21.05.2024 Views

Vinolettera_Mayıs2024

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

MAYIS 2024

VINOLETTERA

ŞARAP, EDEBİYAT VE MİZAH

SAAT ON İKİDEN

SONRA,

BÜTÜN İÇKİLER,

ŞARAPTIR.

CEMAL SÜREYYA

Kapak: M. Aynan Çolakoğlu

ŞARAP

ÖYKÜ & ŞİİR &

İNCELEME

MİZAH


İÇERİK

SUNUŞ…………………………………………………………………………………………………1

WINE TASTING BACKDOOR / KADİRCAN KIZILCIKLI…………………………….......…2

BİR TREN YOLCULUĞUNDA TADIM / ZEYNEP ÇOLAKOĞLU………………….............3

OSTRAVA GÜNLÜĞÜ /ERKUT TOKMAN……………………………………………........….5

DAY OF JUDGEMENT / HİLMİ MERT ŞAHİN………………………………………........….7

TURABDİN’İN BURUK TADI: SÜRYANİ ŞARABİ / DR. NURGÜL ÇELEBİ…..................8

SAMSARA / GÖZDE ÖRS……………………………………………………………….....….…11

MERLOT’NUN DRAMI / ZEYNEP ÇOLAKOĞLU……………………………………..........12

HİÇ BİRİNE UZANAMIYORUM / MEHMET UTKU MUMCU…………………...............18

ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ…………………………………........….19

AFFET BİZİ TOPRAK ANA / ESMA TUĞÇE TÖZMAN…………………………..........….25

GÖRSEL ŞİİR / ERKUT TOKMAN………………………………………………………….... .26

AŞKIN ZENGİN AKKUŞ İLE SÖYLEŞİ………………………………………………….....…..27

RİVAYET / AHMET ÖRNEK………………………………………………………………...….35

KİMYA MÜHENDİSLERİ ODASI ŞARAP SEMİNERLERİ……………………….........…...36

ŞARABI MATEMATİKLE ANLA(T)MAK / PROF. DR. UFUK YÜCEL…………..............38

CAN KURTAR AN / SERDAR SOLKUN…………………………………………………........40

FIRDÖNDÜ BAR / NALAN BARBAROSOĞLU…………………………………….......…...41

HABERLER………………………………………………………………………………………...44

HABERLER………………………………………………………………………………………...45

MAYA BÜYÜSÜ…………………………………………………………………………………..46

KİTAPLAR………………………………………………………………………………………….47

KİTAPLAR………………………………………………………………………………………….48

HİNT ANTİLOBU (INDIAN ANTILOPE) / SHAMNADH SHAJAHAN …......................49


İZMİR

vinolettera@gmail.com

Eserlerinizi vinolettera@gmail.com adresi

üzerinden bizimle paylaşabilirsiniz.

Eserlerin telif hakları yazarlarına aittir. Yazarlarından izin

alınmadan kullanılamaz.

Yazarlar

VINOLETTERA

ŞARAP & EDEBİYAT &MİZAH

Yayına hazırlayanlar:

Zeynep Çolakoğlu & Erkut Tokman

ZEYNEP ÇOLAKOĞLU

ERKUT TOKMAN

PROF. DR. UFUK YÜCEL

DR. NURGÜL ÇELEBİ

AŞKIN ZENGİN AKKUŞ

ÖZLEM ERTAN

NALAN BARBARASOĞLU

HİLMİ MERT ŞAHİN

GÖZDE ÖRS

MEHMET UTKU MUMCU

ESMA TUĞÇE TÖZMAN

AHMET ÖRNEK

SERDAR SOLKUN

SHAMNADH SHAJAHAN

Çizerler

KADİRCAN KIZILCIKLI

SULTAN ÖZDEMİR

M.AYNAN ÇOLAKOĞLU


SUNUŞ

Yazarlar bir araya geldiğinde mutlaka bir dergi, antoloji ya da yazınsal bir üretim eseri

ortaya çıkar. Fanzin ise daha duygusal bir enstrüman. Onun için mevcut düzene ciddi

bir itiraz ve yeraltına karşı duygusal hisler gerekli. İşte Vinolettera tam bu hislerin

eseri; başkaldıran, bilgiye her daim aç ve bağlararası geyikler yani ampelofilozofiya

yanlısı bir felsefeye sahip.

Edebiyat, sanat, müzik, mizah tamam da şarap fanzini de nereden çıktı diyenlere

buradaki zengin dil ve mizah unsurları o kadar fazla ki bu karnavala bir göz atın

istedik. Transkafyasya ve Turabdin bölgelerinde doğmuş, Anadolu’da bir kültüre

dönüşmüş şarap, Antik Yunan’a halk arasına karışmış ve festivallerin, şiir ve retorik

yarışmalarının, eğlencenin, müziğin, tiyatronun ve keyfin sembolü haline gelmiştir.

Tanrısı Dionysos bile o kadar halktan ve içtendir ki dağda bayırda gezinir, duyguların

sel olduğu, coşku, esrime ve verimlilik tanrısı olarak bilinir, diğer tanrılar gibi

gökyüzünde bir tahtta oturmaz, halkla hep bir aradadır, aristokratik zevklerle eşleşen

Apollon’un tam karşısında yer alır.

İçinde sığamadıkları kapalı kapalı gruplar, bilginin üstüne külçe halinde düşmüş

gösteriş, varolmak için illa bir söz söyleme, çamur atarak ferahlama, hatta bağıra

çağıra içinizin yağlarını eritme durumu söz konusu bu evrende. Bir gün “Ama öyle

konuşmayalım” diye duyarsınız, konuşmacı nedense az sonra bir cinayet

işleyecekmişsiniz gibi size tehdit muamelesi yapar. “Tadım subjektiftir, uluslararası

yarışmalarda uzmanlar bile yanılıyor, kör tadımlarda herkes ters köşe olur” derler

ama sonra “O aroma yok orada, şunu almalısın” diye iyi niyetli cümleler kurarlar.

Yasaklara, kontrollere takılmış bir dünya burası. Mizah bol olmaz mı? Cennetteki

nehirleri bekleyenler, politik çıkarlar peşinde koşanlar ve iktidar olmanın keyfini

engelleyerek çatanlardan ötürü içten içe kaynadığını görebilirsiniz. İçerde ise aidiyet

duygusuyla tatmin yaşayan gruplardan en iyi ben bilirim’e doğru giden ve gittiği yerde

polemik yaratmaktan çekinmeyen, bilgiye, paylaşıma kapalı yüksek kafalar var. Aslına

bakarsanız dışardan itenlerle içerden şişirenler farklı oranlarda basınç yaratıyorlar

burada.

Konumuza dönelim... Bu iş duyusal olduğu kadar duygusal da. O nedenle günün

sonunda çorbayı yapanlar değil, çorbayı tadanların değerlendirmesi belirleyici. Aynı

kitaplarda olduğu gibi. Okurları beğenmiyorsan, okunmasa da olur, yayımlanmasa da

olur diyorsan, yazma! Karışma sokağa, hayata... Sen de beğenmiyorsan içme ve

nehirlerin hayalini de kurma artık! Her şey bir yana insanlar tadımlara güzel vakit

geçirmeye gelseler hayat daha zevkli olacak ama ıstıraplı arzu onları ham ham yer. Ne

diyelim afiyet olsun! Size de keyifli okumalar, bol kahkahalar...

1


WINE TASTING BACKDOOR*

KADİRCAN KIZILCIKLI

23.11.2023 BERGAMO/ İTALYA

*şarap tadımının perde arkası

2


Bir Tren Yolculuğunda Tadım

ZEYNEP ÇOLAKOĞLU

Şarap kadehine rahatça çalkalayarak

havalandıracak şekilde şarabı koyduktan sonra,

bizi başka diyarlara götürecek şarap trenine

biniyoruz ve yolculuğumuz başlıyor.

Dağlar arasında, köprüler üzerinden geçen bir

tren yolu bu, hafif sarsıntılı, titreşimli ve bolca

duygusal. Tüm bu dinamizm kadehe yansıyor

zira kadeh de bu yol gibi titremeli her

yudumdan önce ki dipte uyuyakalmış nice

aromalar çarpa çarpa uyansın, oksijenle dansa

başlasın ve burnumuza doğru bir güzergâh

tutturabilsin.

Birinci adım; bak ve çalkala... İster havada,

ister masanın üzerinde sonsuz işareti çizmenin

peşinde... Renklerin büyüsüne kapılarak,

saman sarısından altına, turuncu huzmelerden

koyu sarıya; kan kırmızısından bordoya,

yakuttan magentaya. Hangi renkte daldın bu

düşe, bak ve çalkala! İkinci adım; boşalt

ciğerlerini ve derin bir nefes al kadehten!

Neler geliyor burnuna, kimler yüzeye

ulaşabilmiş, bunlar arasından kimler şu

meşhur badem kılıklı amigdala’da anılarımızı

tetikleyebiliyor.

3

Hemen bir çerçeve çizmeli; bir beyaz varsa elinde

gün ışığını al yanına ve düşün: çiçeksi-aromatik,

yeşil-bitkisel, meyvemsi-tropikal, kremamsıkompleks,

fındıksı-yoğun olabilir aradığın aile. Bir

kırmızıyla göz gözeysen, kan çekmesin hemen,

bir nefes al derinden ve ay ışığını al arkana

düşünürken: hafif-parfümsü, toprak-tütün-sedir

üçlüsüne göz kırpan-zarif ve klasik, okaliptüsnane-kuş

üzümünün keskin diliyle konuşan yapılıgövdeli,

kirazlar, böğürtlenler, baharların

uçuştuğu zengin-yoğun.

Sıra üçüncü adımda; bir yudum al kadehten ve

gezdir damağında, ısıt iyice, buharlaşsın uyuyan

güzellikler, pipetle çeker gibi çek içine, dişlerinin

arasından geçip gitsin şarap, ortamı şenlendirsin

içerde. İster yut, ister tükür ardından ama nefes

vermeyi unutma! Şimdi hangi aromaları alıyorsun

düşün. Çiçekler, aromatik otlar, baharatlar,

kırmızı meyveler, siyah meyveler, çekirdekli

meyveler, tropikaller, kuru meyveler, reçeller,

marmelatlar, odunsuluk, meşe, tütün, sedir,

kurşun kalem, tereyağı, krema,vanilya, orman

toprağı, mantar, yapraklar, hayvansı notalar, deri.

Hangileri var? Aseton, ıslak karton, küf, kükürt,

sirke de var mı? Bunlar olmasa keşke, çünkü hata

işaretleridir, o kadehi yere bırakman gerekir.


