Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
CINEVİZYON<br />
4 KASIM<br />
Hacksaw Ridge<br />
Albüm<br />
O Kadın / Elle<br />
Geniş Aile 2: Her Türlü<br />
Doktor Strange<br />
Dağ 2<br />
Troller<br />
18 KASIM<br />
Mezuniyet / Bacalaureat<br />
Bir Şey Değilim<br />
Adam mısın!<br />
Ayı Kardeşler 2: Büyülü Kış / Boonie Bears: A<br />
Mystical Winter<br />
İkinci Şans<br />
Ölüm Alfabesi: Kötülüğün Başlangıcı / Ouija:<br />
Origin of Evil<br />
Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?<br />
/ Fantastic Beasts and Where to Find Them<br />
28 EKİM<br />
Bleed for This<br />
Kuyu<br />
Pastoral Amerika / American Pastoral<br />
Frantz<br />
Yarının Adı Başka<br />
AlexCamera10<br />
Kahramanlar Takımı / Monkey King: Hero Is Back<br />
Çakallarla Dans 4<br />
Bana Git De<br />
Lion<br />
11 KASIM<br />
Hasret Bitti<br />
Kaptan Fantastik<br />
Geliş / Arrival<br />
Benim Adım Feridun<br />
Rus’un Oyunu<br />
Canavarın Çağrısı / A Monster Calls
İÇİNDEKİLER<br />
28<br />
40<br />
46<br />
64<br />
dosya<br />
MİLİTARİST FİLMLER<br />
Türk sinemasındaki Militarist<br />
filmlerin bir özetini geçtik.<br />
ARRIVAL’IN PEŞİNDE<br />
Bilimkurgu sinemasında ilk temas<br />
sorunsalını inceledik.<br />
İLK FİLMLER DOSYASI<br />
2000 sonrası Türk sinemasındaki<br />
ilk filmler dosyasını hazırladık..<br />
JIM JARMUSH<br />
Jarmush’un son filmi<br />
Paterson bu dosyada...<br />
10<br />
ŞEYDA TERZİOĞLU<br />
RÖPORTAJ<br />
36<br />
60<br />
MÜFİT CAN SAÇINTI<br />
Saçıntı: Sinemada anlattıklarımı<br />
halk benden daha iyi biliyor.<br />
KIVANÇ SEZER<br />
Babamın Kanatları filminin yönetmeni<br />
Gizem ile konuştu.<br />
82<br />
FEDERICO FELLINI<br />
Federico Fellini’nin gizemli<br />
dünyası ve çarpıcı filmleri....<br />
70<br />
GENÇ PEHLİVANLAR<br />
Genç Pehlivanlar filminin üç küçük<br />
güreşçisi ile konuştuk...<br />
88<br />
ANTALYA DOSYASI<br />
Antalya Film Festivali sonrası<br />
yazarların görüşleri...
34<br />
52<br />
76<br />
86<br />
98<br />
100<br />
104<br />
ÖZEL KÖŞE<br />
SUSMAYAN KÖŞE<br />
Festival sinemacılarının<br />
göz yaşartan çocuk sevgisi...<br />
AYŞE TEYZE<br />
Can Dostum’dan<br />
Ayşe Teyze’ye gönderme<br />
BELGESELCİ<br />
Asghar Farhadi Semra<br />
Güzel Korver’in odağında...<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Metehan Şereflioğlu ödüllü filmi<br />
8 Saniye’yi anlattı...<br />
DİZİDERGİ<br />
DİZİFUN<br />
Star Tv’nin Anne dizisi<br />
Nergiz’in merceğinde...<br />
EPISODE<br />
Black Mirror’un<br />
sırları açığa çıkıyor...<br />
DİZİROP<br />
Sevinç Erbulak ile gündem<br />
hakkında konuştuk...<br />
108 ABD’DEN HABER AL<br />
Game Of Thrones’un 7. bölümünün<br />
sırlarını Burak araladı...<br />
KİMLİKSİZ<br />
SİNEMANIN ALGISI<br />
EDITO<br />
Öyle günler yaşıyoruz ki bizim<br />
sinemamızın neden gelişemediğinin<br />
bütün sebeplerini çıkan iki tartışmada<br />
görebiliriz. Birincisi Hz.Muhammed Allah’ın<br />
Elçisi filminin üzerine söylenenler. Anlıyoruz<br />
ki sinema aslında bahane. Derdi olan<br />
sinemayı kullanıyor sadece, eleştiri diye<br />
yazılan yazıların bazılarının sinemayla ilgisi<br />
yok. Mesela Yeni Şafak’tan Yusuf Kaplan’ın<br />
film üzerine eleştirisi. Bir okuyun bakalım<br />
sinemayla uzaktan yakından ilgisi var mı.<br />
Hadi geçtim sinemayı, bakış açısı o kadar<br />
keskin ki, kalem sahibi yazarken kendinden<br />
geçmiş bir ara “Bu İranlılar” diye bir ifadede<br />
bulunuyor. Dert Şii olmaları. Tamam<br />
sinema silahta sen silahşörmüsün sinema<br />
eleştirmeni mi? İkinci tartışma ise Dağ 2<br />
filmine verilen tepkiler... Basın gösterimine<br />
gelen sinema eleştirmenlerinin kimi filmi<br />
faşizanlıkla suçladı. Bu isimler benzer Hollywood<br />
yapımlarını seyrettiklerinde aynı<br />
tepkiyi göstermiyorlar. Çünkü kimliksiz bir<br />
entelektüel sınıfın uzantılarılar. Türk halkının<br />
anlayışını redetmek üzerine kurulu bütün<br />
algıları veya kendini tanımlamaları. Dağ 2<br />
filminin savaşı yücelten bir durumu yok ama<br />
bizim ordumuzu anlatması asıl<br />
suç bunlara göre.
PEK YAKINDA<br />
KARANLIKLAR ÜLKESI:<br />
KAN SAVAŞLARI<br />
Yönetmen: Anna Foerster<br />
Oyuncular:<br />
Kate Beckinsale, Theo<br />
James, Tobias Menzies<br />
Konu: Cory Goodman’ın<br />
yazdığı, 2016’da vizyona<br />
girecek filmin yönetmen<br />
koltuğuna Anna Foerster<br />
oturuyor. Underworld<br />
serisinin beşinci filmi;<br />
Awakening’in devamı<br />
niteliğinde olan filmde Kate<br />
Beckingsale Selene rolüyle<br />
tekrar karşımıza çıkacak.<br />
Dördüncü filmde David<br />
karakteriyle karşımıza çıkan<br />
Theo James bu kez Kate<br />
Beckingsale ile başrolü<br />
paylaşıyor. Tobias Menzies<br />
yeni Lycan lideri Marius’u<br />
canlandırırken Clementine<br />
Nicholson ise Vidar’ın kızı<br />
Lena rolünde.
BEN, DANIEL<br />
BLAKE<br />
Yönetmen: Ken Loach<br />
Oyuncular: Dave Johns, Hayley<br />
Squires, Dylan McKiernan<br />
Konu: Daniel Blake, New<br />
Castle’da yaşayan bir marangozdur.<br />
Fakat sağlık durumu<br />
nedeniyle çalışamamaktadır.<br />
Sistemin çarpıklığı nedeniyle<br />
devlet yardımı da alamaz ve iş<br />
aramak zorunda kalır. Daniel bu<br />
zorlu süreçte bir anne ve onun<br />
çocuklarıyla dostluk kurar.<br />
Kendisi gibi bozuk sistemle<br />
ve boğucu bürokrasiyle mücadele<br />
eden ve iki çocuğuna tek<br />
başına bakan genç Katie ile<br />
yoldaş olacaktır.<br />
DOG EAT DOG<br />
MÜTTEFIK<br />
Yönetmen: Robert<br />
Zemeckis<br />
Oynayanlar: Brad<br />
Pitt, Marion Cotillard,<br />
Lizzy Caplan<br />
Yönetmen: Paul Schrader<br />
Oyuncular: Phillip Shaun DeVone, Nicolas<br />
Cage, Willem Dafoe<br />
Konu: Temiz bir hayat sürmek isteyen<br />
ancak sistemin adaletsizliğine tahammül<br />
edemeyen lider ruhlu Troy, mafyaya<br />
çalışan ve banliyö hayatı ile dırdırcı<br />
karısından giderek uzaklaşan Diesel<br />
ve son olarak grubun zayıf halkası<br />
Mad Dog hapisten çıkmış 3 adamdır.<br />
Yeni sosyal hayatlarına adapte olmaya<br />
çalışan üçlü sistemin getirdiği dışlanma<br />
sebebiyle zor zamanlar geçirmektedir.<br />
Konu: Romantik<br />
savaş türü Müttefik<br />
filmi birbirine<br />
aşık olan iki apayrı<br />
insanı temel<br />
alıyor. İstihbarat<br />
subayı Max Vatan<br />
1942 yılında<br />
Kuzey Afrika’da<br />
düşman hattında<br />
savaşmaktayken,<br />
Fransız direniş<br />
savaşçısı Marianne<br />
Beausejour ile<br />
tanışır. İkili hemen<br />
birbirlerine aşık<br />
olurlar.
PEK YAKINDA<br />
ROGUE ONE: BIR STAR<br />
WARS HIKAYESI<br />
Yönetmen: Gareth Edwards<br />
Oyuncular: Felicity Jones,<br />
Diego Luna, Ben Mendelsohn<br />
Konu: Lucasfilm’in yeni<br />
“ara dönem filmlerinden<br />
ilki” olarak lanse edilen<br />
yapım bir grup beklenmedik<br />
kahramanın, imkansız<br />
görünen Ölüm Yıldızı<br />
planlarını çalma görevi için<br />
bir araya gelme hikayesini<br />
anlatacak. Film, Death<br />
Star’ın planlarını çalmak<br />
için bir araya gelen bir ekibin<br />
mücadelesini merkezine<br />
alıyor ve 1<strong>97</strong>7 tarihli Yıldız<br />
Savaşları: Bölüm IV’ten<br />
öncesini anlatacak.
Yönetmen: Tom Ford<br />
Oyuncular: Amy Adams,<br />
Jake Gyllenhaal, Michael<br />
Shannon<br />
GECE HAYVANLARI<br />
Konu: Austin Wright’ın<br />
1993 tarihli “Tony ve Susan”<br />
romanından uyarlanan<br />
film ayrılan iki karı kocanın<br />
hayatlarına odaklanıyor.<br />
İlk bölümde 20 yıl önce<br />
boşanmış eski kocasından<br />
kitap nüshaları almaya<br />
devam eden bir kadını<br />
izlediğimiz filmin ikinci bölümünde<br />
ise bir adamın aile ziyaretinin<br />
şiddete dönüştüğü<br />
anlara tanık oluyoruz.<br />
GIZLI<br />
GÜZELLIK<br />
ÇIN SEDDI<br />
Yönetmen: David Frankel<br />
Oyuncular: Will Smith, Kate Winslet,<br />
Keira Knightley<br />
Konu: Allan Loeb tarafından senaryosu<br />
yazılacak olan film Manhattanlı bir<br />
reklam yöneticisinin (Smith) trajik<br />
deneyimlerini anlatacak. Arkadaşları<br />
yaşadığı trajik deneyimin ardından<br />
depresyona giren arkadaşlarına yardım<br />
etmek için alışılmamış bir planla<br />
çıkageldiklerinde her şey beklenmedik<br />
bir yön kazanacak.<br />
Yönetmen: Zhang Yimou<br />
Oyuncular: Matt Damon, Pedro Pascal,<br />
Andy Lau<br />
Konu: Çin Seddi dünyanın en büyüleyen<br />
ve gizemli yapılarından biridir.<br />
Çin’in kuzeybatısı boyunca uzanan<br />
bu savunma hattının Moğol ve Türk<br />
boylarının saldırısına karşı savunma<br />
amacıyla kurulduğu düşünülmektedir.<br />
Ancak Yimou imzalı film seddin aslında<br />
çok daha güçlü fantastik yaratıklara<br />
karşı kurulduğunu iddia ediyor.
ŞEYDA TERZİOĞLU<br />
DAR ELBİSE GE
Dar Elbise’nin yıldızı,<br />
sinema ve tiyatro aşığı<br />
olan Şeyda Terzioğlu ile<br />
yeni projelerinin yanı sıra<br />
yazım deneyiminden de<br />
söyleştik.<br />
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
n Dar Elbise ile beyazperdede boy gösteren<br />
Şeyda Terzioğlu ile Cine Dergi için konuştuk.<br />
Sinema ve tiyatro aşığı olan genç oyuncu ile<br />
yeni projelerinin yanı sıra yazım deneyiminden<br />
de söyleştik. Kalemi de oyunu kadar kuvvetli<br />
olan Terzioğlu’nun röportaj esnasındaki<br />
heyecanı satır aralarından okunabiliyor. İşini<br />
seven, anlatırken gözünün içi gülen genç oyuncuyla<br />
oyunculuğa, yazım tecrübesine, yeni proje<br />
ve hayallerine doğru keyifli bir söyleşiye sizleri<br />
davet ediyorum.<br />
Dar elbise vizyona hazırlanıyor. Heyecan var<br />
mı? Neler bekliyor izleyiciyi?<br />
Heyecanlıyım çünkü geçtiğimiz yıl çektik ve<br />
epeydir bekliyorum vizyona girmesini. Başarılı<br />
bir iş, iyi bir kadro, usta bir yönetmen. O nedenle<br />
mutluyum bu işin az da olsa içinde bulunmaktan…<br />
Film hakkında eleştirilerde “Türkiye böyle<br />
bir ülke değil” serzenişlerine rastladım. Bu<br />
yorumları nasıl karşılıyorsun?<br />
Neyi görmek istiyorsak onu görürüz, neye inanmak<br />
istiyorsak ona inanırız. Günümüzde hala<br />
18 yaş altı kızların evlendirildiği gerçeği ile<br />
yaşıyorsak, modellik yapmak isteyen kızlara da<br />
ailelerin baskısını yaşıyoruzdur. Film de böyle<br />
bir gerçeğe, belki de görmek istemediğimiz o<br />
gerçeğe ışık tutuyor.<br />
Dar elbise kadınların aileleri ve ataerkil<br />
düzen ile çatışmasını konu alıyor. Oyuncu<br />
olan bir kadın olarak sen ailen ile böyle bir<br />
çatışma yaşadın mı?<br />
Tabii ailem özellikle babam oyuncu olmamı<br />
istemedi. Hobi olarak yap dedi. İnsanlarda<br />
böyle bir algı var ne yazık ki hala oyunculuğu<br />
bir meslek olarak göremiyorlar tabii bunda TV<br />
sektörünün de bir payı var, oyunculuk eğitimi almayan<br />
insanlara ekranda yer verilince, ailelerde<br />
başka bir mesleğin eğitimini alıp hobi olarak da<br />
TV’ye çıkarsın deme şansı doğuyor. Ama bu<br />
benim işim bu işini eğitimini alıp çok çalıştım.<br />
Şimdi ailemle böyle bir sorunumuz yok bana<br />
inanıyorlar.<br />
Müjdat Gezen mezunu olduğunu biliyorum.<br />
Oyuncu olmaya nasıl karar verdin?<br />
Evet 2006/2010 mezunuyum. Sanatla ilgili bir<br />
çocuktum ben, çok roman okurdum, okuduğum<br />
romanlardaki kadınları canlandırmak isterdim.<br />
Evimizde özel günlerde kuzenlerimle skeçler<br />
hazırlardım derken bu büyüdü büyüdü yıllar<br />
sonra Halit Ergenç Mersin’de söyleşiye geldi<br />
orada 1.500 kişinin içinde söz aldım ve oyunculuk<br />
hayallerimden bahsettim. Halit Bey “Üstüne<br />
gitmelisin, aileni ikna etmelisin. Bu kadar insanın<br />
içinde çıkıp konuşabilmek zordur belli ki sende o<br />
yetenek var” dedi, derken şehir tiyatrosu müdürleri<br />
oradalarmış söz hakkı alıp beni konservatuara<br />
hazırlayacaklarını söylediler ve hikaye böyle<br />
başladı.11 yıl bile geçti üstünden… (Gülüyor)<br />
Eyvah eyvah, Recep İvedik gibi komediler de<br />
filmografinde yer alıyor. Av mevsimi ve Dar<br />
elbise gibi filmler de… Sen en çok hangi türü<br />
oynamaktan keyif alıyorsun?<br />
Seçtiğim öyle bir tür yok. İnandığım işlerde<br />
olmak istiyorum. Farklı farklı rolleri canlandırmak<br />
istiyorum. İnan her karakterden keyif alıyorum.<br />
İşime aşığım çünkü…<br />
Geçtiğimiz yıl Siccin 2’nin başrolü olarak<br />
karşımızdaydın, 3 tane korku filminde izledik.<br />
Galiba korku kuşağına ara verdin? Korku<br />
filmleri devam edecek mi?<br />
RÇEĞE IŞIK TUTUYOR
Devam etmeyi düşünmüyorum. Siccin 2<br />
başarılı bir işti. Çok iyi dönüşler aldık, güzel<br />
bir gişe yaptık. Ben rolüme inanılmaz inandım<br />
ve sahiplendim. Yönetmen bana inandı, rahat<br />
bıraktı… Eğer tekrar oynayacaksam, ki bir süre<br />
kesinlikle farklı tarzlarda oynamak istiyorum,<br />
farklı bir korku türü çıkmalı karşıma o zaman<br />
neden olmasın.<br />
Tiyatro demişken oyunlardan biraz bahsedelim<br />
mi? Seni oyunlar için heyecanlandıran<br />
şeyler nedir?<br />
Ben de ne zaman soracaksın diye bekliyordum<br />
(Gülüyor) Bu sezon birbirinde iddialı iki<br />
oyunla çıkacağım seyirci karşısına. Biri Yeni<br />
açılan tiyatro Sahne Uzay da oynayacağım Vala<br />
Thorsdottir’in ödüllü tek kişilik oyunu Çatıdaki<br />
Yarasa. Bipolar hastası bir kadının hayatını<br />
canlandıracağım zor bir tekst, uzun bir masa<br />
başı çalışması yaptık. Yönetmenimiz Aybüke<br />
Dereli ve dramaturgumuz Almira Seda İnce ile<br />
önce psikologla görüştük, bu hastalıkla ilgili<br />
kitaplar, tezler okuduk, tüm sahnelerdeki atak<br />
evrelerini oluşturduk ve sahnede prova almaya<br />
başladık. Çok önemli bir koreograf olan Alpaslan<br />
Karaduman’la çalışıyoruz çünkü bedensel<br />
hareketliliğin yoğunlukta olduğu deneysel bir<br />
oyun çıkacak ortaya. Diğer oyunumsa Asmalı<br />
Sahne’de olacak, seyircinin karşısına dört farklı<br />
karakterle çıkacağım sürpriz bir oyun.<br />
Ne zaman izleyiciyle buluşacak ve nerelerde<br />
izleyebileceğiz?<br />
Kasım ayının ikinci haftasından itibaren iki<br />
oyunumda seyirciyle buluşacak. Incognito<br />
Asmalı Sahne’de Taksim’de. Çatıdaki yarasa<br />
ise yeni kurulan bir tiyatro olan Sahne Uzay’da<br />
sahnelenecek.Kadıköy Yeldeğirmeni’nde.<br />
Günümüz genç oyuncuları dizilerde boy<br />
gösterirken seni daha çok sinema ve tiyatro<br />
ile anıyoruz. Bu bilinçli bir tercih mi?<br />
Kesinlikle bilinçli bir tercih çünkü ben bu yola<br />
adım attığımda hayalim sadece tiyatro sahnesi<br />
ve beyazperdede olmaktı. Ve şükür ki bu yolda<br />
gittim. Tabii TV’de reklamlarda oynuyorum o da<br />
ayakta durabilmek için şart<br />
Şeyda için hedef nedir, ünlü olmak, çok para<br />
kazanmak, iyi bir oyuncu olarak anılmak<br />
veya içine sinen işlere imza atmak?<br />
Hedef başarılı sanatçı olabilmek… İçime sinen<br />
işlerde yer almak, tabii yaşamak için para<br />
kazanıyor olmak şart ama hedefinden sapmadan.<br />
Kadın oyuncu olarak üzerinde güzellik<br />
baskısı hissediyor musun? Zayıf<br />
olacaksın, sürekli bakımlı olacaksın,<br />
yaşlanmayacaksın… Artık dizilerde 35
yaşında kadınları yetişkin çocukları olan<br />
anneler olarak izliyoruz malum… Bu baskıyı<br />
nasıl yorumluyorsun peki, her oyuncu güzel<br />
olmalı mıdır?<br />
Ben bile başladım anne rollerini oynamaya.<br />
(Gülüyor) şaka gibi… Doğallıktan çıkmadan<br />
kendine bakmakta yarar var. Sadece oyuncular<br />
için değil tüm kadınlar için… Ama rolünü<br />
canlandırman için güzel olman gerekmiyor, hissetmen<br />
gerekiyor. Sonra izliyoruz işte TV’de güzel<br />
kızları suratlarında donuk ifadelerle, vücutları<br />
kasılmış bir vaziyette oynamaya çalışıyorlar.<br />
Onları suçlamıyorum kesinlikle bu düzen böyle<br />
olmuş yapacak bir şey yok. Zayıflık hareket<br />
etmede zorlanmamak için önemli, kendini iyi<br />
hissetmeni de sağlar ama sağlıklı bir zayıflıktan<br />
bahsediyorum tabii kodlanmış olandan değil.<br />
Diğer soruna ise cevabım şöyle yaşı çok küçük<br />
kızlara genç kadın rolleri verdikleri için asıl ama<br />
o rolleri yansıtacak insanlara ise anne rolleri<br />
veriyorlar o nedenle böyle bir sıkıntı yaşanıyor.<br />
Senin de yazdığın bir oyun olduğunu biliyorum,<br />
bir dönem sahnelenmesi söz konusuydu<br />
ne oldu?<br />
Bu oyunlarım söz konusu olunca ve bu yoğun<br />
çalışmada ona zaman veremiyorum. Birkaç<br />
kişiye oyunlarımı gönderdim şu an güzel tepkiler<br />
alıyorum belki ben hiç dokunmadan sahnelenebilir.<br />
Ya da diğer sezonda yazdığım oyunda<br />
sadece oyuncu olarak çıkabilirim.<br />
Şiir kitabı yazdığını duydum. O proje ne<br />
aşamada?<br />
Evet dosya olarak tamamlandı fakat ne yazık<br />
ki şöyle bir gerçekle karşılaştım. Birçok yayın<br />
evi şiir kitaplarına talep olmadığını sadece<br />
romanları bastıklarını söyledi. Buna çok üzüldüm.<br />
Sadece istisna durumlarda şiir kitabı<br />
basıyorlarmış bunun içinde satacağına emin<br />
olmaları için Şairin tanınmış bir isim olması<br />
gerektiğini söylediler. İşte bunlar da günümüzün<br />
gerçekleri. Sanat yapmak için zor bir ülke. Her<br />
şey ticari…<br />
Hem yazan hem de oynayan bir sanatçı<br />
olarak bir idolün var mı?<br />
Olmaz mı etkilendiğim insanlar var yazarlıkta.<br />
Murathan Mungan’ı çok severim. Romanlarını<br />
da şiirlerini de. Virginia Woolf kafasına<br />
hayranım. Ben de onun gibi günlük tutuyorum<br />
yıllardır, kim bilir ben de öldükten sonra basılır<br />
günlüğün onun ki gibi… Oyunculukta özgün<br />
olmaya çalışıyorum. Ne kimsenin yolundan gitmek<br />
ne de kimseden etkilenmek gibi bir hissim<br />
yok. Hayran olduğum çok oyuncu var ve onların<br />
hepsi de tiyatroyu asla bırakmamış isimler.
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
HOLLYWOOD YAPINCA IYI DE BIZ YAP<br />
n Nefes filmi vizyona girdiğinde<br />
sinema otoritelerinin garip tepkisini<br />
gözlemlemiştim. Sadece Türk askerini<br />
anlattığı için bu filmi yazmama, fikir öne<br />
sürmeme adına filme gitmeyen sinema<br />
eleştirmenleri bilirim. Halbuki Nefes<br />
savaş filmi olarak Türk sinemasının en<br />
iyi örneğiydi. Daha sonra Alper Çağlar’ın<br />
Dağ filmi geldi. Nefes ile Dağ arasındaki<br />
en büyük fark Dağ filminin kendini daha net<br />
konumlamasıydı. Saf bir kahramanlık öyküsü<br />
anlatılıyordu Dağ filminde. Tabii bizim kimliksiz<br />
entelektüellerimiz bu filmi hiç görmediler.<br />
Bütün bu görmeme inadına rağmen sadece<br />
144 kopya ile 300 bin izleyiciyi geçti film. Bu<br />
demektir ki kimliksiz entelektüellerin borusu<br />
kendi çevrelerinde ötüyor. Halk eğer iyi birşey<br />
verirseniz onu tercih ediyor. Bizim izleyicimizin<br />
problemi ise önüne sürülen kalitesiz gişe<br />
filmleri. Bu kadar kalitesiz film öne sürerseniz<br />
insanlarda onların içinden tercih yapar. Sanat<br />
filmleri üretiyorsunuz ama bunların tüketimi<br />
zor. Peki acaba hiç biriniz kaliteli gişe filmi<br />
üretme derdine düştünüz mü? Kaliteli gişe filmi<br />
çektiniz de insanlar buna gitmeyip sulu zırtlak<br />
komedi filmlerine mi gitti? Hayır, yokluktan<br />
Türk izleyicisi kötü filmlere mahkum oldu. Ve<br />
bunun en büyük sorumlusu çıkarcı yapımcılar<br />
ile genel izleyiciden kopuk olmayı bir özellik<br />
olarak gören sinema entellektüelleri. Dağ<br />
filmi bu yüzden benim için önemliydi. Ayrıca<br />
Türk milletinin asker sevgisini anlamayan,<br />
bunu faşistlikle özdeşleştiren kimliksizlere de<br />
bir cevaptı. İşte Dağ 2 filmini bu düşüncelerle<br />
seyretmeye gittim. Alper Çağlar yine söylemek<br />
istediğini cesaretle söyleyen, kendi politik<br />
önermelerini “Beni yanlış anlarlar” korkusuyla<br />
geriye atmayan bir film yapmış. Irak’ta kaçırılan<br />
bir kadın gazeteciyi kurtarmakla görevli sekiz<br />
bordo berelinin hikayesini anlatmış. Herşeyden<br />
önce filmin tam anlamıyla Hollywood tarzı bir<br />
dili var. Yıllardır Rambo’ya, Chuck Norris’in<br />
filmlerine veya son yıllarda The Expendables<br />
serisine alkış tutanların beğenmesi gereken<br />
bir yapım. Ama demin söylediğim sebepten<br />
ötürü iki yüzlü bir değerlendirmeye tutuluyor Dağ<br />
2. Neyse biz gelelim filmin Hollywood tarzı diline<br />
ve oyuncularının performansına. Herşeyden önce<br />
Türkiye’de örneği çok olmayan böyle bir filmde<br />
karikatürize kalmayan oyuncuları kutluyorum.<br />
Özellikle Yarbay Dilaver rolünde Murat Serezli,<br />
Bekir Çavuşu büyük bir maharetle canlandıran<br />
Ufuk Bayraktar ve Teğmen Oğuz’u oynayan Çağlar<br />
Ertuğrul başarılılar. Kadın gazeteci Ceyda rolünde<br />
Ahu Türkpençe ise sırıtmıyor ve erkek filmine<br />
başarılı bir kadınsı dokunuşta bulunuyor. Filmin en<br />
büyük eksiği ise yönetmen Çağlar’ın filmin kurgusunu<br />
yaparken elini sıkı tutması. 120 dakikalik<br />
film biraz daha kısaltılıp aksiyonun aforizmalar
INCA MI KÖTÜ?<br />
arasında etkisinin azalmasını engelleyebilirdi.<br />
Halbuki çatışma sahneleri başarılı. Hele Türk<br />
filmleri içinde bir değerlendirmeye tutarsak en<br />
iyilerinden denilebilir. Bunun en büyük sebebi<br />
de bence filmin ordunun envanterinde bulunan<br />
gerçek silahlarla çekilmiş olmas. Çekimlerde<br />
oyuncular kadar kullanılan silahların da<br />
önemli bir yeri var. Gelelim demin bahsettiğimiz<br />
yönetmenin cesaretli politik göndermelerine,<br />
herşeyden önce beyazperdede Türkmenlerin<br />
bizim için ve bizim onlar için ne ifade ettiğimizi<br />
anlatan Dağ 2 dışında bir film bulunmamakta.<br />
Cumhuriyet döneminde Milli Misak dışında<br />
kalan soydaşlarımıza bu kadar sorumlulk alan<br />
bir bakış açısı da görmedik diğer filmlerde. Dağ<br />
2 bunu sözünü sakınmadan yapıyor. Osmanlıda<br />
Irak’ta yaşayan Türklerin Iraklı Türk olarak<br />
tanımlandığını, daha sonra Türkmen denilerek<br />
sanki bu ülkenin sorumluluğunun dışında<br />
bırakıldığını birkaç yerde gözümüze sokuyor<br />
yönetmen. Temelinde bir aksiyon, savaş, asker<br />
filmi olsa da Dağ 2 için asla savaşı yücelten bir<br />
film diyemeyiz. Savaşı yüceltmeyen ama bizim<br />
için hergün can veren askerlerimize bir saygı<br />
duruşu Dağ 2. Böyle olunca da bu filmi seyretmeye<br />
sizi çağırmak bizim görevimiz oluyor tabii.
CINEKRiTiK<br />
ALPER TURGUT<br />
ALBÜMÜN IÇINE BAK, KAPAĞINA DEĞ<br />
n İşte bir arkadaşımın başına gelmiş,<br />
hatta arkadaşımın arkadaşı (meseleden<br />
giderek uzaklaşma çabası)… Zaten benim<br />
başıma hiçbir şey gelmez, ne varsa<br />
arkadaşlar yaşar. Bizler düz insanız, ama<br />
arkadaşlar çok karışık, karmakarışık.<br />
Utandığı, sıkıldığı, bunaldığı, hani genelin<br />
boş boş böbürlendiği, bu sebeple kendinde<br />
eksik gördüğü her ne varsa, ondan<br />
uzaklaşma, konuyu saptırma, topu başkasına<br />
atma. Bu artık bir klasik… Hele çocuklar, onlar<br />
bizim biricik yarış atlarımız, besler, hazırlar,<br />
koşturur dururuz. Kazanırsa övünç senin,<br />
kaybederse arkadaş, komşu da olur, onların<br />
‘başarılı’ çocukları girer devreye. Sonra kendimiz<br />
gibi, affedersiniz ‘manyak’ yetiştirdiğimiz<br />
çocuktan, gelecekte ‘sayko’ çıkar. Sonra<br />
toplum niye bu halde? Elinin körü… Yahu ne<br />
anlatıyordum ben, hah! Yeni bir ‘Albüm’ çıkmış,<br />
gidin dinleyin, pardon izleyin.<br />
Festivallerde çeşitli ödüller kazanan Albüm’ü,<br />
Adana’da seyrettim. Sahnede vik vik konuşan<br />
sunuculara, hak ettikleri kısa yanıtları verdiği<br />
için tarafımdan en önce ‘ukala’ olarak nitelenen,<br />
lakin zaman geçince iyi yapmış genç adam<br />
dediğim Mehmet Can Mertoğlu, bu ilk filmi,<br />
hem yazmış, hem de yönetmiş. Romanya ‘Yeni<br />
Dalga’sından öykünmüş gibi, sürekli birileri laflar<br />
ediyor, ya bırakın şimdi dalga geçmeyi, eskiyi,<br />
yeniyi, mavraya gelin, insanımıza hislerinizi<br />
anlatın filme dair, bir avuç çokbilmişin hı hı<br />
diyerek kafa sallayacağı iliştirmeleri, itelemeleri<br />
terk edin. Albümün kapağına bakmayın, içine<br />
bakın, tereciye tere satmayın.<br />
Antalya’da yaşayan pek takıntılı memur çiftimiz,<br />
çocukları olmayınca erkek evlatlık peşine düşer,<br />
seneler geçer, nihayet muratlarına ererler.<br />
Gümbürtü sonra başlar, kaçma, dönüşme,<br />
geçmişi gömme… Ardından olaylar, olaylar…<br />
Memleket insanlarının çevirdiği geyikler, aile<br />
halleri, ötekileştirme belası ve yalanlar, yalanlar.<br />
Çevredeki insanları geç, evlatlığa, bak sen<br />
bizim ‘öz’ çocuğumuzsun demeyi, fotoğraflarla<br />
kanırtma, -yanlış oldu- kanıtlama çılgınlığı…<br />
Akılda kalıcı açılış sekansıyla birlikte film, seyir-<br />
ciyi içine alıyor, öyküsüne katıyor, şüphesiz. Lakin<br />
finale doğru, enerji düşüyor, neyse olur öyle, ilk<br />
denemede. Şimdi ne yalan söyleyeyim, hayatımı<br />
Antalya’dan, Kayseri’ye taşısam, benim de enerjim,<br />
yerlerde sürünür. Sıcaklık biter, her şey<br />
üşür. Her neyse… Diyalogların kimi komik, hayli<br />
gerçekçi ve iyi yazılmış. Gündelik hayatlarımızın<br />
klişelerini ağızlardan dökerek, kâh güldürüp, kâh<br />
düşündürerek, amacına hâsıl oluyor. Nice fecaat<br />
yapımın arasından, eksik ve gedikleriyle de olsa,
IL!<br />
ışıl ışıl parlıyor, hakkını yemeyelim.<br />
Başrolleri sırtlayan Şebnem Bozoklu ve Murat<br />
Kılıç, rollerinin hakkını ziyadesiyle veriyorlar. Onlara<br />
destek atan yan karakterlerin bir kısmı da cuk<br />
oturmuş filme, eee daha ne olsun? Memlekette<br />
memuriyet, gerçeklikten kopalı çok oluyor, hele<br />
günümüzde harbi fantastik. Büyülü gerçekçilik olsa,<br />
amenna, bu artık tam tekmil bir delilik… Yapıtın,<br />
esinlenme, hiciv, kara mizah, bu üçgende hiç olmazsa,<br />
edecek kelamı var. İnandırıcılık ekseni<br />
kaysa da salla, yüzeysellik memleketi burası,<br />
kandırıldık dersin. Boş ver kardeş, sen<br />
sinema yolculuğuna devam et, durma, hep<br />
anlat. Hem kendine verilmiş tek bir ömrü,<br />
başkalarına öykünerek geçirenler, seni<br />
eleştirse ne olur, özgünlük öyle kolay bir mecra<br />
değil! Sadece inci gibi dize dize geldiğin,<br />
ayrıntılarla süslediğin filmini, sona doğru,<br />
hızla paket etme, açılışa verdiğin özeni, finalinden<br />
esirgeme.
