03.12.2016 Views

Cinedergi 98

Binder98B

Binder98B

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

CINEVİZYON<br />

2 ARALIK<br />

Görümce<br />

Karanlıklar Ülkesi: Kan Savaşları / Underworld:<br />

Blood Wars<br />

Müttefik / Allied<br />

Sevdam Gözlerinde Kaldı<br />

Kahraman Ördek / Quackerz<br />

Babamın Kanatları<br />

Mavi Bisiklet<br />

Kümes<br />

9 ARALIK<br />

Kasap Havası<br />

Hayati Tehlike<br />

Aşk Mektupları / From the Land of the Moon<br />

Hasret Bitti<br />

Gece Hayvanları / Nocturnal Animals<br />

Sebastian Sevgili Dostum / Belle et Sebastien,<br />

L’aventure Continue<br />

Office Christmas Party<br />

Sen Benim HerŞeyimsin<br />

Şarkını Söyle / Sing<br />

16 ARALIK<br />

Rogue One: Bir Star Wars Hikayesi / Rogue One:<br />

A Star Wars Story<br />

Alemde 1 Gece<br />

Zuzula<br />

Oldu mu Şimdi?<br />

Tereddüt<br />

Kahramanlar Takımı / Monkey King: Hero Is Back<br />

Sen Sağ Ben Selamet<br />

Masterminds<br />

23 ARALIK<br />

Değiştir Bakalım<br />

Siyah Karga<br />

Dönerse Senindir<br />

Florence<br />

Kartopu Savaşları / Snowtime!<br />

Gizli Güzellik / Collateral Beauty<br />

Assassin’s Creed<br />

30 ARALIK<br />

Ben, Daniel Blake<br />

Aşık<br />

Kurbağa Krallığı 2 / Frog Kingdom 2<br />

Nasıl Yani<br />

Çin Seddi / The Great Wall<br />

Şeytanın Oğlu / Incarnate<br />

Aşıklar Şehri / La La Land


İÇİNDEKİLER<br />

24<br />

36<br />

dosya<br />

YENİDEN STAR WARS<br />

Yeni Star Wars filmi Rogue One<br />

Egemen’in kaleminden...<br />

UNDERWORLD<br />

Underworld: Blood Wars ‘u<br />

İbrahim yazdı. Bitmeyen macera...<br />

14<br />

28<br />

ESRA SÖNMEZER<br />

RÖPORTAJ<br />

ÖZNUR SERÇELER<br />

Hayatı Tehlike filminin oyuncuları Toygan<br />

Avanoğlu ve Öznur Serçeler konuğumuz.<br />

56<br />

64<br />

ASSASSIN’S CREED<br />

Yılların ünlü oyunu artık beyazperdede.<br />

Masis sizin için odağına aldı.<br />

THE GREAT WALL<br />

Zhang Yimou yeni filmiyle yine herkesi<br />

kendine hayran bırakacak.<br />

40<br />

MUSA EKİCİ<br />

Babamın Kanatları filminin oyuncusu<br />

Musa Ekici ile söyleştik.<br />

50<br />

BURAK KUT<br />

Nasıl Yani filminin oyuncuları<br />

Aykut Elmas ve Burak Kut filmi anlattılar<br />

68<br />

ÜMİT KÖREKEN<br />

Mavi Bisiklet filminin yönetmeni Ümit<br />

Köreken filmini anlattı.<br />

72<br />

DEADLY NIGHT<br />

Yılbaşı gecesinin korkusunu<br />

Murat Kızılca sizin için seçti.


12<br />

34<br />

44<br />

60<br />

82<br />

ÖZEL KÖŞE<br />

TOSUNLAR VEDA ETTİ<br />

Erdal Tosun’u kaybettik. Sinemanın<br />

bütün tosunları bizi yalnız bıraktı.<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Film seyretmeyen insanlar film festivali<br />

yaparsa ne olur? Murat cevapladı.<br />

86<br />

88<br />

AYŞE TEYZE<br />

Terminal filmi Ayşe Teyze ile bir başka.<br />

İşte Beril’in başına gelenler.<br />

BELGESELCİ<br />

2016’da belgeselcilerin durumu nedir?<br />

Selma Güzel bize anlattı.<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

En Yeni Gerçekçilik filminin yönetmeni<br />

Mehmet Ali Sevimli konuğumuz.<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

Cesur ve Güzel’in bütün sırları<br />

Nergiz Karadaş’ın kaleminden.<br />

EPISODE<br />

Westworld dünyayı kasıp kavururken<br />

Şenay sizin için yazdı.<br />

FESTİVALLER BİTTİ<br />

AĞLAYANI YOK<br />

EDITO<br />

Festivaller yıkılıyor. Kasım ayı içinde<br />

ertelenen, büyük ihtimalle bir daha<br />

da yapılmayacak olan festivaller<br />

şunlar, Malatya, Van İran Film Günleri, Edirne.<br />

Bunların yanında Antakya film festivali<br />

yapıldı ama giden arkadaşlar kaşka<br />

yapılmasaydı diyerek yazılar yazdı. Hele yıllar<br />

içinde iptal edilenlere bakarsak durum daha<br />

da vahim. Bursa, Erzurum, Mardin, İzmir ve<br />

daha aklıma gelmeyen bir dolu film festivali<br />

artık yok. Elimizde kala kala İstanbul, Antalya,<br />

Adana ve Ankara film festivali kaldı.<br />

Ankara da yeni filmlerden daha çok yıl içinde<br />

seyrettiğimiz filmleri gösteriyor. Kıbacası<br />

Türk sinemasının yeni filmlerini üç ana festival<br />

paylaşıyor ki onlarda da üç beş film hepsinde<br />

yer alıyor. Bu gidişat Türk sinemasının<br />

başat tarzı olan sanat filmlerinin artık kimseyle<br />

paylaşılamamasına sebep verecek. Biz<br />

şimdiden dikkati çekelim. Kendi bindiğiniz<br />

dalı kesiyorsunuz. Neyse enseyi karartmak<br />

istemiyorum. İyi olarak gişe filmlerinde bir<br />

kendini toplama durumu var. Mesela Özcan<br />

Deniz’in İkinci Şans, Dağ, Ekşi Elmalar gibi<br />

gişe filmleri kaliteleriyle yüzümüzü güldürdü.<br />

Bu arada yazarımız Fırat Sayıcı’nın ilk kitabı<br />

da yayınlandı. Hayırlı<br />

olsun diyorum.


PEK YAKINDA<br />

ANTHROPOID<br />

Yönetmen: Sean Ellis<br />

Oyuncular: Cillian Murphy,<br />

Charlotte Le Bon, Jamie<br />

Dornan<br />

Konu: SS generali Reinhard<br />

Heydrich’e düzenlenen<br />

suikast operasyonu<br />

Anthropoid’i konu alan film<br />

tarihi gerçeklere dayanıyor.<br />

Gerçek bir hikayeden uyarlanan<br />

filmde Hitler’in 3.<br />

adamı olan Heydrich, Nihai<br />

Çözüm projesinin mimarı<br />

olarak tarihin en büyük<br />

utançlarından birine ön<br />

ayak olurken bir yandan da<br />

sürgündeki Çekoslavakyalı<br />

askerlerin hedefi haline<br />

geliyor.


PATRIOTS DAY<br />

Yönetmen: Peter Berg<br />

Oyuncular: Mark Wahlberg,<br />

John Goodman, J.K. Simmons<br />

Konu: Gerçek bir hikayeden<br />

ilhamını alan film Boston Polis<br />

Komiseri Ed Davis üzerinden<br />

ilerliyor. 2013 yılından Boston<br />

Maratonu bombalı saldırısına<br />

giden süreci anlatan yapım<br />

şehri kapsayan bir terörist avını<br />

ve o süreci konu alıyor. Gerçek<br />

olay, maraton koşusunun bitim<br />

noktasında, 15 Nisan 2013<br />

tarihinde yerel saatler 14.49’u<br />

gösterirken gerçekleşmiş ve<br />

3 kişinin ölümü ve 200’den<br />

fazla kişinin yaralanması ile<br />

sonuçlanmıştı.<br />

SONSUZLUK ORMANI<br />

SNOWDEN<br />

Yönetmen: Oliver Stone<br />

Oyuncular: Joseph<br />

Gordon-Levitt, Shailene<br />

Woodley, Melissa Leo<br />

Yönetmen: Gus Van Sant<br />

Oyuncular: Matthew McConaughey,<br />

Ken Watanabe, Naomi Watts<br />

Konu: Arthur Brennan, hayatında<br />

yaşadığı bir trajedi sonrası,<br />

Japonya’daki Fuji dağının derinliklerindeki<br />

gizemli bir ormana doğru yola<br />

çıkar. Girenin bir daha kolay kolay<br />

çıkamadığı, bir noktadan sonra geri<br />

dönüş işaretlerinin kaybolduğu bu orman<br />

intihar etmek isteyen insanların da<br />

son durağıdır.<br />

Konu: Luke Harling ile<br />

Anatoly Kucherena’nın<br />

yazdığı iki farklı kitabı<br />

kendisine kaynak<br />

alan Snowden, Eski<br />

bir CIA çalışanı olan<br />

Edward Snowden’in,<br />

yapılanma hakkında<br />

yaptığı asrın ifşasını<br />

konu alıyor. Binlerce<br />

CIA dosyasını yayan<br />

ve basınla paylaşan<br />

Snowden’in yaşamının<br />

bu sansasyonel<br />

evresine değinecek<br />

olan film, Kieran<br />

Fitzgerald tarafından<br />

senaryolaştırıldı!


PEK YAKINDA<br />

UZAY YOLCULARI<br />

Yönetmen: SMorten<br />

Tyldum<br />

Oyuncular: Jennifer<br />

Lawrence, Chris Pratt,<br />

Michael Sheen<br />

Konu: Pratt’in ilaç ayarlı<br />

uykusundan erken<br />

uyanan bir uzay yolcusu<br />

olan tamirci Jim<br />

Preston’ı canlandırdığı<br />

yapımda, Lawrence<br />

ise Pratt’in karakteri<br />

tarafından yalnız kalmamak<br />

için uyandırılan bir<br />

diğer yolcu olan New<br />

Yorklu yazar Aurora’yı<br />

canlandıracak. İkili bu<br />

süreçte birbirlerine aşık<br />

olsalar da Preston’ın<br />

Aurora’nın 100 yıl erken<br />

uyandırmış olmasının<br />

sebebi olduğunun ortaya<br />

çıkması ve gemideki<br />

büyük bir teknik arıza<br />

ikisi arasındaki gerilimin<br />

yükselmesine sebep<br />

olacak.


JACKIE<br />

Yönetmen: Pablo Larraín<br />

Oyuncular: Natalie Portman,<br />

Peter Sarsgaard, Greta Gay<br />

Gerwig<br />

Konu: Natalie Portman’ın<br />

Jackie Kennedy’i<br />

canlandıracağı politikdrama<br />

filminin yönetmen<br />

koltuğunda Pablo Larrain yer<br />

alıyor. Filmin başrolündeki<br />

Natalie Portman’a Greta Gerwig,<br />

John Hurt ve Max Casella<br />

eşlik ediyor. Yapımcılığını<br />

Darren Aronofsky’nin<br />

üstlendiği filmin senaryosu<br />

ise Noah Oppenheim<br />

tarafından yazıldı.<br />

IÇERIDE<br />

Yönetmen: GFarren Blackburn<br />

Oyuncular: Naomi Watts, Oliver Platt,<br />

Charlie Heaton<br />

Konu: Dul bir çocuk psikoloğu<br />

Amerika’nın kuzeydoğu kırsalında<br />

sakin bir yaşam sürmektedir. Kendini<br />

izole etmiş olan kadın bir araba kazası<br />

sonucu beyin hasarı alan ve katatonik<br />

bir duruma giren oğlu ile ilgilenmektedir.<br />

Ergenlik çağındaki oğlunun hayati<br />

bütün ihtiyaçları annesi tarafından<br />

karşılanmaktadır.<br />

BU DA NEREDEN ÇIKTI?<br />

Yönetmen:<br />

John Hamburg<br />

Oyuncular: Zoey Deutch,<br />

Bryan Cranston,<br />

James Franco<br />

Konu: Ned ailesine<br />

bağlı, sevecen ve<br />

korumacı bir babadır.<br />

Her tatilde Stanford’ta<br />

okuyan kızını ziyarete<br />

gitmekte olan aile bu<br />

sefer de yollarını üniversiteye<br />

çevirmiştir. Ancak<br />

Ned ve ailesi kızıyla<br />

buluştuğunda Ned’in en<br />

büyük kabusunun gerçek<br />

olduğunu görürler.<br />

Stephanie’nin bir erkek<br />

arkadaşı vardır. Hem de<br />

bu erkek arkadaş Silikon<br />

Vadisi’nde başarılı<br />

olmuş genç bir milyarderdir.


Erdal Tosun’u<br />

kaybettik.<br />

Bazı insanlar<br />

dünyada<br />

sadece<br />

fiziklerinin<br />

kapladıkları<br />

yerle değil<br />

gönüllerimize<br />

düşürdükleri<br />

gölgeleriyle<br />

de hatırlanır.<br />

Tosun ailesi<br />

sinemamız<br />

için herhalde<br />

bu tanıma en<br />

çok uyan isimlerdi...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n HHep deriz ya sinema<br />

hayatı içinde barındırır.<br />

İşte bu hayatta kahkahalar,<br />

mutluluk ve heyecan<br />

kadar gözyaşı da var.<br />

Birkaç gündür Erdal<br />

Tosun’u kaybetmenin<br />

acısını hissediyoruz. Sadece onu kaybetmek<br />

yeterince acı zaten ama Perşembe<br />

sabah bir trafik kazasında kaybettiğimiz<br />

Erdal ile birlikte kardeşi Gürdal’ı babası<br />

Necdet Tosun’u tekrar kaybettik sanki.<br />

Yeşilçam’ın kaybolan güzelliklerine bir nokta<br />

daha koyulmuş gibi hissettik. Kaç gündür<br />

Erdal Tosun’un hayatını oynadığı 80’e yakın<br />

film ve diziyi, İstanbul ve Antalya Devlet<br />

Tiyatrosu’nda sergilediği performansları,<br />

BKM ile bizi nasıl güldürdüğünü gazetelerden<br />

okuduk, televizyonlardan seyrettik.<br />

Peki bunların dışında kimdi Erdal Tosun?<br />

Sanatçı kişiliğinin yanında bize neyi ifade<br />

ediyordu? O 12 yaşında babasını kaybetmiş<br />

bir oğuldu, 37 yaşında kendinden dört yaş<br />

küçük meslektaşını, kardeşini kaybetmiş


HAYALLERİNİ<br />

SATMAYANLARA<br />

VEDA<br />

bir ağabeydi. Bir efsanenin oğlu olarak<br />

çok ağır mirası hakkıyla taşımak zorunda<br />

olan sanatçıydı. Zeynep’in babasıydı.<br />

Babadan miras sağlık problemleriyle<br />

uğraşırdı, kardeşini benzer bir hastalıktan<br />

kaybetmişti. Bütün bu mücadeleye<br />

rağmen “Ne olmuş yani büyük adam<br />

olamadıysak hayallerimizi de satmadık<br />

ya” diyebilecek kadar gururlu bir<br />

insandı. Zaten herşeyden çok bu benim<br />

canımı acıtıyor. Babası Necdet Tosun<br />

Yeşilçam’ın o babacan, dost karakterlerinin<br />

başında gelir. Türk insanının komik,<br />

candan kısacası “bizden” aşçısı, babası,<br />

otel sahibi, bazı filmlerde ise zengin<br />

kodamanıdır. Hulusi Kentmen, Vahi Öz,<br />

Ali Şen gibi sanatçıların oluşturduğu<br />

sinemamızın “baba”larındandır. 400’e<br />

yakın filmde oynamıştır Necdet Tosun.<br />

Onun başarısının altında çalışkanlığı var<br />

derler eski topraklar. İşte böyle bir meslek<br />

ahlakından gelen bir babanın oğludur<br />

Erdal Tosun. Babasına benzerliği sadece<br />

fiziğiyle değil günümüzde ulaşılması zor<br />

olan 80 sinema ve dizi çekmesinden<br />

de anlaşılmaktadır. Erdal Tosun’u Cem<br />

Yılmaz’ın Gora’sında, Organize İşler’de,<br />

Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele’sinde seyrettik.<br />

Rolün büyüğü küçüğü olmazdı onun<br />

için. Atıf Yılmaz ona ilk sinema filmini<br />

önerdiğinde sadece babasına duyduğu<br />

sevgiden değil onun sanatçı kişiliğine<br />

duyduğu inançtan da bu yolu açmıştı.<br />

Babası Necdet Tosun bir lokantada aşçı<br />

iken sinemaya atılmış, çalışkanlığı ile<br />

yerini edinmişken Erdal Tosun mektepliydi,<br />

konservatuarı bitirip hem babasından<br />

kalan mirası omuzladı hem de o mirasın<br />

altında kalmadı. Ve ne yazık ki gitti talihsiz<br />

bir trafik kazasında üstüne düşen<br />

bir arabanın altında kaldı. Bizim de kalan<br />

son naif insanlarla olan bağlantımız<br />

koptu. Kendini şana şöhrete kaptırmayan,<br />

onun deyimiyle ruhunu satmayan bir<br />

koca adamı kaybettik. Tosun ailesi son<br />

selamını çaktı bize. Bir dönem kapandı.


ESRA SÖNMEZER<br />

DÖVÜŞECEĞİM


Oldu mu Şimdi filminin<br />

genç oyuncusu Esra<br />

Sönmezer amacının çok<br />

başarılı bir komedyen olmak<br />

ve içinde dövüş sahneleri<br />

olan filmlerde yar<br />

almak olduğunu söyledi...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasının içinde farklılıklar<br />

barındırması, tür filmlerinde hep aynı yapımlarla<br />

karşılaşılmaması en önemli dileklerimden. Bu<br />

hafta vizyona giren Oldu Mu Şimdi filminin genç<br />

oyuncusu Esra Sönmezer hedefledikleriyle bizim<br />

bu farklılık beklentimizi hayata geçirebilecek<br />

genç bir oyuncu olarak duruyor. Gençliğinde<br />

ilgilendiği dövüş sporları yüzünden oynadığı<br />

filmlerde aksiyon sahneleri olmasını isteyen<br />

Esra amacının sinemada komik kadın olarak<br />

anılması olduğunu söylüyor.<br />

Oldu mu Şimdi filminin senaryosu geldiğinde<br />

sizi en çok etkileyen ne oldu?<br />

Filmin senaryosu ilk geldiğinde bayan mafya<br />

liderini canlandıracağımı okudum ve çok<br />

heyecanlandım. cunku oynamak istediğim bir<br />

roldü. Komedi rollerinde çok iddalıyımdır birde<br />

vurdulu kırdılı sert rollerde kendimi bulyorum. Bu<br />

yüzden çok sevinmiştim<br />

Rolünüzden bahsedebilir misiniz?<br />

Azeri kökenli ve acımasız dişi bir mafya lideri..<br />

Bazı roller vardır onlara hazırlanmak gerekir.<br />

Mesela tarihi bir kişiliği oynuyorsanız veya<br />

engelli birini canlandıracaksanız araştırma<br />

yaparsınız. Bir de oyuncunun kendi tecrübesinden<br />

yola çıkarak hazırlandığı roller vardır.<br />

Bu film hangisine yakın. Bir hazırlanma<br />

süreci geçirdiniz mi?<br />

Bu konuda çok haklısınız bazı roller hazırlanma<br />

süreci gerektirir. Fakat ben geçmişte profosyonel<br />

dövüşçü olduğum için bu tip bir rolde asla<br />

zorlanmadım. Hatta keşke dövüş ve bol aksiyonlu<br />

sahneler de olsaydı dedim içimden. Mesela<br />

polisiye olsun aksiyon filmleri olsun veya<br />

fantastik içerikli filmlerdeki bayan dövüşçüyü<br />

canlandıracak yeterli donanıma sahibim. Her ne<br />

kadar Türkiye de Dünyadaki gibi bu tarz roller ve<br />

projeler yaygın olmasada :)<br />

Yavuz Seçkin, Orhan Aydın, Serkan Şengül<br />

ile rol aldınız. Bir kadın oyuncu için rolün<br />

içine girmek anlamında bu kadar erkek karakterle<br />

rol almak zorluk yaratır mı?<br />

Yavuz ve Orhan ile daha önce Oğlum Bak Git<br />

projesinde Serkan ile de Çılgın Dershane Ada 4<br />

projesinde rol aldığım için hiç yabancılık çekmedim.<br />

Bütün castın erkek olması benim için<br />

zorluk teşkil etmez çünkü bir oyuncu yaptığı rolü<br />

ve görevi ile mesüldür. En önemlisi de oyuncu<br />

her ortama zorlanmadan ayak uydurmalıdır.<br />

Çünkü işini seven her insan için bu kural<br />

böyledir. Umarım cevabım yeterince açıklayıcı<br />

olmuştur..<br />

Rolünüzde bir kadın mafya patronunu<br />

canlandırıyorsunuz. Gerçek Esra filmdeki<br />

kadar sert midir? Kızgın olduğunuzda nasıl<br />

bir Esra ile karşılaşırız<br />

Gerçek hayatta çok eğlenceli ve komiğimdir.<br />

Hazırlayıp sunduğum Tv programlarımda da<br />

hep konuklarımı güldüren ve eğlendiren biri<br />

oldum. Çünkü kamera karşısında tribünlere<br />

oynamam, neysem oyumdur. Sadece oyunculukta<br />

her kılığa ve role bürünecek kapasitem<br />

fazlasıyla vardır. Hayatta bir tek açken çok sinirli<br />

olurum. Bu yuzden arabamda olsun setlerde<br />

olsun hep çantamda atıştırmalıklarım vardır.<br />

Yiyeceklerle yaşıyorum diyebilirim :)<br />

Genç bir oyuncunun sinema dilini<br />

oluşturmakta dizi sektörünün yıpratıcı<br />

şartları bir dezavantaj yaratır mı?<br />

Kariyerime ilk TRT de Televizyon programı<br />

VE GÜLDÜRECEĞİM


yaparak sonra ise özel bir kanalda Düriye<br />

nin Güğümleri dizisin de komik Avukat<br />

Muzo karakteriyle oynayarak başladım..<br />

Diziler bana gore dezavantaj teşkil etmez<br />

çünkü kariyerime ilk başladığım günlerden<br />

beri çeşitli Tiyatro oyunlarında oynayan ve<br />

hep Tiyatro ile kendimi geliştirmeye çalışan<br />

biri oldum. Beni bu işlerle ilk tanıştıran kişi<br />

Müjdat Gezendir . Okulunda eğitim aldım.<br />

Ama tabiki de eğitimin dışında bir oyuncuda<br />

yetenekte olmalı Yetenek olmazsa isterse<br />

20 sene eğitim alsın hiçbirşey olamaz.<br />

Doğal hayatımda da çok komik ve eğlenceli<br />

biri olduğum için sit com tarzındaki projelerde<br />

hiç zorlanmam aksine inanılmaz keyif<br />

duyuyorum adeta yaşama sevinci veriyor<br />

bana.<br />

Perde güzel kadını sever. Ama oyuncu<br />

bu güzelliğine hem tecrübe hem de<br />

kabiliyetini katmalı. Bu anlamda nasıl bir<br />

yapılanma içindesiniz?<br />

Türkiye de güzel kadından komedyen<br />

olmaz veya güzel kadın komedide iyi<br />

oynayamaz algısı var. Bazı örümcek kafalı<br />

yapımcıların sabit fikirlerini yıkmak için<br />

çok mücadele veriyorum... Emre Altuğ<br />

ile oynadığımız Otel Divane projesi kendimi<br />

bu alanda ispatlayacağım harika bir<br />

projeydi fakat bir takım talihsizlikler oldu.<br />

Dizimizi yazın bayram tatilinin başladığı ilk<br />

hafta yayınladılar, doğru düzgün reklamda<br />

yapılmadı, bu sebepten dolayı çok etkilendik<br />

ve üç dört bölüm sonra proje kalktı. Devam<br />

etseydi eğer o rolümle ödül bile alırdım...<br />

Birazda şans bu işler işte. Umarım arzu<br />

ettiğim sit -com projesi bu sezon gelir :) En<br />

büyük hayalim ilerde Türkiyenin en komik<br />

kadın oyuncusu olmak..<br />

Sanıyorum Oldu Mu Şimdi sekizinci<br />

sinema filminiz. Çok kısa sürede bu kadar<br />

sinema filminde oynamak bir kariyer<br />

planlaması mı?<br />

Kariyer planlaması değil aslında Teklif<br />

gelen projeleri değerlendirdim. Tabiki kabul<br />

etmediğim sinema filmleride oldu.<br />

Türk sinemasında komedinin büyük önemi<br />

vardır. Özellikle Yeşilçam döneminin<br />

komedileri unutulmaz. Sizin Yeşilçam’a<br />

yaklaşımınız nedir? Oyunculuğundan


etkilendiğiniz Yeşilçam ünlüsü var mıdır?<br />

Adile Naşit ve Kemal Sunal hayranıyımdır.<br />

Yeşilçamın Türk Sinemacılık tarihine katkıları<br />

yadsınamaz..<br />

2000 sonrası sinemamızda kadınların<br />

toplumdaki yeriyle ilgili film yapma adına<br />

geriye bir adım atıldığını düşünüyor musunuz?<br />

Biraz yorumlar mısınız?<br />

2000 li yıllarda yapılan Kurtuluş Savası<br />

filmlerinde Türk Kadınının kahramanlığı ne<br />

kadar gözler önüne serilsede Türk kadınının<br />

hakkettiği haklar malesef sinemamızda<br />

kendisine pek verilmemiştir. Amerikan<br />

sinemasında kadınların ne kadar güçlü<br />

olduğu yıllardır gözümüze sokuluyor. Sanatta<br />

kadın güçlü olursa eğer sanatta o kadar<br />

ilerler .. Çünkü kadının kendisi sanattır .....<br />

Deminki soruyla bağlantılı olarak kadın<br />

oyuncularımızın önünde Türkan Şoray<br />

kanunları gibi bir örnek de var. Bu<br />

kuralları doğru buluyor musunuz?<br />

Günümüz sinemasında hayatın tam kendisi<br />

anlatılıyor... 2000 li yıllarda artık Türkan<br />

Şoray kanunları oyuncular açısından rafa<br />

kalktığını düşünüyorum.. Süregelen Hayatın<br />

içinde herşey varsa Türkan Şoray kuralları<br />

da malesef onun döneminde kalmıştır.<br />

Oyunculukta kuralsız olmak kural oldu....<br />

Oyuncu olmayı ne zaman istediniz?<br />

Küçüklüğünüzde böyle bir özleminiz var<br />

mıydı?<br />

Küçüklüğümde siyasetçi olmayı hayal<br />

ederdim.. Annem rahmetli olunca bende<br />

dengeler şaştı. Annemin zamanında en<br />

büyük hayali olan ve babam yüzünden<br />

gerçekleştiremediği güzellik yarışmasına<br />

sırf rahmetli annem istemişti diye katıldım<br />

Türkiye Güzeli oldum sonra Dünya 4. sü<br />

oldum. O dönemler annemin ölümü yeni<br />

olduğu ve bende özel kalmasını istediğim<br />

bazı nedenlerden dolayı dünya 4. lük tacımı<br />

Kabul etmedim.. sonra 7 yıl ortadan yok<br />

oldum... İnanılmaz bir tesadüfle Müjdat<br />

Gezen çıktı karşıma . Kendimi okulunda<br />

buldum. Bu meslegi okulda eğitim sürecinde<br />

sevdim ve karar verdim. Yoksa hedeflerim<br />

bambaşkaydı...


