağın ortasında<br />

sırtüstü yatmış bir vaziyetteyken<br />

gözlerine birdenbire<br />

bir perde indi ve öylece<br />

kaskatı kesilip kaldı.<br />

Şuuru yerindeydi fakat<br />

hareket edemiyordu. Ken-<br />

36<br />

’’Her örgüsünün bir ıstırap<br />

çengeli gibi sırtına geçtiği<br />

halıda bir önceki gece<br />

gördüğü, bedenini zerrelerine<br />

kadar yakıp kavuran o<br />

rüyaya benzer başka bir<br />

rüyanın tesiriyle feci bir acı<br />

duyarak uyandı!’’<br />

dini bir tabuta çivilenip<br />

diri diri gömüldüğü halde<br />

narkozun tesiriyle hiçbir<br />

aksülamelde bulunamamış<br />

bir hasta kadar çaresiz<br />

hissediyordu. Uzunca bir<br />

müddet sonra suratına<br />

inen tokat darbeleriyle<br />

gözlerini açtı. Karşısında<br />

bir eliyle başını yerden<br />

kaldırıp diğer eliyle ağzını<br />

silen çorbacıyı gördü ve<br />

büyük bir şaşkınlıkla<br />

mırıldandı.<br />

“Baba!”<br />

Çifte şahsiyet illetinden<br />

muzdarip adam, bu ruhî<br />

hastalığa tutulduğunu ve<br />

öldürmesi gereken şahsın<br />

babası olduğunu gayri<br />

ihtiyari maruz kaldığı<br />

yoğun hislerle fevkalâde<br />

sancılı merhâlelerden<br />

geçerek ve nihayet asıl<br />

şahsiyetine avdet edişine<br />

dehşetle şâhit olarak anlamıştı.