CINEKRiTiK<br />
MURAT KIZILCA<br />
NİYE BURADALAR?<br />
n Şimdi adım adım ilerleyelim ve beklentilerin<br />
yanlış şekillenmemesi için bazı<br />
kartları baştan açık oynayalım. Öncelikle<br />
evet, Arrival bir bilim kurgu ancak<br />
uzayda değil, dünyada ve dünyaya<br />
inen gizemli uzay gemilerinden birinin<br />
içinde geçiyor. Ayrıca bilim kurgu filmlerinin<br />
çoğundan aşina olduğumuz<br />
hareketli bir tempoya sahip değil, aksine<br />
olabildiğince ağır ilerleyen bir film. Hani bazen<br />
bir rüya görürüz de sabah uyandığımızda<br />
tamamını hatırlayamayız ya, hani üzerinden<br />
biraz zaman geçtikten sonra rüyanın farklı<br />
bölümleri aklımıza düşer ama yine de bütünü<br />
oluşturamayız ya, işte Arrival’ın anlatısı da<br />
biraz böyle. Yani o yüzden ağır ilerliyor, sindire<br />
sindire. Hatta Arrival’ın, belki de biraz abartarak,<br />
Christopher Nolan’ın Interstellar’ının (2014)<br />
uzayın derinliklerine doğru yol almadan önce<br />
geride (dünyada) bıraktığı küçük kardeşi olarak<br />
konumlanabileceğini bile söyleyebiliriz.<br />
Denis Villeneuve sevdiğim yönetmenlerden<br />
biri. Başta Enemy (2013) ve Incendies (2010)<br />
olmak üzere bugüne kadar izlediğim her filminden<br />
memnun ayrıldım. Senarist Eric Heisserer<br />
ile aramın pekiyi olduğunu söyleyemem ama<br />
Arrival, Ted Chiang’ın “Story of Your Life”<br />
isimli kısa öyküsünden uyarlama olduğu için<br />
Heisserer’ın hayal dünyasına mahkûm değiliz<br />
çok şükür. Chiang’ın kısa öyküsünü okudum ve<br />
işin ilginci uyarlamada yapılan değişikliklerden<br />
bazıları hoşuma gitti. Evet, değişikliklerin<br />
büyük bir kısmı filmin ticari şansını yükseltmek<br />
için yapılmış ama başka türlü böylesi<br />
kabarık bütçeli, çizgi üstü bilim kurgular izleme<br />
şansımız yok ne yazık ki. (Filmi senaryodan<br />
vurmaya çalışanlara çok aldırış etmeyin.)<br />
Filmde dünyanın farklı yerlerine inmiş 12 uzay<br />
gemisinden Montana’daki ön plana çıkıyor.<br />
Uzay gemisinin etrafına askeri birliklerin kontrol<br />
ettiği bir kamp kuruluyor. Uzman dilbilimci Louise<br />
Banks ile fizikçi Ian Donnelly önderliğindeki<br />
bir grup araştırmacı da uzaylılarla iletişime<br />
geçmeye çalışıyor. (Niyeyse öyküdeki Gary<br />
Donnelly ismi Ian olarak değiştirilmiş, bir de<br />
Louise’in kızının ismi öyküde belirtilmemesine<br />
rağmen filmde Hannah olmuş, diğer isimlerde bir<br />
değişiklik yapılmamış.) Öyküde ise uzay gemileri<br />
dünyaya inmiyor. Dünyanın yörüngesine giren<br />
uzay gemilerinden bahsediliyor ve dünyanın<br />
farklı yerlerinde, dokuz tanesi Amerika’da olmak<br />
üzere, 3 metreye 6 metre boyutlarında, tam 112<br />
tane ayna benzeri iletişim aracı beliriyor. Bu sebebi<br />
anlaşılabilir bir değişiklik; uzay gemilerinin<br />
dünyaya inmesi, uzay gemisinin içerisine girme<br />
ve uzaylılarla ilk temas, bilim kurgu filmlerinde her<br />
zaman çalışan ve seyirciden karşılık bulan unsurlar<br />
olagelmiştir ki Arrival’da da sağlıklı bir şekilde<br />
işliyor.<br />
Ayrıca uzay gemilerinin tasarımı, akla hemen<br />
Kubrick’in 2001: A Space Odyssey’sindeki (1968)<br />
siyah monoliti getiriyor. İnsanoğlunun dünya üzerinde<br />
geçirdiği süreçteki evrimini resmeden 2001 ile<br />
ucundan bağlantı kurmaya çalışan Arrival, belki<br />
de evrimin bir sonraki adımı üzerine öngörülerde
ulunuyor.<br />
Öyküde dilbilimciler ile fizikçilerin araştırmaları omuz<br />
omuza devam ederken, film daha çok Louise’in<br />
uzaylılarla iletişime geçme çabalarına odaklanıyor<br />
ve iletişim, algı ve yaşamı anlamlandırma gibi konu<br />
başlıklarını ön plana çıkarıyor. Aslında öykü de<br />
benzer başlıklar üzerine yoğunlaşıyor ama bunu<br />
yaparken bilimden de en üst düzeyde faydalanıyor.<br />
Bu kısımların filmden tamamen çıkartılmasının<br />
en mantıklı sebebi, izleyici için fazla yorucu<br />
olabileceğini ve kafa karışıklığına yola açabileceğini<br />
düşünmeleri olabilir.<br />
Arrival, uzaylılarla iletişim çabaları ile Louise<br />
Banks’in vefat eden kızıyla ilişkilerinden kesitlerin<br />
sunulduğu anı parçalarının, paralel kurgu ile<br />
verildiği bir yapı üzerine kurulu. Bu anılarda sadece<br />
Louise ile kızı Hannah’yı görüyoruz. Babanın (yani<br />
erkek figürünün) ortada hiç görünmemesi, Louise’i<br />
(yani kadın figürünü) biraz daha öne çıkartıyor ve<br />
“güçlü kadın” imajı, üzerine basa basa vurgulanıyor.<br />
Ayrıca öyküde hiç yer almayan ve filmin genelinde<br />
de abuk bir yerde duran basmakalıp<br />
bir bölüm var. ABD yapımı filmlerde kendine<br />
sıkça yer bulan ve artık iyice can sıkmaya<br />
başlayan bölümde; ABD’nin “düşman” olarak<br />
yaftalamaktan keyif aldığı Çin ve Rusya<br />
gibi ülkelerin başı çektiği birkaç ülke, uzay<br />
gemileriyle iletişimi kesip savaşmaya karar<br />
veriyor ve filmin ağır temposu bir nebze de<br />
olsa hareketleniyor. Kaçınılmaz gibi görünen<br />
savaşı tabii ki Louise’in insanüstü çabaları<br />
engelliyor. Böylece anılar aracılığıyla ufaktan<br />
zerk edilen “güçlü kadın” imajı, Louise’in<br />
savaşı engellemesiyle fiziksel bir gerçekliğe<br />
bürünüyor. Açıkçası yeterince güçlü olan<br />
öykü, filmdeki en gereksiz eklemelerden biri<br />
olan “olası savaş” detayına hiç ihtiyaç duymuyor<br />
ama gel de bunu Amerikalı yapımcılara<br />
anlat.<br />
Uzaylıların tasarımı ise öyküdekiyle hemen
CINEKRiTiK<br />
MURAT KIZILCA<br />
hemen aynı. Genel olarak devasa bir<br />
ahtapota benzetebileceğimiz uzaylıların,<br />
gövdeleri olarak konumlandırabileceğimiz<br />
simsiyah üst kısımlarından sarkan yedi<br />
adet kolu bulunuyor ve bu yüzden ‘heptapod’<br />
olarak isimlendiriliyorlar. Filmde<br />
heptapodların pürüzsüz bedenleri üzerinde<br />
göz, kulak veya ağız gibi bir girinti ya<br />
da çıkıntı bulunmuyor ama öyküde biri alt<br />
kısımda diğeri üst kısımda olmak üzere<br />
iki adet ağız gibi delikleri olduğundan<br />
bahsediliyor. Bu detayların eklenmemesi<br />
heptapodların biraz daha gizemli görünmelerine<br />
yardımcı olmuş. Ayrıca uzay gemisinin<br />
içerisinde uzaylılar ile temasa geçtikleri şeffaf<br />
duvar da öyküdeki aynaya benzeyen iletişim<br />
araçlarına benzetilmiş. Heptapodlar, şeklen<br />
birebir benzemese bile H.P. Lovecraft’ın hayal<br />
dünyasının en önemli figürlerinden Cthulhu’nun<br />
özellikle baş kısmını andırıyor. Tabii ki bunda<br />
her ikisinin de ahtapottan esinlenerek<br />
tasarlanmış olmasının etkisi büyük.<br />
Louise Banks’in çözmeye çalıştığı uzaylı<br />
alfabesi de filmde (ve öyküde) önemli bir yer<br />
kaplıyor. Uzaylılar, dünyadaki diller gibi fonetik<br />
bir alfabe kullanmıyorlar, konuştuklarını kavramlarla<br />
iç içe geçmiş semantik sembollerle<br />
ifade ediyorlar. Filmde, heptapodların kollarının<br />
uç kısmında bulunan denizyıldızı şeklindeki<br />
vantuzlardan gaz formunda, mürekkebe benzer<br />
bir şey fışkırtarak, şeffaf duvarın üzerinde<br />
oluşturdukları çemberler ile yazdıklarını<br />
görüyoruz. Kurdukları cümle ne kadar uzun<br />
olursa olsun, cümlenin yazılı ifadesi hep tek<br />
bir çemberden ibaret oluyor. Tabii ki çember<br />
her seferinde aynı değil, etrafındaki girinti ve<br />
çıkıntıların değişmesi ile cümlenin anlamı da<br />
değişiyor. Yani çember ile ifade edilen cümleyi<br />
(ya da cümleleri) dünya dillerinin kuralları ile<br />
okumamız mümkün değil. Ancak çemberin<br />
etrafındaki girinti ve çıkıntıların anlamlarını<br />
öğrenip, bir seferde bakıp ne söylendiğini<br />
algılayabilmek gerekiyor. Bunu kabaca “taşıt<br />
giremez” ya da “yaya yolu” gibi anlamlar<br />
içeren ve gördüğümüzde ne anlatıldığını<br />
hemen algıladığımız trafik işaretlerine benzetebiliriz.<br />
Arrival, alfabe mevzusu üzerinden<br />
insanoğlunun dünyayı, yaşamı, ilişkileri yani<br />
aslında çevresinde olan biten her şeyi algılayışına<br />
dikkat çekmeye çalışıyor ve fazlasıyla sonuç<br />
odaklı hale dönüşen yaşantılarımızı eleştiriyor.<br />
Bir de araştırma ekibinin uzay gemisinin içine<br />
girdiğini gördüğümüz ilk andan da bahsetmek<br />
gerek. Karanlık duvarlarla kaplı bir geçitten parlak<br />
şeffaf duvara doğru hareket eden ekibin<br />
görüntüsü, Platon’un mağara alegorisini akla<br />
getiriyor. “Alegoriye göre bazı insanlar karanlık<br />
bir mağaraya zincirlenmişlerdir ve bu insanlar<br />
başlarını sağa ve sola çeviremezler, sadece<br />
karşılarındakini görebilmektedirler. Doğdukları<br />
günden beri bu mağarada bulunan insanlar,<br />
mağaranın girişinden yansıyan nesnelerin gölgelerini<br />
görür ve bunları gerçeklikleri olarak algılarlar.<br />
Nihayet bir gün insanlardan biri zincirlerinden kurtulur<br />
ve mağarayı terk eder. Mağarayı terk eden<br />
bu insan mağaranın dışında yeni bir gerçeklik ile
tanışır ve duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin<br />
gerçek olmadığının farkına varır. Bunu mağaradaki<br />
arkadaşları ile paylaşmak üzere mağaraya geri<br />
döner. Mağaradaki arkadaşları ise mağaranın<br />
dışında farklı bir gerçeklik olduğuna inanmazlar. Ve<br />
bu insanlara mağaranın dışındaki gerçekliği aktarabilmek<br />
de imkânsızdır. Platon’a göre nesneler<br />
ve idealardan oluşan iki ayrı dünya vardır. İnsan<br />
bedensel olarak nesneler dünyasına aittir ve<br />
orada bulunmaktadır. Ancak ruhen bir zamanlar<br />
bulunduğu idealar dünyasından izleri kendisinde<br />
taşımaktadır. Alegoride temel olarak mağaranın<br />
toplumu, zincirin o toplumsal yapı içerisinde var olan<br />
kuralları, mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin<br />
de toplumda kabul edilen doğruları sembolize ettiği<br />
ileri sürülebilir. Buna göre zincirini kıran birey, gerçek<br />
hakikatin peşine düşen bir filozofu olduğu kadar<br />
sorgulayan insanı da temsil etmektedir.” Arrival’da<br />
şeffaf duvarın ardındaki uzaylıları anlamayı<br />
başarabilen ilk kişi Louise’dir. Askeriyenin<br />
giydirdiği koruyucu giysileri zincirlerinden<br />
kurtulurcasına çıkartan Louise, çıplak eliyle<br />
şeffaf duvara dokunarak bir nevi mağaradan<br />
dışarı çıkmış olur ve böylece yeni bir<br />
gerçekliğin farkına varır. Bunu etrafındakilere<br />
anlatmaya çalışır ama alegoride olduğu gibi<br />
pek başarılı olamaz.<br />
Denis Villeneuve’ün çizgi üstü rejisi, kusursuz<br />
teknik işçiliği ve doğru oyuncu seçimleri (Amy<br />
Adams ve Jeremy Renner öyküdeki karakterlere<br />
cuk oturmuş) ile cazibesini arttıran Arrival,<br />
Heisserer’ın kimi zaman tökezleyen senaryosuna<br />
rağmen ayakta durmayı başaran,<br />
izledikten sonra üzerine uzun uzun konuşup<br />
tartışmaya müsait, üst sınıf bir bilim kurgu.
CINEKRiTiK<br />
BANU BOZDEMİR<br />
DAYANIŞMA BAZEN IKI KADINLA BAŞLAR!<br />
n Yeşim Ustaoğlu imzalıTereddüt’ü izledikten<br />
sonra ülkenin gdişatından dolayı<br />
olsa gerek bayağı cesur buldum.İki farklı<br />
sosyal sınıftan kadının birbirinin içine<br />
geçmiş dertlerinin çözümünde el ele verişi<br />
iyi hissettirdi diyeyim ya da. Şehnaz ve<br />
Elmas’ın hayatlarının ortasına yumuşak<br />
iniş bir paraşütle düşüverdik hepimiz.<br />
Antalya’da ilk gösteriminde izlerken,<br />
Şehnaz ve Elmas arasında geçen en zorlu<br />
sahne yani seans sahnesinde hepimiz bir garip<br />
olduk. Deneysel, zorlayıcı, yeni, bir anlamda<br />
saçma ve etkili bir sahneyle bir kadının diğerine<br />
basamak olmasını izledik! Başka bir yanından<br />
bakarsak güzel bir<br />
dayanışma filmi bu!<br />
Filmde şöyle bir<br />
durum da var.<br />
Şehnaz’ın başlangıç<br />
hikayesi çok net değil.<br />
Elmas’ın ki daha net.<br />
Şehnaz’ın kasabada<br />
doktorluk yapması,<br />
hafta sonları evine ve<br />
kocasına kavuşması<br />
yavaş bir anlatımla<br />
bize sunuluyor. O<br />
yüzden kocasıyla<br />
sekse dayalı bir<br />
ilişkinin kodlarını kurmak<br />
da zorlanıyoruz<br />
ilkin. Bir de Şehnaz’ın<br />
kırılma noktalarını<br />
çok belirgin çizmemiş<br />
Ustaoğlu. Yani baktığımızda kocasıyla yolunda<br />
gitmeyen değil, saklanmış, gizlenmiş ama en<br />
ufak bir fiskede harekete geçen korkular ve<br />
sorunlar üzerinden anlatmayı yeğlemiş. Cem<br />
ve Şehnaz arasındaki kopukluk / yapaylık birçok<br />
modern ilişkide es geçilen, bastırılan, içine<br />
akıtılan bir durum olarak yaşamanın vehametini<br />
güzel kuşatıyor. Elmas’ın durumu ise daha açık<br />
ve bildik. Çocuk yaşta yaptığı evliliğin yükü<br />
sırtında, kaynanasının bakımı ve sevmediği<br />
kocasıyla yaşamanın en yaşanır halini yaratmaya<br />
çalışsa da yapamıyor. Kocası bu arada<br />
Elmas’a iyi davranan ama geceleri sevişme<br />
hakkını zorla alan bir adam!<br />
İki kadının hayatından kesitler, kesmeler,<br />
açmazlarla devam eden film feminist bir söylemle<br />
ik kadını brbirinin tesellisi yapıyor. Burada<br />
Sakarya’da geçen, sürekli rüzgarla, yağmur<br />
ve soğuk havayla sınanan filmin atmosferi<br />
de kadınların bu büyük patlamasına büyük<br />
dalgalarıyla katkıda bulunuyor. Hatta Şehnaz’ın<br />
iş arkadaşı doktorla sık sık deniz kenarına gidip<br />
doğanın büyük patlamasına tanıklık etmesi, kendi<br />
iç dünyasında bir karşı koyuş ivmesi yaratıyor. Yani<br />
iki kadın da doğanın ruhlarına kattığı başkaldırıya<br />
yenik düşüyor. Yani başkaldırıyor! Bu anlamda<br />
mekanın önemini de sorgulayan bir film.<br />
Funda Eryiğit ve Ecem Uzun flmde farklılıklarını<br />
beden ve ruh olarak yansıtan iki kadın olarak<br />
finalde çok iyi bütünleşiyorlar. Funda Eryiğit cesur<br />
bir oyunculukla karşımıza çıkarken Ecem Uzun<br />
daha psikolojik bir açılımla daha deneysel takılıyor.<br />
Ama ikisi de çok iyi ve ikisi de ödüllük. Antalya Film<br />
Festivali ulusal jürisi filmi görmeyi istemedi ama<br />
Ecem Uzun’a kayıtsız kalamadı. Kayıtsız kalınacak<br />
bir film değil, Ustağlu’nun dayanışma ruhuna<br />
teşekkürler!
CINEKRiTiK<br />
FIRAT SAYICI<br />
HANEKE USULÜ FARHADI FILMI!<br />
n 53. Antalya (Altın Portakal) Fim<br />
Festivali’nde bu yıl izlediğimiz Asghar<br />
Farhadi’nin son filmi “Satıcı”, festivalin<br />
yabancı film dalında ağır toplarındandı.<br />
Yeri gelmişken festivalin yabancı film<br />
seçkisinin oluşmasında büyük katkılar<br />
sağlayan Nesim Bencoya ağabeyimize<br />
de buradan teşekkürlerimizi bir kez<br />
daha iletelim. Onun elinin değdiği festivallerin<br />
yabancı film seçkileri hiç bir zaman ters köşe<br />
yapmıyor bizleri...<br />
İran’da günümüzde geçen “Satıcı”da Arthur<br />
Miller’ın ‘Satıcının Ölümü’ oyununu sahneye<br />
koyan tiyatrocu çift Rana ve Emad,<br />
yeni bir eve taşınır. Rana, burada<br />
tanımadığı bir adam tarafından<br />
saldırıya uğrar. Emad ise travmasını<br />
sessizce atlatmaya çalışan karısı<br />
Rana’nın aksine intikam alma yolunu<br />
seçer. Cannes’dan En İyi Senaryo ve<br />
En İyi Erkek Oyuncu ödülleriyle dönen<br />
filmin başrollerinde Shahab Hosseini,<br />
Taraneh Alidoosti, Babak Karimi, Farid<br />
Sajjadihosseini ve Mina Sadati gibi<br />
isimler var.<br />
Farhadi sinemasını çok genel<br />
anlamıyla tanımlayacak olursak; düşük<br />
bütçelerle derin hikayeler anlatan,<br />
insan ilişkilerine ve insani duygulara<br />
odaklanan bir sinema diyebiliriz. Son<br />
iki filmi “Bir Ayrılık” ve “Geçmiş” dünya festivallerinden<br />
ödüllerle dönmüş, yetkin örnekler<br />
olarak hafızalarımıza kazınmışken Farhadi’den<br />
yine bir sol kroşe geldi. Seyirciyi adeta koltuğa<br />
zımbalayan “Satıcı” seyirciye hem tarafını seç<br />
dedirten hem de bunun imkansızlığını naif bir<br />
şekilde gösteren nadir örneklerden. Film, 125<br />
dakikalık uzun süresine rağmen tek bir anın<br />
bile sarkmadığı, oyuncuların kendi sınırları<br />
içerisinde devleştikleri, basit bir konunun ne kadar<br />
çetrefilli hale sokulabileceğinin kanıtı oldu.<br />
“Satıcı”yı izlerken karısının başına ne geldiğini<br />
bir türlü çözemeyen, endişelenen, şüphe duyan<br />
Emad’la birlikte, olaya tanık olamayan bizler de,<br />
çaresiz kalıyoruz. Emad’ın içinde bulunduğu<br />
fırtınalı durum, onun karakter değişiminin de<br />
haklı/haksız yönlerini daha iyi kavramımıza fayda<br />
sağlıyor. Çevresi tarafından sevilen/sayılan bir<br />
öğretmen (aynı zamanda da tiyatro oyuncusu)<br />
olan Emad, karısı Rana’nın olaya karşı sessiz<br />
kalışına anlam veremeyerek içindeki öfke ve<br />
kıskançlığı arttırıyor. Toplumsal yadırgamalar ve<br />
baskıların da etkisiyle olayı çözmek için sınırlarını<br />
rahatça aşıyor. Filmin sonunda karşılaştığımız<br />
sürpriz karakter ve iç acıtan final sahnesiyle Farhadi<br />
seyircinin sinirlerini iyice geriyor. Seyircinin<br />
‘vicdan’ kelimesinin anlamı üstünde düşünmesini<br />
istiyor. Affetmek ve intikam duygularını aynı ipte<br />
gezdiriyor. Haneke’yi çok seven biri olarak, bu filmi<br />
sanki Haneke yazmış ve İranlı oyuncularla İran’da<br />
çekmiş gibi hissettim. Muhtemelen Haneke’nin<br />
kıskandığı bir film olmuştur “Satıcı”.<br />
Bilindiği üzere İran şeriat kurallarına göre yönetilen<br />
bir ülke. Hal böyle olunca toplumdaki bir çok<br />
suç/suçlama/iftira bireyler arasında çözülmeye<br />
çalışılıyor. Zira ötesi kırbaçlama, ağır cezalar ve<br />
hatta ölüme dek gidebiliyor. İşte usta yönetmen<br />
bir yandan da bu sistemdeki adalet eleştirisini de<br />
yapıyor olay üzerinden. Bu anlamda da oldukça<br />
yerici bir çalışma olduğunu da eklemeli.<br />
Filmin İran’da tüm zamanların en iyi açılışını<br />
yaptığını da belirterek, vizyona girer girmez izlemeniz<br />
dileğiyle...
CINEKRiTiK<br />
ONUR KIRVAŞOĞLU<br />
DİN REFERANSI İLE SERT BİR DİN ELE<br />
n Daha evvel Izmena ve Yurev Den<br />
filmleri ile dolaştığı festivallerden ödüller<br />
ile ayrılan ve 2000’li yıllarda önemli bir<br />
sıçrama gerçekleştiren Kirill Serebrennikov,<br />
(M)uchenik ile Cannes Film Festivali<br />
de dahil olmak üzere aldığı ödüller<br />
ve övgüler ile bu çıkışını en üst seviyeye<br />
taşıyor. Bir lise öğrencisi, onun zıttı bir<br />
öğretim üyesi ve toplumun diğer bireyleri<br />
üzerinden din konusuna derinlemesine giren<br />
yönetmen, eleştirisini ve derdini çok net ve<br />
oldukça sert bir şekilde ve hiç dolandırmadan,<br />
birincil muhatap kullanarak yapıyor. Din üzerinden,<br />
yanlış yaşanan bir düzeni yine din üzerinden<br />
eleştirerek en sağlam yerden yumruğu<br />
indiriyor. Bunu yaparken de daha önce pek<br />
izlemediğimiz bir anlatım sergileyerek konsantrasyonu<br />
da en üst seviyede tutmayı başarıyor.<br />
(M)uchenik, 2016 yılının, son yıllarda<br />
alıştığımız festival sürprizlerinin en değerlisi<br />
olarak da kayıtlara geçiyor.<br />
Filmin baş karakteri Venyamin, yönetmenin tercihi<br />
ile bu seviyeye nasıl geldiğini bilmediğimiz<br />
bir şekilde kız öğrencilerin bikini ile havuza<br />
girmesini kabul etmeyip, derse girmeyecek<br />
kadar kökten dinci tavırlar sergileyen bir<br />
lise öğrencisidir. Annesinin yaşantısına dahi<br />
karışacak, hatta dil uzatacak kadar kendini<br />
kaptırmış olan ve her konuşmasında kendi<br />
fikirlerini değil (zira kendi fikri neredeyse yok)<br />
İncil’den pasajları dile getiren bir hale gelmiştir.<br />
Bunu yaparken de oldukça provake edici ve<br />
karşısındakini neredeyse dinlemeyen bir tavır<br />
içindedir. Venyamin, cinsel eğitim dersini protesto<br />
eder, evrim teorisini kabul etmez ve dinlenmesini<br />
de engeller. Her an her yerde vaazlar<br />
vermeye çalışır ve okul ile birlikte çalışan<br />
rahibi bile suçlar, sistemin yanında olduğu için<br />
gerçek bir din adamı olmamakla suçlar. Burada<br />
fazlasıyla doğru şeyler de söyler ve adeta<br />
dar aıdan çok büyük bir sistem eleştirisi dile<br />
getirir. Kısacası Venyamin, “kendi bildiği” dine<br />
mahsup olan her şeyi onaylar, empoze etmeye<br />
çalışırken, karşı olan her şeye ama her şeye<br />
muhalif olur ve kışkırtarak derdini anlatmayı<br />
seçer. Bu hali, filmin de anlatımı ile birleşip bazı<br />
anlarda trajikomik bir hal alır ve izleyici komedi<br />
filmindeymişcesine kahkahayı patlatır. Burada<br />
filmin ve doğal olarak anlatımın bir küçük tuzağı<br />
da mevcut; Venyamin’in bazı söylemleri gayet aklı<br />
başında ve onaylanacak tutarlılıkta. Bu tuzağa<br />
düşüp, tehlikeli senaryo karşısından tuş olmak<br />
ve kendimizden şüphe etmek de haliyle mümkün.<br />
Özellikle, rahibe yönelik, sistem eleştirisine<br />
kadar çıkabilecek söylemler ve rahibin bilgi sahibi<br />
olmadan yetki sahibi olduğu betimlenen hali<br />
Venyamin’i neredeyse haklı çıkartıyor. Bir de biraz<br />
olsun muhafazakar görüş varsa rotamız değişiyor<br />
ve Venyamin ile aynı tarafta olma ihtimali beliriyor.<br />
Filmin bu tuzak karakteri ve diyalogları bir anlatım<br />
harikası ve kendimizi sorgulama fırsatı ama oldukça<br />
da tehlikeli. Zira, bütünden bakıldığında, bir<br />
şekilde Venyamin’e hak vermek ve onunla aynı<br />
tarafta olmak kabul edilebilir değil. Haklı olduğu<br />
yerlere rağmen tuzağa düşmek zor. Zira; Venyamin<br />
çok kapalı bir duruş sergiliyor ve fanatik tavrı hiçbir<br />
şekilde pozitif eksende ilerlemiyor. Doğal olarak da
ŞTİRİSİ<br />
filmin sonunda hayat görüşümüz ne olursa olsun<br />
karşısından yer alıyoruz.<br />
Venyamin’in bu baskıları ve provakasyonu<br />
önemli ölçüde işe yarıyor. Yönetmen, bu noktada<br />
bize toplumsal yaraları gösteriyor. Yaşayışına ve<br />
kararlarına bile karıştığı annesi, saygı duymadığı<br />
ve dışladığı arkadaşları, kendisine aşık olan en iyi<br />
ve tek arkadaşı hatta ve hatta okul yönetiminde<br />
bulunan eğitimci kimliği bulunan insanlar, konu da<br />
en hassas olunan olgulardan olan din olunca ister<br />
istemez bu yöne kayıyor ya da en kaba tabirle<br />
Venyamin’e torpil geçiyor. “Havuza öğrenciler bikini<br />
ile girmemeli zaten” gibi yumuşatmalar ile başlayan<br />
destek süreci “Evrim teorisi zaten koca bir yalan”<br />
gibi değerlendirmelere kadar gidiyor. Toplumun da<br />
en büyük sorunu belki de bu. Elbette inanç var,<br />
elbette din çok önemli ama bunu yaşayış ve körü<br />
körüne bağlanışın sonuçları çok acı olabiliyor. Bunu<br />
bilerek de din konusundan çekindiğimiz ya da yoğun<br />
hisler beslediğimiz zaman karşısında olmamız gereken<br />
yerde yeteri kadar set öremiyoruz. Venyamin<br />
karşısında da durum tam olarak bu. Buna karşılık<br />
da senaryonun, yani filmin yarattığı en büyük<br />
koz, Venyamin’in tam zıttı olan öğretmen<br />
karakteri. Bilimsel gerçekler ile yaşayan,<br />
öğretilerini bunun üzerinden yapan ve dinin<br />
“kişiye özgü” olmasını savunan bir eğitimci.<br />
Zıtlık harika kurulmuş ve hikayedeki çatışma<br />
son derece yerinde kurgulanmış. Filmin derdine<br />
de, ritmine de ve elbette dokunduğu<br />
her şeye de iyi gelen, dinamiğini artıran bir<br />
çatışma...<br />
Serebrennikov, zaten iyi kotardığı anlatıma<br />
ve senaryo matematiğine bir de daha evvel<br />
pek karşılaşmadığımız bir tarz ekliyor ve<br />
Venyamin’in İncil’den alıntılayarak konuştuğu<br />
her cümleyi ekranın bir köşesinden bize<br />
direkt ayet numarası ile veriyor. Yani dine bir<br />
eleştiride bulunurken, bunu kaynağı üzerinden<br />
yaptığını ve dini eleştirmek için en doğru yöntemin<br />
yine din olduğunu, belki de gerçek din<br />
olduğunu belirtiyor. Yani, usta bir manevra ile<br />
neredeyse hiç yorum katmadan, İncil’i refere<br />
ederek eleştirisini yapıyor ve bu anlamda olabilecek<br />
olumsuz yorumların da önünü kesmiş<br />
oluyor. Anlatımını tam olarak meselenin içinden,<br />
derdinin tam kalbinden yapıyor.<br />
Sonuç olarak, Venyamin üzerinden gelinen<br />
nokta, toplumsal baskının ve hassasiyetlere<br />
karşı objektif olamamamın sonuçlarını gösteriyor.<br />
Dikte ederek, provakasyon yaparak ama<br />
din üzerinden giderek yavaş yavaş herkesi<br />
yanına çekiyor. Başka herhangi bir konu olsa<br />
ciddiye alınmayacak tavırlar sergileyen, hatta<br />
hasta olduğu konusundan oy birliğine kesinlikle<br />
varılacak olan bir karakter, konu din<br />
olduğu, en çok korkulan konuların başında<br />
geldiği için tolere ediliyor ve yakın görülüyor.<br />
Toplumun en büyük çıkmazlarından olan<br />
bu tavır, ortaya bir yalan atılması ve herkesin<br />
dine karşı olmaktansa yalana inanıp<br />
öğretmenin karşısında olmasına kadar<br />
varıyor. Bu oldukça tanıdık bir durum ve film<br />
bizi belki de bu açıdan çok daha fazla etkiliyor.<br />
Serebrennikov bu harika filmden sonra<br />
beklentileri çok daha fazla artırdı ve umarım<br />
yolculuğu çok daha iyi filmlere sahne<br />
olacaktır. En zor konudan en cesur filmi<br />
çıkarabilen bir yönetmenden bu kadarını beklemeye<br />
de hakkımız olduğunu düşünüyorum.
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
KIRIK KALPLERDE YAŞAYAN PEYGAM<br />
n Majid Majidi ile 2012 yılında Mardin’de<br />
bir görüşme yapmıştık. O dönemde Hz.<br />
Muhammed: Allah’ın Elçisi filminin çekim<br />
hazırlıkları sürüyordu. Majidi projeyi<br />
anlatırken radikal bir söylemde bulunmuş<br />
“Peygamberimiz günümüzde yaşasaydı<br />
dinimizi anlatmak için mutlaka sinemayı<br />
kullanırdı” demişti. Gerçekten de sinema<br />
artık bu kadar önemli. Bu yüzden Hz. İsa<br />
ve diğer peygamberleri anlatan yüzlerce film<br />
varken bizim dinimizi ve yüce Peygamberimizi<br />
anlatan film sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.<br />
Eleştirilerimi sıralamadan önce sadece<br />
bu yüzden Majid Majidi’ye, Hz. Muhammed:<br />
Allah’ın Elçisi filmini çektiği için teşekkürlerimi<br />
sunuyorum. Gelelim filme, doğal olarak bu<br />
filmi karşılaştıracağımız tek bir yapım var,<br />
o da Mustafa Akkad’ın Çağrı-Messenger’ı.<br />
İki film arasında konu olarak en büyük fark<br />
Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi filminin Peygamberimizin<br />
çocukluğuna odaklanması.<br />
Çağrı bilindiği gibi Müslümanlığın çıkışını ve<br />
yayılışını anlatır. Bu konu farklılığı filmin dilini<br />
de etkilemiş. Temelinde savaşlardan, acılardan<br />
çok Peygamberimizin doğuş döneminde onun<br />
gelişini müjdeleyen mucizelerle başlıyor film.<br />
Daha sonra ise dedesi Ebu Muttalip ve amcası<br />
Ebu Talip’in korumasında gelecekteki mucizelerinin<br />
izlerini görüyoruz. Filmin bir özelliği<br />
de Arap kabilelerinin o dönemdeki sosyal<br />
ilişkilerini ve aile bağlarını neredeyse belgesele<br />
yakın bir tarzda bize veriyor olması. Mesela<br />
Çağrı’da bu ilişkilere ait çok da gerçekçi bilgiler<br />
bulunmamaktaydı. Kuran’ı Kerim’deki bir<br />
çok ayetin burada nasıl çıktığını kendine göre<br />
yorumlamış Majidi. Özellikle dikkatimi çeken<br />
Peygamberimizin kadınlara verdiği değeri<br />
filmde birçok yerde görmemiz; emsela Peygamberimizin<br />
kız çocuğunu öldürmek üzere<br />
olan adamın kucağına bebeği vererek “Gözlerine<br />
bak aynı sen” demesi ve adamın o<br />
minik gözlere bakarken geçirdiği değişim. Film<br />
Müslümanlığın diğer dinlerden farklı olarak<br />
ezilen insanların, fakirlerin, mağdurların dini<br />
olduğunu bize bir kere daha hatırlatıyor. Bir<br />
papaz onun peygamberliğini sorgularken “Tanrıyı<br />
nerede bulursun” dediğinde Hz. Muhammed’in<br />
“Kırık kalplerde bulurum” diye cevap veriyor.<br />
Yazarken bile tüylerim diken diken oluyor... Ben<br />
bir filmden başka ne beklerim ki? Tabii bu filmin<br />
diğer bir önemli mesajı da günümüzün Müslüman<br />
coğrafyasına geliyor: “En kötü durumda bile umudunu<br />
ve inancını yitirme.” Gelelim bu muhteşem<br />
içeriğin sinemasal olarak nasıl verildiğine, zaten<br />
benim eleştirilerimde burada başlıyor. Film Hollywood<br />
tarzı dini filmlerin jargonunu kullanıyor. Hem<br />
kamera açıları hem resmedilen atmosfer daha<br />
çok Hz. İsa veya Musa’yı anlatan filmlerin sinematografisine<br />
benziyor. İşte bu noktada da Çağrı<br />
filminin farklılığı ortaya çıkıyor. Peygamberimizin<br />
doğumunda annesinin onu sarılıp mucizevi bir<br />
ışık altında resmedildiği sahne neredeyse bilindik
BER<br />
kilise gravürlerinden pek de farklı değil. Ayrıca<br />
Peygamberimizin en büyük mucizesi Kuranı<br />
Kerim’dir. Biz onu ölüleri diriltmesi veya denizi<br />
ortadan yarmasıyla bilmeyiz. Onu Allah’ın sözlerini<br />
bize taşımasıyla biliriz. Ve onun diğer bir<br />
özelliği ise beşeri olmasıdır, onun gücü buradan<br />
gelir. O mucizevi bir insandır ve Allah’ın peygamberidir.<br />
Majid Majidi’nin filminde kullanılan<br />
mucizelerin Peygamberimizin bu yönünü biraz<br />
geride bıraktığını düşünüyorum. Bu eksiklik ise<br />
filmde kullanılan müziklerin muhteşemliğiyle<br />
telafi ediliyor. Sanki Majidi’nin kamerayla<br />
yapamadığını filmin müziklerini yapan A. R.<br />
Rahman tınılarıyla başarabilmiş. O kadar etkileyici<br />
müzikler var ki filmi seyrederken gözlerimden<br />
çok kulaklarımla özümsedim. Filmin<br />
soundtrack’ını sabırsızlıkla bekliyorum. Gelelim<br />
Peygamberimizin filmde nasıl gösterildiğine; uzun<br />
zamandır filmde peygamberin cisminin gösterilmesi<br />
eleştiriliyor. Gerçekten de peygamberimizin<br />
çocukluğu ve gençlik hali yüzü gösterilmeden<br />
ama bir oyuncu tarafından canlandırılarak yer<br />
alıyor. Aynı zamanda sesi de filmde kullanılmıyor.<br />
Onun yerine Peygamberimiz konuştuğunda bir<br />
sessizlik var ve alt yazılarla onun söyledikleri veriliyor.<br />
Ben dini olarak bu duruma bir eleştiri getirmiyorum<br />
ama Çağrı filminin peygamberimizin<br />
ne cismini ne de söylediklerini alt yazı ile vermemesine<br />
rağmen etkileyiciliğinin daha fazla<br />
olduğunu düşünüyorum. Bunda Çağrı filmindeki<br />
oyunculukların Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi<br />
filmindeki oyuncu performanslarından daha iyi<br />
olmasının etkili olduğuna inanıyorum.