Bir Tren Yolculuğunda Tadım

ZEYNEP ÇOLAKOĞLU

Dördüncü adım; bir yudum daha al, daha

anlamadın ki ne içtiğini! Ağzının içini tamamen

doldurdu mu büyülü iksir? Gövdesi nasıl? Limon

görmüş gibi ağzın sulandı mı, asiditesi nasıl?

Yuttuktan sonra 20’ye kadar say, hâlâ şaraba dair

bir şeyler hatırlıyor musun? Evet mi? Bitişi uzun o

halde.

Nasıl bir tatlılığı var? İçtiğin bir sek (dry) şarapsa

ve hala tatlı geliyorsa, bu aromatik yapısından,

alkolden ya da tadımdan önce yediğin bir şeyden

kaynaklı olabilir. Stilini bir kontrol et; sek (dry),

dömisek (medium dry), yarı tatlı (medium) ya da

tatlı (sweet) bir şarap mı elindeki? Peki, alkolü

ne? %14’ü geçiyorsa yüksek denilebilir, bu

durumda hafif tatlı ve ısıtıcı hissettirir ama tatlı

şaraplar hariç bir şarap %15 alkolün üzerine

çıkmaz çünkü bu alkol seviyesinde mayalar

yaşayamaz. “Çıktım ben” diyorsa, dışardan

müdahale vardır ona. Ya tanenler? Bir kırmızıysa

elindeki, üzerine konuşmak gerekir, binanın

iskeleti gibidir tanenler, damağında bir burukluk,

büzücülük, yuvarlanan bilyeler ya ve baharatsı

gelgitler yaratır.

Geldik son ve en önemli adıma: bu kadeh sana ne

hissettirdi? Hangi anılarını çağrıştırdı, nasıl bir

keyif verdi? Dilini mi ısırdı, kulağına mı fısıldadı?

Son kertede sana ne hissettirdiyse o kadar

güzeldir, bir kitap gibi iki sahibi vardır onun da.

Biri onu kurgulayan diğeri de kurguyu diliyle

çözen.

Uçuk kaçık bir tren yolculuğu bu. Son istasyonda

inmeden önce neler yaşandı mutlaka yazmalı.

Hangi şarap içildi, üreticisi kimdi, hangi yılın

eseri, kırmızı mı, beyaz mı, yoksa bir rose mi? Sek

mi tatlı mı, alkolü, asidi, taneni nedir? Son

noktada ne hissettirdi ve elbette ne zaman içildi?

Keyifle kal!

4


Ostrava Günlüğü

ERKUT TOKMAN-09.02.24

Bir şehrin tarihini ve kimliğini keşfetmek güzel.

Şehrin tarihi ve kimliği onun karakterinin bir

parçasıdır çünkü. Şehrin insanları da onun

yaşayan hücreleri gibidir adeta ona can veren.

Ostrava Çek Cumhuriyetinin Prag ve Brno`dan

sonra üçüncü büyük şehri, bir zamanlar kömür

ve çelik madenlerinin işletildiği bir endüstriyel

merkez iken bugün bu endüstriyel kalıntılar

şehre turistik olarak hizmet etmeye başlamış ve

şehrin kültürel ve sanatsal hayatının bir parçası

durumuna gelmiş durumda.

Endüstriyel tesislerin kapatılma süreci 90'lı

yılların ortalarına kadar devam ederken en

büyük etken olarak şehrin yaşama koşullarının,

hava ve çevre kirliliğinin önlenmesi hedeflenmiş

ve şehirde yeni tarım alanları ve yeşil yaşam

alanları yaratılmış. Ostrava şehri adını içinden

geçen Ostravice nehrinden alıyor. Nehir şehri

ikiye ayırıyor; Moravian Ostrava (Moravská

Ostrava) ve Silesian Ostrava (Slezská Ostrava).

Ostravalılar nasıl insanlar diye kendime

sorduğumda buna cevap vermek hemen kolay

olmadı. Burada geçirdiğim üç aylık süre bu

soruya cevap vermek için ne kadar yeterli emin

değilim ama yine de bir fikir oluşturması

açısından yeterli oldu, bu fikir alanı ileride daha

çok şekillenip gelişebilir. İlk söylebileceğim

Ostravalılar ne sıcak ne soğuk insanlar, ama

yabancı ülkeden birine, özellikle kendi ırkına

benzemeyen, belirgin özellikler taşıyan

yabancılara karşı ilk bakışta mesafeliler.

Kırk yaş üstündeki insanların İngilizce konuşma

oranları çok düşük, onun için şehir içinde

İngilizce konuşan bulmak zaman zaman zor.

Genç kuşaklar arasında ise bu oran daha yüksek

ve bu kuşaklar daha dünyaya açıklar, kolay

ileşime geçiyorlar, pozitif ve güler yüzlüler. Kendi

dillerini konuşmadığınızda iletişim kurarken

endişe duyuyorlar ve çekip gidebiliyorlar kolayca.

Dillerini çat pat konuşursanız asık suratlarında

tebessüm ve davranışlarında sempati artıyor.

5


Ostrava Günlüğü

ERKUT TOKMAN-09.02.24

Ostrava bir kış şehri. Kış aylarında haftalarca

şehir merkezinde kar olması, her yeri

kaplaması, sürekli yağmaya günlerce adeta

durmadan devam etmesi çok normal ve şehir

yaşamının çok olağan bir parçası olarak hiç bir

aktiviteyi, sosyal ya da iş hayatını ya da ulaşımı

aksatmıyor. Şehirde trafik hiç yok. Araba sayısı

çok az. Hafta sonları özellikle pazarları şehir

adeta ölü. Buna şehir merkezi de dahil. Tek

tük kafeleri ya da restoranları yine de açık

bulmak mümkün. Bunun iki sebebi var.

Birincisi hafta sonları Ostravalılar yakın

çevredeki dağlara tatile ya da kayağa gidiyorlar

ya da çoğunlukla aşırı soğuktan kapalı alışveriş

merkezlerini AVM leri tercih ediyorlar. Kışın

sıcaklık -20C’lere kadar iniyor. Ulaşım

çoğunlukla şehrin her yerini ören tramvaylarla

yapılıyor. Bunun dışında bir de otobüsler var.

Şehirde metro sistemi bulunmuyor. Buna

rağmen şehrin en uzak noktasından şehrin

merkezine tramvayla ya da otobüsle en çok

25-30dk. da ulaşılıyor. Şehir kışları çok az

güneş alıyor. Genelde gündüzleri karanlık,

güneş arada bir gözüküp yarım saate kadar

kalıp yeniden kayboluyor. Bütün gün boyunca

toplamda belki bir kaç saat güneşi belirgin ama

zayıf olarak algılıyorsunuz. Bunun bir sebebi

şehrin dağlarla çevrili olması da olabilir.

Şehir kışın soğuna karşı refleksler üretmiş.

Bunlardan birisi de sıcak şarap tüketmek. Kışın en

soğuk günlerinde şehrin bütün kafelerinde ya da

sokaklardaki küçük kulübelerde sıcak şarap

bulmak ve böylece içinizi ısıtmak mümkün.

Baharatlar ve meyvelerle tadı zenginleştirilen bu

şarapların bir kaç değişik çeşidi var. Örneğin

şarabın içine taze çilek atarak tüketiyorlar ve

çileğin aroması şarabın içine işliyor ve bu şekilde

içilen şarabın dibindeki çilekleri de sonra yiyorlar

ya da benzer başka meyveler de kullanıyorlar

mesela elma. Bu sıcak şaraplar özellikle noel

zamanı çok tüketiliyor adeta çay içer gibi.

İnsanları bu karlı soğuk kış günlerinde şehir

merkezinde kayak ayakkabıları ve kayak

çubuklarıyla yürürken görmek de mümkün.

Bazen de aileler çocularını kızaklara bindirip

sürükleyerek kar üstünde taşıyorlar. Bunların

hepsi bazen masalsı çok sevimli görüntüler

oluşturarak ruhunuzu sarabiliyor.

Şehrin merkezinde iki büyük klise (biri katedral)

olmak üzere , bir de büyük saat külesinin olduğu

bir meydan bulunuyor. Şehrin asıl meydanı ve

çevresi ise tarihi evler, Ostrava üniversitesinin

bazı kampüsleri, sanat evi, tek tük oteller,

tiyatrolar ve nispeten küçük parklarla çevrili. Bir

de bu ana tarihi meydanda şehir müzesi

bulunuyor. Şehir merkezinde 19. Yüzyıl klasik

Avrupa mimarisinin Çeklere ait karekteristiklerde

taşıyan özellikleri halimken, şehrin dışarına doğru

bu mimari gittikçe kaybolarak yerini 20. Yüzyıla

ait komunist bir mimariye bırakıyor. Bu mimariyi

Poruba gibi semtlerde görmek mümkün. Ostrava

günlüklerim bu sayıda şimdilik bu kadar ama

ikinci sayıda şehrin sanat hayatına odaklanarak

devam edecek.

6


Day Of Judgement

Hilmi Mert Şahin

Kızıl yangınlardan kaçan küçük ve temiz ruhlar

güz yaprakları gibi bir bir düşüyor

ve yasın yaşları pınar olup akarken

kayıp içinde kadınlar göklere yalvarıyor

-kaç yaralı, kaç ölü?-

-cruor innocentiaabanoz

tahtın altarına kaç masum adanıyor

Ellerinden yüzlerinden ilahilik taşan azizler

İnayetleri de soğuk ve taştan

Görmedi sizden biri ölüme uçan kelebekleri

Sakat ve bozuktular, kısa bir şiirdiler

Kaçı yitip gitti, toz oldu, söz oldu

Son yazdığı sözcükler de uçup gitti

Zaten size kalsaydı

Kanatları da günahlarla is gibi

Lekelenmişti

Herkese eşit gelen, öbür baba Dis Pater

Çoğumuzu aldın yanına, savaşı sen kazandın

Al bizi, içir Lethe'yi, bir parça teselli olur kor

Ve ıstırap içindeki Ay, izlemiş bizi, soruyor

Abanoz tahtın altarına kaç masum adanıyor

7


Turabdin’in Buruk Tadı: Süryani Şarabı

DR. NURGÜL ÇELEBİ

Turabdin... Süryanice “Kulların Dağı” anlamına

gelen adıyla bilinen kutsal topraklar.

