Cinedergi 98
Binder98B
Binder98B
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
CINEVİZYON<br />
2 ARALIK<br />
Görümce<br />
Karanlıklar Ülkesi: Kan Savaşları / Underworld:<br />
Blood Wars<br />
Müttefik / Allied<br />
Sevdam Gözlerinde Kaldı<br />
Kahraman Ördek / Quackerz<br />
Babamın Kanatları<br />
Mavi Bisiklet<br />
Kümes<br />
9 ARALIK<br />
Kasap Havası<br />
Hayati Tehlike<br />
Aşk Mektupları / From the Land of the Moon<br />
Hasret Bitti<br />
Gece Hayvanları / Nocturnal Animals<br />
Sebastian Sevgili Dostum / Belle et Sebastien,<br />
L’aventure Continue<br />
Office Christmas Party<br />
Sen Benim HerŞeyimsin<br />
Şarkını Söyle / Sing<br />
16 ARALIK<br />
Rogue One: Bir Star Wars Hikayesi / Rogue One:<br />
A Star Wars Story<br />
Alemde 1 Gece<br />
Zuzula<br />
Oldu mu Şimdi?<br />
Tereddüt<br />
Kahramanlar Takımı / Monkey King: Hero Is Back<br />
Sen Sağ Ben Selamet<br />
Masterminds<br />
23 ARALIK<br />
Değiştir Bakalım<br />
Siyah Karga<br />
Dönerse Senindir<br />
Florence<br />
Kartopu Savaşları / Snowtime!<br />
Gizli Güzellik / Collateral Beauty<br />
Assassin’s Creed<br />
30 ARALIK<br />
Ben, Daniel Blake<br />
Aşık<br />
Kurbağa Krallığı 2 / Frog Kingdom 2<br />
Nasıl Yani<br />
Çin Seddi / The Great Wall<br />
Şeytanın Oğlu / Incarnate<br />
Aşıklar Şehri / La La Land
İÇİNDEKİLER<br />
24<br />
36<br />
dosya<br />
YENİDEN STAR WARS<br />
Yeni Star Wars filmi Rogue One<br />
Egemen’in kaleminden...<br />
UNDERWORLD<br />
Underworld: Blood Wars ‘u<br />
İbrahim yazdı. Bitmeyen macera...<br />
14<br />
28<br />
ESRA SÖNMEZER<br />
RÖPORTAJ<br />
ÖZNUR SERÇELER<br />
Hayatı Tehlike filminin oyuncuları Toygan<br />
Avanoğlu ve Öznur Serçeler konuğumuz.<br />
56<br />
64<br />
ASSASSIN’S CREED<br />
Yılların ünlü oyunu artık beyazperdede.<br />
Masis sizin için odağına aldı.<br />
THE GREAT WALL<br />
Zhang Yimou yeni filmiyle yine herkesi<br />
kendine hayran bırakacak.<br />
40<br />
MUSA EKİCİ<br />
Babamın Kanatları filminin oyuncusu<br />
Musa Ekici ile söyleştik.<br />
50<br />
BURAK KUT<br />
Nasıl Yani filminin oyuncuları<br />
Aykut Elmas ve Burak Kut filmi anlattılar<br />
68<br />
ÜMİT KÖREKEN<br />
Mavi Bisiklet filminin yönetmeni Ümit<br />
Köreken filmini anlattı.<br />
72<br />
DEADLY NIGHT<br />
Yılbaşı gecesinin korkusunu<br />
Murat Kızılca sizin için seçti.
12<br />
34<br />
44<br />
60<br />
82<br />
ÖZEL KÖŞE<br />
TOSUNLAR VEDA ETTİ<br />
Erdal Tosun’u kaybettik. Sinemanın<br />
bütün tosunları bizi yalnız bıraktı.<br />
SUSMAYAN KÖŞE<br />
Film seyretmeyen insanlar film festivali<br />
yaparsa ne olur? Murat cevapladı.<br />
86<br />
88<br />
AYŞE TEYZE<br />
Terminal filmi Ayşe Teyze ile bir başka.<br />
İşte Beril’in başına gelenler.<br />
BELGESELCİ<br />
2016’da belgeselcilerin durumu nedir?<br />
Selma Güzel bize anlattı.<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
En Yeni Gerçekçilik filminin yönetmeni<br />
Mehmet Ali Sevimli konuğumuz.<br />
DİZİDERGİ<br />
DİZİFUN<br />
Cesur ve Güzel’in bütün sırları<br />
Nergiz Karadaş’ın kaleminden.<br />
EPISODE<br />
Westworld dünyayı kasıp kavururken<br />
Şenay sizin için yazdı.<br />
FESTİVALLER BİTTİ<br />
AĞLAYANI YOK<br />
EDITO<br />
Festivaller yıkılıyor. Kasım ayı içinde<br />
ertelenen, büyük ihtimalle bir daha<br />
da yapılmayacak olan festivaller<br />
şunlar, Malatya, Van İran Film Günleri, Edirne.<br />
Bunların yanında Antakya film festivali<br />
yapıldı ama giden arkadaşlar kaşka<br />
yapılmasaydı diyerek yazılar yazdı. Hele yıllar<br />
içinde iptal edilenlere bakarsak durum daha<br />
da vahim. Bursa, Erzurum, Mardin, İzmir ve<br />
daha aklıma gelmeyen bir dolu film festivali<br />
artık yok. Elimizde kala kala İstanbul, Antalya,<br />
Adana ve Ankara film festivali kaldı.<br />
Ankara da yeni filmlerden daha çok yıl içinde<br />
seyrettiğimiz filmleri gösteriyor. Kıbacası<br />
Türk sinemasının yeni filmlerini üç ana festival<br />
paylaşıyor ki onlarda da üç beş film hepsinde<br />
yer alıyor. Bu gidişat Türk sinemasının<br />
başat tarzı olan sanat filmlerinin artık kimseyle<br />
paylaşılamamasına sebep verecek. Biz<br />
şimdiden dikkati çekelim. Kendi bindiğiniz<br />
dalı kesiyorsunuz. Neyse enseyi karartmak<br />
istemiyorum. İyi olarak gişe filmlerinde bir<br />
kendini toplama durumu var. Mesela Özcan<br />
Deniz’in İkinci Şans, Dağ, Ekşi Elmalar gibi<br />
gişe filmleri kaliteleriyle yüzümüzü güldürdü.<br />
Bu arada yazarımız Fırat Sayıcı’nın ilk kitabı<br />
da yayınlandı. Hayırlı<br />
olsun diyorum.
PEK YAKINDA<br />
ANTHROPOID<br />
Yönetmen: Sean Ellis<br />
Oyuncular: Cillian Murphy,<br />
Charlotte Le Bon, Jamie<br />
Dornan<br />
Konu: SS generali Reinhard<br />
Heydrich’e düzenlenen<br />
suikast operasyonu<br />
Anthropoid’i konu alan film<br />
tarihi gerçeklere dayanıyor.<br />
Gerçek bir hikayeden uyarlanan<br />
filmde Hitler’in 3.<br />
adamı olan Heydrich, Nihai<br />
Çözüm projesinin mimarı<br />
olarak tarihin en büyük<br />
utançlarından birine ön<br />
ayak olurken bir yandan da<br />
sürgündeki Çekoslavakyalı<br />
askerlerin hedefi haline<br />
geliyor.
PATRIOTS DAY<br />
Yönetmen: Peter Berg<br />
Oyuncular: Mark Wahlberg,<br />
John Goodman, J.K. Simmons<br />
Konu: Gerçek bir hikayeden<br />
ilhamını alan film Boston Polis<br />
Komiseri Ed Davis üzerinden<br />
ilerliyor. 2013 yılından Boston<br />
Maratonu bombalı saldırısına<br />
giden süreci anlatan yapım<br />
şehri kapsayan bir terörist avını<br />
ve o süreci konu alıyor. Gerçek<br />
olay, maraton koşusunun bitim<br />
noktasında, 15 Nisan 2013<br />
tarihinde yerel saatler 14.49’u<br />
gösterirken gerçekleşmiş ve<br />
3 kişinin ölümü ve 200’den<br />
fazla kişinin yaralanması ile<br />
sonuçlanmıştı.<br />
SONSUZLUK ORMANI<br />
SNOWDEN<br />
Yönetmen: Oliver Stone<br />
Oyuncular: Joseph<br />
Gordon-Levitt, Shailene<br />
Woodley, Melissa Leo<br />
Yönetmen: Gus Van Sant<br />
Oyuncular: Matthew McConaughey,<br />
Ken Watanabe, Naomi Watts<br />
Konu: Arthur Brennan, hayatında<br />
yaşadığı bir trajedi sonrası,<br />
Japonya’daki Fuji dağının derinliklerindeki<br />
gizemli bir ormana doğru yola<br />
çıkar. Girenin bir daha kolay kolay<br />
çıkamadığı, bir noktadan sonra geri<br />
dönüş işaretlerinin kaybolduğu bu orman<br />
intihar etmek isteyen insanların da<br />
son durağıdır.<br />
Konu: Luke Harling ile<br />
Anatoly Kucherena’nın<br />
yazdığı iki farklı kitabı<br />
kendisine kaynak<br />
alan Snowden, Eski<br />
bir CIA çalışanı olan<br />
Edward Snowden’in,<br />
yapılanma hakkında<br />
yaptığı asrın ifşasını<br />
konu alıyor. Binlerce<br />
CIA dosyasını yayan<br />
ve basınla paylaşan<br />
Snowden’in yaşamının<br />
bu sansasyonel<br />
evresine değinecek<br />
olan film, Kieran<br />
Fitzgerald tarafından<br />
senaryolaştırıldı!
PEK YAKINDA<br />
UZAY YOLCULARI<br />
Yönetmen: SMorten<br />
Tyldum<br />
Oyuncular: Jennifer<br />
Lawrence, Chris Pratt,<br />
Michael Sheen<br />
Konu: Pratt’in ilaç ayarlı<br />
uykusundan erken<br />
uyanan bir uzay yolcusu<br />
olan tamirci Jim<br />
Preston’ı canlandırdığı<br />
yapımda, Lawrence<br />
ise Pratt’in karakteri<br />
tarafından yalnız kalmamak<br />
için uyandırılan bir<br />
diğer yolcu olan New<br />
Yorklu yazar Aurora’yı<br />
canlandıracak. İkili bu<br />
süreçte birbirlerine aşık<br />
olsalar da Preston’ın<br />
Aurora’nın 100 yıl erken<br />
uyandırmış olmasının<br />
sebebi olduğunun ortaya<br />
çıkması ve gemideki<br />
büyük bir teknik arıza<br />
ikisi arasındaki gerilimin<br />
yükselmesine sebep<br />
olacak.
JACKIE<br />
Yönetmen: Pablo Larraín<br />
Oyuncular: Natalie Portman,<br />
Peter Sarsgaard, Greta Gay<br />
Gerwig<br />
Konu: Natalie Portman’ın<br />
Jackie Kennedy’i<br />
canlandıracağı politikdrama<br />
filminin yönetmen<br />
koltuğunda Pablo Larrain yer<br />
alıyor. Filmin başrolündeki<br />
Natalie Portman’a Greta Gerwig,<br />
John Hurt ve Max Casella<br />
eşlik ediyor. Yapımcılığını<br />
Darren Aronofsky’nin<br />
üstlendiği filmin senaryosu<br />
ise Noah Oppenheim<br />
tarafından yazıldı.<br />
IÇERIDE<br />
Yönetmen: GFarren Blackburn<br />
Oyuncular: Naomi Watts, Oliver Platt,<br />
Charlie Heaton<br />
Konu: Dul bir çocuk psikoloğu<br />
Amerika’nın kuzeydoğu kırsalında<br />
sakin bir yaşam sürmektedir. Kendini<br />
izole etmiş olan kadın bir araba kazası<br />
sonucu beyin hasarı alan ve katatonik<br />
bir duruma giren oğlu ile ilgilenmektedir.<br />
Ergenlik çağındaki oğlunun hayati<br />
bütün ihtiyaçları annesi tarafından<br />
karşılanmaktadır.<br />
BU DA NEREDEN ÇIKTI?<br />
Yönetmen:<br />
John Hamburg<br />
Oyuncular: Zoey Deutch,<br />
Bryan Cranston,<br />
James Franco<br />
Konu: Ned ailesine<br />
bağlı, sevecen ve<br />
korumacı bir babadır.<br />
Her tatilde Stanford’ta<br />
okuyan kızını ziyarete<br />
gitmekte olan aile bu<br />
sefer de yollarını üniversiteye<br />
çevirmiştir. Ancak<br />
Ned ve ailesi kızıyla<br />
buluştuğunda Ned’in en<br />
büyük kabusunun gerçek<br />
olduğunu görürler.<br />
Stephanie’nin bir erkek<br />
arkadaşı vardır. Hem de<br />
bu erkek arkadaş Silikon<br />
Vadisi’nde başarılı<br />
olmuş genç bir milyarderdir.
Erdal Tosun’u<br />
kaybettik.<br />
Bazı insanlar<br />
dünyada<br />
sadece<br />
fiziklerinin<br />
kapladıkları<br />
yerle değil<br />
gönüllerimize<br />
düşürdükleri<br />
gölgeleriyle<br />
de hatırlanır.<br />
Tosun ailesi<br />
sinemamız<br />
için herhalde<br />
bu tanıma en<br />
çok uyan isimlerdi...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n HHep deriz ya sinema<br />
hayatı içinde barındırır.<br />
İşte bu hayatta kahkahalar,<br />
mutluluk ve heyecan<br />
kadar gözyaşı da var.<br />
Birkaç gündür Erdal<br />
Tosun’u kaybetmenin<br />
acısını hissediyoruz. Sadece onu kaybetmek<br />
yeterince acı zaten ama Perşembe<br />
sabah bir trafik kazasında kaybettiğimiz<br />
Erdal ile birlikte kardeşi Gürdal’ı babası<br />
Necdet Tosun’u tekrar kaybettik sanki.<br />
Yeşilçam’ın kaybolan güzelliklerine bir nokta<br />
daha koyulmuş gibi hissettik. Kaç gündür<br />
Erdal Tosun’un hayatını oynadığı 80’e yakın<br />
film ve diziyi, İstanbul ve Antalya Devlet<br />
Tiyatrosu’nda sergilediği performansları,<br />
BKM ile bizi nasıl güldürdüğünü gazetelerden<br />
okuduk, televizyonlardan seyrettik.<br />
Peki bunların dışında kimdi Erdal Tosun?<br />
Sanatçı kişiliğinin yanında bize neyi ifade<br />
ediyordu? O 12 yaşında babasını kaybetmiş<br />
bir oğuldu, 37 yaşında kendinden dört yaş<br />
küçük meslektaşını, kardeşini kaybetmiş
HAYALLERİNİ<br />
SATMAYANLARA<br />
VEDA<br />
bir ağabeydi. Bir efsanenin oğlu olarak<br />
çok ağır mirası hakkıyla taşımak zorunda<br />
olan sanatçıydı. Zeynep’in babasıydı.<br />
Babadan miras sağlık problemleriyle<br />
uğraşırdı, kardeşini benzer bir hastalıktan<br />
kaybetmişti. Bütün bu mücadeleye<br />
rağmen “Ne olmuş yani büyük adam<br />
olamadıysak hayallerimizi de satmadık<br />
ya” diyebilecek kadar gururlu bir<br />
insandı. Zaten herşeyden çok bu benim<br />
canımı acıtıyor. Babası Necdet Tosun<br />
Yeşilçam’ın o babacan, dost karakterlerinin<br />
başında gelir. Türk insanının komik,<br />
candan kısacası “bizden” aşçısı, babası,<br />
otel sahibi, bazı filmlerde ise zengin<br />
kodamanıdır. Hulusi Kentmen, Vahi Öz,<br />
Ali Şen gibi sanatçıların oluşturduğu<br />
sinemamızın “baba”larındandır. 400’e<br />
yakın filmde oynamıştır Necdet Tosun.<br />
Onun başarısının altında çalışkanlığı var<br />
derler eski topraklar. İşte böyle bir meslek<br />
ahlakından gelen bir babanın oğludur<br />
Erdal Tosun. Babasına benzerliği sadece<br />
fiziğiyle değil günümüzde ulaşılması zor<br />
olan 80 sinema ve dizi çekmesinden<br />
de anlaşılmaktadır. Erdal Tosun’u Cem<br />
Yılmaz’ın Gora’sında, Organize İşler’de,<br />
Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele’sinde seyrettik.<br />
Rolün büyüğü küçüğü olmazdı onun<br />
için. Atıf Yılmaz ona ilk sinema filmini<br />
önerdiğinde sadece babasına duyduğu<br />
sevgiden değil onun sanatçı kişiliğine<br />
duyduğu inançtan da bu yolu açmıştı.<br />
Babası Necdet Tosun bir lokantada aşçı<br />
iken sinemaya atılmış, çalışkanlığı ile<br />
yerini edinmişken Erdal Tosun mektepliydi,<br />
konservatuarı bitirip hem babasından<br />
kalan mirası omuzladı hem de o mirasın<br />
altında kalmadı. Ve ne yazık ki gitti talihsiz<br />
bir trafik kazasında üstüne düşen<br />
bir arabanın altında kaldı. Bizim de kalan<br />
son naif insanlarla olan bağlantımız<br />
koptu. Kendini şana şöhrete kaptırmayan,<br />
onun deyimiyle ruhunu satmayan bir<br />
koca adamı kaybettik. Tosun ailesi son<br />
selamını çaktı bize. Bir dönem kapandı.
ESRA SÖNMEZER<br />
DÖVÜŞECEĞİM
Oldu mu Şimdi filminin<br />
genç oyuncusu Esra<br />
Sönmezer amacının çok<br />
başarılı bir komedyen olmak<br />
ve içinde dövüş sahneleri<br />
olan filmlerde yar<br />
almak olduğunu söyledi...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sinemasının içinde farklılıklar<br />
barındırması, tür filmlerinde hep aynı yapımlarla<br />
karşılaşılmaması en önemli dileklerimden. Bu<br />
hafta vizyona giren Oldu Mu Şimdi filminin genç<br />
oyuncusu Esra Sönmezer hedefledikleriyle bizim<br />
bu farklılık beklentimizi hayata geçirebilecek<br />
genç bir oyuncu olarak duruyor. Gençliğinde<br />
ilgilendiği dövüş sporları yüzünden oynadığı<br />
filmlerde aksiyon sahneleri olmasını isteyen<br />
Esra amacının sinemada komik kadın olarak<br />
anılması olduğunu söylüyor.<br />
Oldu mu Şimdi filminin senaryosu geldiğinde<br />
sizi en çok etkileyen ne oldu?<br />
Filmin senaryosu ilk geldiğinde bayan mafya<br />
liderini canlandıracağımı okudum ve çok<br />
heyecanlandım. cunku oynamak istediğim bir<br />
roldü. Komedi rollerinde çok iddalıyımdır birde<br />
vurdulu kırdılı sert rollerde kendimi bulyorum. Bu<br />
yüzden çok sevinmiştim<br />
Rolünüzden bahsedebilir misiniz?<br />
Azeri kökenli ve acımasız dişi bir mafya lideri..<br />
Bazı roller vardır onlara hazırlanmak gerekir.<br />
Mesela tarihi bir kişiliği oynuyorsanız veya<br />
engelli birini canlandıracaksanız araştırma<br />
yaparsınız. Bir de oyuncunun kendi tecrübesinden<br />
yola çıkarak hazırlandığı roller vardır.<br />
Bu film hangisine yakın. Bir hazırlanma<br />
süreci geçirdiniz mi?<br />
Bu konuda çok haklısınız bazı roller hazırlanma<br />
süreci gerektirir. Fakat ben geçmişte profosyonel<br />
dövüşçü olduğum için bu tip bir rolde asla<br />
zorlanmadım. Hatta keşke dövüş ve bol aksiyonlu<br />
sahneler de olsaydı dedim içimden. Mesela<br />
polisiye olsun aksiyon filmleri olsun veya<br />
fantastik içerikli filmlerdeki bayan dövüşçüyü<br />
canlandıracak yeterli donanıma sahibim. Her ne<br />
kadar Türkiye de Dünyadaki gibi bu tarz roller ve<br />
projeler yaygın olmasada :)<br />
Yavuz Seçkin, Orhan Aydın, Serkan Şengül<br />
ile rol aldınız. Bir kadın oyuncu için rolün<br />
içine girmek anlamında bu kadar erkek karakterle<br />
rol almak zorluk yaratır mı?<br />
Yavuz ve Orhan ile daha önce Oğlum Bak Git<br />
projesinde Serkan ile de Çılgın Dershane Ada 4<br />
projesinde rol aldığım için hiç yabancılık çekmedim.<br />
Bütün castın erkek olması benim için<br />
zorluk teşkil etmez çünkü bir oyuncu yaptığı rolü<br />
ve görevi ile mesüldür. En önemlisi de oyuncu<br />
her ortama zorlanmadan ayak uydurmalıdır.<br />
Çünkü işini seven her insan için bu kural<br />
böyledir. Umarım cevabım yeterince açıklayıcı<br />
olmuştur..<br />
Rolünüzde bir kadın mafya patronunu<br />
canlandırıyorsunuz. Gerçek Esra filmdeki<br />
kadar sert midir? Kızgın olduğunuzda nasıl<br />
bir Esra ile karşılaşırız<br />
Gerçek hayatta çok eğlenceli ve komiğimdir.<br />
Hazırlayıp sunduğum Tv programlarımda da<br />
hep konuklarımı güldüren ve eğlendiren biri<br />
oldum. Çünkü kamera karşısında tribünlere<br />
oynamam, neysem oyumdur. Sadece oyunculukta<br />
her kılığa ve role bürünecek kapasitem<br />
fazlasıyla vardır. Hayatta bir tek açken çok sinirli<br />
olurum. Bu yuzden arabamda olsun setlerde<br />
olsun hep çantamda atıştırmalıklarım vardır.<br />
Yiyeceklerle yaşıyorum diyebilirim :)<br />
Genç bir oyuncunun sinema dilini<br />
oluşturmakta dizi sektörünün yıpratıcı<br />
şartları bir dezavantaj yaratır mı?<br />
Kariyerime ilk TRT de Televizyon programı<br />
VE GÜLDÜRECEĞİM
yaparak sonra ise özel bir kanalda Düriye<br />
nin Güğümleri dizisin de komik Avukat<br />
Muzo karakteriyle oynayarak başladım..<br />
Diziler bana gore dezavantaj teşkil etmez<br />
çünkü kariyerime ilk başladığım günlerden<br />
beri çeşitli Tiyatro oyunlarında oynayan ve<br />
hep Tiyatro ile kendimi geliştirmeye çalışan<br />
biri oldum. Beni bu işlerle ilk tanıştıran kişi<br />
Müjdat Gezendir . Okulunda eğitim aldım.<br />
Ama tabiki de eğitimin dışında bir oyuncuda<br />
yetenekte olmalı Yetenek olmazsa isterse<br />
20 sene eğitim alsın hiçbirşey olamaz.<br />
Doğal hayatımda da çok komik ve eğlenceli<br />
biri olduğum için sit com tarzındaki projelerde<br />
hiç zorlanmam aksine inanılmaz keyif<br />
duyuyorum adeta yaşama sevinci veriyor<br />
bana.<br />
Perde güzel kadını sever. Ama oyuncu<br />
bu güzelliğine hem tecrübe hem de<br />
kabiliyetini katmalı. Bu anlamda nasıl bir<br />
yapılanma içindesiniz?<br />
Türkiye de güzel kadından komedyen<br />
olmaz veya güzel kadın komedide iyi<br />
oynayamaz algısı var. Bazı örümcek kafalı<br />
yapımcıların sabit fikirlerini yıkmak için<br />
çok mücadele veriyorum... Emre Altuğ<br />
ile oynadığımız Otel Divane projesi kendimi<br />
bu alanda ispatlayacağım harika bir<br />
projeydi fakat bir takım talihsizlikler oldu.<br />
Dizimizi yazın bayram tatilinin başladığı ilk<br />
hafta yayınladılar, doğru düzgün reklamda<br />
yapılmadı, bu sebepten dolayı çok etkilendik<br />
ve üç dört bölüm sonra proje kalktı. Devam<br />
etseydi eğer o rolümle ödül bile alırdım...<br />
Birazda şans bu işler işte. Umarım arzu<br />
ettiğim sit -com projesi bu sezon gelir :) En<br />
büyük hayalim ilerde Türkiyenin en komik<br />
kadın oyuncusu olmak..<br />
Sanıyorum Oldu Mu Şimdi sekizinci<br />
sinema filminiz. Çok kısa sürede bu kadar<br />
sinema filminde oynamak bir kariyer<br />
planlaması mı?<br />
Kariyer planlaması değil aslında Teklif<br />
gelen projeleri değerlendirdim. Tabiki kabul<br />
etmediğim sinema filmleride oldu.<br />
Türk sinemasında komedinin büyük önemi<br />
vardır. Özellikle Yeşilçam döneminin<br />
komedileri unutulmaz. Sizin Yeşilçam’a<br />
yaklaşımınız nedir? Oyunculuğundan
etkilendiğiniz Yeşilçam ünlüsü var mıdır?<br />
Adile Naşit ve Kemal Sunal hayranıyımdır.<br />
Yeşilçamın Türk Sinemacılık tarihine katkıları<br />
yadsınamaz..<br />
2000 sonrası sinemamızda kadınların<br />
toplumdaki yeriyle ilgili film yapma adına<br />
geriye bir adım atıldığını düşünüyor musunuz?<br />
Biraz yorumlar mısınız?<br />
2000 li yıllarda yapılan Kurtuluş Savası<br />
filmlerinde Türk Kadınının kahramanlığı ne<br />
kadar gözler önüne serilsede Türk kadınının<br />
hakkettiği haklar malesef sinemamızda<br />
kendisine pek verilmemiştir. Amerikan<br />
sinemasında kadınların ne kadar güçlü<br />
olduğu yıllardır gözümüze sokuluyor. Sanatta<br />
kadın güçlü olursa eğer sanatta o kadar<br />
ilerler .. Çünkü kadının kendisi sanattır .....<br />
Deminki soruyla bağlantılı olarak kadın<br />
oyuncularımızın önünde Türkan Şoray<br />
kanunları gibi bir örnek de var. Bu<br />
kuralları doğru buluyor musunuz?<br />
Günümüz sinemasında hayatın tam kendisi<br />
anlatılıyor... 2000 li yıllarda artık Türkan<br />
Şoray kanunları oyuncular açısından rafa<br />
kalktığını düşünüyorum.. Süregelen Hayatın<br />
içinde herşey varsa Türkan Şoray kuralları<br />
da malesef onun döneminde kalmıştır.<br />
Oyunculukta kuralsız olmak kural oldu....<br />
Oyuncu olmayı ne zaman istediniz?<br />
Küçüklüğünüzde böyle bir özleminiz var<br />
mıydı?<br />
Küçüklüğümde siyasetçi olmayı hayal<br />
ederdim.. Annem rahmetli olunca bende<br />
dengeler şaştı. Annemin zamanında en<br />
büyük hayali olan ve babam yüzünden<br />
gerçekleştiremediği güzellik yarışmasına<br />
sırf rahmetli annem istemişti diye katıldım<br />
Türkiye Güzeli oldum sonra Dünya 4. sü<br />
oldum. O dönemler annemin ölümü yeni<br />
olduğu ve bende özel kalmasını istediğim<br />
bazı nedenlerden dolayı dünya 4. lük tacımı<br />
Kabul etmedim.. sonra 7 yıl ortadan yok<br />
oldum... İnanılmaz bir tesadüfle Müjdat<br />
Gezen çıktı karşıma . Kendimi okulunda<br />
buldum. Bu meslegi okulda eğitim sürecinde<br />
sevdim ve karar verdim. Yoksa hedeflerim<br />
bambaşkaydı...