TÜRK SİNEMASINDA<br />
MİLİTARİST<br />
FİLMLER<br />
Kasım ayında vizyona girecek Alper<br />
Çağlar’ın yönetmenliğindeki “Dağ<br />
2” filmi ile sinemamızda militarizm<br />
konusu yeniden gündeme geldi.<br />
Amerikan sinemasında yıllardır<br />
gözümüze ısrarla sokulan militarist<br />
söyleme karşın ülkemizdeki durum<br />
ne? Bu vesile ile yakın dönemde<br />
sinemamızda militarizme vurgu yapan<br />
filmlere bir göz atalım.<br />
EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />
n Genellikle Amerikan<br />
sinemasında sıklıkla<br />
karşımıza çıkan militarist<br />
filmler, yani milliyetçiliğin<br />
ağır bastığı, savaşı<br />
yücelten filmler yerli<br />
sinemamızda da karşımıza<br />
çıkıyor. Amerika’nın öve<br />
öve bitiremediği Vietnam<br />
Savaşı’ndan tutun da Rusya<br />
ile soğuk savaş dönemindeki pek<br />
çok “kahramanlık” hikayesini beyazperdede<br />
bol militarizm sosu ile<br />
izlemiştik. 2000’lerde ise Nicolas<br />
Cage’li Rüzgarla Konuşanlar (Windtalkers,<br />
2002) tutun da Mel Gibson’lı<br />
Bir Zamanlar Askerdik’e (We Were<br />
Soldiers) yakın dönemde Ölümcül
Tuzak’tan (The Hurt Locker, 2008),<br />
Keskin Nişancı’ya (American Sniper,<br />
2014) kadar militarist söylemle ortaya<br />
çıkan pek çok Amerikan yapımı film<br />
izledik. Amerikan milliyetçiliğini buram<br />
buram gözümüze sokan bu tip filmler<br />
askeri operasyonların gerekliliğini<br />
ancak bu gerekliliği sadece süper<br />
güç Amerika’nın gerçekleştirmesi<br />
gerektiğinin altını çiziyordu.<br />
Yerli sinemamıza dönersek yakın<br />
dönemde milliyetçiliğe vurgu yapan<br />
ve savaşı yücelten filmler seyirci ile<br />
buluşuyor. Özellikle 2000’li yılların<br />
başında bu tür söylemler içeren<br />
filmler seyirciyi salonlara çekmeyi<br />
başarıyordu. Militarist söylemin seyircide<br />
oluşturduğu “gaz” duygusundan<br />
olacak ki salonlar bu tarz filmleri<br />
misafir etmeye devam etti. Bu vesile<br />
ile ilki 2012 yılında çekilen ve Kasım<br />
ayında ikincisi vizyona girecek olan<br />
“Dağ 2” filmi sinemada militarizm<br />
konusunu yeniden açtı. Şimdi ise<br />
yakın zamanda yerli sinemamızda<br />
milliyetçiliği ve militarizmi yücelten<br />
filmlere şöyle bir göz atma zamanı.<br />
Deli Yürek: Bumerang Cehennemi<br />
(2001)<br />
Deli Yürek: Boomerang Cehennemi<br />
uzun soluklu bir televizyon serisinin<br />
beyazperde uyarlamasıydı. Osman<br />
Sınav yönetmenliğinde çekilen film<br />
gerçek bir olaydan yola çıkıyordu.<br />
Dönemin Diyarbakır Emniyet Müdürü<br />
Gaffar Okan’ın arkadaşı olan halk<br />
kahramanı Yusuf Miroğlu, Okan’ın<br />
terörist gruplarca katledilmesi sonucu<br />
bölgede halkın üzerine çökmüş<br />
bu zalim güce karşı savaş açar. 2001<br />
yılında çekilen ve yaklaşık 1 milyon<br />
seyirciyi çekmiş olan film “bu ülkeye<br />
ihanet edenler bu ülkede barınamazlar,<br />
dahası kurşunu yerler” söylemini<br />
arkasına alıyor. Bu bağlamda<br />
milliyetçiliğin altını en bariz şekilde<br />
çizen örneklerden birisi oluyordu.
Kurtlar Vadisi: Irak / Kurtlar Vadisi:<br />
Filistin (2006 – 2011)<br />
Bir mafya dizisi olarak başlayan<br />
ancak sonrasında derin devletten<br />
tutun da kendisini sadece ait<br />
olduğu ülkesi değil diğer ülkeleri<br />
de kurtaracak kapasiteye layık<br />
gören kahramanlar yaratmış olan<br />
seri Kurtlar Vadisi, milliyetçi söyleme<br />
en çok sahip yerli yapımlar<br />
arasında geliyor. Daha sonra Kurtlar<br />
Vadisi: Irak, Kurtlar Vadisi: Gladio,<br />
Kurtlar Vadisi: Filistin olarak beyazperdeye<br />
de seri olarak uyarlandı. Bunlardan<br />
hiç kuşku yok ki Kurtlar Vadisi:<br />
Irak ve Kurtlar Vadisi: Filistin, milliyetçi<br />
söylemle politik propagandayı en yüksek<br />
sesle dile getiren iki yapım oldu.<br />
Kurtlar Vadisi Irak’ta çuval hadisesini<br />
onuruna yediremeyen bir üst teğmenin<br />
intiharı sonucu Polat Alemdar’ın intikam<br />
için ekibi ile Irak’a gitmesi konu<br />
ediniliyordu. Kurtlar Vadisi Filistin<br />
ise İsrail-Filistin çatışmasını odağına<br />
almıştı. Her iki filmde de ateşi yükselten<br />
ve seyirciyi milliyetçi söylemle<br />
gaza getiren bir etken olduğu aşikar.<br />
Amerikan Rambo’suna karşın Türk<br />
Polat Alemdar’ı da kendisine verilen<br />
bu kutsal görevi layığı ile yerine getirmek<br />
için uçuşan kurşunlardan, patlamalardan<br />
kendisini geri çekmiyordu<br />
elbette. Savaşı körükleyen unsurları,<br />
kahramanlık söylemleri ile militarist<br />
filmlere bariz bir örnek teşkil ediyordu.<br />
4 milyondan fazla seyirciye ulaşan film<br />
ülkede yükselen milliyetçiliğin sinemada<br />
daha pek çok şekilde karşımıza<br />
çıkacağının da habercisi oluyordu.<br />
Amerikalılar Karadeniz’de 2 (2006)<br />
Kartal Tibet’in 2006 yılında<br />
çektiği Amerika’nın İran’a<br />
karşı gireceği olası savaştan<br />
kaynaklanan füze sorununu<br />
odağına alan film her ne kadar<br />
bir komedi örneği olsa<br />
da alt metninde geçen “Her
asker doğar” söylemi ile bu alanda<br />
dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor.<br />
Özellikle yine değinilen dış politika<br />
ve tehditler, bu dış politikaya karşı<br />
Türklerin tepkisi gibi komik ufak<br />
göndermeler filmi tematik anlamda<br />
esprili bir kahramanlık öyküsüne<br />
dönüştürebiliyor.<br />
Emret Komutanım: Şah Mat (2007)<br />
Milliyetçilik ve kahramanlık<br />
söylemleri elbette sadece<br />
dram üzerinden anlatılacak<br />
olgular değil. Komedi filmlerinde<br />
de bu gibi temalar<br />
sıklıkla kullanılmaya<br />
başlanmıştı. Bunlardan bir<br />
örneği de Taner Akvardar<br />
yönetmenliğinde çekilen<br />
Emret Komutanım: Şah<br />
Mat’tır. Filmde 7 tane ruhsal özürlü<br />
vatandaşın 1 günlüğüne askerlik<br />
yapmak için karargaha geldiğini<br />
görürüz. Oldukça neşeli ve eğlenceli<br />
olduğu görülen bu karakterler filmin<br />
komedi unsurunu oluştursa da<br />
filmde altı çizilen bir diğer nokta bir<br />
KGB ajanı ile üsteğmen arasındaki<br />
hesaplaşmadır. Filmde kahramanlık<br />
ve milliyetçilik olguları ise bu<br />
çatışma üzerinden veriliyor.<br />
Maskeli Beşler: Irak (2007)<br />
Tıpkı Emret Komutanım: Şah Mat<br />
gibi o dönemde çıkan ve komedi<br />
ile kahramanlık hikayesini birbirine<br />
geçiren filmlerden birisi de Maskeli<br />
Beşler: Irak’tır. 5 sakar ve komik<br />
tiplemenin Irak’ta bir petrol hattını<br />
ele geçirmesi ve o petrol hattında<br />
haklarının (haklarımızın) olduğunu<br />
iddia etmesi üzerine Amerika ile<br />
tırmanan gerilim komik olaylarla<br />
resmedilir. Film direkt olarak bir<br />
militarizm örneği sergilemese de<br />
alt metninde yatan tutum ile Irak’a<br />
girme, hak iddia etme gibi olgularla<br />
seyircide “istersek gireriz de, alırız<br />
da” algısını oluşturmayı başarıyor.
Son Osmanlı: Yandım Ali (2007)<br />
Suat Yalaz’ın çizgi romanından<br />
beyazperdeye uyarlanan Son<br />
Osmanlı: Yandım Ali İstanbul’un<br />
işgal olduğu yıllarda, Kurtuluş<br />
Savaşı zamanlarında geçen bir<br />
hikayeyi beyazperdeye taşıdı.<br />
Kenan İmirzalıoğlu’nun hayat<br />
verdiği Yandım Ali’nin Milli mücadeleye<br />
katılma macerasını resmederken<br />
milliyetçi olgulara sırtını<br />
dayayan yapım ülkeyi ele geçirmeye<br />
çalışan işgalcilerin yüzünde Ali’nin<br />
attığı Osmanlı tokadı misali patlıyor.<br />
Milliyetçilik unsurlarının buram buram<br />
hissedildiği yapım dönemin artan milli<br />
kahramanlık hikayelerine bir örnek<br />
teşkil ederken militarizmi tetikleyen<br />
sahneleri ile listenin tepelerinde olmayı<br />
hak ediyor.<br />
Nefes Vatan Sağolsun (2009)<br />
Senaryosunu Mehmet İlker’in yazdığı<br />
Levent Semerci’nin yönetmenliğini<br />
üstlendiği Nefes: Vatan Sağolsun’un<br />
tam olarak bir militarist film örneği<br />
olduğunu söylemek zor. Kuzey Irak’a<br />
yapılan sınır ötesi operasyon neticesinde<br />
2365 metre yükseklikteki<br />
Karabal Jandarma Karakolu stratejik<br />
bir öneme sahip olmuştur. Mete<br />
Yüzbaşı ve emrindeki bir grup asker<br />
operasyon sonuna kadar karakolu korumak<br />
zorundadır. Örgüt ise bu karakolu<br />
ve askerleri ele geçirmek istemektedir.<br />
Sert hava koşullarında örgüt ile<br />
amansız bir mücadele<br />
başlar. Filmde dağda<br />
parçalanmış ama yine<br />
de dalgalanan bayrak,<br />
Atatürk büstü, ve “vatan<br />
sağolsun” sloganları<br />
göze çarpsa da filmde<br />
askerlerin gözünden<br />
terör olgusu ve insani<br />
değerler yansıtılıyor. Mevcut durum<br />
karşısındaki korkuları, endişeleri,<br />
kızgınlıkları aktarılıyor. Yine de filmin
ağır militarist söylemler içerdiğini<br />
düşünen oldukça geniş bir kitle de<br />
mevcut.<br />
Dağ (2012)<br />
Farklı kesimlerden askerliğe gelmiş<br />
bir grup er bir görev esnasında<br />
teröristlerce pusuya düşürülür.<br />
Ekipten yalnızca Oğuz ve Bekir<br />
hayatta kalır. Hava koşullarının da<br />
olumsuz etkisi ile iki<br />
asker hayatta kalma<br />
mücadelesi verirler.<br />
Alper Çağlar’ın<br />
yönetmenliğini<br />
üstlendiği 2012 yapımı<br />
“Dağ” propagandasını<br />
daha en başından<br />
yapan ve ölüm kalım<br />
mücadelesini milliyetçi duygularla<br />
harmanlayarak seyirciyi gaza getirmeyi<br />
amaçlayan bir film olarak<br />
öne çıkıyor. Kasım ayında ikincisi<br />
seyirci ile buluşacak filmde Oğuz ve<br />
Bekir’in hikayesi devam edecek.<br />
Dağ 2 (2016)<br />
Devam filmi olmakla birlikte izleyicilerine<br />
bağımsız bir hikâyeyi konu<br />
eden Dağ 2’de sınır ötesi gizli operasyonlara<br />
gönderilen yedi kişilik<br />
bir timin, “Fırtına Getiren”in öyküsü<br />
anlatılıyor. İki can dostu Oğuz ve<br />
Bekir’in ilk saha<br />
görevine gittikleri<br />
Irak’ta 7 bordobereli<br />
ölümle dans<br />
ediyor. Türk Silahlı<br />
Kuvvetleri’nin<br />
destekleriyle,<br />
gerçek silahların<br />
yanı sıra ordunun<br />
helikopter ve<br />
uçaklarının da kullanıldığı Dağ 2,<br />
gerçek silah ve ordu ekipmanlarının<br />
kullanıldığı ilk ve tek Türk filmi oldu.<br />
Filmde ayrıca TSK’da görev yapan<br />
gerçek askerler de rol aldı..
FESTİVAL<br />
SİNEMACISININ<br />
GÖZ YAŞARTAN<br />
ÇOCUK SEVGİSİ<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
SUSMAYAN KÖŞE<br />
Her yıl daha fazla<br />
sinemacı çocuk<br />
gözünden politik<br />
hikâyeler anlatıyor.<br />
Peki, Türkiye’nin<br />
meseleleri çocuk<br />
gözünden bakılınca neye<br />
benziyor? Murat Tolga<br />
Şen yine susmuyor!<br />
Babam ve Oğlum yüzünden canımız<br />
sıkıldıkça Çağan Irmak dövmeye<br />
devam ediyoruz ancak aynı festival<br />
sinemacılarının da garantili reçeteye tav<br />
olduğu ortada. Sivas, Kuzu, Rauf, Mavi<br />
Bisiklet derken sanki festivallerde daha<br />
çok çocuk göreceğiz gibi geliyor. Genç<br />
Pehlivan’ları konusu itibariyle çocuksuz<br />
olamayacağı için bu eleştiriden muaf tutuyorum.<br />
İnsanlığın en can acıklı resimlerine bir<br />
çocuğun gözünden bakmak her zaman<br />
etkileyici bir izlek yaratma şansı verir.<br />
“Sinemayla ilgili yapılmış filmlerden en çok<br />
hangisini seviyorsun” diye sorduklarında<br />
benim de ilk cevabım Cinema Paradiso<br />
olur yani Cennet Sineması… Bir çocuğun<br />
cennetinde aslında neler olup bittiğini<br />
göstermeye çalışır sinemacı, masumiyetin<br />
kavrayamadığı acıyı süzüp seyircinin<br />
önüne koyar, hikâye iyice buruklaşır.<br />
Öte yandan bu onun bir yetişkin olarak<br />
meselenin kendisiyle yüzleşemediğinin<br />
işaretçisidir. Politik sinemada çocuk<br />
hikâyeleri artıyorsa orada ifadenin iyice<br />
yoksullaştığından, sinemacının cesaretini
hepten yitirmek üzere olduğundan bahsedilebilir.<br />
Ya da apaçık bir güdümleme vardır. Çocuğun<br />
gözleri masum bakar ama tıpkı masallardaki gibi<br />
iyi kötü ayrımı nettir. Oysa yaşadığımız şu yetişkin<br />
dünyada kimin ne zaman iyi ve neden kötü sorusuna<br />
verilecek cevap sürekli değişir.<br />
Ben açık bir eleştiriden çekiniyorum ancak festival<br />
sinemacılarımızın artan hızda çocuk kahramanlı<br />
filmler çekmesini bir tür kolaycılık olarak görüyorum.<br />
İran sinemasının bir tür karikatürü gibi…<br />
Ya batıya ya doğuya giden ama bir türlü kimliğini<br />
bulup kendi tarifini üretemeyen bir sinema yapma<br />
hali bizimkisi…<br />
Çocukları merkeze alarak çok güçlü bir politik<br />
mesaj da verilebilir pekâlâ, tıpkı Pan’ın Labirenti<br />
filminde olduğu gibi… Fakat bizim önümüze henüz<br />
öyle keskin bir eser sunulmuş değil, “çocuğun”<br />
sinemamızdaki kullanılma hali eserin kusurlarını<br />
örtüp o büyük gözler ve masum suratlarla festival<br />
izleyicisinden ve jüriden sempati toplamak.<br />
Antalya’nın skandalları bitmiyor!<br />
Antalya bu yıl neresinden tutsak elimizde kalacak<br />
bir festivale imza attı. Festivalin cilası yerindeydi<br />
ancak “itibar kazanmak istiyoruz” diye<br />
yırtınıp ulusal yarışmanın jüri başkanlığını Semih<br />
Kaplanoğlu’na teslim edince bir çuvaldan da<br />
fazla incir berbat edilmiş oldu. Festivalde<br />
filmleri izleyen tüm eleştirmenler Semih<br />
Kaplanoğlu başkanlığındaki jüriden Yeşim<br />
Ustaoğlu’nun cinsel yönden cesur filmine<br />
ödül çıkmayacağının farkındaydı ve beklenen<br />
oldu. Uluslararası yarışmada tulum<br />
çıkaran Tereddüt, ulusal yarışmadan sadece<br />
bir oyuncu ödülü ile ayrıldı ve başka iyi filmler<br />
de takdir edilmedi. Bir TRT ortak yapımı<br />
ve önemsiz bir film olan Mavi Bisiklet ise<br />
en büyük ödülleri (film-yönetmen-senaryo)<br />
topladı. Bu, ancak Semih Kaplanoğlu’nun<br />
jüri başkanlığında mümkün olabilecek bir ihtimal<br />
o yüzden filmin yönetmeni bile aldıkları<br />
ödüllere şaşırdı!<br />
Bir diğer skandal ise gösterim programından<br />
son anda çıkarılan bir Emir Kusturica filmi…<br />
Altın Portakal bu yetenekli sinemacıya<br />
ayıp etmek için özellikle fırsat arıyor gibi.<br />
Dünyanın en saçma şakasıydı bana göre…<br />
“Semih abi görmeden çıkarın şu filmi” falan<br />
dediler herhalde.<br />
İtibar kazanmak ışıkla lazerle ya da eskimiş<br />
B klasmanındaki Hollywood ünlülerini<br />
Antalya’ya doluşturmakla olsaydı keşke…
ANLATTIKLARIMI HALK<br />
BENDEN DAHA İYİ BİLİY<br />
Mandıra Filozofu’nda Mustafa Ali karakteriyle gönülleri<br />
fetheden, birçok insanın düşüncesine felsefi<br />
açıklamalarıyla derman olan Müfit Can Saçıntı’yla yeni<br />
filmi Yaşamak Güzel Şey minvalinde bir röportaj yaptık.<br />
BANU BOZDEMİR<br />
İki tane Mandıra Filozofu’nda oynadınız ve<br />
bayağı sevilen işler oldu. Ama devamını getirmek<br />
yerine Yaşamak Güzel Şey isimli yeni<br />
bir filme başlıyorsunuz, öncelikle bu değişin,<br />
yeni fikr nasıl oraya çıktı?<br />
Bazen devam etttirmek iyi gibi görünüyor<br />
ama tadında bırakmak da gerekiyor diye<br />
düşünüyorum. Önemli olan hikaye ve senaryo.<br />
Sırf çekmiş olmak için çekmemek lazım. O<br />
tür istekler geldi, geliyor da ama ben şöyle<br />
değerlendiriyorum. İki filmde de insanların<br />
farkında olduğu ama yüksek sesle dile getirilmeyen<br />
bazı problemler anlatıldı. Bir kısım seyircinin<br />
hislerine tercüman olduğunu düşünüyorum.<br />
İkinci film ilkine göre biraz daha fazla nutuk atan<br />
film olarak nitelendirildi. Ama ikincisi de öyle kolay<br />
kolay dile getirilmeyen sorunlara parmak bastı.<br />
Mesela’ hedef’ baskısını üzerlerinde hisseden<br />
çalışanlar çok büyük ilgi gösterdi. Çünkü o satış<br />
baskısıyla gelen patron baskısını dile getirdik.<br />
AVM çalışanları kendi sorunlarına da yer vermemi<br />
istediler. Mandıra Filozofu’nu eğer o yoksa beni<br />
hislerine tercman olarak gördüler. Bu tür siparişler<br />
alıyorum yani.<br />
Umut oluyorsunuz yani bir anlamda…<br />
Bu filmler neden bu kadar çok sevildi, ilgi gördü<br />
diye kafa yordum. Söylenmiş yeni bir laf yok<br />
burada. Ama yeni bir şey olmadığı için farkına<br />
vardılar ve etkilendiler diye düşündüm. Bildikleri,<br />
yaşadıkları ve belki de boyun eğdikleri koşulları<br />
sinemada gördüler. Hayat koşturmacası içinde<br />
durup düşünmeye fırsat bulamıyorlardı. Başka bir<br />
hayat mümkün mü diye sormaya bu sistem izin<br />
vermiyor aslında. Bildikleri bir şeyi hatırlattı.<br />
Senaryonun Birol Güven tarafından<br />
yazılması ilginç. Sizi düşünerek mi yazıldı,<br />
sizin söylemlerinizden mi etkilenildi?<br />
Karakterin ilk doneleri rahmetli senarist<br />
arkadaşımız Metin Açıkgöz yine Birol Güven’in<br />
bir işinde naturel metin diye bir şey yapmış.<br />
Doğadan örnekler kısmı orada var. Ama bir<br />
yandan da Çocuklar Duymasın için bir yenilik<br />
arıyordu Güven. Orada bir Gülfidan hala var<br />
onun entel oğlu dışardan gelsn ve diziye dahil<br />
olsun istiyordu. Ve ilk aklına gelen isim de<br />
Yüksel Aksu olmuştu. Sinema okumuş yönetmen<br />
olmuş ya da olmaya çalışan oğlu diye<br />
düşünmüştü. Aksu yoğunluktandı sanırım evet<br />
diyemeyince cast direktörüne anlatırken hep<br />
‘Müfit gibi işte’ diye anlatmaya başladı istediği<br />
tiplemeyi. Bulunamayınca rol bana döndü,<br />
sinemacı oğul oldu felsefeci oğul.<br />
Oyunculuğa ilk ne zaman başladınız peki?<br />
19<strong>97</strong>’de Ersin Pertan’ın Kuşatma Altında Aşk<br />
filminde oynadım. 96’da Aranana Adam diye<br />
enterasan bir programım vardı. Dizi olarak<br />
Çocuklar Duymasın’da başladım. Dizide<br />
neredeyse yüz bölüme yakın oynadım, bayağı<br />
uzun sürdü. Ben aslında 26 yıldır bu sektördeyim.<br />
Öncesinde kısa da olsa bir tiyatro dönemim<br />
var. Ama bana kapıları açan, birtakım şlerimi<br />
kolaylaştıran Mandıra Filozofu tabii ki.<br />
Karakter Mustafa Ali’yle inanılmaz özdeş duruyorsunuz<br />
ama bir yandan da. Var mı sizce<br />
benzer yanlarınız?<br />
Çocuklar Duymasın’ı üç kişi ve bazen sırayla
OR<br />
MÜFİT CAN<br />
SAÇINTI
yazıyorduk. Bir etkilenme oluyor ister istemez.<br />
Bende saat takmam mesela. En son kronometreli<br />
saatler yeni çıktığında heves edip takmıştım ve<br />
fotoğraf çektirmiştim. Liseden sonra kravat da<br />
saat de takmadım. O tür şeyleri yazarken benden<br />
ona geçti, ondan da bana geçenler olmuştur illa.<br />
Yüzde yüz sizin projenz değil mi? Birol<br />
Güven’le yolları ayırdığınız için öyle soruyorum…<br />
Ayrılıkları doğal görmek lazım. Yeri geliyor<br />
çocuklar yuvadan ayrılıyor bir problem olmadan.<br />
Otuz yıldır bu sektörde profesyonel olarak kültür<br />
sanatla ilgileniyorum. İster istemez hep birilerini<br />
ikna etmek ve uzlaşmak zorunda kalıyorsun.<br />
Kötü bir şey olarak söylemiyorum. Eşiyle de bazı<br />
konularda uzalaşmak zorunda insan. Biraz yaş<br />
psikolojisi de olabilir, yaşımın ilerlediğini ve kalan<br />
yaşımızın yapacak pek çok imkanı vermeyeceğini<br />
düşünüyorum. Bir ik tane dekimseyle fazla<br />
uzlaşmak zorunda kalmadan bir şeyler yapayım<br />
istedim.<br />
Gelelim filme, neler dersiniz, onun konusunu<br />
nasıl kurdunuz?<br />
Yaşamın, bu sistemin koşularına boyun eğmiş,<br />
sıradan hatta pısırık bir adam kötü bir olay yaşar<br />
ve bir nevi başkaldıran anti kahramana dönüşür.<br />
Süper kahramanlar aslında hep kötü bir olaydan<br />
sonra süperkahramana dönüşür. Ayakları yere<br />
sağlam basmaya başlayan bir kahramana hatta.<br />
Bu filmde hayatı sorgulamak üzerine o zaman?<br />
Sistemi, yapıklarımızı ve yapacaklarımızı…<br />
Evet var, sorgulama, tavır koyma, sistemle<br />
hesaplaşma. Şöyle formüle etmeye çalışıyorum.<br />
Kötü bir olayın sıradan bir insanın hayatına<br />
yapay güzellikler empoze etmesi yerine hayatın<br />
gerçek güzelliklerini keşfetmeye doğru bir<br />
yolculuğa çıkması diyebiliriz. Bu da aslında<br />
sanıldığı gibi çok uzakta olan şeyler değil. Kendi<br />
evinde ve çevresinde olan şeyler.<br />
Kapitalizmin yerine koyabilecek şey var mı?<br />
‘Kapitalizm bana göre bütün dünyada öldü.<br />
Eskiden kral ölünce yeni kral tahta oturana kadar<br />
öldüğünü gizlerlerdi. Bir psikolojik moral<br />
bozukluğu yaratmasın diye. Kapitalizmin öldüğü<br />
gizleniyor. Birtakım egemen güçler arıyorlar ama<br />
yerine koyacak şeyi bulamadılar hala. Hiçbir<br />
kriz yedi yıl sürmez, bugüne kadar hep bir yıllık<br />
krizler biliyoruz. Bu kapitalizmin ruhuna uymayan<br />
bir paylaşım krizi. Amerika’da 1930’larda<br />
yaşanan nakit kriziydi. Mallar satılamıyordu<br />
çünkü insanların parası yoktu. Devletin elinde<br />
belli oranda bir para vardı. Halkın bir kısmına<br />
para verme adına çukur açtırdı. Hepsine<br />
yevmiye verdi, para kazandırdı. Başkalarına<br />
da o çukurları kapattırdı. Böylece ekonomi<br />
canlandı ve krizden çıkıldı. Buna nakit krizi<br />
diyoruz. Enerji ve hammadde krizleri de var.<br />
Günümüzde her şey var ama alacak insan yok.<br />
Üretim yapılamıyor, yapamayınca kazanamıyor,<br />
kazanamayınca alamıyor vs… Devlet de değil<br />
kişilerde para var artık ve devletler bunu çözemiyor.’<br />
Film çekecek sermayeniz nereden geliyor?<br />
Kültür Bakanlığına’da başvurmadım film çekecek<br />
kadar kendi öz sermayem de yok. Bir yol<br />
bulduk, hayata geçirirsek belki başka genç<br />
arkadaşlara da yol olur. Çok da bilinmeyen,<br />
şahane bir yol değil. Ön satış yaptık, kanal D<br />
ile anlaştık. Onlardan aldığımız parayla bütçemizi<br />
denkleştirdik. Kasım ayında İstanbul’da<br />
çekeceğiz. Bir de İstanbul dışı bir çekimimiz<br />
olacak.<br />
Üçüncü filminizi çekeceksiniz ama bir yandan<br />
da kafanızda başka başka film projeleri
var mı? Olursa yine bu minvalde filmler<br />
mi çekeceksiniz, yoksa farklı tarzlarda mı<br />
olacak?<br />
Kartal Sanat İşliği Tiyatrosu’nda işçi tiyatrosu<br />
yapıyorduk. Orada işçilerle sosyal meselesi,<br />
derdi olan filmler yaptık. Olacak O kadar<br />
da Levent Kırca’yla çalıştım. Sonra Aranan<br />
Adam yaptım. Bunlara göre mesaj kaygısı<br />
olmayan, o da sınır ve kural tanımaz, yeni<br />
komedi kalıpları oluşturan ve muhalifliği daha<br />
ince bir programdı. Aslında 30 yıllık bir dünya<br />
görüşünden kaynaklanan bir çizgimiz var.<br />
Zaman zaman geçim derdiyle başka işler<br />
yapmışızdır ama bu çizgiye taban tabana zıt,<br />
dünya görüşümüze ihanet edecek hiçbir şey<br />
yapmadık. Şanslıyım. Çok reklam teklifleri<br />
geldi, ben reklam filmlerinde oynamadım,<br />
oynamam. Bir gün beni reklam filmlerinde<br />
görürseniz bana kızmayın üzülün. Hayati bir<br />
şey olmuştur, sağlıkla ilgilidir vs. Bu benim<br />
doğrum. Başka arkadaşlarım oynuyor, onların<br />
kendilerini kötü hissetmesini istemem. Sağlam<br />
sebepleri vardır mutlaka. Ben bugüne kadar<br />
çizgime çok ters olmayan şeyler yaparak<br />
bugüne kadar geldim. Bugüne kadar da olmaz<br />
diyelim. Ama büyük konuşmak istemem çünkü<br />
çok korkuyorum.<br />
Daha net olarak iki film fikri daha var. İşsizlik<br />
kavramı, aile, evlilik ve suç kavramıyla<br />
hesaplaşacağız. Banka soymak nedir ki banka<br />
kurmanın yanında der Brecht. Yaşamak Güzel<br />
Şey’de de patron baskısı, sınav belası,<br />
geçim derdi, tüketim toplumu gibi bir sistemle<br />
hesaplaşma var. Bir filmde sistemin her şeyiyle<br />
hesaplaşamayız. Hatta biz bir filme fazla şeyler<br />
yüklüyoruz, kabul ediyorum. Ondan sonraki filmlerde<br />
mecbur kalmadıkça sistemle hesaplaşmayı<br />
bırakıp alternatif göstermeyi istiyorum. Birinci<br />
Mandıra Filozofu bir alternatif gösteriyordu. İkincisi<br />
göstermeden sorguluyordu. Bu da yapay güzelliklerden<br />
vazgeçip gerçek güzelliklere yönelmeyi<br />
öneriyor. Benim anlattıklarımı bence halk benden<br />
daha iyi biliyor. Ben bir biliyorsam onlar on biliyor.<br />
Bir de çocuk filmi yapmak istiyorum iki tane.<br />
Bir tane senaryo 80 darbesiyle ilgili. Hatta<br />
Amerika’dan da ödül aldı ama çok duyuramadık.<br />
18. Bağımsızlar Buluşması diye bir festival var<br />
orada en iyi senaryo ödülü aldı. Belki bir de onu<br />
çekerim.<br />
Bayağı aktif bir süreç aslında baktığımızda…<br />
Yazıp, yönetip oynuyorsunuz… Bu aşamaların<br />
hepsine vakıf olmak yorucu olmuyor mu?<br />
Çok da abartmamak lazım. Mesela sinema<br />
senaryosu yazılırken camdan bakarken bile<br />
çalışılacak bir şey. Zaten çok yayılmış bir<br />
süreç. Çekim dediğimiz de Türkiye şartlarında<br />
bir ay hazırlık bir ay da çekim. Senede bir film<br />
çekeceğim için diğer aylar bana kalıyor. 193<br />
bölüm Seksenler çektik. Her hafta 120 dakikalık<br />
dizi çekiyoruz. Sinema çekimi bana yorgunluk gibi<br />
gelmiyor.<br />
Çocuk filmlerinin tarzı nasıl olacak peki? Sizin<br />
kattığınız şeyler olacak mı?<br />
Evet yine benim bakış açımla. Birisi daha evrensel<br />
ama sorgulayıcı. Birisi daha bizim kültürümüze<br />
uygun. Tabii çocuk kafasıyla sorgulayıcı olacak ikisi<br />
de. Sorgulayıcı oldu için çocuklar da rahatlıkla<br />
izleyebilecek. Çocuk filmi çok az yapılıyor bizim<br />
ülkemizde. Çocuk kafasıyla, onların dünyasıyla<br />
büyük kafasını sorgulamak hoşlarına bile gidecek<br />
diye düşünüyorum. Ben daha çok senaryo<br />
yazarlığı yaptım toplama bakıldığında. Çocuklar<br />
anlamaz dediğimiz pek çok şeyi anlıyorlar.<br />
Senaryoları da bu minvalde yazacağım.