OLOVKA<br />

Jedno od najbitnijih<br />

mjesta samih gradova jesu<br />

i njihova smetlišta. Da li<br />

vam je ikada palo na<br />

pamet kako za gradove<br />

smetlišta nisu tek puka<br />

nužda nego su im još i od<br />

iznimne važnosti? I sve<br />

dok ne vidjeh jedno veliko<br />

gradsko smetlište, to ne<br />

znadoh ni sam. Jedno<br />

smetlište, po meni, predstavlja<br />

jedan grad.<br />

Istanbul je lijep, naprosto<br />

zanosan grad. Ko samo<br />

jednom okusi njegova<br />

duha iliti osjeti njegove<br />

draži više mu neće odoljeti.<br />

Tijekom godina su načinjene<br />

slike Istanbula,<br />

raznoraznih veličina i<br />

boja. Napravljene fotografije.<br />

O njemu napisane<br />

pjesme. Velim vam, većinu<br />

sam ih vidio, pročitao, no,<br />

ništa i niko mi nije umio<br />

toliko kazati, koliko i smetlišta<br />

Istanbula. Kad je<br />

Istanbul prljav, smrdi mu i<br />

smetlište, poput strvi. Ma<br />

smrad mu štipa za nos...<br />

Ako je Istanbul čistiji,<br />

onda se i smrad manje<br />

čuje. A miriše li kao<br />

Yaşar Kemal<br />

Tercüme/Preveo: Adnan Mulabdic<br />

mošus, mirišu i njegova<br />

smetlišta tako. Kazat ćete:<br />

„Zar i ona da mirišu po<br />

mošusu?“ Još itekako,<br />

vjerujte mi... Otkud to da<br />

ih ovako dobro poznajem?<br />

E, ovdje se moram ograditi...<br />

Ja nisam nikakav<br />

znalac za smetlišta. A da<br />

me ne biste krivo shvatili,<br />

kažem vam i razlog... Prvo,<br />

ja jako volim galebove. Da<br />

li ih baš volim? Pa i ne,<br />

nego me više zanimaju<br />

njihovi životi. Odlazim, i<br />

satima ih posmatram. Na<br />

moru, po hridinama, a<br />

nekad i na smetlištu. Galebovi<br />

su prgava, nasrtljiva<br />

Božija pošast, posve nepopustljiva<br />

stvorenja. Zalaziti<br />

u njihove životne potankosti<br />

nadalje je izlišno.<br />

Ipak, jednog ću vam dana<br />

o tim pohlepnim, tim<br />

gramzivim, tim posve<br />

nepopustljivim stvorenjima<br />

moći pisati duge i<br />

zanimljive sastavke.<br />

Obično se njihove životne<br />

37<br />

čarke odigravaju po smetlištima,<br />

stoga su i prvotni<br />

razlog mojega zanimanja<br />

za smetlišta galebovi. Dok<br />

je već drugi razlog mojega<br />

zanimanja za smetlišta<br />

redarstvenik Rüstem, naš<br />

susjed. To je čio i šaljiv lik<br />

iz Sivaškoga okruga Zara.<br />

Čovjek velikih, bujnih<br />

brkova, vedra pogleda,<br />

pun života, pun ljubavi.<br />

Već je deset godina smetlar<br />

u Istanbulu. A u<br />

komunalnoga redarstvenika<br />

unaprijeđen je prije<br />

četiri godine.<br />

Tek nakon što je postao<br />

komunalnim redarstvenikom,<br />

kupio je zemljište do<br />

naše kuće, i ponajprije<br />

posadio tri topole. Onda je<br />

zemljište, sa sve četiri<br />

strane, ogradio plotom,<br />

kad ono u proljeće, duž<br />

cijele ograde procvali<br />

orlovi nokti, a njihov miris<br />

obvio svu četvrt. Kad se to<br />

sve desilo, kada je kuću<br />

postavio na zemljište, nit’<br />

su zamijetili sumještani<br />

niti ja, a moguće, ni on<br />

sam... Stajala je ondje,<br />

možda već nekih hiljadu


godina, tako besprijekorno, za ogradom od<br />

orlovih noktiju, s tri oveća prozora, u zeleno<br />

ofarbana kućica. Nedugo zatim, upoznadosmo<br />

njegovu ženu, bješe to oniža diklica od nekih<br />

dvadesetpet godina, širokih bokova i krupnih,<br />

kosih očiju. Od jutra do mraka brisala bi prozore,<br />

ribala podove, kopkala po vrtu, ni časka ne<br />

sjedeći besposlena. Najčistija kuća u četvrti, ta<br />

najljepša, najčistija, posve besprijekorna kuća,<br />

stiješnjena među svim tim vilama, bje upravo<br />

kuća redarstvenika Rüstema. Znao sam vidjeti<br />

supružnike kako pokatkad stoje na kapiji, i baš<br />

onako kao što slikar promatra svoje djelo, do te<br />

mjere opčarano, nevjerovatno blažena izraza,<br />

promatraju vlastitu kuću. I samo što bi shvatili<br />

da su zatečeni, crveni u licu, plaho i sramežljivo,<br />

poput djeteta uhvaćena na djelu, umakli bi<br />

kući. A znao sam ih zateći tako često. No, na<br />

kraju bismo stali skupa, pa u tu milenu,<br />

malenu kuću gledali neumorno, satima.<br />

Dođe proljeće, i svakojaki se cvjetovi rascvaše<br />

po sićušnom vrtu kućice... A prozori joj nakićeni<br />

raznobojnim geranijima, bosiljkom... Kuća<br />

redarstvenika Rüstema bješe poput slike nekog<br />

velikog, umješnog slikara, što svojega motritelja<br />

vedri, besprijekorna i zamamna.<br />

Imadoše i dvoje djece. Kćerku i sina. Sinčić<br />

bješe poput bumbara, dijete koje se od jutra do<br />

večeri šuštavo vrzmalo za pčelama kao neki<br />

zloduh. Ni trena nije stajao mirno, vrckavo se<br />

motao svukud po četvrti. Ali je sve na tom<br />

djetetu, što se svakoga časka valjalo u prašini i<br />

blatu, jednako poput njihove kuće, bivalo kao<br />

suza, posve čisto. Dok kćerka, nešto veća djevojčica,<br />

mirna i šutljiva, blaga osmijeha, bješe<br />

sramežljiva i umilna, s pomalo sjetnim izrazom<br />

na licu... Njena su je uska čeljust i pune usne<br />

već sada činile starijom. Baš kao i njeno držanje.<br />

Cijelu je porodicu, kao i njihov dom, djecu,<br />

cvijeće i supružnike prožimala neka iskričava<br />

ljubav, obuzimala neka neizmjerna sreća. I<br />

svako ko bi prošao kroz tu kapiju odmah bi<br />

zamijetio tu silnu sreću, te bivao ispunjen<br />

ljubavlju. I zaista, postoje mjesta, kuće, ljudi,<br />

samo ih pogledaš i oni te preplave srećom...<br />

Kad god bih za četiri godine našega susjedovanja<br />

klonuo duhom ili bivao potišten, pa<br />

38<br />

proklinjao svijet, izlazio bih van, i gledajući u<br />

malenu kuću, davao sebi oduška. Svake bi<br />

večeri u svojoj smetlarskoj uniformi dolazio<br />

kući naočiti čovjek, bujnih brkova, i ukoliko<br />

horan, u ruke uzimao saz, pa sasvim tiho,<br />

gotovo nečujno pjevao pjesme koje nisam čuo,<br />

a nit’ mogao da čujem, i koje zasigurno nakon<br />

toga sve do svoje smrti nikad više neću ni čuti.<br />

O čemu li je to pjevao u njima? Da li o sreći, o<br />

žalosti, ili pak o nekom događaju, nekako<br />

nisam uspijevao dokučiti. Koji ga put htjedoh<br />

iznenaditi, kraj njega poslušati pjesme, čuti o<br />

čemu to govore. No, samo što bih ušao u kuću<br />

on bi ustajao na noge i nudio mi mjesto, a svoj<br />

bi saz hitro bacao za škrinju pored. Nekoliko<br />

sam puta tražio da zasvira, i shvatio da preda<br />

mnom, pa makar i umro, zasvirati neće, pa sam<br />

i odustao. I još uvijek se pitam koje li je to<br />

krasne riječi u tim svojim pjesmama redarstvenik<br />

Rüstem tako pjevušio?<br />

Redarstveniku Rüstemu bio sam prilično drag.<br />

Poželjeh jednom vidjeti njegovo radno mjesto,<br />

na što se on i ne uvrijedi, štaviše, bješe mu<br />

milo... Eto, i radi toga sam onamo odlazio s<br />

vremena na vrijeme. Tamo van grada, gdje se<br />

nalaze ciglane. Onamo se sliva sva gradska<br />

pogan, a na čelu svega toga bješe redarstvenik<br />

Rüstem. Nekim bi danima spaljivali smeće, i ja<br />

nikada na ovoj zemaljskoj lopti nisam nabasao<br />

natako ogavan smrad kao što je onaj zapaljenog<br />

smeća.<br />

Baš sam tada, na tome smetlištu, kad sam<br />

otišao skupa s redarstvenikom Rüstemom,<br />

svojim prijateljem, uvidio kako jedno smetlište<br />

u cijelosti posjeduje sve odlike svojega grada.<br />

Da, smetlište je jedan grad, i baš sve stvari<br />

jednoga grada mogu izroniti i iz njegovoga<br />

smetlišta. Ručni satovi, stolni satovi, džepni<br />

satovi, i to još novinovcati. Prstenje, narukvice,<br />

ogrlice, kako zlatne tako i one s dijamantima...<br />

Olovke, nalivpera, hemijske. Pa i makaze,<br />

klupka, vitla, naočare, novac. Šta god da ima u<br />

gradu ima i na njegovome smetlištu... A sve što<br />

bi izronilo iz smetlišta, bilo vrijedno ili ne, dijelili<br />

bi smetlari između sebe, onako bratski. No,<br />

jedno ipak nisu dijelili, olovke...<br />

Oni što bi pronašli olovke koje su izranjale iz


smeća, vikali bi radosno, gotovo kao da su<br />

pronašli zlatni ili smaragdni prsten:<br />

„Redarstveniče Rüstemeeee... Još je’na olovka...<br />

Uj, što je lj’epaaa... Nije ni otvorena. Ah, i<br />

crvene je boje...“<br />

„Redarstveniče Rüsteme... Još je’na olovka...<br />

Zelena je, i to kak’a zelena... I to nalivpero...“<br />

„Redarstveniče Rüstemeeee... Evo je’ne, pa<br />

vrijedi barem sto lira... Uz to je i u svojoj kutijici.“<br />

Pokraj redarstvenika Rüstema bješe veliki vrč s<br />

vodom; ponajprije bi svaku njemu donijetu<br />

olovku prevrtao, pa okretao, pregledao, i tek<br />

onda dobrano oprao vodom i sapunom.<br />

Redarstvenik Rüstem bješe prilično ustrajan u<br />

tome da se olovke razdijele, no, to njegovi prijatelji<br />

smetlari nisu htjeli ni čuti. Jer, on je ipak<br />

imao djecu, a ona su išla i u školu. I jednom će<br />

postati gospodinom i gospođom. Pa kada bi i<br />

narednih stotinu godina, svakoga dana odatle<br />

izranjalo na stotine, ma na hiljade olovaka, sve<br />

bi dopale djeci redarstvenika Rüstema.<br />

I uistinu, smetlari bi osjećali veliku radost, pa i<br />

silno zadovoljstvo jer su olovke davali redarstveniku<br />

Rüstemu. Svaki bi mu nalaznik donosio<br />

olovke pobjedonosno, uvjeren da je odradio<br />

vraški dobar posao. Baš je svaki od njih bivao<br />

ponesen srećom dobročinstva prema djeci,<br />

koja neće postati smetlari, već obrazovani i<br />

veliki, dobri i pametni ljudi. To se dalo posve<br />

jasno iščitati iz njihovih pogleda. Redarstvenik<br />

Rüstem nije imao nikakva prava sputati njihovo<br />

zadovoljstvo, omesti njihovu sreću. A djeci<br />

su upravo olovke bile i najdraže igračke. I on bi<br />

svake večeri dolazio kući s mnoštvom raznobojnih<br />

olovaka. Olovke su bivale i ulog dok bi se<br />

majka, sin i kćer kladili u to koliko će ih donijeti<br />

večeras. I vazda je bivalo onako kako bi rekla<br />

kćerka, baš tačno toliko ili pak približno njenoj<br />

procjeni.<br />

Te godine im kćer bješe u petom razredu osnovne<br />

škole... Djevojčica imade oslonac u nečemu<br />

čime se dičila tek potajno, zaleđe za koje nit’ je<br />

ikome mogla niti će ikada moći kazati bilo šta.<br />

A ipak su sva ta djeca imala ponešto. Imala su<br />

divnu odjeću, krasne torbe, vozila koja bi<br />

svakoga dana dolazila po njih i odvozila kući...<br />

Da, da, imala su, samo baš niko, pa čak ni oni<br />

čiji su očevi držali trgovine olovkama, nisu ih<br />

imali toliko. A tako se potajno dičila njima...<br />

Kad god bi pomislila na olovke, njene bi oči<br />

zaiskrile nekim tajnovitim ushićenjem, a<br />

rumeni joj obrazi zablistali. Ali niko nije ni<br />

znao da ih je ona imala tako mnogo... To za nju<br />

bješe teško breme. Nije tek tako mogla uzeti<br />

olovke te ih ponijeti u školu... I da je odnijela<br />

samo jednu, svi, ali baš svi bi zinuli kao tele u<br />

šarena vrata. A imala je na hiljade raznobojnih<br />

olovaka. Crvene, bijele, crne, plave, narandžaste...<br />

I čim bi sve svoje olovke sabrala, nastajalo<br />

bi pravo šarenilo boja. U biti nalikovalo je na<br />

šarenilo olovaka, i to svjetlucavo... Da ih je<br />

mogla ponijeti u školu, mogla je, samo, šta kad<br />

bi je upitali otkud joj toliko. Šta bi rekla, šta je,<br />

ustvari, mogla i reći? Pred svom tom djecom.<br />

Nije mogla kazati: „Moj je otac glavni smetlar,<br />

te je ovoliko olovaka nakupio po smeću...“ Pa<br />

kad bi umrla, kad bi je i zaklali, dobrano joj<br />

pustili krvi, to ne bi rekla. Kako je i mogla... No,<br />

posve je sigurno da je olovke morala ponijeti, i<br />

pokazati svojim prijateljima.<br />

Danima je razbijala glavu, i nikako nije uspijevala<br />

pronaći rješenje. Kaže li da joj je olovke<br />

kupio otac ne bi joj ni povjerovali. Pa čak ni<br />

djeci milionera očevi nisu mogli kupiti tako<br />

mnogo krasnih olovaka... Eeee, ali jednostavno<br />

ih je morala ponijeti u školu i pokazati prijateljima.<br />

Morala je pronaći neki način. Taj je zadatak<br />

sebi utuvila tako u glavu da ga je više bilo<br />

nemoguće smetnuti s uma. Jednog je dana sve<br />

olovke ubacila u torbu, ponijela u školu, izgarala<br />

od želje da ih pokaže, i gotovo pomahnitala,<br />

ali ih baš nikome nije smjela pokazati. I tako se<br />

možda nedjelju dana koprcala u tom žaru<br />

pokazivanja, no, ne bi ništa. I sve bi je to možda<br />

još i prošlo te godine da nije vidjela njihova<br />

susjeda Erola. Erol Abi bješe radnik u velikoj<br />

trgovini uredske opreme na Osmanbeyju.<br />

Jednom je kod njega kupila svesku. A ondje<br />

gdje je radio bivalo je tako mnogo olovaka...<br />

Aaaah, kad bi taj Erol bio neki rođak, primjerice<br />

ujakov sin. Kako divno, kako bi to bilo divno.<br />

Ma prava divota. Rekla bi: „Njih mi je poklonio<br />

Erol, ujakov sin...“ Te je noći, o tom Erolu,<br />

39


azmišljala sve do ponoći.<br />

Tog su jutra, na polasku u školu, njena torba i<br />

džepovi bili prepunjeni raznobojnim olovkama...<br />

Najprije je svoje olovke poredala pred<br />

drugaricom iz klupe, Sabahat. Njeni su na Velikom<br />

Bazaru držali draguljarnice, dupkom pune<br />

zlatnih narukvica. No, čak ni Sabahat nije<br />

imala tako mnogo olovaka...<br />

„Aaaaa. Otkud ti toliko olovaka, curice?“<br />

A Neriman joj posve ravnodušno reče:<br />

„To mi Erol Abi donosi. Svako veče... Na<br />

Beyazıtu ima ogromnu radnju, zatrpanu olovkama.<br />

A znaš li šta mi je Erol Abi? Ujakov sin.<br />

Još neoženjen...“<br />

I smjesta Sabahat otrča ostaloj djeci:<br />

„Da vidite koje olovke Neriman ima. Evo, ovoliko<br />

ima, ma hiljadu komada... Dabogda oćoravila<br />

ako lažem.“<br />

A djeca se sjatiše oko Neriman... I zaista, što je<br />

ona imala olovaka!<br />

Dok je Sabahat govorila:<br />

„Njen ujak ima sina, još je neoženjen. A na<br />

Beyazıtu ima ogromnu radnju... i to punu<br />

olovaka. Ima da idemo onamo svaki dan. Erol<br />

Abi će i nama dati koju“<br />

Neriman bješe tako zadovoljna njome.<br />

„Aaaaa...“, reče, „pa znaš?“<br />

I probra jedno pet – šest olovaka.<br />

„Erol Abi ove šalje tebi. Reče mi: ‘Podaj ih Sabahat.’<br />

Pričala sam mu tako mnogo o tebi. Rekla<br />

sam:’Ona mi je najbolja drugarica.’“<br />

Sabahat se nasmija i reče:<br />

„Znala sam. Hvala ti.“<br />

Zazvonilo je, te je Neriman, pred zadivljenim<br />

razredom, olovke strpala u torbu. Čas je<br />

počeo... A ona je na koncu bila iznad svih. I<br />

naprosto prštala od sreće.<br />

Nakon toga je svakoga dana dolazila s torbom<br />

do vrha ispunjenom olovkama. Dijelila ih je baš<br />

svima. Najzad je bila njihova abla. Pa zašto bi<br />

djeca kupovala olovke. Erol Abi joj je i onako<br />

donosio more, a ona ih je opet davala svima.<br />

Toliko je imala olovaka. Ma da ih je dijelila i po<br />

cijeloj školi, ne bi ih ponestalo...<br />

I tako je Nerimanina sreća trajala i trajala, sve<br />

dok se ne desi ta grozota.<br />

Tu bješe taj kržljavi, taj zrikavi piljarev sin,<br />

Zühtü, taj bijednik, ma taj obični balonja, e, on,<br />

on je sve pokvario. Ma lažov jedan, krmak,<br />

gramzivac... Samo što ga pogledaš dođe ti da<br />

povratiš dušu, i ne okusiš mjesec ništa. Eto, sve<br />

je to bilo njegovo maslo.<br />

Otišao je do učitelja:<br />

„Bogami, dabogda crk’o, ma dabogda mi umrla<br />

mati... Neriman mi je ukrala olovku. Vidio sam<br />

je među njenim. Još sam je i obilježio... Zelenu<br />

jednu olovku... Baš na njoj sam napravio dvije<br />

recke... E, tu sam olovku vidio kod Neriman.“<br />

Učitelj je pozvao Neriman te zatražio da otvori<br />

svoju torbu... I potom, pred tolikim mnoštvom<br />

olovaka ostao zapanjen.<br />

Zühtü je nagrnuvši na njih rekao:<br />

„E, ova učitelju“, i uzeo olovku.<br />

A učitelj je strogo upitao:<br />

„Otkud ti ovoliko olovaka?!“<br />

Neriman već danima bješe spremna te je naprćivši<br />

usne kazala:<br />

„Ove mi olovke daje Erol Abi, a kod kuće ih<br />

imam još toliko...“<br />

Na to je učitelj podmuklo pogledao i rekao:<br />

„Idi, pa donosi i ostale olovke od kuće.“<br />

A Zühtüu:<br />

„Vrati tu olovku Neriman.“<br />

„Ali učitelju, učitelju...“<br />

„Vrati olovku...“<br />

I nato mu je uzeo iz ruke i dao Neriman... A ona<br />

je svoje olovke strpala u torbu i s njom u<br />

rukama počela juriti pravac kući.<br />

No, učitelj dodade straga:<br />

„Torba neka ostane ovdje.“<br />

Neriman se vratila, ostavila torbu na stol i<br />

zatim pojurila doma. A kući je došla za tili čas,<br />

pa je jednu oveću platnenu torbu napunila<br />

svim olovkama, te opet odjurila nazad u školu.“<br />

„Eto, učitelju, to bi bilo sve...“<br />

„Hajde, sada se vrati u učionicu“, kazao je<br />

učitelj.<br />

I zatim se uputio ravnatelju, te mu nadugačko<br />

ispričao sav slučaj. A ravnatelj je potom kružeći<br />

po školi od razreda do razreda objavio:<br />

„Svako ko je izgubio olovku, ili mu je ukradena,<br />

neka se na velikom odmoru nađe ispred moga<br />

ureda.“<br />

Nekoliko časova poslije, ispred ravnateljeva<br />

40


ureda naprosto je vrvjelo. Skoro pa više od<br />

polovice učenika svoju olovku bješe zagubilo,<br />

ili im pak olovka bješe ukradena.<br />

„Hajde, kaži, kako ti je izgledala ta ukradena<br />

olovka?“<br />

Dijete bi opisalo olovku, a ravnatelj bi pronašao<br />

jednu, te je pružio djetetu.<br />

I tako je tom cijelom nizu djece razdijelio<br />

olovke. A djeca nisu lagala, i olovke zbilja i jesu<br />

bile njihove...<br />

„De kaži, kako si ukrala ovoliko olovaka?“<br />

„Nisam ih ukrala.“<br />

„Kažeš li istinu, dijete, oprostit ću ti.“<br />

„Ali, nisam ih ukrala.“<br />

„Pa dobro, da je Erol Abi i milioner, zašto bi ti<br />

baš poklonio ovoliko olovaka? Hajde, jednu,<br />

dvije, pa i deset komada... Ali na stotine?“<br />

„Erol Abi mi dao... Trgovina mu puna olovaka...“<br />

I tako je ravnatelj nadugo gnjavio djevojčicu, a<br />

nakon što iz nje ne izvuče istinu, reče joj:<br />

„Idi, i smjesta pozovi oca i majku.“<br />

Neriman je stigla kući, bacila se na krevet i<br />

otpočela snažno jecati. Njene oči od plača postaše<br />

krvave. Majka je tek uzrujano zapitkivala,<br />

ali djevojčica od silnoga plakanja nije mogla ni<br />

govoriti. Pošto se malko smirila, ispričala je<br />

majci sve onako kako se i zbilo. Uvečer je otac<br />

ponovo došao kući noseći sa sobom pregršt<br />

olovaka. Dao ih je Neriman. A ona ih je svom<br />

snagom sunula na ulicu. Majka je kroz suze<br />

događaj ispričala ocu.<br />

Neriman je govorila, i dozla da će umrijeti<br />

molila majku i oca:<br />

„Preklinjem vas, ne govorite da su olovke<br />

pronađene na smeću. Kažite da ih je Erol Abi<br />

dao...“<br />

„Neće nam povjerovati...“<br />

„Pa i ne moraju..“<br />

„Ta, zar je pronaći olovku na smeću, gore i od<br />

krađe?“<br />

„Gore je, mnogo gore...“<br />

I tako je natezanje između majke, oca i kćeri<br />

potrajalo do ponoći.<br />

Neriman je govorila:<br />

„Kažete li da su olovke nakupljene po smeću, ja<br />

ću se ubiti...“<br />

41<br />

Redarstvenik Rüstem svoju je djecu poznavao<br />

dobro. I da, djevojčica bi sebi oduzela život.<br />

„Imaš pravo, kćeri“, rekao je, „u školi ću im<br />

kazati da joj je te olovke poklonio ujakov sin<br />

Erol.“<br />

Izjutra je redarstvenik Rüstem sa svojom kćerkom<br />

otišao u školu, te učitelju i ravnatelju<br />

otpočeo pričati o Erolu, stao kazivati sve<br />

nadugo i naširoko o tome kako je on dobar,<br />

velikodušan rođak. Ravnatelj je zatražio adresu<br />

Erolove trgovine na Beyazıtu. Otac i kćer ostaše<br />

skamenjeni. No, na kraju je redarstvenik<br />

Rüstem smislio neku adresu, te je izdiktirao<br />

ravnatelju. I potom su otac i kćer otišli iz škole.<br />

Istraga bješe završena, ispostavilo se da je Neriman<br />

olovke ukrala, te zbog toga izbačena iz<br />

škole.<br />

Prilično sam kasno čuo za ovaj događaj. Otrčao<br />

sam odmah do kuće redarstvenika Rüstema,<br />

no, doma ne bi nikog. Sedmicu sam dana odlazio,<br />

dolazio, kućna vrata biše ništa do li zida...<br />

Šest mjeseci, sve do moje selidbe u Basınköy,<br />

kuća bješe još uvijek zatvorena... Tek jedna<br />

pusta, mrtva, sumorna kuća... Djeca iz četvrti<br />

izgaziše mileni vrt, i potrgaše one crvene, plave<br />

i ružičaste geranije na prozorima...<br />

Ja dobro poznajem smetlišta. Redarstveniku<br />

Rüstemu zahvaljujući. Smetlišta su istovjetna<br />

preslika svojih gradova... A ako li je grad prljav,<br />

varljiv, okrutan i podao, njegova smetlišta zaudaraju<br />

hiljadu put jače. Poput strvi... Na istanbulska<br />

smetlišta galebovi slijeću, i ona postaju<br />

snježnobijela. I to pogano smeće biva pritajeno<br />

njima. Aaah, a iz tih istanbulskih smetlišta<br />

znaju izroniti i raznobojne olovke... a zna i koji<br />

prsten od zlata.


43- FILIP MURSEL BEGOVIĆ SÖYLEŞİ 49- ESMA KOÇ VİGİ-<br />

LANTE 50- ERVANUR ERDOĞAN DİNAMİK ORGANİZMALAR<br />

TASVİRİ 51- NADIJA REBRONJA LUIS, A NEKIM LJUDIMA 52-<br />

METİN SAVAŞ ÖTEKİLER DE İNSANDIR 54- ERVANUR ER-<br />

DOĞAN SANATTA YORGAN YA DA URGAN MESELESİ OLARAK<br />

DADACILIK 57- ENNA ZONE ÐONLIĆ IS AUGUST SENOA ‘PEAS-<br />

ANT’S REVOLT’’ HISTORICAL REALITY OR FICTION?‘<br />

SÖYLEŞİ Filip Mursel Begović<br />

Filip Mürsel Begoviç 1979 Zagreb, Hırvatistan doğumlu. Zagreb Felsefe Fakultesi Hırvatça ve Doğu<br />

Slav Dilleri bölümü mezunu. Şu anda Bosna Hersek’te haftalık olarak çıkan ‘’Stav’’ dergisinin genel<br />

yayın yönetmenliğini yapıyor. Bir çok Bosna ve Hırvat gazetesinde köşe yazıları, söyleşiler, edebiyat<br />

eleştirileri ve makaleler yayınladı. Sadece Boşnaklar ve Müslümanların geleneksel ve kültürel sıkıntıları<br />

değil Avrupadaki kültür farklılıkları ve batıdaki azınlıklar üzerine yaptığı çalışmalarla da<br />

dikkat çekiyor. Orient Espresso isimli tiyatro okulunda yönetmenlik ve oyun yazarlığı yaptı. Zagreb’de<br />

bulunurken Behar Dergisinin yardımcı yayın yönetmenliğini yaptı. Onlarca kitabın editörlüğünü<br />

yaptı ve yayına hazırladı. Yeni dönem Boşnak şiiri hakkında iki adet kitabı yayınlandı.<br />

43


Uzun bir süre Zagreb'te yaşadınız. Sonrasında,<br />

Bosna'ya taşındınız ve Saraybosna'da<br />

yaşıyorsunuz. Genel bir sorudan başlayalım<br />

söyleşiye. Bildiğiniz gibi Baška<br />

Dergi, Balkan şehirleri dosyalarıyla çıkıyor.<br />

Saraybosna'yla kıyaslarsanız, Zagreb<br />

nasıl bir şehirdir sizin için?<br />

Zagreb'te doğdum ve eğitim hayatım orada<br />

geçti. Yaşamımın otuz yılını Zagreb'te sürdürdüm.<br />

İnsan doğduğu, büyüdüğü şehri nasıl<br />

sevmez? Bu ancak kalpsiz bir insan için geçerli<br />

olabilir. Yaşamımın geri kalan kısmını Saraybosna'da<br />

geçirmeye karar verdim. Ailem Bosna<br />

kökenli olduğundan, daha önceleri gelip<br />

yerleşmeyi düşündümse de, Bosna'da aileden<br />

geriye kalan hiçbir şeyin olmaması beni Zagreb’e<br />

döndürdü. Ne yazık ki, ailemin geride<br />

bıraktığı evler ya yıkılmış ya da satılmıştı. Ama<br />

Bosna’yı ve insanlarını sevdiğim için geri<br />

geldim. Neticede yaşayanı olmayan bir ev, boş<br />

dört duvardan başka bir şey değildir. İlk başlarda,<br />

yalan yok Zagreb'i özlemiştim. Proust vari<br />

bazı duygular içimi sarıyordu, ama ne yazık ki<br />

burnuma gelen koku Proust’un Madeleine<br />

kurabiyelerinin kokusu değildi. Saraybosna’nın<br />

Miljacka nehri boyunca yürürken birden<br />

nehrin kokusuyla kanalizasyon kokusu karışık<br />

bir koku duydum, tuhaf bir şekilde bir an<br />

çocukluğumu ve Zagreb'in Sava nehrini anımsamıştım.<br />

O an özlemle karışık nostalji duygusu<br />

içime doldu. Saraybosna'ya idealist bir bakış<br />

açısıyla baktığımı söylemeliyim. Bana sanki<br />

Hac yapıyormuşum gibi geliyordu, her tarafta<br />

camiler ve hajirli(hayırlı) insanlar vardı. Hayat<br />

gerçekten başka bir şey. Nerede olursa olsun,<br />

her zaman dert tasa oluyor. O yüzden bir ara<br />

vermem gerekiyordu. Sonra Zagreb'e tekrar<br />

döndüm ama işte Bosna'yı ve Saraybosna'yı<br />

özlemiştim. Bir gün rüyamda, Zagreb Meydanında<br />

(Bana Jelacica) bir rüzgar esiyor ve<br />

kafamdaki fesi uçuruyordu. Şehrin merkezinde<br />

fesin peşinde koşuyor ve onu hiç yakalayamıyordum.<br />

Maalesef Hırvatistan'daki Boşnaklar,<br />

44<br />

çok kez bu fesi (milli ve dini bir özellik açısından)<br />

yakalarken, onu elinde tutamıyorlar. İşte<br />

bu yüzden, kızım Saraybosna'da doğduğu<br />

zaman, duygusal olarak parçalanmıştım. Köklerimi<br />

bırakıp, atalarımın ülkesine, Bosna'ya<br />

döndüğümü hissettim bu yüzden. O zamana<br />

kadar, maneviyat ve gelenek için keşfedilen<br />

ihtiyaçlarım açısından; Bosna benim için duygusal<br />

olarak baştan çıkarıcı, gizemli, o uzaktan<br />

sevdiğim kadınlara benziyordu. Küçük Sarajka<br />

doğduğunda; aynı göründüğü gibi, Bosna'yı bir<br />

anne gibi hissettim.<br />

Türklere ve Osmanlı dönemine<br />

karşı varolan önyargılar,<br />

tarihsel gerçeklerin<br />

bitirilmesi ve tahrif edilmesi<br />

sebebiyle korkutucu<br />

seviyededir.<br />

Zagreb başkent, haliyle diğer şehirlere göre<br />

insanlara daha fazla şey sunabiliyor. Bu yönüyle<br />

evet cezbedicidir. Ne var ki bir turist açısından<br />

baktığımızda, Dubrovnik çok daha cezbedicidir.<br />

Ayrıca, Hırvatistan'ın sahil kesimi de; temiz<br />

denizle, muhteşem doğasıyla, Akdeniz havasıy-<br />

Zagreb'i bölgenin<br />

özgün bir<br />

şehri olarak<br />

değerlendirebilir<br />

miyiz?<br />

Kesinlikle… Kültürel<br />

kodlarına bakacak<br />

olursak, Ljubljana'dan farksız değildir. Her<br />

ikisi de güzel şehirlerdir ve bu şehirlerde<br />

mimari ve kültür bakımından Avrupa merkezli<br />

bir ortam hâkimdir. Ama Saraybosna'nın başka<br />

bir yönü; Doğululuğu, var. Bu yüzden Saraybosna'nın<br />

her açıdan daha ilginç bir yer olduğunu<br />

söyleyebilirim. Belgrad ise, Sırpların Osmanlı<br />

mirasını korumak istemediler. -tabii ki- bu<br />

estetik değerler onların zevklerine fazla kaçıyordu,<br />

hiçbir şey bırakmayarak yok ettiler.<br />

Zagreb Hırvatistan'ın en çekici şehri mi?<br />

Hırvatistan hakkında konuşurken önce<br />

hangi şehir akla geliyor? Zagreb veya<br />

Dubrovnik mi?