CINEKRiTiK<br />
BANU BOZDEMİR<br />
GÖRÜMCE GÜLMEDIM ÖMRÜMCE!<br />
n Tipleme komedisi yapmak üzere yola<br />
ve erkek komedyenlerin karşısına çıkan<br />
Gupse Özay’ın genel anlamda başarıyla<br />
ilerlediğini söyleyebiliriz. Ama iş sadece<br />
bir tipleme ve fikir oluşturmanın ötesine<br />
geçmeli, senaryoda da parlaklıklar olmalı!<br />
Deliha karakteriyle kilo alan, evde kalmış<br />
ve hayatının aşkını bekleyen bir nevi<br />
Ugly Betty karakteriyle karşımıza çıkan<br />
Özay, orada daha parlak bir komediye imza<br />
atmıştı. Ama burada senaryo karakterin kötücül<br />
komikliğine yetişemiyor. Görümce deyince<br />
ensede boza pişiren,<br />
çok sevdiği kardeşinin<br />
kız arkadaşına kan<br />
kusturan ve onun<br />
karşısına da gördüğü<br />
kötü muameleler<br />
yüzünden tırnaklarını<br />
çıkarıp görümceyle<br />
çatışacak bir gelin<br />
karakteri beklerken<br />
karşımıza çıka çıka<br />
süt dökmüş kedi çıktı.<br />
Bu da bir tek karakterin<br />
filmde yaşattığı<br />
olaylar silsilesi gibi<br />
yansıdı ne yazık.<br />
Tabii Gupse Özay<br />
kendisini düşünerek<br />
yazmış ve kendisinden<br />
başka bir<br />
karakterin senaryoda<br />
kafasını uzatmasına<br />
pek fırsat vermek<br />
istememiş. Bunu anlıyoruz ama ne Deniz ne de<br />
kardeşi Ahmet silik olmaktan öteye geçememiş.<br />
Hele Deniz, pozitiflikten ölecek! Bu da filmde<br />
sadece Yeliz rüzgarı yaratıyor. Bir de Yeliz<br />
karakterinin her alandaki abartısı, kötücüllüğü<br />
neden erkekler üzerinde işlemiyor mesela diye<br />
sormadım değil! O kadar seksapel, zengin ve<br />
bir o kadar zevksiz olan kadının hayatındaki tek<br />
erkek kardeşi. Oysa o takıntısını erkeklere de<br />
yönlendirebilirdi, böylece hikayeyi daha derinlikli<br />
olarak iki taraftan kuşatabilirdi.<br />
Bir de bu ajansta çalışan, aslında hiç de parlak<br />
durmayan ama bir fikirle bir anda yaratıcı kafaya<br />
geçen kız tiplemesinden de gına gelmedi<br />
değil. Deniz’in organik kız arkadaşlarıyla Yeliz’i<br />
dönüştürme çabaları takdire şayan tabii ama çoğu<br />
şeyin altı dolmuyor. Sinemada yapılan evlilik teklifiyle,<br />
çayla kafa bulma ve halüsinasyon görme<br />
arasında tam bir zıtlık var. Hikayenin bir tek adım<br />
adım doğallığa kayan yanını beğendim diyebilirim,<br />
zaten Yeliz gibi naylon karakter karşısında başka<br />
şansı da yoktu.<br />
Mesela karakterin gelin adayını kendi kara<br />
sularında yani evinde ağırlayıp burnundan getirmesi<br />
daha isabet olurdu ama nedense vukular hep<br />
Deniz’in evinde hayat buluyor, zira o ev daha fazla<br />
malzeme barındırıyor. Yeliz’in evinden zevksizlik<br />
akıyor sadece. Neyse sadede gelecek olursak<br />
gayet güzel oluşturulmuş bir görümce karakterini<br />
yiyip bitirmiş bir hikayeyle karşı karşıyayız! Maalesef<br />
gülemedik. Bu hikayeye karşılıklı çatışma<br />
iyi giderdi. Ama Gupse Özay yazmaya ve tipleme<br />
yaratmaya devam etmeli, gayet iyi bir cevher zira<br />
kendisi!
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
TÜFEKLI VAMPİRLERLE TABANCALI KURT ADAMLAR<br />
n Karanlıklar Ülkesi (Underworld) 2003<br />
yılında vizyona girdiğinde başrolde<br />
oynayan Kate Beckinsale’in güzelliği ve<br />
siyah deri kıyafetiyle izleyiciyi kalbinden<br />
vurmuştu. Vampirler ile kurt adamları,<br />
soylular ile köylü çatışması benzeri<br />
bir sınıfsal mücadelenin içine yediren<br />
film bu politik göndermesiyle de dikkat<br />
çekti. Bill Nighy’nin canlandırdığı ve<br />
vampirlerin lideri olan Victor karakteri filmin<br />
başkarakterlerinden de daha çok sevildi. Hatta<br />
2009’da vizyona giren Underworld: Rise of the<br />
Lycans filminde Kate Beckinsale yer almazken<br />
Bill Nighy yine filmi sürükleyen isim oluyordu.<br />
Bu üçüncü film Karanlıklar Ülkesi fanları<br />
arasında bir tartışma yarattı. Çünkü Kate Beckinsale<br />
ve Scott Speedman filmde yoktu. Film<br />
vampirler ve kurtadamlar arasındaki savaşın<br />
tarihine ışık tutuyor, asiller ile barbar diye nitelenen<br />
kurt adamlar arasındaki ilişkinin nasıl<br />
başladığını anlatıyor, kurt adamların vampirlerin<br />
kölesi olduğunu ama daha sonra isyan<br />
ederek bitmeyecek bir savaşı başlattıklarını<br />
göstererek serinin öyküsünün temellerini<br />
sağlamlaştırıyordu. Daha sonraki filmlerde de<br />
sınıfsal çatışma göndermesi devam etti. Hele<br />
Beckinsale’in melez sevgilisinden çocuk sahibi<br />
olması ve bütün ırkların buna verdiği tepki<br />
serinin politik alt yapısını sınıfsal çatışmadan<br />
ırkçılık karşıtı bir bakışa doğru yöhlendirdi.<br />
İşin garip olan kısmı ise bütün bu söylediğimiz<br />
hikayenin sanatsal açıdan hiç de öyle yüksek<br />
bir düzeyde anlatılmaması. Filmin dili olabildiği<br />
kadar popüler bir tarza sahip. Neredeyse<br />
benim seyrettiğim vampir ve kurt adam filmleri<br />
içinde en fazla aksiyona dayalı seri diyebilirim.<br />
Yani Blade serisi bile Karanlıklar Ülkesi<br />
kadar aksiyon barındırmıyordu. Dördüncü film<br />
olan Underworld: Awakening bütün seri içinde<br />
en az aksiyona sahip bölüm olsa da filmin<br />
aksiyonuna ateşli silahların hakim olmasının<br />
başlangıcı diyebiliriz. 2012’de yayınlanan bu<br />
filmin dili çok da başarılı görülmedi ki bu hafta<br />
vizyona giren Karanlıklar Ülkesi: Kan Savaşları<br />
filmi hiç olmadığı kadar aksiyon sahnelerine<br />
sahip. Üstelik çok da başarılı sahneler bunlar.<br />
2003’ten günümüze gelişen sinema teknolojisinin<br />
bütün izlerini bu filmde bulabilirsiniz. Son filmin<br />
öyküsünü kısaca anlatalım. Cory Goodman’ın<br />
senaryosuna Jayson Rothwell ile imza attığı<br />
ve yönetmen koltuğuna ilk kez Anna Foerster<br />
oturduğu Underworld serisinin beşinci filminde<br />
Selene’yi yine soluksuz bir kapışma bekliyor. Selene<br />
çifte saldırı altındadır; hem kendisine ihanet<br />
eden Lycan’lar hem de vampirler bu savaşçı<br />
kadının peşindedir. Lycanların başında Marius<br />
diye gizemli bir lider vardır. Lycanları uyumlu bir<br />
savaş makinesine çevirmiş ve vampirlere hiç<br />
alışmadıkları yenilgiler yaşatmıştır. Vampir klanı bu<br />
savaşta öne geçebilmek için Selene’yi affedip ordunun<br />
başına geçirmek isterler. Asillerin arasındaki<br />
ayak oyunları işin başka bir boyutu olduğunu<br />
ortaya çıkaracaktır. Vampirler arasındaki çekişme<br />
sürerken Lycanların lideri Marius da bambaşka bir<br />
sebep yüzünden Selene’nin peşindedir. Marius,<br />
Selene’nin kızını bulup onun kanından yararlanmak<br />
ister. Böylece kuvvetini artırıp vampirleri yok<br />
edecek ve bütün dünyaya sahip olacaktır. Selene,<br />
Marius ile karşı karşıya gelir ama ilk mücadeleden<br />
hiç beklemediği bir yenilgi ile ayrılır. Marius aynı<br />
eski sevgilisi Michael gibi melez özellikleri göstermektedir.<br />
Tabii Marius Michael’ın kötücül bir versiyonudur.<br />
Selene aldığı yenilgi sonucu hayatını<br />
kaybedecektir. Peki hikaye burada sonlanır mı?<br />
Gerisini filmi seyrederken öğrenirsiniz. Muhteşem<br />
bir film olmamakla beraber, fantastik ve aksiyon<br />
sevenler için iyi bir tercih Karanlıklar Ülkesi: Kan<br />
Savaşları.
CINEKRiTiK<br />
FIRAT SAYICI<br />
“TEREDDÜT”SÜZ YILIN EN İYİLERİNDE<br />
n Bu yıl Altın Portakal’da önemli<br />
başarılarla dönen, usta yönetmen Yeşim<br />
Ustaoğlu’nun “Tereddüt” filmi vizyona<br />
giriyor. Kendi adıma Ustaoğlu’nun en<br />
sağlam işi olarak görmesem de, uzun<br />
zamandır böylesine cesur bir film izlemek<br />
iyi hissettirdi. Tereddüt özellikle<br />
de Funda Eryiğit ve Ecem Uzun’un<br />
muhteşem performanslarıyla şaha kalkan<br />
bir yapım...<br />
Şehnaz, 30’larının başında, bir sahil<br />
kasabasında mecburi hizmete başlamış bir<br />
psikiyatrdır. Başarılı kocası Cem ile kusursuz<br />
bir evlilik sürdüren Şehnaz, her hafta<br />
sonu İstanbul’daki evine gidip gelir. 16<br />
yaşındayken zorla evlendirilerek aynı kasabaya<br />
getirilmiş olan Elmas’ın hayatı ise<br />
bunaltıcı sorumluluklarla geçmektedir. Yolları<br />
kesişen Şehnaz ve Elmas’ın hayatlarındaki<br />
aynı sorunlarla yüzleşmeleri, yaşamda yeni<br />
bir kapıyı aralamalarını sağlayacaktır. Yeşim<br />
Ustaoğlu’nun yazıp yönettiği filmde Funda<br />
Eryiğit, Ecem Uzun, Mehmet Kurtuluş ve Okan<br />
Yalabık başrollerde. Filmin Antalya’da aldığı ya<br />
da alamadığı ödüllerin tartışması gereğinden<br />
fazla yapıldı. O yüzden bu konulara girmeye<br />
hiç niyetim yok ancak ayakta alkışlanacak bir<br />
performansa imza attığı için Ecem Uzun’a ve<br />
Türkiye’de çoktandır görmediğimiz bir kadın<br />
oyuncu cesaretini bizlere sunduğu için Funda<br />
Eryiğit’e teşekkür etmek lazım. Bu iki performans<br />
oyunculuk derslerinde, okullarında örnek<br />
olarak sıkça izlettirilmeli kanımca.<br />
Gelelim filmin inceliklerine... Psikanalist feminist<br />
bakış açısına göre, toplumsal cinsiyet<br />
büyük oranda bilinçaltına gömülü. Türkiye gibi<br />
3. dünya ülkelerinde bu durum, ‘dil’ ve ‘önyargı’<br />
gibi yapılarda kendine palazlanacak ortamlar<br />
yaratmakta. Eril söylem ve davranışların her<br />
daim baskın olduğu toplumumuzda neredeyse<br />
her gün kadına şiddet haberlerine şahit<br />
olmaktayız. Kadına şiddetin kim tarafından<br />
yapıldığı pek de önemli değil aslında. Bu, kimi<br />
zaman, ortaokul terk, akşamları kahveye takılıp<br />
arkadaşlarıyla batak oynayan ve karı kız mu-<br />
habbetini futbol sohbetiyle harmanlayan Osman<br />
abinin, 3 çocuğunun anası, hiç okula gitmemiş<br />
Naciye’ye gösterdiği şiddet olabiliyor. Kimi zaman<br />
da, iyi bir dereceyle mastırını tamamlamış, güzel<br />
para kazanan, hayat standardı oldukça yüksek<br />
mühendis İlker yeni evlendiği doktor Aslı’ya şiddet<br />
uygulayabiliyor. Tereddüt’te de hem aile baskısına,<br />
hem de zorla evlendirildiği kendinden yaşça büyük<br />
kocasının cinsel şiddetine maruz kalan küçük<br />
Elmas ile kocasının ilgisizliği, cinsel yetersizliği<br />
ve psikolojik şiddetine maruz kalan psikiyatrist<br />
doktor Şehnaz’ın hayatlarına tanıklık ediyoruz.
N!<br />
İkisinin yavaş yavaş kesişen hayatları ise seyrine<br />
doyum olmaz bir duygusal gerilim ve toplum<br />
çözümlemesinin içine doğru itiyor bizleri.<br />
Toplumsal ya da yakın çevreden gelen baskılar<br />
sebebiyle cinsel ihtiyaç ve arzularını bilinçdışına<br />
yönlendirmek zorunda kalan Şehnaz, tersi<br />
bir yöntemle Elmas’ı çözebilmek için onun<br />
bilinçaltına inmeye çabalıyor ve başarıyor. Bu<br />
bağlamda, terzi kendi söküğünü dikemez misali,<br />
aslında iyi, uzlaşmacı ve başarılı bir doktor<br />
resmi çizen Şehnaz’ın kendi hayatında yanlış<br />
çözümlemeler yaptığını görmek seyirci olarak<br />
bizi huzursuz etse de, bir kadın birey olarak<br />
onun başka bir erkeğe (meslektaşı) yönlenme<br />
tercihine saygı duymak zorunda olduğumuzu<br />
hissettiriyor bize Ustaoğlu. Keza -Funda Eryiğit<br />
ve Ecem Uzun’un muhteşem oyunculuk sınavını<br />
verdikleri- Elmas’ın çözülme ve bilinçaltıyla<br />
yüzleşme sahnesi de yönetmenin seyirciye<br />
önyargılarını kırması gerektiğinin altını çizdiği<br />
tokat gibi bir tercih. Jacques Lacan’a göre ‘kimliklendirme’<br />
olgusu, bireyin kendisini başta ailesi<br />
olmak üzere diğer insanlarla ilişkilendirmesinde<br />
kurduğu özne kimliğinin yapılanmasını ele alır.<br />
Elmas’ın mutlu bir yaşam sürerken ve kendi<br />
kimliğini ailesinin içinde konumlandırırken birden<br />
bire yaşça büyük ve hiç tanımadığı bir adama<br />
eş olarak gitmesi ruhunda büyük kırılmaya yol<br />
açıyor. Bu kırılma kendisini hiç istemese de<br />
kötücül bir çözümün içine sürüklüyor.<br />
Şehnaz ise ilk bakışta herkesin onaylayabileceği<br />
karizmatik, işinde başarılı, yaşam standartları<br />
yüksek bir adamla, Cem’le evli. Ancak cinsel<br />
anlamda mutsuz Şehnaz. Ne zaman kocasıyla<br />
birlikte olsa, Cem’in erken boşalmasıyla hevesi<br />
kursağında kalıyor. Üstelik kocasını geceleri gizli<br />
gizli porno izlerken yakalamak da Şehnaz’ın<br />
açmazına bir soru işareti daha ekliyor. Üstüne<br />
üstlük Cem’in üstten bakan, bilmiş ve kibir dolu<br />
korumacı tavrı Şehnaz’ı iyice köşeye sıkıştırıyor.<br />
Hal böyleyken Şehnaz bir yandan Elmas meselesini<br />
çözümlemeye çalışırken başka bir erkeğe<br />
yelken açmaya yelteniyor. Okan Yalabık’ın<br />
oynadığı meslektaş karakteri Şehnaz için bir<br />
çözüm müdür, tartışılır? Onu, Şehnaz’ın kocası<br />
Cem’le çözümsüz kalmış cinsel/psikolojik gerilimin<br />
gerçekteki somut hali olarak tanımlamak<br />
daha doğru olacaktır. İş arkadaşının, boyu aşan<br />
azgın dalgaların dövdüğü kayaların üstündeki<br />
evini de Şehnaz’ın güvenilir liman aradığının<br />
delillerinden biri olarak da okuyabiliriz. Ancak bu<br />
geçici arzu kabarması Şehnazın derdine çare<br />
olmuyor. Kocası Cem’le yaptığı ve şiddeti giderek<br />
artan tartışmalar sonucunda verdiği karar<br />
her türlü geçici çözümden daha iyi hissettiriyor<br />
bizlere. Dar alanda kısa paslaşmalarla ancak<br />
bu kadar yorumlayabildim filmi. Uzunca incelenmesi,<br />
çözümlenmesi gereken ve bunu hak eden<br />
bir film “Tereddüt”. Mutlaka sinemada izleyin<br />
derim...
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
FİLM BANA GİT DEDİ<br />
n Türk sinemasında bir kalite sorunu<br />
olduğu gerçek. Özellikle gişe filmlerinde<br />
kalitesizlik dikkati çekecek kadar<br />
yoğun. Sanat filmlerinde ise birçok<br />
kötü filmin yanında yılda iki, üç kaliteli<br />
film çıkarmayı başarıyoruz. İşte<br />
bu iki, üç filmin yüzü suyu hürmetine<br />
de sinemamız ileri doğru adım atmaya<br />
devam ediyor. Bir eleştirmen olarak<br />
eğer Türk filmlerine neyle karşılaşacağım<br />
endişesiyle gidiyorsam genel izleyicinin vay<br />
haline. Benim işim bu, el mecbur hayatımız<br />
sinema salonlarında geçiyor. Genel izleyici<br />
ise bütün sıkıntılarının içinde, cebinden para<br />
ayırıp bir, iki saat eğlenmek veya sanatsal<br />
derinliğin içinde kaybolmak (İzleyicinin tarzına<br />
bağlı) için filmlere gidiyor. Sinemamızın gidişi<br />
genel izleyiciyi salonlardan uzaklaştıracak gibi<br />
duruyor. Kendimize gelmemiz lazım. Yılda üç<br />
iyi sanat filmiyle bu devran dönmez. Bu hafta<br />
vizyona giren Bana Git De kadrosuyla genel<br />
izleyiciye sesleneceğini umduğum bir filmdi.<br />
Herşeyden önce ses sanatçısı Atiye ve bol<br />
ödüllü oyuncumuz Tayanç Ayaydın başrollerde.<br />
Filmi seyrettiğimde büyük hayal kırıklığına<br />
uğradım. Filmin en büyük problemi yönetmenin<br />
olgunlaşmamış sinematografisi ama öncelikle<br />
perdede ilk gördüğümüz şey olan oyuncuların<br />
performansıyla başlayayım. Atiye bir oyuncu<br />
olmadığı için Tayanç Ayaydın ile başlamak<br />
en doğrusu. Pazar Bir Ticaret Masalı filmi ile<br />
muhteşem bir çıkış yakalayan ve gerçekten<br />
kaliteli bir oyuncu olduğuna inandığım Ayaydın<br />
yıllardır bir düşüş içinde. Ve bu düşüş o kadar<br />
uzun sürdü ki olgunlaşamayıp çürüyen<br />
bir meyve gibi Ayaydın için umutlarımız sönmekte.<br />
Tabii ki bir filmde bütün oyuncuların<br />
performansı kötü ise yönetmene bakarız ama<br />
Ayaydın artık genç veya tecrübesiz bir oyuncu<br />
değil, bu dezavantajı bir yere kadar geçebilmeliydi.<br />
Film onun üzerine kurulmuş, kendi<br />
iç yolculuğu içinde sesini arayan veya müziğini<br />
arayan bir adam. Ayaydın’ın canlandırdığı<br />
karakter böyle bir arayışa çıkacak entelektüel<br />
çizgi de mi diye sormak geliyor insanın içinden,<br />
yoksa atarlı bir ergen mi? Ayaydın’ın canlandırdığı<br />
karakter kesinlikle atarlı ergene yakın. Zaten film<br />
burada bitiyor aslında. Zaten kafası dağınık olan<br />
yönetmen, bu karakter üzerinden filmde hiçbirşeyi<br />
toplayamaz oluyor. Gelelim Atiye’nin canlandırdığı<br />
karaktere. Filmi seyrederken kulağımı tıkamak<br />
istedim. Güya Arap kökenli Anadolulu bir kız<br />
nasıl konuşur Allah aşkına? Aksanı yok Atiye’nin.<br />
Keşke sadece şarkı söyleseydi. Hele canlandırdığı<br />
karakterin hal ve tavırları iyice inandırıcılıktan<br />
uzak. Evden kaçan kız ful makyajlı, kıpkırmızı<br />
dudaklarıyla otostop yapıyor. Bir dram olması<br />
gereken film bu haliyle Ertem Eğilmez’in Arabesk<br />
filmini hatırlatıyor; hani Müjde Ar İstanbul’a kaçar<br />
da bir kahveye girer “İstanbul’a nasıl giderim” diye
sorar, bütün kahve ayağa kalkıp “Anlatalım”<br />
der... Neyse Atiye’ye fazla yüklenmemek gerekir<br />
çünkü dediğimiz gibi oyuncu değil. Gelelim<br />
bütün bunların asıl sorumlusu olan yönetmen<br />
ve senarist Handan Öztürk’e. Bir senaristin<br />
en büyük hatası yarattığı karakterlerin gerçek<br />
hayatta karşılığının olmamasıdır herhalde. Ve<br />
bu hatayı en kocaman şekilde işliyor Öztürk.<br />
Filmin bir iddiası da Anadolu’nun kaybolan<br />
müziğine ışık tutmak veya Anadolu’yu anlamak<br />
için ezgilerinin peşinden koşmak. Filmin bir, iki<br />
sahnesinde çeşitli türküler ve müzikli ortamlar<br />
var. Ama bütün bunlar senaryonun içinde o<br />
kadar eklenti kalıyor ki. Bu sahnelerin filmde<br />
eklenti kalmasını geçtim o sahnelerde Tayanç<br />
Ayaydın’ın canlandırdığı karakterin eklenti<br />
kalması üstüne tuz biber ekiyor. Bu anlamda<br />
Anadolu’nun Kaybolan Şarkıları veya Bana<br />
Git De filminde de yer alan Rıza Sönmez’in<br />
bu yıl çektiği “Orhan Pamuk’a Söylemeyin<br />
Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var”<br />
adlı filmini seyretmek gerekir. Çünkü bu iki<br />
filmde Anadolu’nun tınılarını bize en iyi taşıyan<br />
yapımlardı. Gelelim görüntü yönetmenliğine. Bir<br />
film vardır gerçekten görüntü yönetmenliği ister.<br />
Karanlık veya kapalı mekan çekimleri, karlı doğa<br />
sahneleri gibi. Bir film vardır doğanın güzelliğine<br />
dayanır. Ne yazık ki Bana Git De cennet<br />
mekanları bile ekstra bir şekilde kullanamıyor.<br />
Kısacası olmamış bir film Bana Git De.