BİLİMKURGU<br />
SİNEMASINDA<br />
İLK TEMAS<br />
Bilim kurgunun<br />
vazgeçemediği unsur<br />
‘ilk temas’ı öyküsünün<br />
merkezine yerleştiren<br />
Arrival, 11 Kasım’da<br />
vizyonda. Bu vesileyle<br />
bilim kurgudaki ‘ilk<br />
temas’ odaklı filmleri<br />
bir araya getirelim<br />
istedik.<br />
MURAT KIZILCA<br />
n İnsanlar ile dünya<br />
dışı canlıların ilk kez<br />
karşılaşmaları şeklinde<br />
tarif edebileceğimiz<br />
ilk temas, bilim kurgu<br />
eserlerinde sıkça<br />
karşılaştığımız bir<br />
temadır. İlk temas, eser<br />
sahibine; yabancı düşmanlığı ya da korkusu,<br />
insan bilgisinin niteliği ve ilkeleri,<br />
iletişim problemleri ve algılama farklılıkları<br />
gibi başlıkları inceleme fırsatı verir. Denis<br />
Villeneuve’ün yönetmenliğini üstlendiği<br />
Arrival da benzer bir temadan yola çıkarak<br />
insanoğlunun dünyayı, yaşamı, ilişkileri<br />
yani aslında çevresinde olan biten her<br />
şeyi algılayışına dikkat çekmeye çalışıyor<br />
ve fazlasıyla sonuç odaklı hale dönüşen<br />
yaşantılarımızı eleştiriyor. İlk kez 15.<br />
Filmekimi’nde gösterilen film, 11 Kasım’da<br />
genel gösterime girecek.<br />
İlk temas, bilim kurgu sinemasında hemen<br />
her zaman çalışan temaların başında gelir<br />
ve seyirciden de karşılık bulur. Aşağıdaki<br />
listede ‘ilk temas’ odaklı bilim<br />
kurgu filmleri arasından öne<br />
çıkanları bir araya getirdik.<br />
Close Encounters of the Third<br />
Kind (1<strong>97</strong>7)<br />
Aldığı ödüller arasında en iyi<br />
sinematografi Oscar’ı da bulunan<br />
Steven Spielberg imzalı<br />
Close Encounters of the Third Kind,<br />
eğer mevzu ‘ilk temas’ ise akla gelen ilk<br />
filmlerden biridir. “Uzaylılar var mı, yok<br />
mu” tartışmasının tam da bütün dünyayı<br />
meşgul ettiği yıllarda gösterime giren<br />
filmin, bir fenomene dönüşmesi gecikmedi.<br />
Contact (19<strong>97</strong>)<br />
Carl Sagan’ın aynı isimli<br />
romanından uyarlanan<br />
Contact, gönül rahatlığıyla<br />
Interstellar ve Arrival ile<br />
aynı sepete konulabilecek<br />
filmlerden biri. Dünya<br />
dışı canlılar ile kurulan<br />
‘ilk temas’ı merkezine<br />
yerleştiren film, insanlık<br />
böyle bir karşılaşmaya hazır mı sorusuna<br />
cevaplar arıyor.<br />
The Day the Earth Stood<br />
Still (1951)<br />
Robert Wise’ın yönettiği<br />
film, başta ABD ve Rusya<br />
olmak üzere dünyamızın<br />
süper(!) güçlerinin, rakiplerine<br />
karşı bir tehdit amacı<br />
olarak ürettikleri nükleer<br />
silahlar, dünya dışındaki<br />
diğer uygarlıkları da tehdit<br />
ettiği için dünyaya bir uyarı mesajı getiren<br />
Klaatu’nun başına gelenleri anlatıyor.<br />
“Klaatu barada nikto!”
Solaris (1<strong>97</strong>2)<br />
Andrei Tarkovksy’nin, Stanislaw<br />
Lem’in romanından sinemaya<br />
uyarladığı Solaris, dünya<br />
dışı canlıların tahayyülümüzün<br />
ötesinde formlarla karşımıza<br />
çıkabileceğinin ve niyetlerinin<br />
de kavrayabileceğimizin çok<br />
ötesinde olabileceğinin altını<br />
çiziyor. “We don’t need other worlds. We<br />
need a mirror.” (Başka dünyalara değil, bir<br />
aynaya ihtiyacımız var.)<br />
Xtro (1982)<br />
Seksenler video furyası döneminde,<br />
ülkemizde de kült statüsüne<br />
ulaşmış filmlerden biri olan<br />
Xtro için E.T.’nin kötücül versiyonu<br />
diyebiliriz sanırım. Yönetmen<br />
Harry Bromley Davenport<br />
tarafından bestelenmiş sinir<br />
bozucu elektronik müzikleri unutmak<br />
mümkün değil. Her izlendiğinde şok<br />
etkisi yaratmayı başaran doğum sekansı<br />
başta olmak üzere, birbirinden tuhaf birçok<br />
sekansa ev sahipliği yapan film, hala<br />
benzersiz bir seyir deneyimi vadediyor.<br />
The War of the Worlds (1953)<br />
H.G. Wells’in unutulmaz eserlerinden<br />
biri olan The War of<br />
the Worlds, Orson Welles’in<br />
radyo uyarlaması ile zamanında<br />
Amerika’yı dehşete düşürmeyi<br />
başarmıştı. Roman zaten bugüne<br />
kadar çevrilmiş neredeyse bütün<br />
uzaylı istilası filmlerine şablon<br />
olmuş, bilim kurgu hayranlarının başucu<br />
eserlerinden biri. Film ise II. Dünya Savaşı<br />
sonrasının bütün korkularını ortaya döken<br />
yapısıyla arşivlik bir belge niteliğinde.<br />
District 9 (2009)<br />
Sinemasını ilgiyle takip ettiğim<br />
Neill Blomkamp’ın Alive in Joburg<br />
(2005) isimli kısa filminin<br />
uzatılmış versiyonu olan District<br />
9, günümüzün en sıkıntılı<br />
sorunlarının belki de başında<br />
gelen göçmen sorunu ve yabancı
düşmanlığı gibi mühim mevzuları<br />
kurcalıyor. Uzay gemisinin Güney Afrika<br />
Cumhuriyeti’ne inmesi de tesadüf değil<br />
elbette.<br />
The Abyss (1989)<br />
Hemen her James Cameron<br />
filmi gibi çığır açan<br />
özel efektleri ile dikkat<br />
çeken film, yönetmenin<br />
açık deniz tutkusunu<br />
tatmin ettiği muazzam<br />
sualtı çekimlerinin<br />
yanı sıra, dünya dışı<br />
yaşam formlarının illa ki<br />
gökyüzünden gelmeyeceğinin de altını<br />
çiziyor.<br />
Invasion of the Body<br />
Snatchers (1<strong>97</strong>8)<br />
En iyi yeniden çevrimler<br />
(remake) listelerinin<br />
değişmez ikilisi The<br />
Thing ve The Fly’dan<br />
hemen sonra anılması<br />
elzem Invasion of the<br />
Body Snatchers, ifade<br />
özgürlüğü ile kişisel<br />
hak ve özgürlükler hakkında bugün de<br />
önemini koruyan mühim laflar ediyor.<br />
Philip Kaufman’ın yönettiği filmde önemli<br />
rolleri; Donald Sutherland, Brooke Adams,<br />
Jeff Goldblum ve Leonard Nimoy<br />
paylaşıyorlar.<br />
E.T.: The Extra-Terrestrial<br />
(1982)<br />
Listedeki Spielberg<br />
imzalı ikinci film olan<br />
E.T.’yi tanımayan, bilmeyen,<br />
sevmeyen<br />
yoktur herhalde. Ana<br />
hedef kitlesi çocuklar<br />
olmasına rağmen her yaş<br />
grubundaki izleyiciyi kolayca kavrayan<br />
masalsı film, dünyaya gelen dost canlısı<br />
bir uzaylının, eve dönüş (ya da başka<br />
bir tabirle dünyadan kaçış) öyküsünü<br />
anlatıyor.
Birinci Not: İnsan görünümüne<br />
bürünüp dünyaya inmiş uzaylının<br />
izlenimlerini merkezine alan ya<br />
da bol aksiyon içeren, böylece ilk<br />
teması biraz daha geri plana atan<br />
filmleri liste dışında bıraktım. Ama<br />
yine de The Thing (1982), Alien<br />
(1<strong>97</strong>9), Predator (1987), Attack<br />
the Block (2011), Under the Skin<br />
(2013), The Brother from Another<br />
Planet (1984) ve The Man Who Fell<br />
to Earth (1<strong>97</strong>6) gibi filmlerin adını<br />
anmış olalım. Ayrıca ilk onun dışında<br />
bırakmak zorunda kaldığım filmlerden;<br />
Communion (1989) ve Flight<br />
of the Navigator’ın (1986) isimlerini<br />
özellikle belirtmek isterim.<br />
İkinci Not: The X-Files’ın ilk<br />
bölümü ABD’de Eylül 1993’te<br />
yayınlanmıştır. Türkiye’de ise ilk<br />
olarak Gizli Dosyalar adıyla TGRT’de<br />
1998’te yayınlanmaya başlamıştır.<br />
Ekranda gördüğüm ilk andan itibaren<br />
bağımlısı olduğum diziye<br />
düşkünlüğüm hala devam eder;<br />
ara ara arşivimde yer alan dokuz<br />
sezonluk DVD setinden rastgele<br />
birini seçer, eski bölümleri tekrar<br />
seyrederim. Her sezonda yer alan<br />
ve bölüm içinde başlayıp biten ekstra<br />
bölümleri bir kenara koyarsak,<br />
Fox Mulder ve Dana Scully isimli<br />
FBI ajanlarının uzaylılarla ilgili komplo<br />
teorilerini açığa çıkartmaya<br />
çalıştıkları ana öyküye ait bölümleri<br />
(ve tabii ki uzaylılarla ilk temas anını)<br />
heyecanla beklediğimi hatırlıyorum.<br />
Bu liste vesilesiyle Mulder ve<br />
Scully’yi de anmadan geçmeyelim.<br />
Üçüncü ve Son Not: Belirtmeme<br />
gerek var mı bilmiyorum ama artık<br />
Arrival da bu listenin değişmez<br />
parçalarından biri oldu. (İşin kötüsü<br />
ilk ondan başka bir filmi çıkartmak<br />
zorundayım.)
TÜRK SİNEMASININ<br />
SON 10 YILININ<br />
EN İYİ İLK FİLMLERİ<br />
HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />
n Türk sinemasında ilk<br />
film üretimi özellikle son<br />
yıllarda büyük bir artış<br />
göstermeye başladı. Bu<br />
filmlerin büyük çoğunluğu<br />
ilk festival gösterimlerinin<br />
ardından ya da ilk vizyon<br />
deneyimlerinden sonra unutuldu. Çoğu<br />
yönetmen ilk filmlerinin başarısızlıklarının<br />
ardından ikinci filmlerini çekemedi. Bazı<br />
yönetmenler ise ilk filmleriyle büyük bir<br />
çıkış sergiledikten sonra kendi kariyerlerini<br />
oluşturdu. Özellikle Özcan Alper, Aslı<br />
Özge, Onur Ünlü, Emin Alper, Tolga Karaçelik,<br />
Pelin Esmer, Seren Yüce, Mahmut Fazıl<br />
Coşkun, Ramin Matin, İnan Temelkuran gibi<br />
yönetmenler 2000 sonrasında ilk filmlerini<br />
çekmelerinin ardından kendi filmografilerini<br />
inşa ederek “Yeni Türk Sineması” içinde Nuri<br />
Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem,<br />
Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, Yeşim<br />
Ustaoğlu ve Tayfun Pirselimoğlu isimlerinin<br />
yanına eklendi.
İlk filmiyle yurtiçi ya<br />
da yurtdışı başarıları<br />
kazandıktan sonra filmografisini<br />
daha güçlü<br />
şekilde inşa etmeye<br />
başlayan yeni yönetmenler<br />
bir nevi Türk<br />
sinemasının geleceğini<br />
inşa etmekte...<br />
İlk filmiyle yurtiçi ya da yurtdışı<br />
başarıları kazandıktan ya da<br />
eleştirmenler nezdinde kabul gördükten<br />
sonra filmografisini daha güçlü şekilde<br />
inşa etmeye başlayan yeni yönetmenler<br />
bir nevi Türk sinemasının geleceğini<br />
inşa etmekte. Yukarıda saydığım isimlerin<br />
yanı sıra henüz sadece tek film<br />
çekmiş olan Can Evrenol, Erdem Tepegöz,<br />
Ali Aydın, Deniz Akçay, Senem<br />
Tüzen, Kıvanç Sezer, Belmin Söylemez,<br />
Belma Baş, Çiğdem Sezgin, Emre Konuk<br />
gibi yönetmenler de ikinci filmlerine<br />
imza atmaları ve aynı başarıyı<br />
sürdürmeleri halinde bu halkanın bir<br />
parçası olacaklar.<br />
Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk filmi<br />
Albüm, Cannes Film Festivali’nde<br />
en özgün ve yaratıcı dile sahip filme<br />
verilen “France 4 Revelation” ödülünün,<br />
Saraybosna Film Festivali’nde<br />
“En İyi Film” ödülünün, Adana Film<br />
Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ve<br />
“En İyi Senaryo” ödülünün sahibi<br />
oldu. İlk filmiyle güçlü bir çıkış yapan<br />
Mertoğlu’nun filmi Albüm, 4 Kasım 2016<br />
itibariyle Türkiye’de vizyona girecek.<br />
Son 10 yılda (2006-2016) Türk yönetmenlerin<br />
çekmiş olduğu “ilk filmler”<br />
arasında kişisel olarak en iyi bulduğum<br />
ve kalıcı olacaklarına inandığım 15 filmi<br />
dosya kapsamında kaleme aldım.<br />
Takva (2006)<br />
Özer Kızıltan’ın insan nefsinin para<br />
ve makamla test edilmesini, dini<br />
tarikatların iç yapısını, bastırılmış cinsellik<br />
dürtüsünü gözler önüne serdiği<br />
Takva, ana karakteri Muharrem’in çok<br />
güvendiği şeyhinin isteğiyle kendi<br />
içindeki Allah korkusunun çelişmesi<br />
sonucu yaşadığı psikolojik gerilimi<br />
başarılı yansıtıyordu. Erkan Can’ın<br />
çok büyük bir oyunculukla Gemide’yle<br />
beraber en iyi performansına imza attığı<br />
Takva, zamanında zikir sahneleriyle de<br />
çok konuşulmuştu.
Sonbahar (2008)<br />
Özcan Alper’in yazıp yönettiği<br />
Sonbahar, melankolik atmosferi,<br />
etkileyici sinematografisi, politik<br />
bilinci, Angelopoulos etkileri<br />
,Karadeniz’in hüzünlü yanı, Onur<br />
Saylak’ın oyunculuğu, Oğuz<br />
Atay’dan Sabahattin Ali’ye, Van<br />
Gogh’dan Çehov’a varan göndermeleri<br />
ile bir “ilk film”den çok daha ötesi. Alper,<br />
Türk sinemasına kazınacak o kadar güçlü<br />
bir film çekti ki, sonraki filmleri Gelecek<br />
Uzun Sürer ve Rüzgarın Hatıraları hep<br />
Sonbahar’ın yarattığı beklentinin altında<br />
kaldı.<br />
11’e 10 Kala (2009)<br />
Pelin Esmer, 2005’te “Oyun” adlı<br />
belgesel filmini çekse de 11’e 10<br />
Kala ilk uzun metrajlı kurmaca<br />
filmi. Esmer, gazete, dergi, kitap,<br />
bilet, pul, saat, kaset demeden<br />
her şeyin koleksiyonunu yapan<br />
amcası Mithat Esmer’in hayatını<br />
Nejat İşler’in kapıcı karakteriyle<br />
birleştirerek en iyi “kurmacabelgesel”<br />
filmlerden birine imza atıyor.<br />
İstanbul’un değişmekte olan yazgısını<br />
kuşak çatışması üzerinden ele alan film, ismiyle<br />
tam uyuşan dramatik finali ve 2015’te<br />
kaybettiğimiz Mithat Esmer’in nevi şahsına<br />
münhasır karakteriyle hatırlanıyor.<br />
Köprüdekiler (2009)<br />
Köprüdekiler, İstanbul’un<br />
varoşlarında oturan ve her gün<br />
Boğaziçi Köprüsü’nde farkında<br />
olmadan hayatları kesişen çiçek<br />
satıcısı Fikret, dolmuş şoförü<br />
Umut ve trafik polisi Murat’ın<br />
hayallerine, umutlarına, maddi ve<br />
manevi çıkışsızlıklarına dair bir<br />
hikaye. Aslı Özge’nin hayatında ilk defa<br />
oyunculuk yapan kişilerden çıkardığı doğal<br />
ve gerçekçi oyuncu yönetimi, görüntü<br />
yönetmeni Emre Erkmen’in hayatın<br />
sıradanlığı içerisinde tüm detaylara hakim<br />
el kamerası gibi detaylarla benzerlerinden<br />
farklılaşan ve derinleşen bir yapıya sahip.<br />
Uzak İhtimal (2009)<br />
Mahmut Fazıl Coşkun’un<br />
genç bir müezzinle rahibe<br />
adayı bir Hıristiyan kadının<br />
imkansız aşkını konu alan<br />
filmi Uzak İhtimal, birbirine<br />
uç noktadaki iki insanın<br />
yakınlaşabileceğinin ve dinler<br />
arası hoşgörünün sinyallerini veren<br />
senaryosuyla, beyaz tonun ağırlıkta<br />
olduğu görsel yapısıyla önemli bir<br />
“arthouse” aşk filmi. Nadir Sarıbacak,<br />
seçmelerini zar zor kazandığı bu ilk<br />
oyunculuk deneyiminde ne kadar güçlü<br />
oyuncu olacağının sinyallerini verdi.<br />
Çoğunluk (2010)<br />
Seren Yüce’nin ilk filmi<br />
Çoğunluk, muhafazakar ve<br />
milliyetçi aile yapısının bireyleri<br />
nasıl tutsak ettiğini,<br />
çıkışsızlaştırdığını tokat gibi<br />
bir gerçekçilikle yüzümüze<br />
vuruyordu. Türk toplumunun<br />
“öteki” algısı üzerine<br />
şekillendirdiği toplumsal –<br />
sınıfsal nefreti oldukça etkileyici sahnelerle<br />
gözler önüne sererken, Bartu<br />
Küçükçağlayan ve Settar Tanrıöğen’in<br />
güçlü ve gerçekçi karakter profilleriyle<br />
hafızalara kazınıyordu.<br />
Tepenin Ardı (2011)<br />
Uçsuz bucaksız taşradaki<br />
bir ailenin tepenin ardında<br />
kendi yarattıkları yörüklerle<br />
amansız mücadelesini,<br />
western filmlerini andıran<br />
bir yapının doğa odaklı<br />
sinematografisinde alegorik<br />
olarak politik, askeri<br />
ve sosyal birçok konuya<br />
değinerek anlatan film, Emin Alper gibi<br />
bir sinemacıyla tanışmamızı sağlıyor ve<br />
“En büyük düşman, kendi içimizdedir”<br />
diyordu. 4 yıl sonra Abluka’yı çeken<br />
Alper, politik sinemasına yönetimi ve<br />
atmosferi daha olgunlaşmış bir yetkinlikle<br />
devam ediyordu.
Küf (2012)<br />
Ali Aydın’ın Venedik’ten<br />
“Geleceğin Aslanı” ödülüyle<br />
dönen filmi Küf, Cumartesi<br />
Anneleri’ni temel<br />
alan öyküsündeki erkek<br />
karakterler üzerinden 90’lardaki<br />
çürümüş, kokuşmuş,<br />
küfleşmiş sisteme, grenli sinematografisiyle<br />
çarpıcı bir bakış atıyor.<br />
Özellikle açılışındaki 15 dakika süren<br />
tek plan karşılıklı diyalog sahnesiyle<br />
hatırlanan film, Ercan Kesal, Muhammet<br />
Uzuner, Tansu Biçer’in güçlü<br />
performanslarıyla ve tokat gibi vurucu<br />
finaliyle hafızalara kazınıyordu.<br />
Zerre (2012)<br />
Aktüel kamerasıyla ve atmosferiyle<br />
“Dardenne Kardeşler<br />
gerçekçiliği”nden izler<br />
taşıyan Zerre, erkek egemen<br />
dünyada onurlu ve güçlü bir<br />
şekilde dimdik ayakta durmaya<br />
çalışan işçi sınıfından<br />
bir kadının öyküsünü belgesel<br />
gerçekçiliğiyle sade ama<br />
sarsıcı bir şekilde işliyor ve tüm yükü<br />
üzerine alarak oldukça yoğun bir<br />
performans sergileyen Jale Arıkan’ın<br />
performansıyla öne çıkıyor. Sanat<br />
yönetimi ve atmosferin birleşerek<br />
adeta distopik bir coğrafya yarattığını<br />
da söyleyebiliriz.<br />
Köksüz (2013)<br />
Daha önce senarist kimliğiyle<br />
tanınan Deniz Akçay<br />
Katıksız’ın filmi Köksüz,<br />
“aile kutsaldır” olgusunu<br />
deşerek anne-kız çatışmasını<br />
rekabet ve kıskançlık düzeyinde<br />
ele alıyor, anlatmaya<br />
pek cesaret edilemeyen bir<br />
konuyu çarpıcı şekilde dile getiriyordu.<br />
Yönetmenliği ve sinematografisi geri<br />
planda kalsa da senaryosuyla ve Ahu<br />
Türkpençe – Lale Başar ikilisinin güçlü<br />
oyunculuklarıyla öne çıkıyordu.
Ana Yurdu (2015)<br />
Senem Tüzen’in yönetmenlik<br />
kumaşını belli<br />
eden tercihlerle örülü olan<br />
Ana Yurdu, muhafazakar<br />
toplumsal baskılara dair<br />
eleştirilerini Esra Bezen Bilgin<br />
ve Nihal Koldaş’ın çok<br />
güçlü canlandırdığı anne<br />
– kız tahakkümü üzerinden<br />
sıralıyor. Vedat Özdemir’in<br />
minimal sinematografi çalışması<br />
dar alanda etkili sinemasal sonuçlar<br />
verirken, Tüzen’in oldukça aykırı ve<br />
sert bir final yaparak izleyiciyi ikiye<br />
bölen tartışmalı tercihi hafızalara<br />
kazınıyor.<br />
Baskın (2015)<br />
“Beş polis aldıkları bir telefon<br />
sonrası kendilerini Lovecraftvari<br />
bir cehennemde<br />
bulurlar.” Bu fikir üzerinden<br />
Can Evrenol’un aynı adlı<br />
kendi kısa filminden uzun<br />
metraja dönüştürdüğü<br />
Baskın, ucuz cin filmleri<br />
arasında kaybolan Türk<br />
sinemasında bir milat olarak<br />
karşımıza çıktı. Yönetmenliği, atmosferi<br />
ve müzikleri oldukça güçlü,<br />
bol kanlı bir cehennem senfonisi<br />
olan Baskın, Freudyen şemalara<br />
uyan karakter tahlilleriyle de dünya<br />
sinemasının güçlü korku örnekleriyle<br />
yarışabilecek tek Türk korku<br />
filmi olarak sinemamız adına bir<br />
kapı açtı.<br />
Kötü Kedi Şerafettin (2015)<br />
Uzun metraj animasyon konusunda<br />
Türkiye’de yapılan film<br />
sayısı iki elin parmakları<br />
kadar etmezken ve<br />
yapılanların hepsi de<br />
üçüncü sınıf başarısız işler<br />
olarak hatırlanırken Mehmet<br />
Kurtuluş ve Ayşe Ünal<br />
imzalı Kötü Kedi Şerafettin<br />
sinemamız adına bir mihenk<br />
taşıydı. Anima İstanbul ekibinin<br />
Taksim – Cihangir çevresi ağırlıklı<br />
olmak üzere oluşturduğu başarılı<br />
semt modellemeleri, birinci sınıf<br />
işçiliği, animasyon içindeki cesur<br />
tercihleri ve güçlü dublaj kadrosu<br />
gelecek için umut verdi.<br />
Albüm (2016)<br />
Aile kurumuna, bürokrasinin<br />
işleyişine ve muhafazakar orta<br />
sınıfa dair eleştirilerini Rumen Yeni<br />
Dalgası’nı ve Roy Andersson filmlerini<br />
anımsatan bir kara<br />
mizah anlayışıyla, uzun<br />
ve sabit planlarla, donuk<br />
yüz ifadeleriyle perdeye<br />
yansıtan Mertoğlu, üzerine<br />
okuma yapma olanağı<br />
sağlayan imgelerle örülü<br />
bir sanat komedisine imza<br />
atıyor. Sinematografik bilinci,<br />
absürt mizah anlayışı ve dünya<br />
sinemasının yeniliklerini takip ettiği<br />
her anında belli olan yönetmeninin<br />
sanatsal tercihleriyle öne çıkan<br />
Albüm, Mertoğlu’nun sonraki filmlerini<br />
merakla beklettirecek cinsten<br />
bir sinema.<br />
Babamın Kanatları (2016)<br />
İşçilerin maaşını ödemeyi sürekli<br />
erteleyen ama başı derde gireceği<br />
noktada daha büyük miktarları tıkır<br />
tıkır ödeyen düzenin adamlarının<br />
foyasını gerçekçi bir anlatımla<br />
gözler önüne seren Babamın<br />
Kanatları, politik sinemamız adına<br />
iyi bir ilk film. Yıllardır yardımcı<br />
erkek oyuncu rollerinde yer alan<br />
usta oyuncu Menderes Samancılar<br />
başta olmak üzere Musap<br />
Ekici, Kübra Kip ve Tansel<br />
Öngel’den güçlü performanslar<br />
alan Kıvanç Sezer,<br />
gelecek filmlerini merakla<br />
beklettirmeyi başardı.
ÖNCE
CAN SONRA DOST!<br />
En sevdiğim filmlerden biri var bu ay.<br />
Ayşe teyzenin de seveceğinden emin olmanın<br />
verdiği haklı gururla açtım Can Dostum’u<br />
BERİL ATEŞOĞLU<br />
n En sevdiğim filmlerden<br />
biri var bu<br />
ay. Ayşe teyzenin<br />
de seveceğinden<br />
emin olmanın verdiği<br />
haklı gururla açtım<br />
filmi. Orijinal adı<br />
“Intouchables”<br />
olmasına rağmen nasıl olduğunu bir<br />
türlü anlayamadığım bir çeviri ile “Can<br />
Dostum” olarak Türkçeleştirilmiş film ile<br />
karşınızdayız.<br />
A: Can Dostum hııı sevdim bak adını.<br />
İnsanın hayatında can dostları olmalı.<br />
Senin de var değil mi kızım?<br />
B: Var tabi olmaz mı! Onlar olmasa zor bir<br />
hayatım olurdu.<br />
Biraz duygusallık ve ardından filmimiz<br />
başladı. İşsizlik maaşını alabilmek<br />
için imzaya ihtiyacın olan siyahi<br />
kahramanımız Driss, boynundan aşağısı<br />
felçli olan Philippe için yardımcı aranan<br />
iş görüşmesine katılır. Tek derdi o<br />
görüşmeye gittiğine dair bir imza almaktır<br />
ama Philippe onun yaşam dolu enerjisinden,<br />
hayatla dalga geçen rahatlığından<br />
çok etkilenir.Yardımcısının o olmasını<br />
ister.Driss’in dünyası bir anda değişir.<br />
Kalabalık ve zor şartlarda dönen evinden<br />
çıkıp son derece lüks bir malikaneye<br />
taşınır.<br />
A: Bak işte her şey aynı anda olmuyor<br />
hayatta, adam milyonların içinde<br />
bir tek boynunu oynatabiliyor.<br />
Kendi hayalindeki hayatı seyretmek<br />
için Driss’i seçti aslında. Beril<br />
sen bazen bir şeyleri yapamasanda<br />
başka birilerinin yapabiliyor<br />
olduğunu bilmek iyi gelmiyor mu?<br />
B: Tabi iyi geliyor ama bazen<br />
çok kıskanadabilirim. Ben niye<br />
yapamıyorum diye.<br />
A: yapma kızım öyle şeyler.<br />
Başkalarının başarılarını kıskanma,<br />
feyz al feyz!<br />
Durduk yere yedik azarı. Dürüstlük<br />
bazen başa bela. Driss bu sırada<br />
Philippeyi engelli arabasına<br />
bindirmek istemiyor onun yerine<br />
bahçede duran ve kimsenin<br />
kullanamadığı son model arabaya<br />
taşıyor onu ve diyor ki “seni bir<br />
at gibi arabanın arkasına yükleyemem”.<br />
A: Ne duygusal çocuk, bak<br />
sırtlandı adamı bindirdi arabaya.<br />
Ama çok iri bu adam Beril vallaha<br />
bazen korkutuyor beni.<br />
Ayşe teyzenin milisaniyede<br />
değişen duygu durumları beni artık<br />
şaşırtmıyor. Siyahilerden hep bir<br />
çekinir.kendi ufak tefek diye eziverecekler<br />
falan zannediyor herhalde.<br />
Bu sırada harika ikilimiz resim sergisi<br />
geziyorlar. Driss bu resimlerin<br />
nasıl bu paralara satıldığını asla
anlayamıyor tıpkı Ayşe teyze gibi…<br />
A: Vallahi adam haklı Beril. Nedir yani<br />
bu şimdi kırmızı lekelere dünya para<br />
istemek. Resmen dolandırıcılık.<br />
Hah bir laf etmediğimiz sanat dalı<br />
kalmasın zaten. Anlamıyoruz işte<br />
resimden, bu gerçeği kabul mu etsek!!<br />
Bu sırada tabi Driss de başlar resim<br />
yapmaya. İzlerken bir korktum Ayşe<br />
teyze de gaza gelir başlar mı diye<br />
ama pek öyle bir hali yok. Philippe 6<br />
aydır bir kadınla mektuplaşıyormuş ve<br />
DSriss bunu öğrenince hemen onları<br />
buluşturmak ister ama Philippe tekerlekli<br />
sandalyede yaşayan bir zengin<br />
olduğu için cesaret edemez ve bir<br />
sürü oyunla kadınla buluşmayı erteler.<br />
A:hadi bizim zamanımızda olsa neyse<br />
de bu devirde mektup mu kaldı yahu?<br />
Bir çay içseler ne biliyim bir yerlere<br />
gidip gezinseler?<br />
B: adam sakat ya Ayşe teyze, çay içemez,<br />
yürüyemez.<br />
A: Ne var canım sakatsa sakat, ömür<br />
boyu mektuplaşamazlar ya. Kadın<br />
bir görsün istemeyecekse zaten<br />
konuşmanın ne anlamı var.<br />
Bence Driss ve Ayşe teyze baya iyi<br />
anlaşabilirler. İkisi de aynı kafada.<br />
Cesur ve dürüstler, her şey hemen<br />
belli olsun istiyorlar. Beraber çok tatlı<br />
olurlar bence sergi falan gezerler☺<br />
Philippe’nin doğum günü partisinde<br />
Driss dayanamaz ve ipleri eline alır.<br />
Parti birden canlanır ve herkes dans<br />
etmeye başlar. Philippe mutludur, oda<br />
boş durmaz ve Driss’in çizdiği tabloyu<br />
arkadaşına 11.000 euroya satar daha<br />
doğrusu kakalar diyelim. Ayşe teyze<br />
bu duruma gül gül öldü.<br />
A: aayy ilahi Filiz . Bak adama sattı o<br />
saçma sapan tabloyu. Al işte sanattan<br />
anlayanı da gördük nasıl yedi. En iyisi<br />
hiç bulaşmayacaksın Beril bak aman<br />
diyim birileri sana da satmaya çalışır<br />
sakın alayım deme.<br />
Şimdi ben buna nasıl cevap vereyim<br />
bilemedim ki?? Philippe diyememesinden<br />
mi başlasam yoksa<br />
benim sanatsal alışverişler yapılan<br />
ailelere ne kadar uzak olduğumdan<br />
mı yoksa zaten bunları alacak bir<br />
param olmadığından mı? En iyisi<br />
hiç birine değinmeyeyim.<br />
B: tabi tabi Ayşe teyze sen merak<br />
etme. Asla almam, o ortamdan hemen<br />
uzaklaşır bir daha da o insanlar<br />
ile konuşmam.<br />
A: abartma sende korkak gibi.<br />
Sağı solu belli olmuyor işte<br />
bizimkinin yapacak bir şey<br />
yok. Yine lafımı yiyip oturdum.<br />
Bu sırada Driss ve Philippe<br />
çok eğleniyorlardı. Yamaç<br />
paraşütü yaptılar daha yakın bir<br />
arkadaşlıkları olduğu her hallerinden<br />
belliydi. İkiliyi görünce insanın<br />
resmen yüzü gülüyor. Çok sıcak<br />
ve mutlu görünüyorlar. Bazen<br />
düşünüyorum kadınlar arasında<br />
niye böyle dostluklar olmuyor diye.<br />
Erkeklerin dostluğu daha samimi<br />
ve egodan uzak duruyor sanki.<br />
Bilemiyorum tabi içini. Belki Ayşe<br />
teyze bilir diyerek ona sordum.<br />
A: olmaz olur mu hiç. Onlar da<br />
birbirlerini kıskanıyorlar tabi, hatta<br />
kadınlardan daha fazla kıskanıyor<br />
olabilirler ama onlar bir şeyi çok<br />
iyi yapıyorlar. Durumu hemen<br />
kabullenip saygı duyuyorlar. Yani<br />
karşılarındaki erkeğin üstün ve<br />
zayıf yönlerini fark ettikten sonra<br />
saygı duyuyorlar ve aralarındaki<br />
savaş başlamadan bitiyor. Kadınlar<br />
ise bu gerçekleri görüp asla durumu<br />
kabul etmek istemiyorlar,<br />
en yakınları bile olsa bir gün onun<br />
yapabildiklerini yapma hırsıyla ya<br />
da onun daha fazla yapamaması<br />
umuduyla sürdürüyorlar ilişkilerini.<br />
Kadın milleti kıskanır, kıskandığını<br />
belli eder bu da yetmez, rahatsız<br />
eder. Kendini seven kadınlar bunu
yapmaz sadece.<br />
B: haklısın galiba. Bu yüzden erkek hikayeleri<br />
daha samimi duruyor. Onlar<br />
başkalarının başarılarını kıskansalar da,<br />
başarıyı asla yalanlamıyorlar. Kadınlar biraz<br />
daha acımasız galiba!<br />
A: Aynen öyle Beril hanım. Sen sen ol<br />
birini her kıskandığında kendini sevmeyi<br />
unuttuğunu hatırla.<br />
İçime kapandım bir an. Ne ağır bir cümleydi<br />
o öyle. Bütün kıskançlıklarımın altında kendimi<br />
sevmeyişim mi vardı? Yani Philippe<br />
her şeye rağmen kendini seviyordu ve<br />
Driss’i kıskanmak yerine ondan feyz almaya<br />
bakıyordu ben ise bu sağlıklı halimle yer<br />
yer kendimi sevmeyi unutuyor ve insanları<br />
kıskanabiliyordum. Çok acı bir gerçek. Bu<br />
hikayenin kahramanı Driss değil Philippe<br />
benim için. Kendine olan sevgisi ve hayata<br />
olan bağı hep karşılık buluyordu önce Driss<br />
çıktı karşısına sonra da mektup aşkı Elenore<br />
gerçek aşkı oldu. Mutlu son!<br />
A: kadınada helal olsun ama bak sakat<br />
falan dinlemedi geldi adama. Sen ne<br />
yapardın? Sakat bir adama aşık olabilir<br />
misin?<br />
Bunu hiç beklemiyorum ve gerçekten<br />
zor bir soruydu. Dürüst olmak gerekirse<br />
aklıma ilk gelen “ne kadar sakat?” sorusu<br />
oldu. Ona göre aşkımın tahammül<br />
seviyesini ölçecektim herhalde. Ay bir an<br />
kendimi çok bencil ve aşka uzak hissettim.<br />
Yaşayacağım aşkın ne kadar koşullara<br />
bağlı olduğunu gördüm ve üzüldüm. Dürüst<br />
olmalıydım.<br />
B: Kendimi yeteri kadar sevmeyi<br />
becerdiğim gün, bütün eksiklerim ve<br />
sakatlıklarımla, başkasını da koşullara bağlı<br />
olmadan sevebilmeyi dileyebilirim sadece.<br />
Diledim gitti…<br />
A: Aferin kız!<br />
Yüzünde gururlu bir ifade belirdi Ayşe<br />
teyzenin, gözleride doldu galiba☺ Ayşe<br />
teyze, kendimi sevmeyi unuttuğum her<br />
an aklıma geleceksin ve ben de kaldığım<br />
yerden sevmeye devam edeceğim.<br />
Ayşe teyzeee her filmimde varsın!!