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

GÖRÜMCE GÜLMEDIM ÖMRÜMCE!<br />

n Tipleme komedisi yapmak üzere yola<br />

ve erkek komedyenlerin karşısına çıkan<br />

Gupse Özay’ın genel anlamda başarıyla<br />

ilerlediğini söyleyebiliriz. Ama iş sadece<br />

bir tipleme ve fikir oluşturmanın ötesine<br />

geçmeli, senaryoda da parlaklıklar olmalı!<br />

Deliha karakteriyle kilo alan, evde kalmış<br />

ve hayatının aşkını bekleyen bir nevi<br />

Ugly Betty karakteriyle karşımıza çıkan<br />

Özay, orada daha parlak bir komediye imza<br />

atmıştı. Ama burada senaryo karakterin kötücül<br />

komikliğine yetişemiyor. Görümce deyince<br />

ensede boza pişiren,<br />

çok sevdiği kardeşinin<br />

kız arkadaşına kan<br />

kusturan ve onun<br />

karşısına da gördüğü<br />

kötü muameleler<br />

yüzünden tırnaklarını<br />

çıkarıp görümceyle<br />

çatışacak bir gelin<br />

karakteri beklerken<br />

karşımıza çıka çıka<br />

süt dökmüş kedi çıktı.<br />

Bu da bir tek karakterin<br />

filmde yaşattığı<br />

olaylar silsilesi gibi<br />

yansıdı ne yazık.<br />

Tabii Gupse Özay<br />

kendisini düşünerek<br />

yazmış ve kendisinden<br />

başka bir<br />

karakterin senaryoda<br />

kafasını uzatmasına<br />

pek fırsat vermek<br />

istememiş. Bunu anlıyoruz ama ne Deniz ne de<br />

kardeşi Ahmet silik olmaktan öteye geçememiş.<br />

Hele Deniz, pozitiflikten ölecek! Bu da filmde<br />

sadece Yeliz rüzgarı yaratıyor. Bir de Yeliz<br />

karakterinin her alandaki abartısı, kötücüllüğü<br />

neden erkekler üzerinde işlemiyor mesela diye<br />

sormadım değil! O kadar seksapel, zengin ve<br />

bir o kadar zevksiz olan kadının hayatındaki tek<br />

erkek kardeşi. Oysa o takıntısını erkeklere de<br />

yönlendirebilirdi, böylece hikayeyi daha derinlikli<br />

olarak iki taraftan kuşatabilirdi.<br />

Bir de bu ajansta çalışan, aslında hiç de parlak<br />

durmayan ama bir fikirle bir anda yaratıcı kafaya<br />

geçen kız tiplemesinden de gına gelmedi<br />

değil. Deniz’in organik kız arkadaşlarıyla Yeliz’i<br />

dönüştürme çabaları takdire şayan tabii ama çoğu<br />

şeyin altı dolmuyor. Sinemada yapılan evlilik teklifiyle,<br />

çayla kafa bulma ve halüsinasyon görme<br />

arasında tam bir zıtlık var. Hikayenin bir tek adım<br />

adım doğallığa kayan yanını beğendim diyebilirim,<br />

zaten Yeliz gibi naylon karakter karşısında başka<br />

şansı da yoktu.<br />

Mesela karakterin gelin adayını kendi kara<br />

sularında yani evinde ağırlayıp burnundan getirmesi<br />

daha isabet olurdu ama nedense vukular hep<br />

Deniz’in evinde hayat buluyor, zira o ev daha fazla<br />

malzeme barındırıyor. Yeliz’in evinden zevksizlik<br />

akıyor sadece. Neyse sadede gelecek olursak<br />

gayet güzel oluşturulmuş bir görümce karakterini<br />

yiyip bitirmiş bir hikayeyle karşı karşıyayız! Maalesef<br />

gülemedik. Bu hikayeye karşılıklı çatışma<br />

iyi giderdi. Ama Gupse Özay yazmaya ve tipleme<br />

yaratmaya devam etmeli, gayet iyi bir cevher zira<br />

kendisi!


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

TÜFEKLI VAMPİRLERLE TABANCALI KURT ADAMLAR<br />

n Karanlıklar Ülkesi (Underworld) 2003<br />

yılında vizyona girdiğinde başrolde<br />

oynayan Kate Beckinsale’in güzelliği ve<br />

siyah deri kıyafetiyle izleyiciyi kalbinden<br />

vurmuştu. Vampirler ile kurt adamları,<br />

soylular ile köylü çatışması benzeri<br />

bir sınıfsal mücadelenin içine yediren<br />

film bu politik göndermesiyle de dikkat<br />

çekti. Bill Nighy’nin canlandırdığı ve<br />

vampirlerin lideri olan Victor karakteri filmin<br />

başkarakterlerinden de daha çok sevildi. Hatta<br />

2009’da vizyona giren Underworld: Rise of the<br />

Lycans filminde Kate Beckinsale yer almazken<br />

Bill Nighy yine filmi sürükleyen isim oluyordu.<br />

Bu üçüncü film Karanlıklar Ülkesi fanları<br />

arasında bir tartışma yarattı. Çünkü Kate Beckinsale<br />

ve Scott Speedman filmde yoktu. Film<br />

vampirler ve kurtadamlar arasındaki savaşın<br />

tarihine ışık tutuyor, asiller ile barbar diye nitelenen<br />

kurt adamlar arasındaki ilişkinin nasıl<br />

başladığını anlatıyor, kurt adamların vampirlerin<br />

kölesi olduğunu ama daha sonra isyan<br />

ederek bitmeyecek bir savaşı başlattıklarını<br />

göstererek serinin öyküsünün temellerini<br />

sağlamlaştırıyordu. Daha sonraki filmlerde de<br />

sınıfsal çatışma göndermesi devam etti. Hele<br />

Beckinsale’in melez sevgilisinden çocuk sahibi<br />

olması ve bütün ırkların buna verdiği tepki<br />

serinin politik alt yapısını sınıfsal çatışmadan<br />

ırkçılık karşıtı bir bakışa doğru yöhlendirdi.<br />

İşin garip olan kısmı ise bütün bu söylediğimiz<br />

hikayenin sanatsal açıdan hiç de öyle yüksek<br />

bir düzeyde anlatılmaması. Filmin dili olabildiği<br />

kadar popüler bir tarza sahip. Neredeyse<br />

benim seyrettiğim vampir ve kurt adam filmleri<br />

içinde en fazla aksiyona dayalı seri diyebilirim.<br />

Yani Blade serisi bile Karanlıklar Ülkesi<br />

kadar aksiyon barındırmıyordu. Dördüncü film<br />

olan Underworld: Awakening bütün seri içinde<br />

en az aksiyona sahip bölüm olsa da filmin<br />

aksiyonuna ateşli silahların hakim olmasının<br />

başlangıcı diyebiliriz. 2012’de yayınlanan bu<br />

filmin dili çok da başarılı görülmedi ki bu hafta<br />

vizyona giren Karanlıklar Ülkesi: Kan Savaşları<br />

filmi hiç olmadığı kadar aksiyon sahnelerine<br />

sahip. Üstelik çok da başarılı sahneler bunlar.<br />

2003’ten günümüze gelişen sinema teknolojisinin<br />

bütün izlerini bu filmde bulabilirsiniz. Son filmin<br />

öyküsünü kısaca anlatalım. Cory Goodman’ın<br />

senaryosuna Jayson Rothwell ile imza attığı<br />

ve yönetmen koltuğuna ilk kez Anna Foerster<br />

oturduğu Underworld serisinin beşinci filminde<br />

Selene’yi yine soluksuz bir kapışma bekliyor. Selene<br />

çifte saldırı altındadır; hem kendisine ihanet<br />

eden Lycan’lar hem de vampirler bu savaşçı<br />

kadının peşindedir. Lycanların başında Marius<br />

diye gizemli bir lider vardır. Lycanları uyumlu bir<br />

savaş makinesine çevirmiş ve vampirlere hiç<br />

alışmadıkları yenilgiler yaşatmıştır. Vampir klanı bu<br />

savaşta öne geçebilmek için Selene’yi affedip ordunun<br />

başına geçirmek isterler. Asillerin arasındaki<br />

ayak oyunları işin başka bir boyutu olduğunu<br />

ortaya çıkaracaktır. Vampirler arasındaki çekişme<br />

sürerken Lycanların lideri Marius da bambaşka bir<br />

sebep yüzünden Selene’nin peşindedir. Marius,<br />

Selene’nin kızını bulup onun kanından yararlanmak<br />

ister. Böylece kuvvetini artırıp vampirleri yok<br />

edecek ve bütün dünyaya sahip olacaktır. Selene,<br />

Marius ile karşı karşıya gelir ama ilk mücadeleden<br />

hiç beklemediği bir yenilgi ile ayrılır. Marius aynı<br />

eski sevgilisi Michael gibi melez özellikleri göstermektedir.<br />

Tabii Marius Michael’ın kötücül bir versiyonudur.<br />

Selene aldığı yenilgi sonucu hayatını<br />

kaybedecektir. Peki hikaye burada sonlanır mı?<br />

Gerisini filmi seyrederken öğrenirsiniz. Muhteşem<br />

bir film olmamakla beraber, fantastik ve aksiyon<br />

sevenler için iyi bir tercih Karanlıklar Ülkesi: Kan<br />

Savaşları.


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

“TEREDDÜT”SÜZ YILIN EN İYİLERİNDE<br />

n Bu yıl Altın Portakal’da önemli<br />

başarılarla dönen, usta yönetmen Yeşim<br />

Ustaoğlu’nun “Tereddüt” filmi vizyona<br />

giriyor. Kendi adıma Ustaoğlu’nun en<br />

sağlam işi olarak görmesem de, uzun<br />

zamandır böylesine cesur bir film izlemek<br />

iyi hissettirdi. Tereddüt özellikle<br />

de Funda Eryiğit ve Ecem Uzun’un<br />

muhteşem performanslarıyla şaha kalkan<br />

bir yapım...<br />

Şehnaz, 30’larının başında, bir sahil<br />

kasabasında mecburi hizmete başlamış bir<br />

psikiyatrdır. Başarılı kocası Cem ile kusursuz<br />

bir evlilik sürdüren Şehnaz, her hafta<br />

sonu İstanbul’daki evine gidip gelir. 16<br />

yaşındayken zorla evlendirilerek aynı kasabaya<br />

getirilmiş olan Elmas’ın hayatı ise<br />

bunaltıcı sorumluluklarla geçmektedir. Yolları<br />

kesişen Şehnaz ve Elmas’ın hayatlarındaki<br />

aynı sorunlarla yüzleşmeleri, yaşamda yeni<br />

bir kapıyı aralamalarını sağlayacaktır. Yeşim<br />

Ustaoğlu’nun yazıp yönettiği filmde Funda<br />

Eryiğit, Ecem Uzun, Mehmet Kurtuluş ve Okan<br />

Yalabık başrollerde. Filmin Antalya’da aldığı ya<br />

da alamadığı ödüllerin tartışması gereğinden<br />

fazla yapıldı. O yüzden bu konulara girmeye<br />

hiç niyetim yok ancak ayakta alkışlanacak bir<br />

performansa imza attığı için Ecem Uzun’a ve<br />

Türkiye’de çoktandır görmediğimiz bir kadın<br />

oyuncu cesaretini bizlere sunduğu için Funda<br />

Eryiğit’e teşekkür etmek lazım. Bu iki performans<br />

oyunculuk derslerinde, okullarında örnek<br />

olarak sıkça izlettirilmeli kanımca.<br />

Gelelim filmin inceliklerine... Psikanalist feminist<br />

bakış açısına göre, toplumsal cinsiyet<br />

büyük oranda bilinçaltına gömülü. Türkiye gibi<br />

3. dünya ülkelerinde bu durum, ‘dil’ ve ‘önyargı’<br />

gibi yapılarda kendine palazlanacak ortamlar<br />

yaratmakta. Eril söylem ve davranışların her<br />

daim baskın olduğu toplumumuzda neredeyse<br />

her gün kadına şiddet haberlerine şahit<br />

olmaktayız. Kadına şiddetin kim tarafından<br />

yapıldığı pek de önemli değil aslında. Bu, kimi<br />

zaman, ortaokul terk, akşamları kahveye takılıp<br />

arkadaşlarıyla batak oynayan ve karı kız mu-<br />

habbetini futbol sohbetiyle harmanlayan Osman<br />

abinin, 3 çocuğunun anası, hiç okula gitmemiş<br />

Naciye’ye gösterdiği şiddet olabiliyor. Kimi zaman<br />

da, iyi bir dereceyle mastırını tamamlamış, güzel<br />

para kazanan, hayat standardı oldukça yüksek<br />

mühendis İlker yeni evlendiği doktor Aslı’ya şiddet<br />

uygulayabiliyor. Tereddüt’te de hem aile baskısına,<br />

hem de zorla evlendirildiği kendinden yaşça büyük<br />

kocasının cinsel şiddetine maruz kalan küçük<br />

Elmas ile kocasının ilgisizliği, cinsel yetersizliği<br />

ve psikolojik şiddetine maruz kalan psikiyatrist<br />

doktor Şehnaz’ın hayatlarına tanıklık ediyoruz.


N!<br />

İkisinin yavaş yavaş kesişen hayatları ise seyrine<br />

doyum olmaz bir duygusal gerilim ve toplum<br />

çözümlemesinin içine doğru itiyor bizleri.<br />

Toplumsal ya da yakın çevreden gelen baskılar<br />

sebebiyle cinsel ihtiyaç ve arzularını bilinçdışına<br />

yönlendirmek zorunda kalan Şehnaz, tersi<br />

bir yöntemle Elmas’ı çözebilmek için onun<br />

bilinçaltına inmeye çabalıyor ve başarıyor. Bu<br />

bağlamda, terzi kendi söküğünü dikemez misali,<br />

aslında iyi, uzlaşmacı ve başarılı bir doktor<br />

resmi çizen Şehnaz’ın kendi hayatında yanlış<br />

çözümlemeler yaptığını görmek seyirci olarak<br />

bizi huzursuz etse de, bir kadın birey olarak<br />

onun başka bir erkeğe (meslektaşı) yönlenme<br />

tercihine saygı duymak zorunda olduğumuzu<br />

hissettiriyor bize Ustaoğlu. Keza -Funda Eryiğit<br />

ve Ecem Uzun’un muhteşem oyunculuk sınavını<br />

verdikleri- Elmas’ın çözülme ve bilinçaltıyla<br />

yüzleşme sahnesi de yönetmenin seyirciye<br />

önyargılarını kırması gerektiğinin altını çizdiği<br />

tokat gibi bir tercih. Jacques Lacan’a göre ‘kimliklendirme’<br />

olgusu, bireyin kendisini başta ailesi<br />

olmak üzere diğer insanlarla ilişkilendirmesinde<br />

kurduğu özne kimliğinin yapılanmasını ele alır.<br />

Elmas’ın mutlu bir yaşam sürerken ve kendi<br />

kimliğini ailesinin içinde konumlandırırken birden<br />

bire yaşça büyük ve hiç tanımadığı bir adama<br />

eş olarak gitmesi ruhunda büyük kırılmaya yol<br />

açıyor. Bu kırılma kendisini hiç istemese de<br />

kötücül bir çözümün içine sürüklüyor.<br />

Şehnaz ise ilk bakışta herkesin onaylayabileceği<br />

karizmatik, işinde başarılı, yaşam standartları<br />

yüksek bir adamla, Cem’le evli. Ancak cinsel<br />

anlamda mutsuz Şehnaz. Ne zaman kocasıyla<br />

birlikte olsa, Cem’in erken boşalmasıyla hevesi<br />

kursağında kalıyor. Üstelik kocasını geceleri gizli<br />

gizli porno izlerken yakalamak da Şehnaz’ın<br />

açmazına bir soru işareti daha ekliyor. Üstüne<br />

üstlük Cem’in üstten bakan, bilmiş ve kibir dolu<br />

korumacı tavrı Şehnaz’ı iyice köşeye sıkıştırıyor.<br />

Hal böyleyken Şehnaz bir yandan Elmas meselesini<br />

çözümlemeye çalışırken başka bir erkeğe<br />

yelken açmaya yelteniyor. Okan Yalabık’ın<br />

oynadığı meslektaş karakteri Şehnaz için bir<br />

çözüm müdür, tartışılır? Onu, Şehnaz’ın kocası<br />

Cem’le çözümsüz kalmış cinsel/psikolojik gerilimin<br />

gerçekteki somut hali olarak tanımlamak<br />

daha doğru olacaktır. İş arkadaşının, boyu aşan<br />

azgın dalgaların dövdüğü kayaların üstündeki<br />

evini de Şehnaz’ın güvenilir liman aradığının<br />

delillerinden biri olarak da okuyabiliriz. Ancak bu<br />

geçici arzu kabarması Şehnazın derdine çare<br />

olmuyor. Kocası Cem’le yaptığı ve şiddeti giderek<br />

artan tartışmalar sonucunda verdiği karar<br />

her türlü geçici çözümden daha iyi hissettiriyor<br />

bizlere. Dar alanda kısa paslaşmalarla ancak<br />

bu kadar yorumlayabildim filmi. Uzunca incelenmesi,<br />

çözümlenmesi gereken ve bunu hak eden<br />

bir film “Tereddüt”. Mutlaka sinemada izleyin<br />

derim...


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

FİLM BANA GİT DEDİ<br />

n Türk sinemasında bir kalite sorunu<br />

olduğu gerçek. Özellikle gişe filmlerinde<br />

kalitesizlik dikkati çekecek kadar<br />

yoğun. Sanat filmlerinde ise birçok<br />

kötü filmin yanında yılda iki, üç kaliteli<br />

film çıkarmayı başarıyoruz. İşte<br />

bu iki, üç filmin yüzü suyu hürmetine<br />

de sinemamız ileri doğru adım atmaya<br />

devam ediyor. Bir eleştirmen olarak<br />

eğer Türk filmlerine neyle karşılaşacağım<br />

endişesiyle gidiyorsam genel izleyicinin vay<br />

haline. Benim işim bu, el mecbur hayatımız<br />

sinema salonlarında geçiyor. Genel izleyici<br />

ise bütün sıkıntılarının içinde, cebinden para<br />

ayırıp bir, iki saat eğlenmek veya sanatsal<br />

derinliğin içinde kaybolmak (İzleyicinin tarzına<br />

bağlı) için filmlere gidiyor. Sinemamızın gidişi<br />

genel izleyiciyi salonlardan uzaklaştıracak gibi<br />

duruyor. Kendimize gelmemiz lazım. Yılda üç<br />

iyi sanat filmiyle bu devran dönmez. Bu hafta<br />

vizyona giren Bana Git De kadrosuyla genel<br />

izleyiciye sesleneceğini umduğum bir filmdi.<br />

Herşeyden önce ses sanatçısı Atiye ve bol<br />

ödüllü oyuncumuz Tayanç Ayaydın başrollerde.<br />

Filmi seyrettiğimde büyük hayal kırıklığına<br />

uğradım. Filmin en büyük problemi yönetmenin<br />

olgunlaşmamış sinematografisi ama öncelikle<br />

perdede ilk gördüğümüz şey olan oyuncuların<br />

performansıyla başlayayım. Atiye bir oyuncu<br />

olmadığı için Tayanç Ayaydın ile başlamak<br />

en doğrusu. Pazar Bir Ticaret Masalı filmi ile<br />

muhteşem bir çıkış yakalayan ve gerçekten<br />

kaliteli bir oyuncu olduğuna inandığım Ayaydın<br />

yıllardır bir düşüş içinde. Ve bu düşüş o kadar<br />

uzun sürdü ki olgunlaşamayıp çürüyen<br />

bir meyve gibi Ayaydın için umutlarımız sönmekte.<br />

Tabii ki bir filmde bütün oyuncuların<br />

performansı kötü ise yönetmene bakarız ama<br />

Ayaydın artık genç veya tecrübesiz bir oyuncu<br />

değil, bu dezavantajı bir yere kadar geçebilmeliydi.<br />

Film onun üzerine kurulmuş, kendi<br />

iç yolculuğu içinde sesini arayan veya müziğini<br />

arayan bir adam. Ayaydın’ın canlandırdığı<br />

karakter böyle bir arayışa çıkacak entelektüel<br />

çizgi de mi diye sormak geliyor insanın içinden,<br />

yoksa atarlı bir ergen mi? Ayaydın’ın canlandırdığı<br />

karakter kesinlikle atarlı ergene yakın. Zaten film<br />

burada bitiyor aslında. Zaten kafası dağınık olan<br />

yönetmen, bu karakter üzerinden filmde hiçbirşeyi<br />

toplayamaz oluyor. Gelelim Atiye’nin canlandırdığı<br />

karaktere. Filmi seyrederken kulağımı tıkamak<br />

istedim. Güya Arap kökenli Anadolulu bir kız<br />

nasıl konuşur Allah aşkına? Aksanı yok Atiye’nin.<br />

Keşke sadece şarkı söyleseydi. Hele canlandırdığı<br />

karakterin hal ve tavırları iyice inandırıcılıktan<br />

uzak. Evden kaçan kız ful makyajlı, kıpkırmızı<br />

dudaklarıyla otostop yapıyor. Bir dram olması<br />

gereken film bu haliyle Ertem Eğilmez’in Arabesk<br />

filmini hatırlatıyor; hani Müjde Ar İstanbul’a kaçar<br />

da bir kahveye girer “İstanbul’a nasıl giderim” diye


sorar, bütün kahve ayağa kalkıp “Anlatalım”<br />

der... Neyse Atiye’ye fazla yüklenmemek gerekir<br />

çünkü dediğimiz gibi oyuncu değil. Gelelim<br />

bütün bunların asıl sorumlusu olan yönetmen<br />

ve senarist Handan Öztürk’e. Bir senaristin<br />

en büyük hatası yarattığı karakterlerin gerçek<br />

hayatta karşılığının olmamasıdır herhalde. Ve<br />

bu hatayı en kocaman şekilde işliyor Öztürk.<br />

Filmin bir iddiası da Anadolu’nun kaybolan<br />

müziğine ışık tutmak veya Anadolu’yu anlamak<br />

için ezgilerinin peşinden koşmak. Filmin bir, iki<br />

sahnesinde çeşitli türküler ve müzikli ortamlar<br />

var. Ama bütün bunlar senaryonun içinde o<br />

kadar eklenti kalıyor ki. Bu sahnelerin filmde<br />

eklenti kalmasını geçtim o sahnelerde Tayanç<br />

Ayaydın’ın canlandırdığı karakterin eklenti<br />

kalması üstüne tuz biber ekiyor. Bu anlamda<br />

Anadolu’nun Kaybolan Şarkıları veya Bana<br />

Git De filminde de yer alan Rıza Sönmez’in<br />

bu yıl çektiği “Orhan Pamuk’a Söylemeyin<br />

Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var”<br />

adlı filmini seyretmek gerekir. Çünkü bu iki<br />

filmde Anadolu’nun tınılarını bize en iyi taşıyan<br />

yapımlardı. Gelelim görüntü yönetmenliğine. Bir<br />

film vardır gerçekten görüntü yönetmenliği ister.<br />

Karanlık veya kapalı mekan çekimleri, karlı doğa<br />

sahneleri gibi. Bir film vardır doğanın güzelliğine<br />

dayanır. Ne yazık ki Bana Git De cennet<br />

mekanları bile ekstra bir şekilde kullanamıyor.<br />

Kısacası olmamış bir film Bana Git De.