GÜÇ YENİDEN BİZİMLE<br />
BİR STAR WARS<br />
HİKAYESİ<br />
Bir yıl aradan sonra bir Star<br />
Wars filmi daha sevenleri<br />
ile buluşuyor. Bu sefer 1977<br />
yapımı serinin ilk (aslında<br />
dördüncü) filmi Yeni bir<br />
Umut’un (A New Hope)<br />
öncesini anlatacak olan “Bir<br />
Star Wars Hikayesi: Rogue<br />
One” beyazperdede.<br />
EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />
n Uzun bir aradan sonra<br />
geçen yıl yaratıcısı George<br />
Lucas’ın herhangi bir<br />
dokunuşu olmadan vizyona<br />
giren Star Wars’un<br />
7. bölümü “Güç Uyanıyor”<br />
destanın köklerine inmesi<br />
sebebi ile pek çok hayranını<br />
mest etmişti. Bir yıl aradan<br />
sonra bu sefer yine bir Star Wars filmi<br />
sevenleri ile buluşuyor. Bu sefer 1977<br />
yapımı serinin ilk (aslında dördüncü)<br />
filmi Yeni bir Umut’un (A New Hope)<br />
öncesini anlatacak olan “Bir Star Wars<br />
Hikayesi: Rogue One” beyazperdede<br />
görücüye çıkmaya hazırlanıyor. Biz<br />
de bu buluşma öncesinde serinin eski<br />
filmlerine, yeni filmden beklentilere ve
Disney’in Star Wars ile ilgili gelecekteki<br />
projelerine bir göz atalım.<br />
1977 yılında George Lucas tarafından<br />
yaratılan Star Wars efsanesi yalnızca<br />
kendi alanında bir kült olmadı,<br />
dönemim kısır Hollywood gidişatına<br />
da yön verdi. Bilim kurgu ve fantastik<br />
öğeler ile yeni bir yol haritası çizen<br />
Star Wars’un ilk filmin başarısı üzerine<br />
iki de devam filmi çekildi. İlk filmler<br />
serinin 4-5-6. Bölümleri olarak geçiyordu.<br />
Uygun teknik donanımın ve<br />
efektlerin o dönemde yeterli olmaması<br />
sebebi ile genç senarist ve yönetmen<br />
George Lucas seriye dördüncü filmden<br />
başlamıştı. Yapımı oldukça uğraş<br />
veren maketler, maskeler ve kostümler<br />
ile Star Wars yıllarca adından söz ettirecekti.<br />
O kadarla da kalmadı elbette.<br />
Oyuncak sektöründe de hayranların<br />
ilgisi ile karşılaştı. Hikayesi, ikonik<br />
karakterleri ve kostümleri ile Star<br />
Wars bir dönemim değil, nesiller boyu<br />
sürecek bir akışın, hayranlığın parçası<br />
olacaktı.<br />
90’ları sonuna gelindiğinde ise ilk üç<br />
filmi çekememenin uktesini içinde<br />
taşıyan Lucas kolları sıvayarak<br />
bölüm 1-2-3’ü çekmeye karar verdi.<br />
Artık teknik imkanlar da CGI bilgisayar<br />
efektleri de emrine amadeydi.<br />
1999 yılında çıkan, serinin birinci<br />
filmi olan ve İmpratorluk döneminin<br />
öncesini anlatan zincirin ilk halkası<br />
The Phantom Manace, pek çok<br />
hayranın hışmına uğradı. Sebebi ise<br />
70-80’lerin efsane serisine oranla<br />
daha renkli, daha çocuksu bir tonda<br />
olmasaydı. Yine de oyunculardan<br />
tutun da ışın kılıcı sekanslarına kadar<br />
akıllarda yer etmişti. Eleştirilere<br />
kulak asmayan Lucas serinin ikinci<br />
filmi Attack Of The Clones ile seyircinin<br />
gönlünü bir nebze almıştı ancak<br />
yine de tam bir tatmin olmaktan<br />
uzaktı. Bunda kötülerin kötüsü ikonik<br />
karakter Darth Vader’ın gençliğini
canlandıran dönemin genç yıldızı<br />
Hayden Christensen’in çoğu kesime<br />
göre yetersiz performansının etkisi<br />
büyüktü.<br />
Nihayet 2005 yılında üçüncü film Revenge<br />
Of The Sith vizyona girmiş ve<br />
seri tamamlanmıştı. Luke Skywalker’ın<br />
babası genç Anakin Skywalker’ın Sith<br />
lordu Darth Vader olarak karanlığa<br />
giden yolculuğu tamamlanmıştı. Ancak<br />
serinin yaratıcısı George Lucas’a<br />
olan öfke dinmek bilmiyordu. Bunca<br />
ağır eleştirinden sonra Star Wars efsanesinden<br />
elini kolunu çeken Lucas<br />
haklarını da Disney’e devredince yeni<br />
arayışlar başladı. Bu yeni arayışlar<br />
serinin hayranlarını heyecanlandırmıştı<br />
çünkü yeni bir serinin dedikoduları<br />
almış başını gitmişti. 1<strong>98</strong>3 yılında<br />
çekilen Return of the Jedi’dan<br />
sonrasını anlatacak yeni film The Force<br />
Awakens projesi hayata geçmişti. Eski<br />
serinin efsane oyuncuları bir yana<br />
dönemin genç yeteneklerini de içinde<br />
barınacak film için çok titiz çalışmalar<br />
yapıldı. George Lucas’ın yeni üçlemesini<br />
adeta unutturulmak istendi. Bunun<br />
için de elbette 80’lerde çekilen<br />
filmin tonuna uygun bir senaryo ve<br />
karakter oluşumuna gidildi. Seriye<br />
Mark Hamill, Harrison Ford ve Carrie<br />
Fisher gibi serinin ikonik olmazsa<br />
olmaz karakterleri geri döndü. Film<br />
vizyonda fırtına gibi esti. Yönetmen<br />
koltuğunda bir diğer kült yapım Star<br />
Trek’in yeni dönem filmlerine başarılı<br />
bir şekilde imza atmış J.J. Abrams<br />
vardı. Bu filmde kimlerle tanışmadık<br />
ki? Sithlerin tükenmediğini bize<br />
gösteren Andy Serkis’in canlandırdığı<br />
Supreme Leader Snoke mu dersiniz<br />
yoksa Leia ve Han Solo’nun karanlık<br />
tarafa meyilli, Darth Vader’ın torunu<br />
son dönemin başarılı genç oyuncusu<br />
Adam Driver’ın canlandırdığı Kylo<br />
Ren mi dersiniz yoksa aydınlık tarafın<br />
gizemli yeni kahramanı sevimli mi sevimli<br />
Daisy Ridley’ın canlandırdığı Rey mi<br />
dersiniz? Yeni, genç ve dinamik oyuncu<br />
kadrosu ile eski topraklara güç veren<br />
bu ekip çoğunluk bir kesimden geçer<br />
not almışlardı. Merak uyandıran sonu ile<br />
hayranların 8. filmi iple çekmesine neden<br />
olan olan The Force Awakens sonrası ise<br />
Disney boş durmadı. Bu bekleme sürecinde<br />
1977 yapımı A New Hope’un öncesini<br />
anlatan bir film ile hayranlarına yeni<br />
bir heyecan armağan etti. Rogue One : A<br />
Star Wars Story…<br />
1977 yapımı ilk Star Wars filminde<br />
ünlü Death Star’ın planlarının Princess<br />
Leia tarafından iki androide yüklenip<br />
kaçırıldığını çoğunuz hatırlarsınız. Peki<br />
Death Star denen ölüm makinesinin<br />
planları nasıl çalındı? İşte yeni filmimiz<br />
bu süreçte geçen olayları odak noktasına<br />
alıyor. Filmin kahramanı Felicity Jones’un<br />
hayat verdiği Jyn Erso. Jyn ve beraberindeki<br />
ekip imparatorluk planlarını çalmak<br />
için kolları sıvarlar. Ancak bu elbette
kolay bir yolculuk olmayacaktır. Ekibin<br />
karşısında acımasız Director Orson Krennic<br />
vardır. Asi ekibini bulmaya ve bu<br />
operasyonu engellemeye niyetli olan yeni<br />
kötümüz Orson Krennic’i başarılı televizyon<br />
serisi Bloodline ile 2016 yılında<br />
Altın Küre’de En İyi Yardımcı Erkek<br />
Oyuncu adaylığı alan Ben Mendelsohn.<br />
Canlandırıyor. Fragmanlarda gayet sert ve<br />
karizmatik mizacı ile Star Wars evreninin<br />
en karizmatik kötülerinden biri olacağının<br />
da sinyallerini veriyor.<br />
Kadroda başka kimler yok ki? Jagten (The<br />
Hunt) filmindeki performansı ile akıllara<br />
kazınan 2012 yılında Cannes Film Festivalinden<br />
En İyi Erkek Oyuncu ödülü<br />
ile dönen, Hannibal serisi ile gönüllere<br />
taht kuran, James Bond’un azılı düşmanı<br />
Mads Mikkelsen, Ip Man serisi ile rüştünü<br />
ispatlamış Donnie Yen, Oscar ödüllü usta<br />
siyahi aktör Forest Whitaker, Milk, Terminal<br />
ve Elysium gibi kaliteli yapımlardan<br />
hatırlayacağımız yetenekli aktör Diego<br />
Luna, 2000’lerdeki ikinci seride yine<br />
Leia’nın babası senatör Bail Organa’yı<br />
canlandırmış olan Jimmy Smits ve<br />
elbette Darth Vader’a karizmatik sesi<br />
ile hayat veren Star Wars’un olmazsa<br />
olmazı James Earl Jones…<br />
Star Wars’un yeni halkası 8. bölümü<br />
beklerken hayranlarını boş bırakmayan<br />
Disney’in sürprizler Rogue One ile<br />
de sınırlı değil. Yakın zamanda hayata<br />
geçirilmesi planlanan, Harrison<br />
Ford’un canlandırdığı Han Solo karakterinin<br />
gençliğine odaklanacak orijin<br />
bir filmde listede. Genç Han Solo için<br />
rolü Alden Ehrenreich kapmış durumda.<br />
Aynı zamanda Han Solo’nun<br />
en yakın arkadaşı olarak bildiğimiz<br />
Lando’nun gençliğini ise yine aynı<br />
filmde Donald Glover canlandıracak.<br />
Geçtiğimiz günlerde ise ekibe Game<br />
of Thrones dizi ile hayatımıza giren<br />
Emilia Clarke’ın da dahil olduğunu<br />
öğrendik. Filmin senaryosu ise The<br />
Force Awakens’ta olduğu gibi orijinal<br />
serinin en sevilen filmi Empire Strikes<br />
Back ve Return of The Jedi’a da imza<br />
atmış Lawrence Kasdan’a emanet. Bu<br />
da hayranların içini rahatlatan önemli<br />
bir detay. George Lucas’ı olabildiği<br />
kadar işin dışında tutan yapım şirketi<br />
her ne kadar yaratıcısının kalbini<br />
kırmış olsa da bunu Lucas’ın serisinden<br />
dert yanan hayranların isteklerini<br />
ön planda tutmak için yaptığı izlenimini<br />
yaratıyor. Eh bu durumda açık olan bir<br />
şey var ki o da Disney’in köklü Star<br />
Wars hayranlarını bu sefer küstürmemeye<br />
niyetli olduğu. İlk adım olan The<br />
Force Awakens’ta büyük oranda bunu<br />
başardığı gerçek. Bu başarı şayet 14<br />
Aralık’ta seyirci ile buluşacak Rogue<br />
One ve serinin 8. filmi ile de devam ederse,<br />
Disney’in hayranlarına daha pek<br />
çok başarılı Star Wars spin-off filmi<br />
vereceği aşikar. İyi seyirler, güç sizinle<br />
olsun!
ÖZNUR SERÇELER<br />
TOYGAN<br />
AVANOĞLU
BİZ BU FİLME GÜVENİYORUZ<br />
REKABETTEN KORKMAYIZ<br />
Hayati Tehlike filminin oyuncuları Öznur Serçeler ve<br />
Toygan Avanoğlu beklentilerinin çok büyük olduğunu<br />
bu filmin serisinin gelebileceğini belirttiler.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sineması bazen oyuncu fabrikası gibi<br />
çalışıyor. Belki isimler çok çabuk yok oluyor<br />
ama genç yeteneklerin ümidi bizim de onlardan<br />
umudumuz bitmiyor. Hayati Tehlike filminin<br />
oyuncuları Toygan Avanoğlu ve Öznur Serçeler<br />
bu röportajda sinemada ne yapmak istediklerini<br />
bilinçli bir şekilde ortaya koydular. İkisi de komedinin<br />
gücünün farkında. Bakalım filmleri hakkında<br />
neler dediler?<br />
İlk önce senaryoyla başlayalım. Senaryo size<br />
geldi, bu filmde olmaya nasıl karar verdiniz?<br />
Toygan Avanoğlu: Senaryo bana yazıldı. Yani bu<br />
karakter zaten benim üzerime yazılıydı.<br />
Peki karakter yazılırken sizin karaktere bir<br />
etkiniz oldu mu?<br />
Toygan Avanoğlu: Etkim oldu. Nasıl oldu Baykut<br />
abiye konu başlıklarından bahsettiğimde<br />
zaten onun güzel bir yeteneği vardır. Senaryo<br />
haline çevirebilir. Tabii ki de oturup fikir alışverişi<br />
yaptığımız zamanlar oldu.<br />
Peki siz?<br />
Öznur Serçeler: Aslında bir ajan 42 var. Bu karakter<br />
için görüşmeye gittim. Görüşürken Linda<br />
karakterinin de olabileceğini konuştuk. Çünkü<br />
ikisi de Türkçe’yi Rus aksanıyla konuşuyorlar.<br />
Ben denerken, öyle mi olsa böyle mi olsa dendi.<br />
En sonunda Linda karakterinde karar kıldık. Bir<br />
de birlikte okuduk, vakit geçirdik. Baktık güzel bir<br />
şey çıkıyor. Bazen partnerler istem dışı bir şekilde<br />
birbirlerini desteklerler. Bazen de istem dışı bir<br />
şekilde birbirlerinin ayağına dolanırlar. Bizim<br />
grubumuzun iletişimi çok güzeldi. Birbirimize<br />
destek olduk. O şans eseri oldu yani. O şekilde<br />
olunca kabul ettik başladık projeye.<br />
Rollerinizi biraz tanıtabilir misiniz?<br />
Toygan Avanoğlu: Karakterin ismi Hayati,<br />
soyadı Tehlike. Etli ekmek salonu var. Mütevazi<br />
bir hayat sürüyor. Görüştüğü, anne dediği bir<br />
kadın var. Çocukluk arkadaşı Utku’nun annesi.<br />
Arada sırada ona gidiyor işte. Yemek götürüyor.<br />
İsteklerini karşılıyor. Hatta filmin başında odun<br />
götürdüğü bir sahne var. Annesinden Utku’nun<br />
Türkiye’ye görev için geldiğini öğreniyor. Çok<br />
seviniyor, hemen görüşmek istediğini söylüyor.<br />
Hayati Tehlike, yani karakter analizi çok doğal.<br />
Çok net bir adam. Gergin, sinirli, zaman zaman<br />
çok sakar. Skalası çok geniş. Hiçbir şeyi<br />
yapamadığına inanmayan bir karakter. Bowling<br />
topunu atamasa bile topla beraber kendisi<br />
atlayıp o lobutları devirebilecek kadar hırslı bir<br />
adam.<br />
Karakter bu film için mi oluşturuldu yoksa<br />
daha öncesinde var olan veya oynadığınız<br />
bir karakteri etraflıca inceleyip yeniden mi<br />
oluşturdunuz?<br />
Toygan Avanoğlu: Şöyle söylenebilir; mesela<br />
Bünyamin diye bir karakter oynamıştım. Daha<br />
sonrasında başka bir projede o karaktere benzer<br />
bir adam oynamamı istediler. Hayati Tehlike<br />
de bunların dayı çocuğu, amca çocuğu olabilir.<br />
Birebir benzerlikleri kesinlikle yok ama bu üç<br />
adam bir masada otursalar saatlerce muhabbet<br />
edebilecek nitelikte adamlar. Ortak yönleri<br />
çok. Onun dışında çok sevimli bir karakter.<br />
İzleyenlerden yola çıkarak bunu söylüyorum.<br />
Her izleyen, kendi ailem olsun, dışardan insanlar<br />
olsun izlerken tebessümle izliyorlar. İtici bir<br />
karakter olmadığını düşünüyorum. Zaten görecek<br />
izleyicilerimiz. Onlar daha iyi karar verir<br />
tabii.<br />
Öznur Serçeler: Benim karakterimin şöyle<br />
belirgin özellikleri var; Bir Rus mafyasının kızı.
Dolayısıyla her istediğini elde ederek büyümüş.<br />
Zenginlik içinde, etrafında korumalarla falan<br />
büyümüş bir kız. Babasının göz bebeği<br />
olduğu için biraz da şımarık. Türkiye’ye geliyor,<br />
Türkiye’ye aşık oluyor ve sonrasında birazcık<br />
Türkçe öğrenip Türkiye’de yaşamaya başlıyor.<br />
Aslında Linda’ya ulaşmak öyle çok çok kolay<br />
değil ama Hayati kendine olan güveni olsun,<br />
bazı yaşanan şeyler olsun Linda’ya bir şekilde<br />
yaklaşıyor. Linda’nın da Türklere zaafı olduğu<br />
için, işte doğallığıdır, şeytan tüyüdür odur budur<br />
derken kaynaşıyorlar. Aslında hesapta olmayan<br />
bir şey. Hayati karakteri Linda’nın yanına<br />
yaklaşabilecek bir karakter değil. Ama olay<br />
örgüsünde öyle bir gelişiyor ki...<br />
O biraz zor bir durumdur. Yabancıyı oynayan<br />
bir Türk oyuncu olmak bir takım özellikler<br />
gerektiriyor. Her şeyden önce o fiziğin uygun<br />
olması lazım. Sizin de fiziğiniz gayet uygun.<br />
Sizin farklı bir fiziğinizin olması bazen dezavantaj<br />
yaratıyor olabilir mi? Veya avantajları<br />
ve dezavantajları nelerdir?<br />
Öznur Serçeler: Tabii ki de sahip olduğunuz<br />
şeylerin hem avantajları hem de dezavantajları<br />
var. Ona göre kariyer planlaması yapmak gerekiyor.<br />
Ama ben bu durumdan şikayetçi değilim<br />
açıkcası. Bir Rus kızını oynarken bir Rus<br />
gibi görünmek gerekiyor. Oyunculuk niteliği<br />
bakımından, yani o aksanla konuşabilmek,<br />
Rus kültürüne aşina olmak vesaire gerekiyor.<br />
Ama Türkiye’deki oyuncular arasında ben bunu<br />
dezavantaj değil bir renk olarak görüyorum.<br />
Bu oyuncuların iyi değerlendirildiği projeler de<br />
oluyor iyi değerlendirilmediği projeler de oluyor.<br />
Mesela Muğla’da yaşayan bir köy ağasının kızı<br />
da olabilirim. Çünkü onlarda da bir renklilik var.<br />
Ama baktığınızda diziye sonradan gelen fettan,<br />
yurtdışından gelen bilmem kimin karısı da olabilirim.<br />
Algı farklı çalışıyor. Dezavantajı bu oluyor.<br />
Dediğim gibi doğru projede doğru yönlendirmelerle<br />
kullanmak da mümkün. Hayati Tehlike’deki<br />
bu rol benim için çok farklı oldu.<br />
Filme nasıl hazırlandınız?<br />
Öznur Serçeler: Şimdi zaten Toygan sporcu<br />
olduğu ve tenis bildiği için onun açısından çok zor<br />
olmadı. Ama biz hiç bilmiyorduk. Gittik iki üç gün<br />
tenis çalıştık. En başta Toygan çalıştırdı sonra<br />
baktı olmayacak “kızım ben seninle uğraşamam”<br />
dedi. Bir hoca tuttular bana. Rus aksanını tutarak
oynamak lazım. Bazen kaçabiliyordu aksan.<br />
Onları kendi başıma çalıştım. Yeri geldi yönetmenimizle<br />
yeri geldi Baykut abiyle. Tenistir,<br />
oktur... Bu tarz şeyleri bir iki hafta çalıştık.<br />
Son iki haftada mafya komedisi denilebilecek<br />
dört tane film girmiş vizyona. Bu<br />
biraz sıkıntı yaratmıyor mu?<br />
Toygan Avanoğlu: Türk seyircisinin bence artık<br />
algıda seçiciliği çok yükseldi. Türler arttığı için.<br />
Hem artık internet var. Televizyon, bilgisayar.<br />
Her şeyi izleyebiliyor insanlar. Onların da beyin<br />
skalaları çok açıldı bence. Eskiden mesela<br />
Olacak O Kadar vardı. İzlerdik, kahkahalarla<br />
gülerdik. Artık birçok farklı şey var. Yine iyi<br />
olan kazansına geliyor bu. Herkese tabii kendi<br />
çocuğu en güzelidir. Başkalarının evlatları<br />
için de kötü düşünmezler ama kendisininki<br />
daha bir güzel gelir. Sinemada da bizim için<br />
böyle. Bunlar bizim bebeklerimiz. Uzun lafın<br />
kısası, iyi olan kazansına getireceğim. Hiçbir<br />
sıkıntısı olduğuna inanmıyorum. İnsanlar izlesin<br />
desinler ki “aa bu adam daha iyi yapmış”<br />
“bak burası daha farklı.” Sektör büyüyor. Çok<br />
büyük bir sıkıntı değil benim için açıkcası. Ben<br />
keyif bile alıyorum. Birçok benzer şeyin içinden<br />
fark edilmek keyif verici.<br />
Sizin yer aldığınız projelere baktığımız<br />
zaman melodram var, korku var, komedi<br />
var... Bunların hangisi sizi daha çok tatmin<br />
ediyor?<br />
Öznur Serçeler: Ben romantik komedi<br />
oynamayı seviyorum. Komediler başka bir<br />
ritim başka bir şey gerektiriyor. Gerçekten<br />
becerdiğinizde çok keyif aldırıyor. Komedinin<br />
nasıl yazıldığı, nasıl çekildiği de çok önemli.<br />
Daha geçen gün bunu düşündük. Romantik<br />
komedi oynamayı en çok sevdiğim tür diyebilirim.<br />
Normalde hepimizin sinema kültürü<br />
Yesilçam’a dayanır. Orada bir yıldız sistemi<br />
vardı. Yıldız sisteminde de biliyorsunuz<br />
oyuncular bir karakter yaratırlar ve o karaktere<br />
yakın karakterler oynarlar. Pek bir<br />
sürpriz yapmazlar. Fakat sizin seçtiğiniz<br />
yol, çok daha farklı. Farklı karakterlerde,<br />
farklı türlerde oynayabiliyorsunuz?<br />
Öznur Serçeler: Yani ben size sorayım, sizce<br />
hangisi daha doğru? Tek bir türden oynamak<br />
mı? Yoksa çeşitli şeyleri denemek mi?
Kendimi tatmin etmek açısından düşünseydim<br />
evet, farklı türleri denemek derdim. Ancak<br />
yıldız olmak, sanat camiasında bir nokta olmak,<br />
izleyicinin güvenini boşa çıkartmamak<br />
konusunda, yıldız olmak derdim.<br />
Öznur Serçeler: Yani bir yoldan yürümek diyorsunuz.<br />
Bana Menderes Samancılar şöyle<br />
demişti, “Çocuklar, bir çok türde oynamaya<br />
çalısıyorsunuz, kendi kuyunuzu kazıyorsunuz. Bir<br />
oyuncunun senaryo okunurken bunu Menderes<br />
oynasın, bunu Öznur oynasın diye anılması bir<br />
başarıdır. Sakın böyle şeyler başınıza geldiğinde<br />
bunu bir felaketmiş gibi yaşamayın.” Ben de o<br />
sırada sektörün daha başındaydım. “Olur mu<br />
Menderes abi, biz de farklı şeyler denemeyelim<br />
mi? Karakterleri, potansiyelimizi uç noktalarda<br />
yaşamayalım mı” demiştim. Tabii ki şu anda<br />
dönüp baktığımda, bir usta olarak söylediklerinde<br />
haklı olduğunu görüyorum. Televizyonda bir<br />
türü, bir algıyı yönetmek ve o işlerde bulunmak<br />
bence de doğru bir kariyer yönetimi oluyor. Ama<br />
sinemada, tiyatroda, başka neler varsa malzemenizde,<br />
içinizde, potansiyelinizde, elinizde ne<br />
varsa kullanmak, keşfetmek lazım. Televizyonda<br />
siz yıldız algısı diyorsunuz, benim için tutarlılık, o<br />
yönde gitmekte fayda var.<br />
Sizin Yesilçam’da en beğendiğiniz isimler<br />
neydi? Size yön veren oyuncular kimlerdi?<br />
Böyle bir etkilenme var mı?<br />
Toygan Avanoğlu: İlla ki var ama onun öncesinde<br />
bu işin sadece halkın mutluluğu için yapıldığına<br />
inanıyorum ben. Hani gidip oynayıp “Oh çok<br />
güzel oynadım, aman ne güzel oynadım” değil<br />
yani. Şu anda sokakta mesela beni görünce<br />
gülüyor insanlar. Şimdi ben çıkıp sert bir adam<br />
oynasam, kötü karakter oynasam o insanları<br />
hayal kırıklığına uğratacağım. Beklenti o değil<br />
çünkü. Bir de şimdi günümüz Türkiye’sinde<br />
bayağı sıkıntılı dönem yaşıyoruz. Ben kendime<br />
misyon olarak baktım. Komedi, güldürmeyi<br />
misyonum olarak aldım. Filmimizin içinde de<br />
benim ağladığım bir sahne var mesela. Bana<br />
deniyor yani “Ya arkadaş sen hep şiveli tek tip<br />
adamı oynuyorsun” diye. Yahu insanlar bundan<br />
memnunsa ben neyin macerasına gireyim<br />
ki? Ne gerek var. Oyuncu her rolü oynamalıdır<br />
fikrine inanmıyorum. Oyuncu kendini ispat etmek<br />
durumundadır fikrine de inanmıyorum. Bizim<br />
gittiğimiz yolun doğru olduğuna inanıyorum şu<br />
anda.<br />
Peki filmle alakalı benim size sormadığım<br />
ama sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />
Toygan Avanoğlu: Çok güzel çalıştık biz. Çok tatlı<br />
oldu. Bazı insanlar izledi filmi. Hep bir tebessümle<br />
başlayıp tebessümle bitti. Çok eğlenceli oldu.<br />
Bizim hissettiğimizi karşı taraf da hissederse ne<br />
mutlu bize.
HERKES FİLM<br />
FESTİVALİ<br />
YAPMAYA<br />
KALKARSA!<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
SUSMAYAN KÖŞE<br />
Film izlemeyen insanlar<br />
film festivali düzenlerse<br />
ne olur? İptal edilenler,<br />
konuklarına uçak bileti<br />
almayanlar, jürisinde<br />
kimin olduğu belli olmayanlar<br />
derken bir<br />
başkadır ülkemin film<br />
festivalleri!<br />
Film festivalleri iş bilmezlerin<br />
elinde panayıra döndü! Türkiye<br />
topraklarında yaşayanların<br />
muhteşem özelliklerinden biri de<br />
yaptıkları şeyleri yapmaya devam ettikçe<br />
bozmaları sanırım. Mesela dizi<br />
sektörünün geldiği noktayı eleştiriyor ve<br />
hemen hasret bataklığına saplanıyoruz;<br />
“neydi o eski günler, ne güzel 45<br />
dakikalık diziler vardı, ah Süper Baba,<br />
ah İkinci Bahar ah”… Evet, bir şeyi ilk<br />
kez yaptığımızda özeniyor, sonra da<br />
hem hevesimiz kaçıyor hem imkânlar<br />
daralıyor ve ortaya koyduğumuz şey<br />
iyice uyduruk bir hal alıyor. Bu yazıda<br />
film festivalleri üzerinden acıklı manzaralar<br />
göstereceğim. Memleketin bin<br />
tane derdi varken ne yapalım festivali<br />
demeyin orada da başka bir dünya<br />
var. Kültür bakanlığından destek alıp<br />
bir şekilde film çeken insanların artık<br />
vizyonda seyirciye ulaşabilme şansı<br />
kalmadı. Bu manada film festivalleri<br />
memleketin sinema sanatı için önemli<br />
bir vazifeyi gerçekleştirmiş oluyor.<br />
Misyonunu layıkıyla gerçekleştiren<br />
birkaç festivalimiz var. İstanbul, Adana,<br />
Antalya… Malatya’yı da yazmak<br />
isterdim ama Valim o kadar endişeliydi<br />
ki vali yardımcıları açığa alınınca tüm<br />
hazırlıkları tamamlanmış, onur ödüllerinin<br />
kime dağıtılacağı bile belli<br />
olmuş festivali iptal etti. Film festivalleri<br />
açısından baktığımızda Kasım ayı<br />
için yüzyılın kasırgasıydı diyebiliriz.<br />
Malatya Film Festivali iptal edildi, jüri<br />
üyeliği için davet aldığım 2. Edirne Film<br />
Festivali de iki kez ertelendi ve en sonunda<br />
havlu attı. Van’da yapılacak olan<br />
ve Banu Bozdemir’le birlikte gönüllü<br />
çalıştığımız/destek verdiğimiz Van-İran<br />
Film Günleri, son gün, konukların uçak<br />
biletleri alınmışken iptal edildi ve en<br />
sonunda yapılan bir festival keşke hiç<br />
yapılmasaymış dedirtti: 4. Antakya Film<br />
Festivali…<br />
Antakya sanırım bugün sona eriyor,
PR’cısı Banu Bozdemir (SİYAD) benim ismimi<br />
de festivale katılmam için konuk listesine<br />
eklemişti ama son hafta “çağıramıyoruz”<br />
demişler, mesele yapmak olmaz işime<br />
gücüme baktım ancak adamlar kendi jüri<br />
başkanlarına bile son dakikada bilet almışlar!<br />
Şu an herkes<br />
Antakya’dan<br />
konuşuyor, Antakya<br />
Film Festivali<br />
yeni bir<br />
festival tartışması<br />
başlattı. Cumhuriyet<br />
gazetesinden<br />
Ceren Çıplak’ın<br />
haberini okudum;<br />
festival direktörünün<br />
çelişkili<br />
açıklamalar<br />
yaptığından<br />
bahsediyordu.<br />
Akşamüzeri ise gazetenin kültür<br />
sanat şefi Emrah Kolukısa<br />
ile görüştüm, o<br />
da “Mustafa Kara,<br />
Kalandar Soğuğu<br />
filmini festivalden<br />
çekti” dedi. Bunlar hoş<br />
şeyler değil, Antakya’ya<br />
bir soralım, siyasi bir<br />
mesele yoksa insanlar<br />
neden çekiyor filmlerini,<br />
neyi beceremiyorsunuz?<br />
Bu arada, kısa filmcileri hiç<br />
arayıp sormamışlar bile...<br />
O<br />
genç uzun metrajını çektiğinde bunu<br />
unutmasın. Antakya tuhaf bir şekilde başladı<br />
ve bitti. Murat Saraçoğlu’nu “Tarık Akan’ı<br />
anacağız, sizin filminizi de göstermek istiyoruz,<br />
sizi Antakya’ya davet ediyoruz” diye<br />
işinden gücünden edip sonra da unutuyorlar,<br />
festivalden çekilen filme “en iyi film” ödülünü<br />
veriyorlar, pes! Evet, ben de biliyorum<br />
bunlar uluslararası film festivalleri ama o<br />
“uluslararası” kısmını özellikle yazmıyorum<br />
çünkü bu festivallere el veren bürokratların<br />
da yapan iş bilmezlerin de -Malatya’yı hariç<br />
tutarım orada Türkiye’nin en iyi festival ekiplerinden<br />
biri vardı- “film festivali” meselesine<br />
yaklaşımı bir kasaba panayırı düzenlemekten<br />
fazlası değil. Koskoca festivalin organizatörüne<br />
“3 tane Haneke filmi say” desen<br />
sayamaz, bazılarında işte bu kadar sinemadan<br />
uzak adamlar var işin içinde…Peki, bu suntadan<br />
mamul festivallerin yapılmasındaki<br />
isteklendirme ne?<br />
Deli mi bu insanlar,<br />
neden bu kadar<br />
yükün altına giriyorlar?<br />
Bazen<br />
siyasi bir güç kazanmak<br />
için, bazen<br />
de bakanlıktan,<br />
belediyeden, valilikten<br />
gelen fonlardan<br />
nemalanmak<br />
için yapılıyor bu<br />
ve iş öyle bir noktaya<br />
geldi ki Kültür<br />
bakanlığının her<br />
festivali bir denetmen<br />
ataması şart<br />
oldu. Artık birilerinin<br />
“verdiğimiz parayı<br />
nasıl ve nerelere<br />
harcıyorsunuz?”<br />
diye sorması<br />
lazım.<br />
Elbette kimse<br />
kendi kendine festival<br />
yapamaz, bizde de hata çok;<br />
“festival yapıyorum” diyene tuzluğu kapıp<br />
koşuyoruz! Hiçbir sinemacı filmini gönderdiği<br />
festivali sorgulamaz, sinema entelektüelleri de<br />
“aman ne olacak gidip gezelim, 3-5 gün” derse<br />
bu iş böyle devam eder, birileri de bizim üstümüze<br />
biner ve vurur kırbacı!<br />
Yazının sonunda, yiğidi öldürüp hakkını<br />
yemeyelim; Antalya Film Festivali her yıl<br />
katıldığım ve en çok eleştirdiğim festivallerin<br />
başında gelir ancak belediye başkanı<br />
Menderes Türel’in “iyi bir festival yapmak”<br />
konusunda büyük isteği ve gayreti var. Önceki<br />
başkan Mustafa Akaydın da öyleydi. Film festivali<br />
olan diğer şehirlerde ise böyle belediye<br />
başkanlarına rastlamıyoruz ne yazık ki, onlar<br />
daha çok Türkan Şoray ile fotoğraf çektirmenin<br />
derdindeler!