ROONEY’E<br />
AŞIK OLMAK<br />
Bu ay vizyona girecek Lion<br />
filminde Dev Patel ile beraber<br />
rol alacak Rooney<br />
Mara yoluna son sürat devam<br />
ediyor. Ünlü yıldız 2017<br />
yılında da 3 filmle karşımıza<br />
gelecek.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n 1985 Amerika<br />
doğumlu Mara dikkatleri<br />
ilk defa 2005<br />
tarihli ‘Elm Sokağı Kâbusu’<br />
ve ardından 2010<br />
tarihli ‘Sosyal Ağ’daki<br />
rolleriyle çekmişti.<br />
Kökleri İrlanda’ya uzanan<br />
Rooney Mara’nın aile büyükleri Amerikan<br />
futbolu takımları The Pittsburgh Steelers<br />
ve New York Giants’ın kurucularından.<br />
Spor yerine oyunculuk yoluna sapan Mara,<br />
bu kararında ‘Rüzgâr Gibi Geçti’ ve ‘Rebecca’<br />
gibi filmlerin etkisinin olduğunu söylüyor.<br />
Seçmelerine bir arkadaşı sayesinde<br />
katıldığı Romeo ve Juliet’te oynadığı Juliet<br />
rolü, lisedeyken oynadığı ilk ve tek rol.<br />
Birkaç öğrenci filminde de rol alan Rooney<br />
Mara 19 yaşına geldiğinde oyunculuk<br />
kariyeri için sağlam girişimlerde bulundu.<br />
2005’ten itibaren farklı film ya da dizilerde<br />
boy göstermeye başlayan Mara ‘Ejderha<br />
Dövmeli Kız’daki oyunculuğuyla piyasaya
ROONEY MARA<br />
damgasını vurdu. 2006’da ‘Law&Order’<br />
dizisinde, 2008’deyse Friends (With<br />
Benefits)’te oynayan Mara’nın ‘Ejderha<br />
Dövmeli Kız’daki ‘Lisbeth’ karakterini<br />
canlandırmak için kestirdiği asimetrik<br />
ve kısa saçları, kaşına, kulağına ve<br />
meme ucuna taktığı piercing’ler de hayli<br />
konuşuldu. Bu filmdeki başarısından<br />
sonra yine önemli bir filmde rol aldı Mara,<br />
Side Effects-Acı Reçete onun kariyerinin<br />
ne kadar özenli seçimlerle yürüdüğünü<br />
bize gösterdi. Mara’nın aksiyonla<br />
başlayan kariyeri, güzel kadından karakter<br />
oyuncusuna doğru evrildi. Her, Trash<br />
ve Carol filmlerindeki performansları<br />
bunun kanıtı. Bu ay vizyona giren Dev<br />
Patel ile başrolü paylaştığı Lion filmi bir<br />
melodram sayılsa da gişe filmlerinden<br />
daha çok sanat filmleriyle devam ettiğini<br />
bize gösteriyor. Bu arada Rooney gittikçe<br />
artan bir performans içinde, 2017<br />
yılında The Discovery, Mary Magdalene ve<br />
Weightless filmlerinde yer alacak.
DEV
PATEL, DEV MILYONER!<br />
Slumdog Millionaire filmiyle<br />
dikkatleri üzerine çeken<br />
oyuncu Hollywood yapımlarında<br />
da iddialı adımlarla rol alıyor!<br />
n 1Dev Patel 23 Nisan 1990 yılında<br />
Londra’da doğmuş Hnt asıllı İngiliz<br />
aktör. Jamal Malik adında müslüman<br />
bir çocuğu oynadığı Slumdog<br />
Millionaire filmi Altın Küre ödülü<br />
ve en iyi film dalında Oscar aldı.<br />
Kara kuşak sahibi olan Patel aynı<br />
zamanda Dublin’de yapılan Dünya<br />
Taekwando şampiyonasında bronz<br />
madalya sahibidir.<br />
Oyunculuk kariyerine 2006 yılında, E4 kanalında<br />
yayınlanan drama serisi Skins ile başlayan Patel, dizide<br />
Pakistan asıllı İngiliz Müslüman’ı bir genç olan Anwar<br />
Kharral’ı canlandırdı. 2006–2008 yılları arasında rol aldığı<br />
Skins, iki BAFTA ödülü kazanırken, genç oyuncu da 2009<br />
yılında Critics’ Choice Ödülleri’nde En İyi Genç Performans<br />
ödülünü kazandı.<br />
2008 yılında vizyona giren ve 8 dalda Oscar, 7 dalda ise<br />
BAFTA ödüllerini kazanarak herkesi şok eden İngiliz-<br />
Hindistan ortak yapımı dram filmi Slumdog Millionaire,<br />
genç oyuncunun sinemaya geçiş yaptığı yapım oldu.<br />
Danny Boyle tarafından yönetilen ve Kim Milyoner Olmak<br />
İster yarışmasının Hindistan versiyonunda büyük<br />
ödülü kazanan bir gencin dramını anlatan Slumdog<br />
Millionaire’in ana karakteri Jamal Malik’i canlandıran<br />
Patel, bu film sayesinde aralarında Black Reel Award,<br />
SAG Award ve Chicago Film Critics Association’un<br />
da bulunduğu pek çok ödül kazandı ve de Satürn ve<br />
BAFTA’sterildi.<br />
Dev Patel M. Night Shyamalan’ın yönettiği Avatar; Son<br />
Hava Bükücü filminde Zuko karakterini canlandırdı.<br />
Ardından Chappie adlı bilimkurgu filminde rol alan oyuncu<br />
bu ay başrolleri Rooney Mara ve Nicole Kidman’la<br />
paylaştığı br anı kitabından uyarlanan Lion filmiyle<br />
karşımıza çıkacak.<br />
BANU BOZDEMİR
İNSANLARIN EZİLDİĞİ<br />
ÇARKLARIN HİKAYESİ<br />
Toplumsal gerçekçi akımın son yıllardaki en iyi örneği<br />
olarak karşımıza çıkan Babamın Kanatları filminin<br />
genç ve başarılı yönetmeni Kıvanç Sezer, sinemamızın<br />
geleceği adına umut veriyor.<br />
GİZEM ERTÜRK<br />
n Bir film düşünün ki, memleketin en çok can<br />
alan meselelerinin başında gelen işçi ölümleri gibi<br />
bıçak sırtı bir konuyu ajitasyona başvurmadan,<br />
provoke etmeden, kırıp dökmeden bu denli naif<br />
ama aynı zamanda da vurucu bir şekilde anlatabilsin.<br />
Son olarak katıldığı 53. Uluslararası<br />
Antalya Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünden<br />
En İyi İlk Film, En İyi Erkek Oyuncu ve<br />
İzleyici Ödülü başta olmak üzere 6 ödül kazanan<br />
Babamın Kanatları, 2 Aralık’ta vizyona giriyor.<br />
Toplumsal gerçekçi akımın son yıllardaki en iyi<br />
örneği olarak karşımıza çıkan filmin genç ve<br />
başarılı yönetmeni Kıvanç Sezer, sinemamızın<br />
geleceği adına umut veriyor.<br />
Birçok “deneyimli” yönetmenin hayal kırıklığı<br />
yaratan yapıtının bir hayli fazla olduğu şu<br />
günlerde bu kadar sahici, güçlü ve ayakları<br />
yere basan bir ilk filmle karşılaşmak umut<br />
verici. Öncelikle hem bunun için hem de<br />
aldığınız tüm ödüller için tebrik ederim.<br />
Çok teşekkür ederim. Bunu duymak benim<br />
açımdan mutluluk verici.<br />
Bu kadar başarılı bir “ilk film” çekmeden önce<br />
neler yapıyordunuz?<br />
Ben aslında mühendisim. Biyomühendislik<br />
okudum hatta ama hem üniversitede hem de<br />
sonrasında kısa film ile ilgileniyordum. Kendi<br />
imkanlarımızla filmler çekiyorduk, tiyatro ile<br />
ilgilendiğim bir iki yıl da var.<br />
Oyuncu mu olmak istiyordunuz?<br />
Hayır, bunların hepsi sinemayı daha yakından<br />
tanımak için bir araştırmaydı. Tiyatroya oyun-<br />
cu yönetiminin nasıl olduğunu görmek için<br />
girmiştim.<br />
Sonra?<br />
Tüm bunların sonucunda o dönemde aldığım bir<br />
burs ile İtalya’ya gittim. Orada sinema kurgusu<br />
üzerine iki yıl eğitimi aldım.<br />
Neden kurgu eğitimi almayı tercih ettiniz?<br />
Kurgu eğitimi almanın önemli bir kazanım<br />
olduğunu düşünüyorum.<br />
Türkiye’ye döndükten sonra kurgu üzerine<br />
mi yoğunlaştınız?<br />
3-4 yıl televizyon kanallarında kurgucu olarak<br />
çalıştım. Ancak bu dönemde üretmeye, kısa film<br />
ve belgesel çekmeye devam ettim. Kısa metraj<br />
ve belgeselin tıpkı uzun metraj gibi çok önemli<br />
bir ifade formu olduğunu düşünüyorum. Tüm<br />
bunlar bana çok şey kattı.<br />
Babamın Kanatları’nın hikayesi ilk ne zaman<br />
ortaya çıktı?<br />
2012 yılında “Babamın Kanatları”nı uzun<br />
metrajlı bir film olarak çekmeye karar verdim.<br />
Bir şey yapmak hatta bir şeyi becerememek bile<br />
insana çok şey öğretiyor. Her başarılı erkeğin<br />
arkasında başarısızlıkla geçen yıllar vardır.<br />
Kadın yok muydu o sözün orijinalinde?<br />
Kadın da vardır tabii. (gülüyor)<br />
Peki gelelim hikaye, İbrahim’in hikayesini<br />
neden anlatmak istediniz? Ya da şöyle<br />
sorayım size bu hikayeyi anlatmalıyım dedirten<br />
şey neydi?<br />
İlk başta yalnızca haberdi. 2010 yılında bir<br />
gazete haberi okumuştum. Ömer Çetin adında<br />
bir edebiyat öğrencisi harçlığını çıkartmak için<br />
çalıştığı okulun inşaatından düşerek ölüyor.
KIVANÇ SEZER
Mezun olabilseydi öğretmen olarak çalışacağı<br />
okulda inşaat işçisi olarak can vermesi büyük<br />
bir trajedi…<br />
Evet, bunu biraz okuyup araştırmaya başladım.<br />
Daha sonra Türkiye’de günde en az 3 işçinin<br />
öldüğünü, işçi ölümlerinde Avrupa’da birinci,<br />
dünyada üçüncü olduğumuzu öğrendim.<br />
Ve böylece konu sizin için bir haber olmanın<br />
ötesine mi geçti?<br />
Aynen öyle. Yani bu konu benim de sorunum<br />
olmaya başladı. O duygunun üzerine hikayeyi<br />
yazmaya başladım.<br />
Projenin danışmanı olan yönetmen Özcan<br />
Alper ile yolunuz nasıl kesişti?<br />
O dönemde Kadıköy’deki Nazım Hikmet<br />
Akademisi’nin sinema derslerini takip ediyordum.<br />
Orada Özcan Alper’in bir atölyesi vardı. Sinopsisi<br />
ilk okuduğunda ben yapımcı olsam, senaryonu<br />
yaz bu filme yapımcılık yapayım derdim, dedi.<br />
Böylece Nar Film ile çalışmaya başladınız…<br />
Evet, tüm bu süreç boyunca da Özcan Alper projenin<br />
danışmanı olarak hep bizimle oldu. Senaryonun<br />
oluşması ve sonrasında bütçenin bulunması<br />
3 yıl sürdü.<br />
Senaryoyu yazarken en çok nelere dikkat ettiniz,<br />
hassasiyet noktalarınız nelerdi?<br />
Senaryo üzerine titizlenmem gerektiğini biliyordum,<br />
demlenmesi uzun sürdü. Bu hikaye<br />
doğduran deneyimlediğim bir yaşam pratiği<br />
olmadığı için oradaki tüm detayları yakalamam,<br />
iyi çalışmam gerekiyordu. Yani o konteynırlarda<br />
işçilerle çay içip sohbet etmek gibi detaylardan<br />
söz ediyorum. Özcan abinin yanı sıra yurt<br />
dışından bir senaryo danışmanı ile de çalıştım.<br />
3-4 kere Almanya’ya gidip geldim. Senaryo bir<br />
filmin her şeyi… İyi bir senaryodan kötü film<br />
çıkabilir ama kötü senaryodan iyi film çıkmaz.<br />
Size göre insanların filmi izlediğinde kendilerine<br />
bu kadar yakın hissetme sebepleri ne?<br />
İnşaat işçileri normalde pek tanıyıp bilmediğimiz,<br />
içinde olmadığımız bir dünya gibi görülebilir. Ama<br />
bu anlatılan senin hikayendir diye bir laf vardır ya,<br />
o aslında bizim de hikayemiz.<br />
Bunu biraz açmanızı istesem…<br />
Örneğin sinema çalışanları ve inşaat işçilerinin<br />
çalışma şartları birbirine çok benziyor. Çalışma<br />
saatleri, riskleri, istihdam edilme şekilleri… O<br />
kadar aynıyız ki… Bunu fark ettikçe projeye daha<br />
da motive oldum.<br />
Daha en başından “sınıfsal” bir meseleyi ele<br />
alıyorsunuz ancak propaganda yapmadan…<br />
Bu kadar “insanca” ve “birleştirici” bir pencereden<br />
bakabilmek meseleye, arayıp da<br />
bulamadığımız bir şey…<br />
Bizi ayrıştıran değil birleştiren ortak acıların<br />
üzerine gitmek istedim. Orada birleşmemizi<br />
sağlamaya çalıştım. Ortada ağır, dramatik ve<br />
karamsar bir hikaye var. Ancak ajite etmemeye,<br />
seyirciyi hüngür hüngür ağlatmaya yönelik<br />
adımlardan kaçarak belirli bir denge gözeterek<br />
yapmaya çalıştım.<br />
Seyircinin çok ağlaması iyi bir film olduğunu
göstermiyor zaten…<br />
Evet, seyirci hüngür hüngür ağladığı zaman bir<br />
katarsis yaşıyor. Sadece o karakter ve kişiliği<br />
üzerinden bir empati kuruyor. Ağlıyor, boşalıyor<br />
ve parantezi kapatıyor. Film orada bitiyor onun<br />
için.<br />
Çok gülmek de aynı şekilde…<br />
Biri gelip sürekli bizi gıdıklarsa bir süre sonra<br />
rahatsız olursunuz. Güzel, düşündürücü bir söz<br />
söylerse bu sizin için daha iyi bir etki bırakır.<br />
Bizim filmimizde de hikayenin arka plandaki<br />
o büyük resim, insanların ezildiği çarkları<br />
düşündürtmeye bir kanal açıyor.<br />
Seyirci filminizden nasıl çıksın istersiniz?<br />
Boğazına bir yumruk oturmuş gibi…<br />
İbrahim rolü için Menderes Samancılar ismi<br />
başından beri var mıydı yoksa başka isimlerle de<br />
düşünmüş müydünüz o rol için?<br />
İbrahim karakteri ortaya çıktığından itibaren o<br />
rol benim için Menderes Samancılar’dı. Bu rolün<br />
altından kalksa kalksa Menderes Samancılar kalkar,<br />
diye düşündüm. Onun haricinde bildiğim bir isim<br />
yoktu. Senaryoyu gönderdim, deneme çekimi yapmadan<br />
rolü teklif ettim. O da okudu, beğendi ve kabul<br />
etti. Diğerlerinin çok daha uzun birer süreci var.<br />
Yusuf ve Nihal karakterlerini bulmanız uzun zaman<br />
aldı mı?<br />
Onları bulmak yaklaşık 6 ay sürdü. Çift olarak casting<br />
yapmayı tercih ettim. İkisinin uyumu çok önemliydi.<br />
Kimseyi bulamadık, rastgele iki kişi olsun gibi bir<br />
şey olmadı. Diğer tüm oyuncular için de aynı özenle<br />
çalıştık. Bazı sahnelerde gerçek inşaat işçileri de rol<br />
aldı. Tüm bu süreçte Songül Karaaslan ile çalıştık.<br />
Bana güzel şeyler sundu, sunduğu o güzel şeylerin<br />
üzerine iyi bir cast yapınca doğru rollere gitmek<br />
daha kolay oldu.<br />
Filminizde Ken Loach’un sinemasından esintiler<br />
var. Takip ettiğiniz, feyz aldığınız bir yönetmen<br />
mi?<br />
Evet, bazı yönetmenleri özellikle takip etmeye<br />
çalışıyorum. Kean Loach’un sinemasını çok önemsiyorum,<br />
biricik bir sineması var. İran sinemasından<br />
mümkün olan tüm filmleri izlemeye çalışıyorum.<br />
Asghar Farhadi’nin güçlü ve sade filmler yapmasını<br />
örnek alıyorum. Öyle filmler yapabilmeyi çok isterim.<br />
Mecid Mecidi, Abbas Kiarostami, Cafer<br />
Panahi, Dardenne kardeşler sevdiğim yönetmenlerin<br />
başında geliyor. Bunların dışında İtalyan Yeni<br />
Gerçekçiliği ve o eski 40’lı yılların filmlerini seviyorum.<br />
Bisiklet Hırsızları filmini örnek olarak verebilirim<br />
bu dönemden. Sosyal gerçekçi sinemanın dünyadaki<br />
farklı örneklerini ilham verici buluyorum.<br />
Bundan sonraki filmlerinizi hep bu sosyal<br />
kaygıyla çekeceğinizi söyleyebilir miyiz?<br />
Bu filmin şöyle bir özelliği var; karakterlerini ilk<br />
planda sınıfsal olarak ele alıyor. Bir sonraki filmimde<br />
bir aşk hikayesi anlatsam da işin sınıfsal boyutunu<br />
es geçmeden bir dünya kurmak isterim. Bir hikaye<br />
bana dokunuyorsa, onunla duygusal bir bağ kuruyorsam<br />
anlatmaya değer buluyorum. Babamın<br />
Kanatları üçlemenin ilk filmiydi. İkinci film o inşaatta<br />
ev bakan çiftin hikayesi olacak.
JARMUSCH’UN<br />
NEV-İ ŞAHSINA<br />
MÜNHASIR DÜNYASI<br />
Nev-i şahsına münhasır yönetmen Jim<br />
Jarmusch’un Amerikan bağımsız sinemasına<br />
kazandırdığı yapıtları şöyle bir gözden geçirelim.<br />
MELİS ZARARSIZ<br />
n 2013 yılında Altın<br />
Palmiye için yarışan<br />
Sadece Aşıklar<br />
Hayatta Kalır (Only<br />
Lovers Left Alive)<br />
adlı muhteşem filmi<br />
yerinde, Cannes’da<br />
izlemiş, şanslı bir<br />
kişiyim. Bağımsız filmlerin karizmatik<br />
yönetmeni Jarmusch’un <strong>97</strong>’de çektiği belgeseli<br />
saymazsak onbirinci uzun metraj<br />
filmiydi bu ve filmografisinin önemli<br />
yapıtaşlarından biri oldu bile şimdiden.<br />
Bu yıl ise son filmi Paterson’u bu kez de<br />
ülkemizin Cannes’ı olma yolunda ilerlemeye<br />
çalışan (?) festivalimizde, Antalya’da<br />
izleme fırsatı buldum. Sinematografik<br />
açıdan Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’a<br />
hiç benzemeyen, onun kadar da şaşalı<br />
olmayan bir film olmakla birlikte, yine<br />
bir Jarmusch harikası şüphesiz. O zaman<br />
bu nev-i şahsına münhasır yönetmenin<br />
Amerikan bağımsız sinemasına<br />
kazandırdığı yapıtları şöyle bir gözden<br />
geçirelim.<br />
Permanent Vacation (1980): Film,<br />
Jarmusch’un mezuniyet projesi olan ilk<br />
kısa filminin uzun versiyonu ve<br />
yönetmenin de zorluklarla çektiği<br />
ilk uzun metraj deneyimi, malum.<br />
Manhattan’da başlayan film, Charlie<br />
Parker hayranı, ailesinden<br />
kopuk, aidiyet duygusu olmayan<br />
Allie isimli bir gencin bir yolculuğa<br />
çıkışını, sinemasal iniş çıkışlar<br />
olmaksızın, hayatın gerçeği gibi<br />
yalın biçimde anlatıyor. Sinematografik<br />
anlamda bir ilk filmin bütün eksiklerini,<br />
bağımsız filmlerin bütün özelliklerini<br />
taşıyan, sıkılmadan izlemesi zor, anlatmak<br />
istediği konu derin olan, her halukarda kült<br />
sayılabilecek bir yapım. DVD arşivinize<br />
eklemek isteyebilirsiniz.<br />
Stranger Than Paradise (1984): Deadpan<br />
komedi adı verilen türde bir film<br />
olduğunu söylemek mümkün. Birbirlerini<br />
pek de tanımayan iki kuzen New<br />
York’da biraraya geliyorlar ve<br />
aslında tanıştıkça ne kadar farklı<br />
tipler olduğunu farkedip iyice<br />
uzaklaşıyorlar. Yine durağanlık ve<br />
iniş çıkışsızlık var bu siyah beyaz<br />
yapımda da. Jarmusch’un anlatım<br />
dili yavaş yavaş kendini belli etm-
etmeye başlıyor. Durumun kendisi trajikomiktir<br />
ya bazen hayatta, işte bu da<br />
öyle bir film. Özgün bir Jarmusch imzası.<br />
Jarmusch yine bir kısa filmini uzun metraj<br />
haline getirmeyi başarıyor. Bu başarıda<br />
Wim Wenders’in payı büyük. Geleneksel<br />
Hollywood yapımı filmlerin yapısını bozan<br />
bir film. Stranger Than Paradise, 1984’te<br />
Cannes’da ilk filmini çeken yönetmenler<br />
ödülü, yani Camera D’or ödülüne layık<br />
görüldü. Kült filmler listelerinin vazgeçilmezi.<br />
Down By Law (1986): Bir<br />
bağımsız siyah beyaz film<br />
daha! İlk iki filminde de yer<br />
alan John Lurie’nin yanısıra<br />
filmde Tom Waits ve Roberto<br />
Benigni’yi de görüyoruz. New<br />
Orleans hapishanesinde tanışan<br />
üç adam birlikte kaçış planı<br />
yapıyorlar. İtalyan asıllı Bob,<br />
diğer ikisini çileden çıkartıyor. Konu yine<br />
iletişim(sizlik). Film müzikleri şahane.<br />
Yönetmen her zamanki gibi yaşanan<br />
olayları sonuca bağlamak gibi bir derde<br />
düşmüyor.<br />
Mystery Train (1989): İşte<br />
Jarmusch’un ilk renkli uzun<br />
metrajı! Amerika Japonya ortak<br />
yapımı olan bağımsız film, bir<br />
kara komedi. Tom Waits ve John<br />
Lurie yönetmene yine destek<br />
olmuşlar şüphesiz. Film Memphis,<br />
Tennessee’de geçiyor ve<br />
üç hikayeyi kesiştiriyor. Adını Elvis<br />
Presley’nin şarkısından alan film, Presley<br />
efsanesine bir saygı duruşu adeta.<br />
Amerika!yı yabancıların gözünden anlatan<br />
bu kara komedi, tek bir gün ve gecede<br />
sona eren bir hikayeyi merkezine alıyor<br />
aslında. Müziğin hakim olduğu filmde 50’li<br />
yılların müzikleri yerel bir radyo istasyonunun<br />
yayınından çalıyor. Film ilk gösterimini,<br />
büyük ödül için yarıştığı Cannes’da<br />
yaptı ve yönetmen bu filmiyle o sene<br />
festivalden En İyi Sanatsal Katkı ödülüyle<br />
ayrıldı.
Dünyada Bir Gece (Night<br />
on Earth , 1990): Filmde<br />
beş şehirde, beş farklı taksi<br />
şoförü, müşterileriyle ilginç<br />
bir yolculuğa çıkıyorlar.<br />
Los Angeles, New York,<br />
Paris, Roma ve Helskinki<br />
gibi birbirinden epey farklı<br />
şehirleri ortak noktalarda birleştiriyor<br />
yönetmen. Winona Ryder, Roberto Benigni,<br />
Gena Rowlands gibi ağır toplar var<br />
yine filmde. Müzikler elbette ki yine Tom<br />
Waits’ten. Jarmusch’un klasik anlatım dili,<br />
iyice oturan sinematografisi ile yaratıcı,<br />
özgün ve keyifli bir yapım.<br />
Dead Man (1995): Yine bir siyah<br />
beyaz film yönetmenden.<br />
Filmografisinin en büyük<br />
prodüksiyon çalışmalarından<br />
ve diğerlerine benzemeyen<br />
bir yapım. Sanat yönetimi,<br />
mekanlar muhteşem! Bu kez<br />
müzikler Neil Young’dan.<br />
Fonda vahşi batı var. “Post<br />
western” de diyebiliriz. Kızılderililerin<br />
maruz kaldığı katliamlar, vahşi batının<br />
çirkin yüzü, ölümler esas konusu bu filminde<br />
yönetmenin. Başrolde Johnny Depp<br />
William Blake karakterini canlandırıyor.<br />
Blake, farklı bir deneyim yaşamak, hayatını<br />
değiştirmek için Cleveland’den kalkıp<br />
Amerika’nın batısına gidiyor, kovboyların<br />
arasına katılıyor ve medeniyetten çıkıp<br />
vahşileştiği bir ortamda buluyor kendini.<br />
Kendini sonuna kadar sıkmadan izleten,<br />
muhteşem bir kara komedi.<br />
Coffee and Cigarettes : Tam 17 yıl içinde<br />
(1986-2003) yapımı tamamlanmış olan,<br />
enteresan bir yapım. 11 siyah beyaz kısa<br />
filmin biraraya gelişinden oluşuyor film.<br />
Kahve ve sigara: bağımlılık<br />
yapan, sağlığa zararlı ama<br />
çok sevilen tüketim maddeleri<br />
malum. Yine insan<br />
ilişkilerini mercek altına<br />
yatıran yönetmen, kahve ve<br />
sigaranın eşliğinde izletiyor<br />
bize olan biteni. Kısa filmlerde Roberto<br />
Benigni, Iggy Pop, Tom Waits, Cate<br />
Blanchett ve Bill Murray gibi oyuncular<br />
yer alıyor ve bu oyuncular genelde kendilerini<br />
canlandırıyorlar. Filmi izlerken kendinize<br />
bir kahve yapıp bir sigara yakmanız<br />
mümkün.<br />
Ghost Dog: The Way of the<br />
Samurai (1999): Japon kültürüne<br />
hayranlığı malumdur yönetmenin.<br />
Bu da modern bir samuray hikayesi.<br />
Ghost Dog adlı tetikçiyi<br />
Forest Whitaker mükemmel bir<br />
ustalıkla canlandırırken yönetmen<br />
ise samuray felsefesini, mafya<br />
ve gangster dünyasına, kente,<br />
hatta müziğe ve çizgi filmlere öyle güzel<br />
harmanlıyor ki, ortaya nefis bir yapıt<br />
çıkıyor. Jarmusch filmografisinde bir klasik<br />
kabul edilen modern Amerika eleştirisi,<br />
yer yer sizi güldürecek.<br />
Broken Flowers (2005): Filmografisindeki<br />
diğer filmlerinden<br />
epey farklı olan, net diyaloglarıyla<br />
biraz ana akım sinemaya yaklaşan<br />
film yine de bir Jarmusch<br />
klasiği şüphesiz. Bill Murray’ın<br />
canlandırdığı Don Johnston karakteri<br />
sevgilisi tarafından terkedilir<br />
ve o gün aldığı bir mektupla<br />
hayatı bambaşka bir yöne doğru gitmeye<br />
başlar. Varlığından haberdar olmadığı<br />
oğlunu aramak için yollara düşer Don ve<br />
geçmişiyle hesaplaşır. Kamera tercihleri,<br />
mekanlar, caz müziği ve rüya tasvirleriyle<br />
yine özgün ve leziz bir filmle karşımızda<br />
Jarmusch. Film, 2005 Cannes Büyük Ödül<br />
(Grand Prix) sahibi olmuştu.<br />
Kontrol Limitleri (Limits of Control,<br />
2009): Ana karakter yalnız bir adam.<br />
Görüntü yönetmeni Christopher<br />
Doyle’un kusursuz kadrajlarının<br />
İspanya’da gezindiği bir hikayenin<br />
içinde bu adamın gizemli bir<br />
amacı var ve yolunda karşısına<br />
çıkan insanların da sayesinde<br />
hedefine ulaşıyor adamımız.
Sanata ve hayata dair bol bol diyaloga ve<br />
göndermelere sahip olan filmde Isaach de<br />
Bankolé, Tilda Swinton, John Hurt, Gael<br />
García Bernal gibi isimler var. İzleyiciyi<br />
zorlayıcı türden, farklı bir Jarmusch filmi.<br />
Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers<br />
Left Alive, 2013): Kişisel favori Jarmusch<br />
filmim. Bir post modern vampir<br />
aşkı hikayesi ama vampir filmi diye<br />
asla anlatılmamalı, kafalar karışmamalı.<br />
Müzik aşığı Adam ve edebiyat aşığı Eve<br />
yüzyıllardır birlikte olan iki vampir. Biri<br />
Detroit’te, biri Tanca’da. Adam<br />
yaşadıkları dönemden o kadar<br />
mutsuz ki, ölmek istiyor. İnsanlar<br />
artık zombileşmiştir ve dünyayı<br />
çekilmez bir hale getirmişlerdir.<br />
Böyle bir dünyada bu entelektüel<br />
birikimle daha fazla yaşayamaz<br />
Adam, tek mutluluğu ise Eve’in<br />
varlığıdır. Tilda Swinton ve Tom<br />
Hiddleston müthiş karizmatik bir çift<br />
olmuşlar. Filmin soundtrack’i ise fevkaladenin<br />
de fevkinde. Adam’ın evine gitmek ve<br />
o kadife kanepede oturup plak dinlemek<br />
isteyeceksiniz.<br />
Paterson (2016): Veee yönetmenin son<br />
filmi. Başrolde Paterson karakteri ile<br />
Adam Driver. New Jersey’de otobüs<br />
şoförü olan Paterson dünyanın en monoton<br />
hayatını yaşayan adamı.<br />
Laura ile evli. Şiirler yazan, ama<br />
iddiasız biri Paterson. Laura ise<br />
iddialı, sanata karşı aşırı ilgili ve<br />
kocasının iddialı bir şair olmasını<br />
istiyor. Paterson aslında çok<br />
duyarlı biri, çevresinde olup<br />
biteni takip eden, algıları açık<br />
bir adam, ama bir o kadar da<br />
tepkisiz, beklentisiz, donuk.<br />
Günlük hayatın içinde hepimizin<br />
yaşadığı detayları görüyoruz aslında,<br />
film yönetmenin ilk filmlerinden daha<br />
çok aşina olduğumuz, başlangıcı ve<br />
sonu, inişi, çıkışı olmayan, hayatın yalın<br />
kendiliğindenliğine ayna tutmak dışında<br />
bir hırs gütmeyen, sade bir yapım. Değerli<br />
mi, çok!
ÜÇ KÜÇÜK<br />
PEHLIVAN, ÜÇ<br />
KOCA YÜREK<br />
Genç Pehlivanlar filmi<br />
Antalya’da gösterildiğinde<br />
büyük alkış aldı. Amasya’da<br />
güreş merkezinde eğitim alan<br />
küçük pehlivanların hikayesi<br />
herkesin yüreğine dokundu.<br />
Biz de üç küçük pehlivan Muhammet<br />
Ceylan, Harun Kılıç<br />
ve Baran Kendirlioğlu ile<br />
hayatlarını konuştuk.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sinemasında bazen kendine has filmler<br />
çıkıp bizi kendine aşık ediyor. Antalya Uulusal<br />
yarışmaya katılan Genç Pehlivanlar da işte<br />
böyle bir film. Genç Pehlivanlar, Antalya’da<br />
Behlül Dal Jüri Özel ödülünü ve En İyi Kurgu’yu<br />
aldı. Amasya’da güreş merkezinde eğitim<br />
alan ve yılın çogu vaktini ailelerinden uzakta<br />
hocaları ve arkadaşlarıyla geçiren bu yaşı<br />
küçük yüreği kocaman güreşçilerimizi tanıyalım<br />
istedik. Muhammet Ceylan, Harun Kılıç ve<br />
Baran Kendirlioğlu bizi kırmadı sorularımızı<br />
cevapladı. Arada da güreş tuttuk. İşte geleceğin<br />
şampiyonları...<br />
Muhammet, filmde çok fazla gördüm seni.<br />
Anladığım kadarıyla filmin dramatik yapısı<br />
senin üzerine kurulmuş. O kameralar<br />
geldiğinde rahatsızlık hissettin mi? Mesela<br />
ağladığın sahnelerde kamera varken rahatsız<br />
oldun mu?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Hayır zaten ka-<br />
BARAN<br />
KENDİRLİOĞLU<br />
mera yokmuş gibi, o bizim kendi hayatımız.<br />
Güreşirken de kamerayı unutuyoruz zaten<br />
direkt.<br />
Ne zaman başladın güreşe?<br />
MUHAMMET CEYLAN : 4 sene önce başladım.<br />
Nasıl başladın?<br />
Aslında şu anki Ramazan hocam beni<br />
çağırmıştı. O şekilde başladım ben.<br />
Nerden çağırmıştı?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Önceden aynı yerde<br />
oturuyorduk Suluova’da. Ramazan hoca da<br />
orada oturuyordu. Oradan gördü çağırdı.<br />
Kamplarınız nasıl oluyor? Yani anladığım<br />
kadarıyla sizi ailenizin yanından alıyorlar<br />
MUHAMMET CEYLAN : Okul zamanı ful<br />
ordayız. Bir ay, bir buçuk ay da eve gidiyoruz.