GÜÇ YENİDEN BİZİMLE<br />

BİR STAR WARS<br />

HİKAYESİ<br />

Bir yıl aradan sonra bir Star<br />

Wars filmi daha sevenleri<br />

ile buluşuyor. Bu sefer 1977<br />

yapımı serinin ilk (aslında<br />

dördüncü) filmi Yeni bir<br />

Umut’un (A New Hope)<br />

öncesini anlatacak olan “Bir<br />

Star Wars Hikayesi: Rogue<br />

One” beyazperdede.<br />

EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

n Uzun bir aradan sonra<br />

geçen yıl yaratıcısı George<br />

Lucas’ın herhangi bir<br />

dokunuşu olmadan vizyona<br />

giren Star Wars’un<br />

7. bölümü “Güç Uyanıyor”<br />

destanın köklerine inmesi<br />

sebebi ile pek çok hayranını<br />

mest etmişti. Bir yıl aradan<br />

sonra bu sefer yine bir Star Wars filmi<br />

sevenleri ile buluşuyor. Bu sefer 1977<br />

yapımı serinin ilk (aslında dördüncü)<br />

filmi Yeni bir Umut’un (A New Hope)<br />

öncesini anlatacak olan “Bir Star Wars<br />

Hikayesi: Rogue One” beyazperdede<br />

görücüye çıkmaya hazırlanıyor. Biz<br />

de bu buluşma öncesinde serinin eski<br />

filmlerine, yeni filmden beklentilere ve


Disney’in Star Wars ile ilgili gelecekteki<br />

projelerine bir göz atalım.<br />

1977 yılında George Lucas tarafından<br />

yaratılan Star Wars efsanesi yalnızca<br />

kendi alanında bir kült olmadı,<br />

dönemim kısır Hollywood gidişatına<br />

da yön verdi. Bilim kurgu ve fantastik<br />

öğeler ile yeni bir yol haritası çizen<br />

Star Wars’un ilk filmin başarısı üzerine<br />

iki de devam filmi çekildi. İlk filmler<br />

serinin 4-5-6. Bölümleri olarak geçiyordu.<br />

Uygun teknik donanımın ve<br />

efektlerin o dönemde yeterli olmaması<br />

sebebi ile genç senarist ve yönetmen<br />

George Lucas seriye dördüncü filmden<br />

başlamıştı. Yapımı oldukça uğraş<br />

veren maketler, maskeler ve kostümler<br />

ile Star Wars yıllarca adından söz ettirecekti.<br />

O kadarla da kalmadı elbette.<br />

Oyuncak sektöründe de hayranların<br />

ilgisi ile karşılaştı. Hikayesi, ikonik<br />

karakterleri ve kostümleri ile Star<br />

Wars bir dönemim değil, nesiller boyu<br />

sürecek bir akışın, hayranlığın parçası<br />

olacaktı.<br />

90’ları sonuna gelindiğinde ise ilk üç<br />

filmi çekememenin uktesini içinde<br />

taşıyan Lucas kolları sıvayarak<br />

bölüm 1-2-3’ü çekmeye karar verdi.<br />

Artık teknik imkanlar da CGI bilgisayar<br />

efektleri de emrine amadeydi.<br />

1999 yılında çıkan, serinin birinci<br />

filmi olan ve İmpratorluk döneminin<br />

öncesini anlatan zincirin ilk halkası<br />

The Phantom Manace, pek çok<br />

hayranın hışmına uğradı. Sebebi ise<br />

70-80’lerin efsane serisine oranla<br />

daha renkli, daha çocuksu bir tonda<br />

olmasaydı. Yine de oyunculardan<br />

tutun da ışın kılıcı sekanslarına kadar<br />

akıllarda yer etmişti. Eleştirilere<br />

kulak asmayan Lucas serinin ikinci<br />

filmi Attack Of The Clones ile seyircinin<br />

gönlünü bir nebze almıştı ancak<br />

yine de tam bir tatmin olmaktan<br />

uzaktı. Bunda kötülerin kötüsü ikonik<br />

karakter Darth Vader’ın gençliğini


canlandıran dönemin genç yıldızı<br />

Hayden Christensen’in çoğu kesime<br />

göre yetersiz performansının etkisi<br />

büyüktü.<br />

Nihayet 2005 yılında üçüncü film Revenge<br />

Of The Sith vizyona girmiş ve<br />

seri tamamlanmıştı. Luke Skywalker’ın<br />

babası genç Anakin Skywalker’ın Sith<br />

lordu Darth Vader olarak karanlığa<br />

giden yolculuğu tamamlanmıştı. Ancak<br />

serinin yaratıcısı George Lucas’a<br />

olan öfke dinmek bilmiyordu. Bunca<br />

ağır eleştirinden sonra Star Wars efsanesinden<br />

elini kolunu çeken Lucas<br />

haklarını da Disney’e devredince yeni<br />

arayışlar başladı. Bu yeni arayışlar<br />

serinin hayranlarını heyecanlandırmıştı<br />

çünkü yeni bir serinin dedikoduları<br />

almış başını gitmişti. 1<strong>98</strong>3 yılında<br />

çekilen Return of the Jedi’dan<br />

sonrasını anlatacak yeni film The Force<br />

Awakens projesi hayata geçmişti. Eski<br />

serinin efsane oyuncuları bir yana<br />

dönemin genç yeteneklerini de içinde<br />

barınacak film için çok titiz çalışmalar<br />

yapıldı. George Lucas’ın yeni üçlemesini<br />

adeta unutturulmak istendi. Bunun<br />

için de elbette 80’lerde çekilen<br />

filmin tonuna uygun bir senaryo ve<br />

karakter oluşumuna gidildi. Seriye<br />

Mark Hamill, Harrison Ford ve Carrie<br />

Fisher gibi serinin ikonik olmazsa<br />

olmaz karakterleri geri döndü. Film<br />

vizyonda fırtına gibi esti. Yönetmen<br />

koltuğunda bir diğer kült yapım Star<br />

Trek’in yeni dönem filmlerine başarılı<br />

bir şekilde imza atmış J.J. Abrams<br />

vardı. Bu filmde kimlerle tanışmadık<br />

ki? Sithlerin tükenmediğini bize<br />

gösteren Andy Serkis’in canlandırdığı<br />

Supreme Leader Snoke mu dersiniz<br />

yoksa Leia ve Han Solo’nun karanlık<br />

tarafa meyilli, Darth Vader’ın torunu<br />

son dönemin başarılı genç oyuncusu<br />

Adam Driver’ın canlandırdığı Kylo<br />

Ren mi dersiniz yoksa aydınlık tarafın<br />

gizemli yeni kahramanı sevimli mi sevimli<br />

Daisy Ridley’ın canlandırdığı Rey mi<br />

dersiniz? Yeni, genç ve dinamik oyuncu<br />

kadrosu ile eski topraklara güç veren<br />

bu ekip çoğunluk bir kesimden geçer<br />

not almışlardı. Merak uyandıran sonu ile<br />

hayranların 8. filmi iple çekmesine neden<br />

olan olan The Force Awakens sonrası ise<br />

Disney boş durmadı. Bu bekleme sürecinde<br />

1977 yapımı A New Hope’un öncesini<br />

anlatan bir film ile hayranlarına yeni<br />

bir heyecan armağan etti. Rogue One : A<br />

Star Wars Story…<br />

1977 yapımı ilk Star Wars filminde<br />

ünlü Death Star’ın planlarının Princess<br />

Leia tarafından iki androide yüklenip<br />

kaçırıldığını çoğunuz hatırlarsınız. Peki<br />

Death Star denen ölüm makinesinin<br />

planları nasıl çalındı? İşte yeni filmimiz<br />

bu süreçte geçen olayları odak noktasına<br />

alıyor. Filmin kahramanı Felicity Jones’un<br />

hayat verdiği Jyn Erso. Jyn ve beraberindeki<br />

ekip imparatorluk planlarını çalmak<br />

için kolları sıvarlar. Ancak bu elbette


kolay bir yolculuk olmayacaktır. Ekibin<br />

karşısında acımasız Director Orson Krennic<br />

vardır. Asi ekibini bulmaya ve bu<br />

operasyonu engellemeye niyetli olan yeni<br />

kötümüz Orson Krennic’i başarılı televizyon<br />

serisi Bloodline ile 2016 yılında<br />

Altın Küre’de En İyi Yardımcı Erkek<br />

Oyuncu adaylığı alan Ben Mendelsohn.<br />

Canlandırıyor. Fragmanlarda gayet sert ve<br />

karizmatik mizacı ile Star Wars evreninin<br />

en karizmatik kötülerinden biri olacağının<br />

da sinyallerini veriyor.<br />

Kadroda başka kimler yok ki? Jagten (The<br />

Hunt) filmindeki performansı ile akıllara<br />

kazınan 2012 yılında Cannes Film Festivalinden<br />

En İyi Erkek Oyuncu ödülü<br />

ile dönen, Hannibal serisi ile gönüllere<br />

taht kuran, James Bond’un azılı düşmanı<br />

Mads Mikkelsen, Ip Man serisi ile rüştünü<br />

ispatlamış Donnie Yen, Oscar ödüllü usta<br />

siyahi aktör Forest Whitaker, Milk, Terminal<br />

ve Elysium gibi kaliteli yapımlardan<br />

hatırlayacağımız yetenekli aktör Diego<br />

Luna, 2000’lerdeki ikinci seride yine<br />

Leia’nın babası senatör Bail Organa’yı<br />

canlandırmış olan Jimmy Smits ve<br />

elbette Darth Vader’a karizmatik sesi<br />

ile hayat veren Star Wars’un olmazsa<br />

olmazı James Earl Jones…<br />

Star Wars’un yeni halkası 8. bölümü<br />

beklerken hayranlarını boş bırakmayan<br />

Disney’in sürprizler Rogue One ile<br />

de sınırlı değil. Yakın zamanda hayata<br />

geçirilmesi planlanan, Harrison<br />

Ford’un canlandırdığı Han Solo karakterinin<br />

gençliğine odaklanacak orijin<br />

bir filmde listede. Genç Han Solo için<br />

rolü Alden Ehrenreich kapmış durumda.<br />

Aynı zamanda Han Solo’nun<br />

en yakın arkadaşı olarak bildiğimiz<br />

Lando’nun gençliğini ise yine aynı<br />

filmde Donald Glover canlandıracak.<br />

Geçtiğimiz günlerde ise ekibe Game<br />

of Thrones dizi ile hayatımıza giren<br />

Emilia Clarke’ın da dahil olduğunu<br />

öğrendik. Filmin senaryosu ise The<br />

Force Awakens’ta olduğu gibi orijinal<br />

serinin en sevilen filmi Empire Strikes<br />

Back ve Return of The Jedi’a da imza<br />

atmış Lawrence Kasdan’a emanet. Bu<br />

da hayranların içini rahatlatan önemli<br />

bir detay. George Lucas’ı olabildiği<br />

kadar işin dışında tutan yapım şirketi<br />

her ne kadar yaratıcısının kalbini<br />

kırmış olsa da bunu Lucas’ın serisinden<br />

dert yanan hayranların isteklerini<br />

ön planda tutmak için yaptığı izlenimini<br />

yaratıyor. Eh bu durumda açık olan bir<br />

şey var ki o da Disney’in köklü Star<br />

Wars hayranlarını bu sefer küstürmemeye<br />

niyetli olduğu. İlk adım olan The<br />

Force Awakens’ta büyük oranda bunu<br />

başardığı gerçek. Bu başarı şayet 14<br />

Aralık’ta seyirci ile buluşacak Rogue<br />

One ve serinin 8. filmi ile de devam ederse,<br />

Disney’in hayranlarına daha pek<br />

çok başarılı Star Wars spin-off filmi<br />

vereceği aşikar. İyi seyirler, güç sizinle<br />

olsun!


ÖZNUR SERÇELER<br />

TOYGAN<br />

AVANOĞLU


BİZ BU FİLME GÜVENİYORUZ<br />

REKABETTEN KORKMAYIZ<br />

Hayati Tehlike filminin oyuncuları Öznur Serçeler ve<br />

Toygan Avanoğlu beklentilerinin çok büyük olduğunu<br />

bu filmin serisinin gelebileceğini belirttiler.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sineması bazen oyuncu fabrikası gibi<br />

çalışıyor. Belki isimler çok çabuk yok oluyor<br />

ama genç yeteneklerin ümidi bizim de onlardan<br />

umudumuz bitmiyor. Hayati Tehlike filminin<br />

oyuncuları Toygan Avanoğlu ve Öznur Serçeler<br />

bu röportajda sinemada ne yapmak istediklerini<br />

bilinçli bir şekilde ortaya koydular. İkisi de komedinin<br />

gücünün farkında. Bakalım filmleri hakkında<br />

neler dediler?<br />

İlk önce senaryoyla başlayalım. Senaryo size<br />

geldi, bu filmde olmaya nasıl karar verdiniz?<br />

Toygan Avanoğlu: Senaryo bana yazıldı. Yani bu<br />

karakter zaten benim üzerime yazılıydı.<br />

Peki karakter yazılırken sizin karaktere bir<br />

etkiniz oldu mu?<br />

Toygan Avanoğlu: Etkim oldu. Nasıl oldu Baykut<br />

abiye konu başlıklarından bahsettiğimde<br />

zaten onun güzel bir yeteneği vardır. Senaryo<br />

haline çevirebilir. Tabii ki de oturup fikir alışverişi<br />

yaptığımız zamanlar oldu.<br />

Peki siz?<br />

Öznur Serçeler: Aslında bir ajan 42 var. Bu karakter<br />

için görüşmeye gittim. Görüşürken Linda<br />

karakterinin de olabileceğini konuştuk. Çünkü<br />

ikisi de Türkçe’yi Rus aksanıyla konuşuyorlar.<br />

Ben denerken, öyle mi olsa böyle mi olsa dendi.<br />

En sonunda Linda karakterinde karar kıldık. Bir<br />

de birlikte okuduk, vakit geçirdik. Baktık güzel bir<br />

şey çıkıyor. Bazen partnerler istem dışı bir şekilde<br />

birbirlerini desteklerler. Bazen de istem dışı bir<br />

şekilde birbirlerinin ayağına dolanırlar. Bizim<br />

grubumuzun iletişimi çok güzeldi. Birbirimize<br />

destek olduk. O şans eseri oldu yani. O şekilde<br />

olunca kabul ettik başladık projeye.<br />

Rollerinizi biraz tanıtabilir misiniz?<br />

Toygan Avanoğlu: Karakterin ismi Hayati,<br />

soyadı Tehlike. Etli ekmek salonu var. Mütevazi<br />

bir hayat sürüyor. Görüştüğü, anne dediği bir<br />

kadın var. Çocukluk arkadaşı Utku’nun annesi.<br />

Arada sırada ona gidiyor işte. Yemek götürüyor.<br />

İsteklerini karşılıyor. Hatta filmin başında odun<br />

götürdüğü bir sahne var. Annesinden Utku’nun<br />

Türkiye’ye görev için geldiğini öğreniyor. Çok<br />

seviniyor, hemen görüşmek istediğini söylüyor.<br />

Hayati Tehlike, yani karakter analizi çok doğal.<br />

Çok net bir adam. Gergin, sinirli, zaman zaman<br />

çok sakar. Skalası çok geniş. Hiçbir şeyi<br />

yapamadığına inanmayan bir karakter. Bowling<br />

topunu atamasa bile topla beraber kendisi<br />

atlayıp o lobutları devirebilecek kadar hırslı bir<br />

adam.<br />

Karakter bu film için mi oluşturuldu yoksa<br />

daha öncesinde var olan veya oynadığınız<br />

bir karakteri etraflıca inceleyip yeniden mi<br />

oluşturdunuz?<br />

Toygan Avanoğlu: Şöyle söylenebilir; mesela<br />

Bünyamin diye bir karakter oynamıştım. Daha<br />

sonrasında başka bir projede o karaktere benzer<br />

bir adam oynamamı istediler. Hayati Tehlike<br />

de bunların dayı çocuğu, amca çocuğu olabilir.<br />

Birebir benzerlikleri kesinlikle yok ama bu üç<br />

adam bir masada otursalar saatlerce muhabbet<br />

edebilecek nitelikte adamlar. Ortak yönleri<br />

çok. Onun dışında çok sevimli bir karakter.<br />

İzleyenlerden yola çıkarak bunu söylüyorum.<br />

Her izleyen, kendi ailem olsun, dışardan insanlar<br />

olsun izlerken tebessümle izliyorlar. İtici bir<br />

karakter olmadığını düşünüyorum. Zaten görecek<br />

izleyicilerimiz. Onlar daha iyi karar verir<br />

tabii.<br />

Öznur Serçeler: Benim karakterimin şöyle<br />

belirgin özellikleri var; Bir Rus mafyasının kızı.


Dolayısıyla her istediğini elde ederek büyümüş.<br />

Zenginlik içinde, etrafında korumalarla falan<br />

büyümüş bir kız. Babasının göz bebeği<br />

olduğu için biraz da şımarık. Türkiye’ye geliyor,<br />

Türkiye’ye aşık oluyor ve sonrasında birazcık<br />

Türkçe öğrenip Türkiye’de yaşamaya başlıyor.<br />

Aslında Linda’ya ulaşmak öyle çok çok kolay<br />

değil ama Hayati kendine olan güveni olsun,<br />

bazı yaşanan şeyler olsun Linda’ya bir şekilde<br />

yaklaşıyor. Linda’nın da Türklere zaafı olduğu<br />

için, işte doğallığıdır, şeytan tüyüdür odur budur<br />

derken kaynaşıyorlar. Aslında hesapta olmayan<br />

bir şey. Hayati karakteri Linda’nın yanına<br />

yaklaşabilecek bir karakter değil. Ama olay<br />

örgüsünde öyle bir gelişiyor ki...<br />

O biraz zor bir durumdur. Yabancıyı oynayan<br />

bir Türk oyuncu olmak bir takım özellikler<br />

gerektiriyor. Her şeyden önce o fiziğin uygun<br />

olması lazım. Sizin de fiziğiniz gayet uygun.<br />

Sizin farklı bir fiziğinizin olması bazen dezavantaj<br />

yaratıyor olabilir mi? Veya avantajları<br />

ve dezavantajları nelerdir?<br />

Öznur Serçeler: Tabii ki de sahip olduğunuz<br />

şeylerin hem avantajları hem de dezavantajları<br />

var. Ona göre kariyer planlaması yapmak gerekiyor.<br />

Ama ben bu durumdan şikayetçi değilim<br />

açıkcası. Bir Rus kızını oynarken bir Rus<br />

gibi görünmek gerekiyor. Oyunculuk niteliği<br />

bakımından, yani o aksanla konuşabilmek,<br />

Rus kültürüne aşina olmak vesaire gerekiyor.<br />

Ama Türkiye’deki oyuncular arasında ben bunu<br />

dezavantaj değil bir renk olarak görüyorum.<br />

Bu oyuncuların iyi değerlendirildiği projeler de<br />

oluyor iyi değerlendirilmediği projeler de oluyor.<br />

Mesela Muğla’da yaşayan bir köy ağasının kızı<br />

da olabilirim. Çünkü onlarda da bir renklilik var.<br />

Ama baktığınızda diziye sonradan gelen fettan,<br />

yurtdışından gelen bilmem kimin karısı da olabilirim.<br />

Algı farklı çalışıyor. Dezavantajı bu oluyor.<br />

Dediğim gibi doğru projede doğru yönlendirmelerle<br />

kullanmak da mümkün. Hayati Tehlike’deki<br />

bu rol benim için çok farklı oldu.<br />

Filme nasıl hazırlandınız?<br />

Öznur Serçeler: Şimdi zaten Toygan sporcu<br />

olduğu ve tenis bildiği için onun açısından çok zor<br />

olmadı. Ama biz hiç bilmiyorduk. Gittik iki üç gün<br />

tenis çalıştık. En başta Toygan çalıştırdı sonra<br />

baktı olmayacak “kızım ben seninle uğraşamam”<br />

dedi. Bir hoca tuttular bana. Rus aksanını tutarak


oynamak lazım. Bazen kaçabiliyordu aksan.<br />

Onları kendi başıma çalıştım. Yeri geldi yönetmenimizle<br />

yeri geldi Baykut abiyle. Tenistir,<br />

oktur... Bu tarz şeyleri bir iki hafta çalıştık.<br />

Son iki haftada mafya komedisi denilebilecek<br />

dört tane film girmiş vizyona. Bu<br />

biraz sıkıntı yaratmıyor mu?<br />

Toygan Avanoğlu: Türk seyircisinin bence artık<br />

algıda seçiciliği çok yükseldi. Türler arttığı için.<br />

Hem artık internet var. Televizyon, bilgisayar.<br />

Her şeyi izleyebiliyor insanlar. Onların da beyin<br />

skalaları çok açıldı bence. Eskiden mesela<br />

Olacak O Kadar vardı. İzlerdik, kahkahalarla<br />

gülerdik. Artık birçok farklı şey var. Yine iyi<br />

olan kazansına geliyor bu. Herkese tabii kendi<br />

çocuğu en güzelidir. Başkalarının evlatları<br />

için de kötü düşünmezler ama kendisininki<br />

daha bir güzel gelir. Sinemada da bizim için<br />

böyle. Bunlar bizim bebeklerimiz. Uzun lafın<br />

kısası, iyi olan kazansına getireceğim. Hiçbir<br />

sıkıntısı olduğuna inanmıyorum. İnsanlar izlesin<br />

desinler ki “aa bu adam daha iyi yapmış”<br />

“bak burası daha farklı.” Sektör büyüyor. Çok<br />

büyük bir sıkıntı değil benim için açıkcası. Ben<br />

keyif bile alıyorum. Birçok benzer şeyin içinden<br />

fark edilmek keyif verici.<br />

Sizin yer aldığınız projelere baktığımız<br />

zaman melodram var, korku var, komedi<br />

var... Bunların hangisi sizi daha çok tatmin<br />

ediyor?<br />

Öznur Serçeler: Ben romantik komedi<br />

oynamayı seviyorum. Komediler başka bir<br />

ritim başka bir şey gerektiriyor. Gerçekten<br />

becerdiğinizde çok keyif aldırıyor. Komedinin<br />

nasıl yazıldığı, nasıl çekildiği de çok önemli.<br />

Daha geçen gün bunu düşündük. Romantik<br />

komedi oynamayı en çok sevdiğim tür diyebilirim.<br />

Normalde hepimizin sinema kültürü<br />

Yesilçam’a dayanır. Orada bir yıldız sistemi<br />

vardı. Yıldız sisteminde de biliyorsunuz<br />

oyuncular bir karakter yaratırlar ve o karaktere<br />

yakın karakterler oynarlar. Pek bir<br />

sürpriz yapmazlar. Fakat sizin seçtiğiniz<br />

yol, çok daha farklı. Farklı karakterlerde,<br />

farklı türlerde oynayabiliyorsunuz?<br />

Öznur Serçeler: Yani ben size sorayım, sizce<br />

hangisi daha doğru? Tek bir türden oynamak<br />

mı? Yoksa çeşitli şeyleri denemek mi?


Kendimi tatmin etmek açısından düşünseydim<br />

evet, farklı türleri denemek derdim. Ancak<br />

yıldız olmak, sanat camiasında bir nokta olmak,<br />

izleyicinin güvenini boşa çıkartmamak<br />

konusunda, yıldız olmak derdim.<br />

Öznur Serçeler: Yani bir yoldan yürümek diyorsunuz.<br />

Bana Menderes Samancılar şöyle<br />

demişti, “Çocuklar, bir çok türde oynamaya<br />

çalısıyorsunuz, kendi kuyunuzu kazıyorsunuz. Bir<br />

oyuncunun senaryo okunurken bunu Menderes<br />

oynasın, bunu Öznur oynasın diye anılması bir<br />

başarıdır. Sakın böyle şeyler başınıza geldiğinde<br />

bunu bir felaketmiş gibi yaşamayın.” Ben de o<br />

sırada sektörün daha başındaydım. “Olur mu<br />

Menderes abi, biz de farklı şeyler denemeyelim<br />

mi? Karakterleri, potansiyelimizi uç noktalarda<br />

yaşamayalım mı” demiştim. Tabii ki şu anda<br />

dönüp baktığımda, bir usta olarak söylediklerinde<br />

haklı olduğunu görüyorum. Televizyonda bir<br />

türü, bir algıyı yönetmek ve o işlerde bulunmak<br />

bence de doğru bir kariyer yönetimi oluyor. Ama<br />

sinemada, tiyatroda, başka neler varsa malzemenizde,<br />

içinizde, potansiyelinizde, elinizde ne<br />

varsa kullanmak, keşfetmek lazım. Televizyonda<br />

siz yıldız algısı diyorsunuz, benim için tutarlılık, o<br />

yönde gitmekte fayda var.<br />

Sizin Yesilçam’da en beğendiğiniz isimler<br />

neydi? Size yön veren oyuncular kimlerdi?<br />

Böyle bir etkilenme var mı?<br />

Toygan Avanoğlu: İlla ki var ama onun öncesinde<br />

bu işin sadece halkın mutluluğu için yapıldığına<br />

inanıyorum ben. Hani gidip oynayıp “Oh çok<br />

güzel oynadım, aman ne güzel oynadım” değil<br />

yani. Şu anda sokakta mesela beni görünce<br />

gülüyor insanlar. Şimdi ben çıkıp sert bir adam<br />

oynasam, kötü karakter oynasam o insanları<br />

hayal kırıklığına uğratacağım. Beklenti o değil<br />

çünkü. Bir de şimdi günümüz Türkiye’sinde<br />

bayağı sıkıntılı dönem yaşıyoruz. Ben kendime<br />

misyon olarak baktım. Komedi, güldürmeyi<br />

misyonum olarak aldım. Filmimizin içinde de<br />

benim ağladığım bir sahne var mesela. Bana<br />

deniyor yani “Ya arkadaş sen hep şiveli tek tip<br />

adamı oynuyorsun” diye. Yahu insanlar bundan<br />

memnunsa ben neyin macerasına gireyim<br />

ki? Ne gerek var. Oyuncu her rolü oynamalıdır<br />

fikrine inanmıyorum. Oyuncu kendini ispat etmek<br />

durumundadır fikrine de inanmıyorum. Bizim<br />

gittiğimiz yolun doğru olduğuna inanıyorum şu<br />

anda.<br />

Peki filmle alakalı benim size sormadığım<br />

ama sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />

Toygan Avanoğlu: Çok güzel çalıştık biz. Çok tatlı<br />

oldu. Bazı insanlar izledi filmi. Hep bir tebessümle<br />

başlayıp tebessümle bitti. Çok eğlenceli oldu.<br />

Bizim hissettiğimizi karşı taraf da hissederse ne<br />

mutlu bize.


HERKES FİLM<br />

FESTİVALİ<br />

YAPMAYA<br />

KALKARSA!<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Film izlemeyen insanlar<br />

film festivali düzenlerse<br />

ne olur? İptal edilenler,<br />

konuklarına uçak bileti<br />

almayanlar, jürisinde<br />

kimin olduğu belli olmayanlar<br />

derken bir<br />

başkadır ülkemin film<br />

festivalleri!<br />

Film festivalleri iş bilmezlerin<br />

elinde panayıra döndü! Türkiye<br />

topraklarında yaşayanların<br />

muhteşem özelliklerinden biri de<br />

yaptıkları şeyleri yapmaya devam ettikçe<br />

bozmaları sanırım. Mesela dizi<br />

sektörünün geldiği noktayı eleştiriyor ve<br />

hemen hasret bataklığına saplanıyoruz;<br />

“neydi o eski günler, ne güzel 45<br />

dakikalık diziler vardı, ah Süper Baba,<br />

ah İkinci Bahar ah”… Evet, bir şeyi ilk<br />

kez yaptığımızda özeniyor, sonra da<br />

hem hevesimiz kaçıyor hem imkânlar<br />

daralıyor ve ortaya koyduğumuz şey<br />

iyice uyduruk bir hal alıyor. Bu yazıda<br />

film festivalleri üzerinden acıklı manzaralar<br />

göstereceğim. Memleketin bin<br />

tane derdi varken ne yapalım festivali<br />

demeyin orada da başka bir dünya<br />

var. Kültür bakanlığından destek alıp<br />

bir şekilde film çeken insanların artık<br />

vizyonda seyirciye ulaşabilme şansı<br />

kalmadı. Bu manada film festivalleri<br />

memleketin sinema sanatı için önemli<br />

bir vazifeyi gerçekleştirmiş oluyor.<br />

Misyonunu layıkıyla gerçekleştiren<br />

birkaç festivalimiz var. İstanbul, Adana,<br />

Antalya… Malatya’yı da yazmak<br />

isterdim ama Valim o kadar endişeliydi<br />

ki vali yardımcıları açığa alınınca tüm<br />

hazırlıkları tamamlanmış, onur ödüllerinin<br />

kime dağıtılacağı bile belli<br />

olmuş festivali iptal etti. Film festivalleri<br />

açısından baktığımızda Kasım ayı<br />

için yüzyılın kasırgasıydı diyebiliriz.<br />

Malatya Film Festivali iptal edildi, jüri<br />

üyeliği için davet aldığım 2. Edirne Film<br />

Festivali de iki kez ertelendi ve en sonunda<br />

havlu attı. Van’da yapılacak olan<br />

ve Banu Bozdemir’le birlikte gönüllü<br />

çalıştığımız/destek verdiğimiz Van-İran<br />

Film Günleri, son gün, konukların uçak<br />

biletleri alınmışken iptal edildi ve en<br />

sonunda yapılan bir festival keşke hiç<br />

yapılmasaymış dedirtti: 4. Antakya Film<br />

Festivali…<br />

Antakya sanırım bugün sona eriyor,


PR’cısı Banu Bozdemir (SİYAD) benim ismimi<br />

de festivale katılmam için konuk listesine<br />

eklemişti ama son hafta “çağıramıyoruz”<br />

demişler, mesele yapmak olmaz işime<br />

gücüme baktım ancak adamlar kendi jüri<br />

başkanlarına bile son dakikada bilet almışlar!<br />

Şu an herkes<br />

Antakya’dan<br />

konuşuyor, Antakya<br />

Film Festivali<br />

yeni bir<br />

festival tartışması<br />

başlattı. Cumhuriyet<br />

gazetesinden<br />

Ceren Çıplak’ın<br />

haberini okudum;<br />

festival direktörünün<br />

çelişkili<br />

açıklamalar<br />

yaptığından<br />

bahsediyordu.<br />

Akşamüzeri ise gazetenin kültür<br />

sanat şefi Emrah Kolukısa<br />

ile görüştüm, o<br />

da “Mustafa Kara,<br />

Kalandar Soğuğu<br />

filmini festivalden<br />

çekti” dedi. Bunlar hoş<br />

şeyler değil, Antakya’ya<br />

bir soralım, siyasi bir<br />

mesele yoksa insanlar<br />

neden çekiyor filmlerini,<br />

neyi beceremiyorsunuz?<br />

Bu arada, kısa filmcileri hiç<br />

arayıp sormamışlar bile...<br />

O<br />

genç uzun metrajını çektiğinde bunu<br />

unutmasın. Antakya tuhaf bir şekilde başladı<br />

ve bitti. Murat Saraçoğlu’nu “Tarık Akan’ı<br />

anacağız, sizin filminizi de göstermek istiyoruz,<br />

sizi Antakya’ya davet ediyoruz” diye<br />

işinden gücünden edip sonra da unutuyorlar,<br />

festivalden çekilen filme “en iyi film” ödülünü<br />

veriyorlar, pes! Evet, ben de biliyorum<br />

bunlar uluslararası film festivalleri ama o<br />

“uluslararası” kısmını özellikle yazmıyorum<br />

çünkü bu festivallere el veren bürokratların<br />

da yapan iş bilmezlerin de -Malatya’yı hariç<br />

tutarım orada Türkiye’nin en iyi festival ekiplerinden<br />

biri vardı- “film festivali” meselesine<br />

yaklaşımı bir kasaba panayırı düzenlemekten<br />

fazlası değil. Koskoca festivalin organizatörüne<br />

“3 tane Haneke filmi say” desen<br />

sayamaz, bazılarında işte bu kadar sinemadan<br />

uzak adamlar var işin içinde…Peki, bu suntadan<br />

mamul festivallerin yapılmasındaki<br />

isteklendirme ne?<br />

Deli mi bu insanlar,<br />

neden bu kadar<br />

yükün altına giriyorlar?<br />

Bazen<br />

siyasi bir güç kazanmak<br />

için, bazen<br />

de bakanlıktan,<br />

belediyeden, valilikten<br />

gelen fonlardan<br />

nemalanmak<br />

için yapılıyor bu<br />

ve iş öyle bir noktaya<br />

geldi ki Kültür<br />

bakanlığının her<br />

festivali bir denetmen<br />

ataması şart<br />

oldu. Artık birilerinin<br />

“verdiğimiz parayı<br />

nasıl ve nerelere<br />

harcıyorsunuz?”<br />

diye sorması<br />

lazım.<br />

Elbette kimse<br />

kendi kendine festival<br />

yapamaz, bizde de hata çok;<br />

“festival yapıyorum” diyene tuzluğu kapıp<br />

koşuyoruz! Hiçbir sinemacı filmini gönderdiği<br />

festivali sorgulamaz, sinema entelektüelleri de<br />

“aman ne olacak gidip gezelim, 3-5 gün” derse<br />

bu iş böyle devam eder, birileri de bizim üstümüze<br />

biner ve vurur kırbacı!<br />

Yazının sonunda, yiğidi öldürüp hakkını<br />

yemeyelim; Antalya Film Festivali her yıl<br />

katıldığım ve en çok eleştirdiğim festivallerin<br />

başında gelir ancak belediye başkanı<br />

Menderes Türel’in “iyi bir festival yapmak”<br />

konusunda büyük isteği ve gayreti var. Önceki<br />

başkan Mustafa Akaydın da öyleydi. Film festivali<br />

olan diğer şehirlerde ise böyle belediye<br />

başkanlarına rastlamıyoruz ne yazık ki, onlar<br />

daha çok Türkan Şoray ile fotoğraf çektirmenin<br />

derdindeler!