Mezopotamya’da yüzlerce medeniyete şefkatle

kapılarını açmış, uğruna savaşlar verilmiş

Doğu’nun incisi. Binlerce yıllın tüm fısıltılarını

arkasına alarak ılık ılık esen rüzgarların vurduğu

dağ etekleriyle, hüznün sarı tonlarını üstüne

geçirmiş Turabdin... İşte burasıdır Süryanilerin

anavatanı. Kopamadıkları, koparılamadıkları

kutsal toprakları. Mora çalmış bir üzüm tanesinin

beş binyıllık yolculuğuna eşlik eden topraklar.

Turabdin’in kuru toprağına yüz sürmüş üzümün

yolculuğu da tıpkı Süryanilerin yolculuğuna

benzer. Binlerce yıl öncesine, Sümer’e, Akad’a,

Asur ve Babil’e kadar uzanır kökleri. Toprağın

öylesine derinlerine kök salmıştır ki geçmişi,

hiçbir işgalci söküp atamamıştır onu aşık olduğu

vatanından. Bu yüzden Turabdin topraklarının

her bir karışında farklı bir lezzet kazanmış,

yüzlerce çeşidiyle zengin bir damak şölenine eşlik

etmiştir üzümleri. Ancak onu tanımak için

karakteristiğini bilmek, ruhunu okumak gerekir.

Yüzlerce yıllık bir çınarın gölgesinde tüm

hüznünü akıtan gözlerin sahibi Zilfo’yu okur

gibi... Çünkü ketum bir kadın misali öz lezzetinin

arkasına gizler kırıldığı her anı. Çünkü

Turabdin’in havası ona iyi davranmamıştır. Yaz

aylarının kuru sıcaklarıyla çatlayan kurak

toprakların büründüğü renkler, canlılıktan

uzaktır. Tıpkı sahiplerinin kaderi gibi...

Kopamadıkları,

koparılamadıkları

kutsal toprakları.

9


TURKEY

Mardin

Savur

Maserte

Bnebil

Kilitmara Mor Hananyo

Golliye (Dayr al-Za'faran)

Syria

Mor Abay

Qelith

Mor Dimet

Nisibis

Mor Lo'ozor

Habsus

Midyat

Mor Yaqoub

Kafro Elayto

Salah

Bate

Hisno d'Kifo

Yardo

Dayro Daslibo

Zaz

Arbaye

Karburan

Dayr Qube

Ahlah

Bequsyone

Hah

Dayro d'Yoldath Aloho

'Arnas

Kfarze

'In Wardo

Esfes

Mor Abrohom Mzizah

Mor Gabriel

Kefshenne Osar

Enhil

Qartmin

Kafro Tahtoyo

Basibrin Miden

Temerze

Beth Zabday

(Azakh)

Kfarbe

Mor Malke

Sare

Arbo

Arkah

Badibe Ehwo

Sederi

Mor Abraham

Harabmishka

(Kashkar)

Mor Yuhanon

Mor Augin

Birguriye

Mor Bobo

Gremira

Qreetho di 'Eeto

(Gundukshukru)

Gzirto

Hassana

Iraq

Turabdin’in Buruk Tadı:

Süryani Şarabı

DR. NURGÜL ÇELEBİ

Unutulmaya yüz tutmuş kadim bir

medeniyetin sahibidir Süryaniler ve

binlerce yıllın her türlü savaşını,

katliamını kayıt altına alan bir dilin...

Suya hasret Turabdin topraklarının

üzerinde, yokolmaya mahkum

edilmiş bir kültürün kalıntıları

uzanır. Bir damla şefkat ile hayat

bulacakken yanmaya terk edilmiş

koskoca bir kültürün mirasçılarıdır

bağlarını ayakta tutmaya çalışanlar.

Taş konaklarının yıpranmış

duvarları, kenarları ovalleşmiş taş

oyması süsleri, dokununca unufak

olacak hissi uyandıran anılarıyla

Süryani şarabının doldurduğu

küplerin sessizce beklemeye

bırakıldığı üzüm bağları...

Süryani şarabının lezzeti

sahiplerinin geçmişi gibi buruk

bir tat bırakır damaklarda. Zira

üzümü Mesih’in kanıyla yıkanmış

topraklarda yetişmiştir. O’nun,

son akşam yemeğinde ikram

ettiği kendi kanı gibi kutsanmış

lakin buruk bir tada sahiptir.

Kana susamış toprakların

çatlaklarından sakince süzülen

hüzün ile beslenen üzümlerden

başka türlüsü beklenir mi?

Bu yüzden şenlikli bir lezzet

değildir onunki. Binlerce yılın

dinginliği, katmerli acıların kan

kırmızı yoğunluğu hissedilir

kadifemsi dokusunda. Aynı

salkımın etrafa saçılmış üzüm

taneleri gibidir Süryaniler. Kendi

topraklarından uzakta dünyanın

her bir yerine dağılmıştır. Buna

rağmen her bir üzüm tanesinde

yüzlerce yılın yaşanmışlığ

ısaklıdır. Toy bir tazelik sunmaz

asla. Arkasında bıraktıklarının

ahıyla ağır bir tortu bırakır. Bir

defa yudumlayanın damağından

kolay kolaysilinmez lezzeti.

Boğazı hafifçe yakar aşağı

inerken tıpkı Turabdin’in yakıcı

güneşi gibi. Kilisenin mihrabında

Mesih’in kanına dönüşür

binlerce yıldır yandığını anlatmak

istercesine.

10

Süryani şarabı... Buruk tadının alt

notalarında dinginliğini hiç

yitirmeden anlatır yıllardır şahit

olduklarını. Turabdin’in kavurucu

sıcağıyla sertleşmiş üzümlerinden

gelen yoğun kıvamı, Mesih’in

kabuk bağlamış yaralarını anımsatır.

Her Pazar ayininde sunulduğu

kanın ta kendisi olmuştur artık

Süryani şarabı. Beş bin yılı aşkın bir

süredir kök salmış üzümlerinin

tanıklığıyla, her yudumda

unutulmaya mahkum edilmiş bir

kültürü anımsatmak gayesiyle yavaş

yavaş süzülür. Yılların tozlanmış

anılarını işler damaklara usulca...

her zaman olduğu gibi... usulca

akar ve hatırlarda kalmak ister,

unutulmaya mahkum edilmiş bir

toplumu yaşatmak pahasına, kan

olur kırmızının en koyusunu

geçirerek üstüne.


SAMSARA

Gözde Örs

Bildiğin isimler artık bilmediğin

sevdiğin artık bilmediğin

kötülüğün sınırında

göremediğin yasaklar

delemediğin rüyalar var

giremediğin ölüm var artık

birleştiremediğin

ben özgürlük şarkısındayım

sen zincirlerindesin kıramadığın

ebediyet artık bana güneş.

11


Yazar: Zeynep Çolakoğlu

Çizim: Sultan Özdemir

MERLOT’NUN DRAMI

12

12


MERLOT’NUN DRAMI

Zeynep Çolakoğlu

“Neden Cab*?” diye sordu gözlerini üzerime dikerek. “Neden ben değil de o senin

vazgeçilmezin?”

“Cabernet Sauvignon beni daha iyi anlatır çünkü. Onu tanırsın, daha yanına yaklaşırken

kokusundan... Çizgisi nettir, tutarlıdır, sürprizlerle çok karşılaşmazsın o varken yanında.

Ama seni şaşırttığı zamanlar da olur ki o zaman birşeyler fena halde ters gitmiştir ve

tepkisi yıkımla sonuçlanır. Yumuşak geçiş nedir bilmez. Zordur bir de...”

“Ne anlamda zordur?”

“Güçlü bir şaraptır, kolayca sindirilmeye gelmez, bir bakmışsın boğazında bir yumruğa

dönüşmüş, bir sözüyle cehenneme yollamış seni”.

“Yılların öfkesini mi taşır içinde?”

“Evet, Cab biriktirir ve zenginleştirir. Antik bir demondur o. Maharetlerini ortaya

sermesi için beklemelisiniz onunla birlikte. Bu ister onun keyif çattığı bir mahzen, ister

son teknoloji dolaplar olsun, fark etmez. Cab acele etmez, zaman onun için bir

illüzyondur”.

“Sabır ister yani...”

*Cab. : Cabernet Sauvignon’un kısaltması

13 Çizim: Sultan Özdemir


MERLOT’NUN DRAMI

Zeynep Çolakoğlu

“Kesinlikle! Sabırla özdeştir Cab,

Orta dünya’nın Ent’lerine

benzer, zaman onun içine doğru,

yavaş yavaş akar”.

“Bu yolda yaşlanır o halde.

Benim gibi canlı ve dinamik

olamaz hiçbir zaman.”

“Bu durum biraz da Cab’la

birlikte vakit geçirene bağlı

aslında. Yaşlanmak, olgunlaşmak

hatta uygun şartlar olursa

yıllanmak harikadır onunla.”

“İlla bekleyeceksin... Ben

an’larda yaşarım, bana yorucu ve

sıkıcı bir yolculuk gibi geldi

anlattıkların.”

“Yürüdüğü yol bellidir Cab’ın.

Onunla yolculuk etmek de

cesaret ister. Göz göre göre

ölüme sürükleyebilir.”

“Hahaha, bir de ölüme

sürüklenmek mi? Hem de o

kadar bekledikten sonra!

Merlot, ne desem

beğenmeyecekti biliyorum, onu

ikna etmeye de çalışmıyordum.

Sadece Cab hakkında

söyleyeceklerim bitmemişti.

“Ah, bir de her ortama uyum

sağlar Cab. İyi bir stratejisttir.

Ona Fransa Bordo’da Medoc ve

Graves’te, Bordo dışında

Languedoc-Rousillon, İtalya’da

Friuli-Venezia, Alto Adige,

Veneto ve Super Toscana

harmanı içinde, Amerika’da

Kaliforniya’nın Napa ve Sonoma

Vadilerinde, hatta Avustralya,

Yeni Zelanda, Güney Afrika, Şili

ve Türkiye’de İzmir Urla,

Manisa, Denizli Güney, Ankara

Kalecik ya da Trakya Şarköy’de

rastlayabilirsiniz. Standardı çok

değişmez ama izini belli eder

ortama ayak uydururken.

Onunla ilgilenenler ciddi hatalar

yapmamışsa kalitesini kolay

kolay düşürmez.

Başı diktir.

Ama sanmayın sessizliği

kelimelerini kaybettiğindendir;

üzerinize saldırmak ve korku

öyküleri anlatmak üzere hazır

beklemektedir.”