la ve zengin kültürüyle, turistler için çok ilgi<br />

çekici bir yer.<br />

Hırvatistan'ı nereye koyuyorsunuz? Sizce<br />

bir Avrupa ülkesi mi? Bir dönüşümden söz<br />

edebilir mi? Hırvatistan hâlâ Balkan bir<br />

ülkesi midir?<br />

Hırvatistan Güneydoğu Avrupa'nın bir parçası,<br />

Hırvatlar ise Avrupalı insanlar. Aynı Bosna<br />

Hersek ve Boşnakların olduğu gibi. Aradaki fark<br />

Hırvatistan'ın Avrupa Birliğinin bir parçası ve<br />

Katolik olması; Bosna'nın ise AB üyesi olmaması<br />

ve Boşnakların müslüman olması. Bu sebeple<br />

kötü niyetli insanlar Boşnaklara kimliksiz<br />

millet yakıştırması yapıyorlar. Türkler aracılığıyla<br />

İslam’a girmiş aslen Hırvat yahut Sırplarmış<br />

gibi.<br />

Balkanlar coğrafi bir terimdir ve Hırvatistan da<br />

buna dahildir. Aslında Hırvatlar, Balkanların bir<br />

parçası olmadıklarını ve bu kelimenin birincil<br />

coğrafi anlamı aştığını ve "doğudaki kabileleri,<br />

vahşi ve kanlı geleneklere dayandıran bir şey”<br />

haline geldiğini düşünüyor. Bu kötü niyetli<br />

Balkan ismi altından bir Hırvat'ın çıkıp, Balkan<br />

kelimesinin Türkçe olduğunu ima etmesine bile<br />

şaşırmayın. Türklere ve Osmanlı dönemine<br />

karşı varolan önyargılar, tarihsel gerçeklerin<br />

bitirilmesi ve tahrif edilmesi sebebiyle korkutucu<br />

seviyededir. Ve bu sadece Hırvatistan'da olan<br />

bir şey değil. Bu önyargıların kurbanları Boşnaklardı,<br />

Sırplar Türk döneminin intikamını<br />

almaya çalıştılar.<br />

“Balkanlar” tanımlası çok tartışmalı bir<br />

konu, tarihte farklı isimlerle de anılmış.<br />

Siz “Balkanlar” tanımlamasına nasıl bakıyorsunuz?<br />

Hırvatlar için Balkanlar, ideal olarak Sırbistan,<br />

Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova ve Karadağ<br />

tarafından temsil edilmektedir. Ancak Ljubljana'ya<br />

giderseniz, Slovenler bu listeye Balkanlar<br />

Kültürel iktidarı Hırvatistan ve Sırbistan elinde<br />

tutuyor. Daha iyi bir okuma kültürünün kimde<br />

olduğunu ölçmek zor. En fazla kitap basın-yayının<br />

Sırbistan’da olduğu kesin, çünkü Sırbisile<br />

anılmak istemeyen Hırvatlar’ı eklemekte<br />

beis görmeyeceklerdir. Balkan halklarının ve<br />

mitlerinin kendilerini düşünüyor olması;<br />

gerçekten eğlendirici ve ilginçtir. Genellikle<br />

“Balkan” diye adlandırılmak hoşlanmadıkları<br />

bir şeydir. Bu nedenle coğrafi bir terim olarak<br />

bile içinde olmak istemezler. Aslında asıl problem;<br />

Balkanlar'daki Güney Slav uluslarının<br />

(Bulgaristan hariç) devleti olan Eski Yugoslavya'nın<br />

dağılmasıydı. Hiç şüphesiz bu durum,<br />

Sırbistan tarafından tasarlanmıştı ve patlak<br />

veren savaşın asıl amacıydı. Peki bundan sonra<br />

ortak alanlara nasıl hitap edecektik ? "Balkanlar"<br />

kelimesi kullanılmak istenmiyor. Çünkü<br />

’’Balkanlaşma’’(Balkanization) sözcüğü İngilizcede<br />

parçalanmakla eş anlamlıdır. Bölgeyi "Eski<br />

Yugoslavya" olarak adlandırmak da istemiyorlar,<br />

çünkü kanlı bir çağrışım yapıyor ve parçalanan<br />

bir şeyi hatırlatıyor. O zaman ’’Bölgenin<br />

Ülkesi’’ diyeceğiz. Bu coğrafyada herkes inatçıdır.<br />

Ben de bir inatçı olarak ‘’Boşnak Ulusal<br />

Listesi’’nin editörüyüm. Yazarlarımız Bosna<br />

Hersek çevresi için, ‘’Bölgenin Ülkesi’’ olarak<br />

yazdıklarında düzeltiyorum. Bence bu hakka<br />

sahibiz, çünkü bizim "Hayalî Balkanlar"ın geri<br />

kalanına ya da sözde bölgelere baktığımız açı<br />

budur.<br />

"Balkanlar" kelimesi kullanılmak istenmiyor.<br />

Çünkü ’’Balkanlaşma’’(Balkanization) sözcüğü<br />

İngilizcede parçalanmakla eş anlamlıdır.<br />

Balkanlarda kültürel iktidar kimin elinde?<br />

En büyük yayıncı hangi ülkede? En çok ödüllü<br />

filmleri kim çekiyor? Kimin haber kanaları,<br />

gazeteleri daha etkin eski Yugoslavya’da?<br />

45


tan’ın nüfusu iki kat daha fazla. İlginç bulduğum<br />

şey, Slovenler’in kültüre bu denli yatırım<br />

yapmaları gerektiğine inanmış olmaları. Uzun<br />

bir süredir kültüre yatırım yapıyorlar ve bu<br />

durum o küçük ülkenin çok kısa zamanda<br />

tanınmasını sağladı. Küçük uluslar olduğumuz<br />

söylenir. Bunu benimsemenin arızalı olduğu<br />

fikrindeyim. Çünkü bu, bir yerden sonra sizi<br />

aşağılık duygusuna götürüyor. Küçük ülkeler<br />

değil, nüfusu ve sayısı az ülkelerin olduğunu<br />

düşünüyorum. Ama küçük ülke deyince, bu<br />

küçük ülkenin küçük kültürü olmasına götürüyor<br />

ki bu yanlış bir tanımlama. Çünkü hiç bir<br />

ülke, hiç bir millet küçüklüğü kendine yediremez.<br />

Gelişmiş bir ekonominiz, güçlü bir ordunuz,<br />

istikrarlı bir dış politikası olmayan bir<br />

ülkeyseniz; gerçekten kültür ve eğitime yatırım<br />

yapmanız gerekir. Çünkü ülkenizi ancak bu<br />

şekilde dünyaya kabul ettirebiliyorsunuz. Bunu<br />

anlayan her ülke, modern pazarlama ve tanıtım<br />

yollarını seçiyor ve kendi çıkarlarına uyuyorsa<br />

kendisini başkalarına dayatma fırsatını yakalıyor.<br />

Balkan ülkeleri bu sebepten dolayı birbirlerine<br />

kendi kültürleri empoze etmeye çalışıyorlar.<br />

Bizim televizyonlarımızda hep Sırbistan ve<br />

Hırvatistan var. Bu kanallar dışında ayrıca iki<br />

bölgesel kanal daha var. Bunlardan birisi Al<br />

Jazeera Balkans diğeri ise ona rakip olarak çıkan<br />

N1. Medya meselesine gelince, bölgesel anlamda<br />

yaşanan sorun; eski Yugoslavya’daki duyguları<br />

yani Yugonostaljiyi kullanarak bölgesel bir<br />

işbirliğine gitmeye çalışmak bence. Bu gibi bir<br />

hataya düşen medyayla, iyi bir yere varılamaz.<br />

Zagreb'in Yugoslavya döneminde ve sonrasında<br />

en entelektüel şehirlerden birisi olduğu<br />

söylenir. Gerçekten öyle midir? Tarihte ve<br />

günümüzde, sizce bölgedeki sanat ve edebiyatın<br />

merkezi neresidir?<br />

Belgrad ve Zagreb o zamandan bu yana iki ana<br />

merkezdi. Belgrad, Yugoslavya’nın başkenti<br />

olduğundan hakim olanın Belgrad olması gerekir.<br />

Zagreb ise, Avrupa Birliği’nin bir parçası<br />

olarak günümüzde, AB fonlarının sunduğu<br />

şeylerle kültürel zenginleşmenin ve değişimin<br />

teşviki yoluyla bu konuda önde olma fırsatına<br />

sahip. Maalesef, Hırvat Kültür Politikası’nın bu<br />

yönde olmadığını görüyoruz. Ama hiç bir<br />

zaman hiç kimsenin kültürel zenginlik anlamında<br />

Saraybosna kadar imkanı olmayacak.<br />

Tabii Saraybosna’ya kendini tanıtma şansı tanınırsa…<br />

Ne zaman bunu anlarsak o zaman Saraybosna<br />

kendini öne çıkarma fırsatı yakalayacak. Nasıl<br />

ki Doğu ve Batı’nın buluşma şehri olan İstanbul,<br />

Doğu ve Batı’yı fiziki olarak birbirine bağlıyorsa<br />

Saraybosna da bunun manevi kolunu<br />

üstlenir. Avrupa’da, batıdaki en doğu şehirdir<br />

Saraybosna. Bu yüzden, güzel ve ilham verici<br />

kültürel imkanların yer aldığı bir evren diyebiliriz<br />

Saraybosna için.<br />

Hırvatlar için Balkanlar, ideal olarak Sırbistan,<br />

Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova ve Karadağ<br />

tarafından temsil edilmektedir. Ancak Ljubljana'ya<br />

giderseniz, Slovenler bu listeye Balkanlar ile<br />

anılmak istemeyen Hırvatlar’ı eklemekte beis<br />

görmeyeceklerdir.<br />

46<br />

30 Mart'ta Saraybosna'da ‘’Ortak Bir Dil<br />

Bildirgesi’’ imzalandı. Balkan ülkelerinde<br />

konuşulan tüm dillerin; Sırpça-Hırvatca-Boşnakça-Karadağca<br />

konuşanların aynı dili<br />

konuştuğunun kabul edilmesi gerektiği<br />

belirtildi. Tam olarak mesele neydi?


Dilbilimci Snježana Kordić, ortak bir dil olan<br />

Sırpça-Hırvatça (Yugoslavya döneminde ) dili<br />

üzerine olan tezini hiç bir zaman inkar etmedi.<br />

Sadece, yaklaşımını ve taktiklerini değiştirdi.<br />

Bu nedenle şüphesiz ki şu anda bunun böyle<br />

olmadığını iddia etmekle birlikte; Kordicka'nın<br />

ortak dili çağırdığı şey aslında, Sırpça-Hırvatca’dır.<br />

Bununla birlikte, imza atanlar yeni bir<br />

ekol ya da çok merkezli çağrı girişiminde<br />

bulunduğunu övüyorlardı. Amacına Hırvatistan<br />

ve Sırbistan’da ulaşamadığından, Saraybosna’da<br />

fikirlerini destekleyen bir yardım grubu<br />

oluşturdu -ki bunlar Bildirge’ye imza atanlardandı-<br />

öfkeli Ranko Bugarski’nin yanısıra, bu<br />

grupta belli başlı kurum ve kuruluşlardan gelen<br />

tek bir dil bilimci yoktu.<br />

Dört hedef ülkede, dil sorunları ile ilgileniyorlar<br />

(Bosna Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ).<br />

Şüphesiz imzacılardan bazıları, "Ortak,çok<br />

merkezli bir standart dilin; her dili<br />

konuşanın o dile kendisinin istediği gibi isim<br />

verme imkânı bıraktığı" iddiasında olduğuna<br />

inanan, akıllıca tasvir edilen bildirim metniyle<br />

aldatıldı. Buna ek olarak, medyada yapılan açıklamalara<br />

göre; bu bildirinin sadece makul her<br />

şey için tanınmış ve kabul edilebilir şeyleri<br />

onaylamak istediği gibi çok yuvarlak ifadeler<br />

var. Ki bunlar zaten bildiğimiz şeyler, şiddetle<br />

ayrılmak taraftarı olmadık hiç. Yani hoşgörülü<br />

bir Saraybosna onlar için makul başlangıç<br />

bölgesiydi. Çünkü bu ülkedeki hiç kimse onları<br />

tencere ile vurmaz. Başka bir deyişle, Bildir-<br />

Uzun yıllar, Zagreb'te Behar Dergisinde çalıştınız.<br />

Behar Dergisi, bölgedeki uzun soluklu<br />

Boşnak dergisiydi. Maalesef, artık yayımlanmıyor.<br />

Bu karar nasıl alındı ve neden alındı?<br />

Behar olarak bilinen dergi yayınına -yılda 6<br />

sayıdan 3 sayıya, 120 sayfadan 30 sayfaya düştüdevam<br />

ediyor. Fakat artık Boşnakların kimliğinin<br />

bir parçası olarak İslam'dan sapmayan bir<br />

gelenek ve modernitenin bir karışımını destek-<br />

47<br />

leyen, tam olarak bir Boşnak dergisi değil. Geçmişte<br />

Behar, Saraybosna'da bulanan; Bosna<br />

Hersek'teki 115 yıllık bir geleneğe sahip ulusal<br />

bir dergiydi. Bugün ise, Belgrad'da yayınlanan<br />

bir Hırvat gazetesi. Korkunç, çünkü bu da oldu.<br />

1911'de Behar, Boşnak listesinden bir Hırvat<br />

gazetesine dönüşmüştü. Aynı sıkıntı yüzyıl<br />

sonra yine oldu. Bu durum herhalde meydan<br />

okuyan insanlar tarafından tasarlandı, bir taraftan<br />

deli, milli Hırvatistan, diğer yandan Belgrad'da<br />

sol görüşlü insanlar var. Tam da söylediğimiz<br />

şey, medyanın korkunç şeyi yapmaması<br />

gerektiğini söylediğimiz şey; ‘’bölgesel lapa.’’<br />

Bu, ulusal dergilerin, kafa karışıklığı olan insanlar<br />

tarafından ele geçirildiğine bir delildir.<br />

Aslında, Hırvat siyasetinin böyle bir dergiyi<br />

kapatması gerekiyordu. Bütün sorun, Behar'ı<br />

yayınlayan birlik; Müslümanları yalnızca Boşnaklarla,<br />

Müslüman isimlerle ilişkilendiren<br />

Hırvat ulusal partilerinin eylemcileri tarafından<br />

ele geçirildiğinde başladı. Bundan başka bir şey<br />

değil. Ancak Behar 1911'de de Yeni Behar olarak<br />

yeniden doğmuştu. Umutsuzluğa gerek yok.<br />

Yüz yıl sonra 2016'da Zagreb'e tekrar gitti ama<br />

eğer nasipse yakında Saraybosna'da yeniden<br />

doğacak. Çünkü, Boşnakların kendi ulusal<br />

kültürünün ürünü olan bir derginin olmamasını<br />

kabullenmeyeceğiz. Sadece şimdilik yok. Bu<br />

kabul edilemez ve maalesef kendimizle ilgili<br />

çok konuşuyoruz.<br />

Gelişmiş bir ekonominiz, güçlü bir ordunuz,<br />

istikrarlı bir dış politikası olmayan bir ülkeyseniz;<br />

gerçekten kültür ve eğitime yatırım yapmanız<br />

gerekir.<br />

Genel olarak edebiyat, kültür ve sanat dergilerinin<br />

Hırvatistan’da ve Balkanlardaki<br />

durumu nasıl?