MATRIXVARİ BİR VAMPİR<br />
KURT ADAM SAVAŞI<br />
The Matrix’in aksiyon fantezi<br />
yapısını, ağır çekimde silahlarla<br />
çatışma sahnelerini ve siyah deri<br />
giysilerini model alarak vampir –<br />
kurt adam mitine uyarlayan Underworld<br />
serisi yeni macerasıyla<br />
sinemalarda...<br />
HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />
n 1999’da The Matrix’in<br />
sinema tarihinde yankı<br />
uyandıran modeli<br />
kuşkusuz günümüze kadar<br />
birçok filmi etkiledi ve etkilemeye<br />
de devam ediyor.<br />
Çizgi roman uyarlaması<br />
Underworld serisi, 2003’te Len Wiseman<br />
yönetiminde beyazperdeye uyarlanmaya<br />
başlandı. The Matrix’in aksiyon – fantezi<br />
yapısını, ağır çekimde silahlarla çatışma<br />
sahnelerini ve siyah deri giysilerini model<br />
alarak vampir – kurt adam mitine uyarlayan<br />
Underworld serisi, Kate Beckinsale’ın vampir<br />
Selene karakteriyle aksiyon sinemasının<br />
rol model karakterleri arasında unutulmaz<br />
olmasını sağladı.<br />
Underworld serisi özellikle 2000 sonrasında<br />
ayrı bir furyaya dönüşen ve gişe canavarı<br />
haline gelen vampir – kurt adam filmleri<br />
arasında hep özel bir yerdeydi. Hiçbir zaman<br />
onlar kadar popüler olmadı, bütçesi 22 ile 70<br />
milyon dolar arasında seyretti, çok büyük
gişeler yapmadı, oldukça karanlık ve<br />
stilize atmosferiyle özel bir kitlenin<br />
beğenisini kazandı. Serinin ilk iki filmi<br />
vampirler ve kurt adamlar arasındaki<br />
yeraltı savaşı ekseninde geçerken Len<br />
Wiseman’ın yönetimi sayesinde kendi<br />
kimliğini kazandı. Patrick Tatopoulos<br />
yönetimindeki üçüncü filmle beraber<br />
seri “prequel” yaparak riskli bir tercih<br />
aldı. Underworld serisini Underworld<br />
yapan Selene karakterinin filmde<br />
olmaması, Lycanlar’ın bakış açısını<br />
temel alan bir hikaye kurulması serinin<br />
en az gişe yapan filmi olarak geri dönmesine<br />
rağmen aslında ilk filmden<br />
sonra en güçlü filmiydi.<br />
Underworld serisi ilk 3 filmde kendine<br />
has dünyasını, koyu lacivert<br />
tonlarındaki atmosferini, hikayesinin<br />
tutarlılığını ve çizgi roman tadını günümüz<br />
fantastik aksiyon filmleri içerisinde<br />
farklı kalarak ve büyük oynamayarak<br />
korumayı başardı. Lakin, 2012’de gelen<br />
Underworld: Awakening filmi ile birlikte<br />
olay örgüsünün vampir – kurt adam<br />
savaşından çıkıp işin içine insanları<br />
dahil etmesiyle seri özgün ruhunu<br />
yitirmeye başladı. Hollywood’a kapak<br />
atmaya çalışan İsveçli yönetmenler<br />
Mans Marlind ve Björn Stein’in günümüzün<br />
sıradan aksiyon filmlerinden<br />
bir farkı olmayan yönetimiyle beraber<br />
seri Resident Evil kulvarına geçip<br />
önemsizleşmeye başladı. Dördüncü<br />
film haliyle açık ara en yüksek gişesini<br />
elde ederek yapımcıların yüzünü<br />
güldürse de “Underworld ruhu” etkisini<br />
yitirerek sadece Beckinsale’ın<br />
karizmasıyla ayakta durabilir hale geldi.<br />
İlk iki filmde Selene’nin aşkı Michael<br />
Corvin’in (Scott Speedman) devreden<br />
çıkarılıp yerine işlevsiz Theo James’in<br />
getirilmesi seriye duygusal olarak da<br />
darbe vurdu.<br />
Üç yılda bir yeni filmleri çekilen serinin<br />
beşinci filmi Underworld: Blood Wars
u sefer bir yıl gecikmeyle de olsa 2 Aralık’ta<br />
vizyona girecek. Hikayenin içine insanları<br />
katarak ruhu yitirilen serinin aynı yoldan<br />
devam edip etmeyeceğini hep birlikte<br />
göreceğiz. Serinin yönetmenlik koltuğunda<br />
görüntü yönetmenliğinden gelen ve ilk filmini<br />
yönetecek olan Anna Foerster oturuyor.<br />
Foerster, en son blockbuster aksiyonların<br />
Michael Bay’la beraber en çok adı çıkmış<br />
yönetmenlerinden Roland Emmerich’in<br />
White House Down filminin görüntü<br />
yönetmenliğini yapmıştı. Bu da üzülerek Underworld<br />
serisinin eski ruhunu kaybederek<br />
artık vizyonsuz bir popüler aksiyon serisine<br />
dönüşünün habercisi olsa gerek.<br />
Underworld (2003)<br />
Len Wiseman yönetimindeki serinin ilk filmi<br />
The Matrix’in aksiyon modelini vampir – kurt<br />
adam mitine uyarlayarak özgün bir dünya<br />
oluşturuyordu. Vampirlerin sığınakları özenli<br />
bir sanat yönetimiyle desteklenirken karizmatik<br />
karakterlerinden güç alıyordu. Deri<br />
giysiler içinde çeşit çeşit silahlarla savaşan<br />
Selene, Kate Beckinsale’ın güzelliği ve<br />
karizmasıyla unutulmaz bir aksiyon figürüne<br />
dönüşürken, filmin koyu lacivert tonlarındaki<br />
atmosferi depresif ve gotik bir yeraltı yorumuydu.<br />
Vampir – kurt adam savaşı arasında<br />
olmazsa olmaz aşk hikayesinin de temellerinin<br />
atıldığı bu giriş bölümü yüksek gişeler<br />
yapmadan kendi hayran kitlesini yaratmayı<br />
başardı. 22 milyon dolar bütçeli film toplamda<br />
95 milyon dolar hasılat elde ederek ikinci<br />
filme zemin hazırladı.<br />
Underworld: Evolution (2006)<br />
Len Wiseman’ın yönetmeye devam ettiği<br />
serinin ikinci filminde vampir Viktor’un ilk<br />
filmde yarattığı karizmatik kötü karakter<br />
modeli bu sefer Marcus ile devam etti. Selene<br />
ve Michael arasındaki aşk hikayesi<br />
daha da derinleşirken, aksiyonun dozu<br />
ilk filme göre daha çok arttı. Wiseman’ın<br />
yönetimi sayesinde serinin koyu tonlardaki<br />
atmosferi korundu. İlk filmin finalinde Selene<br />
ve Michael’ın Viktor’a karşı savaştığı<br />
aksiyon sekansı burada yerini ikilinin iki<br />
ayrı düşmana karşı savaştığı daha katmanlı<br />
bir sekansa bıraktı. İlk filmin bütçesini<br />
iki katına çıkaran 50 milyon dolar bütçeli<br />
film, 111 milyon dolar hasılat elde<br />
ederek üçüncü filmde “prequel” yapıp<br />
rotasını değiştirecekti.<br />
Underworld: Rise of the Lycans (2009)<br />
İlk iki filmin yönetmeni Len Wiseman’ın<br />
seriye yapımcı koltuğunda devam ettiği<br />
yeni filmi Patrick Tatopoulos yönetti.<br />
Underworld serisini Underworld yapan<br />
Selene’nin yer almadığı ve vampir<br />
– kurt adam arasındaki kan davasının<br />
başladığı tarihe döndüğümüz filmde,<br />
ilk iki filmin kötü adamlarından Lucian’ı<br />
(Martin Sheen) başrolde izleyerek<br />
onunla özdeşleşme kurabilmemiz filmin<br />
dünyasında devrimci bir hareketti.<br />
Lucian’ın aşkı Sonja’yı canlandıran<br />
Rhona Mitra belki Kate Beckinsale’ın<br />
boşluğunu doldurmaya yetmedi ama
hikaye içerisindeki karakterini başarıyla<br />
canlandırdı. Bütün olayların başlamasına<br />
sebebiyet veren ilk filmin kötü adamı<br />
Viktor’u burada yine Bill Nighy’nin korkutucu<br />
performansıyla daha sık gördük.<br />
Tatopoulos, serinin karanlık atmosferini<br />
doğru tonlarda korurken aksiyon<br />
sekanslarını da izleyiciyi doyurucu şekilde<br />
yönetti. 35 milyon dolar bütçeli film 91<br />
milyon dolar hasılat elde etti. Serinin<br />
Kate Beckinsale olmadan gişe açısından<br />
düşüşe geçtiğine gören yapımcılar<br />
Selene’nin yer aldığı yeni bir hikayeyle üç<br />
yıl sonra tekrar geri dönecekti.<br />
Underworld: Awakening (2012)<br />
İsveçli yönetmenler Mans Marlind ve Björn<br />
Stein’in yönetimindeki dördüncü film,<br />
serinin ruhunu kaybettiren bir hikayeyle ve<br />
“daha yüksek bütçeyle daha çok aksiyon”<br />
mantığıyla geri döndü. Vampirler ve kurt<br />
adamlar arasındaki savaşa insanları dahil<br />
ederek yeraltı dünyasını gerçek dünyaya<br />
çeviren film hem üç filmdir koruduğu atmosferinin<br />
ruhunu yitirdi hem de sıradan<br />
bir aksiyon filmine dönüştü. Serinin duygusal<br />
boyutuna güç veren Selene – Michael<br />
aşkını ortadan kaldıran bir giriş yapan filmin<br />
Michael’in boşluğunu işlevsiz bir karakter<br />
olan David (Theo James) ile doldurmaya<br />
çalışması olumsuz sonuç verdi. Aksiyona<br />
ve görsel efektlere bolca yer veren Marlind<br />
– Stein ikilisi belki kendilerinin Hollywood’a<br />
geçmeleri açısından sınavlarını başarıyla<br />
geçti ama aynı zamanda seriye de geri<br />
dönüşü olmayan büyük zararlar verdi. 70<br />
milyon dolar bütçeyle kotarılan film 160 milyon<br />
dolar hasılat elde ederek blockbuster<br />
olma yolundaki yeni çizgisine dört yıl sonra<br />
gelecek olan Underworld: Blood Wars ile<br />
devam edecekti.
BU FİLM SAYESİNDE<br />
KÖKLERİME GERİ DÖNDÜM<br />
Musa Ekici, Kıvanç Sezer’in ilk uzun metrajlı filmi Babamın<br />
Kanatları’nda canlandırdığı Yusuf karakteri ile akıllarımızda yer et<br />
GİZEM ERTÜRK<br />
n Musa Ekici, Kıvanç Sezer’in ilk uzun metrajlı<br />
filmi Babamın Kanatları’nda canlandırdığı Yusuf<br />
karakteri ile akıllarımızda yer etti. Henüz<br />
24 yaşında olmasına rağmen ustası Menderes<br />
Samancılar’ın karşısında bir an bile gölgede kalmayan<br />
genç oyuncu müthiş bir sahicilik ve akıcılık<br />
ile görevini yerine getiriyor. Performansını 23.<br />
Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nden<br />
kazandığı En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü ile<br />
taçlandıran Ekici, köklerine bir geri dönüş olarak<br />
tanımladığı filmin kendisi için ders mahiyetinde<br />
olduğunu söylüyor.<br />
MUSA EKİCİ<br />
Merhaba Musab, öncelikle nasılsın? Nasıl gidiyor<br />
hayat senin için bugünlerde?<br />
Ben pozitivist bir insanım, mutluyum yani, memnunum<br />
halimden… Ülke bir yana dünya sıkıntılı,<br />
haliyle bu durum ülkeye de sirayet ediyor. Güzel<br />
günlerin geleceğine inanıyorum. Hiçbir<br />
tedirginliğim yok.<br />
O zaman güzel şeylerden konuşarak başlayalım.<br />
Adana’daki ödülün için tebrik ederim. Adana ve<br />
Antalya’da nasıl birer festival deneyimi yaşadın?<br />
Eyvallah. Hem filmlerin seyirciyle hem de sektörün<br />
birbiriyle buluşması için festivallerin çok<br />
kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ancak bir noktaya<br />
değinmeden geçemeyeceğim. Adana’da daha<br />
mütevazi bir ortam ama sinemacılara daha yüksek<br />
destek vardı. Antalya’da ise durum tam tersiydi.<br />
Ödül törenindeki çılgınlıklar, olmadan olmaya<br />
çalışmalar, bu durum samimiyeti kırabiliyor. Para<br />
harcayacağız, lüks görüneceğiz demek yerine Adana<br />
gibi vicdanlı davranıp Anadolu çocuğu olsunlar,<br />
ödül törenlerini de bu kadar abartmak yerine<br />
filmcilere destek olsunlar.<br />
Festivallerden söz açılmışken, Menderes
ti.<br />
Samancılar’ın Adana’da ödülünü “sömürülen<br />
işçilerin onuru”, Antalya’da ise “Suriyeliler”<br />
için kaldırmasını nasıl yorumlamalıyız?<br />
Bu açıklamaya siyasi açıklamadan bakarsanız<br />
tartışma yaratırsınız ancak vicdani açıdan<br />
bakarsanız Menderes abinin iki tane kıymetli<br />
zümreye, topluma selam gönderdiğini<br />
görürsünüz. Kendisini takdir ediyorum.<br />
Filmi konuşmaya başlayacak olursak, öncelikle<br />
“Yusuf” karakterinin sana nasıl geldiğini<br />
ve ilk hissiyatını sorarak başlamak istiyorum…<br />
Rol için bizim okulda bir araştırma yapılmıştı.<br />
Hikâyeyi bilmediğim için başlangıçta pek<br />
umursamadım. ☺ (gülüyor)Sonra bir şekilde<br />
elimin altına gelip okuyunca, içimde bir kıpırtı<br />
oldu. Koşayım ben bu hikayeye, dedim.<br />
Yusuf’u tek cümleyle nasıl tanımlarsın?<br />
Yusuf bir yandan oportünist, fırsatçı bir yanı<br />
var yani diğer yandan da sempatik.<br />
Performansından uzun bir hazırlık süreci<br />
geçirdiğin anlaşılıyor. Türkiye’de oyuncular<br />
rollerine hazırlanmak için pek zaman<br />
bulamıyor genellikle…<br />
Yusuf’a hazırlanırken şanslıydım çünkü<br />
aslında başlangıçta çalışmak için pek<br />
zamanım yoktu. Sonra çekimler ertelendi. İyiki<br />
de ertelenmiş. O bir yıl boyunca Kürtçe dersleri<br />
aldım. Ben aslen Kürdüm ama Kürtçem<br />
yoktu. Bu film sayesinde kendi kültürüm ile<br />
yeniden tanışmış oldum. Film için bana ayrı<br />
bir gözlem alanı kattı. İnşaatta çalıştım. Duvar<br />
nasıl örülür, harç nasıl çıkarılır öğrendim.<br />
Nasıl birini oynamam gerektiğini gördüm.<br />
Nihal karakterinin başörtülü olması sence<br />
hikayeye nasıl bir çatışma katıyor?<br />
Nişantaşı’nda oturup dünyayı yorumlamak<br />
yanlış olur. İnsanlar çeşit çeşit, ülkemizde<br />
de öyle. Bunu anlamamız ve kabul etmemiz<br />
lazım. Değişmiyor diye kimseyi yargılama<br />
hakkında sahip değiliz. Muhafazakârlar diğer<br />
kesime göre daha realistler galiba… Bu bir<br />
ilke doğuruyor ve bu ilke kuralları da beraberinde<br />
getiriyor. Öteki türlü çok serbest bir<br />
düşünce içinde bocalarsınız. En basitinden<br />
gözlem yeteneğinizi kısıtlıyor. Biz tam olarak<br />
Nihal karakterinin hikayeye dahil olduğu<br />
noktayı, yarattığı çatışmayı gördük. Onun da<br />
dünya görüşünün dışında sorguladığı bir şey
vardı; bu çocuğun çalıştığı inşaatta birisi oldu<br />
ve bu çocuk hala burada çalışacağım, diyor.<br />
Seni en çok etkileyen şey neydi bu hikayede?<br />
Biz bu filmde bir vicdan muhasebesi yaptık.<br />
Hikayede beni en çok etkileyen şeyin kişiden<br />
ziyade hikayenin ön plana çıkması diyebilirim.<br />
Ders gibiydi. Bir inşaat işçisinin kanser<br />
olmasıyla başlayan bir hikayeyi sistemin<br />
sorunlarıyla harmanlamak büyük bir kabiliyet…<br />
İnsanları da en çok etkileyen şey bu diye<br />
düşünüyorum, dramatize etmeden sadece hikayemizi<br />
anlatmayı tercih etmek…<br />
Kübra Ekici ile çok uyumlu bir çift olmuşsunuz…<br />
Çift olarak cast yapma fikri gerçekten çok iyi<br />
bir fikirdi. Kübra ile ilk kez deneme çekiminde<br />
tanıştık ama sanki eskiden tanışıyormuş gibiydik.<br />
Bir sıcaklık oldu aramızda, oynadıktan sonra<br />
uzun zamandır hissetmediğim şeyleri hissettim.<br />
“Yav He He” diye bir komedi filminde<br />
oynamıştın. Ne düşünüyorsun Türkiye’deki komedi<br />
filmleri hakkında?<br />
Arkadaşlarımın filmiydi, zaman kısıtlı olduğu için<br />
istediklerini yapamadılar. Yine de gayretlerini<br />
takdir ediyorum. Tiyatroda da böyleyiz, bir<br />
haftada oyun yazan arkadaşlarımız var. Hayret<br />
ediyorum, demek ki çok yetenekliler. Yüksel<br />
Aksu Adana’da güzel bir şey söylemişti. Son<br />
dönemde sanat filmleri sadece sinemaymış<br />
gibi algılanıyor. Benim yaptığım da sinema<br />
arkadaşlar burada bir anlaşalım, dedi. Bu çok<br />
kafa açıcı bir yorum…<br />
Türkiye’deki “komedi filmleri” ile “sanat<br />
filmleri”ni aynı kefeye koyabilir miyiz yani?<br />
Koyabiliriz çünkü aynı hissiyatı yaratıyor. Haklı<br />
bir gönderme diye düşünüyorum. Niye sadece<br />
komedi filmleri ya da sanat filmleri olsun? Niye<br />
bazı filmler sadece bir kesim için güzel film olsun?<br />
O halde Babamın Kanatları bu çemberin dışına<br />
çıktı diyebilir miyiz?<br />
Diyebiliriz çünkü ben bu filmde başka bir şey<br />
görüyorum. Kıvanç’ın ellerine sağlık… Ne güzel<br />
bir hikaye ve bu seni diri tutuyor. Bunu sanat<br />
ya da komedi filmlerinde de yapabiliriz ama<br />
yapmıyoruz. Başka yönletmemler kullanıyoruz,<br />
bir şey anlatmıyoruz. İzin verin okuyan yazan<br />
insanların önü açılsın. Sektör büyüsün, kaliteyi<br />
düşürmeden para da kazanalım.<br />
Bir röportajında Hiner Saleem ile çalışmak<br />
istediğini söylemişsin. Hala aynı fikirde<br />
misin?<br />
Dar Elbise’yi kast ediyorsan, bir daha böyle<br />
bir film yapmayacağını düşünüyorum.<br />
Kilometre Zero, Votka Limon gibi çok güzel<br />
filmleri var. Bu da bir tercihtir sonuçta, bir<br />
yoldur… İnsanın yolu bitmez.<br />
Bu aralar neler izliyor, nelerden ilham<br />
alıyorsun?<br />
Sinema açısından kitlendiğim kimse yok.<br />
Herkesi, her şeyi izlemeye çalışıyorum. Bazen<br />
hikaye bazen de oyunculuk olabiliyor<br />
izleme sebebim. Asghar Farhadi’nin filmlerini<br />
dönüp dönüp izlerim. There Will Be<br />
Blood’ı yüz kere izlemişimdir. Daniel Day<br />
Lewis’ın oyunculuğu için izliyorum, hatta<br />
bazen repliklerini taklit ettiğim bile oluyor.<br />
(gülüyor) Müzik çok dinç tutuyor beni.<br />
Genelde Arapça, Azeri müziklerini dinliyorum<br />
bu aralar. Neşeli ve ritimli oldukları için<br />
çok seviyorum, saatlerce dinliyorum.
AYŞE TEYZE SORUYO<br />
MUTLU MUSUN?<br />
BERİL ATEŞOĞLU<br />
n En sevdiğim filmlerden<br />
biri Ayşe<br />
teyzenin huzuruna<br />
çıkıyor… “Terminal”.<br />
Adından<br />
anlaşılamayacak<br />
duygusallıkta olan bu<br />
filmi Ayşe teyzeyi de<br />
önce pek heyecanlandırmıyor.<br />
A: Aman Beril sıkıcı olmasın. Hava<br />
soğuk, kış geldi artık bir de sen karartma<br />
içimi.<br />
B: Yok yok merak etme içini ısıtacak eminim..<br />
Son derece kalabalık ve büyük bir<br />
havaalanı tabi ki New york! Herkes<br />
telaşlı, tetikte ve koşuşturuyor. Bizim<br />
kahramanımız biricik Tom Hanks hariç!<br />
Bay Navorski küçük valizi, elinde eski<br />
bir teneke kutu keyifli bakıyor. Pasaport<br />
kontrolünde öğreniyor ki, ülkesinde<br />
yaşanan darbe olayından dolayı vizesinin<br />
ve pasaportunun bir geçerliliği yok hatta<br />
ülkesinin geçerliliği yok. Ne ülkesine yani<br />
Krakozya Cumhuriyetine (hayali bir ülke<br />
tabi ki) dönebiliyor ne de Amerikaya girebiliyor.<br />
New York terminali kalabileceği<br />
tek yer. Navorski olmayan inglizcesiyle<br />
ülkesinde neler olduğunu anlamaya<br />
çalışırken, havaalanı müdürü ise onu<br />
başından atmaya çalışıyor. Kapıdan<br />
çıkmasını istiyor, çünkü kapıdan geçtiği<br />
En sevdiğim filmlerden<br />
biri Ayşe teyzenin<br />
huzuruna çıkıyor…<br />
“Terminal”.
R<br />
anda New York polisinin yetki<br />
alanında olacak, en kısa zamanda<br />
da izinsiz giriş suçuyla kendini<br />
hapiste bulacak, böylece havaalanı<br />
bir olaydan daha kurtulmuş olacak.<br />
A: Küçük bir ülke galiba, Türkiye<br />
gibi. Bir İngiliz olsa işler böyle<br />
olmazdı tabi. Ülkesi dünyada ne<br />
kadar küçükse o da havaalanında<br />
o kadar küçük kaldı. Kimse yardım<br />
etmiyor ki adama, İngilizce bile<br />
konuşamıyor cık cık cık. Amerika<br />
bizden de beter vallahi.<br />
Hüzünlü hüzünlü devam ediyoruz<br />
izlemeye. Navorski hayattan<br />
kalmanın bir yolunu buluyor,<br />
kendine yatak yapıyor, taşıma<br />
arabalarını toplayarak para bile kazanmaya<br />
başlıyor, hatta bunlarda<br />
yetmezmiş gibi aşık bile oluyor.<br />
Hayatta olan her şeyi terminalde<br />
buluyor Navorski.<br />
Arkadaşları da oluyor, aslında bütün<br />
terminal onu bağrına basıyor,<br />
bir kişi hariç! Terminalin müdürü!<br />
Navorski ülkesindeki durumdan<br />
korktuğunu kabul ederse onu<br />
Amerikaya sokabileceğini söylüyor<br />
tabi ki tek derdi ondan kurtulmak.<br />
A: bu adamda korkacak göz var<br />
mı hiç! Bana da sorsalar ülkende<br />
durumlar karışık kaçar mısın, gider<br />
misin diye ben de giderim derim.<br />
Bak ne diyor. “orası vatan, vatandan<br />
korkulmaz”. Şimdi öyle mi,<br />
herkes kaçar vallahi arkasına bile<br />
bakmadan.<br />
Bazen Ayşe teyzenin haklı olması<br />
çok sinirimi bozuyor işte bu da o<br />
zamanlardan biri. Çok değil birkaç<br />
ay önce benzer olan aslında olmayan<br />
ne olduğunu anlayamadığımız<br />
şeyler bizim ülkemizde de yaşandı<br />
ve evet bir çok insan kaçmak<br />
istedi. Haklılık ya da haksızlık<br />
tartışılabilir ama yaşanan buydu.<br />
Yani Ayşe teyze yine haklıydı.
Filmimizin en güzel tarafı 4 duvar bir alanda<br />
gerçek dünyayı hiç aratmaması. Aşk,<br />
kıskançlık, ego, para, güç her şey var.<br />
Navorski’nin aşık olduğu bayan bile evli bir<br />
adama aşık. Her şey çok gerçek.<br />
A: bir avuç insanı nereye koyarsan koy iyisiyle<br />
kötüsüyle her duyguyu yaşatırlar<br />
maşallah. Aman be Beril ne önemi var ülkenin,<br />
ne önemi var nerede olduğunun al işte<br />
hepsi insan, hepsi mutluluk peşinde, hepsi<br />
mutlu olanları kıskanmakla meşgul. Aman<br />
diyim Beril bak kızım sakın ola kimsenin<br />
mutluluğunu kıskanma, feyz al feyz. Ah ah…<br />
B: elimden geleni yapıyorum ama<br />
beceremediğim zamanlarda olmuyor değil.<br />
A: insanız evladım insan o kadar olur. Sen<br />
niyetinden sapma yeter. Bak kadıncağız evli<br />
adamın peşinde, diğer tarafta bizim saf iyi<br />
niyetli adam ona aşık ama umuru mu sanki.<br />
Aşık olduğu adamın karısının mutluluğunu<br />
kıskandığı için tek amacı o mutluluğu elde<br />
etmek olmuş, kendi mutluluğu değil ha yanlış<br />
anlama kadının mutluluğuna göz dikmiş. Ee<br />
sorarım size Beril hanım bu kafayla nasıl mutlu<br />
olur insan?<br />
Bunu yanıtlamak zorunda mıyım? Biraz<br />
çalışıp gelsem. Bir minik araştırma falan<br />
hazırlar mail atarım haftaya! Yavaş gel Ayşe<br />
teyzem yavaş! Bunlar içime tabi, dışarı şöyle<br />
çıkıyor.<br />
B: olamaz bence yani mutlu olamaz aslında<br />
insan da olamaz yani olur da eksik olur. Bak<br />
bizim adam o yüzden tam yani Navorski tam<br />
çünkü insanların mutluluğunu kıskanmıyor<br />
hatta ortak! Kendi hayalleri var, kendi güzel<br />
dünyası…<br />
A: aynen öyle! Hep derim kızım bilirsin,<br />
hayal kurmayan insan çürümüş çiçek gibidir<br />
yanında ki diğer çiçekleri de çürütmek için<br />
yaşar. Hayal güzeldir, hayal umuttur güzel<br />
kızım.<br />
Uzaklara bakıyor Ayşe teyze kendi gençliğiyle<br />
konuşur gibi, umutlu, hüzünlü…<br />
Paralelinde Navorski de hüzünlü. Hiçbir yer<br />
onu işe almıyor müdür sağ olsun yine kendini<br />
terminalin kullanılmayan alanlarında yamalı<br />
dökülmüş duvarlar arasında buluyor ve
aşlıyor duvarları yenilemeye uyumadan,<br />
bütün kötülükleri ruhundan temizler gibi<br />
yeniliyor duvarı. Navorski’nin gizli yeteneği<br />
çıkıyor karşımıza. O bir duvar ustasından<br />
çok sanatçı! Bu yeteneği keşfediliyor ve<br />
hemen bir işe alınıyor. Müdür çıldırıyor tabi<br />
ama yapacak bir şey yok adam yetenekli.<br />
Navorski terminalde herkesin kahramanı<br />
olur, herkese yardım eder, aşıkları<br />
buluşturur.<br />
A: bak ne de güzel yayıyor güzelliğini. İyi<br />
insan bir yere dokundu mu orada iyilik<br />
yeşerir. A canım benim yüzünden belli<br />
zaten.<br />
Tom Hanks’e diyor Ayşe teyzem bunları☺<br />
öyle herkesi sevmez bildiğiniz gibi.<br />
Harika bir yetenek örneği zaten kendisi.<br />
İlk izlediğimde de hayranlığımı<br />
gizleyememiştim. İngilice bilmeyen bir<br />
adamı oynamak bir Amerikali için eminim<br />
çok zordur ama ne de güzel hakkını vermiş.<br />
Herkes Navorski’nin New york’ a neden<br />
gitmek istediğini anlamaya çalışır ayrıca<br />
yanından hiç ayırmadığı metal kutusu da<br />
müdürün oldukça ilgisini çekmektedir. Bu<br />
gizemi çözecektir. Çözerde! Kutunun içinden<br />
jazz sanatçılarının imzaladığı minik<br />
kağıtlar çıkar ve anlarız ki Navorski eksik<br />
kalan son sanatçının imzasını alabilmek<br />
için New York’a gitmek istiyordur. Babasına<br />
sözü vardır ve babasını kaybetmiş olsa da<br />
bu sözü yerine getirecektir.<br />
A: Jazz mı? Pek anlamam ama babası için<br />
yapacaksa yapsın tabi yani ne bileyim çok<br />
mu lazım bir imza pek anlayamadım.<br />
İşte film tam olarak burada Ayşe teyzeyi<br />
hayal kırıklığına uğrattı. Oldu mu şimdi bu?<br />
Jazz da nereden çıktı, biz iyiydik duvarlar,<br />
aşklar falan☺<br />
Beklenen an gelir ve Krakozya Cumhuriyetinde<br />
barış haberi ilan edilir. Terminalde<br />
harika bir kutlama görürüz herkes Navorski<br />
için en az onun kadar mutludur.<br />
B: bak Ayşe teyze Navorski onlar için her<br />
fırsatta güzel şeyler yaptı diye herkes de<br />
onun için seviniyor ya karma işte.<br />
A: hah vallahi öyle. Karma neymiş ki?