Cab güneşin altına uzanmış sere

serpe yazarın onun hakkında

ki nefis düşüncelerini dinlerken

bu sefer Fransız, Amerikan,

Sloven ya da Macar fıçılardan

hangisinde yuvarlanacağını

merak ediyordu. Bir yandan da

bu senenin rekoltesine hafif

tütsülemiş mi, yoksa yakılmış

fıçı mı daha iyi gider diye derin

derin düşüncelere dalmıştı.

Ama olur da üretici ucuza kaçar

ve Bulgar meşesinden yapılmış

fıçı kullanırsa diye de aklı

çıkıyordu.

14


MERLOT’NUN DRAMI

Zeynep Çolakoğlu

“Sensin Kara Tavuk!” diye bağırdım

ona. Yazarın Cab hakkında ahkâm

kesmesinden de, küçük, siyah kalın

kabuklu ucubenin gerim gerim

gerilmesinden de bıkmıştım.

Güneşin altında şekli itibariyle beş

deliği bulunan ve şaşırmış bir

insanın yüz ifadesi taşıyan

yapraklarından şapkasıyla oturmuş

hangi fıçıya gireceğini

düşünüyormuş. Zaten tembellik

yapmaktan başka işi yok. Medoc ve

Graves bölgelerini da alıp başına

çalsın! Nasılsa daha serin Saint

Emilion ve Pomerol hâlâ benim!

Evet, çok kızgınım! Birara

Alexander Payne’in Sideways’inde

beni hantal, bunak ve beş para

etmez biri olarak anlatmışlar ve

insanları benden soğutmuşlardı. İyi

de gözünü hırs bürümüş üreticinin

ve işini iyi yapmayan bağcının

hatasından neden ben sorumlu

oluyor muşum? Oysa dünyaca

meşhur Château Pétrus harmanı

ağırlıklı olarak benden oluşur.

Anlaşılır şey değil! Lanet olası

Cab... Her şey onun yüzünden...

Çok sinirlendiğimde ben de

tanenlerimi ok gibi fırlatabiliyorum

bu arada.

İnanmazsanız Uçmakdere Firuze

Merlot 2020 ya da Vinkara Reserve

Merlot 2019’a bir bakın da ne kadar

muhteşem olduğumu görün! Zaten

ödülleri de topladım. Her ne kadar

Cab’a süreli kızgın olsam da biz

ağırlıklı olarak hep beraberiz. Hatta

birbirimizi tamamladığımızı

söylüyorlar. Cab’ın zengin, güçlü,

tanence zengin, dolgun yapısı benim

zarif, meyvemsi, yumuşak mizacımla

dengelendiği için Bordo

apelasyonunda bizi illa biraraya

getirirler. Sadece Cab ile ben değil,

aramıza başkaları da katılır ama

onlar bize göre biraz daha

mesafeliler.

Bakın işte, siyah-beyaz da olsa

anlaşılıyor! Aile resminde Cab ve

benden başka Cab Franc, Petit

Verdot, Malbec ve hatta adı

sonbaharda yapraklar dökülmeden

önce aldıkları parlak kızıl renginden

gelen, kendini beğenmiş Carménère

de var. Cab Franc’ın ressamların

giydiğine benzer artistik şapkası çok

komik, sebze kafa işte.

Malbec ise yıllar önce bizi terk edip

Arjantin’e yerleşti, orada başka biri

gibi davranıyormuş, öyle duyduk.

Bizim buraların yani Cahors’un

Malbec’i kaba saba biriydi, asidi

düşük, mürdüm eriği, tütün,

sarımsak ve kuru üzüm aromalı,

derin mor renkliydi. Kulaklarında

oldschool death metal çalardı.

Arjantin’de yumuşadığını duyduk,

tanenleri olgunlaşmış ve menekşe

notalar kazanarak pamuk gibi

olmuş, glam metal dinlemeye

başlamış. Ama güneşlenmek

yaramamış anlaşılan çünkü bazı

yerlerde o uyduruk asitliği

yüzünden gevşek ve zayıf şaraplar

veriyormuş. Biz duyduğumuzun

yalancısıyız.

15


Geçenlerde bir gün yine Cab’ı çekiştirmek için eski

dostum Pinot Noir’ı aradım. Ne mi yapıyordu?

Tabii ki mahzende yitik nesnesini içselleştirmekle

meşgul, melankoli batağında yuvarlanıyordu.

Kendisine kısaca Robot Marvin ya da bir avuç

dolusu sorun diyebilirsiniz. Kafası hep dumanlı,

hayatı hep zorludur. Pinot’yu aramakla ölümcül bir

hata yapmışım, kim bilir kaç şarap severin hayatına

mal olmuştur onu aramak... Dünyadaki en iyi

Pinot’yu tatmak için heba edilen onca yıl! Pinot bir

tür fantezi haline dönüşmüş durumda. Ulaşmadıkça

daha çok peşinden sürükleniyorsunuz! Benden

söylemesi!

Telefonu olanca kayıtsızlığıyla uzun çaldırmalarımın

ardından nihayet açan Pinot, halini hatırını

sormamın hemen ardından konuya girerek bana

“sonsuza dek içinde yabancı bir beden taşıdığını”

söyledi. Bu aralar Benjamin okuduğunu ve

gerçekten ruhuna bir tercüman bulduğu için ölümü

daha çok duyumsadığını ekledi. Oysa ki onu, İtalyan

kardeşlerimiz Corvina, Corvinone ve Rondinella

gibi güneşin altında bırakıp sonra da hasırlar

üzerinde iliklerine dek kurutup ölüsünden şarap

falan yapmıyorlardı. Neyse..

Bu üzüm varoluşu sebebiyle huzur bulamıyor

resmen! Tuhaf inanışları var; örneğin sorunlu

doğası nedeniyle her daim okside olmaya

yatkınlığının, gücünü besleyen bir bozukluk

olduğunu düşünüyor. Sonra iflah olmaz bir

melankolikmiş kendisi, kayıp nesnesi bilincinde

canlı canlı gömülüymüş ve kayıpla bizzat

özdeşlemiş. Bence bu Pinot gerçekten kafayı yemiş,

ben size söyleyeyim.

MERLOT’NUN DRAMI

Bir keresinde “neyi kaybettin, ben sana yardım

edeyim” demiştim de kaybı kaybettiğini söyleyip

beni orada bir kez daha darmaduman etmişti.

Ne diyeyim ben şimdi bu deliye? Sanırım tüm

bu kayıp meselesi yüzünden Pinot egosunu da

bir yerlerde bıraktı. Çünkü çok özel bir şarap

olduğu halde Cab gibi kendini beğenmiş değil,

hâlâ mütevazı, kendi halinde ve evet, der daim

melankolik. Bir gün “İyi bir şarap olma amacım

nedeniyle atlattığım tüm o badireler hüznümü

keyife dönüştürüyor. Çilek reçeli köpüğünde

yoğunlaşan bu burukluk, dumansı notalarla

şarabıma sızıyor” demişti. Pinot’nun bu

şiirselliği beni öldürecek! İşin gerçek tarafına

dönersek asırlardır şarap üreticilerine hayal

kırıklığı yaşatmakla meşhur, Burgonya’nın 2mil

genişliğindeki şeridinde yer alan Côte d’or

bölgesinde şımarıklığıyla tanınan, mevsim ve

toprak seçen, böceklerden, soğuktan

hemencecik etkilenen gıcık bir kimsedir. Kimse

bilmez bunu; üzümlerini kuşlardan koruyacak

kadar yeterli yaprağı bile yoktur. Hadi siz

korudunuz, bu sefer meyveleri buruşarak

kuruyabilir. Dedim ya tam bir baş belasıdır.

Hatta bir seferinde hatırlıyorum onu ziyarete

gitmiştim. Bir baktım, beti benzi atmış, kırmızı

şaraplık hali kalmamış. Nerede o güzelim

antosiyaninler, hepsi kayıp...

Ne oldu sana, kim korkuttu diye dalga

geçiyordum ki meğerse asması mutasyona

uğramış ve yeni bir kimlik edinmiş. O zaman

yeni kimliği için Pinot Blanc gibi bir şeyler

geveledi ama aklımda kalmadı benim. O halini

görünce topukladım direkt. Çünkü beni

bilirsiniz, antosiyanin altın değerindedir

banagöre. Mor röfleli nadide yakut kırmızısı

rengim vardır ve mutasyonmuş, hastalıkmış,

bunu kaybetmeye hiç niyetim yok.

16


MERLOT’NUN DRAMI

Zeynep Çolakoğlu

Pinot bu kadar sorunluysa nasıl bu kadar hayranı var

diye düşünebilirsiniz. Ama şimdi hakkını yemeyelim,

kadife eldiven içinde demir yumruktur o. Büyüleyici

sesiyle kanınıza işlemesini iyi bilir, dolgun gövdeli,

ipeksi, orta asidite ve düşük tanenleriyle bir kere

onunla tanışanlar bir daha asla onu unutamazlar.

Öyle yavaş tıklatır ki kapınızı, gecenin Plutonian

kıyısından gelen bir misafir olduğunu unutur ve

açarsınız kapıyı. Ama şunu aklınızdan çıkarmayın,

Pinot istediği gibi bir çocukluk geçirmediyse sülfürlü

anılarla bütün hayatınıza kastedebilir, sadece kendisi

indirgenmekle kalmaz, sizi de yerin dibine sokmasını

bilir.

Her üreticiden, her an içilebilecek bir şarap değildir

o. Her an talebiniz için doğru adres benim. Size erik,

vişne, kuş üzümü ya da okaliptüsle eşlik edebilir,

robdöşambrımı giyinip bir elimde sütlü kahveyle

ziyaretinize gelebilirim. Bir de beni Ihsahn’ın* son

albümünde Alone* şiirine bestelediği şarkı açıkken

için lütfen. Onunla harika gidiyorum. Tamam, tamam

ukalalık yapmayın. “Alone” şiirinin daha önce Green

Carnation* tarafından bestelendiğini biliyorum ben de

ama Ihsahn’ınki daha vurucu diyorum sadece.

Bir parmak şıklatmasıyla gözlerimi açtığımda

kadehimin üzerinde triskelion desenleri olan

halıya yuvarlanmış olduğunu görerek güldüm.

Yine ansızın şarabȋ düşlere dalmış, orada Cab ve

Merlot ile karşılaşmıştım. Acaba ne içiyordum

diye düşünerek komedinin üzerinde olduğunu

düşündüğüm şişeyi ararken o küçük kara

gözlerle göz göze geldim. Bu da neydi böyle! O

salkımdaki küçük siyah tanelerin hepsi birer göz

olmuş nefretle bana bakıyordu, başlarındaki

yapraktan süslü şapka ise olayın dehşetini

trajikomik bir hale çeviriyordu. Hatta

tanelerden birinin elinde minik bir bıçak mı

vardı ne?