MUHAMMED<br />
CEYLAN<br />
HARUN<br />
KILIÇ<br />
Yazın bir ay evde duruyoruz, 15 gün kampa gidiyoruz,<br />
sonra yeniden bir ay evde durup yeniden<br />
15 gün kampa gidiyoruz. Zaten tatil bitiyor.<br />
Filmi seyrettin mi?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Hayır.<br />
Seyredecek misin?<br />
MUHAMMET CEYLAN : İnşallah.<br />
Hayatından beklentin nedir?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Şu anlık dünya<br />
şampiyonu olmak istiyorum.<br />
Okul ne durumda?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Takdirle geçtim.<br />
Aferin sana. Hocalar nasıl karşılıyorlar bu<br />
durumları?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Bizden çok onlar ilgileniyor<br />
zaten okulla. Hocalar ayarlıyorlar<br />
akşamları ders veriyorlar. Psikolog getiriyorlar.<br />
Psikologla konuşuyoruz annenizi babanızı özlediniz<br />
mi diyorlar.<br />
Sinemayı sever misin?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Güzel film oldukça gidiyorum.<br />
Amasya’dan çıkıp Türkiye’nin başka yerlerine<br />
gittin mi hiç?<br />
MUHAMMET CEYLAN : İstanbul’a gittim, Ankaraya<br />
gittim…<br />
Güreş yüzünden mi gittin?<br />
MUHAMMET CEYLAN ::Güreş yüzünden gittiğim<br />
yerler Artvin, Kayseri, Sivas, Çorum…<br />
Bütün Türkiye’yi dolaştınız yani.<br />
MUHAMMET CEYLAN : Sayılır.<br />
Harun güreşe nasıl başladın?
HARUN KILIÇ : İlk kez babam söyledi, antremanlar<br />
varmış gitmek ister misin diye. Ben<br />
de gittim. Sonra babam 1-2 haftaya bırakırım<br />
sanıyormuş ama bırakmadım. Daha sonrasında<br />
orada seçmeler vardı güreş eğitimine girmek<br />
için. Girdim, kazandım. Sonra da eğitime<br />
başladım işte.<br />
Peki, ailenden ayrılmak biraz zor olmadı mı?<br />
HARUN KILIÇ : Zaten ilk geldiğimizde o kadar<br />
fazla durmuyorduk eğitimde, 2 haftada bir ailemizin<br />
yanına gidiyorduk. Daha sonra da alıştık.<br />
Anladım, demin arkadaşına da sorduğum<br />
gibi, kameralar varken kendini rahatsız hissettin<br />
mi? O bütün anını kaydediyor.<br />
HARUN KILIÇ : Zaten kameralar varken bir tane<br />
güreşe gittik. Onda da yendim.<br />
Peki antreman zamanlarında?<br />
HARUN KILIÇ : Kamera ilk geldiğinde biraz<br />
sıkıntı yaşadık ama sonrasında kamera<br />
olduğunu unuttuk zaten. Pek sıkıntı olmadı.<br />
Peki hocaların size karşı davranışlarında<br />
değişiklik oldu mu?<br />
HARUN KILIÇ : Oldu. Yani biraz oldu.<br />
Daha mı iyi davrandılar kamera varken?<br />
HARUN KILIÇ : Yani biraz. Aslında normalde de<br />
çok iyi davranıyorlar ama. Kamera varken de iyi<br />
davrandılar. Tam öyle de değil işte.<br />
Peki senin amacın, hedefin ne?<br />
HARUN KILIÇ : İleride Avrupa Güreş Olimpiyat<br />
şampiyonu olmak. Taha Akgül şampiyon<br />
olmuştu ben de onun gibi bir şampiyon olmak<br />
istiyorum.<br />
Aferin sana. Peki hiç yurtdışında güreş<br />
attınız mı? Yurdişindaki çocuklarla falan?<br />
HARUN KILIÇ : Yurtdışında uluslararasına gittim<br />
ben geçen sene. Orada 17 tane ülke falan<br />
geldi. Doktor raporuyla girmiştim diğerlerine<br />
göre küçüktü yaşım. Orada Rus rakibime<br />
yenilmiştim.<br />
İlk maçın mıydı?<br />
HARUN KILIÇ : Aynen ilk maçımdı.<br />
Peki yenilince direkt elendin mi?<br />
HARUN KILIÇ : Evet. Zaten doktor raporuyla<br />
gittim normalde yaşım onlardan küçüktü.<br />
Yılmak yok.<br />
HARUN KILIÇ : Aynen.<br />
Sen de kendini tanıt bakalım.<br />
BARAN KENDİRLİOĞLU: Adım Baran, soyadım<br />
Kendirlioğlu.<br />
Aileni özledin mi buraya geldiğinde?<br />
BARAN KENDİRLİOĞLU: Yani tabii ki, kim<br />
özlemez ki. İlk başlarda kaçıyorduk eve gitmek<br />
için. Hocalar tutuyordu. Daha sonrasında buranın<br />
güzelliklerini görünce alıştık.<br />
Peki deden senin güreşlerini seyrediyor mu?<br />
BARAN KENDİRLİOĞLU: Mesela bizim bir<br />
güreşimiz olunca onlar da geliyorlar seyrediyorlar.<br />
Öyle yani.<br />
Peki heyecanlanıyor musun onlar gelip izlediklerinde?<br />
BARAN KENDİRLİOĞLU: Oluyor az bir şey. Kim<br />
heyecanlanmaz ki zaten.<br />
Peki kilolarınız nasıl? Sen mesela yaşına<br />
göre daha kilolusun. Kendinden büyüklerle<br />
güreşmek zor olmuyor mu?<br />
BARAN KENDİRLİOĞLU: Yani aslında olmaması<br />
lazım ama bazen yaş küçültenler oluyor. Gideyim<br />
derece yapayım ne olursa olsun diyenler oluyor.
Bundan sonrasında peki ne düşünüyorsun?<br />
BARAN KENDİRLİOĞLU: Çok çalışıp güzel bir<br />
yerlere gelmeyi, şampiyon olmayı istiyorum.<br />
Filmde seyrediyoruz sürekli antreman<br />
yapıyorsunuz. Sonuçta orada da<br />
güreşiyorsunuz. Rakiplerin de hep<br />
arkadaşların. Aranızda hiç kızgınlık oluyor<br />
mu?<br />
BARAN KENDİRLİOĞLU: Antremanlarda oluyor.<br />
Ama antreman bittikten sonra düzeliyor yine.<br />
MUHAMMET CEYLAN : Antremanlarda oluyor<br />
aynen. Sonuçta kendimiz için yapıyoruz bunu.<br />
Kendimizi zorluyoruz. Çalışıyoruz. Antremanlarda<br />
sıkıntı çıkıyor ama antremandan sonra yine<br />
kardeşiz.<br />
Peki üçünüze de sorsam, sinema mı? Güreş<br />
mi?<br />
HERKESİN CEVABI: Güreş.<br />
Niye?<br />
HARUN KILIÇ : Öyle başladım öyle bitireyim<br />
dedim.<br />
Peki ya sen? Sinemanın dünyası çok renklidir.<br />
Magazinler, kızlar mızlar.<br />
MUHAMMET CEYLAN : Öyle şeyler bize ters.<br />
Peki ya sen neden güreşi tercih ediyorsun?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Çünkü güreş bizim ata<br />
sporumuz. Sünnettir ayrıca. Ve de sinemayı<br />
sevmem.<br />
Neden sevmezsin?<br />
MUHAMMET CEYLAN : İzlerim ama sevmem.<br />
Neden bilmiyorum.<br />
Güreş kampında eksik olan yerler var mı sizin<br />
gördüğünüz?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Yani bizim çalışma<br />
alanımız tek minder. Siz de gördünüz. Biz bir<br />
tane daha minder istiyoruz.<br />
Peki hocalarınız?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Hocalarımızın biri<br />
zaten dünya şampiyonu. Diğeri Türkiye’nin en iyi<br />
klübünden çıkma. Diğerinin Türkiye içi çok büyük<br />
başarıları var.<br />
Peki senin eksik gördüğün şeyler neler?<br />
HARUN KILIÇ : Minderimiz çok küçük olduğu<br />
için bazen sakatlanmalar çıkıyor. Bir de<br />
antremanların sonlarına doğru minderler kayıyor.<br />
Aralarında boşluk oluşuyor. Bir de halatlarımız<br />
orta kısımlarından incelmeye başladı artık çeke<br />
çeke.<br />
Filmde görüyoruz sakatlanıyorsunuz. Mesela<br />
parmaklarınız şişiyor, dönüyor vesaire. Sağlık<br />
konusunda yeterli bir destek sağlanıyor mu?<br />
HARUN KILIÇ : Hocalarımız saolsunlar ilgileniyorlar<br />
bizimle.<br />
Hocalarınızı gördüm zaten orada her şeyi<br />
yapıyorlar size. Ama bir doktorunuz yok<br />
sanırım?<br />
HARUN KILIÇ : Yok, doktorumuz. Dokoru geçtik<br />
sağlık dolabımız bile yok.<br />
Sizden başka, Spor Bakanlığı’na bağlı başka<br />
güreş merkezleri var mı?<br />
HARUN KILIÇ : 33 tane olması lazım eğitim<br />
merkezi.<br />
Sen Amasyalısın ve Amasya’ya pehlivan<br />
diyarı denir.<br />
BARAN KENDİRLİOĞLU: Amasya’da güreş futboldan<br />
vesaire daha değerli görülür. Amasya’da<br />
ismin bir kere pehlivana çıktımı herkes seni tanır.<br />
Pehlivan, pehlivan, pehlivan diye çağırır herkes
seni.<br />
Peki sen Amasyalı eski pehlivanları biliyor musun?<br />
BARAN KENDİRLİOĞLU: Mahmut Demir var,<br />
Avrupa Dünya Olimpiyat şampiyonu. Ondan<br />
sonra Hamit Kaplan var.<br />
Kaç kardeşsin?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Benim 2 tane abim var.<br />
Özlüyor musun onları?<br />
MUHAMMET CEYLAN : Bazen özlemiyorum.<br />
Bazen annemle babamı da özlemiyorum. Yani<br />
özlüyorum da ağlayacak kadar değil. Ağlamayı<br />
da sevmiyorum zaten. Kaçmam da.<br />
Peki kardeşinin güreşle alakası var mı?<br />
MUHAMMET CEYLAN : O da yapacaktı da sonra<br />
bir gün gelip bıraktı. Kaleci o. Bir de defans.<br />
Peki sen kaç kardeşsin?<br />
HARUN KILIÇ : 3 kardeşiz. Bir abim bir de benden<br />
küçük erkek kardeşim var.<br />
Peki onlar ilgili mi güreşle?<br />
HARUN KILIÇ : Onlar güreşe gitmiyorlar ama<br />
küçük kardeşime hareketleri öğretiyorum ben.<br />
Senin peki kardeşin var mı?<br />
BARAN KENDİRLİOĞLU: Benden küçük erkek<br />
kardeşim var. Ama o daha iki buçuk yaşında.<br />
Yani şu an ailenin tek çocuğusun sayılır.<br />
BARAN KENDİRLİOĞLU: Ailemi özlemiyorum<br />
da, kardeşimi özlüyorum.
KAMERANIN<br />
YERİNE<br />
KALBİMLE<br />
KARAR VERİRİM<br />
SEMRA GÜZEL KORVER<br />
Asghar Farhadi,<br />
3. Antalya Film<br />
Formu<br />
kapsamındaki<br />
ustalık sınıfında<br />
kendi sinema<br />
yolunu anlattı.<br />
BELGESELCİ<br />
Ally Hakkında, Bir Ayrılık, Geçmiş<br />
filmleri ile tanıdığımız Oscar ödüllü<br />
Asghar Farhadi’ye 53. Antalya<br />
Film Festivali’nce “Yaşam Boyu Başarı<br />
Ödülü” verildi. 3. Antalya Film Forum<br />
kapsamındaki ustalık sınıfı ve son filmi<br />
“Satıcı” ile izleyenleriyle buluşan Farhadi,<br />
kendi sinema yolunu anlattı.<br />
Antalya Film Forumu katılımcıları<br />
olarak aynı otelde kaldığımızdan<br />
sabah kahvaltıları da ayrı bir buluşma<br />
noktasıydı. Ustalık sınıfının ardından<br />
kahvaltıda kısacık bir sohbet imkânı<br />
buldum usta yönetmenle ve sordum:<br />
“Senaristlik mi, yönetmenlik mi ağır<br />
basıyor?” Gülümsedi ve “önce senaristim<br />
sonra yönetmenim. Yazarken tek<br />
başımayım, anlatmak istediğim hikâyeyi,<br />
enerjimi kâğıda döküyorum” şeklinde<br />
yanıtladı. O’da bana, söyleşisindeki<br />
tercümenin nasıl olduğunu sordu. Benim<br />
için iyiydi. Çünkü ben Farsça’dan<br />
Türkçe’ye çevirisini dinlemiştim. Diğer<br />
konuklar içinse Farsça’dan İngilizce’ye<br />
çevri vardı. Konuşmasından sonra bazı<br />
gençlerin “bize çok önemli sırlar verdiniz”<br />
diyerek kendisini şaşırttığını belirtti ve<br />
kimseye herhangi bir ‘sır’ vermediğinin<br />
altını çizdi. “Sanırım verdiğiniz ipuçları<br />
İngilizce ‘secret’ yani ‘sır’ olarak<br />
çevrilmiş olabilir ya da gençler böyle<br />
anlamış ve ifade etmiş olabilir” dedim.<br />
Oysa konuşmasına: “Burada kişisel<br />
deneyimlerimi paylaşacağım. Bana göre<br />
her sinemacının kendi yolu vardır. Söylediklerim<br />
mutlak değildir. Bunları kabul<br />
etmek zorunda değilsiniz” sözleriyle<br />
başlamıştı.<br />
Ustalık sınıfından izlenimlerim ve<br />
notlarıma gelince:<br />
İngilizce bildiği, salonda spontane tercüme<br />
olduğu halde yanında çevirmeni ile<br />
sahneye çıkması ve cümle cümle çeviri<br />
tercih etmesi önemli bir duruş ve duyuş<br />
örneği bana göre. Böylece hem ana dilinde<br />
kendini daha iyi ifade etme şansını<br />
kullanmış hem de dinleyicileriyle bir<br />
başka dilin, tınısını, tonunu, zenginliğini<br />
paylaşmıştı. Farsça ve Türkçe arasında
pek çok benzer kelime olması benim açımdan<br />
takibi kolaylaştırıyordu. Bu arada empati olarak<br />
çevrilen “hemdert” kelimesi çok hoşuma gitti.<br />
Ben de kullanacağım sanırım. Belgeselci olarak<br />
Farhadi’nin filmlerinde gerçeklikle kurduğu ilişki ve<br />
gerçeklikten ne anladığı meselesi ilgimi çekti.<br />
Filmlerimdeki gerçeklik<br />
Bazılarınızı filmlerimdeki drama ve hikâye,<br />
bazılarınızı ise gerçeklik cezbediyor olabilir. Mesela<br />
Hitchcock filmleri sağlam bir drama üzerine kurulur.<br />
Ya da çok gerçekçi olan, belgesele yaklaşan<br />
filmler ilginizi çekiyordur, Kiarostami filmleri gibi.<br />
Benim için en çekici taraf şu: Ben drama üzerine<br />
anlatılan filmleri izlediğimde o karakterlerin gündelik<br />
hayatlarını merak etmeye başlarım. Tam<br />
tersine çok gerçekçi, belgesele yaklaşan filmler<br />
izlediğimde ise onların bir dramı olsun isterim.<br />
Yani ikisini birlikte görmek isterim. Aslında ben<br />
filmlerimde bu ikisini birleştirmeye çalıştım.<br />
Gerçekliğe neden önem veriyoruz? Gerçeklik<br />
nedir? Acaba bizim gündelik hayatımız mı?<br />
Gündelik hayat çekici mi? Bir sürü tekrardan<br />
oluşuyor bence hayat. Peki öyleyse biz neden<br />
gerçekliğe bu kadar önem veriyoruz. Size bir<br />
misal vereyim, gerçekliğin ne kadar katmanlı<br />
olduğuna dair.
Bir arkadaşınızla çay içmeye gidiyorsunuz. O<br />
daha erken gitmiş, siz gecikmişsiniz. Gelince<br />
size soruyor: “Susadın mı?” Birden diyor ki: “Gel<br />
yerimizi değiştirelim, güneş beni rahatsız ediyor.”<br />
Size yola çıkmaktan, başka yerlere gitmekten<br />
bahsediyor. Gündelik konuşmalar geçiyor<br />
aranızda. Bunlar bizim gündelik hayatlarımızın<br />
gerçekleri, sinemaya dönüşecek bir sahne<br />
değil gibi. Ama bir sonraki gün o arkadaşınızın<br />
öldüğünü düşünün. İşte o zaman, dersiniz ki, “bir<br />
gün önce hep yolculuktan, susuzluktan, güneşin<br />
kendi rahatsız etmesinden bahsediyordu.” Bütün<br />
algı değişir. İşte bu gerçekliktir. Gerçeklikte<br />
bir sürü böyle işaret var ve biz bunların önemi<br />
olmadığını düşünüyoruz. Ben bunları önemsiyorum.<br />
Karakterlerime öyle bir yaklaşıyorum ki<br />
insanlar gündelik ve geniş hayatlarını merak<br />
ediyorlar.<br />
Filmlerinde sıklıkla kullandığı semboller ve<br />
işaretler<br />
Bir sembol, bir de işaret kelimesi vardır. Sembolün<br />
arkasında bir anlam vardır. Örneğin beyaz<br />
güvercin pek çok kültürlerde “özgürlük” anlamını<br />
taşır. Semboller hep anlaşma ile yapılmıştır.<br />
Ayrı kültürlerde ayrı anlamlar taşır. Sarı rengi<br />
benim kültürümde “şüphe” anlamına gelir. Taziye<br />
adındaki oyunumuzda şüphe içindeki karakterler<br />
hep sarı giyer.Filmlerimde evlerin rengi genellikle<br />
sarıdır, içinde sarı çok vardır. Çin’de başka bir<br />
anlama gelir sarı. Bu sembol kullanımları aslında<br />
sınırlamalardan ve sansürden çıkıyor.<br />
İşarete gelince, filmin içinde bir işaret<br />
gördüğümüzde bu gerçeklikten kopuk değildir<br />
aslında. Bu işaretleri filmin bütününde yan yana<br />
koyduğumuzda bir bütün-anlam teşkil eder.<br />
Örneğin bizi bir şehirden başka bir şehre götüren<br />
yol işaretleri. Tek tek bizi bir yere götürmüyorlar.<br />
Şehir işaretlerinin bütününe bakarak yolumuzu<br />
buluyoruz.<br />
Buluştuğunuz arkadaşınızın sözleri tek tek bir<br />
işaret hissi vermeyebilir. Ama bir gün sonra<br />
öldüğünü öğrendiğinizde, bütün bu konuşmaları<br />
yan yana getirdiğinizde ölüme işaret gibidir.<br />
Ben de filmlerimde hayata ve gerçeklere böyle<br />
yaklaştım. Senaryolarımda bütün bu işaretlerin<br />
uyumlu bir şekilde ilerlemesine dikkat ederim.<br />
Yazdığım senaryoya önce sadece gerçeklik<br />
içinde bakıyorum. Sonra, bu gerçeklikleri<br />
birbirine bağlayacak işaretleri senaryonun<br />
içine yerleştiriyorum. Bu işaretleri koyarken, bu<br />
filmleri dünyanın neresinde, kim izler diye hiç<br />
düşünmüyorum. Yazarken tek düşündüğüm gerçeklikten<br />
uzak olmaması.<br />
Bir filmi yaparken, seyircinin yönetmenle aynı<br />
işaret yorumlamasına ulaşmasını bekleyemeyiz.<br />
Her seyirci farklı okuyabilir. Önemli olan seyircinin<br />
bu yola girmesi, bu işaretleri takip edip<br />
yorumlaması. Seyirciye ders veren, kendi bakış<br />
açısını empoze eden bir yönetmen değilim.<br />
Seyircinin beyazperdeyle kurduğu bağ<br />
Günümüzün sinema seyircisi, yönetmenle “göz<br />
seviyesinde” bir ilişki kuruyor. Zaten günümüzün<br />
yönetmeni, sinemanın başlangıç yıllarının tersine<br />
“ders vermek” amacıyla film yapmıyor.<br />
Farklı izleyiciler farklı perspektiflerden izlemek<br />
isteyebilir bir filmi. Kimi sosyolojik, kimi siyasal,<br />
kimi etik açıdan. Seyirci özgürdür istediği
gibi izler filmi. Bütün bakışların doğuş yeri<br />
hayattır. Kendi hayatımızda birkaç perspektifi<br />
bulundurursak o zaman hayatı anlamaya<br />
çalışabiliriz.<br />
Bir film bizi ya üzer, ya sevindirir, ya da her ikisini<br />
birden yapar. Ama eğer bu kadarla kalırsa<br />
filmi unutursunuz. Eğer bu üzüntü ve sevinç<br />
düşünceye dönüşürse film kalıcı olur. Benim<br />
bulduğum yol filmin sonunda soru işaretleri<br />
bırakmak. Soru işaretleri sizi düşünmeye iter.<br />
Günümüzde filmler farklı ortamlarda seyrediliyor.<br />
Benim isteğim, sinema perdesinde ve<br />
toplu bir şekilde izlenmesi. Bunun enerjisi<br />
başka. Sinemada izlemek bir toplu ayin gibidir.<br />
Ama teknolojik değişimin önüne geçemeyiz.<br />
Biz yaşadıkça sinema salonları kalır. Biz öldükten<br />
sonrasını bilemeyiz.<br />
Anadilinizde yaptığınız filmler kalptendir<br />
Kültürel olarak edebiyat ve şiirden geliyorum.<br />
Mevlana, Hafız, Sadi bunların söyledikleri çok<br />
katmanlıdır. Bir yönetmen kendi ülkesinde yaptığı<br />
filmleri bütün kalbiyle yapar. Ama başka bir ülkede<br />
film yapmaya başladığında zekâ da giriyor devreye.<br />
Başka kültürlerde film yapmanın farkıdır bu.<br />
Bazı izleyiciler daha çok duygu ister ama bazılar da<br />
mantığı arar daha çok. Ben her iki seyirci kitlesini<br />
de gördüm ve yaşadım. Peki, neden başka ülkelerde<br />
film yapıyorum? Daha global olmak için değil.<br />
Aslında global olmak için daha yerel olmak lazım.<br />
Ben sadece yeni tecrübeler olsun diye yapıyorum.<br />
Risk almak istiyorum.<br />
Hikâye ipten bir askıdır<br />
Bazıları filmlerimin açık bir sonu olduğunu düşünür.<br />
Benim filmlerimin iki başlangıcı ve bir sonu<br />
vardır. Son denilen şey, insanların kaderlerinin<br />
değişmesidir. İki başlangıç nedir? Biri filmin ilk<br />
dakikalarında gördüğümüz başlangıç. Diğeri de<br />
filmin sonunda gördüğümüz başlangıç. Bu açık bir<br />
son değildir. Filmin sonunda filmin yeniden zihninizde<br />
başladığı andır.<br />
Hikâye çizgisi ipten bir askıdır. Bu ipin bir ucunu<br />
bir duvara, diğer ucunu öbür duvara bağlar ve<br />
üstüne elbiseleri asarız. Bu ipin başı ve sonu bir<br />
noktaya tutturulmazsa elbiseleri asamayız. Hikâyenizi<br />
yazarken kafanızda bir son olsun ve o sona<br />
doğru ilerleyin. Belki bu gerçekten kullanacağınız<br />
son değildir. Belki değiştireceksiniz ama kalemi her<br />
elinize aldığınızda bu sonu düşünün. Son olmadan<br />
bir senaryo yazamayız, hikâyeyi bir yere doğru<br />
ilerletemeyiz.<br />
Yazmak isteyenlere bir önerim var. Anlatmak<br />
istediğiniz hikayeyi çevrenizdekilere üç satırda<br />
anlatabilin. Ve filmin başı-ortsı-sonu bu üç cümlede<br />
olsun. Yazmaya başlayıpta “sonu ne olacak bilmiyorum”<br />
diyemezsiniz.<br />
Filmlerimde olaylara/ durumlara ve karakterlere<br />
anlatıcı mesafesiyle yaklaşırım. Mezar taşıma bir<br />
şey yazılacaksa, karakterlerime mesafe konusunda<br />
yazılmalı. Bu mesafeyi hiç kaybetmedim. Peki<br />
nasıl? Ben bütün karakterlerime zaman veriyorum<br />
ve onların kendilerini müdafaa etmelerine alan<br />
tanıyorum. Bütün film boyunca yanlış davranmış<br />
bir karakterim olabilir. Ama yönetmen olarak ona<br />
zaman vermeniz gerekir. Bütün karakterlere eşit<br />
fırsat vermelisiniz. Benim eşit mesafe dediğim şey<br />
o fırsattır. Karakterlerimize, onlarla empati kuracak<br />
kadar zaman tanımalıyız.<br />
Benim yapmış olduğum bütün filmlerde bütün
karakterlerimle, hem dert olunur, empati kurulur.<br />
Bu benim ilkem. Eğer siz karakterleri iyi ve kötü<br />
diye ayırırsanız seyircinin zihnine güvenmemiş<br />
olursunuz. Yönetmen olarak seyirciyi<br />
sınırlayamazsanız,iyiyle kötü arasındaki savaştan<br />
ziyade bir nokta yaratırsınız. “İyi ile iyi arasındaki<br />
savaşı kim kazanacak?” der seyirci.<br />
Kameranın yeri<br />
Kameranın yeri provalarda ortaya çıkıyor. Hiç<br />
kamera düşünmeden provaları izliyorum. Yürüyorum,<br />
oturuyorum, yaklaşıyorum, uzaklaşıyorum<br />
farklı farklı yerlerden bakıyorum. Bu esnada<br />
ayaklarımın altına boya sürseniz, en fazla boya<br />
izi nerede kalıyorsa kamerayı koyacağım yer<br />
orası olurdu. Kendinize güvenin ve provayı<br />
nereden seyrettiğinize bakın ve kamerayı oraya<br />
koyun. Kameranın duracağı yere kalbimle karar<br />
veririm. Bu bir anlamda bilinçaltı, kameranın<br />
duracağı yeri kalbim belirliyor.<br />
Normal gözümüzle bakışımız o kadar hareketli<br />
değil. Biz hareket ederken ise dolly gibi hareket<br />
eden bir sistem var gözümüzde. Hareketli<br />
kameranın hayatımızdaki karşılığı önemli.<br />
Savaşları ve savaşları anlatan belgeselleri<br />
izlemeye başlamamızla, hareketli kameranın<br />
gerçekliğine inanmaya başladık. Kamera ne zaman<br />
titrese, onun gerçek olduğuna inanıyoruz.<br />
Oysa gerçeklikte gözümüz daha çok dolly<br />
hareketi gibi bir görüntü sunuyor bize.<br />
Bana göre seyirci kamera ve yönetmeni hissetmemeli.<br />
Filmle baş başa kalmalı. Batı<br />
sanatında sanatçı kendini göstermeye<br />
çalışır. Doğu sanatında ise sanatçı kaybolmaya<br />
çalışır, gizler kendini. Batı sanatındaki<br />
bir eseri değerlendirirken, yapan kişiden ayrı<br />
düşünemezsiniz. Sanatçı o eser ile aranıza girer.<br />
Doğu’da böyle değildir. Sanatçı aradan çıkar. Sizi<br />
eserle baş başa bırakır.<br />
Filmlerinde düşük dozda gerilim vererek seyirciyi<br />
bir çıkmaza sürükleyen, kimin masum, kimin<br />
suçlu olduğunu kişinin kendi vicdanına bırakan,<br />
karakterlerin her birini, kendilerini olayın merkezine<br />
koymadan en küçük detaylarına kadar<br />
işleyen usta yönetmen Asghar Farhadi hem<br />
ustalık sınıfındaki paylaşımları hem de son filmi<br />
Satıcı ile bir kez daha beni yüksek dozda etkiledi.
GERÇEK OLAMAYACAK<br />
KADAR GÜZEL<br />
FELLİNİ VE SİNEMASI
Fellini, müthiş bir<br />
öykücüdür. Kendi anılarını<br />
(ve tabii ki denk düşen<br />
bizlerinkini) muhteşem<br />
bir anlatımla beyaz<br />
perdeye aktarır...<br />
ONUR KIRŞAVOĞLU<br />
n Fellini, müthiş bir<br />
öykücüdür. Kendi<br />
anılarını (ve tabii ki<br />
denk düşen bizlerinkini)<br />
muhteşem<br />
bir anlatımla beyaz<br />
perdeye aktarır. Bu<br />
sebeple kişisel öykü<br />
anlatımı konusunda çığır açtığını ve<br />
ardından gelen birçok yönetmene yol<br />
gösterdiğini söyleyebiliriz. Bunu yaparken<br />
kullandığı düşsel, gerçeküstü üslup ise<br />
o kadar muhteşemdir ki, hiç bir şekilde<br />
göze batmaz ve gerçekliği de neredeyse<br />
hiç sarsmaz. Bazen, gördüğümüz rüyaları<br />
tamamen hatırlayıp filme çekebilmeyi<br />
isteriz ya, yapabilseydik eğer, kesinlikle<br />
Fellini filmleri tadında bir şeyler<br />
olurlardı. Zaten ustanın filmlerinin çoğu<br />
da kendi anılarından ve düşlerinden<br />
oluşuyor. Çocukluğundan başlayarak<br />
kendi hikayesini perdeye aktarır. Bütün<br />
bu fantezi ve düşlere rağmen o kadar<br />
gerçektir ki anlatılanlar, ustanın “anıların<br />
sinemacısı” olarak da anılmasını sağlar.<br />
Onun hayatı için özgürlüğü, baskıyı ve<br />
kurtuluşu simgeleyen, sirk, kilise ve<br />
deniz ise hemen her filminde karşımıza<br />
mutlaka çıkar. Bu kişisel sinemasının en<br />
büyük göstergelerinden biridir ve oldukça<br />
da “gerçek” tir. Bir gün bindiği bir<br />
taksinin şoförü ustaya; “ Neden bizim de<br />
anlayacağımız filmler çekmiyorsun?” der.<br />
Usta ise; “ Ben filmlerimde zaten gerçeği<br />
anlatıyorum ve gerçek, asla basit bir şey<br />
değildir” diye cevaplar.<br />
Fellini sinemasını fazla apolitik bulanlar<br />
mevcut. Faşizm dönemi ve sonrası<br />
gelişimini tamamladığı için, o zamanlarla<br />
igili en azından 1-2 kelam etmesi yönünde<br />
bir beklenti hep vardı izleyicide ama<br />
Fellini, kendi deyimiyle adeta kaçmayı<br />
tercih etti. Gerçeğin ve düşün, bu kadar<br />
muhteşem ve saf harmanlanmasının içine<br />
belki de politika denen pisliği katmak<br />
istememiştir. Tabi bütün bunlara rağmen,<br />
Amarcord gibi oldukça sosyo-politik ve<br />
faşistleri epey kızdıran bir başyapıta da<br />
imzasını atmıştır. Çocukluktaki ve üniversite<br />
yıllarındaki deneyimleri, ilkleri,<br />
Roma’ya olan aşkı ve tercihleri özellikle<br />
bu filmde muhteşem bir şekilde<br />
yansıtılmıştır.<br />
Fellini sineması ile tanışamayanlar için<br />
hem üzgün, hem de oldukça mutluyum.<br />
Hala bir Fellini filmi izlemeyen birisinin,<br />
bundan sonra da izlememe ihtimali kabul<br />
edilebilir bir şey değil. Bir insan<br />
belli bir yaşa gelmeden önce, kendi<br />
iyiliği için en az üç Fellini filmi izlemeli<br />
diye düşünüyorum. Düşleri, kurgusal<br />
bir yapıda ayağmıza kadar getiren bu<br />
büyük ustanın sinemasını herkes tadmalı.<br />
İlk defa izleyecekler ve zamanını çok<br />
kaçırmamış olanlar ise, muhteşem deneyimlerle<br />
karşı karşıyalar, ne mutlu onlara.<br />
EN İYİ 5 FELLINI FİLMİ<br />
Otto E Mezzo, 1963<br />
Büyük usta Fellini’nin kendi<br />
ifadesi ile 8 buçuk numaralı filmi,<br />
kariyerinin tam da ortasında kendini<br />
tamamen açığa vurduğu ve<br />
iç hesaplaşmalarını yansıttığı bir<br />
başyapıt. Film çekme sürecindeki<br />
bir yönetmenin kararsızlıkları,<br />
hayatını sorgulaması ve kadınlar<br />
ile olan imtihan gözler önüne seriliyor.<br />
Açık bir biçimde, hiç saklama gereği<br />
duymadan kendini ifşa eden Fellini,<br />
bunlara daha genel eril hezeyanları, dini<br />
bakış açılarını ve ahlaki yargıları da ekliyor<br />
ve ortaya muhteşem bir sanatsal bir
kriz çıkıyor. Bir başka ünlü yönetmen<br />
Spielberg’in “ Fellini’ye bu filmdeki Mastroianni<br />
karakterinin benim için ne kadar<br />
önemli bir model olduğunu, onunki gibi<br />
bir hayat yaşadığımı anlatmıştım” dediği,<br />
yani yaratıcı olan, ilham konusunda<br />
sıkıntı çekebilen her yönetmenden izler<br />
bulmanın kaçınılmaz olduğu bir sinema<br />
şöleni. Sinemayı sinema yapan en büyük<br />
unsur olan yönetmenleri daha iyi anlamak<br />
bu filmle birlikte artık çok daha kolay.<br />
Amarcord, 1<strong>97</strong>3<br />
Amarcord, Fellini’nin kendi<br />
çocukluk anılarından yola<br />
çıkarak, dehası ile birleştirip<br />
ortaya koyduğu bir otobiyografi.<br />
Hatta kendi deyimi ile yarı<br />
oto-biyografi. Doğup büyüdüğü<br />
yer olan Rimini’de hatırlıyorum<br />
anlamına gelen mi cordi/amacord<br />
kelimesinden esinlenerek,<br />
bütün kendini var eden anılarına gönderme<br />
yaparak ve geçmişini unutmayarak<br />
hikayesini oluşturur. Filmin ismini de<br />
tabii ki buradan hareketle Amarcord<br />
koyar. Titta silüetinde, kendi çocukluğuna<br />
yaptığı bu büyülü, bazen komik ve oldukça<br />
samimi yolculuk, izleyiciye de hem<br />
kendinden izler bulma hem de o atmosferi<br />
iliklerine kadar yaşama fırsatı verir.<br />
Fellini’nin bu en kişisel filmi, kesinlikle<br />
başyapıt seviyesinde ve hafızalardan asla<br />
kazınmayacak güzellikte.<br />
La Dolce Vita, 1960<br />
Büyük usta Fellini’nin en meşhur,<br />
en sükse yapan filmi La Dolce<br />
Vita’dır desek sanırım yanlış<br />
olmaz. Seveni kadar getirdiği<br />
eleştirilerden dolayı filme uzak<br />
duranı, hatta “skandal” olarak<br />
niteleyeni de epey mevcut. Bir<br />
dönem gazetecilik de yapan<br />
Fellini’nin kendi tecrübelerinden<br />
de esinlenerek ortaya çıkardığı bu<br />
başyapıt, her Fellini filminde olduğu<br />
gibi bol ihtişam, bol hiciv ve unutulmaz<br />
sahneler barındırıyor. Modern toplumun<br />
gösteriş merakı ve sıradanlaşması üzerine<br />
çok sert bir bakış açısına sahip olan La<br />
Dolce Vita, günümüzde çok daha anlamlı<br />
hale gelen karakter yaratımları ile de oldukça<br />
gerçekçi bir noktada duruyor. Fellini,<br />
insanoğluna yine tüm basitliğini, hiç lafı<br />
dolandırmadan anlatmayı başarıyor.<br />
Fellini’s Roma, 1<strong>97</strong>2<br />
Otobiyografi anlamına da gelen<br />
Fellini’s Roma, genç bir erkek<br />
olarak yoluluğuna Rimini’den<br />
başlayan Fellini ve din ile<br />
kadınlar ekseninden orta yaş<br />
hezeyanlarını yaşayan Fellini’ye<br />
kadar uzanan büyüleyici bir Roma<br />
portresi. Tabii tüm eleştirilerine<br />
devam ettiği, düşşsel anlar ile<br />
etkilemeyi başaran ve başka hiçbir yönetmenin<br />
yapamayacağı sahneler barındıran<br />
da bir şaheser. Toplumsal eleştirileri yine<br />
sert ortaya koyan ama kendini de işin<br />
içine dolaylı da olsa koyan büyük ustadan<br />
dönemin Roma şehrini daha iyi anlatabilen<br />
sanırım zor bulunur.<br />
Le Notti Di Cabiria, 1957<br />
Sinemanın gelmiş geçmiş en büyük<br />
ustalarından Fellini imzası taşıyan<br />
bir film Le Notti di Cabiria. Yeni<br />
Gerçekçilik akımına genelde<br />
uzak duran ve kendi gerçeküstü<br />
dünyasını yaratan Fellini’nin,<br />
başta La Strada olmak üzere yine<br />
de akıma dahil edilen birkaç filmi<br />
mevcut. İşte bu film onlardan biri<br />
konumunda. Fahişelik yapan,<br />
saf, oldukça insancıl ve hayatını<br />
değiştirecek gerçek aşkı arayan Cabiria’nın<br />
hayatına odaklanıyoruz hikayede. Onun<br />
umutları, hiçbir zaman bırakmadığı mücadelesi<br />
ve her olumsuzluğa karşı -bazen<br />
yıpransa bile- sonunda gülmeyi başardığı<br />
yüzü ile birlikte biz de bir melodram<br />
yolculuğuna çıkıyoruz. Akademi Ödülleri<br />
ve Cannes Film Festivali’nden de eli boş<br />
dönmeyen film, Fellini’nin en “gerçek”<br />
hikayelerinden biri olarak da sinema tarihindeki<br />
yerini alıyor.