MATRIXVARİ BİR VAMPİR<br />

KURT ADAM SAVAŞI<br />

The Matrix’in aksiyon fantezi<br />

yapısını, ağır çekimde silahlarla<br />

çatışma sahnelerini ve siyah deri<br />

giysilerini model alarak vampir –<br />

kurt adam mitine uyarlayan Underworld<br />

serisi yeni macerasıyla<br />

sinemalarda...<br />

HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />

n 1999’da The Matrix’in<br />

sinema tarihinde yankı<br />

uyandıran modeli<br />

kuşkusuz günümüze kadar<br />

birçok filmi etkiledi ve etkilemeye<br />

de devam ediyor.<br />

Çizgi roman uyarlaması<br />

Underworld serisi, 2003’te Len Wiseman<br />

yönetiminde beyazperdeye uyarlanmaya<br />

başlandı. The Matrix’in aksiyon – fantezi<br />

yapısını, ağır çekimde silahlarla çatışma<br />

sahnelerini ve siyah deri giysilerini model<br />

alarak vampir – kurt adam mitine uyarlayan<br />

Underworld serisi, Kate Beckinsale’ın vampir<br />

Selene karakteriyle aksiyon sinemasının<br />

rol model karakterleri arasında unutulmaz<br />

olmasını sağladı.<br />

Underworld serisi özellikle 2000 sonrasında<br />

ayrı bir furyaya dönüşen ve gişe canavarı<br />

haline gelen vampir – kurt adam filmleri<br />

arasında hep özel bir yerdeydi. Hiçbir zaman<br />

onlar kadar popüler olmadı, bütçesi 22 ile 70<br />

milyon dolar arasında seyretti, çok büyük


gişeler yapmadı, oldukça karanlık ve<br />

stilize atmosferiyle özel bir kitlenin<br />

beğenisini kazandı. Serinin ilk iki filmi<br />

vampirler ve kurt adamlar arasındaki<br />

yeraltı savaşı ekseninde geçerken Len<br />

Wiseman’ın yönetimi sayesinde kendi<br />

kimliğini kazandı. Patrick Tatopoulos<br />

yönetimindeki üçüncü filmle beraber<br />

seri “prequel” yaparak riskli bir tercih<br />

aldı. Underworld serisini Underworld<br />

yapan Selene karakterinin filmde<br />

olmaması, Lycanlar’ın bakış açısını<br />

temel alan bir hikaye kurulması serinin<br />

en az gişe yapan filmi olarak geri dönmesine<br />

rağmen aslında ilk filmden<br />

sonra en güçlü filmiydi.<br />

Underworld serisi ilk 3 filmde kendine<br />

has dünyasını, koyu lacivert<br />

tonlarındaki atmosferini, hikayesinin<br />

tutarlılığını ve çizgi roman tadını günümüz<br />

fantastik aksiyon filmleri içerisinde<br />

farklı kalarak ve büyük oynamayarak<br />

korumayı başardı. Lakin, 2012’de gelen<br />

Underworld: Awakening filmi ile birlikte<br />

olay örgüsünün vampir – kurt adam<br />

savaşından çıkıp işin içine insanları<br />

dahil etmesiyle seri özgün ruhunu<br />

yitirmeye başladı. Hollywood’a kapak<br />

atmaya çalışan İsveçli yönetmenler<br />

Mans Marlind ve Björn Stein’in günümüzün<br />

sıradan aksiyon filmlerinden<br />

bir farkı olmayan yönetimiyle beraber<br />

seri Resident Evil kulvarına geçip<br />

önemsizleşmeye başladı. Dördüncü<br />

film haliyle açık ara en yüksek gişesini<br />

elde ederek yapımcıların yüzünü<br />

güldürse de “Underworld ruhu” etkisini<br />

yitirerek sadece Beckinsale’ın<br />

karizmasıyla ayakta durabilir hale geldi.<br />

İlk iki filmde Selene’nin aşkı Michael<br />

Corvin’in (Scott Speedman) devreden<br />

çıkarılıp yerine işlevsiz Theo James’in<br />

getirilmesi seriye duygusal olarak da<br />

darbe vurdu.<br />

Üç yılda bir yeni filmleri çekilen serinin<br />

beşinci filmi Underworld: Blood Wars


u sefer bir yıl gecikmeyle de olsa 2 Aralık’ta<br />

vizyona girecek. Hikayenin içine insanları<br />

katarak ruhu yitirilen serinin aynı yoldan<br />

devam edip etmeyeceğini hep birlikte<br />

göreceğiz. Serinin yönetmenlik koltuğunda<br />

görüntü yönetmenliğinden gelen ve ilk filmini<br />

yönetecek olan Anna Foerster oturuyor.<br />

Foerster, en son blockbuster aksiyonların<br />

Michael Bay’la beraber en çok adı çıkmış<br />

yönetmenlerinden Roland Emmerich’in<br />

White House Down filminin görüntü<br />

yönetmenliğini yapmıştı. Bu da üzülerek Underworld<br />

serisinin eski ruhunu kaybederek<br />

artık vizyonsuz bir popüler aksiyon serisine<br />

dönüşünün habercisi olsa gerek.<br />

Underworld (2003)<br />

Len Wiseman yönetimindeki serinin ilk filmi<br />

The Matrix’in aksiyon modelini vampir – kurt<br />

adam mitine uyarlayarak özgün bir dünya<br />

oluşturuyordu. Vampirlerin sığınakları özenli<br />

bir sanat yönetimiyle desteklenirken karizmatik<br />

karakterlerinden güç alıyordu. Deri<br />

giysiler içinde çeşit çeşit silahlarla savaşan<br />

Selene, Kate Beckinsale’ın güzelliği ve<br />

karizmasıyla unutulmaz bir aksiyon figürüne<br />

dönüşürken, filmin koyu lacivert tonlarındaki<br />

atmosferi depresif ve gotik bir yeraltı yorumuydu.<br />

Vampir – kurt adam savaşı arasında<br />

olmazsa olmaz aşk hikayesinin de temellerinin<br />

atıldığı bu giriş bölümü yüksek gişeler<br />

yapmadan kendi hayran kitlesini yaratmayı<br />

başardı. 22 milyon dolar bütçeli film toplamda<br />

95 milyon dolar hasılat elde ederek ikinci<br />

filme zemin hazırladı.<br />

Underworld: Evolution (2006)<br />

Len Wiseman’ın yönetmeye devam ettiği<br />

serinin ikinci filminde vampir Viktor’un ilk<br />

filmde yarattığı karizmatik kötü karakter<br />

modeli bu sefer Marcus ile devam etti. Selene<br />

ve Michael arasındaki aşk hikayesi<br />

daha da derinleşirken, aksiyonun dozu<br />

ilk filme göre daha çok arttı. Wiseman’ın<br />

yönetimi sayesinde serinin koyu tonlardaki<br />

atmosferi korundu. İlk filmin finalinde Selene<br />

ve Michael’ın Viktor’a karşı savaştığı<br />

aksiyon sekansı burada yerini ikilinin iki<br />

ayrı düşmana karşı savaştığı daha katmanlı<br />

bir sekansa bıraktı. İlk filmin bütçesini<br />

iki katına çıkaran 50 milyon dolar bütçeli<br />

film, 111 milyon dolar hasılat elde<br />

ederek üçüncü filmde “prequel” yapıp<br />

rotasını değiştirecekti.<br />

Underworld: Rise of the Lycans (2009)<br />

İlk iki filmin yönetmeni Len Wiseman’ın<br />

seriye yapımcı koltuğunda devam ettiği<br />

yeni filmi Patrick Tatopoulos yönetti.<br />

Underworld serisini Underworld yapan<br />

Selene’nin yer almadığı ve vampir<br />

– kurt adam arasındaki kan davasının<br />

başladığı tarihe döndüğümüz filmde,<br />

ilk iki filmin kötü adamlarından Lucian’ı<br />

(Martin Sheen) başrolde izleyerek<br />

onunla özdeşleşme kurabilmemiz filmin<br />

dünyasında devrimci bir hareketti.<br />

Lucian’ın aşkı Sonja’yı canlandıran<br />

Rhona Mitra belki Kate Beckinsale’ın<br />

boşluğunu doldurmaya yetmedi ama


hikaye içerisindeki karakterini başarıyla<br />

canlandırdı. Bütün olayların başlamasına<br />

sebebiyet veren ilk filmin kötü adamı<br />

Viktor’u burada yine Bill Nighy’nin korkutucu<br />

performansıyla daha sık gördük.<br />

Tatopoulos, serinin karanlık atmosferini<br />

doğru tonlarda korurken aksiyon<br />

sekanslarını da izleyiciyi doyurucu şekilde<br />

yönetti. 35 milyon dolar bütçeli film 91<br />

milyon dolar hasılat elde etti. Serinin<br />

Kate Beckinsale olmadan gişe açısından<br />

düşüşe geçtiğine gören yapımcılar<br />

Selene’nin yer aldığı yeni bir hikayeyle üç<br />

yıl sonra tekrar geri dönecekti.<br />

Underworld: Awakening (2012)<br />

İsveçli yönetmenler Mans Marlind ve Björn<br />

Stein’in yönetimindeki dördüncü film,<br />

serinin ruhunu kaybettiren bir hikayeyle ve<br />

“daha yüksek bütçeyle daha çok aksiyon”<br />

mantığıyla geri döndü. Vampirler ve kurt<br />

adamlar arasındaki savaşa insanları dahil<br />

ederek yeraltı dünyasını gerçek dünyaya<br />

çeviren film hem üç filmdir koruduğu atmosferinin<br />

ruhunu yitirdi hem de sıradan<br />

bir aksiyon filmine dönüştü. Serinin duygusal<br />

boyutuna güç veren Selene – Michael<br />

aşkını ortadan kaldıran bir giriş yapan filmin<br />

Michael’in boşluğunu işlevsiz bir karakter<br />

olan David (Theo James) ile doldurmaya<br />

çalışması olumsuz sonuç verdi. Aksiyona<br />

ve görsel efektlere bolca yer veren Marlind<br />

– Stein ikilisi belki kendilerinin Hollywood’a<br />

geçmeleri açısından sınavlarını başarıyla<br />

geçti ama aynı zamanda seriye de geri<br />

dönüşü olmayan büyük zararlar verdi. 70<br />

milyon dolar bütçeyle kotarılan film 160 milyon<br />

dolar hasılat elde ederek blockbuster<br />

olma yolundaki yeni çizgisine dört yıl sonra<br />

gelecek olan Underworld: Blood Wars ile<br />

devam edecekti.


BU FİLM SAYESİNDE<br />

KÖKLERİME GERİ DÖNDÜM<br />

Musa Ekici, Kıvanç Sezer’in ilk uzun metrajlı filmi Babamın<br />

Kanatları’nda canlandırdığı Yusuf karakteri ile akıllarımızda yer et<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Musa Ekici, Kıvanç Sezer’in ilk uzun metrajlı<br />

filmi Babamın Kanatları’nda canlandırdığı Yusuf<br />

karakteri ile akıllarımızda yer etti. Henüz<br />

24 yaşında olmasına rağmen ustası Menderes<br />

Samancılar’ın karşısında bir an bile gölgede kalmayan<br />

genç oyuncu müthiş bir sahicilik ve akıcılık<br />

ile görevini yerine getiriyor. Performansını 23.<br />

Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nden<br />

kazandığı En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü ile<br />

taçlandıran Ekici, köklerine bir geri dönüş olarak<br />

tanımladığı filmin kendisi için ders mahiyetinde<br />

olduğunu söylüyor.<br />

MUSA EKİCİ<br />

Merhaba Musab, öncelikle nasılsın? Nasıl gidiyor<br />

hayat senin için bugünlerde?<br />

Ben pozitivist bir insanım, mutluyum yani, memnunum<br />

halimden… Ülke bir yana dünya sıkıntılı,<br />

haliyle bu durum ülkeye de sirayet ediyor. Güzel<br />

günlerin geleceğine inanıyorum. Hiçbir<br />

tedirginliğim yok.<br />

O zaman güzel şeylerden konuşarak başlayalım.<br />

Adana’daki ödülün için tebrik ederim. Adana ve<br />

Antalya’da nasıl birer festival deneyimi yaşadın?<br />

Eyvallah. Hem filmlerin seyirciyle hem de sektörün<br />

birbiriyle buluşması için festivallerin çok<br />

kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ancak bir noktaya<br />

değinmeden geçemeyeceğim. Adana’da daha<br />

mütevazi bir ortam ama sinemacılara daha yüksek<br />

destek vardı. Antalya’da ise durum tam tersiydi.<br />

Ödül törenindeki çılgınlıklar, olmadan olmaya<br />

çalışmalar, bu durum samimiyeti kırabiliyor. Para<br />

harcayacağız, lüks görüneceğiz demek yerine Adana<br />

gibi vicdanlı davranıp Anadolu çocuğu olsunlar,<br />

ödül törenlerini de bu kadar abartmak yerine<br />

filmcilere destek olsunlar.<br />

Festivallerden söz açılmışken, Menderes


ti.<br />

Samancılar’ın Adana’da ödülünü “sömürülen<br />

işçilerin onuru”, Antalya’da ise “Suriyeliler”<br />

için kaldırmasını nasıl yorumlamalıyız?<br />

Bu açıklamaya siyasi açıklamadan bakarsanız<br />

tartışma yaratırsınız ancak vicdani açıdan<br />

bakarsanız Menderes abinin iki tane kıymetli<br />

zümreye, topluma selam gönderdiğini<br />

görürsünüz. Kendisini takdir ediyorum.<br />

Filmi konuşmaya başlayacak olursak, öncelikle<br />

“Yusuf” karakterinin sana nasıl geldiğini<br />

ve ilk hissiyatını sorarak başlamak istiyorum…<br />

Rol için bizim okulda bir araştırma yapılmıştı.<br />

Hikâyeyi bilmediğim için başlangıçta pek<br />

umursamadım. ☺ (gülüyor)Sonra bir şekilde<br />

elimin altına gelip okuyunca, içimde bir kıpırtı<br />

oldu. Koşayım ben bu hikayeye, dedim.<br />

Yusuf’u tek cümleyle nasıl tanımlarsın?<br />

Yusuf bir yandan oportünist, fırsatçı bir yanı<br />

var yani diğer yandan da sempatik.<br />

Performansından uzun bir hazırlık süreci<br />

geçirdiğin anlaşılıyor. Türkiye’de oyuncular<br />

rollerine hazırlanmak için pek zaman<br />

bulamıyor genellikle…<br />

Yusuf’a hazırlanırken şanslıydım çünkü<br />

aslında başlangıçta çalışmak için pek<br />

zamanım yoktu. Sonra çekimler ertelendi. İyiki<br />

de ertelenmiş. O bir yıl boyunca Kürtçe dersleri<br />

aldım. Ben aslen Kürdüm ama Kürtçem<br />

yoktu. Bu film sayesinde kendi kültürüm ile<br />

yeniden tanışmış oldum. Film için bana ayrı<br />

bir gözlem alanı kattı. İnşaatta çalıştım. Duvar<br />

nasıl örülür, harç nasıl çıkarılır öğrendim.<br />

Nasıl birini oynamam gerektiğini gördüm.<br />

Nihal karakterinin başörtülü olması sence<br />

hikayeye nasıl bir çatışma katıyor?<br />

Nişantaşı’nda oturup dünyayı yorumlamak<br />

yanlış olur. İnsanlar çeşit çeşit, ülkemizde<br />

de öyle. Bunu anlamamız ve kabul etmemiz<br />

lazım. Değişmiyor diye kimseyi yargılama<br />

hakkında sahip değiliz. Muhafazakârlar diğer<br />

kesime göre daha realistler galiba… Bu bir<br />

ilke doğuruyor ve bu ilke kuralları da beraberinde<br />

getiriyor. Öteki türlü çok serbest bir<br />

düşünce içinde bocalarsınız. En basitinden<br />

gözlem yeteneğinizi kısıtlıyor. Biz tam olarak<br />

Nihal karakterinin hikayeye dahil olduğu<br />

noktayı, yarattığı çatışmayı gördük. Onun da<br />

dünya görüşünün dışında sorguladığı bir şey


vardı; bu çocuğun çalıştığı inşaatta birisi oldu<br />

ve bu çocuk hala burada çalışacağım, diyor.<br />

Seni en çok etkileyen şey neydi bu hikayede?<br />

Biz bu filmde bir vicdan muhasebesi yaptık.<br />

Hikayede beni en çok etkileyen şeyin kişiden<br />

ziyade hikayenin ön plana çıkması diyebilirim.<br />

Ders gibiydi. Bir inşaat işçisinin kanser<br />

olmasıyla başlayan bir hikayeyi sistemin<br />

sorunlarıyla harmanlamak büyük bir kabiliyet…<br />

İnsanları da en çok etkileyen şey bu diye<br />

düşünüyorum, dramatize etmeden sadece hikayemizi<br />

anlatmayı tercih etmek…<br />

Kübra Ekici ile çok uyumlu bir çift olmuşsunuz…<br />

Çift olarak cast yapma fikri gerçekten çok iyi<br />

bir fikirdi. Kübra ile ilk kez deneme çekiminde<br />

tanıştık ama sanki eskiden tanışıyormuş gibiydik.<br />

Bir sıcaklık oldu aramızda, oynadıktan sonra<br />

uzun zamandır hissetmediğim şeyleri hissettim.<br />

“Yav He He” diye bir komedi filminde<br />

oynamıştın. Ne düşünüyorsun Türkiye’deki komedi<br />

filmleri hakkında?<br />

Arkadaşlarımın filmiydi, zaman kısıtlı olduğu için<br />

istediklerini yapamadılar. Yine de gayretlerini<br />

takdir ediyorum. Tiyatroda da böyleyiz, bir<br />

haftada oyun yazan arkadaşlarımız var. Hayret<br />

ediyorum, demek ki çok yetenekliler. Yüksel<br />

Aksu Adana’da güzel bir şey söylemişti. Son<br />

dönemde sanat filmleri sadece sinemaymış<br />

gibi algılanıyor. Benim yaptığım da sinema<br />

arkadaşlar burada bir anlaşalım, dedi. Bu çok<br />

kafa açıcı bir yorum…<br />

Türkiye’deki “komedi filmleri” ile “sanat<br />

filmleri”ni aynı kefeye koyabilir miyiz yani?<br />

Koyabiliriz çünkü aynı hissiyatı yaratıyor. Haklı<br />

bir gönderme diye düşünüyorum. Niye sadece<br />

komedi filmleri ya da sanat filmleri olsun? Niye<br />

bazı filmler sadece bir kesim için güzel film olsun?<br />

O halde Babamın Kanatları bu çemberin dışına<br />

çıktı diyebilir miyiz?<br />

Diyebiliriz çünkü ben bu filmde başka bir şey<br />

görüyorum. Kıvanç’ın ellerine sağlık… Ne güzel<br />

bir hikaye ve bu seni diri tutuyor. Bunu sanat<br />

ya da komedi filmlerinde de yapabiliriz ama<br />

yapmıyoruz. Başka yönletmemler kullanıyoruz,<br />

bir şey anlatmıyoruz. İzin verin okuyan yazan<br />

insanların önü açılsın. Sektör büyüsün, kaliteyi<br />

düşürmeden para da kazanalım.<br />

Bir röportajında Hiner Saleem ile çalışmak<br />

istediğini söylemişsin. Hala aynı fikirde<br />

misin?<br />

Dar Elbise’yi kast ediyorsan, bir daha böyle<br />

bir film yapmayacağını düşünüyorum.<br />

Kilometre Zero, Votka Limon gibi çok güzel<br />

filmleri var. Bu da bir tercihtir sonuçta, bir<br />

yoldur… İnsanın yolu bitmez.<br />

Bu aralar neler izliyor, nelerden ilham<br />

alıyorsun?<br />

Sinema açısından kitlendiğim kimse yok.<br />

Herkesi, her şeyi izlemeye çalışıyorum. Bazen<br />

hikaye bazen de oyunculuk olabiliyor<br />

izleme sebebim. Asghar Farhadi’nin filmlerini<br />

dönüp dönüp izlerim. There Will Be<br />

Blood’ı yüz kere izlemişimdir. Daniel Day<br />

Lewis’ın oyunculuğu için izliyorum, hatta<br />

bazen repliklerini taklit ettiğim bile oluyor.<br />

(gülüyor) Müzik çok dinç tutuyor beni.<br />

Genelde Arapça, Azeri müziklerini dinliyorum<br />

bu aralar. Neşeli ve ritimli oldukları için<br />

çok seviyorum, saatlerce dinliyorum.


AYŞE TEYZE SORUYO<br />

MUTLU MUSUN?<br />

BERİL ATEŞOĞLU<br />

n En sevdiğim filmlerden<br />

biri Ayşe<br />

teyzenin huzuruna<br />

çıkıyor… “Terminal”.<br />

Adından<br />

anlaşılamayacak<br />

duygusallıkta olan bu<br />

filmi Ayşe teyzeyi de<br />

önce pek heyecanlandırmıyor.<br />

A: Aman Beril sıkıcı olmasın. Hava<br />

soğuk, kış geldi artık bir de sen karartma<br />

içimi.<br />

B: Yok yok merak etme içini ısıtacak eminim..<br />

Son derece kalabalık ve büyük bir<br />

havaalanı tabi ki New york! Herkes<br />

telaşlı, tetikte ve koşuşturuyor. Bizim<br />

kahramanımız biricik Tom Hanks hariç!<br />

Bay Navorski küçük valizi, elinde eski<br />

bir teneke kutu keyifli bakıyor. Pasaport<br />

kontrolünde öğreniyor ki, ülkesinde<br />

yaşanan darbe olayından dolayı vizesinin<br />

ve pasaportunun bir geçerliliği yok hatta<br />

ülkesinin geçerliliği yok. Ne ülkesine yani<br />

Krakozya Cumhuriyetine (hayali bir ülke<br />

tabi ki) dönebiliyor ne de Amerikaya girebiliyor.<br />

New York terminali kalabileceği<br />

tek yer. Navorski olmayan inglizcesiyle<br />

ülkesinde neler olduğunu anlamaya<br />

çalışırken, havaalanı müdürü ise onu<br />

başından atmaya çalışıyor. Kapıdan<br />

çıkmasını istiyor, çünkü kapıdan geçtiği<br />

En sevdiğim filmlerden<br />

biri Ayşe teyzenin<br />

huzuruna çıkıyor…<br />

“Terminal”.


R<br />

anda New York polisinin yetki<br />

alanında olacak, en kısa zamanda<br />

da izinsiz giriş suçuyla kendini<br />

hapiste bulacak, böylece havaalanı<br />

bir olaydan daha kurtulmuş olacak.<br />

A: Küçük bir ülke galiba, Türkiye<br />

gibi. Bir İngiliz olsa işler böyle<br />

olmazdı tabi. Ülkesi dünyada ne<br />

kadar küçükse o da havaalanında<br />

o kadar küçük kaldı. Kimse yardım<br />

etmiyor ki adama, İngilizce bile<br />

konuşamıyor cık cık cık. Amerika<br />

bizden de beter vallahi.<br />

Hüzünlü hüzünlü devam ediyoruz<br />

izlemeye. Navorski hayattan<br />

kalmanın bir yolunu buluyor,<br />

kendine yatak yapıyor, taşıma<br />

arabalarını toplayarak para bile kazanmaya<br />

başlıyor, hatta bunlarda<br />

yetmezmiş gibi aşık bile oluyor.<br />

Hayatta olan her şeyi terminalde<br />

buluyor Navorski.<br />

Arkadaşları da oluyor, aslında bütün<br />

terminal onu bağrına basıyor,<br />

bir kişi hariç! Terminalin müdürü!<br />

Navorski ülkesindeki durumdan<br />

korktuğunu kabul ederse onu<br />

Amerikaya sokabileceğini söylüyor<br />

tabi ki tek derdi ondan kurtulmak.<br />

A: bu adamda korkacak göz var<br />

mı hiç! Bana da sorsalar ülkende<br />

durumlar karışık kaçar mısın, gider<br />

misin diye ben de giderim derim.<br />

Bak ne diyor. “orası vatan, vatandan<br />

korkulmaz”. Şimdi öyle mi,<br />

herkes kaçar vallahi arkasına bile<br />

bakmadan.<br />

Bazen Ayşe teyzenin haklı olması<br />

çok sinirimi bozuyor işte bu da o<br />

zamanlardan biri. Çok değil birkaç<br />

ay önce benzer olan aslında olmayan<br />

ne olduğunu anlayamadığımız<br />

şeyler bizim ülkemizde de yaşandı<br />

ve evet bir çok insan kaçmak<br />

istedi. Haklılık ya da haksızlık<br />

tartışılabilir ama yaşanan buydu.<br />

Yani Ayşe teyze yine haklıydı.


Filmimizin en güzel tarafı 4 duvar bir alanda<br />

gerçek dünyayı hiç aratmaması. Aşk,<br />

kıskançlık, ego, para, güç her şey var.<br />

Navorski’nin aşık olduğu bayan bile evli bir<br />

adama aşık. Her şey çok gerçek.<br />

A: bir avuç insanı nereye koyarsan koy iyisiyle<br />

kötüsüyle her duyguyu yaşatırlar<br />

maşallah. Aman be Beril ne önemi var ülkenin,<br />

ne önemi var nerede olduğunun al işte<br />

hepsi insan, hepsi mutluluk peşinde, hepsi<br />

mutlu olanları kıskanmakla meşgul. Aman<br />

diyim Beril bak kızım sakın ola kimsenin<br />

mutluluğunu kıskanma, feyz al feyz. Ah ah…<br />

B: elimden geleni yapıyorum ama<br />

beceremediğim zamanlarda olmuyor değil.<br />

A: insanız evladım insan o kadar olur. Sen<br />

niyetinden sapma yeter. Bak kadıncağız evli<br />

adamın peşinde, diğer tarafta bizim saf iyi<br />

niyetli adam ona aşık ama umuru mu sanki.<br />

Aşık olduğu adamın karısının mutluluğunu<br />

kıskandığı için tek amacı o mutluluğu elde<br />

etmek olmuş, kendi mutluluğu değil ha yanlış<br />

anlama kadının mutluluğuna göz dikmiş. Ee<br />

sorarım size Beril hanım bu kafayla nasıl mutlu<br />

olur insan?<br />

Bunu yanıtlamak zorunda mıyım? Biraz<br />

çalışıp gelsem. Bir minik araştırma falan<br />

hazırlar mail atarım haftaya! Yavaş gel Ayşe<br />

teyzem yavaş! Bunlar içime tabi, dışarı şöyle<br />

çıkıyor.<br />

B: olamaz bence yani mutlu olamaz aslında<br />

insan da olamaz yani olur da eksik olur. Bak<br />

bizim adam o yüzden tam yani Navorski tam<br />

çünkü insanların mutluluğunu kıskanmıyor<br />

hatta ortak! Kendi hayalleri var, kendi güzel<br />

dünyası…<br />

A: aynen öyle! Hep derim kızım bilirsin,<br />

hayal kurmayan insan çürümüş çiçek gibidir<br />

yanında ki diğer çiçekleri de çürütmek için<br />

yaşar. Hayal güzeldir, hayal umuttur güzel<br />

kızım.<br />

Uzaklara bakıyor Ayşe teyze kendi gençliğiyle<br />

konuşur gibi, umutlu, hüzünlü…<br />

Paralelinde Navorski de hüzünlü. Hiçbir yer<br />

onu işe almıyor müdür sağ olsun yine kendini<br />

terminalin kullanılmayan alanlarında yamalı<br />

dökülmüş duvarlar arasında buluyor ve


aşlıyor duvarları yenilemeye uyumadan,<br />

bütün kötülükleri ruhundan temizler gibi<br />

yeniliyor duvarı. Navorski’nin gizli yeteneği<br />

çıkıyor karşımıza. O bir duvar ustasından<br />

çok sanatçı! Bu yeteneği keşfediliyor ve<br />

hemen bir işe alınıyor. Müdür çıldırıyor tabi<br />

ama yapacak bir şey yok adam yetenekli.<br />

Navorski terminalde herkesin kahramanı<br />

olur, herkese yardım eder, aşıkları<br />

buluşturur.<br />

A: bak ne de güzel yayıyor güzelliğini. İyi<br />

insan bir yere dokundu mu orada iyilik<br />

yeşerir. A canım benim yüzünden belli<br />

zaten.<br />

Tom Hanks’e diyor Ayşe teyzem bunları☺<br />

öyle herkesi sevmez bildiğiniz gibi.<br />

Harika bir yetenek örneği zaten kendisi.<br />

İlk izlediğimde de hayranlığımı<br />

gizleyememiştim. İngilice bilmeyen bir<br />

adamı oynamak bir Amerikali için eminim<br />

çok zordur ama ne de güzel hakkını vermiş.<br />

Herkes Navorski’nin New york’ a neden<br />

gitmek istediğini anlamaya çalışır ayrıca<br />

yanından hiç ayırmadığı metal kutusu da<br />

müdürün oldukça ilgisini çekmektedir. Bu<br />

gizemi çözecektir. Çözerde! Kutunun içinden<br />

jazz sanatçılarının imzaladığı minik<br />

kağıtlar çıkar ve anlarız ki Navorski eksik<br />

kalan son sanatçının imzasını alabilmek<br />

için New York’a gitmek istiyordur. Babasına<br />

sözü vardır ve babasını kaybetmiş olsa da<br />

bu sözü yerine getirecektir.<br />

A: Jazz mı? Pek anlamam ama babası için<br />

yapacaksa yapsın tabi yani ne bileyim çok<br />

mu lazım bir imza pek anlayamadım.<br />

İşte film tam olarak burada Ayşe teyzeyi<br />

hayal kırıklığına uğrattı. Oldu mu şimdi bu?<br />

Jazz da nereden çıktı, biz iyiydik duvarlar,<br />

aşklar falan☺<br />

Beklenen an gelir ve Krakozya Cumhuriyetinde<br />

barış haberi ilan edilir. Terminalde<br />

harika bir kutlama görürüz herkes Navorski<br />

için en az onun kadar mutludur.<br />

B: bak Ayşe teyze Navorski onlar için her<br />

fırsatta güzel şeyler yaptı diye herkes de<br />

onun için seviniyor ya karma işte.<br />

A: hah vallahi öyle. Karma neymiş ki?