Mimiklerim ruh halimin değişikliğine kurban

gitmiş ve yüzüme anlaşılmaz ifadeler geçidi

yerleşmişti. Sanırım gözlerimi bir başka düşe

açmıştım. Merlot tanelerinden elinde ekmek

bıçağı olanı, şişeyi eline almış hınçla etiketini

yırtmaya çalışıyordu. Etikette “Urlice Artizan

Cabernet Sauvignon ꝏ” yazıyordu. Merlot’nun

dramı bitmeyecekti.

*Cab. : Cabernet Sauvignon’un kısaltması

* Norveçli metal müzik müzisyeni

*Edgar Allan Poe’nun “Alone (Yalnız)” adlı şiiri

*Norveçli progresif metal grubu

17


hiç birine uzanamıyorum

Mehmet Utku Mumcu

hiç birine uzanamıyorum

ben ölü çocukları yazamıyorum hamiş

duygular yıkık duvarların altında kaldı

kulaklarımı paslı şarapneller tıkadı

sadece insanlara alt alta mektuplar döküp

kenarı kırpık parıldayan seslerle

bir şiirin kenarını boyuyorum

-kendimi yargılayabilecek çocukluğa erişebilinceye kadar

adaletin varlığına inanmıyorumbu

yüzden huzurlu balkon esintilerinde

iki sandalyeyi birleştirip ruhumu uyutmak istiyorum

çocuklar öldüğünde

dualizm eteğini sıyırıyor

orası libido tütüyor

insan bu yüzden iki ayaklı-erekte bir hale-geliyor

çocuklar ölüyor hamiş

ben hala ölü çocukların duyamayacağı ayıp şeyler söylüyorum

büyük kefenlerimiz çocuk ruhlarını sardıkça

tacizimizi yaşıyoruz hamiş

toprağın kovuğuna bir zeytin dalını sığdırıp

bir kovalık çamurla dolduruyoruz

ellerimiz artık çamur kiri

eve akşam ezanından sonra gidersek allah baba dövecek

bu nedenle anneler korkar hamiş

dört duvarın altında çocukların ruhlarını zeytinyağlı

sabunlarla çitelerler

yazamıyorum hamiş

paslı kefeleri pazarlarda ucuza sattığımızı

topraktanların aç kusrağını

yıkılı duvarların kapılarını

uçuçların altından kalkıp

maviliğe uzanan avuçların çocuk ruhu olmadığını

yazamıyorum

çocuklar ölüyor hamiş

ellerim bir kopuk oyuncak ayı kolu

hiç birine uzanamıyorum

18


ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Özlem Ertan’ı kısaca tanıyabilir miyiz?

Arkeolog ve yazarım. Ege Üniversitesi Protohistorya ve

Önasya Arkeolojisi bölümünden mezun oldum. Çok

severek ve isteyerek arkeoloji okudum. İyi ki de

okumuşum. Çünkü arkeoloji ve mitoloji bana yazarlık

sürecimde de çok şey kattı, katıyor. Özellikle de

mitoloji... Çünkü mitoloji atalarımızın bize bıraktığı bir

yaşam bilgeliğidir, yol haritasıdır ve insanın içsel

süreçlerini, yaşam yolculuğunu anlatır. Mitoloji bilen

insan kendini bilir ve insan doğasını yakından tanıma

imkânı bulur. Buna bağlı olarak kurgu yazımında da bir

adım öndedir. Ben sanatın her alanından, ama en çok da

insanlığın kadim bilgeliğinin ürünü durumundaki

mitlerden ve masallardan beslenen bir yazarım.

Yayımlanmış dört fantastik romanım var. Pek çok

fantazya, korku ve bilimkurgu antolojisinde öykülerimle

yer aldım. Aynı zamanda 2007’den beri kültür-sanat

yazarlığı yapıyorum. Çoğunlukla opera, klasik müzik,

arkeoloji ve popüler tarih yazıları hazırlıyor, röportajlar

yapıyorum

En son Destek Yayınları tarafından araştırma inceleme kitabın ‘Hekate: Bize Ne Mesaj

Veriyor?’ yayımlandı. Yollarınız Hekate ile nasıl kesişti? Bu kitabı yazmaya nasıl karar

verdin?

‘Hekate’ benim çok sevdiğim bir tanrıça. 2021’de yayımlanan romanım

‘Dolunay Ayini’nde de önemli bir yere sahipti. Hekate’nin adına ilk kez

lisedeyken William Shakespeare’in ‘Macbeth’ tragedyasında rastlamıştım.

Shakespeare, Hekate için uzunca bir tirat yazmıştı. Araştırınca

Hekate’nin ne kadar önemli bir tanrıça olduğunu gördüm ve çok sevdim.

Hekate her şeyden önce tek başına ayakta duran, sırtını bir erkeğe

yaslamayan, doğanın bilgeliğine sahip bir kadın arketipine karşılık gelir.

Tam da bu yüzden ataerkil Helen toplumunda ötekileştirilmiş, 12

Olimposlunun arasına alınmamış ve cadıların, büyücülerin tanrıçası

olarak lanse edilmiştir. Aslında cadı denen kadınlar da aynı Hekate gibi

dişil bilgeliğe sahip olan, doğanın dilinden anlayan, şifacı kadınlardı ve bu

yüzden ataerkil sistem tarafından tehdit olarak görülüp ötekileştirildiler.

Tüm bunlar Hekate ile güçlü bir bağ kurmamı sağladı.

19


ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ

‘Hekate: Bize Ne Mesaj Veriyor’ kitabını

yazmama ise araştırmacı-yazar Sevgili Erhan

Altunay vesile oldu. Erhan Altunay çok

kıymetli ve benim çok sevdiğim bir insandır,

üstadımdır. Türkiye’nin sayılı

entelektüellerinden biridir. Mitoloji

konusunda da muazzam bir bilgi birikimi

vardır. Bir gün beni arayıp Destek Yayınları

için bir mitoloji serisi hazırladığını söyledi

ve bu seri kapsamında Hekate hakkında bir

kitap yazmamı önerdi. O da beni aradığında

serinin ilk kitabı ‘Dionysos’u yazıyordu. Çok

sevinerek ve heyecanla kabul ettim bu

öneriyi. ‘Hekate’ kitabımın editörlüğünü de

Erhan Altunay yaptı. Çok keyifli ve verimli

bir yazım süreci oldu.

‘Hekate’ şimdiye kadar yazılan mitoloji kitaplarından

bir hayli farklı. Yer yer okurlara seslendiğin,

toplumsal cinsiyet konusuna göndermeler yaptığın,

mitoloji, tarih ve sosyoloji gibi dalların kesişim

noktasında, sürükleyici ve merak uyandırıcı tarzda bir

eser. Bu konuda neler söylemek istersin? Okurlar

‘Hekate’ kitabında neler bulabilirler?

Türkiye’de maalesef mitoloji çok yanlış

anlaşılıyor. Mitolojinin binlerce yıl önce

yaratılmış eğlencelik, uydurma öyküler

olduğunu zanneden pek çok insan var.

Hatta bu yanlış algının bazı

akademisyenler tarafından da paylaşıldığını

görüp şaşırıyorum. Oysa mitoloji insanı ve

insanın içsel yolculuğunu anlamanın

anahtarıdır. Joseph Campbell, Mircea

Eliade gibi bilim insanları bu gerçeği yıllar

önce ortaya koydular.

Psikoloji biliminin de insan davranışlarını

çözümlemede mitolojiden faydalandığını

biliyoruz. Çünkü insan doğası değişmez,

hep aynıdır ve mitler insanın kendini

bulma sürecini sembolik bir dille anlatılır.

Joseph Campbell’ın ‘Kahramanın Sonsuz

Yolculuğu’ kitabında da belirttiği gibi,

dünyanın farklı bölgelerinde yaratılmış,

pek çok açıdan birbirine benzeyen

kahraman mitlerinde kendimizi buluruz.

Biz de tıpkı o mitolojik kahramanlar gibi

bir çağrıya uyup yolculuğa çıkarız,

canavarlarla savaşırız, ölür ve sonra

içimizdeki gücü keşfedip yeniden diriliriz.

Bunlar hep sembolik anlatımlardır tabii.

Sevdiğimiz birini kaybettiğimiz, işimizden

olduğumuz, eşimizden ya da sevgilimizden

ayrıldığımız an “maceraya çağrı” anıdır.

Hayat bizi mevcut düzenimizin dışında bir

serüvene çıkmaya zorlar. O serüvende

savaşmak zorunda kaldığımız canavarlar

da korkularımızı, travmalarımızı, karanlık

tarafımızı, değişime direnen statükocu

yanımızı temsil eder. Bu savaştan galip

çıkarsak, değişmiş ve olgunlaşmış bir insan

olarak yeniden doğarız. Tüm o kahraman

mitleri bu evrensel süreci anlatır. O

yüzden mitoloji bilmek herkes için çok

önemlidir. Size bir yol haritası sunar.

20


ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Tanrılar ve tanrıçalar ise içimizde yaşayan

ve davranışlarımızı belirleyen arketiplerdir.

Analitik Psikolojinin kurucusu Carl Gustav

Jung’un literatüre kazandırdığı arketip

kavramı, hepimizin bilinçdışında varlık

gösteren belli davranış ve düşünce

kalıplarına işaret ediyor. Ben bu kitabımda

Hekate’yi bir arketip olarak da inceledim.

Eğer bunu yapmasaydım kitap eksik kalırdı.

Çünkü Hekate kocasız, çocuksuz, bir

erkeğin varlığına ihtiyaç duymadan dimdik

ayakta duran bir kadın arketipi olarak

yaşamımızı etkilemeyi sürdürüyor. Bugün

aramızda pek çok Hekate yaşıyor. Okurlar

kitapta tüm yönleriyle Hekate’yi ve Anadolu

Ana Tanrıçasının ataerkil düzende geçirdiği

değişimi bulacaklar.

Artemis’in Efesli, Hekate’nin ise Karyalı olduğunu

öğreniyoruz kitaptan. Karya tam olarak nerede yer

alıyor?

Karya, Anadolu’nun güneybatısına Antik

dönemde verilen isim. Günümüzde Aydın

ve Muğla illerinin bulunduğu alana o

dönemde Karya deniyordu. Karyalılar,

Anadolu’nun yerli halklarından biri. Dilleri

Karca da Luvice ile akraba.