KISA FİLME ARA<br />
VERMEYE HİÇ<br />
NIYETİM YOK!<br />
FIRAT SAYICI<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Metehan Şereflioğlu,<br />
2016 senesine<br />
damgasını vuran<br />
genç bir kısa filmci<br />
arkadaşımız. Çektiği<br />
“7 Santimetre” ile bir<br />
çok festivalden ödülle<br />
döndü.<br />
Metehan Şereflioğlu, 2016 senesine<br />
damgasını vuran genç bir<br />
kısa filmci arkadaşımız. Çektiği<br />
“7 Santimetre” ile bir çok festivalden<br />
ödülle döndü. Son olarak da Adana ve<br />
Antalya’dan en iyi kısa film ödülleriyle<br />
döndü. Bu sayıda sorularımı Metehan’a<br />
yönelttim...<br />
Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />
misin?<br />
1991 İstanbul doğumluyum. Dokuz Eylül<br />
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi<br />
- Film Tasarım bölümü öğrencisiyim.<br />
Bugüne kadar birçok dizide reji<br />
asistanlığı yaptım. Çektiğim dört kısa<br />
filmim var.<br />
Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />
Sert bir tokat!<br />
Kısa filmi bir araç olarak mı görüyorsun?<br />
Yoksa söz gelişi bir 10 yıl<br />
sonra da, kısa filmler, belgeseller<br />
çekeceğim diyor musun?<br />
Araçtan kastın, uzun metraja giden bir<br />
basamaksa öyle düşünmüyorum. İkisi<br />
de çok ayrı bir yerde duruyor. Tabii ki<br />
de uzun metraj çekmek istiyorum ama<br />
kısa filme ara vermeye de hiç niyetim<br />
yok. 4 senede 4 kısa film çektim. Yeni<br />
kısanın çekimleri 2017 Şubat ayında<br />
başlayacak.<br />
“7 Santimetre”den ve onu çekme<br />
nedenlerinden bahseder misin?<br />
7 Santimetre, Türkiye’nin geleneksel<br />
ahlak yapısını eleştiren bir film... Lise<br />
yıllarımda muhafazakar bir semtteydim.<br />
Büyüdükçe ve yıllar geçtikçe yaşadığın<br />
toplumun zihniyetini daha iyi kavrayabiliyorsun.<br />
Beni rahatsız eden bir şeyler<br />
vardı ve sabırsızca bunu filmle anlatmak<br />
istedim. Eğer bu filmi çekmeseydim<br />
kendi içimde çelişecektim.<br />
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa<br />
filme ne gibi katkıları olabilir? Neler<br />
götürür?<br />
Teknolojinin hızla gelişimi, eskiye göre<br />
pahalı olanı ucuz ve ulaşılabilir yaptı.<br />
Kısa filmin teknik ve görsel gücüne<br />
katkısı büyük ama bu tehlikeli bir çizgi<br />
çünkü içi boş güzel görüntülerin hiçbir
anlamı yok. Teknolojiyi iyi kullanırsan hikayene<br />
muazzam bir güç katar ama iyi bir<br />
senaryon olmadan film çekmeye kalkışırsan<br />
teknoloji seni kurtaramaz. Her ne kadar bu<br />
tarz filmlerin sayısı artmış olsa da teknolojiyle<br />
paralel olarak iyi filmlerin de sayısı arttı.<br />
Çok güzel kısa filmler çekiliyor. Ben teknolojinin<br />
bu gelişiminden memnunum.<br />
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli<br />
ve yabancı yönetmenler kimler? Hangi<br />
oyuncularla çalışmak isterdin?<br />
Aklıma ilk gelenler, Türkiye’den Reha Erdem<br />
sineması benim için ayrı bir yer taşır. Emin<br />
Alper ve Tolga Karaçelik sineması da ilgimi<br />
çekiyor. Yabancı olarak Ingmar Bergman,<br />
Dardenne Brothers, Sofia Coppola, Coen<br />
Brothers ve Alejandro Gonzalez Innaritu’nun<br />
sinemasını severim. Aynı jenerasyon<br />
olduğum için Xavier Dolan<br />
sinemasını da hayranlık ve ilgiyle<br />
takip ediyorum. Özel olarak çalışmak<br />
istediğim bir oyuncu yok.<br />
Türkiye’deki film festivalleri ve<br />
kısa filmcilere yaklaşımları konusunda<br />
neler söylemek istersin?<br />
Birkaç festival dışında hayal<br />
kırıklığı... Her şeyden önce kısa<br />
metraj film çeken yönetmenle uzun<br />
metraj film çeken yönetmen arasında<br />
nasıl farklı bir değer yargısı olabilir?<br />
Festivalde filmi yarışan ve gösterilen<br />
her yönetmen sanatçıdır. Fakat<br />
bunu çoğu festivalde göremiyoruz.<br />
Konaklamasından, gösterimine,<br />
gösterim salonundan, seyircisine<br />
kadar bariz bir ayrımcılık var. Bütün<br />
kısacılara sorun. Hangisi çıkıp bütün<br />
festivallerin bize yaklaşımı harika<br />
diyecek? Artık bu ülkede kısa filme<br />
değer verilmeli.<br />
Gelecek planlarından bahsedelim…<br />
Yeni projelerin neler?<br />
Büyük bir aksilik olmazsa, 2017<br />
Şubat’ında yeni kısa filmimin çekimlerine<br />
başlayacağım. Filmi bitirdikten<br />
sonra ilk uzun metraj için çalışmalara<br />
başlayacağız
BURASI ANTALYA,<br />
CANNES DEĞIL<br />
Antalya Film Festivali,<br />
ardında soru işaretleri<br />
bırakarak tamamlandı. Son<br />
festivalin konsepti Türk<br />
sineması açısından geleceğe<br />
dair kuşkuları da<br />
beraberinde getiriyor.<br />
n 53. Antalya Film Festivali sona erdi<br />
ama sinemamıza etkisi ne oldu, bunu biraz<br />
konuşmalıyız. Çünkü Antalya, Türk<br />
sinemasının genel durumunun en iyi analiz<br />
edilebileceği etkinliktir...<br />
Antalya’yı değerlendirmeden önce festivallerin<br />
Türk sineması için ne kadar önemli<br />
olduğunu belirtmeliyiz. Hatta hiç bir ülke<br />
sineması için festivaller bizdeki kadar<br />
önem arz etmez. Çünkü bizim sinemamızın<br />
2000 sonrasında yapılanması festivalsanat<br />
filmi üzerine yoğunlaşmıştır. Bu<br />
anlamda genel izleyicinin ilgisinin bu<br />
sinemaya yaklaşımı da ortadadır. Son<br />
dönemde bu tür sinemayla var olan<br />
ülke sinemasının tüketildiği asıl<br />
yer de festivaller olmakta. Kısacası<br />
sinemanın yeni damarı, festivaller<br />
olmasa kurur. Hiç bir ülke böyle bir<br />
darboğazda değil. Onun için festivalleri<br />
dikkatle değerlendirmeli ve nereye<br />
doğru evrildiğini belirlemeliyiz.<br />
Tarihi ve geleneği ile Uluslararası<br />
Antalya Film Festivali, İstanbul Film<br />
Festivali’nden sonra en önemli festivaldir.<br />
Antalya’nın attığı her geri adım<br />
sinemamıza yansıyacaktır. Antalya<br />
Belediye Başkanı Menderes Türel’in<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
ilk döneminde festival altın<br />
günlerini yaşamıştır. Dünyaca ünlü yıldızların<br />
gelmesi, Yeşilçam ünlülerinin festivalde konuk<br />
edilmesi, elit yönetmenlerimizin filmlerinin<br />
yurt içi prömiyerinin festivalde yapılması ve<br />
bu sacayağının hiç bir ayağının bir diğerinden<br />
kısa kalmaması festivalin dirilişinin sebebiydi.<br />
Daha sonra ise belediye seçimleri yüzünden<br />
yönetim değişti. CHP’li belediye başkanı<br />
Mustafa Akaydın ve komitesi festivali başka<br />
bir hale soktu. Antalya’nın sanki tek etkisi<br />
Antalyalı sinemaseverlere seslenmesiymiş gibi<br />
bir yanlış saptama yapıp festivali yerelleşme<br />
yoluna soktular. Ulusal sinemamızın merkezinde<br />
yer alan festival küçülüp ilk yönetmenlerin<br />
filmlerini sergilediği ikinci sınıf bir festivale<br />
dönüştü. Belediye seçimlerinde tekrar<br />
Menderes Türel seçilince vizyonuyla festivali<br />
tekrar ayağa kaldırmak için kolları sıvadı.<br />
Türel bir komiteyle yola çıktı. Ama ne olduysa<br />
bu komite ilk dönemin stratejisi yerine başka<br />
bir yol seçti. Bu sefer de festival Türkiye ile<br />
ilişkilerini zayıflatan bir strateji belirledi. Şimdi<br />
bu söylediğim cümle hem festival komitesi<br />
hem de bazı sinemacılar tarafından tepki-
yle karşılanacak. Onun için bunu biraz açmalıyız.<br />
Öncelikle ulusal yarışmada verilen para ödülü<br />
azaltıldı, yıllar içinde de kaldırılması planlanıyor.<br />
Halbuki biliyoruz ki festival filmlerini üretenler<br />
için bu ödüller çok önemli. Adana Film Festivali,<br />
Malatya, Edirne ve daha birçok festival ellerinden<br />
geldiği kadar bu ödülleri artırma çabasında. Doğal<br />
olarak birçok yönetmen başka festivalleri tercih<br />
etme aşamasına geldi. Yönetim prömiyer şartını<br />
kaldırarak başka festivallere de giren ve En İyi<br />
Film Ödülünü almamış bütün filmlere kapısını açtı.<br />
Böylece Antalya’nın Türk sineması için ifade ettiği<br />
bazı değerler törpülendi. Mesela daha önceleri<br />
Antalya’ya gittiğimizde 10-15 adet hiç bir yerde<br />
görmediğimiz filmi seyredip sinemamızın geneli<br />
için bir çıkarımda bulunabiliyorduk. Bu yıl ise daha<br />
önce bir festivale katılmamış üç film vardı. Diğer<br />
filmlerin yarısını İstanbul Film Festivali’nde geri<br />
kalanları ise Adana’da seyretmiştik. Hatta bir tanesi<br />
vizyona bile girmişti. Peki niye bir festival böyle<br />
kendine zarar veren bir uygulama yapar? Festivalin<br />
bir diğer dikkat çeken yönüyse ulusal yarışmada<br />
yer alan Toz ve Tereddüt filmlerinin aynı zamanda<br />
uluslararası yarışmaya da katılmalarıydı. Üstelik<br />
ödüller açıklandığında uluslararası yarışmada<br />
Tereddüt’ün bütün ödülleri topladığını gördük.<br />
Uluslararası yarışmada deyim yerindeyse tulum<br />
çıkartan film ulusal yarışmada neredeyse sadece bir<br />
ödülle dönüyor. Yani Tereddüt’ün yarıştığı yabancı<br />
filmler kalitesizdi de yerli filmler mi çok kaliteliydi?<br />
Neyse bütün bunları üstüste koyduğumda festivalin<br />
aynı Cannes gibi tek bir yarışma bölümü yapma<br />
hedefinde olduğunu düşünüyorum. Yani o yıla ait<br />
elit bir iki filmi uluslararası bölümde yarıştırıp geri<br />
kalanını Rengahenk gibi bir özel bölümde gösterip<br />
olayı kapatacaklar. Zaten festivalin odağında Türk<br />
sinema geleneğinin artık çok da yer almadığını<br />
görüyoruz. Ne eskisi gibi Yeşilçam ünlüleri<br />
vardı festivalde ne de biz basın mensuplarının<br />
koklayacağı böyle bir hava. Festival özellikle yeni<br />
kurulan Film Forum üzerine odaklanlanmıştı. Ben<br />
de bu yapılanmayı önemsiyorum. Hatta daha fazla<br />
kaynak aktarımı yapılsın istiyorum. Ama bunu festivalin<br />
yapısını tamamıyla değiştirip Türk sinemasını<br />
önemsizleştirerek yapılmasına karşıyım. Bu yapı<br />
Fransa’da işler. Çünkü Fransız sinemasının dünya<br />
sinemasıyla entegrasyonu bu yapılanmayı olanaklı<br />
kılıyor. Ama sözkonusu Türkiye ise yapılan şey Türk<br />
sinemasına darbe vurmaktır.
MAVİ EN RİSKSİZ<br />
RENKTİR!<br />
Antalya Film Festivali<br />
yine sonuçlarıyla çok<br />
konuşulacak bir festivale el<br />
attı ama… Ama’sı yazıda!<br />
n Antalya Film Festivali’nin 53.’sünü de<br />
hayretle geride bıraktık. Çünkü Semih<br />
Kaplanoğlu başkanlığındaki ulusal jüri<br />
‘mavi en risksiz, renksiz renktir’ diyerek,<br />
festivalin neredeyse en ‘söylemsiz’ filmine<br />
en iyi senaryo, en iyi film ve en iyi yönetmen<br />
ödüllerini yığmayı uygun gördüler.<br />
Mavi Bisiklet kötü bir film değil ama jürinin<br />
gözünde bu kadar öne çıkacak ne yaptı<br />
diye düşündürtüyor açıkçası! Hele de Tereddüt,<br />
Babamın Kanatları, Albüm, Rüya<br />
ve Rüzgarda Salınan Nilüfer gibi filmler<br />
varken! Tereddüt’ü izledikten sonra gittikçe<br />
muhafazakar çizgisini işaretlerle anlatmayı<br />
uygun gören Semih Kaplanoğlu’ndan<br />
o filme ödül gitmeyeceğini anladım<br />
ve bunu da ‘kayıtsız’ kalmakla anlatmaya<br />
çalıştım gerçekten de ve jüri<br />
kayıtsız kalmayı tercih etti. Aslında<br />
Mavi Bisiklet festivalin dolu dizgin<br />
gitmeye çalıştığı o dar çizgiye o kadar<br />
iyi bir işaret ki… Festival politik ve<br />
cinsel imgelerden uzak, bir nevi İran<br />
sineması misali çocuk dünyasının<br />
saflığında olan bitenden arınmaya /<br />
uzak durmaya çalışacak demek ki.<br />
Bir yandan da bugün Kerem Akça’yla<br />
konuştuğumuz gibi, bu sonuçlar üzerine<br />
aslında konuşacak, yazacak bir<br />
şey kalmıyor. Çünkü yazacak heves<br />
kalmıyor!<br />
Tabii bir yandan İran sineması ve<br />
çocuk imgesine sığınıyoruz ama İran<br />
BANU BOZDEMİR<br />
sineması (her seferinde) Ashgar Farhadi’nin<br />
filmi The Salesman / Satıcı yetkin bir sinema<br />
diliyle karşımıza çıkıyor. Kadın ve erkek<br />
arasındaki dolambaçlı, ezici ve sorunlu<br />
ilişkilere odaklı yönetmen bu kez karısının<br />
namusuna sahip çıkmaya çalışan bir adamın<br />
dönüşümüyle sınıyor bizleri! Yani her ne kadar<br />
İranla organik bağı kalmasa da İranlı bir yönetmen<br />
olarak daha açık kapılardan, daha dolaylı<br />
hikayelerden oluşturuyor sinema dilini. Bizdeki<br />
gibi bir bisikletim olsun, bir de seveceğim<br />
bir kız sıkışmışlığında değil en azından…<br />
Yeşim Ustaoğlu pek çok anlamda yeniliklerle<br />
karşımıza çıktı. Tabii ki işin cinsel kısmı kaybedip<br />
bulduğumuz bir gösterge olduğu için<br />
(ülkenin karma dengesi şaştığı için) pek sahiplenici<br />
davrandım kendi adıma. İki adının<br />
cinsel açmazları karşısında karşı karşıya<br />
gelip, bir dayanışma duygusu yaratması her<br />
şekilde iyi geliyor insana. Özelikle Ecem Uzun<br />
ve Funda Eryiğit arasındaki terapi sahnesi
hem sabır sınayıcı, hem yeni hem de deneysel<br />
yanıyla hepimizi şaşkınlığa uğrattı kabul edelim!<br />
Rüzgarda Salınan Nilüfer ise tam tersi, iki<br />
kadın arasındaki dostane görünen rekabete<br />
odaklanıyordu ve onun da gözlemleri gayet<br />
yerindeydi! Ama jüri göremedi!<br />
Tabii tereddüt Uluslararası yarışmanın açık<br />
ara şampiyonu oldu. En İyi yönetmen, En iyi<br />
kadın oyuncu ve en iyi film ödülleri Tereddüt’e<br />
verildi. Sanki ulusal jüri biz veremedik ama<br />
siz verin demiş gibiydi uluslararası jüriye. Bu<br />
da Ustaoğlu’nu daha memnun etmiş gibi geldi<br />
bana!<br />
Festivalden bazı detayları da buraya sıralamak<br />
gerekirse Mehmet Özgür’ün en iyi kadın<br />
oyuncu ödülünü açıklarken aynı filmin yani<br />
Tereddüt’ün iki kadın oyuncusu arasında<br />
saniyelik bir rekabet yaratmaya çalıştı. Kendisi<br />
de oyuncu olan Özgür’ün bu davranışı hoş<br />
değildi. Adana’da En iyi Erkek Oyuncu ödülünü<br />
işçi sınıfına adayan Menderes Samancılar<br />
bu kez Suriyeli çocuklara adamayı uygun<br />
gördü aynı ödülünü. Her ne kadar kötücül<br />
düşünmek istemesem de Adana ve Antalya<br />
arasındaki söylem farkı iki festivalin farkını<br />
ortaya koyarken aynı zamanda ödül alanları<br />
da başka söylemlere mi itiyor demeden<br />
duramadım!<br />
Festivalin Forum ve film TMR tarafının kısmını<br />
çok takip edemesem de yararlı bir platform<br />
olduğunu düşünüyorum.<br />
Hatta amacına ulaşamayan<br />
yarışmalardan daha iyi<br />
olduğunu söylemek bile<br />
mümkün! Ama Antalya<br />
Cannes Film Festivali<br />
modeli ya da en azından<br />
daha uluslararası filmlere<br />
öykünme suretiyle para<br />
ödülü değil de prestij üzerinden<br />
gitmeye çalıştığının<br />
altını sürekli çizse de Mavi<br />
Bisiklet’le prestij olmuyor<br />
işte. Ya da ülkenin şaftı<br />
kaymışken neyin prestiji!<br />
Bu parasızlıkta herkes bir<br />
çıkış yolu ararken üstelik!<br />
Ama Forum ve TMR devam<br />
etmeli duygusu uyandırıyor.
Ulusal ve uluslararası yarışmanın AKM’de<br />
yapılan gösterimleri ise festival direktörü<br />
Elif Dağdeviren’in tek kişilik şovuyla<br />
başladı her gün. Her seanstan önce<br />
neredeyse yirmi dakikayı bulan ve aynı<br />
cümlelerle aynı jüri üyelerine tekrarlanan<br />
övgüler gerçekten de bıktırdı diyebilirim.<br />
Bu yüzden bir sonraki seansları kaçırıp,<br />
rüzgarda salınan nilüfer gibi boşlukta<br />
kaldığımız da doğrudur. Bu kadar baskın<br />
olmaya, bu kadar bastırıcı olmaya ne gerek var<br />
bilemedim. Başka festivallerin de direktörleri<br />
var ama onları koca festival boyunca belki<br />
ancak bir kere görüyoruz. Bu sunuculuk gayet<br />
keyifli ya da egosantrik bir iş olmalı ki, Forum<br />
ödülleri gecesinde de sunucu olarak Elif<br />
Dağdeviren ve Zeynep Özbatur’u gördük yine!<br />
Yani kimseye muhtaç olmadan, kendi yağınla<br />
kavrulmanın festivalce adı bu olsa gerek!<br />
Bir yandan politik soru sormayın diye uyarı
alan gazetecilerden, Turkuvaz Grubu’nun ana<br />
basın sponsor olmasıyla her röportaja ‘benim’<br />
edasıyla yaklaşmasından ve ‘şu yönetmen<br />
sadece sabaha konuştu’ (konuşturmadınız)<br />
demeçlerinden sonra festival ve basın ilişkisi<br />
de sorgulanması gerekenler arasına girdi! Zaten<br />
girmişti ama çağırdıkları basına bile kota<br />
koymak ilginç! Ama ilginçtir 15 Temmuz’u bile<br />
konuşmak yasaktı, politikadan uzak düşelim<br />
kafası gerçekten de yorucu….<br />
Festivalin kısa film ve belgesel yarışmalarını<br />
kaldırıp, bütün yükü seyirciye atıp, izleyici<br />
ödülüyle işin içinden çıkmaya çalışması bu<br />
kadar köklü bir festivale gerçekten yakışmıyor.<br />
Yani sorunu aşmak yerine üzerine çizgi çizmek<br />
değil, daha yapıcı çözümler bekliyor bu ülkenin<br />
kısacıları ve belgeselcileri. Ve SİYAD<br />
ödüllü de yok tabi, birçok SİYADLI arkadaşım<br />
da yoktu. Bu konuda festivalin bir çalışması<br />
oluyor mu acaba? Kalan sağlar bizimdir bakış<br />
açısıyla ülke sineması / festivalleri adına karar<br />
vermek gerçekten de çok ilginç bir davranış!<br />
Malatya Festivali de valinin iki dudağı<br />
arasından uçup gitti mesela… Burada da iki<br />
dudaklar hakim maalesef!<br />
Tabii Gülten Taranç’tan bahsetmeden olmaz.<br />
Yağmurlar’da Yıkansam filmiyle festivalin Rengahenk<br />
seçkisinde seyirci ödülü kazanması<br />
ve ödülünü kadınlara adaması, şişman olduğu<br />
için iş bulamadığını ve filmini banka kredisiyle<br />
çektiğini söylemesi bir anda onu festivalin<br />
gündemine oturttu. 25 yaşındaki bu genç<br />
kadın enerjisiyle, azmi ve sempatisiyle dikkat<br />
çekti. Umarım diğer filmleri için önü açılır.<br />
Kendisi festivalin renkli yüzlerinden biri oldu<br />
diyebilirim!<br />
Ben yine dediğimi tekrar edeceğim, sinema<br />
yazarları ya da gazeteciler festivalle ilgili övgü<br />
ve yergi hakkını saklı tutar! Bir sene över,<br />
diğer yıl yerebilir! Benim ki biraz yergi dolu<br />
bir yazı oldu kabul ediyorum ama bu festivali<br />
yıllardır yerinde takip eden biri olarak, bu festivalin<br />
en iyi şekilde, demokrat, hakkaniyetli ve<br />
herkesi kucaklamaya çalışarak devam etmesini<br />
istiyorum. Festivaller bizim, bırakmaya da<br />
kıyamıyorum o yüzden… Bu sene gitmek için<br />
fazlaca dil ve çaba döktük yine… O çaba ve<br />
dili yine döküyorum ortaya diyelim…
FİLM FORUM<br />
ULUSLARARASI<br />
STANDARTTA BİR İŞ<br />
“Acaba önümüzdeki yıl Forum<br />
festivalden bağımsız<br />
mı düzenlense?” diye<br />
düşünmeden ve sormadan<br />
edemiyorum.<br />
n 53. Antalya Film Festivali kapsamında<br />
19-22 Ekim tarihlerinde 3. Antalya Film<br />
Forum Zeynep Atakan’ın dinektörlüğünde<br />
gerçekleşti. 4 gün boyunca takip ettim.<br />
Açıkçası geçen yıl ki Forumla ilgili<br />
pozitif yorumlar duymuş, bir iki yazı da<br />
okumuştum. Ama niyeyse bunun ulusal<br />
çapta başarılı bir çalışma olduğunu<br />
düşünmüştüm. Zira Berlin, Cenevre,<br />
Bürüksel, Hilversum, Doha ve İstanbul’da<br />
çeşitli organizasyonların pitching, proje<br />
geliştirme, ustalık sınıflarına katılmıştım.<br />
Bu işin sinema endüstrisi için ne denli<br />
önemli, zor ve doğru isimlerle olmasının<br />
gerekliliğini görmüştüm. Henüz<br />
3 yaşında olmasına rağmen, Antalya<br />
Film Forumunun daha önce<br />
katıldığım bu tür etkinliklerden hiç<br />
geri kalır yanı yokmuş doğrusu. Yani<br />
uluslararası standartlarda bir iş.<br />
Hatta Batı’nın o “business is business”<br />
mantığına Türk misafirperliği<br />
ve esnekliğini katarak profesyonellikten<br />
ödün vermeden ciddi, disiplinli,<br />
dakik, güler yüzlü, enerjik bir hava<br />
yaratmayı başarmış.<br />
Antalya Film Forum’da neler oluyor?<br />
Filmlerinin daha başında olan sinema<br />
SEMRA GÜZEL KORVER<br />
profesyonellerine önemli imkânlar sunuyor<br />
Forum. Kurmaca ve Belgesel Pitchingleri,<br />
Work in Progrees Platformları yeni projelerine<br />
destek arayan veya projeleri belli bir aşamaya<br />
gelmiş olanlar için çeşitli fırsatlarla dolu. Şöyle<br />
ki, pitchinglerde uluslararası jüriler tarafından<br />
seçilecek ikişer projenin her birine belgesel ve<br />
kurmaca ayrımı yapılmadan 30 bin TL veriliyor.<br />
Ayrımı yapılmadan diyorum çünkü genellikle<br />
belgesellere daha düşük meblağlar veriliyor<br />
bizim memlekette. Şu pitching kavramı da bir<br />
türlü çevrilemedi tam olarak Türkçe’ye. Biz<br />
Belgesel Sinemacılar Birliği olarak yaptığımız<br />
Pitching in İstanbul etkinliğimize, Belgesel<br />
Pişirme Atölyesi demiştik. Belki daha iyi bir<br />
karşılık buluruz hep birlikte kafa yorarsak. Her<br />
neyse. Work in Progress’de ise, yani yapımı<br />
henüz tamamlanmamış, üretim süreci devam<br />
eden filminize 100 bin TL ödül alabiliyorsunuz.<br />
Ayrıca TRT, Forum’da seçilen bir projeye 40<br />
bin TL geliştirme desteği veriyor. Digiflame<br />
Renklendirme ve Görel Efekt Ödülü ise, Work
in Progress kategorisindeki projeler için önemli<br />
bir dayanak sunuyor. Seçilen proje, 10 iş gününde<br />
tamamlanabilecek görsel efekt, renk düzeltme, bir<br />
adet Master DCP hazırlama hizmetlerini elde edebiliyor.<br />
Villa Kult Kültürel Rezidans Ödülü ile ise<br />
bir genç sinemacıya filmini geliştirmesine katkı<br />
sağlamak amacıyla hazırlanmış 5 günlük özel bir<br />
kültürel programı içeriyor.<br />
Pitchingler<br />
3. Antalya Film Forum kurmaca ve belgesel pitching<br />
platformu finalistlerinin jüri karşısındaki<br />
sunumları oldukça heyecanlı geçti. Finalistler 8<br />
dakikalık sunumlarının ardından 5 dakika süresince<br />
jürinin sorularını cevapladılar. Kurmacada 12, belgeselde<br />
9 proje sunum yaptı. Her süre dolumunda<br />
Antalya Film Forum cingılı salonda yükseldi.<br />
Pitchinglerde projenizin iyi olması kadar, projenizi<br />
nasıl aktardığınız daha doğrusu etkili aktarıp<br />
aktaramadığınız çok önemli. 8 dakikada filminizi<br />
çarpıcı bir şekilde jüriye anlatabilmeli onlara zihinlerinde<br />
bu filmi izletebilmelisiniz. Filminizin<br />
gerçekten özel bir film olacağına ve izleyiciye<br />
ulaşacağına ikna etmelisiniz. Bu, özellikle film sunum<br />
teknikleri üzerine çalışma, tecrübe ve zamanı<br />
iyi kullanmayı da beraberinde getirir. Spontane<br />
tercüme olanağı sunduğu halde, bazı katılımcıların<br />
neden İngilizce sunum yapmakta ısrar ettiğini<br />
anlayamadım. Jüriler neredeyse kulaklıklarını hiç<br />
kullanmadı. Hâlbuki insan kendini en iyi ana dilinde<br />
ifade eder üstelik Forum’un dili Türkçe ve İngilizce<br />
idi. Yani Türkçe konuşmakta bir beis yoktu. Derdini<br />
İngilizce anlatayım derken birçok yapımcı ve<br />
yönetmen filmini tam da anlatamadı ve süreyi de<br />
iyi kullanamadı. Elbette bu işin standardı İngilizce<br />
ama bu beceriyi tam elde edene kadar bu seferlik<br />
Türkçe konuşabilme şansı kullanılabilir ve tecrübe<br />
edinilebilirdi diye düşünüyorum. Birkaç projesinin<br />
hikayesinden etkilendim doğrusu. Zaten ödül alanlar<br />
‘favori’ listemde olanlar arasından çıktı.<br />
Belgesel Pitching Platformu Ödülü<br />
BEN DE BURADAYIM - Yapımcı: Aslıhan Altuğ -<br />
Yönetmen: Kıvılcım Akay Doğan<br />
KİM MİHRİ- Yapımcı: Berat İlk, Yonca Ertürk - Yönetmen:<br />
Berna Gençalp<br />
Kurmaca Pitching Platformu Ödülü<br />
GÜVEN - Yapımcı: Serkan Acar - Yönetmen: Sefa<br />
Öztürk Çolak<br />
KIZ KARDEŞLER - Yapımcı: Nadir Öperli - Yönetmen:<br />
Emin Alper
TRT Ödülü<br />
ŞAHMERDAN - Yapımcı: Zeynep Aşkın<br />
Korkmaz -Yönetmen: Mete Gümürhan<br />
Villa Kult Kültürel Rezidans Ödülü<br />
ANADOLU LEOPARI - Yapımcı: Olena Yershova<br />
Yıldız -Yönetmen: Emre Kayiş<br />
Work in progress<br />
Bu platforma 5 proje katıldı. Henüz yapım<br />
aşaması devam eden işler uluslararası<br />
jüri önünde filmlerini, geldikleri aşamayı<br />
anlatıyor ve filmlerinden bazı bölümleri<br />
gösteriyor.<br />
Work In Progress Platformu Ödülü<br />
MR. GAY SURİYE - Yapımcılar: Ekin Çalışır,<br />
Antoine Simkine, Christine Kiauk - Yönetmen:<br />
Ayşe Toprak<br />
Digiflame Renklendirme ve Görsel Efekt<br />
Ödülü<br />
DAHA - Yapımcı: Ziya Cemre Kutluay -<br />
Yönetmen: Onur Saylak<br />
Ustalık sınıfları<br />
The Artist Filmi ile 2011 yılında en iyi<br />
Müzik Oscar’ını alan müzisyen Ludovic<br />
Bource, Selim Atakan’ın moderatörlüğünde<br />
katılımcılara hem keyifli dakikalar yaşattı<br />
hem de müzik-film ilişkisi hakkındaki<br />
düşüncelerini ve çalışma tarzını paylaştı.<br />
Ludovic Bource’dan :<br />
- Usta ve uzman olmak istemiyorum. Müzik<br />
zaten hep vardır. Onun ustalığı yoktur.<br />
Müzik müziktir.<br />
- Müzik, seyircilerin ilgisini filme çeker.<br />
- Benim için her film müziği yeni bir deneyimdir.<br />
Farklı bir tarzdır.<br />
- Senaryo bana ilham veriyorsa hemen üretime<br />
geçebilirim.<br />
- Siz istediğinizi hissedebilirsiniz. Ama<br />
bu tam da sizin müziğiniz değil. Sizden<br />
beklentileri olan yönetmenin duygularını<br />
da yansıtıyor musunuz?<br />
EDN (Avrupa Belgesel Ağı) kurucusu ve<br />
başkanı olan Tue Steen Müller belgesel<br />
alanında 20 yılı aşan deneyimlerini<br />
paylaştı. Belgesel Sinemacılar Birliği<br />
başkanlığım döneminde İstanbul’da belgesel<br />
tutkunlarıyla buluşturmuştuk kendisini.<br />
O günden bu güne sunumunu ve paylaşımlarını<br />
zamanın ruhuyla güncellemiş. Eğlenceli üslubuyla<br />
yine keyif, bilgi ve tecrübe dolu dakikalar<br />
yaşattı bizlere.<br />
Tue Steen Müller’den:<br />
- Son dönemde belgeseller müziğe boğuluyor.<br />
Müzik harika bir şey, ama izleyiciye ne<br />
hissedeceğini dikte etmek için kullanılmamalı.<br />
- Filminizin ne anlattığını çok iyi biliyorsanız,<br />
yapmayın daha iyi! Eskilerin dediği gibi: “Mesaj<br />
gönderecekseniz postaneyi kullanın.”<br />
- Gözlemlemeyle ilgili izleyiciye katmanlar verin.<br />
Kendi filmlerini yapmalarına izin verin.<br />
- Her şeyi anlatmak zorunda değilsiniz, bazı<br />
şeyleri seyirciye bırakın.<br />
- Görüntülerdeki bilgi çok önemli, bırakın<br />
görüntüler konuşsun.<br />
İranlı senarist ve yönetmen Asghar Farhadi’nin<br />
3. Antalya Film Forum’da gerçekleştirdiği ustalık<br />
sınıfını detaylıca sayfa 77’de bulabilirsiniz.<br />
Yansımalar<br />
Endüstri profesyonellerinin özel bir konu<br />
üzerinden deneyimlerini paylaştığı oturumlardan<br />
oluşan yansımalar bölümü özellikle genç<br />
sinemacılar için çok verimli oldu. Kurgu yönetmeni<br />
Yorgos Mavropsaridis Sivas filminin kurgu<br />
süreci, yapım tasarımcı ve sanat yönetmeni Sıla<br />
Karakaya korku filmi Baskın, avukat Betal Özay<br />
ortak yapım sözleşmeleri, yönetmen Sahraa<br />
Karimi ise belgeseli “Afghan Women Behind<br />
The Wheel” hakkındaki bilgi ve deneyimlerini<br />
aktardılar.