B: ne ekersen onu biçersin de diyebiliriz.<br />

A: öyle de o zaman ne diye dolandırdın!<br />

Bu gelgitler beni öldürecek birgün☺ hemen<br />

konuyu değiştirmeli.<br />

B: her şey iyi hoşta kadın yine eski evli<br />

sevgilisine döndü, gitmedi Navorski ile<br />

onu napıcaz?<br />

A: e belliydi öyle olacağı. İki sevgilinin<br />

ya ikisi de mutlu olacak ya da ikisi birden<br />

mutsuz. Şimdi bizim adam bu kadar<br />

mutluyken bu mutsuz kadın hiç yanaşır<br />

mı ona anca imrenir, bir gün onun kadar<br />

mutlu olabilecek mi onu düşünür ve<br />

kendi gibi mutsuz sevgilisine döner.<br />

Bütün ilişkilerim bir bir gözümün önünden<br />

geçiyordu… kim mutluydu? Kim<br />

mutsuzdu? Ben ne kadar mutluydum?<br />

Şimdi ne kadar mutluyum? Hayallerim<br />

nerede? Kafamda deli sorular…<br />

Navorski ise her şeye rağmen hayallerinin<br />

peşinde gitti ve o son imzayı<br />

kaptı! Artık rahat rahat dönebilir<br />

vatanına.<br />

A: teşekkür ederim Berilciğim bu güzel<br />

film için, hep bunlardan getir.<br />

Hep bunlardan???<br />

B: tabi tabi getiririm getirmesine de<br />

Ayşe teyze sana bir şey sorabilir miyim?<br />

İnsan mutlu olup olmadığını nasıl anlar?<br />

A: ne bileyim canım ben herkesin<br />

mutluğu kendine. Hayallerini her gün<br />

hatırlıyor mu, yenilerini kuruyor mu?<br />

Kendi ile göz göze gelince gülümsüyor<br />

mu? Kahkaları bonkör mü? Herhalde bu<br />

sorularla anlar.<br />

B: her gün kendine bu soruları düzenli<br />

olarak sorup, dürüstçe cevaplayan<br />

insan sanki mutsuz bile olsa mutlu olmaya<br />

yaklaşıyor gibi geldi bana. Aman<br />

Ayşe teyze yine kafamı karıştırdın.<br />

A: bırak karışsın korkma bu kadar<br />

karışıklıktan, kafan karıştıkça renklenirsin<br />

belki kıh kıh kıh…<br />

Ah Ayşe teyzem ah kesin hayatlarının<br />

birinde filozof ya da derviş falandın<br />

sen☺


FİLMLERİ SADECE FRAGM<br />

GÖRE DEĞERLENDİRMEY<br />

Nasıl Yani filminin senarist ve oyuncusu Aykut Elmas<br />

ile filmde rol alan müzisyen Burak Kut hem filmlerini<br />

anlattılar hem de izleyicinin yeni denemelere<br />

hoşgörüyle yaklaşmasını beklediklerini söylediler.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n İnternet fenomeni Aykut Elmas ve ekibi bu<br />

maceralarını sinemaya taşıdılar. Nasıl Yani<br />

filminin yaratıcıları yanlarına müzisyen Burak<br />

Kut’u da alıp yeni filmlerini kotardılar. Bu hafta<br />

vizyona giren komedi filminin izleyici tarafından<br />

çok beğenileceğini iddia eden ikili sinemaya olan<br />

sevgilerini de anlattılar.<br />

Filmin senaryosu da size ait. Senaryonun ortaya<br />

çıkış hikayesi nedir?<br />

Aykut Elmas: Ben, Uğur ve Halil bir üniversite<br />

söyleşisinden dönerken oluşturduk. Zaten böyle<br />

bir şey yazmayı düşünüyorduk. Bir yol macerası<br />

vardı aklımızda. Bu yol macerasının kahramanını<br />

bir dedeye dönüştürdük. Kaybolması gereken<br />

değerli bir obje lazımdı. Filmlerde yıllarca milli<br />

piyango, para, elmas kullanılmıştı. Biz de bunu<br />

bir tablo yapalım, Mona Lisa olsun dedik.<br />

Niye Mona Lisa oldu?<br />

Aykut Elmas: En güzel tarafı da o, dünya üzerinde<br />

paha biçilemeyen çok nadir eserlerden bir<br />

tanesi ve bu bir Türk’e kalsa başına neler gelebilir<br />

diye düşündük. Senaryo böyle böyle oluştu.<br />

Siz senaryoyu okuduğunuzda ne hissettiniz,<br />

neden bu projede yer almayı istediniz?<br />

Burak Kut: İlginç geldi senaryo. Daha önce<br />

çalıştığım yapım şirketinin işiydi. Aslında çok<br />

da benden beklenen türde bir iş değil. Çok<br />

kanıksanmış “efendi” bir tip olduğum için ters<br />

gelebilirdi. Başkası teklif etmezdi; oradaki<br />

arkadaşlarımızın beni yakından tanıma fırsatı<br />

oldu ve kafalarında böyle bir işi yapabileceğim<br />

fikri oluşmuş. Senaryodaki “Köpekdiş Kemal’i<br />

yapar mısın” diye sorduklarında ben de oyun-<br />

culuk adına ısınma turları yapma hevesim<br />

olduğumdan kabul ettim. Daha önce yaptığım<br />

karakter tamamıyla ezik, pasif , arkada triangle<br />

çalan bir tipti. Bunun tam tersine bir şey yapmak<br />

iyi denk geldi.<br />

Son dönemde bir komedi tarzı var. Sizin<br />

filminiz de bunu destekler nitelikte. Türk<br />

insanının karakterlerinden yola çıkan, siyasetten<br />

uzak duran bir komedi. Halbuki komedinin<br />

derdi eleştiridir, toplumsal, sosyal<br />

içerikli eleştiridir...<br />

Aykut Elmas: Komedinin temelinin eleştiri<br />

olduğuna katılmıyorum. Komedinin bir yönü<br />

eleştiridir bence. Neden böyle bir şey yazmadık,<br />

çünkü siyasi hiç bir şey düşünmedik. Çünkü<br />

politikayla ilgilimiz yok, bana sorarsanız hepsi<br />

aynı özünde. O yüzden böyle bir eleştiriye hiç<br />

girmedik. Eleştirmeye değer bile bulmadık.<br />

Sizin komediye yaklaşımınız nedir?<br />

Burak Kut: Çok sıcak bakıyorum. Gündelik<br />

hayatımda espri yapmayı seven bir insanım,<br />

tabii dozunda. Başlangıç dönemimiz öyle bir<br />

dönem ki, Türkiye’nin en saygın komedyenleriyle<br />

beraber büyüdük. En büyük isimler yakın<br />

arkadaşlarımdı. Yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmezdi.<br />

Orada biz örselendik, “Ben varken sen<br />

yapamazsın” gibi, “Biz şaka yapamaz mıyız bizim<br />

de içimizden geliyor” gibi şakalaşmalarımız<br />

olurdu. Ben seviyorum. Kafam da öyle çalışıyor.<br />

Benim hayatımda var, yabancılar sense of humor<br />

diyorlar, içimde var. Çocukluk zamanımdan<br />

gelen bir yatkınlığım var. Bizim zamanımızda<br />

Küçük Hüsamettinler, Levent Abiler (Kırca)<br />

vardı. Onların taklidini yapan bir çocuktum. Sevi-


ANINA<br />

İN<br />

AYKUT ELMAS<br />

BURAK KUT


yorum, pozitif olduğunu düşünüyorum komedinin.<br />

Gülümseten herşey benim için geçerlidir. Dönemsel<br />

mi bilemiyorum ama biz de öyle bir dönemin<br />

çocuklarıyız, aslında apolitik olarak, hamburger<br />

gençliği olarak algılanıyoruz.<br />

Aykut Elmas: Komedinin en sıkı takipçisi genç<br />

nesil oluyor haliyle. Ben de Levent Kırca, Nejat<br />

Uygur, Müjdat Gezen’in yaptığı işleri izleyerek,<br />

onlara gülerek büyüdüm ama büyüdükten sonra<br />

onların politik olduğunu anlamaya başladım.<br />

Belki 20’li, 30’lu yaşlarda bilinçli izleyici vardır<br />

ama ben 12 yaşında bilmiyordum. Jet-ski ile ilgili<br />

muhabbet yaptığı zaman o sözlere gülüyorduk<br />

ama işin aslını bilmiyorduk. Şimdi bunlara ihtiyaç<br />

duymadan komedi üretilebildiğini belki göstermiş<br />

oluruz zamanla.<br />

Önce internetle başladı bu macera, daha<br />

sonra sinemaya geçti. Bu ikisi arasındaki en<br />

büyük fark nedir, üretim aşamasında nasıl bir<br />

fark gördünüz?<br />

Aykut Elmas: Çok daha disiplinli olmak gerekiyor.<br />

Ben video çekerken bir kişiyim, sinema filmi minimum<br />

20-30 kişi. Daha büyük yapımlarda belki<br />

binlerce insanla birlikte yapılan bir proje. Daha<br />

ciddi, daha disiplinli, daha kurallı bir iş.<br />

İnternette bir şey düşünüyorsunuz ve uygulamaya<br />

koyuyorsunuz, fakat sinemada bir<br />

yönetmen var. Ürettiğinizi ona teslim ediyorsunuz,<br />

onun da bir bakış açısı oluyor.<br />

Yaratıcılık açısından bu bir dezavantaj getiriyor<br />

mu?<br />

Aykut Elmas: Bu yönetmen, görüntü yönetmeni,<br />

ışık, herkesle alakalı bir şey. Önemli olan yönetmenin<br />

kafasında ne hayal ettiği aslında. Bu bizim<br />

filmde kısmen gerçekleşti ama senaryoyu üreten<br />

kişiler olarak bizim bazı istediğimiz yerler daha<br />

farklı olmuş olabilir. Çünkü biz onu daha basit<br />

düşünüyoruz halbuki yönetmenin profesyonelliği<br />

o işin öyle olmayacağını bize gösteriyor. Profesyonel<br />

bir el daha iyi oluyor her zaman.<br />

Genel olarak bakıldığında Türk sinemasının<br />

kökeni Yeşilçam’a dayanıyor, bu noktaya oradan<br />

çıkarak geldi. Hepizin sinema anlayışı bir<br />

anlamda Yeşilçam’a dayanıyor. Yeşilçam’da<br />

komedi içinde ağır dram da barındıran bir komedidir.<br />

Sinemayı algılamanızda Yeşilçam sizi<br />

ne kadar etkilemiştir?<br />

Burak Kut: Mutlaka etkilemiştir. Benim avantajım<br />

hayranı olduğum insanlarla tanışma fırsatı bulmam<br />

oldu. Türkan Şoray’la, Şener Şen’le,<br />

Kemal Sunal’la tanışmak çok büyük hayallerdi.<br />

O anlamda şanslı biriyim ben. Türkan Hanım’la<br />

beraber çekim yaptık bir televizyon dizisinde.<br />

Çok kıymetli, tabii ki hayatımızda temellerimizdir.<br />

Çocukluğumuzda oyunculuk yapmaya teşvik<br />

eden özellikle aile filmleridir. Farkındaysanız hiç<br />

modası geçmiyor. Neşeli Günler hikayesi mesela<br />

toplumumuzu, aile yapımızı çok tatlı anlatır.<br />

Bizim tabii ki özümüzdür. Fakat ben kendimi<br />

bildikten sonra müzik konusunda da tamamen<br />

global bakan bir insanım. Kökümde o var severek<br />

onu koruyorum ama Batı sinemasını da takip<br />

ediyorum. Okumaya meraklıyım. Oyunculukla<br />

daha önce ilgilenmiyordum ama Sheakespeare<br />

okuyordum. Hep ilgiliydim. Yakın çevremde<br />

Türkiye’nin çok kıymetli oyuncuları oldu,<br />

onların çıkışlarını gördüm. Türk sinemasının<br />

bu sıçrama dönemine de yakından şahidim. O<br />

filmleri önceden bilme şansına sahip oldum. O<br />

yüzden benim bakış açım farklı. Genelde çok<br />

film izleyen biriyim Batı, Doğu ayırt etmeden.<br />

Şu an ülke sinemasının iyi durumda olduğunu<br />

düşünüyorum. Temelimiz Yeşilçam’dır o duyguya<br />

dönmek lazım aslında. Biraz daha işin


içine profesyonellik girdiği için belki de o bizi<br />

tutuyor. O zamanlar “Hadi kalkın film çekiyoruz”<br />

vardı. Biz klipleri de öyle çekerdik. Alıyorduk<br />

kamerayı gidip çekiyorduk. Büyük prodüksiyonlar<br />

da yaptık ama öncesi öyleydi. Filmler de<br />

öyleymiş.<br />

Sizin görüşünüz nedir bu konuda? Aynı<br />

fikirde olmayabilirsiniz...<br />

Aykut Elmas: Ben böyle sınıflandırmıyorum işi.<br />

Mevzu gülmek, nasıl gülersen gül. Ama çapsız<br />

işlerden ben de her zaman uzak durmak isterim.<br />

Yeşilçam komedisi biz de izledik ama sanırım<br />

daha az yaratıcı, daha kişisel işlerdi. Kemal<br />

Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Şener Şen...<br />

Bireysel yönleri öne çıkan işlerdi. Ama artık günümüz<br />

komedileri biraz daha ekip işi ve bireysellikten<br />

öte yaratıcı fikirlere önem veriyor. Absürt<br />

komedi diyorlar, aslında bana göre yaratıcı komedi<br />

bunun tanımı. Kişisellikten ziyade ekipçe<br />

daha yaratıcı komedilerin ön plana çıkması daha<br />

çok hoşuma gider.<br />

Türkiye zor dönemlerden geçiyor, toplumda<br />

çeşitli acılar yaşanıyor. Böyle dönemlerde<br />

komedi yapmak ne kadar kolay?<br />

Aykut Elmas: Maalesef kendinizi, fikirlerinizi<br />

kısıtlamak zorundasınız. Filmde de böyle<br />

kısıtlanmış şeyler var. Ama toplum huzursuz<br />

olacağına ben de yapmayıveriyim demek daha<br />

güzel.<br />

Siz ne düşünüyorsunuz? Sizin için müzik de<br />

söz konusu. Aslında böyle toplumlarda daha<br />

çok ihtiyaç var ama bir yandan da baskı var.<br />

Burak Kut: Bizim üzerimize yapıştırılan “Beyefendi<br />

Sanatçı” ünvanı var. Pop star olarak<br />

hayatıma devam etmiyorum ama o benimle bareber<br />

yaşıyor. Onun için hep dikkat ederim ahlak<br />

kurallarına uygun mu, küfür var mı... Aslında çok<br />

özgür bir dal komedi. Aykutlar’ın da içinde olduğu<br />

enteresan bir jenerasyon var. O jenerasyonun<br />

da kendi beklentileri var. Müzik için de aynı şey<br />

söylenebilir. Bir iki tane radikal hereket yapabilecek<br />

özgüveni yüksek cesaretli adam lazım.<br />

Aynı şeyi ben de 90’lı yıllarda yaşadım. Bombalar<br />

patlıyordu 90’larda da. Hatırlıyorum çocukken<br />

evde tüp patladı, apartman çıktı “Nereye bomba<br />

atıldı” diye. O kadar da alışmıştık. O dönem için<br />

pop star kariyeri yapmak “Mümkün değil, ülke<br />

batmış” gibi algılanıyordu. Oysa ki bir ihtiyaç da<br />

doğuruyor bu. İçimizden biri, bizim gibi diyorlardı.<br />

Gidip Londra’dan alışveriş yapmıyorduk.


Çarşıdan ne bulursak alıp onunla klip çekiyorduk.<br />

Baktılar “Benim gibi” dediler. Krizin içinden<br />

fırsat hikayesi doğdu. Aynı şey bu filmlerde de<br />

olursa mutlaka senaryo anlamında da iyi şeyler<br />

yapılacaktır diye düşünüyorum.<br />

Filmle ilgili benim size sormadığım sizin<br />

söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />

Aykut Elmas: Önyargıları bir kenara bırakmak<br />

lazım. Filmi sadece fragmana göre, insanların<br />

yaptığı yorumlara göre değerlendirmek büyük<br />

yanlış. Böyle bir çok film heba olmuştur. Mesela<br />

Fight Club sinemada izlenmeyip sonrasında<br />

internette “Sen nasıl izlemedin Fight Club’ı”<br />

denecek kadar kült olmuş bir filmdir. Ben<br />

sadece bir fırsat verilmesini isterim. Gidersin<br />

beğenmezsin yorumunu yaparsın eyvallah<br />

okurum, dinlerim, dikkate alırım. Ama daha gitmeden<br />

ağır eleştirmek çok doğru gelmiyor.<br />

Bu eleştiri kime? Sinemanın entelektüel<br />

kesimine mi, normal izleyiciye mi, internet<br />

kullanıcılarına mı?<br />

Aykut Elmas:Bunu yapan kimse ona. İster<br />

entelektüel olsun. isterse bakkal Mehmet Amca<br />

farketmez. Direkt onlara.<br />

Sizin söyleyecekleriniz nedir?<br />

Burak Kut: Eli yüzü düzgün bir film. Biz seviyoruz.<br />

Kardeşimle çalışmak çok keyifliydi. Ben hep<br />

yeniliklere açık biriyim. O anlamda, onları tenzih<br />

ederim risk de alırım. Bir Don Kişot tarafım<br />

vardır. Biraz sabır isteyen bir iş. Tek sıkıntı şu;<br />

başarısız olanlara pek tahammül yok toplum<br />

algısında. Özellikle iş dünyasında, başarısız<br />

olmuş, batmış kişileri hadi güle güle der yollarlar.<br />

Özellikle Amerika’daki gibi batırdığın<br />

zaman “Bir dakika batırdın mı bravo o zaman<br />

sen işimize yararsın, başarısız olmuşsun ve<br />

bir tecrübe edinmişsin, senden faydalanabiliriz”<br />

gibi şans verilmesi lazım. O anlamda tekrar<br />

tekrar yapma hevesi kırılıyor. Bu herşeyde<br />

olduğu gibi sektörün de seni daraltması, belli<br />

tekelleşmeler, salonlar, onlarla bağlantılı şeylerle<br />

de ilgili. Bir patlama noktasına kadar Aykut gibi<br />

kardeşlerimin de direnç göstermesi gerekiyor. O<br />

anlamda rahatsız edici olabiliyor öyle yorumlar.


ASSASSIN’S CREED<br />

ECDADIN DNA’SI İLE<br />

ENTRİKALAR ÇÖZÜYOR<br />

MASIS ÜŞENMEZ<br />

n Yılın son gişe<br />

bombaları da bu<br />

aralıkta vizyona giriyor.<br />

Bu yapımlardan<br />

en heyecan verici<br />

olanı ise pek çok<br />

bilgisayar oyuncusu<br />

için Assassin’s<br />

Creed olacaktır. Çok uzun zaman önce<br />

oyun uyarlamalarından başarılı filmler<br />

yapılamadığını öğrenmiş olsak da Assassin’s<br />

Creed ile ilgili duyumlar heyecan<br />

verici.<br />

Ubisoft’un uzun soluklu aksiyon<br />

bombası Assassin’s Creed, 93 milyondan<br />

fazla kopya satmayı başarmış bir<br />

oyun serisi. Hızlı, gerçekçi oynanış tarzı,<br />

orta çağın şehirlerinde kah damlarda<br />

dolaşmamızı, kah İstanbul’a bir tepeden<br />

bakmamızı sağlayan ilginç senaryoları<br />

ile oyun genel anlamda Templar ve Assassin<br />

tarikatları arasındaki güç savaşını<br />

anlatan bir hikaye kurgusuna sahiptir.<br />

Filmine gelecek olursak oyun<br />

yapımcılarının firması Ubisoft Motion<br />

Pictures’ın, 20th Century Fox ile<br />

güçlerini birleştirdiğini belirtmekte fayda<br />

var. Geçen yılın önemli yapımlarından<br />

Macbeth’in yönetmeni Justin<br />

Kurzel’in yönetmen koltuğunda, gene<br />

Macbeth’deki başrolü Fassbender’ın<br />

ise hem yapımcı hem de başrolde<br />

olduğu, ayrıca Marion Cotillard, Jeremy<br />

Irons, Michael K. Williams gibi oyuncuları<br />

bünyesinde topladığı düşünülünce Assassin’s<br />

Creed filmi için beklentiler artıyor.<br />

Film ne kadar oyunla aynı dünyada geçse<br />

de Assassin’s Creed evrenini ve altyapısını<br />

geliştirecek orijinal bir senaryoya sahip.<br />

Callum Lynch(Michael Fassbender) bir<br />

cinayet işlediği için idam edilecektir. Ancak<br />

kendisine ilacı verecek olan şirket<br />

Callum’un DNA’sının işlerine yarayacağını<br />

düşününce onu deneylerinde kullanmaya<br />

karar verirler.<br />

Yenilikçi bir teknoloji olan Animus<br />

ile insanların genetik tarihleri açığa<br />

çıkarılabilmektedir. Callum Lynch bu<br />

deneysel teknoloji ile 500 yıl öncesinden<br />

akrabası Aguilar’ın 15.yy. İspanyasında<br />

yaşadığı maceraları sanki kendisi yaşamış<br />

gibi tekrar edebilmektedir.<br />

Callum büyük büyük dedesinin hatıralarına<br />

girince onun Assassin adlı teşkilatın<br />

önemli bir üyesi olduğunu görür. Böylece<br />

Templar’ların baskıcı gücünü yok<br />

etmek için maceraya atılır. Aguilar’ın<br />

Assassian’lara girdiği ilk zamandan<br />

başlayan hikayede ilk düşman gücü giderek<br />

yükselen Engizisyon Mahkemesinin başı<br />

Tomás de Torquemada olacaktır.<br />

Film sürekli günümüze gelip geçmişe<br />

dönerek ilerliyor. Ne yazık ki günümüzde<br />

daha çok zaman harcadığı da gelen bilgiler


Yılın son gişe<br />

bombaları da bu<br />

aralıkta vizyona giriyor.<br />

Bu yapımlardan<br />

en heyecan verici<br />

olanı ise pek çok<br />

bilgisayar oyuncusu<br />

için Assassin’s<br />

Creed olacaktır...


arasında. Aynı oyunun ara ekranlarındaki<br />

gibi “bleeding effect” de göreceğimizi<br />

de söylemem gerekli. Geçmişten gelen<br />

görüntüler ile kahramanımızın iz<br />

bırakarak hareket edip konuştuğu bu<br />

bölümlerin nasıl olacağını fragmanlardan<br />

görebiliyoruz. Zamanında Matrix’te<br />

yapılan ağırlaştırılmış çekimler gibi<br />

bu efektin de bir aksiyon fenomenine<br />

dönüşüp dönüşmeyeceği merak konusu.<br />

Değil oyun çevrimlerinde, iyi bir gişe<br />

filminde bile göremeyeceğimiz müthiş<br />

bir oyuncu gücünü arkasına alan yapım<br />

sırf Michael Fassbender’ı karizmatik<br />

orta çağ kiralık katili rolünde görmek<br />

için bile seyredilmeye değer bir yapım<br />

gibi görünüyor. Ancak bundan çok daha<br />

fazlasını sunacağı da bir gerçek. En<br />

azından umutlarımız o yönde.<br />

Fassbender filmin çekimi için altı yıl<br />

çalışmış. Oyuncu “Konuyu sahiplenmemi<br />

asıl sağlayan nokta iyi ve kötünün<br />

mücadelesini anlatmaması oldu. İki<br />

tarafın da iyi ve kötü yanları var ve bu<br />

da seyirciye git geller yaşatacak. Gerçek<br />

hayattaki gibi gri bir alanda geçen iyi<br />

ve kötü mücadelesi hikayeyi çok daha<br />

katmanlı ve ilginç yapıyor.” diyor.<br />

Filmde Marion Cotillard, Dr. Sophia Rikkin<br />

rolü ile karşımıza çıkıyor. Abstergo<br />

şirketinde çalışan Rikkin kötülüğün gen<br />

tedavisi ile yok edilebilmesi için Cal<br />

üzerinde araştırmalar yapıyor. Şirketin<br />

Madrid bölümünün başı ise Jeremy<br />

Irons’ın oynadığı Sophia’nın babası Alan<br />

Rikkin. Rikkin Animus projesi ile Cal’ın<br />

geçmişini deşmek istiyor böylece günümüzde<br />

bir güç kazanabilmeyi umuyor.<br />

Diğer önemli rollerde ise Michael Kenneth<br />

Williams’ın oynadığı, atası bir voodoo<br />

büyücüsü olan Moussa, Aguilar’ın<br />

yanında çarpışan kiralık katil Maria(Arian<br />

Labed) ve gizemli Joseph’i oynayan


Brendan Gleeson’ı sayabiliriz.<br />

Assassian’ların özgürlük,<br />

Templar’ların ise gücü elerinde tutmak<br />

için savaştığı filmde günümüz<br />

dünyasına da pek çok gönderme<br />

yapılmış “Artık insanlar özgürlüklerini<br />

değil rahatlarını düşünüyorlar. Bunun<br />

için de pek çok probleme göz yumup<br />

ses çıkarmıyorlar.” diyor filmin<br />

bir sahnesinde Charlotte Rampling.<br />

Fassbender da bu söze atıfta bulunarak<br />

“Geldiğimiz nokta tam da istenen<br />

şekilde insanların körleştirildiği<br />

ve aptallaştırıldığı bir dünya düzeni.”<br />

diyor.<br />

Fassbender’ı ve Justin Kurzel’i<br />

konuya dahil eden bir başka nokta<br />

ise DNA hafızası. “Ubisoft’taki oyunun<br />

yaratıcıları ile tanışmadan önce<br />

farkında değildim, ancak dinleyince<br />

ne kadar mantıklı olduğunu anladım.<br />

Bu da filmin aslında geçmişimize<br />

bağımlılık ve gelecek nesillere<br />

neler aktaracağımızla ilgili olması<br />

gerektiğini anlattı bana.” diyor yönetmen.<br />

Callum Lynch’in yüzyıllar öncesinden<br />

atalarından gelen bir mirası taşıyıp<br />

şiddete meyillenmesinin nedeninin<br />

aslında DNA’sı olduğu üzerinde duran<br />

kurgu için Kurzel “Tamamen insanı<br />

anlatan bir film yaptık” diyor. Bu yönden<br />

Assassin’s Creed’i Macbeth’in<br />

oyun dünyasına uyarlanmış bir versiyonu<br />

olarak da görebiliriz.<br />

Geçtiğimiz yazın önemli hitlerinden<br />

Warcraft ile beraber oyun çevrimlerinin<br />

lanetinin bir parça da olsa<br />

kalktığını söyleyebiliriz. Bakalım Assassin’s<br />

Creed bu düşünceyi biraz<br />

daha aşabilecek ve oyun dünyasında<br />

yakaladığı başarı ve franchise’ı sinemada<br />

devam ettirebilecek mi?