Hekate’yi en iyi tanımlayan özellikler nedir?

Hekate’nin pek çok özelliği var, ama

sanırım en önemlisi üç yüzüyle kadınlığın

üç evresini de bünyesinde barındırması.

Hekate çoğu heykelinde üç yüzlü ve üç

vücutlu tasvir edilir. Bu yönüyle hem Ay

tanrıçası olarak Ay’ın fazlarını hem de

genç kızlık, annelik ve yaşlı bilge kadınlık

olmak üzere kadın yaşamının ana

evrelerini bünyesinde toplar.

Yani Hekate tüm süreçleriyle kadın olma

halinin ta kendisidir. Üç yüzü onun yere,

göğe ve yeraltı âlemine hâkim olduğunu da

gösterir ve tabii bir de zamanlara...

Hekate’nin bir yüzü geçmişe, bir yüzü

bugüne, son yüzü de geleceğe bakar. Bu

yönüyle geçmişle gelecek arasındaki eşikte

duran iki yüzlü Roma tanrısı Janus’a

benzer. Hekate kavşakların da tanrıçasıdır.

Hayatlarının kritik eşiklerinde meşalesiyle

insanların yollarını aydınlatır.

Ölüm deneyimi yaşayanlara yeraltındaki

yolculuklarında eşlik eder. Tabii ki aynı

zamanda Ana Tanrıçadır. Doğayı koruyan,

yerde, gökte ve denizlerde hükmü geçen

kutsal bir dişil güçtür.

21


ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Kitaptaki can alıcı noktalardan biri Anadolu’da

başlarda ana tanrıça olarak bilinen Hekate’nin,

Helenlerin bize attığı bir kazıkla şeytanlaştırıldığını

ve cadılıkla ilişkilendirilmeye başlandığını

öğrendiğimiz yer diye düşünüyorum. Sen ne

düşünüyorsun?

Evet, çok doğru. Anadolu, Ana Tanrıçanın

kendini en güçlü şekilde gösterdiği

coğrafya. Bu gerçeği Çatalhöyük, Hacılar,

İzmir Ulucak Höyük gibi tarih öncesi

yerleşimlerde bulunan şişman ana tanrıça

figürinlerinden de anlıyoruz. Şişman

olmalarının nedeni sembolik olarak toprağın

bereketini ve doğurganlığı temsil etmeleri.

Ana tanrıça bu dönemde yeryüzünün ta

kendisi olarak görülürdü. O, toprağın sahibi

olan ve insanları topraktan çıkan ürünlerle

besleyen evrensel bir anneydi.

Dönemin toplumsal yapısı da Ana Tanrıça

inanışından dolayı anaerkildi. Tarih öncesi

Anadolu toplumları kutsal kabul ettikleri

doğayla uyum içinde yaşayan, barışçıl ve

eşitlikçi toplumlardı. Çatalhöyük’te tüm

yapıların birbirine benzemesi ve toplumsal

hiyerarşiye işaret eden, diğerlerinden daha

görkemli bir yapı bulunmaması bu gerçeğin

ifadesidir. Ne zaman ki Milattan Önce

3000’li yıllarda Anadolu’ya savaşçı ve

ataerkil kavimler geldi, işte o zaman Ana

Tanrıça da arka plana atılmaya başladı.

Ancak Anadolu’da Ana Tanrıça o kadar

köklü bir geçmişe sahipti ki kadın ve

tanrıça, Helenlerin Anadolu’ya gelişine

kadar önemini büyük oranda korudu.

Ataerkil bir anlayışa sahip olan Helenler,

kendilerine yabancı, Anadolulu bir tanrıça

olan ve kendi başına ayakta duran güçlü bir

kadın temsili olan Hekate’yi cadılık ve

büyücülükle özdeşleştirdiler. Bunu Rodoslu

Apollonios, Euripides gibi antik yazarların

eserlerinden de anlamak mümkün.

Hekate’nin Ana Tanrıçalıktan büyü

tanrıçalığına geçişi bu ataerkil yaklaşımın

ürünü. Dediğim gibi aslında cadılar da

doğanın gizemlerini bilen bilge kadınlardı ve

tam da o yüzden ataerkil sistem için

tehlikeliydiler. Hıristiyanlıkla birlikte bu bilge

kadınlar şeytanla iş birliği yapan varlıklar

olarak yaftalandılar ve bu da cadı avlarının

temelini oluşturdu.

Hekate mitini merak edenler Türkiye’de nereleri

gezebilir?

Öncelikle Muğla Yatağan yakınındaki Lagina

Kutsal Alanı’nı ziyaret edebilirler. Lagina

Kutsal Alanı dünyada antik dönemden bugüne

kadar ulaşmayı başarabilmiş tek Hekate

tapınağı. Lagina’nın tapınak frizleri ise

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde yer alıyor.

İlaveten İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde

Hekate’nin tasvir edildiği çok güzel bir mezar

steli de var. Aslında Hekate İstanbul için de

önemli. Antik Dönemde İstanbul’da üç tane

Hekate tapınağı bulunduğunu Antik

yazarların eserlerinden biliyoruz, ama

bunların hiçbiri günümüze ulaşmayı

başaramadı ne yazık ki.

22


ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Aynı zamanda klasik müzik ve opera üzerine müzik

yazarlığı da yapıyorsun. Şu an aktif olarak yazdığın

bir yer var mı? Hekate ile hangi müzik eserlerini

ilişkilendirirsin?

Evet, Konser Arkası adlı klasik müzik

dergisinde her ay ‘Operatik’ başlığıyla opera

yazıları kaleme alıyorum. Bu arada Hekate

operalarda da adı anılan bir tanrıça. Mesela

Barok Dönem bestecisi George Frideric

Handel’in ‘Sosarme, Re Di Media’ (Med

Kralı Sosarme) operasında Hekate de

vardır. İşin ilginç tarafı bu operanın

Anadolu’da, Lidya Krallığı’nda geçmesidir.

Operada, Lidya Kralı Alyattes’in eşi Erenice

rüyasında Hekate’yi görür. Tüm zamanlara

hükmeden Hekate, ona Lidya Kralı olan eşi

Alyattes ile oğlu Argone arasındaki savaşın

tahmin edilenden erken biteceğini

söylemiştir. Peki, savaşın sonucu ne

olacaktır? Erenice korku içinde uyanır ve

Hekate’ye dua etmeye başlar. ‘O Diva

Hekate… Dite pace, e fulminate’ adlı

soprano aryası Barok müziğin zarafet dolu

örneklerinden biridir. Bol ajilitelidir ve

akılda kalıcı melodilerle bezelidir.

23

2022 yılında, 88 yaşında kaybettiğimiz

Britanyalı besteci Harrison Birtwistle’ın

1986’da bestelediği ‘The Mask of Orpheus’

operasında ise Hekate önemli bir karakter

olarak yer alıyor. Mitolojik bir karakter olan

ve Antik Dönemde bir gizem kültüne adını

veren Orpheus, çok sevdiği karısı Euridice’nin

ölümünün ardından yıkılır ve ölüler âlemi

Hades’e karısını aramaya gider. Bu noktada

Orpheus’un imdadına yetişen Hekate, ona

yeraltı âleminde Ölülerin Kâhini kılığında yol

gösterir. Bu iki opera direkt Hekate ile

özdeştir benim için.

Bir de Pagan Folk müzik yapan Faun’un

şarkıları da bana hep o kadim zamanları ve

Hekate’yi anımsatır. Hekate’nin metal müziğe

de ilham verdiğini eklemeden geçmemek

gerekir tabii.

Sana göre Hekate’yi en iyi tanımlayan semboller

nedir?

Hekate’nin en belirgin sembolleri köpek,

yılan, meşale ve anahtardır. Bunların her biri

tanrıçanın ayrı bir yönünü temsil eder

kuşkusuz, ama bence Hekate’yi en iyi

tanımlayan sembolü yılandır. Yılan hem hayat

verir hem de hayat alır. Salgılarından ilaç

yapılır, ancak soktuğunda zehriyle öldürebilir.

Tanrıça da insanları besler, toprağın

bereketiyle karınlarını doyurur, ama yaşamları

sonlanan insanların soğuk bedenlerini toprağa

alan da odur. Bir yanıyla hayat veren bir

yanıyla da hayat alan tanrıçaya çok yakışır

yılan sembolü. Hekate de hem Ana Tanrıçadır

hem de ölülere yol gösteren yeraltı

tanrıçasıdır.


ÖZLEM ERTAN İLE HEKATE ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Hekate’nin devamında mitoloji, tarih ve arkeolojiyi

birleştiren başka kitaplar da olacak mı? Bu konuda

yeni fikirlerin ya da projelerin var mı?

Evet, olacak. ‘Hekate’den sonra ‘Bir Hitit

Masalı’ adlı fantastik roman serimin ilk

kitabı ‘Kanatlı Güneş’ de okurlarla buluştu.

O serinin devamı gelecek. Başka bir mitoloji

kitabı da sırada.

Vinolettera’ya özgü bir soru geliyor: Hekate ile

karşılıklı hangi şarabı yudumlarken ona ne sormak

isterdin?

Röportaj için teşekkür ederiz. Eklemek istediğin bir

şey var mı? Son sözlerini alabilir miyiz?

Rica ederim. Ben de bu güzel söyleşi için çok

teşekkür ediyorum. Son olarak mitolojinin

hayatımızın her alanında bize ilham verecek

güce sahip olduğunu yinelemek istiyorum.

Masallara, mitlere, tanrılara ve tanrıçalara

hayatımızda yer açalım. Çünkü onlar

insanlığın tüm deneyimlerini bize aktaran

zamansız elçiler.

Her zaman yanımdaydın değil mi? Zor

zamanlarımda benimle konuşup, güçlü

olmamı söyleyen içimdeki sesin sahibi

sendin.

24


AFFET BİZİ TOPRAK ANA

Esma Tuğçe TÖZMAN

Bir sabah uyanıyorum sahilde yürüyüş yaparken “bugün İnciraltı'na gitsem“ diye düşünüyorum:

“Sancakburnu Kalesine mi, Deniz Müzesi'ne mi yoksa İnciraltı Kent Ormanına mı gitsem? ”Bir

zamanlar bu kadar çok bina yokken bir sürü İncir ağacı varmış.