Bir önceki soruya ilave yaparak cevap vereyim.<br />

Benim ve bir çok kimsenin çektiği sıkıntı şudur:<br />

Nasıl Hırvatlar’ın her (Bosnada bulunan)şehrinde<br />

kendi kültürlerine dair en az bir dergileri<br />

olur da, biz Boşnakların birden fazla dergisi<br />

olmaz? Bosna-Hersek'te Boşnakların kendi<br />

kültür dergileri nasıl olmaz? Ve Hırvatistan’daki<br />

Boşnakların neden az sayıda dergileri var?<br />

‘‘Geçmişte Behar, Saraybosna'da bulanan; Bosna<br />

Hersek'teki 115 yıllık bir geleneğe sahip ulusal bir<br />

dergiydi. Bugün ise, Belgrad'da yayınlanan bir<br />

Hırvat gazetesi. Korkunç!’’<br />

Hırvatlar (ve Sırplar) tüm literatürlerini topladıktan<br />

sonra; yağmur, ağaç, deniz edebiyatına<br />

geçtiler. Biz Boşnaklar hala daha bir milleti<br />

millet yapan eserleri, antolojileri ve temel<br />

kitaplarımızı oluşturamadık. Edebiyat tarihimiz<br />

yok. Bosnalı bir geçmişimiz yok. Boşnakça<br />

bir ansiklopedimiz yok. Çok çalışanlar var,<br />

bunlar mükemmel kişilerdir. Ancak ulusal<br />

projelerin, ulusal sistemin desteği olmadan<br />

bunlar mümkün olacak şeyler değil. Yani bu<br />

bize kalmış. Türkiye'deki meslektaşlarıma bunları<br />

uzun uzun anlattığımda; başları dönüyor ve<br />

hep sonrasında yardım etmeyi teklif ediyorlar.<br />

Kendimiz yapamayacaksak o zaman bu kitaplarımız<br />

olmasın daha iyi, onları hak etmedik<br />

diyorum..<br />

48


ESMA KOÇ<br />

VIGILANTE<br />

Apaçık adaletsiz başladı her şey<br />

Orada mevsim kış orada kar ceketin<br />

Orada omzuna dargın saç teli<br />

Orada dönemediğim eski çağ ellerin<br />

Kuşlarına inandım göğünün, uçmadılar<br />

İçimdeki taş, devrilmedi berrak sulara<br />

Uyusun da büyüsündü leylak büklümlerin<br />

Uyusun da büyüsündü yeter ki<br />

Kendimi bekledim senden usanalı<br />

Öylece durdum, trenler ezdi içimden<br />

Bir yokluk yıldızlandı bana doğru<br />

Şimdi ceylanların uykusu kadar ömrüm<br />

Sırlarım söz tuzaklarına açtığın hoyrat ağzında<br />

Ağzın ki kıvrımında yedi harikalı diyarlar uyur<br />

Koşup kapaklansam baktığın yerler büsbütün dağ<br />

Tanrım bilirsin bunları konuş onunla<br />

Bu suçla bilineceksek vazgeçmek deliliktir<br />

Ölümcül dalgaların dinmesine inancımı kaybettim<br />

Artık sakin geçemem zehirli düğümlerden<br />

49


ERVANUR ERDOĞAN<br />

DİNAMİK ORGANİZMALAR TASVİRİ<br />

Az önce bi haber izledim<br />

Oturdum özenle, ağzımı iki metre açarak<br />

Dal üstünde bir kuş iskeletini beş milyon liraya<br />

Satamamışlar<br />

Oysa ne kadar da güzeldir<br />

Dal üstünde, kuşla iskelet<br />

Ban Jelacic Meydanında akıllıyla deli<br />

İki tiz sestir mekana avize olan<br />

Doğuşma diye bir kelime duydum<br />

D harfinden kocamış kavimler gibi<br />

Şeffaf kanaldan <strong>renkli</strong> kanala geçerken<br />

Yaşayan değil ölmüş olmam gerektiğini de<br />

Şehrin çobanından duydum<br />

Hücrelerimi okşuyordu<br />

Marşlar, başlar, ilahlar dedim<br />

Ben sizi görüyorum<br />

Sizden beni kim görüyor<br />

Bir alkış sesi duymadan<br />

Bir ağzı öpüp taşlamadan<br />

Açık konuşayım<br />

İnsanoğlu uçar bazen<br />

Narsistlik Allah vergisi<br />

Soluklandım, su içtim<br />

Tahakkümü altında<br />

Adı şöhretli heykelinin<br />

Yürüdüm, sallandım, zılgıt çektim<br />

Ötüşüne döndüm kuş iskeleti<br />

Ban Jelacic'ten bakir sinema köşelerine<br />

İki senaryo bir kameraman<br />

Kurtulmam çok tesadüftü<br />

Bürokrat şansıma küstüm<br />

Arka bahçeden çağrıldım<br />

Sigara molasındayım, elim telek döküyor<br />

Dünyada söyleyecek bir şeyi yok delilerin<br />

Dilin mecazından başka<br />

Bu yüzden hiç küfretmez kadın şairler<br />

Spikerler kadar bile<br />

Şiirlerinde kelimeleri dişlerken<br />

50


NADIJA REBRONJA<br />

luis, o nekim ljudima<br />

dok je spavala<br />

on se brijao<br />

u ogledalu je uhvatio<br />

njeno lice<br />

posmatrao je<br />

posmatrao<br />

i osjetio<br />

da mu na nekoga liči<br />

pronašao je oblik očiju diktatora<br />

usne zločinca<br />

bradu gnusnog generala<br />

uši čuvara logora<br />

probudila se<br />

i otišla da volontira<br />

u domu za siročad<br />

kao i svakog dana<br />

5I


ÖTEKİLER DE<br />

İNSANDIR<br />

Metin Savaş<br />

.<br />

İstanbul’daki tek yıldızlı otellerden birinde komilik<br />

ediyordum. Henüz çok gençtim, daha askere bile<br />

gitmemiştim. Turistik bir oteldi çalıştığım yer. Pek çok<br />

milletten turist konaklıyordu bizim otelde. Hekimlik<br />

yapan bir Japon müşterimizle dostluk kurmuş, yılbaşlarında<br />

birbirimize tebrik kartları göndermiştik<br />

mesela. İnternet yoktu o zamanlarda, posta hizmetleri<br />

yoluyla iletişim kuruyorduk. Etnik kökenini gizlemeyi<br />

tercih eden bir Ermeni aileyle de otelimizde tanışmıştım.<br />

Kök salmış Türk-Yunan husumetine rağmen<br />

paskalyalarda Yunanlı turistler otobüslerle geliyorlardı.<br />

Almanlar ve Fransızlar da otelimizde çokça konaklayanlar<br />

arasındaydı. Benim komilik yıllarım Humeyni<br />

devrimi günlerine denk geldiği için molla rejiminden<br />

kaçan epeyce Azeri kökenli İranlı da otelimize yerleşmişti.<br />

Gazeteci olduğunu söyleyen bir Fransız vatandaşıyla<br />

da kapıştığımı hatırlıyorum. Otelimizin duvarındaki<br />

Türkiye haritasına yanaşan Fransız gazeteci<br />

parmağını harita üzerindeki İstanbul noktasına koyarak<br />

“Bizans” demişti. Ben de delikanlılık yaşımın<br />

protest tavrıyla “Bizans mort” karşılığını vermiştim.<br />

Kim ne derse desin, sanatçı kimliğimle edindiğim<br />

izlenimleri dürüstçe ifade etmem gerekirse, Alman<br />

turistler diğer müşterilerimize kıyasla çok daha<br />

medeni idiler. Biz otel çalışanlarına verdikleri bahşiş<br />

de dolgun oluyordu ama Almanların daha<br />

medeni olduklarını söylemem o bahşişlerin<br />

hatırına değildir. İranlılar dağınık kimselerdi.<br />

Yunanlılar ise yaygaracıydılar. Fransızlar<br />

ise gerçekten zariftiler. Mağrip ülkelerinden<br />

gelen Arap-Berberi melezi müşterilerimizse<br />

ağır kokular sürünürdü hep. Türkiye’de biz<br />

bu esansa hacıyağı diyoruz. Yugoslavya’dan<br />

tek bir müşterimiz gelmişti. Futbolcuydu ve<br />

İstanbul’daki futbol kulüplerinden birine<br />

transfer edilmişti. Aylarca bizim otelde<br />

konakladı, sonra da futbol kulübüyle anlaşamayınca<br />

ülkesine geri döndü. Boşnak asıllı<br />

bir Yugoslav vatandaşıydı. Bu anlattıklarım<br />

seksenli yılların ilk yarısıdır. Boşnak futbolcu<br />

Türkçe biliyordu. Tabii ki aksanlı konuşuyordu.<br />

İstanbul’a transfer olmaktan memnundu<br />

ve Müslüman olduğunu ısrarla dile getiriyordu.<br />

Uzun boylu, kalıplı, sarışın, mert görünüşlü<br />

bir genç adamdı. Yazık ki onun adını<br />

artık hatırlamıyorum.<br />

Otelimize bir keresinde İngiliz bir aile<br />

gelmişti. Aile babası Arapça öğrenmiş.<br />

Türkçe konuşamıyorlardı. Bu aile bütün<br />

fertleriyle Hıristiyanlığı bırakıp Müslümanlığı<br />

seçmiş bir aileydi. Ailenin annesi tesettürlüydü.<br />

Otelimize ilk geldiklerinde bavullarını<br />

odalarına taşıdığımda aile babası elime<br />

bahşiş tutuşturmuş ve oda kapısını hemen<br />

kapamıştı. Koridorda bahşişe baktığımda<br />

gördüm ki Türk parasının en yüksek banknotudur.<br />

Aile babasının bonkörlüğüyle ilgili<br />

değildi bu durum. Türkiye’ye ilk gelişi<br />

olduğu için Türk Lirası’ndaki banknotları<br />

değer olarak henüz ayırt edemiyordu. Bunun<br />

böyle olduğunu anlayınca oda kapısını<br />

tıklattım, adam kapıyı açınca da elimdeki<br />

banknotta yazan yüksek rakamı gösterdim.<br />

Farkında olmaksızın bana yüksek meblağda<br />

bahşiş vermiş olduğunu anlayan İngiliz Müslüman<br />

baba teşekkür etti, parayı geri aldı ve<br />

cüzdanından çıkardığı daha düşük değerli<br />

bir banknotu yine elime tutuşturdu. Ama bu<br />

kez de Türk parasının en düşük banknotuydu<br />

bu. Sesimi çıkarmadım tabii. İngiliz aile<br />

lobiye indiğinde ben paspas yapıyordum.<br />

52


Aile babası eliyle uzaktan beni göstererek hanımına<br />

İngilizce bir şeyler söyledi. Neler söylediğini az<br />

çok tahmin edebilmiştim ve kendi milletim adına<br />

gururlanmıştım.<br />

Yine bir paskalya günüydü. İki otobüs dolusu<br />

Yunanlı gelmişti otelimize. İlk anda onların<br />

Türkiye’den Yunanistan’a gitme Rumlar olduğunu<br />

anlayamamıştım. Çok genç olduğum için tecrübesizdim.<br />

Otobüsten inenlerin neredeyse hepsi<br />

de yaşlı çiftlerdi. Yaşlı kadınların bir kısmı başörtülüydü.<br />

İki otobüsün bagajlarındaki bavulları ve<br />

valizleri taşımaya koyuldum. Sonrasında yaşlı bir<br />

kadın asansöre yürüdü. Siyah başörtülüydü, entarisi<br />

de siyahtı, pabuçları da siyahtı. Etrafına<br />

bakındıktan sonra Türkçe olarak bana seslendi.<br />

“Asansörle beni yukarıya kadar çıkarır mısın evladım?”<br />

Yanına koştum ve asansör kapısını açtım. Asansör<br />

kabinine beraber girdik.<br />

“Ben asansörden korkuyorum da,” dedi yaşlı<br />

kadın.<br />

Fakat beni o tecrübesiz yaşımda hayrete düşüren<br />

bir şey daha yapmıştı yaşlı Yunanlı kadın. Asansör<br />

kabinine adım atarken Besmele çekmişti. Çok<br />

şaşırmıştım.<br />

“Müslüman mısınız?” diye sordum.<br />

Türkçesi fevkalade düzgündü. İstanbul’daki yaşlı<br />

kadınlar gibi konuşuyordu.<br />

“Ortodoks’um,” dedi bana.<br />

Hiç ses etmedim ve onu odasına kadar götürdüm.<br />

Birkaç saat sonra o yaşlı kadın lobiye inince bir<br />

İdeolojiler bardak çay istedi. Servis ettim. bizi ayırsa da, rüyalar<br />

.<br />

ve<br />

“Gel yanıma otur, konuşalım biraz,” dedi.<br />

dertler biraraya getirir.<br />

Türkiye’de doğmuş, genç kız iken Yunanistan’ın<br />

bir köyüne yerleşmiş. Bu köyün ahalisi<br />

Türkiye’den gitme Rumlarmış.<br />

“Oralarda rahat mısınız?” diye sordum.<br />

Yaşlı kadın dedi ki:<br />

“Hiç sorma evladım. Yunanistan’a göç ettiğimiz<br />

53<br />

ilk zamanlarda çok eziyet çektik biz. İkinci sınıf<br />

vatandaş muamelesi gördük. ‘Siz Türk tohumusunuz’<br />

diyorlardı bize. İtip kakıyorlardı. Köyüme<br />

döndüğümde kocama senden bahsedeceğim.<br />

Çünkü bana iyi davranıyorsun.”<br />

Yaşlı kadın böyle konuşunca ben karşılık veremedim.<br />

Üzülmüştüm ve üzgün olduğumu o yaşlı<br />

kadın yüz ifademden fark etmişti. Ve işte bu yaşlı<br />

Rum kadınıyla tanışmam benim için bir hayat<br />

tecrübesiydi. Önyargıların, siyasi düşmanlıkların,<br />

birbirimizi anlamak ve tanımaktan uzak durmamızın<br />

bedeli ağır oluyormuş. Rus zulmünün en<br />

büyük mağdurlarından Kırım ülkesinin meşhur<br />

edebiyatçısı Cengiz Dağcı bir romanına “Onlar Da<br />

İnsandı” adını vermiştir. İşbu romanın son iki<br />

cümlesi şöyledir:<br />

“Tanrım! Onlar da insan! Acı onlara! Kendileri<br />

gibi, başkalarının da insan olduklarına inandır<br />

onları! Ötekiler, o hayvan gibi sürülüp götürülenler…<br />

Onlar da insandı!”<br />

Türk, Rum, Boşnak, kim olursa olsun hepimiz<br />

insanız.<br />

Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli subay Osman<br />

Gazi Kandemir’in “Yüzyıllık Hikâye” adlı bir<br />

romanı var. Bu roman Balkanlar coğrafyasının son<br />

yüz yılında yaşanmış olan acıları cephe gerisinden,<br />

sivil halk üzerinden anlatıyor. Balkan Savaşlarıyla<br />

başlayan bu roman Boşnak-Sırp savaşına<br />

kadar sürüyor. Çok şey söylenebilir ama “Yüzyıllık<br />

Hikâye” romanının en çarpıcı sözlerinden biri<br />

şudur: “Bu hadiseler yüzlerce yıl önce olmadı. Bu<br />

hadiseler dünyanın kuytu bir köşesinde de<br />

olmadı. Yirminci yüzyılda Avrupa’nın ortasında<br />

oldu. Benim karım yirminci yüzyılda Avrupa’nın<br />

ortasında köle gibi satıldı, kızım sayısız tecavüze<br />

uğradı, oğlum kötürüm kaldı.”


''Kelime, baylar, birinci derecede kamu sorunudur.''<br />

HUGO BALL<br />

Sosyal ritmin, Batı<br />

düşüncesinin ve insan<br />

akıl sağlığının en<br />

büyük darbeyi yaşadığı<br />

dönemlere gidelim.<br />

Birinci Dünya Savaşı<br />

sonrası, bir sergi salonunun<br />

tavanında içi<br />

doldurulmuş, omuzlarında<br />

subay rütbesi<br />

ve beresinin altında<br />

domuz maskesi bulunan<br />

bir asker asılı,<br />

duvar kısmında ise<br />

siyah ketenle doldurulmuş,<br />

bacağı ve<br />

kolları olmayan bir<br />

kadın. Omuzlarında<br />

elektrikli zil ve ispirto<br />

ocağı var; vücudunun<br />

arka kısmında ise<br />

kocaman bir haç asılı.<br />

Hemen yanı başlarında,<br />

Tanrı Bizimle tümcesi.<br />

Ek olarak şöyle de<br />

bir not yer alıyor: “Bu<br />

sanat yapıtını anlamak<br />

için doymuş bir<br />

maymunla 12 saat<br />

eğitim yapılmalı ve<br />

tam techizat Temelhof<br />

alanında koşulmalı.“<br />

İşte 1916 yılında<br />

Zürih'te bir kaç gencin<br />

bir araya gelmesiyle<br />

Dada'nın doğuşu<br />

başladı. Bu aynı<br />

zamanda karşı koyuş<br />

ve burjuvaziye apaçık<br />

bir saldırının da doğuşuydu.<br />

Dada hareketi,<br />

hemen hemen tüm<br />

Avrupa ülkelerinden<br />

rejim karşıtı aydınların<br />

önderliğini yürüttüğü<br />

bir hareketti ve<br />

savaşa karşı çıkma bu<br />

aydınları birleştiren<br />

en önemli özellikti.<br />

Kendi ülkeleriyle<br />

apaçık bir çatışma<br />

halinde olan bu aydınlar,<br />

ülkelerinden ayrılmış<br />

ve Zürih'te toplanmıştı.<br />

Bu hareketin<br />

estetiği ve eylemci<br />

biçimi de böylece<br />

aydınların düşüncelerinden<br />

derin izler taşıyacaktı.<br />

Zira kendileri<br />

sanatsız sanatçı insanlardı.<br />

Dada'nın kurucuları<br />

olan Hugo Ball,<br />

Marcel Janco, Tristan<br />

Tzara, Jean Arp ve<br />

Richard Huelsenbeck;<br />

çalışmalarına ilk<br />

SANATTA YORGAN YA DA<br />

URGAN MESELESİ OLARAK<br />

DADACILIK<br />

Ervanur ÖTEKİLER Erdoğan DE<br />

İNSANDIR<br />

54


olarak hedeflerindeki<br />

kamoyunu rahatsız<br />

etmekle başladılar;<br />

''Biz, komünal girişimin<br />

tamamlanmasıyla<br />

her bireyi bilinçli bir<br />

üretim gücünün mecrasına<br />

akıtmak istiyoruz.<br />

Sistemin eksikliklerine<br />

ve gücü tahrip<br />

edenlere savaş açtık.''<br />

Toplu Bildiri, 11 Nisan<br />

1919<br />

Çıkarılan dergiler,<br />

yazılan yazılar, açılan<br />

galeriler daima bir<br />

başkaldırıdan bahsediyordu.<br />

1918'de<br />

yayınladıkları bir<br />

bildiride, edebi boş<br />

kafaların dünyayı<br />

düzeltme kuramlarına<br />

karşı, yazı ve resimde<br />

Dadacılıktan yana<br />

olduklarını söylediler.<br />

Kübizm ve Fütürizmin<br />

bir başka versiyonu<br />

olarak görülen Dada,<br />

kısa sürede büyük<br />

tepkileri de beraberinde<br />

getirerek yayılmaya<br />

başladı. Yapıtlarında<br />

alışılmış kurallara ve<br />

estetiğe karşı çıkan<br />

Dada, sürekli olarak<br />

burjuvanın tiksinçliğini<br />

öne sürüyor,<br />

toplumda yer edinmiş<br />

düzen ve kavramları<br />

yok sayarak yeni<br />

deneysel ifade ve<br />

biçim formlarını<br />

bulmak için çaba<br />

harcıyordu. Bir defasında<br />

Dadaizm öncülerinden<br />

Jean Arp,<br />

''Sosyal Estetikten<br />

Zamanla Daha Fazla<br />

Uzaklaştım'' adlı yazısında<br />

Dadaizmi şöyle<br />

özetledi:<br />

“Dada, insanın akla<br />

uygun aldanışlarını<br />

ortadan kaldırmayı,<br />

doğal ve mantıksız<br />

düzene yeniden<br />

kavuşmayı amaçlamıştır.<br />

Dada, insanın<br />

mantıklı anlamsızlıklarını,<br />

mantıksız<br />

saçmalıklarla değiştirmeyi<br />

istemektedir.<br />

İşte bu yüzden biz,<br />

Dada'nın büyük davulunu<br />

bütün nefesimizle<br />

üflüyoruz. Dada için<br />

felsefeler, bırakılmış<br />

eski bir diş fırçasından<br />

daha az değerlidir.<br />

Dada onları büyük<br />

dünya liderlerine bırakır.<br />

Dada, erdemin<br />

resmi sözlüğünün<br />

iğrenç entrikalarını<br />

kınamaktadır. Dada,<br />

saçma olan için vardır,<br />

ki bu saçmalık anlamsızlık<br />

anlamına<br />

gelmez. Dada doğa<br />

gibi saçma ve akla<br />

aykırıdır. Dada doğadan<br />

yana ve sanatın<br />

karşısındadır. Dada<br />

hareketi kesinlikle<br />

doğduğu zamanın<br />

özel koşuları göz<br />

önüne alınarak incelenmelidir.<br />

Sözü geçen<br />

zamanlar, büyük bir<br />

karışıklığın olduğu<br />

zamanlardır.''<br />

Peki nedir Dada?<br />

sorusuna gelelim.<br />

Aslında hiç bir anlamı<br />

yok. Sanat tarihinin<br />

en radikal adımlardan<br />

biri olan Dada, eğer<br />

bir Fransızsanız size<br />

göre tahta attır;<br />

Almansanız bir hoşçakaldır;<br />

Romanyalıysanız<br />

''haklısın'' kelimesinin<br />

karşılığıdır. Bana<br />

göre en doğrusu, bu<br />

akımı iç boş bir kelimeyle<br />

bırakmak, salt<br />

Dada.<br />

Tüm dogma ve kuralcılıklara<br />

tepki olarak<br />

doğmuş ve yaşamın<br />

özünde devrim<br />

yapmak niyetinde<br />

olan bu insanlar, niçin<br />

bir kurala takılıp bir<br />

kelimenin içini<br />

doldurmaya maruz<br />

kalsın? Dada sadece<br />

var olmak istemişti.<br />

Bu yüzden 1. Dünya<br />

Savaşı yıllarında tüm<br />

estetik anlayışları<br />

yıkmaya teşebbüs etti.<br />

Provoke unsuru<br />

görselleri ön plana<br />

çıkararak içinde<br />

resmin, şiirin, müziğin<br />

yer aldığı bir kültür<br />

inşası niyetindeydi. Kronolojik<br />

açıdan düşünürsek<br />

Dada modernizm için yer<br />

alır ya da modernizm ve<br />

postmodernizm arasında<br />

bir köprüdür de diyebiliriz.<br />

O başkaldırıyla yükseldi,<br />

her türlü gerçekliğe şüphe<br />

ile yaklaştı ve bu başkaldırıdan<br />

sanat üretti. Üretilen<br />

bu sanat her ne kadar tek<br />

başına yaşamını sürdüremese<br />

de daha sonraları<br />

Sürrealizm içerisinde faaliyet<br />

göstermeye devam<br />

etmiş, 1960 sonrası<br />

Neo-Dada adı altında başka<br />

bir boyutta geri dönüşüm<br />

gerçekleştirmiş olması da<br />

onun güçlü bir sanatsal<br />

anlayış olduğunun göstergesidir.<br />

Nitekim bu durum,<br />

Neo-Dada ve Amerikan<br />

55<br />

‘’Dada hareketi,<br />

hemen hemen tüm<br />

Avrupa ülkelerinden<br />

rejim karşıtı<br />

aydınların önderliğini<br />

yürüttüğü bir<br />

hareketti ve savaşa<br />

karşı çıkma bu<br />

aydınları birleştiren<br />

en önemli özellikti.’’