B: ne ekersen onu biçersin de diyebiliriz.<br />
A: öyle de o zaman ne diye dolandırdın!<br />
Bu gelgitler beni öldürecek birgün☺ hemen<br />
konuyu değiştirmeli.<br />
B: her şey iyi hoşta kadın yine eski evli<br />
sevgilisine döndü, gitmedi Navorski ile<br />
onu napıcaz?<br />
A: e belliydi öyle olacağı. İki sevgilinin<br />
ya ikisi de mutlu olacak ya da ikisi birden<br />
mutsuz. Şimdi bizim adam bu kadar<br />
mutluyken bu mutsuz kadın hiç yanaşır<br />
mı ona anca imrenir, bir gün onun kadar<br />
mutlu olabilecek mi onu düşünür ve<br />
kendi gibi mutsuz sevgilisine döner.<br />
Bütün ilişkilerim bir bir gözümün önünden<br />
geçiyordu… kim mutluydu? Kim<br />
mutsuzdu? Ben ne kadar mutluydum?<br />
Şimdi ne kadar mutluyum? Hayallerim<br />
nerede? Kafamda deli sorular…<br />
Navorski ise her şeye rağmen hayallerinin<br />
peşinde gitti ve o son imzayı<br />
kaptı! Artık rahat rahat dönebilir<br />
vatanına.<br />
A: teşekkür ederim Berilciğim bu güzel<br />
film için, hep bunlardan getir.<br />
Hep bunlardan???<br />
B: tabi tabi getiririm getirmesine de<br />
Ayşe teyze sana bir şey sorabilir miyim?<br />
İnsan mutlu olup olmadığını nasıl anlar?<br />
A: ne bileyim canım ben herkesin<br />
mutluğu kendine. Hayallerini her gün<br />
hatırlıyor mu, yenilerini kuruyor mu?<br />
Kendi ile göz göze gelince gülümsüyor<br />
mu? Kahkaları bonkör mü? Herhalde bu<br />
sorularla anlar.<br />
B: her gün kendine bu soruları düzenli<br />
olarak sorup, dürüstçe cevaplayan<br />
insan sanki mutsuz bile olsa mutlu olmaya<br />
yaklaşıyor gibi geldi bana. Aman<br />
Ayşe teyze yine kafamı karıştırdın.<br />
A: bırak karışsın korkma bu kadar<br />
karışıklıktan, kafan karıştıkça renklenirsin<br />
belki kıh kıh kıh…<br />
Ah Ayşe teyzem ah kesin hayatlarının<br />
birinde filozof ya da derviş falandın<br />
sen☺
FİLMLERİ SADECE FRAGM<br />
GÖRE DEĞERLENDİRMEY<br />
Nasıl Yani filminin senarist ve oyuncusu Aykut Elmas<br />
ile filmde rol alan müzisyen Burak Kut hem filmlerini<br />
anlattılar hem de izleyicinin yeni denemelere<br />
hoşgörüyle yaklaşmasını beklediklerini söylediler.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n İnternet fenomeni Aykut Elmas ve ekibi bu<br />
maceralarını sinemaya taşıdılar. Nasıl Yani<br />
filminin yaratıcıları yanlarına müzisyen Burak<br />
Kut’u da alıp yeni filmlerini kotardılar. Bu hafta<br />
vizyona giren komedi filminin izleyici tarafından<br />
çok beğenileceğini iddia eden ikili sinemaya olan<br />
sevgilerini de anlattılar.<br />
Filmin senaryosu da size ait. Senaryonun ortaya<br />
çıkış hikayesi nedir?<br />
Aykut Elmas: Ben, Uğur ve Halil bir üniversite<br />
söyleşisinden dönerken oluşturduk. Zaten böyle<br />
bir şey yazmayı düşünüyorduk. Bir yol macerası<br />
vardı aklımızda. Bu yol macerasının kahramanını<br />
bir dedeye dönüştürdük. Kaybolması gereken<br />
değerli bir obje lazımdı. Filmlerde yıllarca milli<br />
piyango, para, elmas kullanılmıştı. Biz de bunu<br />
bir tablo yapalım, Mona Lisa olsun dedik.<br />
Niye Mona Lisa oldu?<br />
Aykut Elmas: En güzel tarafı da o, dünya üzerinde<br />
paha biçilemeyen çok nadir eserlerden bir<br />
tanesi ve bu bir Türk’e kalsa başına neler gelebilir<br />
diye düşündük. Senaryo böyle böyle oluştu.<br />
Siz senaryoyu okuduğunuzda ne hissettiniz,<br />
neden bu projede yer almayı istediniz?<br />
Burak Kut: İlginç geldi senaryo. Daha önce<br />
çalıştığım yapım şirketinin işiydi. Aslında çok<br />
da benden beklenen türde bir iş değil. Çok<br />
kanıksanmış “efendi” bir tip olduğum için ters<br />
gelebilirdi. Başkası teklif etmezdi; oradaki<br />
arkadaşlarımızın beni yakından tanıma fırsatı<br />
oldu ve kafalarında böyle bir işi yapabileceğim<br />
fikri oluşmuş. Senaryodaki “Köpekdiş Kemal’i<br />
yapar mısın” diye sorduklarında ben de oyun-<br />
culuk adına ısınma turları yapma hevesim<br />
olduğumdan kabul ettim. Daha önce yaptığım<br />
karakter tamamıyla ezik, pasif , arkada triangle<br />
çalan bir tipti. Bunun tam tersine bir şey yapmak<br />
iyi denk geldi.<br />
Son dönemde bir komedi tarzı var. Sizin<br />
filminiz de bunu destekler nitelikte. Türk<br />
insanının karakterlerinden yola çıkan, siyasetten<br />
uzak duran bir komedi. Halbuki komedinin<br />
derdi eleştiridir, toplumsal, sosyal<br />
içerikli eleştiridir...<br />
Aykut Elmas: Komedinin temelinin eleştiri<br />
olduğuna katılmıyorum. Komedinin bir yönü<br />
eleştiridir bence. Neden böyle bir şey yazmadık,<br />
çünkü siyasi hiç bir şey düşünmedik. Çünkü<br />
politikayla ilgilimiz yok, bana sorarsanız hepsi<br />
aynı özünde. O yüzden böyle bir eleştiriye hiç<br />
girmedik. Eleştirmeye değer bile bulmadık.<br />
Sizin komediye yaklaşımınız nedir?<br />
Burak Kut: Çok sıcak bakıyorum. Gündelik<br />
hayatımda espri yapmayı seven bir insanım,<br />
tabii dozunda. Başlangıç dönemimiz öyle bir<br />
dönem ki, Türkiye’nin en saygın komedyenleriyle<br />
beraber büyüdük. En büyük isimler yakın<br />
arkadaşlarımdı. Yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmezdi.<br />
Orada biz örselendik, “Ben varken sen<br />
yapamazsın” gibi, “Biz şaka yapamaz mıyız bizim<br />
de içimizden geliyor” gibi şakalaşmalarımız<br />
olurdu. Ben seviyorum. Kafam da öyle çalışıyor.<br />
Benim hayatımda var, yabancılar sense of humor<br />
diyorlar, içimde var. Çocukluk zamanımdan<br />
gelen bir yatkınlığım var. Bizim zamanımızda<br />
Küçük Hüsamettinler, Levent Abiler (Kırca)<br />
vardı. Onların taklidini yapan bir çocuktum. Sevi-
ANINA<br />
İN<br />
AYKUT ELMAS<br />
BURAK KUT
yorum, pozitif olduğunu düşünüyorum komedinin.<br />
Gülümseten herşey benim için geçerlidir. Dönemsel<br />
mi bilemiyorum ama biz de öyle bir dönemin<br />
çocuklarıyız, aslında apolitik olarak, hamburger<br />
gençliği olarak algılanıyoruz.<br />
Aykut Elmas: Komedinin en sıkı takipçisi genç<br />
nesil oluyor haliyle. Ben de Levent Kırca, Nejat<br />
Uygur, Müjdat Gezen’in yaptığı işleri izleyerek,<br />
onlara gülerek büyüdüm ama büyüdükten sonra<br />
onların politik olduğunu anlamaya başladım.<br />
Belki 20’li, 30’lu yaşlarda bilinçli izleyici vardır<br />
ama ben 12 yaşında bilmiyordum. Jet-ski ile ilgili<br />
muhabbet yaptığı zaman o sözlere gülüyorduk<br />
ama işin aslını bilmiyorduk. Şimdi bunlara ihtiyaç<br />
duymadan komedi üretilebildiğini belki göstermiş<br />
oluruz zamanla.<br />
Önce internetle başladı bu macera, daha<br />
sonra sinemaya geçti. Bu ikisi arasındaki en<br />
büyük fark nedir, üretim aşamasında nasıl bir<br />
fark gördünüz?<br />
Aykut Elmas: Çok daha disiplinli olmak gerekiyor.<br />
Ben video çekerken bir kişiyim, sinema filmi minimum<br />
20-30 kişi. Daha büyük yapımlarda belki<br />
binlerce insanla birlikte yapılan bir proje. Daha<br />
ciddi, daha disiplinli, daha kurallı bir iş.<br />
İnternette bir şey düşünüyorsunuz ve uygulamaya<br />
koyuyorsunuz, fakat sinemada bir<br />
yönetmen var. Ürettiğinizi ona teslim ediyorsunuz,<br />
onun da bir bakış açısı oluyor.<br />
Yaratıcılık açısından bu bir dezavantaj getiriyor<br />
mu?<br />
Aykut Elmas: Bu yönetmen, görüntü yönetmeni,<br />
ışık, herkesle alakalı bir şey. Önemli olan yönetmenin<br />
kafasında ne hayal ettiği aslında. Bu bizim<br />
filmde kısmen gerçekleşti ama senaryoyu üreten<br />
kişiler olarak bizim bazı istediğimiz yerler daha<br />
farklı olmuş olabilir. Çünkü biz onu daha basit<br />
düşünüyoruz halbuki yönetmenin profesyonelliği<br />
o işin öyle olmayacağını bize gösteriyor. Profesyonel<br />
bir el daha iyi oluyor her zaman.<br />
Genel olarak bakıldığında Türk sinemasının<br />
kökeni Yeşilçam’a dayanıyor, bu noktaya oradan<br />
çıkarak geldi. Hepizin sinema anlayışı bir<br />
anlamda Yeşilçam’a dayanıyor. Yeşilçam’da<br />
komedi içinde ağır dram da barındıran bir komedidir.<br />
Sinemayı algılamanızda Yeşilçam sizi<br />
ne kadar etkilemiştir?<br />
Burak Kut: Mutlaka etkilemiştir. Benim avantajım<br />
hayranı olduğum insanlarla tanışma fırsatı bulmam<br />
oldu. Türkan Şoray’la, Şener Şen’le,<br />
Kemal Sunal’la tanışmak çok büyük hayallerdi.<br />
O anlamda şanslı biriyim ben. Türkan Hanım’la<br />
beraber çekim yaptık bir televizyon dizisinde.<br />
Çok kıymetli, tabii ki hayatımızda temellerimizdir.<br />
Çocukluğumuzda oyunculuk yapmaya teşvik<br />
eden özellikle aile filmleridir. Farkındaysanız hiç<br />
modası geçmiyor. Neşeli Günler hikayesi mesela<br />
toplumumuzu, aile yapımızı çok tatlı anlatır.<br />
Bizim tabii ki özümüzdür. Fakat ben kendimi<br />
bildikten sonra müzik konusunda da tamamen<br />
global bakan bir insanım. Kökümde o var severek<br />
onu koruyorum ama Batı sinemasını da takip<br />
ediyorum. Okumaya meraklıyım. Oyunculukla<br />
daha önce ilgilenmiyordum ama Sheakespeare<br />
okuyordum. Hep ilgiliydim. Yakın çevremde<br />
Türkiye’nin çok kıymetli oyuncuları oldu,<br />
onların çıkışlarını gördüm. Türk sinemasının<br />
bu sıçrama dönemine de yakından şahidim. O<br />
filmleri önceden bilme şansına sahip oldum. O<br />
yüzden benim bakış açım farklı. Genelde çok<br />
film izleyen biriyim Batı, Doğu ayırt etmeden.<br />
Şu an ülke sinemasının iyi durumda olduğunu<br />
düşünüyorum. Temelimiz Yeşilçam’dır o duyguya<br />
dönmek lazım aslında. Biraz daha işin
içine profesyonellik girdiği için belki de o bizi<br />
tutuyor. O zamanlar “Hadi kalkın film çekiyoruz”<br />
vardı. Biz klipleri de öyle çekerdik. Alıyorduk<br />
kamerayı gidip çekiyorduk. Büyük prodüksiyonlar<br />
da yaptık ama öncesi öyleydi. Filmler de<br />
öyleymiş.<br />
Sizin görüşünüz nedir bu konuda? Aynı<br />
fikirde olmayabilirsiniz...<br />
Aykut Elmas: Ben böyle sınıflandırmıyorum işi.<br />
Mevzu gülmek, nasıl gülersen gül. Ama çapsız<br />
işlerden ben de her zaman uzak durmak isterim.<br />
Yeşilçam komedisi biz de izledik ama sanırım<br />
daha az yaratıcı, daha kişisel işlerdi. Kemal<br />
Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Şener Şen...<br />
Bireysel yönleri öne çıkan işlerdi. Ama artık günümüz<br />
komedileri biraz daha ekip işi ve bireysellikten<br />
öte yaratıcı fikirlere önem veriyor. Absürt<br />
komedi diyorlar, aslında bana göre yaratıcı komedi<br />
bunun tanımı. Kişisellikten ziyade ekipçe<br />
daha yaratıcı komedilerin ön plana çıkması daha<br />
çok hoşuma gider.<br />
Türkiye zor dönemlerden geçiyor, toplumda<br />
çeşitli acılar yaşanıyor. Böyle dönemlerde<br />
komedi yapmak ne kadar kolay?<br />
Aykut Elmas: Maalesef kendinizi, fikirlerinizi<br />
kısıtlamak zorundasınız. Filmde de böyle<br />
kısıtlanmış şeyler var. Ama toplum huzursuz<br />
olacağına ben de yapmayıveriyim demek daha<br />
güzel.<br />
Siz ne düşünüyorsunuz? Sizin için müzik de<br />
söz konusu. Aslında böyle toplumlarda daha<br />
çok ihtiyaç var ama bir yandan da baskı var.<br />
Burak Kut: Bizim üzerimize yapıştırılan “Beyefendi<br />
Sanatçı” ünvanı var. Pop star olarak<br />
hayatıma devam etmiyorum ama o benimle bareber<br />
yaşıyor. Onun için hep dikkat ederim ahlak<br />
kurallarına uygun mu, küfür var mı... Aslında çok<br />
özgür bir dal komedi. Aykutlar’ın da içinde olduğu<br />
enteresan bir jenerasyon var. O jenerasyonun<br />
da kendi beklentileri var. Müzik için de aynı şey<br />
söylenebilir. Bir iki tane radikal hereket yapabilecek<br />
özgüveni yüksek cesaretli adam lazım.<br />
Aynı şeyi ben de 90’lı yıllarda yaşadım. Bombalar<br />
patlıyordu 90’larda da. Hatırlıyorum çocukken<br />
evde tüp patladı, apartman çıktı “Nereye bomba<br />
atıldı” diye. O kadar da alışmıştık. O dönem için<br />
pop star kariyeri yapmak “Mümkün değil, ülke<br />
batmış” gibi algılanıyordu. Oysa ki bir ihtiyaç da<br />
doğuruyor bu. İçimizden biri, bizim gibi diyorlardı.<br />
Gidip Londra’dan alışveriş yapmıyorduk.
Çarşıdan ne bulursak alıp onunla klip çekiyorduk.<br />
Baktılar “Benim gibi” dediler. Krizin içinden<br />
fırsat hikayesi doğdu. Aynı şey bu filmlerde de<br />
olursa mutlaka senaryo anlamında da iyi şeyler<br />
yapılacaktır diye düşünüyorum.<br />
Filmle ilgili benim size sormadığım sizin<br />
söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />
Aykut Elmas: Önyargıları bir kenara bırakmak<br />
lazım. Filmi sadece fragmana göre, insanların<br />
yaptığı yorumlara göre değerlendirmek büyük<br />
yanlış. Böyle bir çok film heba olmuştur. Mesela<br />
Fight Club sinemada izlenmeyip sonrasında<br />
internette “Sen nasıl izlemedin Fight Club’ı”<br />
denecek kadar kült olmuş bir filmdir. Ben<br />
sadece bir fırsat verilmesini isterim. Gidersin<br />
beğenmezsin yorumunu yaparsın eyvallah<br />
okurum, dinlerim, dikkate alırım. Ama daha gitmeden<br />
ağır eleştirmek çok doğru gelmiyor.<br />
Bu eleştiri kime? Sinemanın entelektüel<br />
kesimine mi, normal izleyiciye mi, internet<br />
kullanıcılarına mı?<br />
Aykut Elmas:Bunu yapan kimse ona. İster<br />
entelektüel olsun. isterse bakkal Mehmet Amca<br />
farketmez. Direkt onlara.<br />
Sizin söyleyecekleriniz nedir?<br />
Burak Kut: Eli yüzü düzgün bir film. Biz seviyoruz.<br />
Kardeşimle çalışmak çok keyifliydi. Ben hep<br />
yeniliklere açık biriyim. O anlamda, onları tenzih<br />
ederim risk de alırım. Bir Don Kişot tarafım<br />
vardır. Biraz sabır isteyen bir iş. Tek sıkıntı şu;<br />
başarısız olanlara pek tahammül yok toplum<br />
algısında. Özellikle iş dünyasında, başarısız<br />
olmuş, batmış kişileri hadi güle güle der yollarlar.<br />
Özellikle Amerika’daki gibi batırdığın<br />
zaman “Bir dakika batırdın mı bravo o zaman<br />
sen işimize yararsın, başarısız olmuşsun ve<br />
bir tecrübe edinmişsin, senden faydalanabiliriz”<br />
gibi şans verilmesi lazım. O anlamda tekrar<br />
tekrar yapma hevesi kırılıyor. Bu herşeyde<br />
olduğu gibi sektörün de seni daraltması, belli<br />
tekelleşmeler, salonlar, onlarla bağlantılı şeylerle<br />
de ilgili. Bir patlama noktasına kadar Aykut gibi<br />
kardeşlerimin de direnç göstermesi gerekiyor. O<br />
anlamda rahatsız edici olabiliyor öyle yorumlar.
ASSASSIN’S CREED<br />
ECDADIN DNA’SI İLE<br />
ENTRİKALAR ÇÖZÜYOR<br />
MASIS ÜŞENMEZ<br />
n Yılın son gişe<br />
bombaları da bu<br />
aralıkta vizyona giriyor.<br />
Bu yapımlardan<br />
en heyecan verici<br />
olanı ise pek çok<br />
bilgisayar oyuncusu<br />
için Assassin’s<br />
Creed olacaktır. Çok uzun zaman önce<br />
oyun uyarlamalarından başarılı filmler<br />
yapılamadığını öğrenmiş olsak da Assassin’s<br />
Creed ile ilgili duyumlar heyecan<br />
verici.<br />
Ubisoft’un uzun soluklu aksiyon<br />
bombası Assassin’s Creed, 93 milyondan<br />
fazla kopya satmayı başarmış bir<br />
oyun serisi. Hızlı, gerçekçi oynanış tarzı,<br />
orta çağın şehirlerinde kah damlarda<br />
dolaşmamızı, kah İstanbul’a bir tepeden<br />
bakmamızı sağlayan ilginç senaryoları<br />
ile oyun genel anlamda Templar ve Assassin<br />
tarikatları arasındaki güç savaşını<br />
anlatan bir hikaye kurgusuna sahiptir.<br />
Filmine gelecek olursak oyun<br />
yapımcılarının firması Ubisoft Motion<br />
Pictures’ın, 20th Century Fox ile<br />
güçlerini birleştirdiğini belirtmekte fayda<br />
var. Geçen yılın önemli yapımlarından<br />
Macbeth’in yönetmeni Justin<br />
Kurzel’in yönetmen koltuğunda, gene<br />
Macbeth’deki başrolü Fassbender’ın<br />
ise hem yapımcı hem de başrolde<br />
olduğu, ayrıca Marion Cotillard, Jeremy<br />
Irons, Michael K. Williams gibi oyuncuları<br />
bünyesinde topladığı düşünülünce Assassin’s<br />
Creed filmi için beklentiler artıyor.<br />
Film ne kadar oyunla aynı dünyada geçse<br />
de Assassin’s Creed evrenini ve altyapısını<br />
geliştirecek orijinal bir senaryoya sahip.<br />
Callum Lynch(Michael Fassbender) bir<br />
cinayet işlediği için idam edilecektir. Ancak<br />
kendisine ilacı verecek olan şirket<br />
Callum’un DNA’sının işlerine yarayacağını<br />
düşününce onu deneylerinde kullanmaya<br />
karar verirler.<br />
Yenilikçi bir teknoloji olan Animus<br />
ile insanların genetik tarihleri açığa<br />
çıkarılabilmektedir. Callum Lynch bu<br />
deneysel teknoloji ile 500 yıl öncesinden<br />
akrabası Aguilar’ın 15.yy. İspanyasında<br />
yaşadığı maceraları sanki kendisi yaşamış<br />
gibi tekrar edebilmektedir.<br />
Callum büyük büyük dedesinin hatıralarına<br />
girince onun Assassin adlı teşkilatın<br />
önemli bir üyesi olduğunu görür. Böylece<br />
Templar’ların baskıcı gücünü yok<br />
etmek için maceraya atılır. Aguilar’ın<br />
Assassian’lara girdiği ilk zamandan<br />
başlayan hikayede ilk düşman gücü giderek<br />
yükselen Engizisyon Mahkemesinin başı<br />
Tomás de Torquemada olacaktır.<br />
Film sürekli günümüze gelip geçmişe<br />
dönerek ilerliyor. Ne yazık ki günümüzde<br />
daha çok zaman harcadığı da gelen bilgiler
Yılın son gişe<br />
bombaları da bu<br />
aralıkta vizyona giriyor.<br />
Bu yapımlardan<br />
en heyecan verici<br />
olanı ise pek çok<br />
bilgisayar oyuncusu<br />
için Assassin’s<br />
Creed olacaktır...
arasında. Aynı oyunun ara ekranlarındaki<br />
gibi “bleeding effect” de göreceğimizi<br />
de söylemem gerekli. Geçmişten gelen<br />
görüntüler ile kahramanımızın iz<br />
bırakarak hareket edip konuştuğu bu<br />
bölümlerin nasıl olacağını fragmanlardan<br />
görebiliyoruz. Zamanında Matrix’te<br />
yapılan ağırlaştırılmış çekimler gibi<br />
bu efektin de bir aksiyon fenomenine<br />
dönüşüp dönüşmeyeceği merak konusu.<br />
Değil oyun çevrimlerinde, iyi bir gişe<br />
filminde bile göremeyeceğimiz müthiş<br />
bir oyuncu gücünü arkasına alan yapım<br />
sırf Michael Fassbender’ı karizmatik<br />
orta çağ kiralık katili rolünde görmek<br />
için bile seyredilmeye değer bir yapım<br />
gibi görünüyor. Ancak bundan çok daha<br />
fazlasını sunacağı da bir gerçek. En<br />
azından umutlarımız o yönde.<br />
Fassbender filmin çekimi için altı yıl<br />
çalışmış. Oyuncu “Konuyu sahiplenmemi<br />
asıl sağlayan nokta iyi ve kötünün<br />
mücadelesini anlatmaması oldu. İki<br />
tarafın da iyi ve kötü yanları var ve bu<br />
da seyirciye git geller yaşatacak. Gerçek<br />
hayattaki gibi gri bir alanda geçen iyi<br />
ve kötü mücadelesi hikayeyi çok daha<br />
katmanlı ve ilginç yapıyor.” diyor.<br />
Filmde Marion Cotillard, Dr. Sophia Rikkin<br />
rolü ile karşımıza çıkıyor. Abstergo<br />
şirketinde çalışan Rikkin kötülüğün gen<br />
tedavisi ile yok edilebilmesi için Cal<br />
üzerinde araştırmalar yapıyor. Şirketin<br />
Madrid bölümünün başı ise Jeremy<br />
Irons’ın oynadığı Sophia’nın babası Alan<br />
Rikkin. Rikkin Animus projesi ile Cal’ın<br />
geçmişini deşmek istiyor böylece günümüzde<br />
bir güç kazanabilmeyi umuyor.<br />
Diğer önemli rollerde ise Michael Kenneth<br />
Williams’ın oynadığı, atası bir voodoo<br />
büyücüsü olan Moussa, Aguilar’ın<br />
yanında çarpışan kiralık katil Maria(Arian<br />
Labed) ve gizemli Joseph’i oynayan
Brendan Gleeson’ı sayabiliriz.<br />
Assassian’ların özgürlük,<br />
Templar’ların ise gücü elerinde tutmak<br />
için savaştığı filmde günümüz<br />
dünyasına da pek çok gönderme<br />
yapılmış “Artık insanlar özgürlüklerini<br />
değil rahatlarını düşünüyorlar. Bunun<br />
için de pek çok probleme göz yumup<br />
ses çıkarmıyorlar.” diyor filmin<br />
bir sahnesinde Charlotte Rampling.<br />
Fassbender da bu söze atıfta bulunarak<br />
“Geldiğimiz nokta tam da istenen<br />
şekilde insanların körleştirildiği<br />
ve aptallaştırıldığı bir dünya düzeni.”<br />
diyor.<br />
Fassbender’ı ve Justin Kurzel’i<br />
konuya dahil eden bir başka nokta<br />
ise DNA hafızası. “Ubisoft’taki oyunun<br />
yaratıcıları ile tanışmadan önce<br />
farkında değildim, ancak dinleyince<br />
ne kadar mantıklı olduğunu anladım.<br />
Bu da filmin aslında geçmişimize<br />
bağımlılık ve gelecek nesillere<br />
neler aktaracağımızla ilgili olması<br />
gerektiğini anlattı bana.” diyor yönetmen.<br />
Callum Lynch’in yüzyıllar öncesinden<br />
atalarından gelen bir mirası taşıyıp<br />
şiddete meyillenmesinin nedeninin<br />
aslında DNA’sı olduğu üzerinde duran<br />
kurgu için Kurzel “Tamamen insanı<br />
anlatan bir film yaptık” diyor. Bu yönden<br />
Assassin’s Creed’i Macbeth’in<br />
oyun dünyasına uyarlanmış bir versiyonu<br />
olarak da görebiliriz.<br />
Geçtiğimiz yazın önemli hitlerinden<br />
Warcraft ile beraber oyun çevrimlerinin<br />
lanetinin bir parça da olsa<br />
kalktığını söyleyebiliriz. Bakalım Assassin’s<br />
Creed bu düşünceyi biraz<br />
daha aşabilecek ve oyun dünyasında<br />
yakaladığı başarı ve franchise’ı sinemada<br />
devam ettirebilecek mi?