Paneller<br />
TRT TV Filmleri Sonuçlar ve Gelecek Vizyonu, Senaryo<br />
Danışmanı ile Çalışmak, Yeni Modeller: İlk<br />
Yapımcılık Deneyimleri başlığı altında düzenlenen<br />
paneller bilgi vermenin yanı sıra zihinlerdeki sorulara<br />
cevap olmaya çalıştı.<br />
Kahvaltı buluşmaları, birebir görüşmeler, dinlenmemutluluk<br />
saatleri Forum boyunca hiçbir anınız boşa<br />
geçmeyebilir eğer siz değerlendirmeyi bilirseniz.<br />
Öyle ki kahvaltı, etkinlik aralarındaki çay-kahve<br />
molaları, happy hour olarak organize edilen keyifli<br />
saatler, akşam yemekleri hepsinde sinema sektörünün<br />
önemli isimleri ile tanışabilir, sohbet ve<br />
networking şansı bulabilirsiniz. Özel organize edilen<br />
kahvaltılarda fon ve festival temsilcileri ile interaktif<br />
bir paylaşım içerisinde olma imkânınız var.<br />
Özel olarak görüşmek istediğiniz bir isim var ise,<br />
size bu bire bir görüşmeyi de rezervasyon yoluyla<br />
organize ediliyor. Sevimli aksesuarlarla Antalya<br />
Film Forum hatırası fotoğrafınız da hediye. Ben<br />
hızımı alamdım her güne bir tane çektirdim.<br />
Sonuç<br />
Uluslararası önemli isimlerin yer aldığı sinema<br />
profesyonellerinin buluşma noktası olan 3.Antalya<br />
Film Forum’dan gördüğüm kadarıyla kimse eli boş<br />
dönmedi. Herkesin bavulunda dersler, deneyimler,<br />
bilgiler, yeni bir iletişim ağı, yeni arkadaşlıklar,<br />
yeni fikirler, yeni projelere yelken açma heyecanı,<br />
inanç ve tutku… en az bunlardan biri veya bir kaçı<br />
vardı. Umarım bu rüzgâr sadece Antalya’da kalmaz,<br />
diğer festivallere, organizasyonlara, kurum ve<br />
kuruluşlara, oluşumlara örnek ve basamak olur.<br />
Dileyen herkesin katılımına açık, ulaşılabilir olur.<br />
Özellikle Anadolu’daki sinemacılar da şehirlerinde<br />
böylesi bir etkinliği düzenleme, katılma, takip<br />
etme şansına erişir. Türkiye Sineması toplam kalite<br />
esasıyla bütüncül bir ivme kazanır. Türkiye ve<br />
Türkiye’ye yakın coğrafyalarda (Avrupa, Güneydoğu<br />
Avrupa, Ortadoğu, Akdeniz ve Orta Asya) ortak<br />
yapım olanaklarını arttırmayı, sinema sektörünün<br />
gelişimini desteklemeyi, yapımcı ve yönetmenlerin<br />
yeni filmler üretmesine maddi ve manevi katkı sunarak<br />
onları teşvik etmeyi ve projelerinin uluslararası<br />
platformlarda tanıtılmasını sağlamayı amaçladığını<br />
belirten Forum’un bir ortak yapım ve proje<br />
geliştirme olarak, etik ve estetik biçimde, kesintisiz<br />
yoluna devam etmesini diliyorum. “Acaba önümüzdeki<br />
yıl Forum festivalden bağımsız mı düzenlense?”<br />
diye de düşünmeden edemiyorum.
ANNE<br />
Anne dizisinin ilk<br />
bölümünü konu,<br />
karakterizasyon ve<br />
mizansen açısından<br />
başarılı bulduğumu<br />
söyleyebilirim. Bundan<br />
sonra ne olur<br />
izleyip göreceğiz.<br />
ANNE OLMAK… ANNE<br />
GÖRÜNMEK…<br />
DİZİFUN<br />
Star Tv ekranlarından yeni bir dizi daha<br />
girdi hayatımıza. MEDYapım-MF Yapım<br />
yapımcılığında çekilen Anne adlı dizinin<br />
başrollerinde Vahide Perçin (Gönül), Cansu Dere<br />
(Zeynep) ve minik oyuncu Beren Gökyıldız (Melek) yer<br />
alıyor. Oyunculara Gülenay Kalkan ( Cahide), Gonca<br />
Vuslateri (Şule), Berkay Ateş (Cengiz), Can Nergis<br />
(Ali), Alize Gördüm (Gamze Güneş) ve Ahsen Eroğlu<br />
eşlik ediyor.<br />
NERGİZ KARADAŞ<br />
İlk bölümüyle sosyal medya yorumlarına göre izleyicisini<br />
gözyaşlarına boğan dizinin konusu ise şöyle;<br />
Annesinin sevgilisi Cengiz’in etkisiyle annesinin<br />
hayatında yük olan Melek Cengiz ve annesinden
sürekli şiddet gören, aç bırakılan ama yine de<br />
annesi üzülmesin ya da zarar görmesin diye<br />
yaşadığı her şeyi örtbas edip hayata gülümsemeye<br />
çalışan küçük bir kızdır. Şule çalıştığı<br />
pavyondan elde ettiği bütün kazancı Cengiz’e<br />
verdiği için çoğu zaman kendisi aç uyumak zorunda<br />
olsa da tavşanı Sakız’ı aç bırakmamak için<br />
elinden geleni yapar Melek. Bir gazete haberinde<br />
gördüğü küçükken cami avlusuna bırakılan kızın<br />
mutlu aile resminin fotoğrafını keserek cebinde<br />
saklayan Melek mutlu ve güvenli bir yuvaya sahip<br />
olmak için her gün cami avlusunda saatlerce<br />
bekler.<br />
Zeynep ise evlatlık verildiği aile ile ilişkileri kopuk<br />
olan, hiç hatırlamadığı ama kendisini terk ettiği<br />
annesinin de etkisiyle<br />
anneliğe ve çocuklara uzak<br />
duran soğuk görünümlü<br />
bir karakterdir. Göçmen<br />
kuşlar üzerine çalışmalar<br />
yapan ve çektiği fotoğraflar<br />
dünya çapında ilgi gören<br />
Zeynep bir üniversitenin<br />
araştırma grubunda<br />
çalışmak için başvurmuş<br />
ve oradan haber beklediği<br />
süreç içerisinde geçici<br />
öğretmenliğe başlamıştır.<br />
Zeynep ve Melek’in<br />
yolları bu sayede kesişir.<br />
Zeynep kaza geçiren<br />
öğretmenlerinin yerine<br />
geçici olarak Melek’in<br />
sınıf öğretmeni olur. Bu<br />
tesadüf onların uzun<br />
süreli yol arkadaşlığının<br />
da tohumlarını atar. Zeynep, diğer çocuklardan<br />
farklı olan Melek’in hayatındaki zorlukları<br />
gördükçe ona biraz daha yakınlaşır. Araştırma<br />
projesine kabul edilmesiyle yolları ayrılmak<br />
üzereyken Zeynep, Melek’i kapının önüne çöp<br />
poşetinin içinde bırakılmış olarak bulur. Yarı<br />
baygın haldeki Melek’i kendi evine getirir. Açık<br />
açık konuştuklarını görmesek de Zeynep artık<br />
Melek’in hikâyesini bütün çirkinliğiyle görür.<br />
ZEYNEP Kızını, Melek Annesini Seçer<br />
Öğrendiklerinden sonra Zeynep, Melek’i<br />
bırakamaz ve birlikte bir plan yapıp kaçmaya<br />
karar verirler. Zeynep, Melek’i kurtarmak için<br />
onu kızı olarak yanında götürecek, Melek ise<br />
bir ömür boyu bu yalanı sürdürerek ona Anne<br />
diyecektir. Birlikte planladıkları gibi kırmızı<br />
paltolu ve bereli Melek en son fırtınalı havada<br />
deniz kenarında görülür. Kimseye fark etmeden<br />
beresini denize atar ve Melek’i arama kurtarma<br />
çalışmaları devam ederken İstanbul’a gitmek<br />
için Zeynep ile yola çıkarlar. Zeynep’in, Melek’in<br />
kimlik ve dolayısıyla okul sorununu nasıl<br />
çözeceği, onu kendi kızı gibi nasıl göstereceği<br />
soruları dizinin bundan sonraki kriz anlarında<br />
belirleyici olacağı kesin. Ancak itiraf etmeliyim<br />
bir izleyici olarak ben Melek’in çektiği eziyetlerin<br />
üzerimde bıraktığı etkiden midir bilmiyorum<br />
yakalanma ihtimallerini<br />
düşünmek<br />
istemediğimi fark<br />
ettim. Çünkü her<br />
ne kadar Cengiz’in<br />
Melek’i dövdüğünü<br />
görmesek de kemerini<br />
çıkardığı<br />
sahne ülkemizde<br />
ve dünyada bir türlü<br />
önüne geçilmeyen<br />
çocuk istismarını<br />
anımsattı bana ve<br />
parmak uçlarıma<br />
kadar ürperdim. Bu<br />
noktada küçük oyuncu<br />
Beren’in başarılı<br />
performansına<br />
değinmeden<br />
geçemeyeceğim. İlk<br />
bölümü neredeyse<br />
kendi başına sırtladı götürdü. Onun tansiyonu<br />
en yüksek sahnelerde bile oldukça başarılı<br />
bir oyunculuk sergilemesini alkışlarken izleme<br />
anının yaşattığı geriliminde etkisiyle çocuk<br />
oyuncuların ruhsal gelişimlerinde bu rollerin<br />
nasıl izler bıraktığını düşünmeden edemiyorum.<br />
Bu yazı yazıldığı esnada dizinin henüz ilk bölümü<br />
yayınlandığı için izlenirliğine ilişkin bir şey<br />
demek çok kolay olmasa da ilk bölümü konu,<br />
karakterizasyon ve mizansen açısından başarılı<br />
bulduğumu söyleyebilirim. Bundan sonra ne<br />
olur izleyip göreceğiz.
BLACK MIRROR<br />
EPISODE<br />
ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />
Gerçekliğin katmanları içinde<br />
haklıyı, doğruyu ve ilüzyonun<br />
realitesini sorgulayan<br />
dahası insanoğlunun gerçekliğe<br />
ne kadar tahammülü, ihtiyacı ve/<br />
ya inancı olduğunu hatta ne kadar<br />
gerçeklik kaldığını farklı içeriklerde<br />
anlatan Black Mirror yine çok hak<br />
ederek revaçta! 3. Sezonun ilk<br />
bölümünde sosyal medyanın esas<br />
olduğu ve insanların birbirleriyle<br />
değil kendilerinin imajları üzerinden<br />
iletişim kurdukları bir gerçeklik<br />
söz konusu. Bireyler görüntüleriyle<br />
anlam kazandıkları ve çevrelerini<br />
de kişilerin görüntüleriyle<br />
değerlendirdikleri için kendilerinin<br />
hiçbir gücü ve gerçekliği kalmıyor.<br />
Ne ve kim olunduğundan çok nasıl<br />
görünüldüğüyle mana üreten sistem<br />
de kişiler kendilerinin yansımalarına<br />
dönüşüyor. Artık insanlar kendilerini<br />
yansıt/a/mıyorlar, görüntüleri kendilerini<br />
yansıtıyor. Dolayısıyla varlığını<br />
ispatlamak, değer kazanmak ve ne
yazık ki yaşayabilmek için daha fazla<br />
imaj geliştirmek ve görüntü üretmek gerekiyor.<br />
İmajın gerçek olduğuna ikna etmesi<br />
için süreklilik kazanması, tutarlılık<br />
içinde gelişmesi ve egemen olanın yani<br />
büyük resmin bir parçası olması gerekiyor.<br />
Gerçek ve doğal bir yaşam sürekli bir<br />
kayıt halinde olmamalıdır, öznenin<br />
kişisel alana ve zamana ihtiyacı zaruri<br />
bir ihtiyaçtır. Ancak sürekli izleyen, dikizleyen,<br />
gözleyen ve kendisi de medya<br />
haline gelen özneler aynı zamanda kendi<br />
yaşamlarının nesnelerine dönüşürler.<br />
Gösteri toplumunda göz alıcı ve seyir<br />
zevki üreten nesnelere dönüşen objeler<br />
başarılı özneler sayılırlar. Yani yaşam<br />
ne kadar albenili imaj üretebiliyorsa<br />
kişi o denli başarılıdır. Dolayısıyla var<br />
olabilmek için tamamen başarılı, renkli<br />
ve sofistike görsellere dönüşerek yok<br />
olmak şarttır. Sosyal medya için kendinden<br />
üretilen imajların her biri defalarca<br />
denenen intiharın ve henüz yoğun sosyal<br />
medya bakım ünitelerinde sürünen<br />
insanoğlunun yaşamadığının belgeleridir.<br />
Üstelik gösteri toplumu üyelerinin<br />
gözleri, yürekleri ve bedenleri kendilerinin<br />
değildir. Böylece sistemin kuklası,<br />
oyuncağı, piyonu ve basit birer temsilcisi<br />
olduklarına göre sorumlulukları<br />
sadece ve sadece çoktan zapt edilmiş<br />
beyinlerine empoze edileni ‘kendi<br />
istekleriyle’ aksiyona çevirmektir.<br />
Kendi kendinin kopyası, replikası,<br />
simülasyonu olma/ma/k veya insan<br />
tarafını (5. Bölüm) maskeleyip vicdani<br />
sorumluluklardan kurtulmak veya en<br />
özel ilişkide işine gelmeyince çevredekileri<br />
bloklayıp görünmez kılmak<br />
veya ‘ben’liğinden tamamen kopmak<br />
ve kendinle hiç tanışmamak illüzyonlar<br />
dünyasının gerçekleridir. Ne de olsa<br />
kayıtlara geçmeyen yaşam yaşanmış<br />
sayılmazken, hiç yaşanmadığı halde
görsel üreten hayatlar dikkat çeker ve<br />
saygınlık kazanır. Kendi kendinin simülasyonuna<br />
dönüşen bireylerin gücü ‘gerçek’ten<br />
çok daha hızlı, aşırı, mükemmel, renkli ve<br />
tatmin edicidir. Görsellerin ürettiği mesajlar<br />
‘gerçek’, ‘hipergerçek’ diyalektiğinde<br />
çırpınırken gederek saçmalığı artan içi boş<br />
halüsinasyonlar yalanın, yanlışın, sahtenin<br />
ispatı ve daha da gerçeği haline gelirler.<br />
Gerçekten daha gerçek ne olabilir ki? Elbette<br />
çok daha mükemmel ve kusursuz bir gerçek,<br />
sıradan gerçekten çok daha iyidir. İçeriğin<br />
önemini değerlendirmek yerine içeriği de baş<br />
döndürücü görsele dönüştürmek ve anlamı<br />
sömürmek başarı haline gelir şüphesiz.<br />
Gösteri toplumlarında gösterişli cümleler ve<br />
görseller egemene diz çökmeyi ve bunu albenili<br />
dışavurumlarla ispat etmeyi üretim sayar.<br />
Kısacası Black Mirror üçüncü sezonunda<br />
da temel eksende ‘gerçek’le olan meselesini<br />
didiklemeye devam ediyor ancak biraz<br />
zayıflamış metinleriyle hayal kırıklığına<br />
uğratsa da kesinlikle izlemeye değer<br />
mesajlarıyla değerli sorular ve saptamalara<br />
devam ediyor.
NO:309 SETİNDE<br />
KAVGA YOK,<br />
MUHABBET VAR<br />
No:309 ile ekranlara<br />
dönen Sevinç Erbulak<br />
ile yeni dizisinin<br />
başarısını, tiyatro projelerini,<br />
açığa alınmasına<br />
neden olan siyasi gündemi<br />
değerlendirdik.<br />
GİZEM MERVE<br />
KABOĞLU<br />
No:309 ile ekranlara<br />
dönen Sevinç Erbulak<br />
ile yeni dizisinin<br />
başarısını, tiyatro projelerini,<br />
açığa alınmasına<br />
neden olan siyasi gündemi<br />
değerlendirdik. Güler<br />
yüzü ile bizleri karşılayan<br />
oyuncu açık sözlü tavrı ile<br />
Cine Dergi’nin sorularını<br />
içtenlikle yanıtladı. Umut<br />
veren, gülümseyen, yazan,<br />
oynayan, enerjisiyle gülümseten<br />
oyuncu Sevinç<br />
Erbulak ile sizleri baş başa<br />
bırakıyoruz.<br />
NO:309 adlı diziyle<br />
ekrandasınız. Uzun süredir<br />
dizi ekranda görmüyorduk,<br />
bu projeyi tercih etmenizin<br />
sebebi ne oldu, sizi ne<br />
cezbetti?<br />
Yapım Şirketi. Gold Film<br />
daha önce de yüzlerce<br />
bölüm iş yaptığım bir<br />
şirketti. Onlarla çalışırken<br />
yine, sadece işimi<br />
SEVİNÇ<br />
ERBULAK
yapacağımı bildiğimden; görüşmeye<br />
gidip, Faruk beyden projeyi dinledim.<br />
Havalar sıcaktı, yazın başlayacaktı,<br />
olur mu olmaz mı derken yirmi hafta<br />
geçti. Bir projeyi değerlendirirken onlarca<br />
şey düşünüyorum elbette. Oyun<br />
arkadaşlarımın, yönetmenimin; yazarın<br />
kim olacağına kadar... Çünkü her yeni<br />
proje yeni bir seyahat. Bilirsiniz seyahat<br />
arkadaşlığı çok mühimdir. Gold Film bu<br />
seyahatin en önemli aracı, yolculuğu<br />
paylaştıklarım da böyle kıymetli olunca,<br />
insan eve dönmek istemiyor. Mutluyum<br />
yani. Sahnelerim bitince kahvemi söyleyip,<br />
ayaklarımı uzatıyorum ve “Sevinç<br />
hanım işiniz bitti” denmesini bekliyorum<br />
bir kez daha… (Gülüyor)<br />
No:309 romantik komediler için de<br />
ciddi bir eşikti bana göre… 13 bölüm<br />
öpüşemeyen diğer dizi karakterlerinin<br />
yanında tek gecelik ilişki sonucu bebek<br />
bekleyen bir çifti izliyoruz dizide…<br />
Ekranda bunun yadırganmaması<br />
muhafazakarlaştığımız görüşünün<br />
yanılgı olduğunu göstermiyor mu<br />
sizce?<br />
Yadırgandı, yadırgandı. Biz çok severiz<br />
yadırgamayı. İlk haftalarda oldu öyle bir<br />
şey. Evli değiller, nasıl olur yahu şeklinde<br />
oldu yani. Sonra Onur bebeğe ve Lale’ye<br />
sahip çıkınca yadırgayanların da mutlu<br />
olduğu bir zaman dilimi başladı. Artık bir<br />
an evvel aynı eve girmeleri ve mutlu mesut<br />
yaşamalarını istiyorlar da ben engel<br />
oluyorum duruma hala… (Gülüyor)<br />
No309 sezon projelerini bile geride<br />
bırakan reyting sonuçları alıyor. Bu<br />
başarının sırrı ne sizce?<br />
Evini seven insanların bir arada iş<br />
yapıyor olması. Herkes evinde de<br />
sette olduğu kadar mutlu olduğu için,<br />
hazırlığını yapıp gelen bütün birimler<br />
birleşince Voltran oluşuyor. Bence tabii.<br />
Herkes kendi işini yapıyor sette. Çok<br />
basit bir cümle gibi duruyor, biliyorum<br />
ama herkesin aslında bir başkasının<br />
işini yapmaya çok alıştığı bir sektörde,<br />
bizim sette; herkes kendinden sorumlu.<br />
Ha, evet bak; sorumluluk çok güzel bir
kelime. Herkes, elinden gelenin en iyisini yapıp<br />
sonra evine gidiyor. Kavga yok, hadi hadi çabuk<br />
olun biraz yok, acele etsenize yok, sohbet var;<br />
muhabbet var...<br />
OHAL ilanı ile çıkarılan 667 No’lu Kanun Hükmünde<br />
Kararname kapsamında görevden<br />
alındınız.<br />
Görevden alınmadım bu arada. Açığa alındım,<br />
meslektaşlarımla birlikte. Açıkta bir yerimiz,<br />
cevabını vermeyeceğimiz bir soru yok, açıkçası<br />
açıkta bekliyoruz. Havadar havadar.<br />
Süreç içinde çok değiştiğinize dair demeçlerinizi<br />
okudum. Bu süreç size neler<br />
öğretti?<br />
Dostumu düşmanımı. Hakikaten sadece bu<br />
kadar. Çok değişmedim aslında, az değiştim<br />
ama iyi değiştim. Kendime daha iyi geliyorum<br />
şimdi. Çevremdekilere de. Bazı taşları yanlış<br />
yerleştirmişim, onları düzelttim. Taşların yeri kolay<br />
değişmiyor. Zaman aldı biraz tabii. Daha gerçekçi<br />
biri oldum galiba. Geceleri hala kızına masal<br />
okuyan gerçekçi bir anne oldum (Gülüyor)<br />
Fox dışında bir kanalda yayınlanan, başka bir<br />
dizide oynasaydınız, politik gelişmeler sebebiyle<br />
işinize son verilebileceği endişesi taşır<br />
mıydınız? Zira Fox şu an diğer kanallardan<br />
biraz daha demokrat duruyor.<br />
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, gönlünü kaptırdığı<br />
mesleği yapabilecek kadar şanslı olan herkes, bir<br />
sabah uyandığında işsiz kalabilir. Ama bugünler<br />
geçecek. Dünya tarihine güvenmek gerek. Hep<br />
geçmiş, bazılarımızı delerek geçmiş; bazılarımıza<br />
değerek geçmiş ama sonunda geçmiş.<br />
İlk kez anne rolünde izliyoruz dizi bir dizide.<br />
Yetişkin bir çocuk annesi olmak için çok gençsiniz.<br />
Ekranda bu kadar genç anne rollerini<br />
görmemiz estetik kaygılar mı, bilinçli politikalar<br />
mı dersiniz? Yani erken anneliğe dair bir<br />
mesaj olarak yorumlanabilir mi oyuncu seçimleri?<br />
Erken anneliğe dair bir mesajımız olduğunu hissetseydim<br />
oynayamazdım bu kadar severek. E<br />
ben de 41 yaşıma geldim. Anne de oynayacağım<br />
artık elbette. Çok da keyif alıyorum bir yanıyla.<br />
Evin küçük kızı olmaktan da çok mutluydum ama<br />
böyle büyümek de iyi geldi. Yok bilinçli bir politika.<br />
Rolüm var. Onu sevdim ben ve oynamak istedim,<br />
hepsi bu.<br />
Son zamanlarda sıklıkla köşe yazıları,<br />
mektuplar ve iletilerinizle haber oluyorsunuz.<br />
Mesaj içerikleri politik elbette<br />
ancak kaleminizin gücünü de ortaya<br />
koyuyor. Sizin yazı denemeleriniz,<br />
çalışmalarınız olacak mı? Mesela Aslı<br />
Erdoğan’a yazdığınız mektuptaki dil çok<br />
gerçek, samimi ve şiirsel gelmişti bana.<br />
Yazıyorum ben. Kendime kaydediyorum<br />
belki de. Vurdumduymaz bir torunun elinde<br />
uzun yaşamayacak hiçbir yazım (Gülüyor)<br />
İyi ki de böyle olacak bu. Her şey kendi<br />
zamanında güzel. Onun için ben, şimdi<br />
yazıyorum. Kendi “şimdi” mi kendime notluyorum.<br />
Kelimeler insanı sarmalıyor bazen,<br />
kuştüyü montlar gibi. Seviyorum yazmayı.<br />
Hatırlamama vesile oluyor. Bir deneme<br />
kitabım var 2000 yılı basımlı. Belki onu<br />
yeniden basacağız. Ama çalışmam gerek<br />
üzerinde. Azıcık. Bir de yeni bir dosyam<br />
var. Ama yazalı çok oldu. Birbirinde ben-
zemeyen öyküler...Onlara da bakmam gerek. İsmi<br />
bile belli. Ama yazmayayım şimdi, biri kitabına isim<br />
arıyordur beğenir filan (Gülüyor) Geçen gün kapağını<br />
bile gördüm. Bir resim. Ressam benim kitabım için<br />
çizmiş. Her şey hazır aslında böyle yazınca şimdi...<br />
Mektuptan konu açılmışken kendinizi genelde<br />
dışarıda ama o gün içeride tarif etmişsiniz. Merak<br />
ediyorum içeride olmak nasıl bir şey? Siz nasıl<br />
tarif ediyorsunuz bunu?<br />
Kendi içinde sıkıntıyla oturuyor, kalkıyor; bir türlü<br />
kendi etine sığmıyor olmak demek. Bunu son zamanlarda<br />
sıklıkla hissediyorum. Öyle tuhaf bir<br />
şekilde gelip beni buluyor bu his. Ben ona içeride<br />
olmak diyorum. Bana tam da böyle hissettirdiği için<br />
sanırım.<br />
İzleyicilerin bir kısmı tasfiyelerin ardından Şehir<br />
Tiyatrolarını boykot ediyor, oyuna gitmeyeceklerini<br />
yazıyor. Bu tavrı nasıl karşılıyorsunuz?<br />
Sanat uzun, hayat kısa. Olur mu öyle hiç? Gitsinler.<br />
Ben gitmiyorum şimdilik. Canım isteseydi giderdim<br />
ama canım hiç istemiyor. Hastalandı benim evim<br />
diyorum, iyileşmesini bekliyorum. Önce<br />
yaşadığım ülke bir iyi olsun da. Zor ama<br />
imkansız değil hani. 102 yıllık bir kurumu<br />
niye boykot ediyorlar anlamadım? Boykot<br />
edilmesi gereken şey bir tür zihniyet. O da<br />
ancak sandıkta boykot edilebilir.<br />
Bugün yaşadıklarımız ileride oyun<br />
olacak diyorsunuz. Böyle bir oyun<br />
yazılsa sizce türü ne olurdu? Bugünü<br />
hangi türde sahnelemeyi tercih ederdiniz?<br />
Fantastik komedi elbette. Absürd komedi.<br />
Kara komedi. Komedi hep var yani türün<br />
tanımında.<br />
Yakında Ayrılık adlı oyunla tekrar seyirciyle<br />
buluşmaya hazırlanıyorsunuz.<br />
Semih Çelenk rejisini yapacak, Fırat<br />
Tanış ile beraber oynayacaksınız.<br />
Bildiklerimiz bunlar, peki bilmediğimiz<br />
neler olacak bu oyunda?<br />
Fırat’ın şahane partnerliği... Onun, beni<br />
dinlerken aynı zamanda da duyabilen<br />
hassas oyunculuğu ve bir sürü komik<br />
an bekliyor bizi. Semih Çelenk’in nasıl<br />
olacağını anlattığı bir sürü hayal bekliyor<br />
üçümüzü de. Bir sürü anı bekliyor hepimizi.<br />
Geçen gün Başak’ın anlattığı harika<br />
dekor bekliyor sonra... Bence 10 sene<br />
oynarız biz bu oyunu. 40-50 yaşlarımız<br />
arası aynı oyunu, değişe dönüşe oynarız<br />
umarım. Çok istiyorum böyle olmasını.<br />
Çok seviyorum, masa başında oyundan<br />
konuşmaya başlayıp ucunu kaçırdığımız<br />
sohbetleri. Gözü kalanın gözü çıksın valla<br />
Yeni başka projeler var mı? Sinema<br />
filmi vs?<br />
Bilmem. Öğrencilerimle yapmak istediğim<br />
bir milyon tane şey var. Zaman yetmez<br />
hepsine. Masallardan, efsanelerden<br />
bir oyun var aklımda. Oynamak<br />
için sabırsızlandığım bir oyun var uzun<br />
zamandır, belki o olur. Ama var tabii daha<br />
ona zaman. Sinema filmi olsun lütfen.<br />
Şanslıyım o konuda ben. Çok fena seviyorum<br />
sinema filmlerimi. Olacaksa yine<br />
öyle olsun. Yoksa çok iyi bir seyirciyim.<br />
Çok iyi demeyelim iddialı oldu yahu (Gülüyor)
GAME OF THRONES<br />
7. SEZONUN SIRLARI<br />
Kulağıma gelen duyumlara göre<br />
Game of Thrones’un en epik sezonu,<br />
2017 yazının sonunda izleyici ile<br />
buluşacak olan 7. sezonu olacakmış.<br />
BURAK YARKENT<br />
n Milyonları ekrana<br />
kilitleyen Game<br />
of Thrones dizisini<br />
duymayanınız yoktur herhalde.<br />
Kulağıma gelen duyumlara<br />
göre dizinin en epik<br />
sezonu, 2017 yazının<br />
sonunda izleyici ile<br />
buluşacak olan 7. sezonu olacakmış. Belki<br />
de bu yüzdendir ki dizinin 7. sezonunda kamera<br />
arkasında hangi isimlerin olacağı çok<br />
fazla önem taşır hale gelmiş durumda.<br />
Yetkililer film hakkında, deyim yerinde ise ser<br />
verip sır vermiyorlar. Hatta Game of Thrones<br />
2013-2014 sezonu yönetmenlerinden, yakın<br />
arkadaşım Alex Graves ile buluşmamdan<br />
bile dizi hakkında bir sonuç çıkartamamış<br />
olmam, yetkililerin bu konuya verdiği önemin<br />
bir parçası gibi duruyor.<br />
Uzun sözün kısası, sevilen dizinin 7. sezonu<br />
çok şeye gebe. Açıkta kalan birçok uç<br />
birleşip belki de bizi bambaşka yerlere çekecek,<br />
ama asıl önemli olan acaba önümüzdeki<br />
7. sezondaki 7 bölümü kimler yönetecek.<br />
Gelin bu isimlere birlikte bakalım;<br />
Jeremy Podeswa (1. ve 7. Bölümler)<br />
Game of Thrones dizisine yürekten bağlı
olanlar bu ismi yakından tanıyacaklardır<br />
aslında. Televizyon tarzını iyi bilen Podeswa,<br />
Six Feet Under, Dexter, True Blood, American<br />
Horror Story, ve Walking Dead dizilerinde<br />
de yönetmenlik görevi üstlendi.<br />
Aslen Kanada’lı olan yönetmen daha önce<br />
Game of Thrones dizisinin 5. sezonunda,<br />
deyim yerinde ise ekran başında izleyiciye<br />
tırnaklarını yedirten Unbent, Unbowed,<br />
Unbroken ve 6. sezonda The Red Woman<br />
bölümlerinin yönetmenliğini yaptı.<br />
aaa! unutmadan Jon Snow karakterini diziye<br />
tekrar getiren yönetmen de Podeswa’dır.<br />
Lord Commander Jon Snow’un dirilip tekrar<br />
hayata döndüğü bölümün yönetmenliğini<br />
yapan Podeswa, izleyici tarafından bunun<br />
olacağı bilinmesine ve beklenmesine<br />
rağmen, farklı üslubu ile görevini başarıyla<br />
yerine getirmişti.<br />
Podeswa, izleyiciyi şaşırtma kabiliyeti olan<br />
bir yönetmen. Dizinin 7. sezonunun açılışını<br />
ve aynı zamanda kapanışını yapacağını<br />
bilmemiz bile bu bölümlerde önemli işlerin<br />
olacağını kestirmemize yetiyor.<br />
Mark Mylod (2. ve 3. Bölümler)<br />
Mylod ismi de Yedi Krallığa yabancı olmayan<br />
isimler arasında. Dizinin 5. ve 6.<br />
sezonlarında görev alan başarılı yönetmen<br />
aynı zamanda High Sparrow bölümünde bizi<br />
High Sparrow ile tanıştıran kişi.<br />
5. sezonun 4. bölümü olan Sons of the<br />
Harpy’nin de yönetmeni olan Mylod aynı zamanda<br />
dizinin “kanlı” yönetmenlerinden. 6.<br />
sezon bölümlerinden No One isimli bölümde<br />
Arya’nın Waif’in yüzünün derisini yüzdüğü<br />
bölüme hayat veren yönetmen, sezona dam-
ga vuran sahnelerden birinin altına imzasını<br />
atmıştı.<br />
Mylod’un enteresan da bir yanı var...<br />
Britanya kökenli yönetmen aynı zamanda<br />
İngiliz televizyon kanallarına çektiği Shooting<br />
Stars ve The Fast Show komedileri ile 19<strong>97</strong>’de<br />
ve 1998’de BAFTA (British Academy Television<br />
Awards) ödülünü 2 defa kazanan bir isim.<br />
Matt Shakman (4. ve 5. Bölümler)<br />
Daha önce It’s Always Sunny in Philedelphia,<br />
Ugly Betty ve House dizileri ile birlikte bazı<br />
HBO dizilerini yöneten Shakman, Yedi Krallığa<br />
yabancı bir isim olarak öne çıkıyor. Komedi<br />
ve drama tarzı yapıtları yönetmeyi sevdiğini<br />
söyleyen yönetmenin CV’sinde Brothers and<br />
Sisters, Mad Men, Siz Feet Under, Fargo ve the<br />
Good Wife gibi tanınmış yapıtlar da var.<br />
7. sezonun 4. ve 5. bölümlerine hayat verecek<br />
olan isimden beklentim, fazla aksiyonun<br />
olmadığı, derin karakter analizlerinin fazla<br />
olduğu sahneler..<br />
Bekleyelim, hep birlikte göreceğiz.<br />
Alan Taylor (6. Bölüm)<br />
Taylor ismi ile birlikte aklınıza düşen ilk kelime<br />
grubunun Thor: The Dark World, ikincisinin<br />
ise Terminator: Genisys olduğunu çok iyi biliyorum.<br />
Hatta daha da ileri gideyim, bu iki yapıtın da<br />
hayal kırıklığı olduğunu söyleyip, Game of<br />
Thrones dizisinin 6. bölümden ümidini kesenleriniz<br />
bile olacaktır. Fakat film yönetmenliği<br />
ile dizi yönetmenliği arasında dağlar kadar<br />
fark olduğunu da unutmamak gerekiyor.<br />
Kaldı ki Taylor, Game of Thrones dizisinde<br />
daha önce görev alan ve bu görevi başarıyla<br />
yerine getiren isimlerden biri, belki de en etkilisi<br />
olarak göze çarpıyor.<br />
1. Sezonun 9. ve 10. bölümleri olan Baelor<br />
ve Fire and Blood isimli bölümlerinde imzası<br />
olan Taylor’un işini ne kadar iyi yaptığını<br />
bilmek için bu bölümleri anımsamanız yeterli<br />
olacaktır.<br />
Hemen anımsatayım; Ned Stark karakterinin<br />
başının vücudundan ayrıldığı bölümü bizlere<br />
yaşatmıştı Taylor ve bence bu diziyi farklı yapan<br />
detaylardan birinin, beklenmeyenin her an<br />
olabildiği gerçeğinin de yaratıcısı olmuştu.