Reklamcılığı başlığı adı altında ayrıntılı<br />

olarak işlenebilir.<br />

Onlar, ''Zürih'in saygıdeğer ahalisi, öğrenciler,<br />

zanaatkarlar, işçiler, berduşlar, tüm ülkelerin<br />

aylakları, birleşin!'' diyerek ortaya çıktılar.<br />

Sadece teorik değil pratik olarak da<br />

büyük bir eylem oluşturdular. Onlar, sanat<br />

acilen ameliyat edilmeli diyerek bağlı kalınan<br />

tüm sanat kurallarını birer kocakarı<br />

ilacından ibaret gördüler. Ama ne yazık ki<br />

çabaları istenilen sonucu vermedi. Richard<br />

Skinner, meşhur romanı Kadife Bey'de geçen<br />

bir konuşmada;<br />

''Dadaizm başarılı oldu mu diye bana sorsalar,<br />

ayrıntılarda başarılı bir akımdı. Esasları<br />

söz konusu olduğunda ise tam bir başarısızlıktı<br />

diyebilirim. O zamanlarda havada bir<br />

şey vardı, fakat Dadaizm ruhunun sanatla işi<br />

olmazdı. Dadaizm, bir kaç etkileyici kitapçık,<br />

broşür üretmiş olabilir. Fakat amaçları<br />

dünyayı değiştimek, devrim yapmaktı. Eh,<br />

bu yüzden işte, çok kötü çuvalladıklarını söylememe<br />

pek gerek var mı bilmem.'' sözlerini<br />

sarfetmişti. Bu bağlamda şu yorumu yapmak<br />

kafidir; Dadaizm kendi içinde kendini parçaladı.<br />

Çünkü o da, bir burjuvazi içerisinden<br />

doğmuş ve bunun sırtına yapışmış ağırlığıyla<br />

yaşamaya çalışmıştı.<br />

Dada ve Türkiye meselesine gelecek olursak,<br />

70'li yıllarda pop kültürüne önayak olan<br />

Dada'nın Türkiye'de tutunacak bir dal bulamaması<br />

ilginç! Bunun elbette bir çok sebebi var.<br />

Turgut Uyar bunu şu sözlerle izah ediyor:<br />

''Dada, çökmüş yozlaşmış Batı Avrupa'nın son<br />

entelektüel çırpınışı. Boşa da gitmemiş üstelik<br />

Sürrealizmin özbeöz anası olmuş.<br />

Dada, Türkiye'de hiç bir zaman olmamış,<br />

olması imkan dışı değerler sisteminin karşısına<br />

dikilmiş bir akım...''<br />

Yeniden yeni bir gerçekliğe ulaşmak dileğiyle...<br />

KAYNAKÇA<br />

GOMBRİCH, E.H. (1993): Sanatın Öyküsü, İstanbul: Remzi Kitabevi..<br />

SKINNER Richard (2016), Kadife Bey, (Çev: Yusuf Eradam), İstanbul: Kara<br />

Plak Yayınevi.<br />

THOMSON Lauro (2015), Sürrealistler:Ayrıntıda Sanat, (Çev: Ali Berktay),<br />

İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.<br />

Dada Manifestoları (2008), İstanbul: Altıkırkbeş Basın Yayın.<br />

http://www.lib.uiowa.edu/dada/index.html<br />

DADA HER ŞEY DEĞİLDİR<br />

DADA HER ŞEYE TÜKÜRÜR<br />

56


IS AUGUST ŠENOA ’’PEASANT´S REVOLT“<br />

.<br />

HISTORICAL<br />

REALITY OR FICTION?<br />

Enna Zone<br />

Đonlić<br />

In Croatian literature we may find writers who<br />

left a deep mark on the literature due to their<br />

specific literary work and the ones who have<br />

contributed by introducing of some new<br />

elements and innovations that clearly illustrate<br />

the historical course of Croatian literary development.<br />

Seemingly, we should pay attention to the one<br />

of the most influential writers of the 19th century,<br />

August Šenoa. His powerful influence<br />

defined so called intermediate stage in the transition<br />

from Romanticism to Realism “protorealism”<br />

or “Šenoa´s time”. This fact was pointing to<br />

the many barriers which the Croatian nation<br />

faces and that can be overcome just with the<br />

help of literature.<br />

Novel or more precisely, a historical novel was<br />

recognized by Šenoa as a very powerful weapon<br />

in the fight against “parasites” of the time. At<br />

the centre of the Šenoa´s importance is his<br />

representative work “Peasant´s revolt” (1877),<br />

which outlines many characteristics of<br />

“šenoan” novelistic activities.<br />

However, there is important question to be<br />

raised – Did and to what extent Šenoa write<br />

historically objective? Is it possible that each<br />

procedure mentioned in the novel was based<br />

on historical reality or we can eventually talk<br />

about the interweaving of the reality and<br />

fiction?<br />

HISTORIA EST MAGISTRA VITAE<br />

In these times we can quite often meet the<br />

human´s attitude that past belongs to past,<br />

present to present and that the future is to be<br />

created. It is part of human nature to repress<br />

the past especially less positive one, in order to<br />

be able to look forward what is yet to come.<br />

Nevertheless, Šenoa looked on this issue quite<br />

differently:<br />

“It is good that people know where they sinned<br />

and stumbled, where they celebrated and<br />

honoured. It may be their lesson for the future.<br />

It is known for long, but always true, the world<br />

of old Roman: Historia vitae magistra... That<br />

truth came into me and urged me, even now, to<br />

present the ancient story, old sins and our<br />

former glory.”<br />

Ana Oreški argues that Šenoa´s vision of “old<br />

times” have an educational, we might even say,<br />

critically charged function. People cannot be<br />

separated from their past, they must be open to<br />

critical approach to their past. Eventually they<br />

are invited to perceive “history as a teacher of<br />

life” and to learn from it. Even though, the<br />

people are exhausted in the past, they are called<br />

to be an active co-creator of the present, and<br />

thus the future. Just from this we could understand<br />

Šenoa´s tendentiousness in writing novels<br />

with historical themes.<br />

Why would Šenoa literalise history – namely<br />

Peasant´s Revolt? Answer on this question is<br />

offered in the very preface to the Peasant´s<br />

Revolt:<br />

“In the historical novel you have to use analogy<br />

between past and present in order to bring<br />

people the knowledge about themselves.”<br />

Seemingly, in the root of Šenoa´s writing of<br />

historical novels is to recognize oneself. To that<br />

knowledge we will be lead by understanding<br />

the past as a teacher of present, and the notion<br />

that “the present is nothing but today´s<br />

history”. Getting to know oneself can be


understood as a kind of imperative to those<br />

who in their work deal with contemporary<br />

events, and whose function is almost the same<br />

as the historical novel.<br />

Frangeš in Šenoa´s analogy identifies the comparison<br />

function; he draws a parallel between<br />

the conditions in the time of uprising (16th century)<br />

- when the peasant was oppressed and<br />

exploited; with opportunity from the time of<br />

the publication of the novel (1877), when the<br />

Croatian peasant was in the almost a similar<br />

situation as three hundred years ago.<br />

The time was inspired by the spirit of historicism<br />

and empiricism, so Šenoa´s methodological<br />

approach to literalising and Romanization<br />

of historical event is largely based on the objectivistic<br />

approach. Peasant’s revolt took place in<br />

1573, led by Ambroz Gubec commonly known<br />

as Matija Gubec, served to Šenoa as a template<br />

for the historical novel. His love to historical<br />

veracity Šenoa confirms with these words:<br />

“History, I did not let you down. Nor I needed.<br />

All people are in the book- even the last servant,<br />

all the horrible scenes, all the evil executioners<br />

are true, not written in chronicles but have<br />

been proved in the court.”<br />

Portrayal of Matija Gubec character allowed<br />

Šenoa to exercise his youthful wish to be a<br />

leader of the revolt. For Šenoa, it is not enough<br />

for writer of historical novels to focus only on<br />

established sources and historical documents,<br />

yet writer needs to be archaeologists as well.<br />

Writers of historical novel need to dig in the<br />

past to find “untouched whole” and then “clad<br />

it into attire narrative”.<br />

This eventually explains Nemec´s argument<br />

that above-mentioned Šenoa´s words from the<br />

preface of the novel should not be taken literally.<br />

In continuation Nemec argues that Peasant´s<br />

Revolt represents a novel in which interaction<br />

between historical and fictional is present<br />

in two ways: as historisation of fiction and<br />

fictionalization of history (Krešimir Nemec,<br />

Povijest hrvatskog romana od početka do kraja<br />

19. stoljeća, Zagreb, Znanje, 1994).<br />

Šenoa uses characters that are mentioned in<br />

historical sources and documents but on the<br />

other side he did not suppress the fictional part.<br />

Eventually, that fictional part uses historical<br />

reality for the creation of the novelistic world.<br />

Undoubtedly Šenoa insists on the historical<br />

authenticity with his strong attitude towards<br />

historicism and empiricism. Therefore we can<br />

perceive Peasant´s Revolt as F. Šišić did as “historical<br />

monograph in the form of a novel”.<br />

There were others who did not agree with F.<br />

Šišić, and that is the reason why there is a need<br />

to distinguish between res gesta and res ficta in<br />

this historical writing. Šenoa does not describe<br />

the event that did take place – res gesta, he<br />

writes the fictional literature work- res ficta.<br />

Hence, this does not mean that Šenoa wrote his<br />

own interpretation of a historical event, that he<br />

distorted the truth and that he presents the<br />

event as the work of ad acta.<br />

Ergo, Šenoa wrote the novel with historical<br />

theme, at the same time he makes it fictional,<br />

but also he testifies his ability to talk about the<br />

present moment and the people who make the<br />

reality though all the historical characters in<br />

the novel. Šenoa´s characters, in the opinion of<br />

Nemec, do not only have historical costumes,<br />

58


they speak, think and feel as the people of the<br />

epoch in which they live. Generally speaking,<br />

Šenoa´s characters are constructed on the basis<br />

of the poor historical sources and in many ways<br />

are fictional. Those characters are ordinary,<br />

average people and they become close to ordinary<br />

reading public, which is the main consumer<br />

of the novel.<br />

Consequently, Šenoa with his novel Peasant´s<br />

revolt gives space for every reader to reflect on<br />

its portrait of historical theme. Characters are<br />

specifically selected as well as the events and<br />

the reader hardly creates impression that it is a<br />

kind of fictionalisation of history. However, we<br />

have to notice that Šenoa despite his realistic<br />

tendentiousness is prone to some romantic<br />

models of narration namely romantic relationships<br />

and its complications.<br />

One can say that Šenoa´s Peasant´s Revolt<br />

eventually is complete by fictionalisation which<br />

made pure historical reality interesting and<br />

accessible to all. Šenoa did not escape some<br />

elements of triviality but they are not possible<br />

to avoid if you are aiming to reach wider range<br />

of audience as it was Šenoa´s goal.<br />

59


61- SALİ SALİJİ SÖYLEŞİ 64- ÖZGE DENİZ DÜNYAYI SAL-<br />

LAYAN, BİRAZ RESMİ BİRAZ GÜNLÜK BİR İKİLİ: 2 CELLOS<br />

68- HATİCE TOKUZ KIRIK KALPLER DURAĞI YA DA<br />

MUSEUM OF BROKEN RELATIONSHIPS 70- TALHA ULUKIR<br />

EVE DÖNÜŞ YOKTUR: YAĞMURDAN ÖNCE 74- ŞULE YAVU-<br />

ZER BOZKIRDA YUGOSLAV FİNCANLAR 76- CİHAT GEMİCİ<br />

GALİZ KAHRAMAN: DAVOR ŠUKER 79- ATTİLA İLHAN LİLİ<br />

MARLEN TÜRKÜSÜ 80- BALKAN SÖZLÜK


6I<br />

Sali Saliji ile;<br />

‘Sevdalinka: The<br />

Alchemy of Soul’<br />

üzerine söyleşi<br />

Belgeselinizin ismi ‘’Sevdalinka:<br />

The Alchemy of Soul’'. Yani Sevdalinka<br />

müziği için “Ruhun Simyası”<br />

diyorsunuz. Bugüne kadar herhangi<br />

bir müzik dalı için böyle bir şey duymamıştık.<br />

Fazla iddialı değil mi?<br />

Bir çocuk doğduğu zaman adını annesi,<br />

babası vb. kişiler verir. Sevdalinka filmi<br />

benim filmimdir, Ancak bir müzik türü<br />

ve kültür olarak bana ait değil. Sevdalinka’yı<br />

kültürlerinin önemli parçası<br />

olarak gören insanlar, yani onun sahipleri<br />

ona “Ruhun Simyası” ismini vermişlerdir.<br />

Ben bu ismi sevdim. Dolayısyla<br />

çok mu iddialı az mı iddialı yükümlülüğü<br />

altına girmiyorum. Filmi izleyenin<br />

takdirine kalmış bir şey bu. Ancak buna<br />

karar vermeden önce Sevdalinka’yı kavramak<br />

için biraz sabır, bilgi ve özellikle<br />

de icra edilmeye baslandığı zamanın<br />

ruhunu kavramak gerekir. Aynı isimde<br />

Esad Bajtal’ın bir kitabı da vardır. Kendisi<br />

Bosna’nın en önde gelen Sosyoloji<br />

ve Felsefe hocalarındandır. Kitabı hakkında çok farklı çevrelerin övgülerine şahit oldum. Şöyle<br />

ki; Sevdalinka üzerine yazılmış en iyi kitap diye söyleyen çok kişi vardır. Sonuç olarak benim<br />

filmimi izleyen biri, o müzikteki simyayı keşfederse güzel bir şey olur keşfetmez ise de benim<br />

için çok sakıncalı bir durum değil. Çünkü müzik başlı başına özel bir şey ve ruha hitap eden bir<br />

şey olduğu için subjektif tarafı ağır basmaktadır.<br />

Balkan Müzikleri Üçlemesi yapıyorsunuz. İlk filminiz ‘’Rock the Trumpet’’, daha sonra<br />

“Sevdalinka:The Alchemy of Soul” ve çekim aşamasında olan “Tamburica: The Sound of<br />

Landscape” Toplamda 3 belgeselden bahsediyoruz. Bu üçlemeye bir proje olarak mı<br />

bakmalıyız, yoksa yönetmenin izleyicilere bir armağanı mı?<br />

Aslında içinde saydıklarınızın hepsi var diyebilirim. Herşeyden önce ben bunu proje olarak


tasarladığımda -ki bu yaklaşık 6-7<br />

sene önceydi- teknik olarak bir takım<br />

şeylere karar vererek başlamıştım.<br />

Bu detaylara çok girmek istemiyorum,<br />

onlar seyircinin keşfettiği şeyler<br />

olsun. Ancak örnek olarak neyi kast<br />

ettiğim anlaşılsın diye; mesela hiç bir<br />

filmimde anlatıcı yok. Bu prodüksiyon<br />

sıkıntısı vs. gibi bir nedenden<br />

dolayı oluşmuş bir şey değil; bu<br />

projenin planlı, programlı biçimi<br />

dolayısıyladır. Dolayısıyla evet bu bir<br />

proje. Diğer yandan armağan…<br />

Aslına bakarsanız armağan lafını çok<br />

sevmedim. Çünkü ben ağırlığı daha<br />

fazla olan bir şey yaptığımı düşünüyorum.<br />

Her şeyden önce Türkiye’de,<br />

benim işlediğim konuları kapsayan<br />

başka bir uzun metrajlı belgesel film<br />

-benim bildiğim kadarıyla- daha<br />

önce çekilmedi. Bu bakımdan yaptığım<br />

işlerin, Türkiye’nin prestiji<br />

açısından önemli olduğunu düşünüyorum.<br />

Çeşitli Uluslarası Film Festivallerine<br />

katılarak da buna bizzat<br />

şahit oldum. Ancak burada önemli<br />

olan nokta benim her iki tarafa, hem<br />

Türkiye hem Balkanlara her türlü<br />

anlamda hakim olmamdır. Ben bunu<br />

olumlu bir şekilde kullanmak istedim.<br />

Bu üç müzik türü, aslında çok<br />

da dinlediğim müzikler değildi<br />

hiçbir zaman. Ama hep bir saygım<br />

vardı ve değerli olduklarını biliyordum.<br />

Belli bir anlamda da unutulmaya<br />

yüz tutmuş müziklerdi bunlar.<br />

Çünkü önemli temsilcilerin çoğu ya<br />

çok yaşlılar ya da artık hayatta değiller.<br />

Açıkçası, bu konuda bir şey yapmalıyım<br />

duygusunu yaşadım. Ancak<br />

bu müziklere hakim olmamak beni<br />

hiç bir zaman korkutmadı. Ben onu<br />

avantaja çevirebilirim diye düşündüm<br />

ve öyle de yaptım. Filmimin<br />

seyircisi benimle beraber o müziği<br />

öğrenir konumuna geliyor ve bu<br />

durum filmlerime farklı bir seyir<br />

zevki katıyor.<br />

Sevdalinka belgeseliniz üzerinden<br />

gidecek olursak, dinamik ve çatışması<br />

bol bir belgesel izletiyorsunuz.<br />

Bu genel olarak yapmak istediğiniz<br />

bir şey mi yoksa belgeselin<br />

içinde bulunan sanatçılardan<br />

ötürü oluşan doğal bir durum mu?<br />

Şunu rahatça söyleyebilirim ki bence<br />

bu tecrübe ile ilgili bir şey. Film her<br />

aşamada tamamıyla kontrolümün<br />

altında. Çatışmalar ise daha en başta<br />

söz ettiğim anlatıcı olmayacaksa ne<br />

yapacaksından kaynaklanan bir<br />

durum. Malzemenize inanılmaz<br />

derecede hakim olmak zorundasınız<br />

ki öyle bir kurgu yapasınız. Gerisi<br />

tecrübe ve çok çalışmak... Sevdalinka<br />

filminin yaklaşık 70 saatlik yalnızca<br />

çekimi vardı bende. Ben o 70 saati<br />

kaç defa izlediğimi inanın ki bilmiyorum.<br />

Sayısız kez olduğunu söyleyebilirim.<br />

Dolayısıyla sizin filmimde<br />

tarif ettiğiniz “çatışma” son derece<br />

bilinçli, planlı ve programlı bir şey.<br />

Yalnız kurguda değil, daha çekim<br />

aşamasına geçilmeden önce bile bu<br />

durum böyle.<br />

Sali Saliji<br />

Sevdalinka veya Sevdah. Bosna’ya<br />

ait bir müzik türü fakat belgeseli-<br />

62<br />

Sali Saliji, Makedonya (Yugoslavya)<br />

doğumlu olup; hem anne<br />

hem de baba tarafından<br />

Makedonya Türklerindendir.<br />

Ancak babasının görev yeri<br />

sebebiyle Sırbistan’ın Sancak<br />

bölgesinde yer alan Prijepolje<br />

şehrinde yaşamıştır. Bu yüzden<br />

kendini Makedonya’dan ziyade<br />

Prijepolje’li hissetmektedir.<br />

Üniversiteye Saraybosna’da<br />

başlamış, ancak savaşın patlak<br />

vermesiyle bırakmak zorunda<br />

kalmıştır. Eğitimine Üsküp’te<br />

devam ederken, Türkiye’de<br />

okumaya karar vermiş; lisans,<br />

yüksek lisans ve doktora<br />

eğitimini İzmir Dokuz Eylül<br />

Üniversitesi, Güzel Sanatlar<br />

Fakültesi, Sinema ve Televizyon<br />

Bölümü’nde tamamlamıştır.<br />

1999 yılından beri, aynı<br />

üniversitede Yönetmenlik<br />

Anasanat Dalı’nda Öğretim<br />

Üyesi olarak görevini sürdürmektedir.<br />

Tiyatro, Deneysel<br />

Film, Reklam Filmi, Klip gibi<br />

pek çok alanda yönetmenlik<br />

vazifesini icra etmesinin yanı<br />

sıra son 7 yıldır Belgesel<br />

çalışmalarına yönelmiş<br />

durumdadır.