BELGESELLER<br />
İNSANIN<br />
YÜREĞİNE AKLINA<br />
DOKUNUR<br />
SEMRA GÜZEL KORVER<br />
BELGESELCİ<br />
En önemli kriterlerimden<br />
biri de filmlerin bende<br />
bıraktığı etki. Belgeseller<br />
insanın yüreğine, aklına,<br />
fikrine dokunur. Belkide<br />
kaçtığınız gerçeklerle<br />
yüzyüze getirir. Düşündürür,<br />
sorgulatır, yorumlatır,<br />
tartıştırır, hissettirir.<br />
2016’nın son ayındayız. Bir yılı daha<br />
geride bırakırken bu yıl vizyona<br />
giren (!), festivallerde seyircisiyle<br />
buluşabilen ve TV’de gösterilen belgesellere<br />
bir göz atalım istedim. Gerek juri<br />
üyesi, gerek izleyici, gerek belgeselci<br />
gözüyle izleyebildiklerimle klasik bir yıl<br />
sonu değerlendirmesi yapmak istedim.<br />
Gördüğüm kadarıyla bu yılda gene aynı<br />
konular etrafında dönüldüğünü söylemek<br />
yanlış olmaz sanırım. Nedir bu konular:<br />
Çevre, çevre darken özellikle kentsel<br />
dönüşüm, betonlaşma, termik ve nüklüer<br />
santraller, göç, kentten köye kaçış,<br />
köyden kente kaçış, terk edilmiş köyler,<br />
mülteciler, engelliler, LTGB, kadına<br />
şiddet, etnik problemler, terör.<br />
Hızla gelişen film teknolojisinin nimetlerinden<br />
faydalanan belgesel sayısı hiç<br />
de az değil. En önemli teknik sorun ise<br />
yine ses-efekt-kayıt-miksaj. Şu drone<br />
kullanımına biraz değinmek istiyorum.<br />
Pek çok projede dikkatimi çekti. Yerli<br />
yersiz bir drone kullanımıdır gidiyor. Ve<br />
de uzun uzun bir kullanım üstüne üstlük.<br />
“Şimdi burada neden drone kullanılmış,<br />
neye dikkat çekiyor, nasıl bir duygu ve<br />
düşünce dünyasına yolculuk bu, bana ne<br />
göstermek istiyor” diye soruyorum kendime<br />
ama cevap bulamıyorum çoğu kez.<br />
Güzel planlar işte izlesene… Bir de süre<br />
meselesi var çok takıldığım. 60-80 dakika<br />
arası olunca uzun metraj belgesel film<br />
yapılmış olunmuyor bana göre. Fikrin,<br />
konunun, öykünün hakkı ne ise süresi o.<br />
Genelde bir sündürme, kıyıp atamama,<br />
gereksiz tekrarlar… Filmin son halini vermeden<br />
güvendiğimiz insanlara ve hatta<br />
test bir izleyici grubuna izlettirip süreyi<br />
de öyle belirlemek bence çok mühim.<br />
Gereksiz uzamış bir film gerçekten<br />
sıkyor ve koparıyor hikayeden, duygudan.<br />
Üstelik bence kısa belgeseller daha<br />
da önem kazanacak yakın gelecekte.<br />
İnsanlar artık bu hız dünyasında maalesef<br />
cep telefonundan, elindeki tabletten,<br />
bilgisayarından film izlemeye başladı<br />
bile. Her ne kadar biz kabullenmesek de<br />
sinema ve televizyon giderek internete
taşınıyor. Elbette insanlar hikayelerini anlatılmaya<br />
devam edecekler sadece platformlar değişiyor.<br />
İşte bu yeni düzende kısa belgesellerin daha da<br />
önem kazanacağını düşünüyorum.<br />
Anlatım biçimlerine gelince, doğrusu anlatım<br />
dilinden çokça etkilendiğim bir belgesel<br />
hatırlamıyorum. Karakter takipleri, tanıklıklar,<br />
sözlü tarih, bilir kişi anlatımları, görüntü üstü metin<br />
seslendirme veya bütün bunların karması olan<br />
biçimler en çok kullanılan yöntemler. Bunların<br />
hiç birine karşı değilim. Konuya, içeriğe ve fikrin<br />
işleniş biçimene göre hepsi kullanılabilir.<br />
Hatta “klasik belgesel işte” deyip tanıklıklar<br />
veya bilir kişi söyleşileri veya görüntüye metin<br />
yazılarak oluşturulan yapılara küçümser bir tavırla<br />
yaklaşılmasına karşıyım ama! Klişe bir klasik<br />
anlatım tarzından bahsetmiyorum. Öyle bir açı,<br />
öyle bir resim yaparsınız ki, öyle bir içerik ve<br />
görsel kurgu yakalarsınız ki, o klasik anlatımla<br />
başarılı bir sinemtografi yakalarsınız. Önemli olan<br />
bu klasik anlatıma getirdiğiniz içerik ve görsel<br />
yorumdur. Antalya Film Festivali ile Mimarlık ve<br />
Kent Filmleri Festivali’nde seyircisiyle buluşan Bir<br />
Yenilgi’nin Anatomisi belgeseli buna çok güzel bir<br />
örnek. Evet klasik bir anlatım. Tanıklıklar ve bilir<br />
kişilerin yorumları ile oluşturulmuş bir içerik kurgusu<br />
var fakat merakla takip ediyorsunuz.Görüntü<br />
yönetimi ve kurgusundaki sinemasal anlatımla,<br />
müzik kullanımındaki denge ve kombinasyonla<br />
da başarılı bir yapım olmuş.<br />
Devam edersek en çok hoşuma giden ise,<br />
sözün çok az olduğu hatta hiç olmadığı sadcece<br />
görüntünün konuşturulmaya çalışıldığı bazı belgeseller<br />
izlemiş olmak. Adana Film Festivalin’de<br />
ödül alan Müsahip, Kayseri Film Festivali ödüllü<br />
Vefa ve Boğaziçi Film Festivali finalistlerinden<br />
Çeper’i bu tür denemelere örnek gösterebilirim.<br />
En son izlediğim Kara Atlas’ı ise farklı bir dil<br />
arayışı ile oldukça başarılı buldum. Antakya<br />
Film Festivali’nde juri üyesi sıfatıyla izlediğim<br />
belgesel; yerelden evrensele uzanan etkisiyle<br />
tüm dünyanın önemli bir sosyal ve çevre problemi<br />
haline gelen kömür tüketimini ve termik<br />
santral inşaatlarını, sinema sanatının inceliklerini<br />
kullanarak gerek görüntü yönetimi gerekse<br />
kurgudaki denemeleri ve ironik bir bakış açısıyla<br />
öyle güzel anlatmış ki. Zaten en iyi belgesel<br />
ödülününde sahibi oldu.<br />
İzlediğim filmleri sadece fikir, konu, dramaturjik<br />
yapı, yeni arayışlar ve sinematografik açıdıan<br />
değerlendirmiyorum. En önemli kriterlerimden<br />
biri de filmlerin bende bıraktığı tesir. Belgeseller<br />
insanın yüreğine, aklına, fikrine dokunur.<br />
Belkide kaçtığınız gerçeklerle yüzyüze getirir.
Düşündürür, sorgulatır, yorumlatır, tartıştırır,<br />
hissettirir. Seyrederken gözlerimi yaşartan,<br />
yüreğimi büzen Bogaziçi Film Festivali’nde<br />
en iyi belgeel ödülünü alan Süheyla bunlardan<br />
biri mesela. Görme engelli bir kadının<br />
yaşama sevinci, mücadelesi, enerjisi ve<br />
hayata bütün zorluklara rağmen tutunması,<br />
hayallerinin peşinden koşması bana bir kez<br />
daha kendimi ve hayatı sorgulattı. Antalya’da<br />
izlediğim Nijer’de küçük bir bölgede yoksulluk,<br />
yoksunluk mücadelesi veren katarak<br />
hastaların öyküsünü anlatan Lamorde dünya<br />
nimetlerinin paylaşımındaki adaletsizliğin,<br />
sömürünün boyutlarını bir kez daha hatırlattığı<br />
için içimi yine yeniden burktu, sinirlendirdi<br />
beni, dünya sistemini sorgulattı. TRT Belgesel<br />
Ödülleri kapsamında Meysa’yı ise göz<br />
yaşlarımı sile sile izledim. Kalbim sıkıştı,<br />
ellerim titredi, insanlıktan, kendimden nefret<br />
ettim. Suriye’deki savaşta ölen kocasının ve<br />
ailesinin ardından 7 çocuğu ile Kilis’teki mülteci<br />
kampına sığınan bir kadın olan Meysa’nın<br />
öyküsü, gözleri, mücadelesi günlerce<br />
aklımdan çıkmadı.<br />
Belgeseller zor şartlarda hatta belki inatla<br />
üretilmeye devam ediyor. Bazı festivaller<br />
belgesellere hiç yer vermiyor, bazısı sadece<br />
gösteriyor, bazısı yarışmalı bölüm açıyor sembolik<br />
de olsa para ödülü veriyor ki bu bir sonraki<br />
yapım için önemli bir meblağ bile olabiliyor.<br />
Finans kaynaklarımız, destekçilerimiz ise<br />
hala aynı. Kültür Bakanlığı, TRT, çeşitli fonlar,<br />
bazı pitchingler, belgesel kanalları, küçük ayni<br />
destekler, imece usulü ve en önemlisi büyük<br />
tutkumuz…<br />
Gelelim belgesellerimizi nerede<br />
gösterdiğimize. Sinemada vizyona giren<br />
belgeller arasında yerli yapım olarak sadece<br />
Ah Yalan Dünya’da, Hatıraların Masumiyeti,<br />
Hasret ve Başgan yer alıyor. Gişeleri pek<br />
parlak değil. Festivallere baktığımızda gerek<br />
gösterim mekanları ve saatleri açısından<br />
gerek izleyiciye duyurulması açısından pek de<br />
etkin olduklarını söyleyemeyeceğim. Antalya<br />
Film Festivali’nde salondaki 10-12 kişiden<br />
biriydim. Boğaziçi Film Festivali’nde de durum<br />
farklı değildi. Ekipler biribirinin filmlerini izliyordu<br />
adeta aradaki 3-5 izleyiciyi saymazsak.<br />
Antakya Film Festivali ise tam bir faciaydı.<br />
Finale kalan belgeseller ve ekipleri seyirci ile<br />
buluşturulamadı bile. Gösterilen bir iki tanesi ise boş<br />
koltuklara sunuldu. Kayseri Altın Çınar ve Adana<br />
Altın Koza’da ise vaziyet biraz daha iyiydi. Salonlar<br />
ortalama 25-65 kişi arasında gidip gelmekteydi.<br />
Bana kalırsa burada çift yönlü bir etkileşim var . Belgesel<br />
severler kurmaca filmlerde olduğu kadar duyuru<br />
ve bilgilendirmeye maruz kalmıyorlar. Belgesel<br />
seyircisi özeldir genel geçer, bildik PR yöntemleri<br />
ile ulaşamazsınız. Onları, takip ettikleri mecralardan,<br />
mekanlardan, zamanlardan yakalamalısınız.<br />
Bir diğer yanı ise “belgesel izlerim, çok severim”
diyen izleyicinin samimiyetsizliği ve ne, nerede,<br />
ne zaman konusundaki duyarsızlığı. Kapısının<br />
altından atacaksın gösterim çizelgesini ya da<br />
telefonuna mesaj geçeceksin ki ancak o zaman<br />
duyabilsin. Eğer evdeyse, telefonu açıksa…<br />
2016’da bazı kötü hatta çok kötü hiç bir<br />
açıdan belgesel diyemeyeceğim yapımlarda<br />
izledim tabii. Ama yine de iyi niyetli bütün çabalara<br />
saygı duyuyorum. Yeter ki belgesel adı<br />
altında propaganda yapılmasın,kişisel, grupsal<br />
çıkarlara alet edilmesin, evrensel etik değerler<br />
ezilmesin. Gerçekler deforme edilmesin. Yeter<br />
ki samimiyet olsun. Yoksa bu işler yürekle, akılla,<br />
zamanla, deneyimle, çabayla, arayışla, tutkuyla<br />
oluyor. Kaçırdığım, haberdar olamadığım, ne yazık<br />
ki vakit ayıramadığım pek çok belgesel oldu ama<br />
izlenecekler listemdeler.<br />
2017’nin hayal ve beklentilerinizin ötesinde<br />
geçmesini dilerken, belgesel sinema adına da<br />
bereketli bir sene olmasını temenni ediyorum hem<br />
üretim hem izlenirlik açısından.<br />
Sanattan yoksun kalmayalım, hayat damarlarımızı<br />
güçlendirelim. Sağlıkla…
ZHANG YİMOU<br />
GERÇEK BİR SANATÇI<br />
Zhang Yimou sinemasını her<br />
zaman daha ileriye taşıdı ve<br />
değişik türlerde kotardığı<br />
filmler ile önce festivallerde,<br />
daha sonra ise daha geniş<br />
kitleler arasında adından söz<br />
ettirmeye başardı.<br />
ONUR KIRŞAVOĞLU<br />
n Çin sineması farklı<br />
kuşaklara ait sağlam<br />
sinemacıları dünyaya<br />
kazandırdı. Bazıları<br />
kendi geleneksel<br />
sinemalarını, bazıları<br />
belirli türleri işlemeyi<br />
tercih etti. Beşinci<br />
kuşak olarak bilinen ve aralarında Zhang<br />
Yimou’nun da olduğu dönemin yönetmenleri<br />
ise Batı’ya daha çok açıldı ve<br />
kendi kalıplarının dışına çıkabildiler. Hal<br />
böyle olunca da dünya çapında ödüller<br />
gelmeye başladı. Tabuları yıkan ve<br />
kültür devrimi etkileri taşıyan bu kuşak<br />
Kore insanının yaşadıklarını da perdeye<br />
yasıtmaktan geri kalmadı. Bu kuşağın<br />
en önemli ismi olan Zhang Yimou ise<br />
sinemasını her zaman daha ileriye taşıdı<br />
ve değişik türlerde kotardığı filmler ile<br />
önce festivallerde, daha sonra ise daha<br />
popüler ve geniş kitleler arasında adından<br />
söz ettirmeye başardı. Zhang Yimou,<br />
kültür devrimi sonrası bir süre çiftçilik<br />
yapmış, daha sonra da fotoğrafçılığa<br />
merak sarmış bir yönetmen. Yeterli parayı<br />
biriktirdikten sonra sinema okuluna<br />
giden ve eğitimini tamamlayan Yimou, ilk<br />
deneyimlerini görüntü yönetmeni olarak<br />
yaşadı. Fotoğrafçılıktan gelme birçok usta<br />
yönetmen gibi, o da filmlerinde görsel<br />
açıdan harikalar yarattı ve kendine özgü<br />
bir bçim yaratmayı başardı. İlk kotardığı<br />
filmleri arthouse sinemaya daha yakı olan,<br />
geleneksel sanatlardan kadın haklarına<br />
kadar geniş bir drama skalasında gezen<br />
ve aksiyon ile epik filmlere nredeyse hiç<br />
bulaşmayan Zimou sinemasının ikinci<br />
yarısı ise bu cümlenin tamamen tersine<br />
döndü. Dövüş sanatlarından savaşlara,<br />
gerçek ile kurmacanın bir araya girdiği<br />
tarihi hikayelerden fantastiğe kadar birçok<br />
popüler alana sıçradı ve bu anlamda da en<br />
iyi filmleri çekmeyi başardı. Görsel açıdan<br />
neredeyse kusursuz olan bu filmler, koreografi<br />
ve renk anlamında sanat<br />
eseri olarak kabul görmekteler.<br />
İster drama, ister epik olsun,<br />
bu açıdan Zimou filmini tek bir<br />
karesinden tanımak neredeyse<br />
mümkün.<br />
Çin halkının sorularını ve<br />
yaşanan tarihi olaylar neticesinde<br />
oluşan durumlarını çok<br />
iyi beyazperdeye yansıtan usta<br />
yönetmen, kadınların sorunlarını<br />
da en net şekli ile önümüze getirdi ve tez<br />
konularına kadar incelendi, tartışıldı. Bunun<br />
yanı sıra sıradan insanların hikayesini<br />
bir masal gibi anlatan ama gerçeklik
ile harika bir harmanlama yaparak sunan<br />
Zimou, epik filmlere tamamen geçiş yapana<br />
kadar her ülkenin sinem festivallerine<br />
damgasını vurdu. Daha sonra, özellikle<br />
Hero filmi ile başlayan aksiyonel süreç<br />
ise yine başarılı filmler ve muhteşem<br />
hikayeler ile dopdolu geçti. Kadınları<br />
anlatmaya bu filmlerinde de devam eden<br />
ama erkeklerin dünyasına da kılıcını keskin<br />
bir şekilde savuran Zimou, şu sıralar<br />
Çin sineması tarihinin en pahalı ve en<br />
görkemli filmi The Great Wall üzerinden<br />
çalışıyor ve bu ayın sonunda biz de izleme<br />
şansı elde edeceğiz. Çin Seddi etrafından<br />
dönen hem masal hem gerçek olayların<br />
anlatıldığı filmin, hikayesi, görselliği,<br />
oyuncu kadrosu ve iddiası oldukça yüksek<br />
durumda. İyi bir film olacağından hiç<br />
şüphemiz yok.<br />
Filmi beklerken, Zimou’nun önemli filmlerinden<br />
beş tanesine bir göz atalım;<br />
Raise the Red Lantern – 1991<br />
Filmin ismindeki betimlemeler nedeni ile<br />
Sosyalizm ve toplusal eleştiri<br />
yapıldığı gerekçesi ile bir dönem<br />
yasaklı olan film, kaprisli<br />
bir soylunun dördüncü eşi<br />
olan kadının yaşadıkları üzerinden<br />
ilerliyor. Yönetmenin fetiş<br />
oyuncusu Gong Li’nin hayat<br />
verdiği karakterin bakışları ile<br />
açılan film, harika performans<br />
ile de şahlanır. Dört kadının<br />
çekişmeleri, sorunları ve<br />
toplumda kadının yerinin sorgulandığı<br />
filmde, Zimou, teknik becerilerini de<br />
perdeye yansıtıyor ve muhteşem bir<br />
renk şölenini bizlere sunuyor. İnsanın<br />
iyi oynadığında kendisini ve herkesi,<br />
kötü oynadığından ise sadece<br />
kendini kandırabilmesi filmin önemli<br />
mesajlarından biri.<br />
To Live – 1994<br />
1940’lı yıllarda bir çiftçi aile üzerinden<br />
ilerleyen hikaye, servetini kumarda kaybeden<br />
ve geçimini sağlamak için kukla<br />
sanatçılığı yapmaya başlayan bir adam<br />
üzerinden ilerler. Kültü<br />
Devrimi’nin yansımalarını<br />
gördüğümüz hikaye, bireyin<br />
trajedisini anlatır ama<br />
esas mesa toplumsaldır.<br />
Umut etmek konusunda vazgeçmemeyi<br />
öğütleyen film Cannes Film Festivali’nde<br />
jüri büyük ödülü kazanır. Usta Zimou filmi<br />
için şu sözleri sarf eder; “Amacım sıradan<br />
bir Çin ailesinin yaşamını yansıtmaktı.<br />
Bu insanların yaşamlarında çok boyutlu<br />
planları yok, elinde olanlarla yetinmeyi<br />
biliyorlar. Birçok insan filmdeki karakterlerle<br />
kendi yaşamları arasında paralellikler<br />
kurdu.”
Hero – 2002<br />
Zhang Yimou’nun artık<br />
tamamen ve bütün dünya<br />
tarafından tanındığı<br />
film Hero desek sanırım<br />
yanlış olmaz. Her filminden bir adım<br />
önde bir görsel şölen, dokunaklı bir masal<br />
ve bir o kadar da gerçek bir hikaye.<br />
İmparatorluk öncesi Çin’de geçen hikayede,<br />
suikaste uğramaktan korkan bir<br />
krala yardım edeceğini söyleyen iimsiz<br />
bir kahramanın varlığını anlatan film,<br />
ihanetler, yalanlar ve kahramanlıklar ile<br />
bezeli. Savaş sahneleri ve koreografi<br />
konusunda ise o güne kadar görülmemiş<br />
bir estetik hakim. Sadece Zimou ya da<br />
Uzakdoğu sinemasının değil sinema tarihini<br />
gelmiş geçmiş en iyi filmlerinden biri<br />
durumunda Hero...Oscar adayı da olan<br />
filmin baş rollerinden ise Tony Leung ve<br />
Jet Li gibi iki öenmli oyuncu bulunmakta.<br />
House of Flying Daggers – 2004<br />
Oldukça romantik olan bir polis, bir<br />
anlaşma üzerine asi grubun etkileyici<br />
güzellikte olan bir üyesini arkadaşlarına<br />
tekrar katılabilmesi için cezaevinden<br />
çıkarır, ancak hikayenin sonrası sürprizler<br />
ve olumsuzluklarla dolu olacaktır.<br />
Yine harika bir anlatım, yine müthiş<br />
görsellik ve akıl almaz koreografiler.<br />
Zimou, epik filmlere geçişini daha da<br />
sağlamlaştırıyor ve Hero sonrası onun<br />
kadar olmasa da çok başarılı bir filme<br />
imza atıyor. Hikayesini öylesine harika<br />
kuruyor ki bazen bir masal, bazen en<br />
gerçeğinden bir aşk hikayesi izlediğimizi<br />
hissediyoruz. Sinematografi dalında Oscar<br />
adaylığı da bulunan filmin oyunculuk<br />
performansları ise yine muazzam. Özellikle<br />
Ziyi Zhang en kaba tabirle döktürmiş<br />
vaziyette.<br />
Curse of the Golden Flower – 2006<br />
10.yüzyılda Çin’in çalkantılı politik ve<br />
toplumsal hayatı, Tang Hanedanlığı’nın<br />
içine de sızmıştır. Kral üç oğlu ile sorunlar<br />
yaşamakta ve bu sarayı tamamen<br />
etkisi altına almaktadır. Bir de bu duruma<br />
Kraliçe’nin sorunları eklenince içinden<br />
çıkılmaz bir savaş hali kapıda beklemektedir.<br />
Bu kez de kostüm dalında Oscar<br />
adayı olan film, Zimou’nun yeteneklerini<br />
yine gözler önüne serdiği bir yapım<br />
olarak izleyici ile buluştur. Artık görsel<br />
şölen Zimou için sıradan bir hal almıştı.<br />
Güç, iktidar ve çıkarların dünyasına sert<br />
bir eleştiri getiren film, her zamanki gibi<br />
epik bir harika. Zimou, ana karakterleri<br />
ve hikayeyi kadınlar üzerinden direkt<br />
ya da dolaylı olarak kurmaktan da yine<br />
vazgeçmiyor. Onun dehasını izlemek<br />
ve her defasından hayran kalıp artık<br />
şaşırmamak da bizlere düşüyor.
ÇOCUKLARI KULLANMAK<br />
ONLARA ÜRETİM YAPMAK<br />
Mavi Bisikleti yapımcı-senarist eşi Nursel Çetin ile 6 yıllık<br />
uzun uğraşlar sonucu çeken yönetmen Ümit Köreken, 2<br />
Aralık’ta vizyona girecek ilk filminin hikayesini anlattı…<br />
GİZEM ERTÜRK<br />
n Mavi Bisiklet, 53. Uluslararası Antalya Film<br />
Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünden En İyi Film,<br />
En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerini kazandı.<br />
Filmi yapımcı-senarist eşi Nursel Çetin ile 6 yıllık<br />
uzun uğraşlar sonucu çeken yönetmen Ümit Köreken,<br />
2 Aralık’ta vizyona girecek ilk filminin hikayesini<br />
anlattı…<br />
İlk filminizle En İyi Film başta olmak üzere 3<br />
önemli Altın Portakal’ın sahibi oldunuz, öncelikle<br />
tebrikler…<br />
Amacımızı taçlandıran bu ödül bizi bu yolda emin<br />
adımlarla yürümek konusunda daha da yüreklendirdi.<br />
Bu alanda öncü olduğumuzu ve benzer projelerin<br />
de yapılmaya başlandığını görmek bizi ayrıca sevindiren<br />
bir başka konu. Gönül verdiğimiz bu yolda<br />
çalışmalarımızı sürdüreceğimizi ve daha fazla çocuğa<br />
ulaşmayı hedeflediğimizi de belirtmek isterim. En<br />
azından sinema sektöründe elimizden gelenleri<br />
yaparak Dünya çocuklarının çocukluklarını doyasıya<br />
yaşaması dileğiyle yolumuza devam edeceğiz.<br />
Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu gibi ustalar ve Babamın<br />
Kanatları, Albüm gibi başarılı ilk filmlerle yarışmak<br />
gurur vericiydi.<br />
Sizi biraz tanıyabilir miyiz?<br />
Sinema okumadım, bunu söyleyerek başlayayım.<br />
(gülüyor) İşletme mezunuyum ama yazar kökenliyim.<br />
Oyun ve öykü yazarıyım aslında. Bu bir ilk film, elbette<br />
eksikleri vardır. Beni sinema mezunu değilim.<br />
Bildiklerimiz, gördüklerimiz ve öğrendiklerimizle bir<br />
film yaptık. Samimiyetimiz seyirciye gittiğimiz her<br />
yerde ulaştı. İran sinemasını çok seviyorum. Benim<br />
en büyük ilham kaynağıdır. İskandinav hatta daha çok<br />
Kuzey Avrupa sinemasını çok seviyorum. Görüntü<br />
yönetmenimiz Alman, filmde İran Sineması’ndaki<br />
sıcaklıkla, Kuzey Avrupa’nın soğukluğunu bir potada<br />
eritmeye çalıştık.<br />
Ne tarz öyküler ve oyunlar yazıyordunuz?<br />
Çocuk oyunları… Eşimin çocuklar üzerine ciddi<br />
çalışmaları vardı. Onunla tanıştıktan ve evlendikten<br />
sonra ikimiz kafa kafaya verip birlikte çalışmaya<br />
başladık. 4 yıl Erzurum’da yaşadık, orada bir<br />
merkezde çocuklara eğitimler verdik, çocuk oyunları<br />
yazdık, devlet tiyatrolarına verdik hatta bir kitabımız<br />
bile çıktı.<br />
Mavi Bisiklet’in hikayesi bu süreçte mi<br />
şekillenmeye başladı?<br />
Yalnızca bu süreç değil, benim çocukluğumdan, senaryo<br />
eşim Nursen’in öykülerinden ve bir gazete haberinden<br />
oluşuyor. Tüm bunları birleştirip bir tiyatro<br />
oyunu yazdık. Bu filmi yaparken 3 hedefimiz var. İlki<br />
çocuklarla yaptığımız 2 yıllık ön çalışma ile onların<br />
hayatına bir anlam katma, bir diğeri tüm dünyaya bu<br />
filmi ulaştırma sonuncusu ise Türkiye’deki okullara<br />
ulaşarak (özellikle 9-14 yaş arası) çocuklara bu filmi<br />
izletebilmek.<br />
Mavi Bisiklet tiyatro uyarlaması mı?<br />
Evet, sonra devlet tiyatrosunda oyunlarımızı okuyan<br />
bir yönetmen öykünün sinemaya çok yatkın<br />
olduğunu söyledi. Çok iyi birer film izleyicisiydik ancak<br />
film yapmak gibi bir niyetimiz yoktu. Daha sonra<br />
bu fikir üzerine düşünmeye başladık.<br />
Sinema filmi yapma konusundaki en büyük motivasyonunuz<br />
ne oldu?<br />
Mavi Bisiklet’i daha geniş kitlelere ulaştırabilecek<br />
olma ihtimali diyebilirim. 2010 yılında Kültür<br />
Bakanlığı’ndan senaryo geliştirme desteği aldık.<br />
2012 yılında Köprüde Buluşmalar’a seçildik. Orada<br />
uluslararası nasıl çalışabileceğimi gördük. 2013<br />
yılında ise yapım desteğine başvurduk. Ben o arada
BAŞKA<br />
BAŞKA<br />
ÜMİT KÖREKEN
işi öğrenmek için iki kısa film çektim.<br />
Buarada Avrupa’nın en büyük ve prestijli Çocuk<br />
Filmleri Festivali olan Cinekid’e seçildiniz…<br />
Amsterdam’da bu festivale başvuran 33 proje vardı.<br />
Türkiye’den ise yalnızca bir katıldık. Orada en iyi proje<br />
ödülünü aldık ve Alman ortağımızı bulduk. Onunla bir<br />
takım fonlara başvurduk ve filmi ancak 2015’te çekebildik.<br />
2016 yılında post prodüksiyonu bitti ve dünya<br />
prömiyerimizi Berlin Film Festivali’nde yaptık.<br />
Şu ana kadar kaç festivale katıldınız?<br />
Yaklaşık 20 festival oldu. Rusya’dan İsrail’e;<br />
Colombia’dan Bangladeş’e uzanan coğrafya itibariyle<br />
çok farklı yerlere gitti. Her gittiğimiz ülkede büyük<br />
bir ilgiyle karşılandı. Berlin’de aynı anda 3 salonda<br />
gösterildi. Oraya çocukları da götürmüştük, çıkışta<br />
onlardan imza alabilmek için kuyruklar oldu. Sonuçtan<br />
çok memnunuz. Keşke bizim ülkemizde de Berlin’de<br />
olduğu gibi bir Generation bölümü olsa… Böylelikle<br />
çocukluktan gelen bir festival geleneği yaratabiliriz<br />
diye düşünüyorum.<br />
Çocuk oyuncuyla çalışmak kolay mı sizce?<br />
Çocuklarla çalışmak kolaydır diyen, çocuğun dilinden<br />
anlamıyordur. Tabii çocuğu ailesiyle birlikte<br />
sabah 5’ten akşam 8’e kadar bağırıp çağırarak sette<br />
çalıştırıyorsanız kolaydır. Çocuğu 5 saatten fazla<br />
çalıştırmamak gerekiyor, bizde henüz yasası yok ama<br />
bu etki bir kural. Eğer onları birer birey olarak görüp<br />
fikirlerine değer verirseniz çok güzel sonuçlar çıkıyor.<br />
Siz nasıl bir çalışma yöntemi uyguladınız?<br />
Biz 2012 yılında filmi Akşehir’de çekmeye karar<br />
verdiğimiz andan itibaren tek tek tüm okulları, köyleri<br />
dolaşarak filmin duyurusunu yaptık. 2 yıllık bir eğitim<br />
sözü verdik ve o zaman zarfı boyunca sık sık giderek<br />
hem aileler hem de çocuklarla toplantılar yaptık. Başta<br />
400 çocuk vardı, ön yapımda 100 çocuğa düştü. Bu<br />
çocukların tamamı bir şekilde filmde rol aldı. Bu ciddi<br />
maliyet gerektiren bir şeydi, bize İstanbul’da cast<br />
ajansları var, çocuğu oradan alıp götürün dediler.<br />
Neler yaptınız çocuklarla?<br />
Nursen zaten drama lideri… Bir program hazırladık<br />
ön yapım için. Öncesinde sinemanın temel ilkeleri,<br />
doğaçlama, tiyatro gibi konular hakkında eğitimler<br />
verdik ve inanılmaz sonuçlar aldık. Sonra çocuklara<br />
senaryo vermeden, senaryodan hak, adalet, demokrasi<br />
gibi kavramlar çıkartarak çocuklarla çalıştık. Mesela<br />
filmdeki afişi çocuklar tasardı. Bunun gibi daha birçok<br />
şey var. Kolektif bir çalışma oldu yani. Ayrıca çocuklara<br />
bu çalışmalara katıldıklarına dair bir de sertifika<br />
hazırlığı içerisindeyiz. Belki ileride başka kapıların<br />
açılmasını sağlar, referans olur.<br />
Gelelim Türk Sineması’nda son yıllarda yükselen<br />
“Çocuk Filmleri” furyasına… Meselenin<br />
muhataplarından biri olarak ne düşünüyorsunuz<br />
bu konuda?<br />
Güzel bir konuyu değindiniz, güzel bir cevap vermeye<br />
çalışacağım. (gülüyor) Bizim hedefimiz hiçbir zaman<br />
çocukları kullanarak bir yerlere gelmek değildi.<br />
Zaten yıllardır çocuklarla çalışıyoruz. İlk filmini<br />
çocuklarla yapanların, ikinci, üçüncü filmlerinde yine<br />
çocuklarla çalışmaya devam etmelerini, bunu bir<br />
basamak olarak görmemelerini bekliyorum.<br />
Sizin bundan sonraki projeleriniz hep çocuklar<br />
üzerine mi olacak?<br />
Evet, ikinci projemiz Antalya’da forumdaydı, o da bir<br />
çocuğun hikayesi. Üçüncü projemizi yazıyoruz şu an<br />
da o da bir çocuğun hikayesi… Çocukları kullanmak<br />
başka, çocuklar için üretim yapmak başka bir şey…<br />
5 sene sonra bir araya geldiğimizde bu konuyu<br />
tekrar konuşuruz. (gülerek) Ödül kazanmasak da bu<br />
anlayışla film yapmaya devam edeceğiz.