İncir Ağacı deyince aklıma bir sürü anlatı geliyor. Tüm kutsal kitaplarda değerli bir ağaç. Zeytin

ve incir ağacı da hep birlikte bulunması gereken iki ağaç. Yunan mitolojisinde, Titan Sykeus,

annesi Gaia’yı Zeus'tan korumak için yerden bir İncir Ağacı çıkartır. Bir de Toprak Ana

Demeter’e sunulan incirin ürünlere bereket verdiğine inanılır.

Yunanistan’dan İtalya'ya, Roma'ya geçelim. Roma'daki Capitol Tepesi aklıma geliyor. Reha

Sylvia, Mars’tan olan ikiz bebekleri Remus ve Romulus’u, “Ruminalis” yani incir ağacının altına

bırakır. Remus ve Romulus, Rasenna adlı dişi kurt tarafından, Incir ağacının altında beslenip

büyütülürler. Sonrası malum, bu iki çocuk büyüyünce Roma kurulur.

Roma’da, Yaşlı kral Tarkan; pardon, Tarquinius Priscus tarafından yapımına başlanılan,

Etrüsklerin Veiovis Tapınağı üzerine kurulan Jüpiter Tapınağı vardır. Bu tapınak geçmişte

savaşlar yüzünden çok badireler atlattı. Ancak günümüze kadar ulaşan altı sütunu hala

ayaktadır, canlıdır. Çünkü Vitrivius’un “De Architectura/Mimarlık Üzerine On Kitap” adlı

kitabında bahsettiği üç kurala uymaktadır: “Utilitas, Firmitas, Venustas. Utilitas, kullanışlılık

demektir. Hatta İtalyancadaki faydalı anlamına gelen “utile” kelimesinin de kökeni Latincedir.

Firmitas ise sağlamlık, dayanıklılık demektir. (İtalyanca fermezza, durmak anlamındaki fermare

fiilinden türemiştir.) Üçüncü kural ise Venustas (la bellezza), güzelliği ifade eder.

Roma Cumhuriyetinden önce Etrüsk medeniyeti vardı ve kadınların da erkekler kadar

yönetimde söz sahibi olduğu Etrüsklerde üç şey çok önemlidir; kadın (la donna), doğa (la

natura) ve bilgelik (la sapienza). Etrüsk Tapınağında üçlü heykelden de anlaşılacağı üzere

gökyüzü tanrısı Tinia (Tin), doğurganlık ve bereket tanrısı Uni ve kızları bilgelik tanrıçası

Minerva, hep bir aradadır. Bu üçlü figürün bir arada bulunduğu heykel “Capitoline Triad”

olarak adlandırılır. Uni, Roma medeniyetinde Juno olarak adlandırılır ve terracotta (pişmiş

toprak) büstü, Roma’daki Villa Giulia Ulusal Etrüsk Müzesi’nde görülebilir.

(https://www.museoetru.it-Buradan müze müdürü Dr. Valentino Nizzo’ya selam olsun!)

Roma İmparatorluğu’nun bayrağında erdem ve zaferin simgesi defne çelengi ile birlikte, “Roma

halkı ve Senatosu” anlamına gelen Senatus Populusque Romanus” ifadesinin S.P.Q.R. kısaltması

vardır. Batıya bakan tek başlı kartal da yücelik sembolüdür.

Günümüze dönecek olursak; birçok medeniyet, güç sembolü olarak doğadan, hayvanlardan

ilham almış iken, estetik sanatsal yapılar haricinde korkunç bir betonlaşma, ticari güç, rant

sevdası yüzünden zeytinlikler kesiliyor ormanlar yakılıyor. Tarih boyunca çağının ötesinde

uygarlık seviyesindeki devlet kadınlara, doğaya ve özellikle de ağaçlara ve hayvanlara kıymet

verirken, günümüzde doğanın katledilmesi, korkunç bir sonu getirecek. Bir sonraki yazımda

bahsedeceğim üzere, Atatürk’ün doğa sevgisinin muhteşem örneği Yalova’daki Yürüyen Köşk,

bir istisnadır. İyi ki İzmir’de nefes alabileceğimiz ormanlar, Yaşar Üniversitesi yakınlarında da

“Zeytincilik Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü” var.

25


Görsel Şiir

ERKUT TOKMAN

26


AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ

Aşkın Zengin Akkuş’u kısaca tanıyabilir miyiz?

Çocukluğum İzmir’de geçti. Lise eğitimim süresince İstanbul’da

yaşamaya başladım ve gurur duyduğum Erenköy Kız Lisesi’nden mezun

oldum. Sonrasında ise İstanbul’a yerleştim. Hem İktisat hem de Felsefe

bölümlerini lisans derecesinde tamamladım. Şu sıralar İstanbul

Üniversitesi’nde Sosyoloji lisans eğitimimi sürdürüyorum. Bankacılık,

özel şirketlerde işletme müdürlüğü, finans yönetimi ve risk yönetimi

danışmanlığı gibi işlerde oluşturduğum kariyerimi 2012 yılında

noktalayıp, ilk kitabım “Mış Gibi Yaşamak”ı çıkardım. Böylelikle yeni

bir kariyere adım atmış oldum. Kitaplarımda, toplumsal sorunları

gündeme getirerek farkındalık yaratma çabamla birlikte ülkedeki kadın

hareketlerine kalemimle destek vermeyi amaç ediniyorum. Şu an

profesyonel iş yaşamımı Dark stanbul Medya A.Ş genel yayın

yönetmenliği yaparak sürdürüyorum. Bir yandan dayazmaya da devam

ediyorum.

Korkuyla yolların nasıl kesişti?

Öykü ve romanlarında korkunun dilini kullanmak senin için ne ifade ediyor? Ağırlıklı olarak işin gerilim

tarafındayım. Son yazdığım “Kutsal Cehalet” ve “Kutsal Günah” romanlarım gerilim unsurlar içeriyor. “Babamın

Gölgesi”, “Zifiri Aydınlık” ve “’Mış’ Gibi Yaşamak” ise dram temalı kitaplarım. Gerilim temalı ilk çalışmam,

Orkide Ünsür’ün derlediği ve Bilgi Yayınevi tarafından basılan “Karanlıktaki Kadınlar” antolojisindeki “Bakireler

Mabedi” adlı öykümdü. Sonrasında karanlık unsurlar içeren eserler üretmeye devam ettim. Kendi tarzımı en iyi

şekilde ifade edebilmem için “dark” kavramını biraz irdelemek istiyorum:

Dark, hem gerçeküstü öğeleri içeren hem de gerçeği yansıtması bakımından önemli bir kavram. Örneğin

saldırıya, tecavüze ya da kötü bir muameleye maruz kalan bir insanın yaşadıkları dark unsurlar içerirken bir

hayaletle konuşan birinin durumu da aynı karanlık etkiyi yaratıyor; bir taraf gerçeküstü diğer taraf tamamen

gerçek...

Bu yelpazede “dark” kavramının neresinde olduğumu sorarsan eğer-zaman zaman sapmalar yaşasam dagerçekçi

tarafa daha yakın olduğumu söyleyebilirim. Gerçeküstünden ziyade günlük hayatın rutininde potansiyel

olarak başımıza gelebilecek her türlü dehşet unsurunu işliyorum kitaplarımda. “Kutsal Cehalet” kitabımın

analizini yaparak ne demek istediğimi daha iyi anlatabilirim belki de..

Freud, tekinsizliği dehşet veren bir ruh hali şeklinde tanımlarken bunun derinliğini korku ve kaygıyla açıklıyor.

Kaygı, belli bir tehlikeyi beklemeyi ifade ederken, korku, korkulacak olan durum ya da olay anlamına geliyor.

Dehşet ise insanın hazırlıklı olmadan aniden yaşadığı bir durumu ifade ediyor. Tekinsizlik duygusu ise çocukluk

anılarıyla ilgili bir durum. Bu anılar sadece kişiye özgü değil insanlığada ait...Toplumda geçmişe yönelik anılar

açığa çıktığı zaman tekinsizlik süreci işlemeye başlıyor.

27


AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ

Bütün bunlar bir araya geldiğinde “Kutsal Cehalet”, orta çağ İtalya’sında sindirilmiş, kilise nezdinde

meşru olan duygularına yönelip diğer duygularını bastıran bir toplumu elealıyor. Kendilerine dayatılan

vahşi yaşam tarzlarını kabul etmek zorunda bırakılan insanlar, kaderlerine boyun eğiyorlar. Tekinsizlik

burada kaygıyla birlikte gösteriyor kendini. İnsanlar kilisenin hışmının farkında ve başlarına gelebilecek

tehlikeyi çok iyi biliyorlar. Kilise de bu korkuyu bilinçli olarak, kampanya dâhilinde yayıyor. Bu kaygının

verdiği ruh haliyle insanlar korku duygusuna yenik düşüyorlar. Engizisyon’un kendilerini hedef almasıyla

birlikte de dehşeti yaşıyorlar. Böylelikle insanlar, tekinsizliğin karşılığı olarak korku ve kaygıyı

deneyimlemiş oluyorlar.

Aynı kaygı ve korku durumu, romanın 2018 İstanbul’unda da geçerli. Cinci Hoca’nın 14 yaşındaki imam

nikâhlı karısına ve müritlerine yaptığı cinsel işkenceler, uyguladığı fiziki şiddetin yanında küçük kıza

yaşattığı ev hapsi, özgürlüğünü kısıtlayarak uyguladığı farklı yöndeki diğer kısıtlamalar... Kaygıyla

başlayıp hissedilen korku neticesinde yaşanan ve dehşetle sonuçlanan bir süreç... Güç, ölüm, karşı

koyma, egemenliğin kötüye kullanımı, insanlığın bitişi, bilinmeyene duyulan ilgi gibi özelliklerde gotik

edebiyatının unsurları arasında yer alıyor. Gotiğin temeli ise bu duyguları ortaya çıkarmak için gerekli

atmosferi kurgulamaktan geçiyor; ürpertici mekânlar, iskeletler, şeytanlar, batıl inançlar, korkunç

işkenceler ve tecavüzler... Bu açıdan bakıldığında “Kutsal Cehalet” için gotik bir roman diyebilirim

Türkiye’de kadın yazarların korku türünde pek çok eser verdiğini görüyoruz. Kadınların bu türe

ilgisi ve yeteneği konusunda ne düşünüyorsun?

Geçenlerde bir edebiyat sitesi için bir yazı kaleme almıştım. Yazının üst başlıkları

şöyleydi:

“Felsefe neden Antik Yunan’da doğdu?”