nizde buna Sırbistan’ın da sahip çıkmaya<br />

çalıştığını görüyoruz. Bu tarz şeyler<br />

kültürler arası etkileşim olarak mı<br />

yorumlanmalı, yoksa bir müzik dalı<br />

sadece bir millete veya kültüre mi ait<br />

olmalı?<br />

İyi şeyler er ya da geç herkese ait olur.<br />

Köken olarak bilmem kime veya nereye<br />

aittir dersiniz. Bence Sevdalinka konusunda<br />

da bu durum böyle olmuştur. Beğenildiği<br />

için, sevildiği için, dilsel ve kültürel bir<br />

engel olmadığı için pek tabiii ki sınır ülkesi<br />

Sırbistan’da da sevilecektir. Bundan daha<br />

doğal bir şey olamaz. Burada şunu belirtmem<br />

lazım. Sırbistan Sevdalinka’nın<br />

Bosna ve Boşnak kültürüne ait bir şey<br />

olduğunu kabul ediyor. Buna itiraz eden<br />

kimse yok. Ancak şunu söylüyorlar; “Sevdalinka<br />

Boşnak ev avlularından sokağa<br />

taştıktan sonra herkesin oldu. Hepimiz<br />

sevdik, hepimiz sahiplendik.” Buna zaten<br />

itiraz eden yok. Bir çok Sevdalinka’nın<br />

bestecisi, söz yazarı vs. Sırptır. Ancak<br />

kimse Sevdalinka Sırp müziğidir demez,<br />

buna Sırplar da dahildir. Bana Sırbistan’ı<br />

katmak enteresan geldi. Çünkü bu iki<br />

toplum Boşnaklar ve Sırplar korkunç bir<br />

savaş yaşadılar. Buna karşılık müzik konusuna<br />

girdiğinizde, müziğin ne kadar<br />

birleştirici ve pekiştirici bir şey olduğunu<br />

görüyorsunuz. Kaldı ki Balkanlara yeni<br />

savaşlar değil, sağlıklı ve beraber yaşanabilecek<br />

bir gelecek inşa edilmesi gerekir.<br />

Filmim bu anlamda bir katkı yapmaktadır<br />

diye düşünüyorum. En azından arzum o<br />

yöndedir.<br />

Sevdalinka’da bulunan dini ve yerli<br />

motiflerin değiştirilerek tekrar icra edilmesi<br />

bu müziğin harmonisi ve ruhunu<br />

değiştiriyor mu sizce?<br />

Sevdalinka’da önemli bir dini motif varsa o<br />

da yasaktır. Bu yasak özellikle kadının<br />

sokağa çıkma yasağı şeklindedir. Fiziksel<br />

bir yasaktır bu. İnsanoğlu, insanın ruhuna asla<br />

hiçbir yasak getirememiştir, getiremez de. Bu aslında<br />

Sevdalinka’nın doğduğu andır. Şarkı, yasak aşk<br />

ve buna benzer duyguların yaşanmasına yol açan<br />

bir ruh hali olmuştur. O yüzden bu derece içten ve<br />

derindir. Gerçekte, yasaklanan bir çok şey bu şekilde<br />

ortadan kaldırılmıştır. En azından Sevdalinka’nın<br />

metafizik evreni (18. ve 19. yüzyılda) yaşayan<br />

insanın yasaklardan kaynaklanan acılarını rahatlatan<br />

bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle<br />

bakınca mesela, o dönemdeki bir insan için Sevdalinka<br />

bir simya değildir de nedir?<br />

Belgeselinizde de gördüğümüz, Modern Sevdalinka<br />

ile Klasik Sevdalinka arasında yaşanan bir<br />

takım tartışmalarda sizin bir oyunuz/tarafınız<br />

var mı? Siz ne düşünüyorsunuz?<br />

Ben biraz Tito’nun tavırlarına benzeyecek ancak, her<br />

iki tarafı da tutuyorum. Ve bu durumda bu tavır<br />

mümkün olan bir tavırdır. Çünkü bu tartışmalar maç<br />

gibi değil de ondan mümkün. Bence Sevdalinka’nın<br />

gelenseksel formu çok iyi bir şekilde muhafaza edilmeli,<br />

korunmalı ve onunla ilgili gereken ne varsa<br />

yapılmalı. Diğer tarafta da yeni jenerasyonları da<br />

özgür bırakmak lazım. Çünkü popüler ve kötü olan<br />

hiç bir şey iz bırakmaz. Kötü olan bir daha anılmamak<br />

ve hatırlanmamak üzere kaybolacak, ancak iyi olanlar<br />

belli bir yere sahip olacaktır. Kaldı ki bence bu fikir<br />

bile sorulmamalı. Bu spontane bir şey olmalı. Yeni<br />

formlarda Sevdalinka’yı denemeyi kast ediyorum<br />

burada. Diğer konuya gelince ise muhafaza etmek<br />

için ciddi bir çaba sarf edilmesi lazım diye düşünüyorum.<br />

Aksi takdirde kültür kaybolup gidebilir.<br />

Saraybosna Film Festivaline katılacağınızı<br />

duyduk. Hangi filminizle katılıyorsunuz ve<br />

iddialı mısınız?<br />

Saraybosna Film Festivali son yıllarda Avrupa’nın en<br />

önemli ve en prestijli festivalleri arasında yer almaya<br />

başladı. Ben iddialı değilim ama filmimin iddialı<br />

olması lazım. Beni heyecanlandıran; filmimin böyle<br />

prestijli bir festivalin resmi programında göstermesi<br />

ve ondan da önemlisi Sevdalinka’yı anavatanında<br />

bir Türk filmi olarak göstermektir.<br />

63


DÜNYAYI SALLAYAN, BİRAZ<br />

RESMİ BİRAZ GÜNLÜK BİR İKİLİ:<br />

2 CELLOS<br />

Özge Deniz<br />

64


Hırvatistan; çok da uzun soluklu olmayan ülke<br />

geçmişine Eski Yugoslavya dönemini de ekleyerek<br />

baktığımızda; sanat sahnesine Goran Karan,<br />

Gibonni, Oliver Dragojević gibi birçok ünlü isim<br />

taşımış bir ülke… Ancak bu genç ülkeden güncel<br />

sanat sahnesine öyle bir ikili atıldı ki, bir daha<br />

önlerini alabilen olmadı: 2 CELLOS.<br />

Birbirlerini gençlikten beri tanıyan bu yetenekli<br />

ikilinin isimleri Stjepan Hauser ve Luka Šulić,<br />

bilinen isimleriyle 2Cellos. “Bu isim nereden geliyor?”<br />

diye sorulduğunda ise “Kısa, basit ve açık<br />

bir şey istedik, bu yüzden 2Cellos, yani iki çello.”<br />

cevabıyla karşılarlar bizi.<br />

Birlikte okudukları ve derslerinden birinde tanıştıkları<br />

Zagreb Müzik Akademisi’nden sonra<br />

eğitimine devam etmek için Viyana’ya geçen<br />

Šulić, ardından Londra’daki Royal Academy of<br />

Music’in yolunu tutar. Hauser ise Manchester’da<br />

Royal Northern College of Music ile devam ettirdiği<br />

eğitim hayatını Londra’daki Trinity Laban<br />

Konservatuvarı’nda tamamlamıştır.<br />

tutkuyla karılmasını, hayret ve hayranlıkla<br />

karşılamıştı. Yakın tarihte kendilerine yöneltilen<br />

“Bu alanda kendinize idol olarak gördüğünüz<br />

bir isim var mı?” sorusuna verdikleri “Bu<br />

fazı çoktan aştık. Zamanı geliyor, müzikte dışavurumunuz<br />

için kendi duruşunuzu arıyorsunuz.”<br />

cevabından, bizi bekleyen bu özgün<br />

içerikli birlikteliğin bize neler vaat ettiği anlaşılıyordu.<br />

Bu orijinal tat ve yorumun bunca<br />

pozitif tepkiyle karşılanmasının ardından<br />

güncel parçalara (ağırlıklı olarak pop ve rock<br />

türlerinde) klasik aranjmanlar yapmaya devam<br />

etme kararı alan ikilinin, Sony Masterworks ile<br />

yaptığı anlaşma ardından ilk albümleri olan<br />

2Cellos, 2011 yılında satışa çıktı.<br />

Ardından neredeyse tüm dünyayı dolaşmaya<br />

başladı bu kabına sığmayan genç ikili. Altı<br />

senede; binin üzerinde verilen konser, üç<br />

milyon kilometrenin üzerinde kat edilen yol,<br />

Müziğe, daha doğrusu sanata olan ilgileri genç<br />

yaşta ortaya çıkan ikiliden Hauser, Hırvatistan’ın<br />

Pula şehrinde geçen lise yıllarından ise çok keyifle<br />

bahsetmiyor. “Sevdiğim birkaç ders vardı, bunların<br />

hepsi de sanat dersleriydi, bunun dışında<br />

geri kalanı gözlerime karanlık düşürüyor*. En<br />

kötü tarafı öğrencilerin birbirlerine hakaretleriydi,<br />

en güzel anım ise okulun bittiği gündü.” diyerek<br />

özetlediği yıllarında nasıl sanata yöneldiğine<br />

dair kısa ve vurucu bir girizgâh yapmıştır.<br />

Klasik müzik eğitimi alan ve hayatlarını buna<br />

adamış olan ikili, farklı bir şeyler yapmak istediklerinin<br />

farkındalardı. Bunun ilk adımı ise Michael<br />

Jackson’ın “Smooth Criminal” isimli meşhur<br />

parçasına getirdikleri muhteşem yorumla oldu.<br />

Birçoğumuzun onları tanımasına sebebiyet<br />

vermiş olan bu video, YouTube’a büyük beklentilerle<br />

yüklenmemişti, ancak ilk iki haftada üç<br />

milyondan fazla izlenmeye ulaştı. Tüm dünya,<br />

modern müzikle klasik müziğin bu denli bir<br />

65


“Bu fazı çoktan<br />

aştık. Zamanı<br />

geliyor, müzikte<br />

dışavurumunuz<br />

için kendi<br />

duruşunuzu<br />

arıyorsunuz.”<br />

cevabından,<br />

bu özgün<br />

içerikli birlikteliğin<br />

bize neler<br />

vaat ettiği<br />

anlaşılıyordu.<br />

gidilen kırkın üzerinde ülke, on milyonun<br />

üzerinde dinleyici ve binin üzerinde<br />

turne günüyle kariyerlerinde rüya gibi bir<br />

altı yıl geçirdiler. Böylece güncel sanat<br />

sahnesinde ilk defa klasik müzik icra<br />

eden isimler bu denli merkezde olmuş,<br />

bir ilke imza atmışlardı.<br />

İlk albümlerinde; U2, Guns N’ Roses,<br />

Sting, Coldplay, Michael Jackson gibi<br />

tanınmış isim ve grupların parçalarına<br />

kendi aranjmanlarıyla farklı bir tat<br />

katmışlardır, aynı şekilde “Smooth Criminal”<br />

yorumları da yine bu albümde yer<br />

almıştır. “Sadece sevdiğimiz ve bizim için<br />

bir anlam ifade eden parçalara yorum<br />

getiriyoruz.” diyen ikili, aynı zamanda her<br />

albümlerinde müzik tatlarını da ortaya<br />

koyduğunu böylece belirtiyor.<br />

Ünlü besteci sanatçı Elton John, 2Cellos’un,<br />

2011 yılında gerçekleştireceği ve<br />

otuza aşkın ülkeyi kapsayan turnesinde<br />

kendisine eşlik etmesini Šulić’e birebir<br />

sormuştur. Aynı sene içerisinde Londra’da<br />

gerçekleşen iTunes festivalinde de sahne<br />

almışlardır.<br />

2012’ye de tıpkı 2011’de hayatlarına aniden<br />

giren bu yoğun tempoyla hiç hız kesmeden<br />

devam eden ikili, senenin ocak<br />

ayında “Glee” adlı ünlü Amerikan dizisine<br />

bir bölüm konuk oldu. Onları üne kavuşturan<br />

“Smooth Criminal” parçasını aynı<br />

şekilde yorumlayarak dizide ufak da olsa<br />

rol aldılar. Dizideki sahneleri kliptekiyle<br />

benzerlik göstermekteydi.<br />

Aynı yıl içerisinde takvimler haziran ayını<br />

işaret ederken, ikili bu sefer Elton John ile<br />

birlikte Buckingham Sarayı’nda Kraliçe<br />

Elizabeth’in karşısında bir performans<br />

sergilediler. Bir hafta sonra ise ikili, memleketleri<br />

Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de<br />

ilk konserlerini verdi. Ancak onlar<br />

66<br />

için Zagreb’deki en unutulmaz an iki ay<br />

sonra gerçekleşecekti…<br />

Ağustos ayında Zagreb’e konser vermeye<br />

gelen dünyaca meşhur grup Red Hot Chili<br />

Peppers konserinde her şey spontane<br />

gelişti ve ikili bir anda kendini sahnede<br />

buldu. “O sahneden baktığımda atmosfer<br />

unutulmazdı.” diyen Hauser’ın Zagreb’le<br />

en unutulmaz anısı da böyle gelişmiştir.<br />

2Cellos, ikinci albümleri olan In2ition’ı<br />

2013 yılında satışa çıkardı. Bu noktada<br />

tarz olarak gördüğümüz en büyük değişiklik<br />

ise, bu yeni çalışmalarda solistlerle<br />

ortak çalışmalara yer vermeye başlamış<br />

olmalarıydı. Albümde birlikte çalıştıkları<br />

isimler arasında en dikkat çekeni Elton<br />

John olmakla birlikte; Steve Vai, Sky<br />

Ferreira gibi isimlerle çalışmışlardır.<br />

Bu albümün çıkışının ardından Elton<br />

John ile turneye çıkan ve bunun sayesinde<br />

turne kapsamında Kuzey Amerika,<br />

Avrupa ve Asya’nın birçok farklı yerine<br />

uçan ikili, müziklerini çok daha büyük bir<br />

kitleye ulaştırmıştır. Bununla birlikte aynı<br />

yıl içerisinde Japonya’da çekilen bir<br />

reklam filminde oynayan ikili, o dönem<br />

Japonya’da da önü alınmaz bir popülariteye<br />

ulaşmış, yükselişini hız kesmeden<br />

sürdürmeye devam etmiştir.<br />

Üçüncü albümleri olan “Celloverse” ise<br />

2015 yılında satışa çıkmıştır. Bu albümde<br />

en dikkat çeken çalışmalar ise AC/DC’nin<br />

“Thunderstruck” ve Avicci’nin “Wake Me<br />

Up” adlı parçalarına getirdikleri yeni<br />

yorumlar olmuştur.<br />

2017’de piyasaya sürdükleri dördüncü ve<br />

en son albümleri olan “Score” ise dünyaca<br />

meşhur film ve dizilerin müziklerini kapsayan<br />

bir repertuvara sahiptir. Albümün<br />

kayıtları ise Londra Senfoni Orkestrası ile<br />

gerçekleştirilmiştir. Bunlardan biri olan,


izlenme rekorları kıran meşhur “Game of<br />

Thrones” adlı Amerikan dizisinin müzik<br />

potpurisi de yine bu çılgın ikilinin ellerinden<br />

bambaşka bir tat ve yorum kazanmıştır.<br />

İkili, parçanın klibini, dizinin çekimlerinin<br />

yapıldığı Hırvatistan’ın Dalmaçya<br />

kıyılarında konumlanmış Dubrovnik<br />

şehrinde çekmiş, video iki günde bir<br />

milyon izlenmeyi aşmıştır.<br />

Başarıları zaman zaman ödüllerle de<br />

taçlandırılan ikilinin, bir tanesi Hırvatistan’dan<br />

olmak üzere altı tane ödülü, bir<br />

tane de MTV Müzik Ödülleri adaylığı<br />

mevcuttur. Kitleleri yakalaması zor bir<br />

müzik türüyle, yediden yetmişe geniş bir<br />

segmentte dinleyici yakalayan 2Cellos,<br />

şüphesiz ki sanat adına son dönemde<br />

Balkan coğrafyasından çıkmış en büyük<br />

ve en başarılı isim olmuştur.<br />

Son dönemde tabir-i caizse uçakta yaşar<br />

hâle gelmiş olan ikiliye “Peki eviniz<br />

nerede?” diye sorduğunuzda, ikisi de size<br />

büyüdükleri yerleri söyleyeceklerdir. Hâlâ<br />

geldikleri yerlere sıkı sıkıya bağlı olan<br />

ikili, fırsat bulduğu anlarda genelde<br />

memleketleri Hırvatistan’da tatil yapmayı<br />

tercih ettiklerini dile getirmiştir. Yani<br />

Hauser için evi hâlâ Pula iken, Šulić için<br />

ise yarı memleketi ve doğduğu şehir olan<br />

Maribor (Slovenya)’dır.<br />

Gittikleri her yerde, o ülkenin meşhur bir<br />

parçasına kendi yorumlarını getirmeyi ve<br />

solist olarak da genelde seyircilerin eşliklerini<br />

kullanmayı tercih ederek gönüllerde<br />

taht kurmayı başarmışlardır. Örneğin<br />

en son verdikleri Belgrad konserinde<br />

Goran Bregović’ten “Mesečina” parçasına<br />

çok farklı bir yorum katmışlardır, zaten<br />

Balkanların kalbinde çok büyük bir yeri<br />

olan ikili, böylece o yeri sağlama almıştır.<br />

Aynı şekilde İstanbul’da verdikleri konserde<br />

Tarkan’ın, döneminde tüm dünyada<br />

isim yaptığı “Fındıkkıran” adlı parçasını<br />

icra etmiş, tüm izleyenlerin gönüllerini<br />

fethetmişlerdir.<br />

Çello çalarken ne kadar uyumlularsa,<br />

karakter olarak da o kadar zıtlarda buluşan<br />

bir ikili Šulić ve Hauser. Bulundukları<br />

yerde didişmeden duramayan, sahnede<br />

serbest bıraktıkları içlerindeki o çocuğu<br />

baskılama çabasına her girdiklerinde,<br />

bulundukları yerdeki insanlara zor anlar<br />

yaşatabilecek potansiyelleri mevcuttur.<br />

Konuk oldukları programlarda, soruları<br />

yanıtladıkları basın toplantılarında –<br />

ağırlıklı olarak Balkanlarda gerçekleşen<br />

etkinliklerde – aralarında şakalaşmaktan<br />

konuk oldukları programın akışını bile<br />

bozma tecrübesine sahip ikili, içlerindeki<br />

çocuğu ve tevazuu hiçbir zaman gizleyememeleriyle<br />

de kitlelerde – özellikle<br />

Balkanlarda - sempati uyandırmaya<br />

devam etmektedir.<br />

Sanatını takip eden kitleleri habersiz<br />

bırakmayı sevmeyen 2Cellos, birçok konseri<br />

de dâhil olmak üzere çoğu çalışmasını<br />

resmî YouTube hesabında yayınlamaktadır,<br />

bu konserlerden biri Zagreb, bir<br />

diğeri ise Pula konserleri olmak üzere<br />

Hırvatistan’da vermiş oldukları konserler<br />

internet ortamında erişilebilir, meraklısına<br />

duyurulur…<br />

*Bu Hırvatçada bir kalıptır: Karanlık gibi üstüne<br />

çökmek olarak çevrilebilir.<br />

67<br />

Kitleleri<br />

yakalaması<br />

zor bir müzik<br />

türüyle,<br />

yediden<br />

yetmişe geniş<br />

bir segmentte<br />

dinleyici<br />

yakalayan<br />

2Cellos,<br />

şüphesiz ki<br />

sanat adına<br />

son dönemde<br />

Balkan<br />

coğrafyasından<br />

çıkmış<br />

en büyük ve<br />

en başarılı<br />

isim olmuştur.