BELGESELLER<br />

İNSANIN<br />

YÜREĞİNE AKLINA<br />

DOKUNUR<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

En önemli kriterlerimden<br />

biri de filmlerin bende<br />

bıraktığı etki. Belgeseller<br />

insanın yüreğine, aklına,<br />

fikrine dokunur. Belkide<br />

kaçtığınız gerçeklerle<br />

yüzyüze getirir. Düşündürür,<br />

sorgulatır, yorumlatır,<br />

tartıştırır, hissettirir.<br />

2016’nın son ayındayız. Bir yılı daha<br />

geride bırakırken bu yıl vizyona<br />

giren (!), festivallerde seyircisiyle<br />

buluşabilen ve TV’de gösterilen belgesellere<br />

bir göz atalım istedim. Gerek juri<br />

üyesi, gerek izleyici, gerek belgeselci<br />

gözüyle izleyebildiklerimle klasik bir yıl<br />

sonu değerlendirmesi yapmak istedim.<br />

Gördüğüm kadarıyla bu yılda gene aynı<br />

konular etrafında dönüldüğünü söylemek<br />

yanlış olmaz sanırım. Nedir bu konular:<br />

Çevre, çevre darken özellikle kentsel<br />

dönüşüm, betonlaşma, termik ve nüklüer<br />

santraller, göç, kentten köye kaçış,<br />

köyden kente kaçış, terk edilmiş köyler,<br />

mülteciler, engelliler, LTGB, kadına<br />

şiddet, etnik problemler, terör.<br />

Hızla gelişen film teknolojisinin nimetlerinden<br />

faydalanan belgesel sayısı hiç<br />

de az değil. En önemli teknik sorun ise<br />

yine ses-efekt-kayıt-miksaj. Şu drone<br />

kullanımına biraz değinmek istiyorum.<br />

Pek çok projede dikkatimi çekti. Yerli<br />

yersiz bir drone kullanımıdır gidiyor. Ve<br />

de uzun uzun bir kullanım üstüne üstlük.<br />

“Şimdi burada neden drone kullanılmış,<br />

neye dikkat çekiyor, nasıl bir duygu ve<br />

düşünce dünyasına yolculuk bu, bana ne<br />

göstermek istiyor” diye soruyorum kendime<br />

ama cevap bulamıyorum çoğu kez.<br />

Güzel planlar işte izlesene… Bir de süre<br />

meselesi var çok takıldığım. 60-80 dakika<br />

arası olunca uzun metraj belgesel film<br />

yapılmış olunmuyor bana göre. Fikrin,<br />

konunun, öykünün hakkı ne ise süresi o.<br />

Genelde bir sündürme, kıyıp atamama,<br />

gereksiz tekrarlar… Filmin son halini vermeden<br />

güvendiğimiz insanlara ve hatta<br />

test bir izleyici grubuna izlettirip süreyi<br />

de öyle belirlemek bence çok mühim.<br />

Gereksiz uzamış bir film gerçekten<br />

sıkyor ve koparıyor hikayeden, duygudan.<br />

Üstelik bence kısa belgeseller daha<br />

da önem kazanacak yakın gelecekte.<br />

İnsanlar artık bu hız dünyasında maalesef<br />

cep telefonundan, elindeki tabletten,<br />

bilgisayarından film izlemeye başladı<br />

bile. Her ne kadar biz kabullenmesek de<br />

sinema ve televizyon giderek internete


taşınıyor. Elbette insanlar hikayelerini anlatılmaya<br />

devam edecekler sadece platformlar değişiyor.<br />

İşte bu yeni düzende kısa belgesellerin daha da<br />

önem kazanacağını düşünüyorum.<br />

Anlatım biçimlerine gelince, doğrusu anlatım<br />

dilinden çokça etkilendiğim bir belgesel<br />

hatırlamıyorum. Karakter takipleri, tanıklıklar,<br />

sözlü tarih, bilir kişi anlatımları, görüntü üstü metin<br />

seslendirme veya bütün bunların karması olan<br />

biçimler en çok kullanılan yöntemler. Bunların<br />

hiç birine karşı değilim. Konuya, içeriğe ve fikrin<br />

işleniş biçimene göre hepsi kullanılabilir.<br />

Hatta “klasik belgesel işte” deyip tanıklıklar<br />

veya bilir kişi söyleşileri veya görüntüye metin<br />

yazılarak oluşturulan yapılara küçümser bir tavırla<br />

yaklaşılmasına karşıyım ama! Klişe bir klasik<br />

anlatım tarzından bahsetmiyorum. Öyle bir açı,<br />

öyle bir resim yaparsınız ki, öyle bir içerik ve<br />

görsel kurgu yakalarsınız ki, o klasik anlatımla<br />

başarılı bir sinemtografi yakalarsınız. Önemli olan<br />

bu klasik anlatıma getirdiğiniz içerik ve görsel<br />

yorumdur. Antalya Film Festivali ile Mimarlık ve<br />

Kent Filmleri Festivali’nde seyircisiyle buluşan Bir<br />

Yenilgi’nin Anatomisi belgeseli buna çok güzel bir<br />

örnek. Evet klasik bir anlatım. Tanıklıklar ve bilir<br />

kişilerin yorumları ile oluşturulmuş bir içerik kurgusu<br />

var fakat merakla takip ediyorsunuz.Görüntü<br />

yönetimi ve kurgusundaki sinemasal anlatımla,<br />

müzik kullanımındaki denge ve kombinasyonla<br />

da başarılı bir yapım olmuş.<br />

Devam edersek en çok hoşuma giden ise,<br />

sözün çok az olduğu hatta hiç olmadığı sadcece<br />

görüntünün konuşturulmaya çalışıldığı bazı belgeseller<br />

izlemiş olmak. Adana Film Festivalin’de<br />

ödül alan Müsahip, Kayseri Film Festivali ödüllü<br />

Vefa ve Boğaziçi Film Festivali finalistlerinden<br />

Çeper’i bu tür denemelere örnek gösterebilirim.<br />

En son izlediğim Kara Atlas’ı ise farklı bir dil<br />

arayışı ile oldukça başarılı buldum. Antakya<br />

Film Festivali’nde juri üyesi sıfatıyla izlediğim<br />

belgesel; yerelden evrensele uzanan etkisiyle<br />

tüm dünyanın önemli bir sosyal ve çevre problemi<br />

haline gelen kömür tüketimini ve termik<br />

santral inşaatlarını, sinema sanatının inceliklerini<br />

kullanarak gerek görüntü yönetimi gerekse<br />

kurgudaki denemeleri ve ironik bir bakış açısıyla<br />

öyle güzel anlatmış ki. Zaten en iyi belgesel<br />

ödülününde sahibi oldu.<br />

İzlediğim filmleri sadece fikir, konu, dramaturjik<br />

yapı, yeni arayışlar ve sinematografik açıdıan<br />

değerlendirmiyorum. En önemli kriterlerimden<br />

biri de filmlerin bende bıraktığı tesir. Belgeseller<br />

insanın yüreğine, aklına, fikrine dokunur.<br />

Belkide kaçtığınız gerçeklerle yüzyüze getirir.


Düşündürür, sorgulatır, yorumlatır, tartıştırır,<br />

hissettirir. Seyrederken gözlerimi yaşartan,<br />

yüreğimi büzen Bogaziçi Film Festivali’nde<br />

en iyi belgeel ödülünü alan Süheyla bunlardan<br />

biri mesela. Görme engelli bir kadının<br />

yaşama sevinci, mücadelesi, enerjisi ve<br />

hayata bütün zorluklara rağmen tutunması,<br />

hayallerinin peşinden koşması bana bir kez<br />

daha kendimi ve hayatı sorgulattı. Antalya’da<br />

izlediğim Nijer’de küçük bir bölgede yoksulluk,<br />

yoksunluk mücadelesi veren katarak<br />

hastaların öyküsünü anlatan Lamorde dünya<br />

nimetlerinin paylaşımındaki adaletsizliğin,<br />

sömürünün boyutlarını bir kez daha hatırlattığı<br />

için içimi yine yeniden burktu, sinirlendirdi<br />

beni, dünya sistemini sorgulattı. TRT Belgesel<br />

Ödülleri kapsamında Meysa’yı ise göz<br />

yaşlarımı sile sile izledim. Kalbim sıkıştı,<br />

ellerim titredi, insanlıktan, kendimden nefret<br />

ettim. Suriye’deki savaşta ölen kocasının ve<br />

ailesinin ardından 7 çocuğu ile Kilis’teki mülteci<br />

kampına sığınan bir kadın olan Meysa’nın<br />

öyküsü, gözleri, mücadelesi günlerce<br />

aklımdan çıkmadı.<br />

Belgeseller zor şartlarda hatta belki inatla<br />

üretilmeye devam ediyor. Bazı festivaller<br />

belgesellere hiç yer vermiyor, bazısı sadece<br />

gösteriyor, bazısı yarışmalı bölüm açıyor sembolik<br />

de olsa para ödülü veriyor ki bu bir sonraki<br />

yapım için önemli bir meblağ bile olabiliyor.<br />

Finans kaynaklarımız, destekçilerimiz ise<br />

hala aynı. Kültür Bakanlığı, TRT, çeşitli fonlar,<br />

bazı pitchingler, belgesel kanalları, küçük ayni<br />

destekler, imece usulü ve en önemlisi büyük<br />

tutkumuz…<br />

Gelelim belgesellerimizi nerede<br />

gösterdiğimize. Sinemada vizyona giren<br />

belgeller arasında yerli yapım olarak sadece<br />

Ah Yalan Dünya’da, Hatıraların Masumiyeti,<br />

Hasret ve Başgan yer alıyor. Gişeleri pek<br />

parlak değil. Festivallere baktığımızda gerek<br />

gösterim mekanları ve saatleri açısından<br />

gerek izleyiciye duyurulması açısından pek de<br />

etkin olduklarını söyleyemeyeceğim. Antalya<br />

Film Festivali’nde salondaki 10-12 kişiden<br />

biriydim. Boğaziçi Film Festivali’nde de durum<br />

farklı değildi. Ekipler biribirinin filmlerini izliyordu<br />

adeta aradaki 3-5 izleyiciyi saymazsak.<br />

Antakya Film Festivali ise tam bir faciaydı.<br />

Finale kalan belgeseller ve ekipleri seyirci ile<br />

buluşturulamadı bile. Gösterilen bir iki tanesi ise boş<br />

koltuklara sunuldu. Kayseri Altın Çınar ve Adana<br />

Altın Koza’da ise vaziyet biraz daha iyiydi. Salonlar<br />

ortalama 25-65 kişi arasında gidip gelmekteydi.<br />

Bana kalırsa burada çift yönlü bir etkileşim var . Belgesel<br />

severler kurmaca filmlerde olduğu kadar duyuru<br />

ve bilgilendirmeye maruz kalmıyorlar. Belgesel<br />

seyircisi özeldir genel geçer, bildik PR yöntemleri<br />

ile ulaşamazsınız. Onları, takip ettikleri mecralardan,<br />

mekanlardan, zamanlardan yakalamalısınız.<br />

Bir diğer yanı ise “belgesel izlerim, çok severim”


diyen izleyicinin samimiyetsizliği ve ne, nerede,<br />

ne zaman konusundaki duyarsızlığı. Kapısının<br />

altından atacaksın gösterim çizelgesini ya da<br />

telefonuna mesaj geçeceksin ki ancak o zaman<br />

duyabilsin. Eğer evdeyse, telefonu açıksa…<br />

2016’da bazı kötü hatta çok kötü hiç bir<br />

açıdan belgesel diyemeyeceğim yapımlarda<br />

izledim tabii. Ama yine de iyi niyetli bütün çabalara<br />

saygı duyuyorum. Yeter ki belgesel adı<br />

altında propaganda yapılmasın,kişisel, grupsal<br />

çıkarlara alet edilmesin, evrensel etik değerler<br />

ezilmesin. Gerçekler deforme edilmesin. Yeter<br />

ki samimiyet olsun. Yoksa bu işler yürekle, akılla,<br />

zamanla, deneyimle, çabayla, arayışla, tutkuyla<br />

oluyor. Kaçırdığım, haberdar olamadığım, ne yazık<br />

ki vakit ayıramadığım pek çok belgesel oldu ama<br />

izlenecekler listemdeler.<br />

2017’nin hayal ve beklentilerinizin ötesinde<br />

geçmesini dilerken, belgesel sinema adına da<br />

bereketli bir sene olmasını temenni ediyorum hem<br />

üretim hem izlenirlik açısından.<br />

Sanattan yoksun kalmayalım, hayat damarlarımızı<br />

güçlendirelim. Sağlıkla…


ZHANG YİMOU<br />

GERÇEK BİR SANATÇI<br />

Zhang Yimou sinemasını her<br />

zaman daha ileriye taşıdı ve<br />

değişik türlerde kotardığı<br />

filmler ile önce festivallerde,<br />

daha sonra ise daha geniş<br />

kitleler arasında adından söz<br />

ettirmeye başardı.<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

n Çin sineması farklı<br />

kuşaklara ait sağlam<br />

sinemacıları dünyaya<br />

kazandırdı. Bazıları<br />

kendi geleneksel<br />

sinemalarını, bazıları<br />

belirli türleri işlemeyi<br />

tercih etti. Beşinci<br />

kuşak olarak bilinen ve aralarında Zhang<br />

Yimou’nun da olduğu dönemin yönetmenleri<br />

ise Batı’ya daha çok açıldı ve<br />

kendi kalıplarının dışına çıkabildiler. Hal<br />

böyle olunca da dünya çapında ödüller<br />

gelmeye başladı. Tabuları yıkan ve<br />

kültür devrimi etkileri taşıyan bu kuşak<br />

Kore insanının yaşadıklarını da perdeye<br />

yasıtmaktan geri kalmadı. Bu kuşağın<br />

en önemli ismi olan Zhang Yimou ise<br />

sinemasını her zaman daha ileriye taşıdı<br />

ve değişik türlerde kotardığı filmler ile<br />

önce festivallerde, daha sonra ise daha<br />

popüler ve geniş kitleler arasında adından<br />

söz ettirmeye başardı. Zhang Yimou,<br />

kültür devrimi sonrası bir süre çiftçilik<br />

yapmış, daha sonra da fotoğrafçılığa<br />

merak sarmış bir yönetmen. Yeterli parayı<br />

biriktirdikten sonra sinema okuluna<br />

giden ve eğitimini tamamlayan Yimou, ilk<br />

deneyimlerini görüntü yönetmeni olarak<br />

yaşadı. Fotoğrafçılıktan gelme birçok usta<br />

yönetmen gibi, o da filmlerinde görsel<br />

açıdan harikalar yarattı ve kendine özgü<br />

bir bçim yaratmayı başardı. İlk kotardığı<br />

filmleri arthouse sinemaya daha yakı olan,<br />

geleneksel sanatlardan kadın haklarına<br />

kadar geniş bir drama skalasında gezen<br />

ve aksiyon ile epik filmlere nredeyse hiç<br />

bulaşmayan Zimou sinemasının ikinci<br />

yarısı ise bu cümlenin tamamen tersine<br />

döndü. Dövüş sanatlarından savaşlara,<br />

gerçek ile kurmacanın bir araya girdiği<br />

tarihi hikayelerden fantastiğe kadar birçok<br />

popüler alana sıçradı ve bu anlamda da en<br />

iyi filmleri çekmeyi başardı. Görsel açıdan<br />

neredeyse kusursuz olan bu filmler, koreografi<br />

ve renk anlamında sanat<br />

eseri olarak kabul görmekteler.<br />

İster drama, ister epik olsun,<br />

bu açıdan Zimou filmini tek bir<br />

karesinden tanımak neredeyse<br />

mümkün.<br />

Çin halkının sorularını ve<br />

yaşanan tarihi olaylar neticesinde<br />

oluşan durumlarını çok<br />

iyi beyazperdeye yansıtan usta<br />

yönetmen, kadınların sorunlarını<br />

da en net şekli ile önümüze getirdi ve tez<br />

konularına kadar incelendi, tartışıldı. Bunun<br />

yanı sıra sıradan insanların hikayesini<br />

bir masal gibi anlatan ama gerçeklik


ile harika bir harmanlama yaparak sunan<br />

Zimou, epik filmlere tamamen geçiş yapana<br />

kadar her ülkenin sinem festivallerine<br />

damgasını vurdu. Daha sonra, özellikle<br />

Hero filmi ile başlayan aksiyonel süreç<br />

ise yine başarılı filmler ve muhteşem<br />

hikayeler ile dopdolu geçti. Kadınları<br />

anlatmaya bu filmlerinde de devam eden<br />

ama erkeklerin dünyasına da kılıcını keskin<br />

bir şekilde savuran Zimou, şu sıralar<br />

Çin sineması tarihinin en pahalı ve en<br />

görkemli filmi The Great Wall üzerinden<br />

çalışıyor ve bu ayın sonunda biz de izleme<br />

şansı elde edeceğiz. Çin Seddi etrafından<br />

dönen hem masal hem gerçek olayların<br />

anlatıldığı filmin, hikayesi, görselliği,<br />

oyuncu kadrosu ve iddiası oldukça yüksek<br />

durumda. İyi bir film olacağından hiç<br />

şüphemiz yok.<br />

Filmi beklerken, Zimou’nun önemli filmlerinden<br />

beş tanesine bir göz atalım;<br />

Raise the Red Lantern – 1991<br />

Filmin ismindeki betimlemeler nedeni ile<br />

Sosyalizm ve toplusal eleştiri<br />

yapıldığı gerekçesi ile bir dönem<br />

yasaklı olan film, kaprisli<br />

bir soylunun dördüncü eşi<br />

olan kadının yaşadıkları üzerinden<br />

ilerliyor. Yönetmenin fetiş<br />

oyuncusu Gong Li’nin hayat<br />

verdiği karakterin bakışları ile<br />

açılan film, harika performans<br />

ile de şahlanır. Dört kadının<br />

çekişmeleri, sorunları ve<br />

toplumda kadının yerinin sorgulandığı<br />

filmde, Zimou, teknik becerilerini de<br />

perdeye yansıtıyor ve muhteşem bir<br />

renk şölenini bizlere sunuyor. İnsanın<br />

iyi oynadığında kendisini ve herkesi,<br />

kötü oynadığından ise sadece<br />

kendini kandırabilmesi filmin önemli<br />

mesajlarından biri.<br />

To Live – 1994<br />

1940’lı yıllarda bir çiftçi aile üzerinden<br />

ilerleyen hikaye, servetini kumarda kaybeden<br />

ve geçimini sağlamak için kukla<br />

sanatçılığı yapmaya başlayan bir adam<br />

üzerinden ilerler. Kültü<br />

Devrimi’nin yansımalarını<br />

gördüğümüz hikaye, bireyin<br />

trajedisini anlatır ama<br />

esas mesa toplumsaldır.<br />

Umut etmek konusunda vazgeçmemeyi<br />

öğütleyen film Cannes Film Festivali’nde<br />

jüri büyük ödülü kazanır. Usta Zimou filmi<br />

için şu sözleri sarf eder; “Amacım sıradan<br />

bir Çin ailesinin yaşamını yansıtmaktı.<br />

Bu insanların yaşamlarında çok boyutlu<br />

planları yok, elinde olanlarla yetinmeyi<br />

biliyorlar. Birçok insan filmdeki karakterlerle<br />

kendi yaşamları arasında paralellikler<br />

kurdu.”


Hero – 2002<br />

Zhang Yimou’nun artık<br />

tamamen ve bütün dünya<br />

tarafından tanındığı<br />

film Hero desek sanırım<br />

yanlış olmaz. Her filminden bir adım<br />

önde bir görsel şölen, dokunaklı bir masal<br />

ve bir o kadar da gerçek bir hikaye.<br />

İmparatorluk öncesi Çin’de geçen hikayede,<br />

suikaste uğramaktan korkan bir<br />

krala yardım edeceğini söyleyen iimsiz<br />

bir kahramanın varlığını anlatan film,<br />

ihanetler, yalanlar ve kahramanlıklar ile<br />

bezeli. Savaş sahneleri ve koreografi<br />

konusunda ise o güne kadar görülmemiş<br />

bir estetik hakim. Sadece Zimou ya da<br />

Uzakdoğu sinemasının değil sinema tarihini<br />

gelmiş geçmiş en iyi filmlerinden biri<br />

durumunda Hero...Oscar adayı da olan<br />

filmin baş rollerinden ise Tony Leung ve<br />

Jet Li gibi iki öenmli oyuncu bulunmakta.<br />

House of Flying Daggers – 2004<br />

Oldukça romantik olan bir polis, bir<br />

anlaşma üzerine asi grubun etkileyici<br />

güzellikte olan bir üyesini arkadaşlarına<br />

tekrar katılabilmesi için cezaevinden<br />

çıkarır, ancak hikayenin sonrası sürprizler<br />

ve olumsuzluklarla dolu olacaktır.<br />

Yine harika bir anlatım, yine müthiş<br />

görsellik ve akıl almaz koreografiler.<br />

Zimou, epik filmlere geçişini daha da<br />

sağlamlaştırıyor ve Hero sonrası onun<br />

kadar olmasa da çok başarılı bir filme<br />

imza atıyor. Hikayesini öylesine harika<br />

kuruyor ki bazen bir masal, bazen en<br />

gerçeğinden bir aşk hikayesi izlediğimizi<br />

hissediyoruz. Sinematografi dalında Oscar<br />

adaylığı da bulunan filmin oyunculuk<br />

performansları ise yine muazzam. Özellikle<br />

Ziyi Zhang en kaba tabirle döktürmiş<br />

vaziyette.<br />

Curse of the Golden Flower – 2006<br />

10.yüzyılda Çin’in çalkantılı politik ve<br />

toplumsal hayatı, Tang Hanedanlığı’nın<br />

içine de sızmıştır. Kral üç oğlu ile sorunlar<br />

yaşamakta ve bu sarayı tamamen<br />

etkisi altına almaktadır. Bir de bu duruma<br />

Kraliçe’nin sorunları eklenince içinden<br />

çıkılmaz bir savaş hali kapıda beklemektedir.<br />

Bu kez de kostüm dalında Oscar<br />

adayı olan film, Zimou’nun yeteneklerini<br />

yine gözler önüne serdiği bir yapım<br />

olarak izleyici ile buluştur. Artık görsel<br />

şölen Zimou için sıradan bir hal almıştı.<br />

Güç, iktidar ve çıkarların dünyasına sert<br />

bir eleştiri getiren film, her zamanki gibi<br />

epik bir harika. Zimou, ana karakterleri<br />

ve hikayeyi kadınlar üzerinden direkt<br />

ya da dolaylı olarak kurmaktan da yine<br />

vazgeçmiyor. Onun dehasını izlemek<br />

ve her defasından hayran kalıp artık<br />

şaşırmamak da bizlere düşüyor.


ÇOCUKLARI KULLANMAK<br />

ONLARA ÜRETİM YAPMAK<br />

Mavi Bisikleti yapımcı-senarist eşi Nursel Çetin ile 6 yıllık<br />

uzun uğraşlar sonucu çeken yönetmen Ümit Köreken, 2<br />

Aralık’ta vizyona girecek ilk filminin hikayesini anlattı…<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Mavi Bisiklet, 53. Uluslararası Antalya Film<br />

Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünden En İyi Film,<br />

En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerini kazandı.<br />

Filmi yapımcı-senarist eşi Nursel Çetin ile 6 yıllık<br />

uzun uğraşlar sonucu çeken yönetmen Ümit Köreken,<br />

2 Aralık’ta vizyona girecek ilk filminin hikayesini<br />

anlattı…<br />

İlk filminizle En İyi Film başta olmak üzere 3<br />

önemli Altın Portakal’ın sahibi oldunuz, öncelikle<br />

tebrikler…<br />

Amacımızı taçlandıran bu ödül bizi bu yolda emin<br />

adımlarla yürümek konusunda daha da yüreklendirdi.<br />

Bu alanda öncü olduğumuzu ve benzer projelerin<br />

de yapılmaya başlandığını görmek bizi ayrıca sevindiren<br />

bir başka konu. Gönül verdiğimiz bu yolda<br />

çalışmalarımızı sürdüreceğimizi ve daha fazla çocuğa<br />

ulaşmayı hedeflediğimizi de belirtmek isterim. En<br />

azından sinema sektöründe elimizden gelenleri<br />

yaparak Dünya çocuklarının çocukluklarını doyasıya<br />

yaşaması dileğiyle yolumuza devam edeceğiz.<br />

Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu gibi ustalar ve Babamın<br />