Huzurlarınızda<br />
Noel<br />
korkularının<br />
belki de en<br />
meşhurlarından<br />
Silent Night,<br />
Deadly Night ve<br />
4 devam filmi!<br />
MURAT KIZILCA<br />
n Özel günlerin<br />
neredeyse hepsine ait<br />
filmlerin toplam sayısı<br />
bir hayli kabarıktır ama<br />
sayıca üstünlük açık<br />
ara Noel (Christmas)<br />
ve Halloween filmlerindedir.<br />
Özellikle korku<br />
sineması özel günlerle yakından ilgilidir.<br />
Şükran Günü’nden (Thanksgiving) Sevgililer<br />
Günü’ne, St. Patrick Günü’nden Anneler<br />
Günü’ne hiçbirini atlamaz. Aralarından<br />
çok azı sinemalarda gösterim şansı bulur.<br />
Daha çok direkt (bir zamanlar) video<br />
kaset ya da (günümüzde) DVD piyasası<br />
için çevrilen bu filmlerin ticari açıdan<br />
tatmin edici bir pazarı vardır. Bu yazıda<br />
Noel korkuları sınıfına giren en önemli<br />
filmlerden biri olan “Silent Night, Deadly<br />
Night” ve dört devam filmini tanıtacağız.<br />
Silent Night, Deadly Night (1<strong>98</strong>4)<br />
Bağımsız sinema adına 70’li yılların<br />
en önemli (ve en çok kazanan)<br />
yapımcılarından biri olan Charles E. Sellier<br />
Jr, 80’li yıllarda birkaç defa kamera<br />
arkasına da geçti. “Silent<br />
Night, Deadly Night” da Sellier’ın<br />
o dönemde yönettiği filmlerden<br />
biri. Kabaca üç bölüme ayrılan<br />
film, 1971 yılında geçen ilk<br />
bölümde, henüz beş yaşındaki<br />
başkahramanımız(!) Billy’nin aile-
YILBAŞI GECESİ<br />
SILENT NIGHT<br />
DEADLY NIGHT<br />
sinin, Noel Baba kılığına girmiş bir katil<br />
tarafından katledilişini gösteriyor. Billy,<br />
annesi, babası ve kundaktaki kardeşi<br />
Ricky ile beraber büyükbabasına Noel<br />
ziyaretine gider. Hastanede yatan ve hiç<br />
kimseyle konuşmayan büyükbaba, yalnız<br />
kaldığı bir anda Billy’ye Noel Baba’nın<br />
yaramaz çocukları cezalandırması ile ilgili<br />
korkunç şeyler söyler. Evlerine dönmekte<br />
olan aile, yolda Noel Baba kılığındaki bir<br />
seri katilin saldırısına uğrar. Arabadan<br />
kaçıp yol kenarındaki çalıların arkasına<br />
saklanan Billy, Noel Baba’nın anne ve<br />
babasını acımasızca öldürdüğüne tanık<br />
olur. 1974 yılında geçen ikinci bölümde,<br />
sekiz yaşındaki Billy ve küçük kardeşi<br />
Ricky, rahibeler tarafından yönetilen bir<br />
yetimhanededir. Özellikle Baş Rahibe<br />
(Mother Superior), Billy’nin yaşadığı<br />
travmaya aldırmadan onu katı disiplin<br />
kuralları ile yetiştirebileceğine<br />
inanmaktadır ama bu dönem Billy’ye hiç<br />
iyi gelmez, aksine Noel Baba travması<br />
daha da yoğun bir hal alır. 1<strong>98</strong>4 yılında<br />
geçen üçüncü bölümde, Billy artık 18<br />
yaşına gelmiş, yetimhaneden ayrılmıştır.<br />
Bir oyuncakçı dükkânında iş bulur. İşlerin<br />
yoğunlaştığı Noel zamanı dükkâna gelen<br />
çocukları eğlendirmek için Noel Baba<br />
kılığına girmek zorunda kalır. Dükkân<br />
kapandıktan sonra işvereninin zoruyla<br />
aldığı alkolle iyice gerçeklikten kopan
Billy, yaramazları cezalandırmaya başlar.<br />
Billy’nin travmatik geçmişine odaklanan<br />
ilk iki bölüm, üçüncü bölümde<br />
gerçekleşecek bir dizi cinayetin altlığını<br />
hazırlamak için kullanılmış. Süre olarak<br />
filmin bütününde biraz fazla yer kaplasa<br />
da Billy’nin önüne geleni öldüren bir seri<br />
katile dönüşmesinin gelişim sürecini<br />
detaylı bir şekilde aktarıyor. Filmin ana<br />
omurgasını oluşturan final bölümünde<br />
tipik bir ‘slasher’a dönüşen “Silent Night,<br />
Deadly Night”, alt türün gereklerini<br />
harfiyen yerine getiriyor. Bu bölümdeki<br />
kurbanlardan biri olan Denise rolünde, en<br />
sevdiğimiz çığlık kraliçelerinden Linnea<br />
Quigley’nin rol aldığını da ekleyelim.<br />
Film, A Nightmare on Elm Street ile aynı<br />
hafta gösterime girmiş ve ilk hafta sonunda<br />
Freddy’den daha fazla seyirci<br />
toplamayı başarmış. Gişede işler gayet<br />
iyi giderken ortaya korku filmlerinin ezeli<br />
düşmanı muhafazakâr gruplar çıkmış.<br />
“Silent Night, Deadly Night”ın televizyona<br />
verdiği reklamda Noel Baba’nın<br />
eli baltalı bir katil olarak resmedilmesine<br />
tahammül edemeyen öfkeli ebeveynler,<br />
“filmin reklamları kaldırılsın<br />
ve hatta film gösterimden kalksın”<br />
kampanyaları düzenlemişler. Yoğun<br />
protestolar sonucu film gösterimden<br />
kaldırılmış. Tam bir sosyolojik vaka olarak<br />
değerlendirilebilecek bu grupların korku<br />
filmlerine olan anlamsız düşmanlıkları<br />
özel bir incelemeyi hak ediyor. Bu arada<br />
film gösterimden kalktıktan sonra ‘uncut’<br />
olarak yayınlanan video kasetin yok<br />
sattığını söylememe gerek yok herhalde.<br />
Zamanla kült mertebesine erişen film,<br />
geniş bir hayran kitlesi edinmekte de hiç<br />
zorlanmamış.<br />
Silent Night, Deadly Night 2<br />
(1<strong>98</strong>7)<br />
Karşımızda sinema tarihinin en<br />
garip devam filmlerinden biri var.<br />
Yönetmenliğini Lee Harry’nin<br />
yaptığı filmde aradan seneler<br />
geçmiş ve Billy’nin kardeşi<br />
Ricky akıl hastanesine kapatılmıştır.<br />
Dr. Henry Bloom isimli bir psikiyatrist<br />
ile bir odada yalnız başına görüşmeye<br />
başlayan Ricky, hastaneye düştüğü ana<br />
kadar yaşadıklarını anlatır. Ancak olayları<br />
biraz geriden alan Ricky, nedense ilk<br />
film boyunca abisinin yaşadıklarını da<br />
aktarmaya başlar ve böylece 45 dakika<br />
(evet, tam kırk beş dakika) ilk filmin bütün<br />
önemli anlarını içeren kısımlarını bir daha<br />
baştan izleriz. Yani bu filmin yarısı, hatta<br />
yarısından da fazlası, ilk filme ait sekanslardan<br />
oluşuyor, gerçekten inanılmaz!<br />
Yönetmen Lee Harry, proje eline ilk<br />
geldiğinde yeni bir film çekmek istemiş<br />
ama bütçe o kadar düşükmüş ki yeni bir<br />
öykü anlatmasının mümkün olmadığını<br />
görmüş. Yapımcılar, ilk filmden önemli<br />
sekansları kullanıp yeniden kurgulayarak<br />
ucuz bir devam filmi ortaya çıkarmasını<br />
istemişler ve sonunda ilk filmden 45<br />
dakika kadar süren koca bir parçayı kullanmak<br />
durumunda kalmışlar. Hatta ellerindeki<br />
malzeme uzun metrajlı bir film<br />
yapmaya o kadar yetmiyor ki yaklaşık 10
dakika süren ve hem bu filmin hem de bir<br />
öncekinin çalışanlarının isimlerinin geçtiği<br />
bir kapanış jeneriği eklemişler.<br />
Yeni çekilmiş 30 dakika kadar süren<br />
bölümden akılda kalıcı anları şöyle<br />
sıralayabiliriz: Başta Ricky’yi canlandıran<br />
Eric Freeman olmak üzere bütün kadronun<br />
abartılı oyunculukları, öyküdeki<br />
manasız gelişmeler ve abuk ötesi bir final.<br />
Hele finalde öldürülen Ricky’nin yerde<br />
yatarken devam filmlerini imleyen mantık<br />
dışı bir son bakış atması var ki görmeniz<br />
lazım. Bu arada Baş Rahibe’nin kapı<br />
numarasının 666 olması nedir ama ya?<br />
Mümkün mü o kadının orada oturması?<br />
“Silent Night, Deadly Night 2”, bütünüyle<br />
çöp film ama zamanla kült bir<br />
takipçi kitlesi edinmeyi başardı. Özellikle<br />
Freeman’ın istem dışı komikleşen<br />
performansı, çoğunlukla sinir bozucu olsa<br />
da kötü film severler için bulunmaz nimet<br />
değerinde. The Room (2003) ya da Birdemic<br />
(2010) tarzı sevdalarınız varsa bunu<br />
da kaçırmamanız lazım. En az onlar kadar<br />
bomba!<br />
Silent Night, Deadly Night 3: Better<br />
Watch Out! (1<strong>98</strong>9)<br />
Geldik serinin üçüncü halkasına.<br />
İkinci filmin sonunda vurulan Ricky,<br />
altı yıldır komadadır. Ricky ile özel<br />
olarak ilgilenen Dr. Newbury, psişik<br />
güçleri olan Laura Anderson isimli<br />
kör bir kızı kullanarak seri katilin zihnine<br />
ulaşmaya çalışmaktadır. Uzun<br />
seanslar sonunda Laura ile Ricky<br />
arasında telepatik bir köprü kurulur. Tam<br />
da Noel Arifesinde komadan çıkan Ricky,<br />
büyükannesini ziyarete giden Laura’nın<br />
peşine düşer. Tabii ki yoluna çıkan herkesi<br />
öldürmeyi ihmal etmeyerek.<br />
Ricky’yi korku sinemasının tanıdık<br />
simalarından Bill Moseley’nin<br />
canlandırdığı filmin yönetmenliğini ise<br />
Monte Hellman üstleniyor. Direkt video<br />
piyasası için çekilen film, en azından<br />
yeni bir öykü anlatmaya girişiyor ama<br />
bütçe ve zaman sıkıntısı gibi problemlerle<br />
geçen çekim süreci sonrasında<br />
ortaya unutulmaya mahkûm, sıradan<br />
bir iş çıkıyor. Two-Lane Blacktop (1971)<br />
gibi efsanevi bir filmde imzası bulunan<br />
yönetmen Hellman, kinayeli bir şekilde<br />
bunun en iyi filmi olmadığını ama en iyi<br />
çalışması olduğunu söylemişti. Çalışma<br />
hızına hayran kaldığını söyleyen Hellman,<br />
Mart ayında bir haftada yazılıp düzeltilen<br />
senaryo sonrasında Nisan ayında çekimlerin<br />
tamamlandığını, Mayıs’ta kurgunun<br />
bittiğini, Temmuz ayında ise gösterim<br />
kopyasının hazır olduğunu eklemişti.<br />
Monte Hellman bir de Türkiye’nin 70’li<br />
yıllardaki süpersonik setlerini görse ne<br />
düşünürdü acaba?<br />
Initiation: Silent Night, Deadly Night 4<br />
(1990)<br />
Yine direkt video piyasası için çekilen<br />
“Initiation: Silent Night, Deadly Night 4”,<br />
ne Noel ile ilgili, ne de Noel Baba kılığına<br />
girmiş sadist bir katil ile. Hatta Billy ya da<br />
onun ailesinden herhangi biri ile de hiçbir<br />
ilgisi yok. Filmin merkezinde Kim Levitt<br />
isimli bir kadın gazeteci var. Kim, bir
inanın çatısından düşüp<br />
kendiliğinden yanarak<br />
ölen bir kadın hakkında<br />
araştırma yaparken<br />
aynı binanın altındaki<br />
kitapçıda çalışan Fima<br />
isimli bir kadınla tanışır.<br />
Araştırma boyunca Fima<br />
ile yakınlaşan Kim, bir<br />
süre sonra kadınlardan<br />
kurulu bir tarikatın tam göbeğine<br />
düştüğünü fark edecektir.<br />
Çılgın filmleriyle korku camiasında<br />
belli bir popülariteye sahip Brian<br />
Yuzna’nın yönettiği filmin senaryosunda<br />
ise Woody Keith’in imzası var.<br />
Yuzna’nın bir sene önce çektiği Society<br />
ve Bride of Re-Animator’da da beraber<br />
çalıştığı Keith, Society’nin final senaryosundan<br />
önce birkaç farklı senaryo<br />
çalışması daha yapmış. İşte Initiation<br />
da o zamanki çalışmalarından bir tanesi.<br />
Yapımcılar “Silent Night, Deadly<br />
Night” serisine bir devam filmi daha<br />
çekmeye niyetlenirler ancak serinin<br />
ana hikâyesinin artık işlevselliğini<br />
yitirdiğini düşündüklerinden başka<br />
fikirleri bu isim altında ticari olarak<br />
değerlendirmeye ve Keith’in o zaman<br />
Society için hazırladığı ancak<br />
kullanılmayan fikirlerinden oluşan senaryoyu<br />
kullanmaya karar verirler. Zaten<br />
filmin genel yapısına baktığımızda<br />
kadınlardan oluşan tarikat ve vücut<br />
deformasyonları gibi öğelerin seriyle<br />
uzaktan yakından ilgisinin olmadığı<br />
ama Society ile yakından ilişkili olduğu<br />
görülüyor. Filmin ana hikâyesi ise<br />
Rosemary’s Baby (1968) ile birçok benzerlikler<br />
içeriyor.<br />
Ekstra bir not olarak Türkiye’de de<br />
çok sevilerek izlenen TV dizisi Mavi<br />
Ay’ın (Moonlighting, 1<strong>98</strong>5-1<strong>98</strong>9) Bayan<br />
Topesto’su (ya da orijinal ismiyle Agnes<br />
DiPesto’su) Allyce Beasley’nin filmde<br />
Kim’in yakın arkadaşı Janice rolünde<br />
yer aldığını belirtelim.
Silent Night, Deadly Night 5: The<br />
Toy Maker (1991)<br />
Serinin beşinci ve son filmi de<br />
aynen bir önceki gibi ana hikâye<br />
ile alakasız bir konuya sahip.<br />
Ama işin garip tarafı bir önceki<br />
filmde yer alan Ricky (ki bir<br />
önceki filmde ölmüştü) ile başkarakter<br />
Kim, bu filmde ana konuyla bağlantısız,<br />
gayet edilgen yan rollerde görünüyorlar.<br />
Derek isimli küçük bir çocuk, Noel gecesi<br />
kapılarında kimin gönderdiği belli olmayan<br />
bir hediye paketi bulur. Kapıyı<br />
geç vakitte açtığı için sinirlenen babası,<br />
Derek’i yatağına gönderir ve paketi açar.<br />
Merdivenin oraya saklanan Derek, paketten<br />
çıkan mekanik oyuncağın babasını<br />
öldürmesine tanık olur. Bu travmatik olaydan<br />
beri hiç konuşmayan Derek, annesi<br />
Sarah ile beraber hayatına devam etmeye<br />
çalışır. Ancak kasabadaki oyuncakçı Petto,<br />
onun tuhaf oğlu Pino ve kasabaya yeni<br />
gelen yabancı bir adamın dahil olduğu<br />
bir dizi garip olay, anne oğulun peşini<br />
bırakmayacaktır.<br />
Yönetmenliğini Martin Kitrosser’in yaptığı<br />
ve direkt video piyasası için çekilen<br />
“Silent Night, Deadly Night 5: The Toy<br />
Maker”, herkesin yakından bildiği, dünya<br />
çocuk edebiyatının başyapıtlarından birisi<br />
olan Pinokyo’nun korku sinemasına bir<br />
hayli serbestçe uyarlanmış hali gibidir.<br />
Kitaptaki marangoz Gepetto Usta, burada<br />
oyuncakçı Petto, Pinokyo ise Pino<br />
olmuştur. Katil oyuncak bebek filmleri<br />
listelerinde her daim kendine yer bulan<br />
filmin senaryosunu Kitrosser ile Brian<br />
Yuzna beraber yazmış.<br />
Hollywood’un en bilindik simalarından biri<br />
olan ve 2014 yılında kaybettiğimiz Mickey<br />
Rooney’yi oyuncakçı Petto rolünde<br />
izliyoruz. İşin komik tarafı Rooney,<br />
serinin ilk filmine karşı yürütülen nefret<br />
kampanyasında ön sıralarda saf tutmuş<br />
ve yapımcılara yazdığı kınama mektubunu<br />
bir basın toplantısı aracılığıyla halka<br />
duyurmuştu.
KAZANMAK ÜZERE<br />
TASARLANMIŞ BİR VAMPİR<br />
Underworld - Karanlıklar Ülkesi serisindeki seksi vampir Selene<br />
karakteriyle hatırı sayılır bir hayran kitlesi toplayan Kate<br />
Beckinsale vampirlikten bıkacakmış gibi gözükmüyor...<br />
n Bu ay vizyona girecek<br />
olan Soğuk Ölüm-<br />
Whiteout’un yıldızı Kate<br />
Beckinsale tam bir<br />
kazanan. Çok az insan<br />
hem bu kadar güzel hem<br />
de başarılı ve yetenekli<br />
olur. Belki bu kadar<br />
başarılı bir kariyere<br />
sahip olmasını 6 yaşında babasını kaybettikten<br />
sonra girdiği bunalıma borçludur.<br />
Ünlü bir komedyen olan babası 31 yaşında<br />
öldüğünde küçük Beckinsale hayatın<br />
gerçekleriyle tanışmak zorunda kaldı.<br />
Mükemmelliyetçiliği yüzünden anoreksi ile<br />
boğuştu. Bütün bu bunalımlardan sonra<br />
aktör babasının yolundan giden Beckinsale<br />
bundan sonra girdiği hiç bir savaşı kaybetmedi.<br />
Belki o günlerden kalan tek kötü<br />
özelliği çok sıkı bir sigara tiryakisi olması.<br />
Michael Sheen ile beraberliğinden Lily Mo<br />
Sheen adlı bir kızı oldu. Hayatı boyunca<br />
sigarayı bıraktığı tek dönemin hamilelik<br />
zamanı olduğunu söyledi. Beckinsale’de<br />
ne arasanız var. Bir kere iyi bir yazar.<br />
İngiltere’de önemli bir yarışma olan W. H.<br />
Smith Genç Yazarlar Yarışması’nda 2 defa<br />
ödül kazandı. Bunla yetinmedi Oxford<br />
Üniversitesi’nde Rus ve Fransız edebiyatı<br />
okudu. Üniversiteyi üçüncü sınıftayken<br />
gelen bir oyunculuk teklifi için terk etti.<br />
Bir iki dizi ve kısa film derken Shekspeare<br />
uyarlamalarından rol aldı, en sonunda 2001<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
yapımı Michael Bay’ın yönettiği Pearl Harbour<br />
ile patlama yaptı. Sırasıyla, eleştirmenlerden<br />
çok iyi notlar alamayan Serendipity, Underworld<br />
ve Van Helsing gibi Amerikan yapımlarında<br />
oynadı. Ayrıca tüm dünyada beğenilen The<br />
Aviator filminde Ava Gardner rolündeydi, bu<br />
rol için yaklaşık 10 kilo aldı. Underworld onun<br />
hayatında dönüm noktasıdır. Michael Sheen<br />
ile beraber rol aldığı filmin çekimlerinde yönetmen<br />
Len Wiseman’la bir beraberliği oldu. Daha<br />
sonra Beckinsale Len Wiseman’la evlendi.<br />
Karanliklar ülkesi - Evrim, Karanliklar ülkesi:<br />
Lycanlarin yükselisi, Karanliklar Ülkesi: Uyanis<br />
ve bu ay vizyona giren Karanliklar Ülkesi: Kan<br />
Savaslari filmiyle bu seriyi devam ettirdi.<br />
Çekik gözleri ve minyon tipiyle İngiltere’nin en<br />
güzel yıldızlarından sayılan Beckinsale 2002<br />
yılında da Hello Magazine dergisi tarafından<br />
İngiltere’nin en güzel kadını seçildi. 2005 ve<br />
2006 yıllarında Beckinsale, FHM Dergisi’nin<br />
‘Dünyanın En Seksi 100 Kadını’ sıralamasında<br />
78. ve 71. sıradaydı. Beckinsale’in güzelliği<br />
kariyerinde çok önemli ama aklı ve kabiliyetleri<br />
de hayatta aldığı rol açısından en az güzelliği<br />
kadar önemli. Acımasız bir kariyer savaşında<br />
kazanmak için tasarlanmış dişi bir vampir gibi.