KIRIK KALPLER DURAĞINDA<br />

YA DA<br />

MUSEUM OF BROKEN RELATIONSHIPS<br />

Hatice Tokuz<br />

.<br />

İkili ilişkilerde bir süre sonra, nereden geldiğini,<br />

nasıl olduğunu bilmediğin bir his doğar<br />

içine İlhami Algör’ün Müzeyyen’ine* ifadesiyle.<br />

Herşey iyi giderken birden bir şeyler kopar,<br />

“Çıt” sesini duyarsın. Bu sesi duyduğun zaman<br />

ise gitmen gerektiğini bilirsin.<br />

Hikayemiz de bununla ilgili. Kimine göre<br />

Balkan, kimine göreyse Orta Avrupa’da, Zagreb’te;<br />

dünyanın pek çok yerinde ne ilk ne de<br />

son olacak şekilde iki genç birbirini sever. Film<br />

Yapımcısı Olinka Vištica ve Heykeltraş Dražen<br />

Grubišić… Takvimler 1999 yılını gösterirken<br />

başlayan ilişkileri, duyguların değişim ve dönüşümü<br />

eşliğinde geçen dört yılın ardından “Çıt”<br />

sesini duymaları ile sona erer. Ancak ikisi de<br />

aradan geçen üç yılın ardından bile, bu ilişkiden<br />

geriye kalan, belki de pek çok kişi için<br />

çokça sıradan olan eşyaları atmaya kıyamaz ve<br />

olduğu gibi muhafaza etmeye devam ederler.<br />

Nitekim bir espriyle başlayan anılardan bir<br />

müze kurma fikri, Drazen tarafından ciddi bir<br />

proje ile hayata geçirilir ve o günden itibaren<br />

bir ayağı Zagreb’te olmak üzere Arjantin,<br />

Almanya, Bosna-Hersek, Makedonya, Sırbistan,<br />

Slovenya, Singapur, Filipinler, Güney<br />

Afrika, İngiltere, ABD ve Türkiye gibi birbirinden<br />

bambaşka coğrafyaları gezerek ruhu olan<br />

eşyaları koleksiyonuna katmaya başlar. 2010<br />

yılında ise Avrupa’nın en yenilikçi müzesi<br />

ünvanıyla Kenneth Hudson Ödülü’ne layık<br />

görülür.<br />

Görselliğin ön planda olduğu çağımızda, biten<br />

ilişkiler sonucu arafta kalan duygular gibi eşyaların<br />

da bir müzede sergilenmesi fikri; geçmiş<br />

zamanı, eşyanın hissettirdiği duyguyla beraber<br />

dondurmak gibi geliyor bana. Müze bu sebeple<br />

zihnimde, nedenselliğin sorgulandığı bir<br />

durağa, bir Candan Erçetin şarkısıymışçasına<br />

Kırık Kalpler Durağı’na dönüşüyor.<br />

Ancak müzenin ismini Türkçe’ye “Kırık Kalpler”den<br />

ziyade motamot olsa da “Kırık İlişkiler<br />

Müzesi” olarak çevirmek çok daha doğru olur<br />

sanıyorum. Zaten müze, size bir kadın ile bir<br />

erkek arasında yaşanan kalp kırıklıklarından<br />

daha fazlasını vaadediyor. Mesela, annesi tarafından<br />

henüz altı yaşındayken terkedilen bir<br />

kız çocuğu tarafından, annesinin ona yaptığı<br />

zencefilli kurabiyelerin kokusunu daima canlı<br />

tuttuğu için bağışlanan bir oklava yahut bir<br />

oğlun babasına duyduğu özlemin ifadesi olarak<br />

babasının çiftliğinden sökülerek getirilen<br />

dikenli teller, kırık kalplerin farklı tezahürlerine<br />

örnek olarak verilebilir.<br />

Geçtiğimiz Şubat ayında İstinye Park’ta<br />

“Aşktan Geriye Kalanlar” ismiyle yer alan serginin,<br />

Türkiye’den de pek çok kırık kalbe eşlik<br />

etmeyi mümkün kılmasıyla beraber Kırık<br />

Kalpler’in kapsamını daraltması bakımından<br />

isim şeçimini biraz sığ buldum. Buna rağmen<br />

aşkın büyük harflerle telaffuzunun zor olduğu<br />

bizim gibi, arada kalmış bir coğrafya için; taşınabilir<br />

objelere yüklenmiş bunca ağır sevda<br />

yükünü bağışlayanların, müzenin ayak bastığı<br />

dünyanın diğer bölgelerinde kadın ağırlıklı<br />

olmasına rağmen ülkemizde erkek ağırlıklı<br />

olduğunu öğrenmek değişik bir deneyim oldu.<br />

68


Sevgiliden geri kalanların parçalandığı balta,<br />

gönderilememiş mektuplar, içinde O’na ait<br />

mesajların saklandığı bir cep telefonu, onca<br />

hayalin tüllerinin arasında kaybolduğu gelinlikler,<br />

sevgilinin ardından dökülen gözyaşlarının<br />

biriktirildiği bir şişe, sıcacık bir yaz gününden<br />

kalma rastalı saçlar, sonunda sahibini intihara<br />

sürükleyen bir aşkın başlangıcı kartpostal,<br />

kırık bir kolye ucu ve daha niceleri…<br />

Ve Allah’ın herkese bambaşka bir tezahürünü<br />

bahşettiği, yeryüzündeki en eşsiz mucizelerden<br />

biri olarak aşk! Kalbin kan pompalayan bir<br />

organdan fazlası olduğunu keşif hali…<br />

.<br />

Yine de ben, bir eşyanın yanına iliştirilmiş üç<br />

beş satır hikayeden daha fazlası olduğuna ve<br />

yalnızca ona sahip olan kişiye manasını açabileceğine<br />

inanıyorum. Hislerse üçüncü tekil yahut<br />

çoğul kişilere şerhleri düşülemeyecek kadar<br />

biricik ve izah çabası beyhude… Tüm hikayeler<br />

en nihayetinde bir “Çıt” sesine bağlanıyor.<br />

*İlhami Algör, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku,<br />

İletişim Yayınları, İstanbul 2015<br />

69


Talha Ulukır<br />

Eve Dönüş Yoktur: Yağmurdan Önce<br />

Her yeni şey bir başka şeyin bitişi<br />

ile başlar ve bitişi ile de başka<br />

yeni bir şeyin doğuşuna sebep<br />

olur. Her geçen gün hızlanarak<br />

devam eden hayat akışımız içerisinde<br />

bunu fark etmek oldukça<br />

güç. Özellikle de fazlasıyla<br />

enformasyona maruz bırakıldığımız<br />

günümüzde. Enformasyon<br />

yağmuru yalnızca günümüze<br />

has bir şey değil tabii, her<br />

dönem kendi içerisinde olması<br />

gerekenden daha hızlı akıyordur.<br />

Hayatlarında yolunda gitmeyen<br />

bir şeylere sahip olan insanlar<br />

içinse gerçek bu şekilde olmayabilir.<br />

Savaşlara gözümüzü yummamız<br />

ve yanıbaşımızda ölen<br />

insanlara duyarsızlaşmamız bu<br />

güne has değil. Aslında her<br />

devrin insanı kendi keyfiyetine<br />

mani olacak şeylerden uzak<br />

durmak ister. Balkan coğrafyası<br />

ise belki de gözümüzü en çok<br />

yumduğumuz yer olabilir.<br />

Dünya savaşlarının beşiği olmanın<br />

yanı sıra sürekli devam eden<br />

mikro-milliyetçilikler bize gözümüzü<br />

kapatacağımız yeni olaylar<br />

sunmuştur ve sunuyordur.<br />

Yağmurdan Önce, tam da biraz<br />

önce bahsedilen noktaya temas<br />

eden bir film. Akan kanın eksik<br />

olmadığı, insanların bunlara<br />

ajanslardaki sıradan haberlerle<br />

beraber şahit olduğu bir düzenin<br />

karşısında kendine bir yer buluyor.<br />

Savaş karşıtı filmlerde -özellikle<br />

de Hollywood filmlerindesavaş<br />

içerisindeki askerlerin<br />

tanıklıkları üzerinden acındırma<br />

yapan bir duruş olsa da Yağmurdan<br />

Önce meselenin yalnızca bu<br />

kadarla sınırlı kalmadığına<br />

işaret ediyor. Savaşlar yalnızca<br />

siyasilerin çözeceği, askerlerin<br />

savaştığı bir olgu olarak yer<br />

bulmuyor kendisine dünya<br />

düzeninde, insanların ferdi<br />

ve/veya ufak topluluklar halinde<br />

de kutuplaştığı bir düzlemi de<br />

var. İçerisinde birçok farklı hikayeyi<br />

bir arada barındıran, bunları<br />

da olağanın dışında bir kurgu<br />

ile sunan bir film Yağmurdan<br />

Önce.<br />

Üç epizot üzerinden döngüsel<br />

bir anlatıma sahip olan film bu<br />

bölümler arasındaki geçişlerdeki<br />

bağlantılarla seyirciye ipuçları<br />

veriyor.<br />

Kelimeler bölümüyle başlayan<br />

film adıyla da müsemma bir<br />

şekilde insanların dilleri ve kelimeleri<br />

kullanma sıklıkları üzerine<br />

bina ediliyor. Biri hiç konuşmayan,<br />

konuştuğu zaman da<br />

karşısındaki ile farklı bir dili<br />

konuşan iki insanın arasında<br />

etkileşim kurmak için sözcükleri<br />

ardı ardına dizmesinin bir<br />

zorunluluk olmadığına da işaret<br />

ediyor. İnsanlar arasındaki<br />

bağın, sahip oldukları yegane<br />

70<br />

şeylerden ve verdikleri<br />

sözlerden daha büyük olduğunu<br />

vurgulayan bölüm bir<br />

sonrakine bağlanmak üzere<br />

umutsuzca sona eriyor.<br />

Yüzler bölümünün hemen<br />

başlarında aslında hikayenin<br />

tamamen bağlantılı bir<br />

biçimde fakat üzerinden bir<br />

zaman geçmiş olarak devam<br />

ettiğine şahit oluyoruz,<br />

bölümün başındaki fotoğraflar<br />

önceki bölümde şahit<br />

olduğumuz son görüntüler<br />

oluyor. Hayatın hızlı akışından<br />

bahsetmiştik; bu akış<br />

da kendini en çok burada<br />

belli ediyor. Çünkü bambaşka<br />

bir coğrafyada bambaşka<br />

ilişkilerle hayat devam ederken<br />

bir önceki bölümde<br />

üzüntü veren şeyler burada<br />

bir nesne haline geliyor ve<br />

kullanıma açılıyor. Filmin<br />

ana karakteri olan Alexander<br />

Kirkov ile Anne arasındaki<br />

ilişkiye şahit oluşumuzla<br />

başlayan bölüm<br />

aslında bunun normalde<br />

olmaması gereken bir şey<br />

olduğuna dokunarak devam<br />

ediyor. Ortada ikisi arasında<br />

bir aşk olabilir fakat Anne<br />

aynı zamanda evli bir kadın.


Entrika dolu bir hikayenin çok rahat<br />

çıkarılabileceği bu durum film akışı<br />

içerisinde bu biçimde şekillenmiyor ve<br />

daha net kararların verildiği, daha net<br />

cümlelerin kurulduğu bir biçimde<br />

devam ederek filmin motivasyonunu<br />

kaybetmesine engel oluyor. Yüzler<br />

bölümüne adını veren asıl olay ise<br />

Anne’nin eşinin beraber yemek yedikleri<br />

yerde yüzünün paramparça olması<br />

ve neredeyse tanınamayacak hale<br />

gelmesidir. Nesne olarak kullanılan<br />

fotoğrafların içerisinde benzer şeyler<br />

olsa da modern insanın bununla yüzleşmesi<br />

onun asıl imtihanı oluyor. Bazı<br />

yerlerde her gün yaşanan şeyler<br />

modern insan için korkunç bir şey<br />

olabiliyor.<br />

Fotoğraflar bölümü ise hikayenin asıl<br />

kırıldığı yer oluyor, 16 yıl sonra memleketine<br />

dönen Alexander Kirkov ne evini<br />

ne de insanları bıraktığı gibi bulamıyor.<br />

Dönmeden önce büyük beklentiler<br />

içerisinde olan, her şeyin daha güzel ve<br />

temiz olduğu bir dünya hayaline sahip<br />

olan Alex daha memleketine adım atar<br />

atmaz hakikatle yüzleşmeye başlıyor.<br />

Köylerin başlarında eli silahlı gençlerle<br />

korunduğunu gören Pulitzer ödüllü<br />

fotoğrafçı gün geçtikçe gerçekleri daha<br />

iyi idrak etmeye başlıyor. İki komşu köy<br />

arasında yalnızca etnik ayrımdan<br />

dolayı insanlar birbirlerini vururken ve<br />

bunu normal karşılarken buraya yeni<br />

gelmiş olan Alex buna dur demek<br />

istiyor. Sesli bir şekilde bunu dillendirmese<br />

de hikayenin akışı içerisindeki<br />

sorgulamalarından bu kolaylıkla anlaşılıyor<br />

ve aslında sonunu getiren şey de<br />

bir bakıma bu oluyor. Kendisine güvenen<br />

ve bir Arnavut olan eski tanıdığı<br />

Hana’nın kızını kendi kuzenlerinin<br />

elinden almaya çalışan kahramanımız<br />

etnik ayrımcılık damarlarına işlemiş<br />

kuzenleri tarafından öldürülerek durduruluyor.<br />

Film boyunca sözü edilen ve<br />

sürekli yağması beklenen yağmur da<br />

tam bu anda yağmaya başlıyor; Kiril ve<br />

pederin gelmesini beklediği yağmur...<br />

Hana’nın kızı Zamira’nın manastıra<br />

doğru kaçışı ile hikaye başladığı yere<br />

dönüyor.<br />

Kurgusal olarak seyirciye filmden<br />

kopma izni vermeyen film, özellikle<br />

Makedonya’da geçen sahnelerdeki<br />

doğal güzellikleri de başarılı bir şekilde<br />

kullanarak estetik bir zevk veriyor izleyenlere.<br />

Hikayesi güçlü filmlerin genel<br />

olarak önemseme ihtiyacı duymadığı<br />

bu noktalara dikkat ederek filmin artı<br />

hanesini kalabalıklaştırıyor. Estetik ve<br />

kurgu anlamında haricen daha fazla bir<br />

şey söylemeye çok da lüzum yok aslında,<br />

olan olması gerektiği gibi veriliyor.<br />

Olanın olduğu gibi verilişine en büyük<br />

örnek ise ölüm sahneleri. Bahsi geçen<br />

her ölüm sahnesine tanık oluyoruz film<br />

boyunca. Seyirciyi doğrudan kan ile<br />

yüzleştiren yönetmen burada daha<br />

yumuşak geçişler yapmak yerine böyle<br />

bir tercihte bulunarak vermek istediği<br />

mesajı güçlendiriyor.<br />

Yağmurdan Önce’nin film oluşundaki<br />

oyunculuk, atmosfer yaratımı gibi<br />

etmenlere baktığımızda da filmin yapısını<br />

zedelemeyen seçimlerle karşılaşıyoruz.<br />

Makedonya’da geçen sahneler<br />

zaten atmosfer yaratımı olarak pek bir<br />

şeye muhtaç olmasa da Londra sahneleri<br />

filmin geneli içerisinde yavan kalan<br />

sahneler oluyor. Fakat süre olarak<br />

filmin büyük kısmına tekabül etmemesinden<br />

olsa gerek rahatsız etmiyor.<br />

Oyunculuk açısından bakacak olursak<br />

71<br />

‘‘Savaş karşıtı<br />

filmlerde -özellikle<br />

de Hollywood<br />

filmlerinde- savaş<br />

içerisindeki<br />

askerlerin tanıklıkları<br />

üzerinden<br />

acındırma yapan<br />

bir duruş olsa da<br />

Yağmurdan Önce<br />

meselenin yalnızca<br />

bu kadarla<br />

sınırlı kalmadığına<br />

işaret ediyor.<br />

Savaşlar yalnızca<br />

siyasilerin çözeceği,<br />

askerlerin<br />

savaştığı bir olgu<br />

olarak yer bulmuyor<br />

kendisine<br />

dünya düzeninde,<br />

insanların ferdi<br />

ve/veya ufak<br />

topluluklar<br />

halinde de kutuplaştığı<br />

bir düzlemi<br />

de var.’’


genel itibariyle gençlerin yaşlılardan daha başarılı<br />

olduğu izlenimi uyanıyor; Alex, Anne, Hana<br />

gibi karakterler kendinden beklenen duygu<br />

aktarımını her zaman veremese de sürece kısa<br />

gördüğümüz Kiril ve Zamira karakterleri büyük<br />

bir doğallıkla yaklaşıyor izleyiciye. Genel performans<br />

olarak baktığımızda ise filmin akışı içerisinde<br />

eriyen bir grafikle karşılaşıyoruz, bunda<br />

hikayenin ve estetiğin gücü es geçilemez.<br />

İmgesel olarak oldukça kalabalık olan film<br />

başından sonuna kadar imgelerle de izleyiciye<br />

bir şey anlatma derdinde. Manastırda geçen<br />

sahnelerde şahit olduğumuz resimler rastgele<br />

yerleştirilmiş ve denk geldiği için gösterilmiş<br />

resimler değil, her biri yönetmenin işareti ile<br />

gösterilen ve filmin akışı, karakterin macerası<br />

hakkında mesajlar veren resimler. Angelopoulos’ta<br />

sıkça gördüğümüz resim ile tasvir örneklerinin<br />

yanı sıra yine Angelopoulos’un filmi olan<br />

Ulis’in Bakışı ile benzer kurgusallıkta ve benzer<br />

yerlerden insana bakan bir film olması da Balkan<br />

coğrafyasının iki farklı noktasından beslenen<br />

yönetmenlerin benzer şeyleri anlatışı olarak<br />

düşünmeye müsait. Belirgin bir imge olarak,<br />

Makedonya’da ateşler arasında ölmeyi bekleyen<br />

bir kaplumbağa varken Londra’da akvaryum<br />

içerisinde bakılan, beslenen bir kaplumbağa söz<br />

konusu. Aynı kıta içerisinde yer alan iki farklı<br />

yerleşimdeki insanların birbirinden ne kadar<br />

farklı bir hayat yaşadıklarına dair verilen en<br />

belirgin mesaj olarak da bunu sayabiliriz.<br />

Film içerisindeki üç bölümde de ortak olan bir<br />

diğer şey ise aşk. Kelimeler’de Kiril ile Zamira<br />

arasındaki son ana kadar tam olarak anlayamadığımız<br />

aşk, Yüzler’de Alex ile Anne arasındaki<br />

yasak aşk, Fotoğraflar’da ise yine Alex ile eski<br />

sevdiği Hana arasındaki aşk. Üç bölümü birbirine<br />

bağlayan bu olgu filmin ana unsuru olmaktan<br />

ise uzak duruyor, bu filmin asıl vermek istediği<br />

mesajı verebilmesi açısından başarılı bir tercih.<br />

Aksi halde aşk üzerinden şekillenen bir film ile<br />

yapılan bütün toplumsal, anti militarist, faşizm<br />

karşıtı eleştiriler ikinci planda kalabilirdi. Filmin<br />

eleştirdiği noktalara değinmişken, asıl olarak bu<br />

72<br />

film üzerinden değil ama bu filme de değinerek<br />

eleştiriler yapan Zizek’e yer vermek gerekiyor.<br />

Mütefekkir Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabı<br />

üzerinden benzeştirme yapan filozof; Kusturica’nın<br />

Yeraltı filmini ve Manchevski’nin<br />

Yağmurdan Önce filmini Batı’nın çokkültürcülük<br />

anlayışına eklemlenme çabası olarak görüyor.<br />

Zizek’e burada katılmak ne kadar mümkün<br />

tartışılır. Çünkü film aslında bundan daha fazlasını<br />

işaret ediyor. Batıya sırtını yaslanmak tam<br />

olarak bu filmin yaptığı şey değil. “Barış sadece<br />

istisnadır” diye batının insan hakları ve savaşsızlık<br />

propagandasına karşı bir cümle barındırması<br />

bile buna karşı çıkmak için yeterlidir.<br />

Film içerisindeki döngüsellikten de kaynaklı<br />

pek çok insan ilişkisi bulunuyor bölümler<br />

arasında. Alex ile Zamira arasındaki Hana<br />

üzerinden olan ilişkinin yanı sıra bağlantısı hakkında<br />

büyük bir ipucu verilmeyen bir başka<br />

bağlantı daha var ki o da Kiril’in amcasının<br />

Londra’da ünlü bir fotoğrafçı olmasıdır. Filmin<br />

akışı içerisinde bu mesele üzerine başka bir şey<br />

söylenmese de eğer burada işaret edilen kişi<br />

Alexander Kirkov ise kahramanımız film içerisinde<br />

daha merkezi bir yere oturuyor ve üç bölümün<br />

de arasındaki ilişkiler başka bir şeye ihtiyaç<br />

duymaksızın sadece kendisi üzerinden bile<br />

kurulabiliyor.<br />

İnsanın varoluşu başlı başına bir hikayedir, bu<br />

hikayenin bitişi ise yeni bir hikayeyi başlatır<br />

veya başka hikayelere yön verir. Bir şeyin olması,<br />

ondan sonrasının nasıl devam edeceğini şekillendirir.<br />

Gidildikten sonra gelinen hiçbir yer<br />

bırakıldığı gibi değildir. İnsanın kendi oluşu<br />

başkalarıyla ilişkisine bağlıdır ve eve dönüş<br />

hiçbir zaman olmayacaktır. Zira dönülen ev,<br />

daha önceki gidilen evden farklıdır artık.<br />

Yağmurdan Önce; tam da bir önceki cümleler<br />

etrafında toplumsal, ferdi, siyasi eleştiriler ve<br />

güçlü bir hikayenin yanı sıra imgesel göndermeler<br />

de yaparak bir döngüye şahit ediyor; farklı<br />

coğrafyalarda da gerçekleşmiş, gerçekleşen,<br />

gerçekleşecek döngüler...