Kanatları, Albüm gibi başarılı ilk filmlerle yarışmak<br />

gurur vericiydi.<br />

Sizi biraz tanıyabilir miyiz?<br />

Sinema okumadım, bunu söyleyerek başlayayım.<br />

(gülüyor) İşletme mezunuyum ama yazar kökenliyim.<br />

Oyun ve öykü yazarıyım aslında. Bu bir ilk film, elbette<br />

eksikleri vardır. Beni sinema mezunu değilim.<br />

Bildiklerimiz, gördüklerimiz ve öğrendiklerimizle bir<br />

film yaptık. Samimiyetimiz seyirciye gittiğimiz her<br />

yerde ulaştı. İran sinemasını çok seviyorum. Benim<br />

en büyük ilham kaynağıdır. İskandinav hatta daha çok<br />

Kuzey Avrupa sinemasını çok seviyorum. Görüntü<br />

yönetmenimiz Alman, filmde İran Sineması’ndaki<br />

sıcaklıkla, Kuzey Avrupa’nın soğukluğunu bir potada<br />

eritmeye çalıştık.<br />

Ne tarz öyküler ve oyunlar yazıyordunuz?<br />

Çocuk oyunları… Eşimin çocuklar üzerine ciddi<br />

çalışmaları vardı. Onunla tanıştıktan ve evlendikten<br />

sonra ikimiz kafa kafaya verip birlikte çalışmaya<br />

başladık. 4 yıl Erzurum’da yaşadık, orada bir<br />

merkezde çocuklara eğitimler verdik, çocuk oyunları<br />

yazdık, devlet tiyatrolarına verdik hatta bir kitabımız<br />

bile çıktı.<br />

Mavi Bisiklet’in hikayesi bu süreçte mi<br />

şekillenmeye başladı?<br />

Yalnızca bu süreç değil, benim çocukluğumdan, senaryo<br />

eşim Nursen’in öykülerinden ve bir gazete haberinden<br />

oluşuyor. Tüm bunları birleştirip bir tiyatro<br />

oyunu yazdık. Bu filmi yaparken 3 hedefimiz var. İlki<br />

çocuklarla yaptığımız 2 yıllık ön çalışma ile onların<br />

hayatına bir anlam katma, bir diğeri tüm dünyaya bu<br />

filmi ulaştırma sonuncusu ise Türkiye’deki okullara<br />

ulaşarak (özellikle 9-14 yaş arası) çocuklara bu filmi<br />

izletebilmek.<br />

Mavi Bisiklet tiyatro uyarlaması mı?<br />

Evet, sonra devlet tiyatrosunda oyunlarımızı okuyan<br />

bir yönetmen öykünün sinemaya çok yatkın<br />

olduğunu söyledi. Çok iyi birer film izleyicisiydik ancak<br />

film yapmak gibi bir niyetimiz yoktu. Daha sonra<br />

bu fikir üzerine düşünmeye başladık.<br />

Sinema filmi yapma konusundaki en büyük motivasyonunuz<br />

ne oldu?<br />

Mavi Bisiklet’i daha geniş kitlelere ulaştırabilecek<br />

olma ihtimali diyebilirim. 2010 yılında Kültür<br />

Bakanlığı’ndan senaryo geliştirme desteği aldık.<br />

2012 yılında Köprüde Buluşmalar’a seçildik. Orada<br />

uluslararası nasıl çalışabileceğimi gördük. 2013<br />

yılında ise yapım desteğine başvurduk. Ben o arada


BAŞKA<br />

BAŞKA<br />

ÜMİT KÖREKEN


işi öğrenmek için iki kısa film çektim.<br />

Buarada Avrupa’nın en büyük ve prestijli Çocuk<br />

Filmleri Festivali olan Cinekid’e seçildiniz…<br />

Amsterdam’da bu festivale başvuran 33 proje vardı.<br />

Türkiye’den ise yalnızca bir katıldık. Orada en iyi proje<br />

ödülünü aldık ve Alman ortağımızı bulduk. Onunla bir<br />

takım fonlara başvurduk ve filmi ancak 2015’te çekebildik.<br />

2016 yılında post prodüksiyonu bitti ve dünya<br />

prömiyerimizi Berlin Film Festivali’nde yaptık.<br />

Şu ana kadar kaç festivale katıldınız?<br />

Yaklaşık 20 festival oldu. Rusya’dan İsrail’e;<br />

Colombia’dan Bangladeş’e uzanan coğrafya itibariyle<br />

çok farklı yerlere gitti. Her gittiğimiz ülkede büyük<br />

bir ilgiyle karşılandı. Berlin’de aynı anda 3 salonda<br />

gösterildi. Oraya çocukları da götürmüştük, çıkışta<br />

onlardan imza alabilmek için kuyruklar oldu. Sonuçtan<br />

çok memnunuz. Keşke bizim ülkemizde de Berlin’de<br />

olduğu gibi bir Generation bölümü olsa… Böylelikle<br />

çocukluktan gelen bir festival geleneği yaratabiliriz<br />

diye düşünüyorum.<br />

Çocuk oyuncuyla çalışmak kolay mı sizce?<br />

Çocuklarla çalışmak kolaydır diyen, çocuğun dilinden<br />

anlamıyordur. Tabii çocuğu ailesiyle birlikte<br />

sabah 5’ten akşam 8’e kadar bağırıp çağırarak sette<br />

çalıştırıyorsanız kolaydır. Çocuğu 5 saatten fazla<br />

çalıştırmamak gerekiyor, bizde henüz yasası yok ama<br />

bu etki bir kural. Eğer onları birer birey olarak görüp<br />

fikirlerine değer verirseniz çok güzel sonuçlar çıkıyor.<br />

Siz nasıl bir çalışma yöntemi uyguladınız?<br />

Biz 2012 yılında filmi Akşehir’de çekmeye karar<br />

verdiğimiz andan itibaren tek tek tüm okulları, köyleri<br />

dolaşarak filmin duyurusunu yaptık. 2 yıllık bir eğitim<br />

sözü verdik ve o zaman zarfı boyunca sık sık giderek<br />

hem aileler hem de çocuklarla toplantılar yaptık. Başta<br />

400 çocuk vardı, ön yapımda 100 çocuğa düştü. Bu<br />

çocukların tamamı bir şekilde filmde rol aldı. Bu ciddi<br />

maliyet gerektiren bir şeydi, bize İstanbul’da cast<br />

ajansları var, çocuğu oradan alıp götürün dediler.<br />

Neler yaptınız çocuklarla?<br />

Nursen zaten drama lideri… Bir program hazırladık<br />

ön yapım için. Öncesinde sinemanın temel ilkeleri,<br />

doğaçlama, tiyatro gibi konular hakkında eğitimler<br />

verdik ve inanılmaz sonuçlar aldık. Sonra çocuklara<br />

senaryo vermeden, senaryodan hak, adalet, demokrasi<br />

gibi kavramlar çıkartarak çocuklarla çalıştık. Mesela<br />

filmdeki afişi çocuklar tasardı. Bunun gibi daha birçok<br />

şey var. Kolektif bir çalışma oldu yani. Ayrıca çocuklara<br />

bu çalışmalara katıldıklarına dair bir de sertifika<br />

hazırlığı içerisindeyiz. Belki ileride başka kapıların<br />

açılmasını sağlar, referans olur.<br />

Gelelim Türk Sineması’nda son yıllarda yükselen<br />

“Çocuk Filmleri” furyasına… Meselenin<br />

muhataplarından biri olarak ne düşünüyorsunuz<br />

bu konuda?<br />

Güzel bir konuyu değindiniz, güzel bir cevap vermeye<br />

çalışacağım. (gülüyor) Bizim hedefimiz hiçbir zaman<br />

çocukları kullanarak bir yerlere gelmek değildi.<br />

Zaten yıllardır çocuklarla çalışıyoruz. İlk filmini<br />

çocuklarla yapanların, ikinci, üçüncü filmlerinde yine<br />

çocuklarla çalışmaya devam etmelerini, bunu bir<br />

basamak olarak görmemelerini bekliyorum.<br />

Sizin bundan sonraki projeleriniz hep çocuklar<br />

üzerine mi olacak?<br />

Evet, ikinci projemiz Antalya’da forumdaydı, o da bir<br />

çocuğun hikayesi. Üçüncü projemizi yazıyoruz şu an<br />

da o da bir çocuğun hikayesi… Çocukları kullanmak<br />

başka, çocuklar için üretim yapmak başka bir şey…<br />

5 sene sonra bir araya geldiğimizde bu konuyu<br />

tekrar konuşuruz. (gülerek) Ödül kazanmasak da bu<br />

anlayışla film yapmaya devam edeceğiz.


Huzurlarınızda<br />

Noel<br />

korkularının<br />

belki de en<br />

meşhurlarından<br />

Silent Night,<br />

Deadly Night ve<br />

4 devam filmi!<br />

MURAT KIZILCA<br />

n Özel günlerin<br />

neredeyse hepsine ait<br />

filmlerin toplam sayısı<br />

bir hayli kabarıktır ama<br />

sayıca üstünlük açık<br />

ara Noel (Christmas)<br />

ve Halloween filmlerindedir.<br />

Özellikle korku<br />

sineması özel günlerle yakından ilgilidir.<br />

Şükran Günü’nden (Thanksgiving) Sevgililer<br />

Günü’ne, St. Patrick Günü’nden Anneler<br />

Günü’ne hiçbirini atlamaz. Aralarından<br />

çok azı sinemalarda gösterim şansı bulur.<br />

Daha çok direkt (bir zamanlar) video<br />

kaset ya da (günümüzde) DVD piyasası<br />

için çevrilen bu filmlerin ticari açıdan<br />

tatmin edici bir pazarı vardır. Bu yazıda<br />

Noel korkuları sınıfına giren en önemli<br />

filmlerden biri olan “Silent Night, Deadly<br />

Night” ve dört devam filmini tanıtacağız.<br />

Silent Night, Deadly Night (1<strong>98</strong>4)<br />

Bağımsız sinema adına 70’li yılların<br />

en önemli (ve en çok kazanan)<br />

yapımcılarından biri olan Charles E. Sellier<br />

Jr, 80’li yıllarda birkaç defa kamera<br />

arkasına da geçti. “Silent<br />

Night, Deadly Night” da Sellier’ın<br />

o dönemde yönettiği filmlerden<br />

biri. Kabaca üç bölüme ayrılan<br />

film, 1971 yılında geçen ilk<br />

bölümde, henüz beş yaşındaki<br />

başkahramanımız(!) Billy’nin aile-


YILBAŞI GECESİ<br />

SILENT NIGHT<br />

DEADLY NIGHT<br />

sinin, Noel Baba kılığına girmiş bir katil<br />

tarafından katledilişini gösteriyor. Billy,<br />

annesi, babası ve kundaktaki kardeşi<br />

Ricky ile beraber büyükbabasına Noel<br />

ziyaretine gider. Hastanede yatan ve hiç<br />

kimseyle konuşmayan büyükbaba, yalnız<br />

kaldığı bir anda Billy’ye Noel Baba’nın<br />

yaramaz çocukları cezalandırması ile ilgili<br />

korkunç şeyler söyler. Evlerine dönmekte<br />

olan aile, yolda Noel Baba kılığındaki bir<br />

seri katilin saldırısına uğrar. Arabadan<br />

kaçıp yol kenarındaki çalıların arkasına<br />

saklanan Billy, Noel Baba’nın anne ve<br />

babasını acımasızca öldürdüğüne tanık<br />

olur. 1974 yılında geçen ikinci bölümde,<br />

sekiz yaşındaki Billy ve küçük kardeşi<br />

Ricky, rahibeler tarafından yönetilen bir<br />

yetimhanededir. Özellikle Baş Rahibe<br />

(Mother Superior), Billy’nin yaşadığı<br />

travmaya aldırmadan onu katı disiplin<br />

kuralları ile yetiştirebileceğine<br />

inanmaktadır ama bu dönem Billy’ye hiç<br />

iyi gelmez, aksine Noel Baba travması<br />

daha da yoğun bir hal alır. 1<strong>98</strong>4 yılında<br />

geçen üçüncü bölümde, Billy artık 18<br />

yaşına gelmiş, yetimhaneden ayrılmıştır.<br />

Bir oyuncakçı dükkânında iş bulur. İşlerin<br />

yoğunlaştığı Noel zamanı dükkâna gelen<br />

çocukları eğlendirmek için Noel Baba<br />

kılığına girmek zorunda kalır. Dükkân<br />

kapandıktan sonra işvereninin zoruyla<br />

aldığı alkolle iyice gerçeklikten kopan


Billy, yaramazları cezalandırmaya başlar.<br />

Billy’nin travmatik geçmişine odaklanan<br />

ilk iki bölüm, üçüncü bölümde<br />

gerçekleşecek bir dizi cinayetin altlığını<br />

hazırlamak için kullanılmış. Süre olarak<br />

filmin bütününde biraz fazla yer kaplasa<br />

da Billy’nin önüne geleni öldüren bir seri<br />

katile dönüşmesinin gelişim sürecini<br />

detaylı bir şekilde aktarıyor. Filmin ana<br />

omurgasını oluşturan final bölümünde<br />

tipik bir ‘slasher’a dönüşen “Silent Night,<br />

Deadly Night”, alt türün gereklerini<br />

harfiyen yerine getiriyor. Bu bölümdeki<br />

kurbanlardan biri olan Denise rolünde, en<br />

sevdiğimiz çığlık kraliçelerinden Linnea<br />

Quigley’nin rol aldığını da ekleyelim.<br />

Film, A Nightmare on Elm Street ile aynı<br />

hafta gösterime girmiş ve ilk hafta sonunda<br />

Freddy’den daha fazla seyirci<br />

toplamayı başarmış. Gişede işler gayet<br />

iyi giderken ortaya korku filmlerinin ezeli<br />

düşmanı muhafazakâr gruplar çıkmış.<br />

“Silent Night, Deadly Night”ın televizyona<br />

verdiği reklamda Noel Baba’nın<br />

eli baltalı bir katil olarak resmedilmesine<br />

tahammül edemeyen öfkeli ebeveynler,<br />

“filmin reklamları kaldırılsın<br />

ve hatta film gösterimden kalksın”<br />

kampanyaları düzenlemişler. Yoğun<br />

protestolar sonucu film gösterimden<br />

kaldırılmış. Tam bir sosyolojik vaka olarak<br />

değerlendirilebilecek bu grupların korku<br />

filmlerine olan anlamsız düşmanlıkları<br />

özel bir incelemeyi hak ediyor. Bu arada<br />

film gösterimden kalktıktan sonra ‘uncut’<br />

olarak yayınlanan video kasetin yok<br />

sattığını söylememe gerek yok herhalde.<br />

Zamanla kült mertebesine erişen film,<br />

geniş bir hayran kitlesi edinmekte de hiç<br />

zorlanmamış.<br />

Silent Night, Deadly Night 2<br />

(1<strong>98</strong>7)<br />

Karşımızda sinema tarihinin en<br />

garip devam filmlerinden biri var.<br />

Yönetmenliğini Lee Harry’nin<br />

yaptığı filmde aradan seneler<br />

geçmiş ve Billy’nin kardeşi<br />

Ricky akıl hastanesine kapatılmıştır.<br />

Dr. Henry Bloom isimli bir psikiyatrist<br />

ile bir odada yalnız başına görüşmeye<br />

başlayan Ricky, hastaneye düştüğü ana<br />

kadar yaşadıklarını anlatır. Ancak olayları<br />

biraz geriden alan Ricky, nedense ilk<br />

film boyunca abisinin yaşadıklarını da<br />

aktarmaya başlar ve böylece 45 dakika<br />

(evet, tam kırk beş dakika) ilk filmin bütün<br />

önemli anlarını içeren kısımlarını bir daha<br />

baştan izleriz. Yani bu filmin yarısı, hatta<br />

yarısından da fazlası, ilk filme ait sekanslardan<br />

oluşuyor, gerçekten inanılmaz!<br />

Yönetmen Lee Harry, proje eline ilk<br />

geldiğinde yeni bir film çekmek istemiş<br />

ama bütçe o kadar düşükmüş ki yeni bir<br />

öykü anlatmasının mümkün olmadığını<br />

görmüş. Yapımcılar, ilk filmden önemli<br />

sekansları kullanıp yeniden kurgulayarak<br />

ucuz bir devam filmi ortaya çıkarmasını<br />

istemişler ve sonunda ilk filmden 45<br />

dakika kadar süren koca bir parçayı kullanmak<br />

durumunda kalmışlar. Hatta ellerindeki<br />

malzeme uzun metrajlı bir film<br />

yapmaya o kadar yetmiyor ki yaklaşık 10


dakika süren ve hem bu filmin hem de bir<br />

öncekinin çalışanlarının isimlerinin geçtiği<br />

bir kapanış jeneriği eklemişler.<br />

Yeni çekilmiş 30 dakika kadar süren<br />

bölümden akılda kalıcı anları şöyle<br />

sıralayabiliriz: Başta Ricky’yi canlandıran<br />

Eric Freeman olmak üzere bütün kadronun<br />

abartılı oyunculukları, öyküdeki<br />

manasız gelişmeler ve abuk ötesi bir final.<br />

Hele finalde öldürülen Ricky’nin yerde<br />

yatarken devam filmlerini imleyen mantık<br />

dışı bir son bakış atması var ki görmeniz<br />

lazım. Bu arada Baş Rahibe’nin kapı<br />

numarasının 666 olması nedir ama ya?<br />

Mümkün mü o kadının orada oturması?<br />

“Silent Night, Deadly Night 2”, bütünüyle<br />

çöp film ama zamanla kült bir<br />

takipçi kitlesi edinmeyi başardı. Özellikle<br />

Freeman’ın istem dışı komikleşen<br />

performansı, çoğunlukla sinir bozucu olsa<br />

da kötü film severler için bulunmaz nimet<br />

değerinde. The Room (2003) ya da Birdemic<br />

(2010) tarzı sevdalarınız varsa bunu<br />

da kaçırmamanız lazım. En az onlar kadar<br />

bomba!<br />

Silent Night, Deadly Night 3: Better<br />

Watch Out! (1<strong>98</strong>9)<br />

Geldik serinin üçüncü halkasına.<br />

İkinci filmin sonunda vurulan Ricky,<br />

altı yıldır komadadır. Ricky ile özel<br />

olarak ilgilenen Dr. Newbury, psişik<br />

güçleri olan Laura Anderson isimli<br />

kör bir kızı kullanarak seri katilin zihnine<br />

ulaşmaya çalışmaktadır. Uzun<br />

seanslar sonunda Laura ile Ricky<br />

arasında telepatik bir köprü kurulur. Tam<br />

da Noel Arifesinde komadan çıkan Ricky,<br />

büyükannesini ziyarete giden Laura’nın<br />

peşine düşer. Tabii ki yoluna çıkan herkesi<br />

öldürmeyi ihmal etmeyerek.<br />

Ricky’yi korku sinemasının tanıdık<br />

simalarından Bill Moseley’nin<br />

canlandırdığı filmin yönetmenliğini ise<br />

Monte Hellman üstleniyor. Direkt video<br />

piyasası için çekilen film, en azından<br />

yeni bir öykü anlatmaya girişiyor ama<br />

bütçe ve zaman sıkıntısı gibi problemlerle<br />

geçen çekim süreci sonrasında<br />

ortaya unutulmaya mahkûm, sıradan<br />

bir iş çıkıyor. Two-Lane Blacktop (1971)<br />

gibi efsanevi bir filmde imzası bulunan<br />

yönetmen Hellman, kinayeli bir şekilde<br />

bunun en iyi filmi olmadığını ama en iyi<br />

çalışması olduğunu söylemişti. Çalışma<br />

hızına hayran kaldığını söyleyen Hellman,<br />

Mart ayında bir haftada yazılıp düzeltilen<br />

senaryo sonrasında Nisan ayında çekimlerin<br />

tamamlandığını, Mayıs’ta kurgunun<br />

bittiğini, Temmuz ayında ise gösterim<br />

kopyasının hazır olduğunu eklemişti.<br />

Monte Hellman bir de Türkiye’nin 70’li<br />

yıllardaki süpersonik setlerini görse ne<br />

düşünürdü acaba?<br />

Initiation: Silent Night, Deadly Night 4<br />

(1990)<br />

Yine direkt video piyasası için çekilen<br />

“Initiation: Silent Night, Deadly Night 4”,<br />

ne Noel ile ilgili, ne de Noel Baba kılığına<br />

girmiş sadist bir katil ile. Hatta Billy ya da<br />

onun ailesinden herhangi biri ile de hiçbir<br />

ilgisi yok. Filmin merkezinde Kim Levitt<br />

isimli bir kadın gazeteci var. Kim, bir


inanın çatısından düşüp<br />

kendiliğinden yanarak<br />

ölen bir kadın hakkında<br />

araştırma yaparken<br />

aynı binanın altındaki<br />

kitapçıda çalışan Fima<br />

isimli bir kadınla tanışır.<br />

Araştırma boyunca Fima<br />

ile yakınlaşan Kim, bir<br />

süre sonra kadınlardan<br />

kurulu bir tarikatın tam göbeğine<br />

düştüğünü fark edecektir.<br />

Çılgın filmleriyle korku camiasında<br />

belli bir popülariteye sahip Brian<br />

Yuzna’nın yönettiği filmin senaryosunda<br />

ise Woody Keith’in imzası var.<br />

Yuzna’nın bir sene önce çektiği Society<br />

ve Bride of Re-Animator’da da beraber<br />

çalıştığı Keith, Society’nin final senaryosundan<br />

önce birkaç farklı senaryo<br />

çalışması daha yapmış. İşte Initiation<br />

da o zamanki çalışmalarından bir tanesi.<br />

Yapımcılar “Silent Night, Deadly<br />

Night” serisine bir devam filmi daha<br />

çekmeye niyetlenirler ancak serinin<br />

ana hikâyesinin artık işlevselliğini<br />

yitirdiğini düşündüklerinden başka<br />

fikirleri bu isim altında ticari olarak<br />

değerlendirmeye ve Keith’in o zaman<br />

Society için hazırladığı ancak<br />

kullanılmayan fikirlerinden oluşan senaryoyu<br />

kullanmaya karar verirler. Zaten<br />

filmin genel yapısına baktığımızda<br />

kadınlardan oluşan tarikat ve vücut<br />

deformasyonları gibi öğelerin seriyle<br />

uzaktan yakından ilgisinin olmadığı<br />

ama Society ile yakından ilişkili olduğu<br />

görülüyor. Filmin ana hikâyesi ise<br />

Rosemary’s Baby (1968) ile birçok benzerlikler<br />

içeriyor.<br />

Ekstra bir not olarak Türkiye’de de<br />

çok sevilerek izlenen TV dizisi Mavi<br />

Ay’ın (Moonlighting, 1<strong>98</strong>5-1<strong>98</strong>9) Bayan<br />

Topesto’su (ya da orijinal ismiyle Agnes<br />

DiPesto’su) Allyce Beasley’nin filmde<br />

Kim’in yakın arkadaşı Janice rolünde<br />

yer aldığını belirtelim.


Silent Night, Deadly Night 5: The<br />

Toy Maker (1991)<br />

Serinin beşinci ve son filmi de<br />

aynen bir önceki gibi ana hikâye<br />

ile alakasız bir konuya sahip.<br />

Ama işin garip tarafı bir önceki<br />

filmde yer alan Ricky (ki bir<br />

önceki filmde ölmüştü) ile başkarakter<br />

Kim, bu filmde ana konuyla bağlantısız,<br />

gayet edilgen yan rollerde görünüyorlar.<br />

Derek isimli küçük bir çocuk, Noel gecesi<br />

kapılarında kimin gönderdiği belli olmayan<br />

bir hediye paketi bulur. Kapıyı<br />

geç vakitte açtığı için sinirlenen babası,<br />

Derek’i yatağına gönderir ve paketi açar.<br />

Merdivenin oraya saklanan Derek, paketten<br />

çıkan mekanik oyuncağın babasını<br />

öldürmesine tanık olur. Bu travmatik olaydan<br />

beri hiç konuşmayan Derek, annesi<br />

Sarah ile beraber hayatına devam etmeye<br />

çalışır. Ancak kasabadaki oyuncakçı Petto,<br />

onun tuhaf oğlu Pino ve kasabaya yeni<br />

gelen yabancı bir adamın dahil olduğu<br />

bir dizi garip olay, anne oğulun peşini<br />

bırakmayacaktır.<br />

Yönetmenliğini Martin Kitrosser’in yaptığı<br />

ve direkt video piyasası için çekilen<br />

“Silent Night, Deadly Night 5: The Toy<br />

Maker”, herkesin yakından bildiği, dünya<br />

çocuk edebiyatının başyapıtlarından birisi<br />

olan Pinokyo’nun korku sinemasına bir<br />

hayli serbestçe uyarlanmış hali gibidir.<br />

Kitaptaki marangoz Gepetto Usta, burada<br />

oyuncakçı Petto, Pinokyo ise Pino<br />

olmuştur. Katil oyuncak bebek filmleri<br />

listelerinde her daim kendine yer bulan<br />

filmin senaryosunu Kitrosser ile Brian<br />

Yuzna beraber yazmış.<br />

Hollywood’un en bilindik simalarından biri<br />

olan ve 2014 yılında kaybettiğimiz Mickey<br />

Rooney’yi oyuncakçı Petto rolünde<br />

izliyoruz. İşin komik tarafı Rooney,<br />

serinin ilk filmine karşı yürütülen nefret<br />

kampanyasında ön sıralarda saf tutmuş<br />

ve yapımcılara yazdığı kınama mektubunu<br />

bir basın toplantısı aracılığıyla halka<br />

duyurmuştu.


KAZANMAK ÜZERE<br />

TASARLANMIŞ BİR VAMPİR<br />

Underworld - Karanlıklar Ülkesi serisindeki seksi vampir Selene<br />

karakteriyle hatırı sayılır bir hayran kitlesi toplayan Kate<br />

Beckinsale vampirlikten bıkacakmış gibi gözükmüyor...<br />

n Bu ay vizyona girecek<br />

olan Soğuk Ölüm-<br />

Whiteout’un yıldızı Kate<br />

Beckinsale tam bir<br />

kazanan. Çok az insan<br />

hem bu kadar güzel hem<br />

de başarılı ve yetenekli<br />

olur. Belki bu kadar<br />

başarılı bir kariyere<br />

sahip olmasını 6 yaşında babasını kaybettikten<br />

sonra girdiği bunalıma borçludur.<br />

Ünlü bir komedyen olan babası 31 yaşında<br />

öldüğünde küçük Beckinsale hayatın<br />

gerçekleriyle tanışmak zorunda kaldı.<br />

Mükemmelliyetçiliği yüzünden anoreksi ile<br />

boğuştu. Bütün bu bunalımlardan sonra<br />

aktör babasının yolundan giden Beckinsale<br />

bundan sonra girdiği hiç bir savaşı kaybetmedi.<br />

Belki o günlerden kalan tek kötü<br />

özelliği çok sıkı bir sigara tiryakisi olması.<br />

Michael Sheen ile beraberliğinden Lily Mo<br />

Sheen adlı bir kızı oldu. Hayatı boyunca<br />

sigarayı bıraktığı tek dönemin hamilelik<br />

zamanı olduğunu söyledi. Beckinsale’de<br />

ne arasanız var. Bir kere iyi bir yazar.<br />

İngiltere’de önemli bir yarışma olan W. H.<br />

Smith Genç Yazarlar Yarışması’nda 2 defa<br />

ödül kazandı. Bunla yetinmedi Oxford<br />

Üniversitesi’nde Rus ve Fransız edebiyatı<br />

okudu. Üniversiteyi üçüncü sınıftayken<br />

gelen bir oyunculuk teklifi için terk etti.<br />

Bir iki dizi ve kısa film derken Shekspeare<br />

uyarlamalarından rol aldı, en sonunda 2001<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

yapımı Michael Bay’ın yönettiği Pearl Harbour<br />

ile patlama yaptı. Sırasıyla, eleştirmenlerden<br />

çok iyi notlar alamayan Serendipity, Underworld<br />

ve Van Helsing gibi Amerikan yapımlarında<br />

oynadı. Ayrıca tüm dünyada beğenilen The<br />

Aviator filminde Ava Gardner rolündeydi, bu<br />

rol için yaklaşık 10 kilo aldı. Underworld onun<br />

hayatında dönüm noktasıdır. Michael Sheen<br />

ile beraber rol aldığı filmin çekimlerinde yönetmen<br />

Len Wiseman’la bir beraberliği oldu. Daha<br />

sonra Beckinsale Len Wiseman’la evlendi.<br />

Karanliklar ülkesi - Evrim, Karanliklar ülkesi:<br />

Lycanlarin yükselisi, Karanliklar Ülkesi: Uyanis<br />

ve bu ay vizyona giren Karanliklar Ülkesi: Kan<br />

Savaslari filmiyle bu seriyi devam ettirdi.<br />

Çekik gözleri ve minyon tipiyle İngiltere’nin en<br />

güzel yıldızlarından sayılan Beckinsale 2002<br />

yılında da Hello Magazine dergisi tarafından<br />

İngiltere’nin en güzel kadını seçildi. 2005 ve<br />

2006 yıllarında Beckinsale, FHM Dergisi’nin<br />

‘Dünyanın En Seksi 100 Kadını’ sıralamasında<br />

78. ve 71. sıradaydı. Beckinsale’in güzelliği<br />

kariyerinde çok önemli ama aklı ve kabiliyetleri<br />

de hayatta aldığı rol açısından en az güzelliği<br />

kadar önemli. Acımasız bir kariyer savaşında<br />

kazanmak için tasarlanmış dişi bir vampir gibi.