KATE BECKINSALE
ECKHART’E ETME!<br />
n 1968 Amerika doğumlu Aaron Edward Eckhart, 13 yaşında ailesi<br />
ile birlikte İngiltere’ye gitti. Birkaç yıl sonra, okul oyunlarındaki<br />
performası ile aktörlük kariyerine başladı. Eckhart lise yıllarında<br />
Avustralya’nın Sydney kentine taşındı. Mezun olmadan okulu<br />
bıraktı ama gittiği bir yetişkin eğitim kursu ile diploma kazandı.<br />
1994 yılında Brigham Young Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar<br />
Bölümü’nü derece ile bitirdi.<br />
Eckhart, üniversitede tanıştığı yönetmen Neil LaBute’un birkaç<br />
oyunun oyunu kadrosunda yer alarak, onunla bir araya gelmişti.<br />
Beş yıl sonra, Neil LaBute’un kara komedi filmi In the Company<br />
Men’de kadın düşkünü bir sosyopatı canlandırdı. LaBute’un rehberliğinde, onun<br />
yönettiği Your Friends & Neighbors, Nurse Betty ve Possession filmlerinde oynadı.<br />
Rol alacağı film seçiminde daha seçici olmaya başlayan Eckhart, The Core ve Paycheck<br />
adlı bilim-kurgu filmlerinde, Conversations with Other Women ve No Reservations<br />
adlı romantik dramalarda oynadı.<br />
Eckhart, Steven Soderberg’in olumlu yorumlar alan 2000 tarihli Erin Brockovich filminde<br />
canlandırdığı George karakteriyle geniş bir tanınırlık sağladı. 2006 yılında, kendisine<br />
En İyi Aktör dalında Altın Küre adaylığı getiren Thank You for Smoking filminde<br />
Nick Taylor’ı canlandırdı. 2008 yılında, büyük bütçeli stüdyo filmi Kara Şövalye’de<br />
Two-Face adlı kötü adama dönüşen Bölge Savcısı Harvey Dent’i canlandırdı. Filmleri<br />
arasında Aşk Tarifi, Mutluluğun Peşinde, Tutku Günlükleri, Dünya İstilası: Los Angeles<br />
Savaşı, Kod Adı: Olympus, Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı, Sully ve Kod<br />
Adı: Londra filmlerinde rol alan oyuncu bu ay Incarnate / Şeytanın Oğlu filminde rol<br />
alacak. Tabii oyuncu ayrıca Ocak ayında vizyona girecek olan Bleed For Younger<br />
filminde de yer alıyor.<br />
BANU BOZDEMİR
KISA FİLMDE<br />
İMKANLAR<br />
ARTTIKÇA<br />
YAPIMLAR<br />
SIĞLAŞIYOR<br />
FIRAT SAYICI<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Adana Altın Koza Film<br />
Festivali’nde jüri iken<br />
karşıma çıkan ve içinde<br />
bulunduğumuz ‘kısa filmcilik’<br />
koşullarına müthiş<br />
bir taşlama niteliğinde<br />
olan ”En Yeni Gerçekçilik”<br />
adlı kurmacanın<br />
yaratıcısı Mehmet Ali Sevimli<br />
bu ayki konuğum...<br />
Adana Altın Koza Film<br />
Festivali’nde jüri iken karşıma<br />
çıkan ve içinde bulunduğumuz<br />
‘kısa filmcilik’ koşullarına müthiş<br />
bir taşlama niteliğinde olan, mizahi<br />
sınırlarını iyi belirlemiş, oyunculuklar<br />
konusunda sıkıntı çekmeyen derdini net<br />
olarak anlatan “En Yeni Gerçekçilik” adlı<br />
kurmacanın yaratıcısı Mehmet Ali Sevimli<br />
bu ayki konuğum...<br />
Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />
misin?<br />
1992 yılında Adana’da doğdum. 2013<br />
yılında Cumhuriyet Üniversitesi Radyo<br />
Televizyon Programcılığı Bölümü’nü<br />
bitirdikten sonra aynı yıl içerisinde<br />
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi<br />
Radyo Televizyon ve Sinema<br />
Bölümü’ne geçiş yaptım. Bu bölümden<br />
de geçtiğimiz yıl mezun oldum. Şu<br />
an aynı bölümde master yapıyorum.<br />
Benim sinemayla tanışıklığıma neden<br />
olan ve bana yol gösteren önemli isimler<br />
olmuştur hayatımda. Bu isimlerden<br />
ilki, kuzenim, -ki şimdi ustam olan- Hacı<br />
Mehmet Duranoğlu’dur. Bana bakmayı,<br />
görmeyi ve disiplini öğreten kişidir.<br />
İkincisi beni somut olarak sinemayla<br />
ve setle ilk olarak tanıştıran kulakları<br />
çınlasın Cumhuriyet Üniversitesi’ndeki<br />
hocam Bilal Sert’tir. Beni Yozgat Blues<br />
filminin setine göndermişti ve orada<br />
çalışmıştım. Hayatımdaki en önem<br />
önemli dönüm noktalarından birisidir bu.<br />
İlk filmimi bu seti gördükten sonra çektim.<br />
Bu vesileyle başta bu iki isim olmak<br />
üzere omzumda emeği olan herkese<br />
teşekkür ederim.<br />
Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />
‘Uzun lafın kısası…’, “Öz” gibi…<br />
Biraz En Yeni Gerçekçilik’ den ve onu<br />
çekme nedenlerinden bahseder misin?<br />
En Yeni Gerçekçilik, insanların kitle<br />
karşısında, olanı değil; olması gerekeni<br />
anlatıp, yalanlar söyleyerek yeni<br />
bir imaj ve yeni bir gerçek yaratma<br />
çabasını mizahi bir dille eleştiriyor.<br />
Daha çok sanat camiasındaki insanlarda<br />
gözlemlediğim bu trajikomik du-
uma, henüz yolun başında olan, sinema<br />
okullarında eğitim gören kısa filmcilerin perspektifinden<br />
bakmayı tercih ettim. Bunlarla<br />
birlikte eğitim sistemine, ödül motivasyonuyla<br />
film yapan öğrencilere, insanların<br />
takıntılarına ve kısa film dünyasına vs.<br />
eleştiriler var filmde. Bu yanı başımda duran<br />
ve yer yer kendimde de gördüğüm bir problemdi,<br />
değinilmesi gereken bir konu olarak<br />
gördüm. Bir nevi iğneyi kendime batırdım.<br />
Şu zamana kadar yaptığım filmler arasında<br />
prodüksiyon anlamında en ciddi projeydi En<br />
Yeni Gerçekçilik. Çünkü öykü çok kalabalıktı,<br />
ekip kalabalıktı, cast fazlaydı; ama dört<br />
gün gibi bir sürede sorunsuz bir şekilde<br />
çekimleri tamamladık. İlk gösterimimizi<br />
23.Uluslararası Adana Film Festivali’nde<br />
yaptık ve ödülle döndük.Filmin şu<br />
anda festival süreci devam ediyor.<br />
Bu süreç sona erdiğinde filme internet<br />
üzerinden ulaşılabilecek.<br />
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa<br />
filme ne gibi katkıları olabilir? Neler<br />
götürür?<br />
Teknolojiyle bağları en kuvvetli<br />
olan sanat dalı şüphesiz sinema.<br />
Teknoloji sayesinde yapmak isteyip<br />
de yapamadığımız hiçbir şey yok<br />
neredeyse. Oldukça minimal kameralar<br />
ve diğer ekipmanlarla son<br />
derece kaliteli filmler yapabiliyoruz.<br />
Bu anlamda artık filmler daha ucuza<br />
mal edilebiliyor. Bu, kısa filmciler<br />
için büyük bir avantaj sağlıyor. Özellikle<br />
son 10 yıldır yaygınlaşan DSLR<br />
kameralar sadece kısa filmcilerde<br />
değil, oldukça büyük prodüksiyonlarda<br />
ve uzun metraj filmlerde de<br />
kullanılır oldu. Ama gelgelim iş burada<br />
bitmiyor maalesef. Teknolojik<br />
olanaklar sayesinde sinematografik<br />
görüntüler kolayca elde ediliyor;<br />
ama filmlerin dramaturjisi için aynı<br />
şeyleri söylemek çok zor. Özellikle<br />
yeni yetişen kısa filmcilerin görüntü<br />
kalitesini veya güzelliğini, filmin iyi<br />
olduğunu sanmaları gibi bir problem
var. Teknolojinin fazla olanak sağlaması bazı<br />
kısa filmcilerin kolaya kaçmalarına neden olabiliyor.<br />
Burada bir ters orantı var. Sanki imkanlar<br />
arttıkça yapımlar sığlaşıyor… Kısaca, filmi<br />
yapan kişinin teknik olarak oldukça estetik bir<br />
iş çıkarmasının öncesinde, ele aldığı konu, bu<br />
konuyu nasıl işlediği ve kişisel bakışını göz ardı<br />
etmemesi gerekli diye düşünüyorum. Sonuçta<br />
sinema aynı zamanda birçok sanat dalını<br />
içerisinde barındıran ve disiplinler arası çalışan<br />
bir sanat. İşin matematiğine kafa yormak gerek.<br />
Bazen teknik anlamda oldukça kötü olan<br />
bir görüntü filmin kaderini değiştirebilir. Bütün<br />
bunlara rağmen, özellikle son dönemde kısa film<br />
alanında yetkin yapıtlar ortaya çıkıyor.<br />
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />
yabancı yönetmenler kimler?<br />
Ülkemiz yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan ve<br />
Emin Alper, sinemasını sevdiğim ve bakışıma<br />
katkısı olduğunu hissettiğim yönetmenlerdir.<br />
Yabancı yönetmenlerden ise Alfred Hitchcock’u<br />
söyleyebilirim.<br />
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />
yaklaşımları konusunda neler<br />
söylemek istersin?<br />
Son yıllarda Türkiye’deki film festivali sayısı<br />
günden güne artıyor; ama bunlardan kaç tanesi<br />
nitelikli bir festival olduğu büyük bir tartışma konusu…<br />
Ülkenin köklü film festivallerinden birkaçı<br />
kısa filmcilere destek veriyor. Bu desteklerden<br />
en önemlisi kısa filmcilerin yaptıkları filmlerin<br />
izleyiciyle buluşmasına imkan vermeleri ve<br />
kısa film yapanlara bir sonraki çalışmaları için<br />
maddi destek sağlamaları. Ama yinede festivallerin<br />
kısa filmcilere ikinci sınıf muamele yapıyor<br />
olduğu yadsınamaz bir gerçek. Uzun metraj filmler<br />
için daha fazla etkinlikler yapılıyor ve daha fazla<br />
sayıda izleyiciyle buluşması sağlanıyor; ama kısa<br />
filmlerle ilgili yapılan etkinlikler arka planda kalıyor.<br />
Kısa film yapmak zor bir iş, kısa bir süre içinde<br />
bir öykü anlatıyorsunuz ve bu da pratik bir zeka,<br />
emek, çalışma disiplini gerektiriyor.120 dakika<br />
film yapmak elbette daha fazla maddiyat ve emek<br />
gerektirir; ama bir öyküyü 15-20 dakikalık bir<br />
sürede anlatmak sizin daha kritik kararlar almanızı<br />
gerektiriyor. Bu süre içerisinde daha yoğun bir<br />
anlatım kurarak derdinizi anlatmak zorundasınız.<br />
Dolayısıyla maddi olarak büyük prodüksiyonlara<br />
ve uzun süreye sahip olan uzun metraj filmlerle;<br />
daha minimal bütçelerle yapılan kısa metraj filmlerin<br />
bu denli keskin ayrımlara sahip olmaması<br />
gerekiyor. Sonuçta kısa film de sinema sanatına<br />
dair…<br />
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />
Yaklaşık 6 yıldır bağımsız olarak kısa film<br />
yapıyorum ve eş zamanlı olarak profesyonel<br />
setlerde çeşitli görevlerde yer alıyorum. Şu anda<br />
yüksek lisans eğitimi alıyorum. Akademik bir<br />
gelecek planlıyorum elbet; ama daha nitelikli<br />
filmler yapabilmek için teorik olarak da ustalaşmak<br />
amacındayım. Bunları hakkıyla yapıp en başta<br />
bahsettiğim bana yol gösteren ustalarımın bana<br />
yaptıkları gibi, nitelikli sinemacıların yetişmesine<br />
katkı sağlamak gayesindeyim. Bu günlerde önümüzdeki<br />
yaz çekmek istediğim bir senaryo üzerinde<br />
çalışıyorum.
KISA-CA’DA ÖDÜLLER<br />
SAHİPLERİNİ BULDU!<br />
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi<br />
tarafından düzenlenen 16. Kısa-ca<br />
Uluslararası Öğrenci Filmleri Festivali<br />
çeşitli etkinliklerle devam ederken festivalde<br />
dereceye giren filmler de düzenlenen törenle<br />
ödüllendirildi. Yurtiçi ve yurtdışından 300’e<br />
yakın kısa filmin başvuru yaptığı festivalde<br />
52 film ön değerlendirmeden geçti. 4 kategoride<br />
11 ödül sahiplerini buldu. Törenin<br />
açılış konuşmasını yapan İletişim Fakültesi<br />
Radyo, Televizyon ve Sinema Bölüm Başkanı<br />
ve Festival Yöneticisi Prof. Dr. Aytekin Can,<br />
“Bu yıl festivalimizin gün sayısını artırdık. Film<br />
gösterimlerinin yanı sıra söyleşilerle ve çeşitli<br />
etkinliklerle daha renkli hale geldi. Ödül alan<br />
ya da alamayan tüm kısa filmcileri tebrik ediyorum.”<br />
diye konuştu.<br />
GENÇ YÖNETMENLER ÖDÜLLERİNE<br />
KAVUŞTU<br />
Festivalde ön değerlendirmeye geçerek finale<br />
kalan 4 kategoride 11 film ödüllendirildi. Genç<br />
yönetmenler ödül heykelciği ve kameralarını<br />
jüri ve protokol üyelerinin elinden aldı. Ödül<br />
alan yönetmenler ve filmleri ise şunlar:<br />
En İyi Animasyon Film Ödülü: Nefretin Üvey<br />
Evlatlarıyız, Yönetmen: Metin Vatansever-Anadolu<br />
Üniversitesi.<br />
Prof. Dr. Alim Şerif Onaran Deneysel Dalı Özel<br />
Ödülü: Araf, Yönetmen: Mehmet Emirhan Alan-<br />
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi.<br />
En İyi Deneysel Film Ödülü: Ahali, Yönetmen: Ezgi<br />
Büşra Çınar-Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi.<br />
Belgesel Dalı Mansiyon Ödülü: Ta’riz Gri Şehrin<br />
Renkli Çocukları, Yönetmen: Sezer Ağgez-İstanbul<br />
Kültür Üniversitesi<br />
Kısa-ca Film Atölyesi Belgesel Dalı Jüri Özel<br />
Ödülü: Müsahip, Yönetmen: Eren Bektaş – İbrahim<br />
Aybek, Selçuk Üniversitesi-İletişim Fakültesi.<br />
Süha Arın Belgesel Dalı Özel Ödülü: Ülkemden<br />
Uzakta, Yönetmen: Haydar Demirtaş-Gaziantep<br />
Üniversitesi.<br />
En İyi Belgesel Film Ödülü: Gözyaşı Yolu, Yönetmen:<br />
Engin Türkyılmaz, Ege Üniversitesi İletişim<br />
Fakültesi.<br />
Kurmaca Dalı Mansiyon Ödülü: Mavi, Yönetmen:<br />
Ömer Sevinç, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi.<br />
Kısa-ca Film<br />
Atölyesi Kurmaca<br />
Dalı Jüri Özel<br />
Ödülü: Lütfi, Yönetmen:<br />
Cahit Kaya<br />
Demir, Mimar<br />
Sinan Güzel Sanatlar<br />
Üniversitesi.<br />
Aykut Oray Kurmaca<br />
Dalı Özel<br />
Ödülü: Misofonya,<br />
Yönetmen: Melodi<br />
Tözüm, Beykent<br />
Üniversitesi.<br />
En İyi Kurmaca<br />
Film Ödülü: Çevirmen,<br />
Yönetmen:<br />
Emre Kayiş, London<br />
Film School.
CESUR VE<br />
GÜZEL<br />
Cesur ve Güzel,<br />
Star TV’nin yeni<br />
başlayan dizisi.<br />
Başladıktan<br />
sonra konusundan<br />
çok başrol<br />
oyuncularıyla<br />
adından söz ettirdi.<br />
BÜYÜK AŞKLAR NASIL<br />
BAŞLARDI<br />
NERGİZ KARADAŞ<br />
DİZİFUN<br />
Cesur ve Güzel, Star TV’nin yeni başlayan<br />
dizisi. Henüz başlamadan ve aslında<br />
başladıktan sonra konusundan çok başrol<br />
oyuncularıyla adından söz ettiren dizi, aynı gün Kanal<br />
D ekranlarından izleyiciyle buluşan ve Bergüzar Korel,<br />
Halit Ergenç ve Onur Saylak’ın rol aldığı “Vatanım<br />
Sensin” gibi güçlü bir rakibe rağmen oldukça fazla<br />
izlenerek izleyicinin onayını aldığını ispatlamış oldu.<br />
Dediğim gibi belki de konusundan daha çok kadrosuyla<br />
dikkat çeken dizide kimler yok ki !!! Kıvanç Tatlıtuğ<br />
(Cesur), Tuba Büyüküstün (Sühan), Tamer Levent<br />
(Tahsin Korludağ), Erkan Avcı ( Korhan Korludağ),<br />
Serkan Altunorak (Bülent), Sezin Akbaşoğulları (Cahide<br />
Korludağ), Devrim Yakut (Mihriban) , Nihan
Büyükağaç (Adalet) ve daha birçok isim rol alıyor.<br />
Aşk ve İntikamın Dansı<br />
İntikam ve aşk ekseninde ilerleyecek olarak<br />
görünen dizinin hikayesi Cesur’un hayatını,<br />
babasının yaşam koşullarını ve dolayısıyla<br />
hayatını elinden alan Tahsin Korludağ’dan intikam<br />
almaya adamış olması ve Tahsin’in kızı<br />
Sühan ile aralarında aşkın kıvılcımlarının dans<br />
etmeye başlaması çerçevesinde şekilleniyor.<br />
İlk bölümde yıllar sonra neredeyse tamamı<br />
Korludağ’lıların olan kasabadan bir çiftlik alan<br />
Cesur, kamufle ettiği kimliğiyle intikam almak<br />
için kasabaya geliyor. Geldiği anda, kontrolden<br />
çıkmış atının üzerinde dörtnala ölüme giden<br />
Sühan’ın ve sonrasında satın aldığı evde çıkan<br />
yangında Tahsin’in hayatını<br />
kurtarıp masallardaki<br />
kurtarıcı prens rolüne sahip<br />
oluyor ve aileye bir adım<br />
daha yaklaşıyor. Cesur’un<br />
küstah tavırları ve esrarengiz<br />
yanları Sühan’ı kızdırsa<br />
da ve ikili sürekli çatışma<br />
halinde görünseler de birbirlerinin<br />
çekim alanlarına<br />
giriyor ve hızla aşka yelken<br />
açıyorlar.<br />
Hikayenin amacı ve oyuncu<br />
seçimi açısından Tuba<br />
Büyüküstün ve Kıvanç<br />
Tatlıtuğ namı diğer Sühan<br />
ve Cesur ikilisi gerek fiziksel<br />
özellikleri ve Türkiye<br />
sınırlarını aşmış ünleri ile,<br />
gerekse de dizi içerisinde<br />
birbirlerine olan uyumları<br />
ile oyuncu seçiminin dizinin<br />
tutunmasındaki önemini bir<br />
kez daha ortaya seriyor.<br />
Cesur yakışıklı, akıllı ve küstah bir kahraman<br />
olarak Sühan’ın aklını başından alıyor. İlk<br />
başlarda sadece Tahsin Korludağ’ın en kıymetli<br />
varlıklarından biri olduğu için intikam hikayesinde<br />
av olan Sühan ise gerek güzelliği, gerekse<br />
özellikle yerli dizilerimizde görmeye pek alışık<br />
olmadığımız güçlü ve başarılı kadın temsiline<br />
ilişkin kimi karakteristik özellikleri ile içten içe<br />
Cesur’un başını döndürüyor görünüyor. İkilinin<br />
tatlı atışmaları, birlikte olmaya karar vermeleri<br />
halinde ortaya çıkacak engeller ki, her şeyden<br />
önce Sühan düşman kızı, onları ayırmak<br />
isteyecek olanların varlığı dizinin aşk kanadının<br />
tansiyonunu hiç düşürmeyecek görünüyor.<br />
Kasabada neredeyse herkesin borçlu olduğu<br />
ve acımasız yanlarıyla bir çok kişinin kendisinden<br />
nefret ettiği Tahsin ile Cesur’un mücadelesinde<br />
ise her an ortaya dökülme riski olan<br />
sırlar, para ve güç ilişkileri ile kurulmuş ilişkilerin<br />
açtığı ya da kapattığı kapılar, takılan maskeler,<br />
söylenen yalanlar, gizlenen kimlikler, ölümler<br />
ve cinayetler dizide çatışmaların ve dolayısıyla<br />
heyecanın bitmeyeceğine işaret ediyor. Evin<br />
gelini Cavidan’ın, Tahsin’in torun konusunda<br />
yaptığı baskı sonucunda oynamaya başladığı<br />
tehlikeli oyun ve bu oyun içerisinde işlenen<br />
cinayet yaşanacak büyük olayların habercisi<br />
olarak tehlikenin tohumlarını ekiyor.<br />
Cesur yıllardır planladığı intikamı alabilecek<br />
mi yoksa Tahsin yine mi kazanacak, Sühan<br />
Cesur’u mu yoksa Bülent’i mi seçecek bilinmez<br />
ama diziyi henüz izlemeye başlamayanlar için<br />
çok fazla spoiler vermeden olayların oldukça<br />
hızlı geliştiği dizinin en azından bu sezon için<br />
ekranda kalacağını söyleyebilirim.
VAHŞİ BATI’DAN VAHŞİ T<br />
W<br />
EPISODE<br />
ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />
Vahşi Batı’nın keşfedip istila<br />
edeceği yer kalmayınca vahşi<br />
teknolojiye evrildiği ve batının<br />
artık vahşeti teknolojiyle yarattığının<br />
ilanı, isyanı ve yardım çığlığı<br />
şeklinde algılanabilecek bir dizi<br />
Westworld. Batının ürettiği ‘gerçeğin’<br />
artık oynanmış DNA’lar, hücreler,<br />
oluşturulmuş bellekler üzerinden asıl<br />
olana fark attığı ve böylece gerçeğin<br />
sonsuz sayıda yeniden üretiminin<br />
gereklilik hatta ihtiyaç olduğu günümüz<br />
dünyasının bir başka yorumu<br />
şeklinde de tanımlanabilir dizi.<br />
İhtiyaca göre üretilen gerçekliklerden<br />
gerçeklik beğenip inanmak ya da<br />
inanmamak ise insan olmanın hem<br />
sonsuz açlığının hem de ne kadar<br />
doyulursa doyulsun imkansız tatminin<br />
sonuçları olarak görülüyor.<br />
Son yıllarda gerçekliği sorgulamak<br />
için sanal, hiper realite, simülasyonlar<br />
ve simulakratif evrenleri iç içe<br />
sunan yapımlar çoğaldı. Robotların<br />
insanlaştığı ve insanlardan daha
EKNOLOJİYE<br />
ESTWORLD<br />
hümanist davranışlar sergiledikleri<br />
ve insanları kendi değerlerinden<br />
utandırdıkları, şaşırttıkları ‘Humans’<br />
dizisi bu türün en incelikli ve derin<br />
sorularını soran dizidir. Tabii ‘Black Mirror’<br />
da insanoğlunun teknolojinin esiri,<br />
eklektik bir parçası ve neredeyse kusuruna<br />
dönüştüğü dünyayı başka açılarla<br />
ele alır. Westworld ise ‘Yapay Zeka’dan<br />
‘Terminatör’e bu türün şimdiye kadar<br />
yapılan tüm işlerinin karması,<br />
yenilenmiş ve estetik kazandırılmış<br />
şık ve yepyeni bir versiyonu. Belki de<br />
bambaşka bir ‘Truman Show’ denilebilir.<br />
Yeni bir sorusu veya tanımı yok<br />
ancak insan kimyasının bileşenlerini<br />
çözerek ve açıklayarak robotlardan ve<br />
sanal olandan şüpheye düşmek yerine<br />
insanın robot olup olmadığı üzerinde<br />
durması seyrine keyif ve ayrıcalık<br />
kazandırıyor.<br />
Zengin insanların yaşamlarında aradığı<br />
heyecanı karşılamak için hazırlanan<br />
oyun parkındaki robotların aslında<br />
ne kadar yapay ve sanal olduğu sorusuna<br />
karşılık insanların ne kadar<br />
insan olduğunu masaya yatırması<br />
aksiyona paralel gelişen enteresan<br />
bir sınıf çatışması yaratıyor. Sadece<br />
zenginler/fakirler değil insanlar/robotlar<br />
arası gelişen çatışma da hiyerarşik<br />
sıralama oldukça ilginç. Gelen zengin<br />
ziyaretçilere eğlence olsun diye bol<br />
miktarda seks, silah ve kan sunarak<br />
eğlendirilmesi ise teknoloji ne kadar<br />
ilerlerse ilerlesin insanoğlunun aradığı<br />
ve bulamadığı yaşama sevincini yine<br />
şiddet de bulduğunu ispatlıyor. Sanal<br />
olarak inşa edilen, gözlemlenen ve<br />
idare edilen oyun parkı aslında hakikati<br />
saklayan simulakra sayılamaz çünkü<br />
sürekli olarak bu park içindeki karakterler<br />
hakiki olup olmadıklarını soruyor,<br />
söylüyorlar. Böylece hakikatin gerçek<br />
olmadığının altını çiziyor ve gerçekliğin<br />
üzerine kocaman gölgeler düşürüyorlar.<br />
Umberto Eco’nun ‘hiper-realite’ olarak
adlandırdığı bu çağda ‘Disneyland’<br />
örneğinde olduğu gibi dizide de<br />
parkın kendisi şehrin geri kalanından<br />
daha fazla mutluluk ve kusursuz<br />
bir yaşam sunduğundan sanal olan<br />
orijinalinden daha fazla ilgi görüyor<br />
ve cazip geliyor. Metadil aracılığıyla<br />
yaşanılanların kurgu olduğunu<br />
hatırlatması metne ayrıca derinlik<br />
kazandırıyor. İnsan olmak ve gerçeklik<br />
ise direkt daha heyecansız, renksiz,<br />
robotik bir yaşama denk düşüyor.<br />
Yine de gerçek olmayı özgürlük kabul<br />
eden karakterler insanlıklarını ispat<br />
etme uğrunda acıya tutunmaya<br />
çalışıyorlar. Tamamen plastik bir mutluluk<br />
yerine acı dolu anılarına sahip<br />
çıkmak bazılarının insan olduklarını<br />
ispat etme yolculuğuna dönüşüyor.<br />
Öte yandan gerçeğin ve insanın ne<br />
yazık ki acı dolu bir hafızadan başka<br />
bir şey vaat etmemesi sanal dünyayı<br />
daha da gerekli ve zaruri kılıyor.<br />
Kendi yarattığı sanal dünyanın sahibi<br />
ve esirine dönüşen insanoğlunun,<br />
eni konu beyin denilen bir organ<br />
tarafından yönetilmesi ve beyinin<br />
sınır ve sınırsızlıklarına dair<br />
şüpheye ve korkuya düş/ür/ül/mesi<br />
ve bunun egemen sınıf tarafından<br />
organize edilmesi ise dizinin bilim<br />
kurgu olarak güncel sosyal mesajlar<br />
vermesini sağladığı için büyük<br />
ilgi çekiyor. Karakterler (robot veya<br />
gerçek) kendi duyarlılık dereceleri,<br />
hafıza kapasiteleri ve acı çekme<br />
derinliklerini ölçmeye, anlamaya,<br />
çözmeye çalışıyorlar. En basit haliyle<br />
seyirciyi ‘acaba ben de robot<br />
muyum’, ‘yaptıklarımı ben seçtiğim<br />
için mi, böyle programlandığım<br />
için mi yaşıyorum’, ‘benim sahibim<br />
ben miyim’, ‘beni üreten ve yöneten<br />
güçler ne kadar iyi niyetli’,<br />
‘ne amaçla kullanılıyorum, neye<br />
yarıyorum’ ve ‘çevremdekilerin<br />
hangisi insan, hangisi robot’, ya da
‘içimde ne kadar insan ne kadar robot<br />
barındırıyorum’ gibi değerli sorgulamalara<br />
zorluyor. Dizinin her bölümünde<br />
karakterlerin sık sık ‘gerçek<br />
misin’ sorusu seyircide de aynı şekilde<br />
yankı buluyor. Hangi doğrular ve bilgiler<br />
ışığında programlandıklarından<br />
ve bu programların nasıl bir kurguyla<br />
‘gerçeklik’ kazandığından şüphe eden<br />
robot insanlar, insan olduğundan emin<br />
olanlar ve arada sıkışıp gerçek olmaya<br />
çalışanlar arasındaki çatışma metne<br />
aralıksız sürprizler oluşturuyor. Çoklu<br />
perspektifler yine de insan var oluşuyla<br />
ilgili temel muammaları ve çıkmazları<br />
cevaplayamazken kucaklayıcılık yerine<br />
ayrıştırıcı medeniyetin sonuçlarını açık<br />
ediyor. Liberal ütopyanın ipliğini pazara<br />
çıkarmak için distopik olduğunu ilan<br />
ettiği bir mekanı (robotların yaşam alanı<br />
ve insanların eğlence alanı; park) kullanarak<br />
Sartrien varoluşçulukla sözde<br />
özgür insanın dünyadan çıkışsızlığına<br />
çarpıcı göndermeler yapılıyor.<br />
Yoksa sanalın bilinç kazanıyor olması<br />
ya da zaten en baştan beri bilinçli<br />
olduğunu anlatan çok fazla iş yapılmış<br />
durumda. Westworld zaman içinde zaman,<br />
robot içinde insan, insan içinde<br />
robot, gerçek içinde illüzyon, sanal<br />
içinde doğru ve kurgu içinde kurguyla<br />
anlatıya farklılık kazandırılırken güçlü<br />
oyuncu kadrosuyla öne çıkıyor. Anthony<br />
Hopkins , Evan Rachel Wood ve<br />
Ed Harris’in benzersiz performansları<br />
dizinin kısa sürede milyonlarca seyirci<br />
kazanmasında büyük rol oynuyor.