Foto: Emin Akben


BOZKIRDA YUGOSLAV<br />

FİNCANLAR<br />

Şule Yavuzer<br />

Amcamın evi naftalin kokardı. Bu yaşlı, yorgun ve yalnız<br />

evlere has bir kokudur. Kalın perdelerle kapanmış pencereleri<br />

ile o ev; eşyaların üzerindeki kalın toz tabakasına<br />

rağmen benim için hep keşfedilmeye değer eşyalarla dolu<br />

yasak bölge oldu. Vitrinde duran plastik meyveler, sarı<br />

elbisesi ve bukle bukle saçlarıyla oyuncak bebek, yeşil<br />

daktilo, Bavyera marka süslü tabaklar ve dolapların içinde<br />

duran onlarca Avrupa menşeili eşya. Bu gizemli yer sadece<br />

gözümüzle dokunabildiğimiz, havalandırma bahanesi ile<br />

girdiğimiz zaman gizlice karıştırdığımız bir yer oldu.<br />

O ev çocuk yaşımın uçsuz bucaksız dünyasının, hayali<br />

saraylarından biriydi. Çok sonraları eve taze nefesler geldi,<br />

bacası tüttü, boyandı hatta yeni bir koltuk takımı bile<br />

alındı. Ama aşina olanların hissettiği ince bir naftalin<br />

kokusu hep kaldı. Amcamın evine en son gittiğimde, sarı<br />

elbiseli bebek biraz küçülmüş, vitrindeki eşyalar azalmış,<br />

plastik meyvelerin rengi solmuş gibiydi. Aslında büyümek<br />

denen şey başıma gelmiş, saraylardan kovulmuş, atımdan<br />

inmiştim. “Bir kahve yap da içelim” ricası üzerine kalkıp,<br />

bir kahve de kendime hazırladım. Henüz içtiğim Türk<br />

kahvesinin fincanını evirip çevirirken arkasındaki soluk<br />

mavi renkte Yugoslavia yazısını gördüm.<br />

Zaten Yugoslavya dağıldı, o muhteşem<br />

kapaklı ahşap koltuk takımını<br />

da çöpe attılar.<br />

Tüm bunların amcamın Hollanda’ya<br />

işçi gitmiş kara bıyıklı, yiğit<br />

bir adam olmasıyla ya da Yugoslavya’nın<br />

dağılmasıyla bir ilgisi yok.<br />

Amcamın ani ölümünden sonra<br />

yalnızca yazları nefes alan bir ev ve<br />

gizemli Yugoslav fincanlar var.<br />

Önce kim bilir ne acayip hikâyesi vardır diye düşündüm.<br />

Hikâyelere yürüyen insanlar ister ki kuru bir dalın, bir<br />

peygamberdevesinin, köşedeki taşın bir hikâyesi olsun.<br />

Vardır da. Tüm hikâyeleri okuyamıyor oluşumuz, olmadıkları<br />

anlamına gelmez. Eşyaya ruhunu sahibi verir. Bir<br />

yemek tabağı bile keyifli bir akşam yemeğinin neşesini ya<br />

da masadan aç kalkmaya sebep olacak bir kederi yüklenir<br />

ve bir anlamı olur.<br />

Amcamı hiç görmedim. Birden biten ve insana yarım<br />

kalmış hissi veren öyküler gibi, bir trafik kazasında bu<br />

dünyaya dair tüm hikâyesi bitti. Onu, konusu açılınca<br />

uzaklara dalan babamdan, soluk fotoğraflarından ve eşyalarından<br />

tanıdım. Fincanların izini sürsem de nasıl ve ne<br />

zaman geldiğine dair kimseden bir malumat alamadım.<br />

74


‘‘Hikâyelere yürüyen insanlar ister ki kuru<br />

bir dalın, bir peygamberdevesinin, köşedeki<br />

taşın bir hikâyesi olsun. Vardır da. Tüm<br />

hikâyeleri okuyamıyor oluşumuz, olmadıkları<br />

anlamına gelmez. Eşyaya ruhunu sahibi<br />

verir. Bir yemek tabağı bile keyifli bir<br />

akşam yemeğinin neşesini ya da masadan<br />

aç kalkmaya sebep olacak bir kederi<br />

yüklenir ve bir anlamı olur.’’


GALİZ KAHRAMAN:<br />

DAVOR SUKER<br />

Cihat Gemici<br />

Neretva’nın kenarında, Mostar Köprüsü’ne<br />

karşı kulpsuz fincanlarda kahve içen amcalar,<br />

Zagreb’in köylerinde tarlalarında çalışan<br />

esmerleşmiş ırgatlar; Belgrad’ın Kalemeydan’ında<br />

meşin yuvarlak peşinde koşturan Sırp<br />

çocuklar hep aynı isimden bahseder dururmuş.<br />

Râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr bazen hayretle<br />

bazen öfkeyle bu adamdan bahsederlermiş.<br />

Çocuk, Osmanlı padişahı Kanuni zamanında<br />

Budin eyaletine bağlı olan Osijek şehrinde<br />

doğmuş. Kanuni Sultan Süleyman burada 8<br />

kilometrelik bir köprü inşa etmiş. O dönemde<br />

bu köprü dünyanın 7 harikasından biri olarak<br />

görülüyormuş. Şehir 1968 yılında Eski Yugoslavya<br />

devletine bağlıyken yeni bir dünya harikasına<br />

daha kavuşmuş. Gözleri çörek otu gibi<br />

küçük, çenesi havuç gibi bir bebek, 1 Ocak<br />

1968’te Osijek’te dünyaya gelmiş. Harika çocuğun<br />

adını Davor koymuşlar.<br />

Davor küçük bir çocukken tarımla geçimini<br />

sağlayan mütevazı Osijek şehrinde meşin<br />

yuvarlağa gönül vermiş. İspanyolların Real<br />

Madrid takımını seviyormuş ama en sevdiği<br />

oyuncu ezeli rakibin futbolcusu Barcelonalı<br />

Maradona’ymış. Çelişkilerle dolu bir kafa yapısı<br />

olduğu yıllar sonra anlaşılmış. 16 yaşında genç<br />

bir delikanlı olduğunda Hırvat tarihinin en<br />

genç evine para götüren top koşturucusu olarak<br />

Osijek takımında oynamaya başlamış. Davor<br />

genç yaşında top tepme sanatının ustalarından<br />

birisi olarak kabul görmüş. Şöhreti dilden dile<br />

yayılmış, Zagreb’e kadar ulaşmış. 1989 yılında 21<br />

yaşındayken Hırvatların en meşhur topçu birliğinden<br />

Dinamo Zagreb için ter dökmeye başla-<br />

76


mış. Gönlündeki şehir Madrid’e giden<br />

yolda Davor gollerini İspanya’ya gidebilmek<br />

için atıyormuş. 1992 yılında<br />

Yugoslavya’da süren savaş ve Davor’un<br />

önlenemez yükselişi sonunda onu<br />

İspanya’ya götürmüş. Gönlündeki<br />

Madrid değil ama güzeller güzeli Endülüs<br />

şehri Sevilla, Davor’a kapılarını<br />

açarken, Yugoslavya dağılmış, Davor’a<br />

insanlar artık Suker demeye başlamış<br />

ve ülkesinin forması değişmiş.<br />

Endülüs’te top üstatlarından türlü<br />

numaralar öğrenen Suker, top oyununda<br />

en sevdiği adama da burada rastlamış.<br />

Zamanında Falkland Adaları’nın<br />

öcünü İngiltere’den yeşil sahada eliyle<br />

alan Maradona isimli cambaz da Endülüs’teymiş.<br />

En çok yardımı ondan<br />

görmüş. Sayesinde meşin yuvarlakla<br />

hem çokça fileleri, hem de cebini<br />

doldurmuş. Gel zaman git zaman<br />

aradan dört yıl geçmiş. Zagreb’ten gelen<br />

Suker’in namı İberya’da duyulmuş.<br />

Endülüsü Müslümanlardan alan Kastilya<br />

Krallığının biricik şehri Madrid,<br />

Endülüs’te parlayan Hırvat mücevherine<br />

daha fazla tahammül edememiş ve<br />

onu kendi vitrininde sergilemek için<br />

başkente getirmiş. Suker’in gönlünde<br />

de başkent varmış. Sadakat,romantizm,duygusallık<br />

Suker’in lugatında pek<br />

görülmezmiş. İspanyol pesetası tatlı<br />

gelmiş. Daha büyük vitrinde daha zenginlerle<br />

olmak varken romantiklerin<br />

mütevazı, takımlarına tutkuyla bağlı<br />

Sevillalılarla işi olmamış.<br />

Suker, İspanya’nın başkentinde siesta,<br />

fiesta yapmakla yetinmemiş; topu<br />

filelere doldurmuş, kupaları da eflatun<br />

beyazlı Madrid ekibinin süslü camekanlarına<br />

yerleştirmeye yardım etmiş.<br />

Allah vergisi bir sol ayağı varmış bu<br />

Suker’in. Nice top ustaları gören İspanyol<br />

halkı bile maharetlerine hayran<br />

olmuş. Boğa güreşleri, Paella, Tortilla<br />

derken Zagreb’ten de haber gelmiş.<br />

Yeni devlet Hırvatistan, Suker’in meziyetlerinden<br />

faydalanmak istemiş. Savaşın<br />

dünyanın dört bir yanına dağıttığı<br />

Hırvat topçular ülkeye çağrılmış.<br />

Satrancı çok seven millet, milli formasına<br />

da kırmızı beyaz damalı bir şekil<br />

vermiş. Toptan sıkılanlar formayı çıkarıp<br />

atla fille şah mat yapabilirmiş.<br />

Suker’e çağrılışının amacını anlatmışlar.<br />

1998 yazında Fransa’da dört yılda<br />

bir düzenlenen bir turnuvada devletler<br />

altın bir kupa için birbirleriyle yarışacakmış.<br />

Hırvatistan için bu turnuva<br />

devlet meselesi olmuş. Yeni kurulan<br />

ülkenin tanıtımı topçuların ayaklarına<br />

bakıyormuş. En iyiler dünya kupasını<br />

almak için Fransa’ya gelmiş. Bu turnuvadaki<br />

topçular o kadar iyiymiş ki<br />

Brezilya’nın golcüsünü izlemek için<br />

insanlar işlerini güçlerini yarıda bırakıp<br />

beyaz camın önüne geçmişler. Fransa’nın<br />

sömürdüğü Cezayir’den gelen bir<br />

top büyücüsü maharetleri sayesinde<br />

Fransa’nın en ünlü adamı olmuş. Hollanda’nın<br />

Van Gogh’tan beri en büyük<br />

sanatçısı Dennis isimli adam, en güzel<br />

resitalini burada sunmuş. Hırvatlar da<br />

bu gösteride kendilerine en ön sıradan<br />

bir yer kapmış. Hem de bizim Zagreb’ten<br />

dünyaya açılan Suker sayesinde.<br />

Suker yerdeki topu havalandırıp ellerini<br />

kullanan kaleciler üzerinden geçirip<br />

filelelere doldurmadaki kurnazlığıyla<br />

onu izleyenlerin gözlerinin pasını<br />

silmiş. Bütün bir organizasyon sonunda<br />

en çok topu Suker filelere yollamış.<br />

Kupa bitince Osijekli dünyanın kralı<br />

gibi hissetmiş.<br />

Suker tahta oturunca Fransa’dan İspanya’ya<br />

dönmek yerine Manş’ı geçip<br />

kuzeye gitmiş. Kuzeyde topçu birliği<br />

Arsenal’e katılmış. İyi bir ekip olsalar da<br />

77<br />

‘‘Savaşın dünyanın<br />

dört bir<br />

yanına dağıttığı<br />

Hırvat topçular<br />

ülkeye çağrılmış.<br />

Satrancı çok<br />

seven millet,<br />

milli formasına<br />

da kırmızı beyaz<br />

damalı bir şekil<br />

vermiş. Toptan<br />

sıkılanlar formayı<br />

çıkarıp atla<br />

fille şah mat<br />

yapabilirmiş.’’


Avrupa finalinde Türklere yenilmişler. Londra’nın kuzeyinde pek tutunamamış West Ham’a<br />

gitmiş. Orada da arada bir maharet sergilese de biraz da Almanya’da gösteri yapmak için Münih’e<br />

gidip sonra kariyerini noktalamış.<br />

Yetenekleriyle dünyayı kendine hayran bırakan adama top peşinde koşmayı bırakınca sormuşlar<br />

“En sevdiğin renk yeşil mi?” diye. Yeşil sahaları bırakınca yeşilden kopamamış. Bu yeşil çim değil,<br />

çimin üzerinde yetişen ağacı keserek yapılan Benjamin Franklin’in gözlerinizin içine baktığı yeşilmiş.<br />

Seveniyle nefret edenleri birbirine girmiş. Yıllar geçmiş; ünü, şöhreti bir türlü eskimeyince top<br />

koşturmaya yeni başlayanlar bilginlere adını sormuş. İstanbul’un meşin yuvarlak feylesoflarından<br />

Ali Ece, soranlara Suker’i değil Rapajic yazın onu konuşun daha iyi adamdır demiş.<br />

Yeni yetmeler Zagreblinin sırrını merak edince Amerika’daki Zagreblilere sormuşlar. Ante Zizic<br />

isimli seyyah Suker’in<br />

top koşturmayı bırakınca<br />

para işlerinde<br />

usulsüzlüklerle<br />

adının anıldığını, sol<br />

ayağındaki maharetin<br />

banka hesaplarına<br />

geçtiğini söylemiş.<br />

Kimi havadislerde<br />

aşırı milliyetçi Hırvatlarla<br />

görüldü denmiş.<br />

Bilenler bilmeyenlere<br />

anlatırken kahraman<br />

Suker, kahreden<br />

adama dönüşmüş.<br />

Topu bırakmış, yıllar geçmiş sevgiyi de nefreti de üstünde toplamış. Suker’i meşin yuvarlak için<br />

sevenlerin aklında ise en son, Vikinglerin soyundan gelen sarışın adamın üstünden attığı o top<br />

kalmış.<br />

*Kitabın girişinde ve anlatımda İhsan Oktay Anar’ın<br />

Kitabül Hiyel eserinden esinlenilmiştir.<br />

‘‘Yetenekleriyle dünyayı kendine hayran bırakan adama<br />

top peşinde koşmayı bırakınca sormuşlar “En sevdiğin<br />

renk yeşil mi?” diye. Yeşil sahaları bırakınca yeşilden<br />

kopamamış. Bu yeşil çim değil, çimin üzerinde yetişen<br />

ağacı keserek yapılan Benjamin Franklin’in gözlerinizin<br />

içine baktığı yeşilmiş. ‘’<br />

78


ATTİLA İLHAN<br />

LİLİ MARLEN TÜRKÜSÜ<br />

Akşam olur mektuplar hasretlik söyler<br />

Zagreb radyosunda Lili Marlen türküsü<br />

Siperden sipere ateş tokuşturanlar<br />

Karanlıkta dem çeken ishak kuşu<br />

Bu civarlarda benim bir cennet mekanım olacak<br />

Aslan sıfatlı Johnny hisar boylu silahşör<br />

Arkasında Mısır El Kahire<br />

Ehramlar, cana can katan Nil, cüzamlı dilenci, trahomlu insan<br />

Sağında mavi gözlü dilber Akdeniz<br />

Solunda çöl ve balta girmemiş orman<br />

Biz dünyalılar yemin içtik, imanımız var<br />

Hürriyet için hürriyet aşkına<br />

Savulacak dönem, savulacak düşman<br />

Dehrin cefasını çektik, sefasını süreceğiz<br />

Biz sudanlılar kıbleye karşı namaza duranlar<br />

Aragon’dan bıçak gibi çekilmiş yedi misra<br />

Sidney’den bir muhalif ruzgar<br />

Akşam olur mektuplar hasretlik söyler<br />

Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü<br />

Dost ağlar karanfilim dost ağlar<br />

Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz<br />

Ve biz gene yıldızlara bakarız<br />

Ve yine yıldızlar bize bakar<br />

Duadır güneş baht olasın civan oğlum<br />

Hürriyet için dipçik tutan el dert görmesin<br />

79


BALKAN SÖZLÜK<br />

Prsut: Bosna'nın Suho Meso'sunun Hırvatistan<br />

versiyonudur. İsle kurutulmuş jambon olarak<br />

tanımlayabileceğimiz bu yiyecek; kahvaltıların ve<br />

tüm öğünlerin aranılan ismidir.<br />

(Josip) Ban Jelacic Meydanı: Zagreb'in ticari ve<br />

sosyal hayatının aktığı yerdir. Bosna'nın Ferhadiye,<br />

İstanbul'un İstiklal Caddelerine benzetilebilir.<br />

19. yüzyıldan kalma mimarisiyle bir film setinde<br />

yürüyormuş hissi yaratır.<br />

Franjo Tuđman: Yugoslavya'dan ayrılan Hırvatistan'ın<br />

ilk devlet başkanıdır. Aynı zamanda<br />

Ustaşa birlikleri ile beraber yaptığı katliamlarla<br />

meşhur eski bir savaş suçlusudur. Lahey Uluslararası<br />

Savaş Suçları mahkemesi tarafından Fırtına<br />

Harekatı'nın planlayıcısı ve suç ortağı olduğu<br />

tespit edilmiştir.<br />

Paşteta: Eski Yugoslavya ülkelerinde popüler,<br />

kurutulmuş etlisi ve tavuklusu gibi türleri bulunan<br />

-ağırlıklı olarak- kahvaltılarda tüketilen kedi<br />

mamasına benzer milli yiyecek. Bosna-Hersek'teki<br />

reklamlarında Dino Merlin oynamaktadır.<br />

Konzum: Bosna-Hersek ve Hırvatistan'da pek<br />

çok yerde görebileceğiniz, ürün çeşitliliği bol<br />

Hırvat milli marketidir.<br />

Kravat: Kelimenin aslı Fransızca olsa da, croates<br />

yahut cravates denilen Hırvatlar kelimesinden<br />

türemiş; Hırvatların boyunlarına bağladıkları<br />

bağdan hareketle bu isimle tüm dünyaya yayılmıştır.<br />

Ljubljana: Slovenya'nın başkenti ve en büyük<br />

şehridir. Eski Yugoslavya ülkelerinin bir parçası<br />

olarak Tito'nun da dünyaya gözlerini yumduğu<br />

yerdir.<br />

Checkers: Hırvat daması olarak da ifade edebileceğimiz,<br />

kırmızı-beyaz renklerindeki milli<br />

sembol.<br />

Dalmaçya: Hırvatistan ve Karadağ'ın Adriyatik<br />

kıyısında yer alan Doğu bölümüne verilen isimdir.<br />

Girintili çıkıntılı sahil şeridi, yüzlerce adası ve<br />

körfeziyle beraber hepimizin bildiği Dalmaçyalı<br />

köpeklerin de anavatanı burasıdır.<br />

Metkovic: Bosna-Hersek'in içinden geçen iki<br />

nehirden biri olan Neretva nehri ile Dubrovik<br />

arasındaki sınır şehridir. Buradan sonra sınırlar<br />

Hırvatistan'a geçmektedir.<br />

www.balkansozluk.org<br />

80

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!