KATE BECKINSALE


ECKHART’E ETME!<br />

n 1968 Amerika doğumlu Aaron Edward Eckhart, 13 yaşında ailesi<br />

ile birlikte İngiltere’ye gitti. Birkaç yıl sonra, okul oyunlarındaki<br />

performası ile aktörlük kariyerine başladı. Eckhart lise yıllarında<br />

Avustralya’nın Sydney kentine taşındı. Mezun olmadan okulu<br />

bıraktı ama gittiği bir yetişkin eğitim kursu ile diploma kazandı.<br />

1994 yılında Brigham Young Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar<br />

Bölümü’nü derece ile bitirdi.<br />

Eckhart, üniversitede tanıştığı yönetmen Neil LaBute’un birkaç<br />

oyunun oyunu kadrosunda yer alarak, onunla bir araya gelmişti.<br />

Beş yıl sonra, Neil LaBute’un kara komedi filmi In the Company<br />

Men’de kadın düşkünü bir sosyopatı canlandırdı. LaBute’un rehberliğinde, onun<br />

yönettiği Your Friends & Neighbors, Nurse Betty ve Possession filmlerinde oynadı.<br />

Rol alacağı film seçiminde daha seçici olmaya başlayan Eckhart, The Core ve Paycheck<br />

adlı bilim-kurgu filmlerinde, Conversations with Other Women ve No Reservations<br />

adlı romantik dramalarda oynadı.<br />

Eckhart, Steven Soderberg’in olumlu yorumlar alan 2000 tarihli Erin Brockovich filminde<br />

canlandırdığı George karakteriyle geniş bir tanınırlık sağladı. 2006 yılında, kendisine<br />

En İyi Aktör dalında Altın Küre adaylığı getiren Thank You for Smoking filminde<br />

Nick Taylor’ı canlandırdı. 2008 yılında, büyük bütçeli stüdyo filmi Kara Şövalye’de<br />

Two-Face adlı kötü adama dönüşen Bölge Savcısı Harvey Dent’i canlandırdı. Filmleri<br />

arasında Aşk Tarifi, Mutluluğun Peşinde, Tutku Günlükleri, Dünya İstilası: Los Angeles<br />

Savaşı, Kod Adı: Olympus, Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı, Sully ve Kod<br />

Adı: Londra filmlerinde rol alan oyuncu bu ay Incarnate / Şeytanın Oğlu filminde rol<br />

alacak. Tabii oyuncu ayrıca Ocak ayında vizyona girecek olan Bleed For Younger<br />

filminde de yer alıyor.<br />

BANU BOZDEMİR


KISA FİLMDE<br />

İMKANLAR<br />

ARTTIKÇA<br />

YAPIMLAR<br />

SIĞLAŞIYOR<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Adana Altın Koza Film<br />

Festivali’nde jüri iken<br />

karşıma çıkan ve içinde<br />

bulunduğumuz ‘kısa filmcilik’<br />

koşullarına müthiş<br />

bir taşlama niteliğinde<br />

olan ”En Yeni Gerçekçilik”<br />

adlı kurmacanın<br />

yaratıcısı Mehmet Ali Sevimli<br />

bu ayki konuğum...<br />

Adana Altın Koza Film<br />

Festivali’nde jüri iken karşıma<br />

çıkan ve içinde bulunduğumuz<br />

‘kısa filmcilik’ koşullarına müthiş<br />

bir taşlama niteliğinde olan, mizahi<br />

sınırlarını iyi belirlemiş, oyunculuklar<br />

konusunda sıkıntı çekmeyen derdini net<br />

olarak anlatan “En Yeni Gerçekçilik” adlı<br />

kurmacanın yaratıcısı Mehmet Ali Sevimli<br />

bu ayki konuğum...<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

1992 yılında Adana’da doğdum. 2013<br />

yılında Cumhuriyet Üniversitesi Radyo<br />

Televizyon Programcılığı Bölümü’nü<br />

bitirdikten sonra aynı yıl içerisinde<br />

Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi<br />

Radyo Televizyon ve Sinema<br />

Bölümü’ne geçiş yaptım. Bu bölümden<br />

de geçtiğimiz yıl mezun oldum. Şu<br />

an aynı bölümde master yapıyorum.<br />

Benim sinemayla tanışıklığıma neden<br />

olan ve bana yol gösteren önemli isimler<br />

olmuştur hayatımda. Bu isimlerden<br />

ilki, kuzenim, -ki şimdi ustam olan- Hacı<br />

Mehmet Duranoğlu’dur. Bana bakmayı,<br />

görmeyi ve disiplini öğreten kişidir.<br />

İkincisi beni somut olarak sinemayla<br />

ve setle ilk olarak tanıştıran kulakları<br />

çınlasın Cumhuriyet Üniversitesi’ndeki<br />

hocam Bilal Sert’tir. Beni Yozgat Blues<br />

filminin setine göndermişti ve orada<br />

çalışmıştım. Hayatımdaki en önem<br />

önemli dönüm noktalarından birisidir bu.<br />

İlk filmimi bu seti gördükten sonra çektim.<br />

Bu vesileyle başta bu iki isim olmak<br />

üzere omzumda emeği olan herkese<br />

teşekkür ederim.<br />

Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />

‘Uzun lafın kısası…’, “Öz” gibi…<br />

Biraz En Yeni Gerçekçilik’ den ve onu<br />

çekme nedenlerinden bahseder misin?<br />

En Yeni Gerçekçilik, insanların kitle<br />

karşısında, olanı değil; olması gerekeni<br />

anlatıp, yalanlar söyleyerek yeni<br />

bir imaj ve yeni bir gerçek yaratma<br />

çabasını mizahi bir dille eleştiriyor.<br />

Daha çok sanat camiasındaki insanlarda<br />

gözlemlediğim bu trajikomik du-


uma, henüz yolun başında olan, sinema<br />

okullarında eğitim gören kısa filmcilerin perspektifinden<br />

bakmayı tercih ettim. Bunlarla<br />

birlikte eğitim sistemine, ödül motivasyonuyla<br />

film yapan öğrencilere, insanların<br />

takıntılarına ve kısa film dünyasına vs.<br />

eleştiriler var filmde. Bu yanı başımda duran<br />

ve yer yer kendimde de gördüğüm bir problemdi,<br />

değinilmesi gereken bir konu olarak<br />

gördüm. Bir nevi iğneyi kendime batırdım.<br />

Şu zamana kadar yaptığım filmler arasında<br />

prodüksiyon anlamında en ciddi projeydi En<br />

Yeni Gerçekçilik. Çünkü öykü çok kalabalıktı,<br />

ekip kalabalıktı, cast fazlaydı; ama dört<br />

gün gibi bir sürede sorunsuz bir şekilde<br />

çekimleri tamamladık. İlk gösterimimizi<br />

23.Uluslararası Adana Film Festivali’nde<br />

yaptık ve ödülle döndük.Filmin şu<br />

anda festival süreci devam ediyor.<br />

Bu süreç sona erdiğinde filme internet<br />

üzerinden ulaşılabilecek.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa<br />

filme ne gibi katkıları olabilir? Neler<br />

götürür?<br />

Teknolojiyle bağları en kuvvetli<br />

olan sanat dalı şüphesiz sinema.<br />

Teknoloji sayesinde yapmak isteyip<br />

de yapamadığımız hiçbir şey yok<br />

neredeyse. Oldukça minimal kameralar<br />

ve diğer ekipmanlarla son<br />

derece kaliteli filmler yapabiliyoruz.<br />

Bu anlamda artık filmler daha ucuza<br />

mal edilebiliyor. Bu, kısa filmciler<br />

için büyük bir avantaj sağlıyor. Özellikle<br />

son 10 yıldır yaygınlaşan DSLR<br />

kameralar sadece kısa filmcilerde<br />

değil, oldukça büyük prodüksiyonlarda<br />

ve uzun metraj filmlerde de<br />

kullanılır oldu. Ama gelgelim iş burada<br />

bitmiyor maalesef. Teknolojik<br />

olanaklar sayesinde sinematografik<br />

görüntüler kolayca elde ediliyor;<br />

ama filmlerin dramaturjisi için aynı<br />

şeyleri söylemek çok zor. Özellikle<br />

yeni yetişen kısa filmcilerin görüntü<br />

kalitesini veya güzelliğini, filmin iyi<br />

olduğunu sanmaları gibi bir problem


var. Teknolojinin fazla olanak sağlaması bazı<br />

kısa filmcilerin kolaya kaçmalarına neden olabiliyor.<br />

Burada bir ters orantı var. Sanki imkanlar<br />

arttıkça yapımlar sığlaşıyor… Kısaca, filmi<br />

yapan kişinin teknik olarak oldukça estetik bir<br />

iş çıkarmasının öncesinde, ele aldığı konu, bu<br />

konuyu nasıl işlediği ve kişisel bakışını göz ardı<br />

etmemesi gerekli diye düşünüyorum. Sonuçta<br />

sinema aynı zamanda birçok sanat dalını<br />

içerisinde barındıran ve disiplinler arası çalışan<br />

bir sanat. İşin matematiğine kafa yormak gerek.<br />

Bazen teknik anlamda oldukça kötü olan<br />

bir görüntü filmin kaderini değiştirebilir. Bütün<br />

bunlara rağmen, özellikle son dönemde kısa film<br />

alanında yetkin yapıtlar ortaya çıkıyor.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />

yabancı yönetmenler kimler?<br />

Ülkemiz yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan ve<br />

Emin Alper, sinemasını sevdiğim ve bakışıma<br />

katkısı olduğunu hissettiğim yönetmenlerdir.<br />

Yabancı yönetmenlerden ise Alfred Hitchcock’u<br />

söyleyebilirim.<br />

Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />

yaklaşımları konusunda neler<br />

söylemek istersin?<br />

Son yıllarda Türkiye’deki film festivali sayısı<br />

günden güne artıyor; ama bunlardan kaç tanesi<br />

nitelikli bir festival olduğu büyük bir tartışma konusu…<br />

Ülkenin köklü film festivallerinden birkaçı<br />

kısa filmcilere destek veriyor. Bu desteklerden<br />

en önemlisi kısa filmcilerin yaptıkları filmlerin<br />

izleyiciyle buluşmasına imkan vermeleri ve<br />

kısa film yapanlara bir sonraki çalışmaları için<br />

maddi destek sağlamaları. Ama yinede festivallerin<br />

kısa filmcilere ikinci sınıf muamele yapıyor<br />

olduğu yadsınamaz bir gerçek. Uzun metraj filmler<br />

için daha fazla etkinlikler yapılıyor ve daha fazla<br />

sayıda izleyiciyle buluşması sağlanıyor; ama kısa<br />

filmlerle ilgili yapılan etkinlikler arka planda kalıyor.<br />

Kısa film yapmak zor bir iş, kısa bir süre içinde<br />

bir öykü anlatıyorsunuz ve bu da pratik bir zeka,<br />

emek, çalışma disiplini gerektiriyor.120 dakika<br />

film yapmak elbette daha fazla maddiyat ve emek<br />

gerektirir; ama bir öyküyü 15-20 dakikalık bir<br />

sürede anlatmak sizin daha kritik kararlar almanızı<br />

gerektiriyor. Bu süre içerisinde daha yoğun bir<br />

anlatım kurarak derdinizi anlatmak zorundasınız.<br />

Dolayısıyla maddi olarak büyük prodüksiyonlara<br />

ve uzun süreye sahip olan uzun metraj filmlerle;<br />

daha minimal bütçelerle yapılan kısa metraj filmlerin<br />

bu denli keskin ayrımlara sahip olmaması<br />

gerekiyor. Sonuçta kısa film de sinema sanatına<br />

dair…<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Yaklaşık 6 yıldır bağımsız olarak kısa film<br />

yapıyorum ve eş zamanlı olarak profesyonel<br />

setlerde çeşitli görevlerde yer alıyorum. Şu anda<br />

yüksek lisans eğitimi alıyorum. Akademik bir<br />

gelecek planlıyorum elbet; ama daha nitelikli<br />

filmler yapabilmek için teorik olarak da ustalaşmak<br />

amacındayım. Bunları hakkıyla yapıp en başta<br />

bahsettiğim bana yol gösteren ustalarımın bana<br />

yaptıkları gibi, nitelikli sinemacıların yetişmesine<br />

katkı sağlamak gayesindeyim. Bu günlerde önümüzdeki<br />

yaz çekmek istediğim bir senaryo üzerinde<br />

çalışıyorum.


KISA-CA’DA ÖDÜLLER<br />

SAHİPLERİNİ BULDU!<br />

Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi<br />

tarafından düzenlenen 16. Kısa-ca<br />

Uluslararası Öğrenci Filmleri Festivali<br />

çeşitli etkinliklerle devam ederken festivalde<br />

dereceye giren filmler de düzenlenen törenle<br />

ödüllendirildi. Yurtiçi ve yurtdışından 300’e<br />

yakın kısa filmin başvuru yaptığı festivalde<br />

52 film ön değerlendirmeden geçti. 4 kategoride<br />

11 ödül sahiplerini buldu. Törenin<br />

açılış konuşmasını yapan İletişim Fakültesi<br />

Radyo, Televizyon ve Sinema Bölüm Başkanı<br />

ve Festival Yöneticisi Prof. Dr. Aytekin Can,<br />

“Bu yıl festivalimizin gün sayısını artırdık. Film<br />

gösterimlerinin yanı sıra söyleşilerle ve çeşitli<br />

etkinliklerle daha renkli hale geldi. Ödül alan<br />

ya da alamayan tüm kısa filmcileri tebrik ediyorum.”<br />

diye konuştu.<br />

GENÇ YÖNETMENLER ÖDÜLLERİNE<br />

KAVUŞTU<br />

Festivalde ön değerlendirmeye geçerek finale<br />

kalan 4 kategoride 11 film ödüllendirildi. Genç<br />

yönetmenler ödül heykelciği ve kameralarını<br />

jüri ve protokol üyelerinin elinden aldı. Ödül<br />

alan yönetmenler ve filmleri ise şunlar:<br />

En İyi Animasyon Film Ödülü: Nefretin Üvey<br />

Evlatlarıyız, Yönetmen: Metin Vatansever-Anadolu<br />

Üniversitesi.<br />

Prof. Dr. Alim Şerif Onaran Deneysel Dalı Özel<br />

Ödülü: Araf, Yönetmen: Mehmet Emirhan Alan-<br />

Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi.<br />

En İyi Deneysel Film Ödülü: Ahali, Yönetmen: Ezgi<br />

Büşra Çınar-Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi.<br />

Belgesel Dalı Mansiyon Ödülü: Ta’riz Gri Şehrin<br />

Renkli Çocukları, Yönetmen: Sezer Ağgez-İstanbul<br />

Kültür Üniversitesi<br />

Kısa-ca Film Atölyesi Belgesel Dalı Jüri Özel<br />

Ödülü: Müsahip, Yönetmen: Eren Bektaş – İbrahim<br />

Aybek, Selçuk Üniversitesi-İletişim Fakültesi.<br />

Süha Arın Belgesel Dalı Özel Ödülü: Ülkemden<br />

Uzakta, Yönetmen: Haydar Demirtaş-Gaziantep<br />

Üniversitesi.<br />

En İyi Belgesel Film Ödülü: Gözyaşı Yolu, Yönetmen:<br />

Engin Türkyılmaz, Ege Üniversitesi İletişim<br />

Fakültesi.<br />

Kurmaca Dalı Mansiyon Ödülü: Mavi, Yönetmen:<br />

Ömer Sevinç, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi.<br />

Kısa-ca Film<br />

Atölyesi Kurmaca<br />

Dalı Jüri Özel<br />

Ödülü: Lütfi, Yönetmen:<br />

Cahit Kaya<br />

Demir, Mimar<br />

Sinan Güzel Sanatlar<br />

Üniversitesi.<br />

Aykut Oray Kurmaca<br />

Dalı Özel<br />

Ödülü: Misofonya,<br />

Yönetmen: Melodi<br />

Tözüm, Beykent<br />

Üniversitesi.<br />

En İyi Kurmaca<br />

Film Ödülü: Çevirmen,<br />

Yönetmen:<br />

Emre Kayiş, London<br />

Film School.


CESUR VE<br />

GÜZEL<br />

Cesur ve Güzel,<br />

Star TV’nin yeni<br />

başlayan dizisi.<br />

Başladıktan<br />

sonra konusundan<br />

çok başrol<br />

oyuncularıyla<br />

adından söz ettirdi.<br />

BÜYÜK AŞKLAR NASIL<br />

BAŞLARDI<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

DİZİFUN<br />

Cesur ve Güzel, Star TV’nin yeni başlayan<br />

dizisi. Henüz başlamadan ve aslında<br />

başladıktan sonra konusundan çok başrol<br />

oyuncularıyla adından söz ettiren dizi, aynı gün Kanal<br />

D ekranlarından izleyiciyle buluşan ve Bergüzar Korel,<br />

Halit Ergenç ve Onur Saylak’ın rol aldığı “Vatanım<br />

Sensin” gibi güçlü bir rakibe rağmen oldukça fazla<br />

izlenerek izleyicinin onayını aldığını ispatlamış oldu.<br />

Dediğim gibi belki de konusundan daha çok kadrosuyla<br />

dikkat çeken dizide kimler yok ki !!! Kıvanç Tatlıtuğ<br />

(Cesur), Tuba Büyüküstün (Sühan), Tamer Levent<br />

(Tahsin Korludağ), Erkan Avcı ( Korhan Korludağ),<br />

Serkan Altunorak (Bülent), Sezin Akbaşoğulları (Cahide<br />

Korludağ), Devrim Yakut (Mihriban) , Nihan


Büyükağaç (Adalet) ve daha birçok isim rol alıyor.<br />

Aşk ve İntikamın Dansı<br />

İntikam ve aşk ekseninde ilerleyecek olarak<br />

görünen dizinin hikayesi Cesur’un hayatını,<br />

babasının yaşam koşullarını ve dolayısıyla<br />

hayatını elinden alan Tahsin Korludağ’dan intikam<br />

almaya adamış olması ve Tahsin’in kızı<br />

Sühan ile aralarında aşkın kıvılcımlarının dans<br />

etmeye başlaması çerçevesinde şekilleniyor.<br />

İlk bölümde yıllar sonra neredeyse tamamı<br />

Korludağ’lıların olan kasabadan bir çiftlik alan<br />

Cesur, kamufle ettiği kimliğiyle intikam almak<br />

için kasabaya geliyor. Geldiği anda, kontrolden<br />

çıkmış atının üzerinde dörtnala ölüme giden<br />

Sühan’ın ve sonrasında satın aldığı evde çıkan<br />

yangında Tahsin’in hayatını<br />

kurtarıp masallardaki<br />

kurtarıcı prens rolüne sahip<br />

oluyor ve aileye bir adım<br />

daha yaklaşıyor. Cesur’un<br />

küstah tavırları ve esrarengiz<br />

yanları Sühan’ı kızdırsa<br />

da ve ikili sürekli çatışma<br />

halinde görünseler de birbirlerinin<br />

çekim alanlarına<br />

giriyor ve hızla aşka yelken<br />

açıyorlar.<br />

Hikayenin amacı ve oyuncu<br />

seçimi açısından Tuba<br />

Büyüküstün ve Kıvanç<br />

Tatlıtuğ namı diğer Sühan<br />

ve Cesur ikilisi gerek fiziksel<br />

özellikleri ve Türkiye<br />

sınırlarını aşmış ünleri ile,<br />

gerekse de dizi içerisinde<br />

birbirlerine olan uyumları<br />

ile oyuncu seçiminin dizinin<br />

tutunmasındaki önemini bir<br />

kez daha ortaya seriyor.<br />

Cesur yakışıklı, akıllı ve küstah bir kahraman<br />

olarak Sühan’ın aklını başından alıyor. İlk<br />

başlarda sadece Tahsin Korludağ’ın en kıymetli<br />

varlıklarından biri olduğu için intikam hikayesinde<br />

av olan Sühan ise gerek güzelliği, gerekse<br />

özellikle yerli dizilerimizde görmeye pek alışık<br />

olmadığımız güçlü ve başarılı kadın temsiline<br />

ilişkin kimi karakteristik özellikleri ile içten içe<br />

Cesur’un başını döndürüyor görünüyor. İkilinin<br />

tatlı atışmaları, birlikte olmaya karar vermeleri<br />

halinde ortaya çıkacak engeller ki, her şeyden<br />

önce Sühan düşman kızı, onları ayırmak<br />

isteyecek olanların varlığı dizinin aşk kanadının<br />

tansiyonunu hiç düşürmeyecek görünüyor.<br />

Kasabada neredeyse herkesin borçlu olduğu<br />

ve acımasız yanlarıyla bir çok kişinin kendisinden<br />

nefret ettiği Tahsin ile Cesur’un mücadelesinde<br />

ise her an ortaya dökülme riski olan<br />

sırlar, para ve güç ilişkileri ile kurulmuş ilişkilerin<br />

açtığı ya da kapattığı kapılar, takılan maskeler,<br />

söylenen yalanlar, gizlenen kimlikler, ölümler<br />

ve cinayetler dizide çatışmaların ve dolayısıyla<br />

heyecanın bitmeyeceğine işaret ediyor. Evin<br />

gelini Cavidan’ın, Tahsin’in torun konusunda<br />

yaptığı baskı sonucunda oynamaya başladığı<br />

tehlikeli oyun ve bu oyun içerisinde işlenen<br />

cinayet yaşanacak büyük olayların habercisi<br />

olarak tehlikenin tohumlarını ekiyor.<br />

Cesur yıllardır planladığı intikamı alabilecek<br />

mi yoksa Tahsin yine mi kazanacak, Sühan<br />

Cesur’u mu yoksa Bülent’i mi seçecek bilinmez<br />

ama diziyi henüz izlemeye başlamayanlar için<br />

çok fazla spoiler vermeden olayların oldukça<br />

hızlı geliştiği dizinin en azından bu sezon için<br />

ekranda kalacağını söyleyebilirim.


VAHŞİ BATI’DAN VAHŞİ T<br />

W<br />

EPISODE<br />

ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />

Vahşi Batı’nın keşfedip istila<br />

edeceği yer kalmayınca vahşi<br />

teknolojiye evrildiği ve batının<br />

artık vahşeti teknolojiyle yarattığının<br />

ilanı, isyanı ve yardım çığlığı<br />

şeklinde algılanabilecek bir dizi<br />

Westworld. Batının ürettiği ‘gerçeğin’<br />

artık oynanmış DNA’lar, hücreler,<br />

oluşturulmuş bellekler üzerinden asıl<br />

olana fark attığı ve böylece gerçeğin<br />

sonsuz sayıda yeniden üretiminin<br />

gereklilik hatta ihtiyaç olduğu günümüz<br />

dünyasının bir başka yorumu<br />

şeklinde de tanımlanabilir dizi.<br />

İhtiyaca göre üretilen gerçekliklerden<br />

gerçeklik beğenip inanmak ya da<br />

inanmamak ise insan olmanın hem<br />

sonsuz açlığının hem de ne kadar<br />

doyulursa doyulsun imkansız tatminin<br />

sonuçları olarak görülüyor.<br />

Son yıllarda gerçekliği sorgulamak<br />

için sanal, hiper realite, simülasyonlar<br />

ve simulakratif evrenleri iç içe<br />

sunan yapımlar çoğaldı. Robotların<br />

insanlaştığı ve insanlardan daha


EKNOLOJİYE<br />

ESTWORLD<br />

hümanist davranışlar sergiledikleri<br />

ve insanları kendi değerlerinden<br />

utandırdıkları, şaşırttıkları ‘Humans’<br />

dizisi bu türün en incelikli ve derin<br />

sorularını soran dizidir. Tabii ‘Black Mirror’<br />

da insanoğlunun teknolojinin esiri,<br />

eklektik bir parçası ve neredeyse kusuruna<br />

dönüştüğü dünyayı başka açılarla<br />

ele alır. Westworld ise ‘Yapay Zeka’dan<br />

‘Terminatör’e bu türün şimdiye kadar<br />

yapılan tüm işlerinin karması,<br />

yenilenmiş ve estetik kazandırılmış<br />

şık ve yepyeni bir versiyonu. Belki de<br />

bambaşka bir ‘Truman Show’ denilebilir.<br />

Yeni bir sorusu veya tanımı yok<br />

ancak insan kimyasının bileşenlerini<br />

çözerek ve açıklayarak robotlardan ve<br />

sanal olandan şüpheye düşmek yerine<br />

insanın robot olup olmadığı üzerinde<br />

durması seyrine keyif ve ayrıcalık<br />

kazandırıyor.<br />

Zengin insanların yaşamlarında aradığı<br />

heyecanı karşılamak için hazırlanan<br />

oyun parkındaki robotların aslında<br />

ne kadar yapay ve sanal olduğu sorusuna<br />

karşılık insanların ne kadar<br />

insan olduğunu masaya yatırması<br />

aksiyona paralel gelişen enteresan<br />

bir sınıf çatışması yaratıyor. Sadece<br />

zenginler/fakirler değil insanlar/robotlar<br />

arası gelişen çatışma da hiyerarşik<br />

sıralama oldukça ilginç. Gelen zengin<br />

ziyaretçilere eğlence olsun diye bol<br />

miktarda seks, silah ve kan sunarak<br />

eğlendirilmesi ise teknoloji ne kadar<br />

ilerlerse ilerlesin insanoğlunun aradığı<br />

ve bulamadığı yaşama sevincini yine<br />

şiddet de bulduğunu ispatlıyor. Sanal<br />

olarak inşa edilen, gözlemlenen ve<br />

idare edilen oyun parkı aslında hakikati<br />

saklayan simulakra sayılamaz çünkü<br />

sürekli olarak bu park içindeki karakterler<br />

hakiki olup olmadıklarını soruyor,<br />

söylüyorlar. Böylece hakikatin gerçek<br />

olmadığının altını çiziyor ve gerçekliğin<br />

üzerine kocaman gölgeler düşürüyorlar.<br />

Umberto Eco’nun ‘hiper-realite’ olarak


adlandırdığı bu çağda ‘Disneyland’<br />

örneğinde olduğu gibi dizide de<br />

parkın kendisi şehrin geri kalanından<br />

daha fazla mutluluk ve kusursuz<br />

bir yaşam sunduğundan sanal olan<br />

orijinalinden daha fazla ilgi görüyor<br />

ve cazip geliyor. Metadil aracılığıyla<br />

yaşanılanların kurgu olduğunu<br />

hatırlatması metne ayrıca derinlik<br />

kazandırıyor. İnsan olmak ve gerçeklik<br />

ise direkt daha heyecansız, renksiz,<br />

robotik bir yaşama denk düşüyor.<br />

Yine de gerçek olmayı özgürlük kabul<br />

eden karakterler insanlıklarını ispat<br />

etme uğrunda acıya tutunmaya<br />

çalışıyorlar. Tamamen plastik bir mutluluk<br />

yerine acı dolu anılarına sahip<br />

çıkmak bazılarının insan olduklarını<br />

ispat etme yolculuğuna dönüşüyor.<br />

Öte yandan gerçeğin ve insanın ne<br />

yazık ki acı dolu bir hafızadan başka<br />

bir şey vaat etmemesi sanal dünyayı<br />

daha da gerekli ve zaruri kılıyor.<br />

Kendi yarattığı sanal dünyanın sahibi<br />

ve esirine dönüşen insanoğlunun,<br />

eni konu beyin denilen bir organ<br />

tarafından yönetilmesi ve beyinin<br />

sınır ve sınırsızlıklarına dair<br />

şüpheye ve korkuya düş/ür/ül/mesi<br />

ve bunun egemen sınıf tarafından<br />

organize edilmesi ise dizinin bilim<br />

kurgu olarak güncel sosyal mesajlar<br />

vermesini sağladığı için büyük<br />

ilgi çekiyor. Karakterler (robot veya<br />

gerçek) kendi duyarlılık dereceleri,<br />

hafıza kapasiteleri ve acı çekme<br />

derinliklerini ölçmeye, anlamaya,<br />

çözmeye çalışıyorlar. En basit haliyle<br />

seyirciyi ‘acaba ben de robot<br />

muyum’, ‘yaptıklarımı ben seçtiğim<br />

için mi, böyle programlandığım<br />

için mi yaşıyorum’, ‘benim sahibim<br />

ben miyim’, ‘beni üreten ve yöneten<br />

güçler ne kadar iyi niyetli’,<br />

‘ne amaçla kullanılıyorum, neye<br />

yarıyorum’ ve ‘çevremdekilerin<br />

hangisi insan, hangisi robot’, ya da


‘içimde ne kadar insan ne kadar robot<br />

barındırıyorum’ gibi değerli sorgulamalara<br />

zorluyor. Dizinin her bölümünde<br />

karakterlerin sık sık ‘gerçek<br />

misin’ sorusu seyircide de aynı şekilde<br />

yankı buluyor. Hangi doğrular ve bilgiler<br />

ışığında programlandıklarından<br />

ve bu programların nasıl bir kurguyla<br />

‘gerçeklik’ kazandığından şüphe eden<br />

robot insanlar, insan olduğundan emin<br />

olanlar ve arada sıkışıp gerçek olmaya<br />

çalışanlar arasındaki çatışma metne<br />

aralıksız sürprizler oluşturuyor. Çoklu<br />

perspektifler yine de insan var oluşuyla<br />

ilgili temel muammaları ve çıkmazları<br />

cevaplayamazken kucaklayıcılık yerine<br />

ayrıştırıcı medeniyetin sonuçlarını açık<br />

ediyor. Liberal ütopyanın ipliğini pazara<br />

çıkarmak için distopik olduğunu ilan<br />

ettiği bir mekanı (robotların yaşam alanı<br />

ve insanların eğlence alanı; park) kullanarak<br />

Sartrien varoluşçulukla sözde<br />

özgür insanın dünyadan çıkışsızlığına<br />

çarpıcı göndermeler yapılıyor.<br />

Yoksa sanalın bilinç kazanıyor olması<br />

ya da zaten en baştan beri bilinçli<br />

olduğunu anlatan çok fazla iş yapılmış<br />

durumda. Westworld zaman içinde zaman,<br />

robot içinde insan, insan içinde<br />

robot, gerçek içinde illüzyon, sanal<br />

içinde doğru ve kurgu içinde kurguyla<br />

anlatıya farklılık kazandırılırken güçlü<br />

oyuncu kadrosuyla öne çıkıyor. Anthony<br />

Hopkins , Evan Rachel Wood ve<br />

Ed Harris’in benzersiz performansları<br />

dizinin kısa sürede milyonlarca seyirci<br />

kazanmasında büyük rol oynuyor.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!