“Böylesine inanılmaz bir devrimi gerçekleştiren bu toplum, kadınların düşünsel

doğurganlıklarını gerçekleştirmelerine neden izin vermedi?

“Dark, hem gerçeküstü öğeleri içeren hem de gerçeği yansıtması

bakımından önemli bir kavram.”

28


AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ

Bu yazımda “Tarihte neden kadın düşünür yok?” sorusunu irdelemiştim. Örneğin

filozof deyince akla hemen Sokrates gelirken, neden Sokrates’in hocası olan Aspasia

gelmez? Konunun derinliğine girmeyeceğim tabii ki... Burada odaklanmamız gereken

nokta Sokrates’in hocasının bir kadın olması. O kadının eserleri yakılmış,

çalışmalarının erkekler tarafından yok edilerek günümüze ulaşması engellenmiş

olabilir, konumuz bu da değil... Sadece kadının gücüne vurgu yapmak için verdim bu

örneği.

Polisiye edebiyatının en önemli eleştirmenlerinden biri olan duayen Erol Üyepazarcı şöyle

bir cümle kurmuştu: Kadınlar suç edebiyatında erkeklerden çok daha başarılı... Bunun

çeşitli toplumsal sebepleri de olabilir. Şiddet bir kadının yanına yakışmayan bir kavram

(Yanlış anlaşılmasın hiç kimseye yakışmaz). Bu açıdan bakıldığında bir kadın tarafından ele

alınarak işleniyorsa daha dikkat çekici olabiliyor. Hatta kadın takma adlarla gotik eserler

veren erkek yazarlar olduğunu hepimiz biliyoruz.

Dünya edebiyat tarihinde adı geçen kadın yazarlara baktığımızda eserlerinde

müthiş karakterler yarattıklarını görüyoruz. Örneğin Agatha Christie polisiye

edebiyatına damgasını vuran çok önemli bir kadın. Hatta kendi türünde onun

üzerine kimseyi tanımıyorum desem, yeridir. Çoğu edebiyatçı için de bu

böyledir. “Küçük gri hücrelerle” cinayetleri çözen dedektif Hercule Poirot

karakteri, yaşlı bir kadından yarattığı dedektif Miss Marple karakterleri

inanılmaz değil mi? Onun dünya edebiyatına bu denli damgasını vurması Erol

Üyepazarcı’nın tezini gerçekçi kılmıyor mu? Yani kadınlar bu işi biliyorlar.

Diğer taraftan korku edebiyatının en önemli kadın kalemlerinden olan Shirley

Jackson, bu türde isim yapmış en önemli ustalara ilham kaynağı olan bir kadın.

Örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Sonuç olarak kadınların bu türlere olan ilgileri

yetenekleriyle birleşerek onların harika işler çıkarmalarına vesile oluyor. Bu,

mutluluk verici bir durum.

Agatha Christie polisiye edebiyatına damgasını vuran çok önemli bir kadın

Korkunun yanında Türkiye manzaraları ve dram türüne de rastlıyoruz romanlarında. “’Mış’ Gibi

Yaşamak” ve “Babamın Gölgesi” kitaplarını buna örnek verebiliriz sanıyorum. Bu romanların bir çıkış

ya da okurların yolunu/zihnini aydınlatan bir ışık olabilir mi sence? Türkiye halkının Asya ile Avrupa

arasında bocalaması, geleneklere kurban edilmesi çokça yazıldı ama kitapların başka bir rolü de olmalı

diye düşünmeden edemiyorum.

Kitaplarımda tür yelpazesini geniş tutarak kendimi özgürleştirmeyi seviyorum. Az önce

“dark” kavramından bahsederken de bunu anlatmaya çalıştım. Biz yazarlar kitaplarımızda

insanı ve insana dair ne varsa onu anlatıyoruz. Bu ifademe gerçek üstü unsurları da dâhil

ediyorum. Dünyanın geldiği noktayı düşündüğümüz zaman savaşlar, kadına ve çocuğa

şiddet, kadın cinayetleri, cinnet geçiren insanlar, sokaklarda işlenen cinayetler...Hepsi bir

araya geldiğinde ne kadar tekinsiz bir ortamda yaşadığımız ortada. Günün sonunda

deneyimlediğimiz dünya biz yazarların düşünsel etkinliklerine yön veriyor haliyle.

29


AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ

“’Mış’ Gibi Yaşamak” kitabımda tasarlanarak parçalanan bir

ailenin dramını anlattım. “Babamın Gölgesi” romanımda ise

çevresi tarafından sürekli baskılanan bir kadının kendi gücünün

farkına vararak yeniden doğmasını işledim... Türlü maskeler

takan insanın aslında ne kadar tehlikeli olduğunu vurguladım

kimi zaman. Kahramanım Mavi üzerinden kapitalist çalışma

sistemini eleştirdim. Emekten, örgüt sosyolojisinden,

verimlilikten bahsederken taraf tuttuğumu ve emekten yana

olduğumu fark ettim. Çoğu zaman da erkek egemen bir

toplumda, kadınların kariyer basamaklarını çıkarken, eril gücün

engeliyle karşılaşmaları itici güç oldu kalemime... “Erkeklerin

yönettiği bir dünyada eksik olmayan savaşlar ve her türlü

olumsuzluklar, kadınların yönetimi devralmasıyla sonlanır mı?”

sorusuna cevap aramaya çalıştım bazen de...

“’Mış’ Gibi Yaşamak” kitabımda tasarlanarak parçalanan bir ailenin dramını anlattım. “Babamın Gölgesi”

romanımda ise çevresi tarafından sürekli baskılanan bir kadının kendi gücünün farkına vararak yeniden

doğmasını işledim... Türlü maskeler takan insanın aslında ne kadar tehlikeli olduğunu vurguladım kimi zaman.

Kahramanım Mavi üzerinden kapitalist çalışma sistemini eleştirdim. Emekten, örgüt sosyolojisinden,

verimlilikten bahsederken taraf tuttuğumu ve emekten yana olduğumu fark ettim. Çoğu zaman da erkek egemen

bir toplumda, kadınların kariyer basamaklarını çıkarken, eril gücün engeliyle karşılaşmaları itici güç oldu

kalemime... “Erkeklerin yönettiği bir dünyada eksik olmayan savaşlar ve her türlü olumsuzluklar, kadınların

yönetimi devralmasıyla sonlanır mı?” sorusuna cevap aramaya çalıştım bazen de...

Doğu batı arasındaki bocalamaya gelince... Dediğin gibi bu konu çok yazılıp çizildi, konuşuldu. Aslına bakarsan

roman kavramı Avrupa’dan gelen batı kökenli bir tür. Tanzimat dönemi romanlarında kendi kültürüne sahip

çıkan kahramanlar iyi gösterilip batı özentisi olan karakterler eleştirildi. “Romanda batılılaşma” ise cumhuriyet

öncesi dönem için geçerliydi. Osmanlı toplumunda meydana gelen bir değişim edebiyata da yansıdı haliyle.

Aslında Türkler batıya tamamen teslim olup geleneklerinden kopmuş bir toplum değil. Doğu’yla batının bir

şekilde uzlaştığı bir ortam söz konusu... Ben bu şekilde düşünüyorum.

Tarikat temasını işlediğin romanların var; Kutsal Günah bunlardan biri. Günümüzde bu kavram artık tek tanrılı

dinlerin ötesinde, farklı farklı pratikler içinde de varlık göstermeye başladı. Bu konunun kurgusal ve gerçek

boyutları hakkında neler söylemek istersin?

“Kutsal Günah” adlı kitabımda birbirine düşman iki tarikatın özelinde farklı toplumsal konuları

işledim. Bunları özetle iki başlık altında toplayabilirim: Tarikatlar ve din adı altında işlenen iğrenç

cinayetler, kadim zamanlardan bu yana kadın erkek ilişkileri.

30


AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ

Tarikatlar: Tarikatların, ağlarına düşürdükleri insanlara kaşıkla verip kepçeyle alırken onların hayatlarını nasıl

cehenneme çevirdikleri, tarikat sisteminin dişlileri aralarında yok olup giden insanları, tarikat yurtlarında

tecavüze uğrayan, beyinleri yıkanan, eziyet gören çocukları, tarikatlar tarafından kullanılan insanların

hayatlarının ne kadar değersiz olduğunu anlattım... Kadim zamanlardan bu yana kadın erkek ilişkileri: Bu

kısımla ilgili yorum yapmadan kitabım için yazdığım giriş yazısını paylaşmak istiyorum sizlerle.

Ne demişti Âdem?

“Yanımdaki kadın bana yasaklı elmayı verdi. Ben de yedim!”

Havva yasaklı elmayı Âdem’le beraber yedi ama sadece kadın

lanetlenip dünyadaki kötülüklerden sorumlu tutuldu. Âdem’in

bu hataya iştirak etmesinin ardından cennetten kovulmalarının

tek sorumlusu Havva olarak gösterildi.

Peki, zerre kadar değeri olmayan(?), küçümsenen ve bir hiç

olduğu düşünülen kadının yapmış olduğu bir hatanın bu denli

büyütülmesi onu yüceltmiyor mu?

Başka alanlarda ilahlaştırılan Âdem, söz konusu olumsuz bir

durum olduğunda kimliksiz olarak nitelendirilen kadının

sözünü dinleyecek kadar edilgen bir hale nasıl geliyor?

Başka bir açıdan bakalım: Havva bu kadar etkiliyse neden

küçümseniyor?

Peki, insanlığın başlangıcından bu yana her türlü aşağılanmaya

maruz bırakılan, şimdilerde ise günün koşullarına göre şekil

değiştirip maske takan ataerkil sistemin dişlileri arasında zulüm

görmeye devameden kadının çilesi ne zaman ve nasıl bitecek?

Bu kitap tek yanlı, cinsiyetçi bir bakış açısıyla değil, tersine,

kadınla erkek arasındaki ezeli, ebedi vebitmek tükenmek

bilmeyen soğuk savaşın artık sonlandırılması gerektiğini

vurgulamak için yazıldı. Çünkü kadın, Adem’in özgür iradesiyle

yediği o yasak meyvenin sorumluluğunu üzerinden atmak

istiyor artık. Âdem istese de istemese de..

Bir yazarla iki farklı kuşak, iki farklı dilin eseri olan ortak yazım sürecinde olan sürpriz bir roman projeniz vardı. Bu proje hakkında

bahsedebilir misin biraz vakti geldiyse?

Elbette, vakit geldi Zeynep. Öncesinde sizlere Osman Aysu’dan bahsetmek istiyorum. Kendisi yüzü aşkın sayıda

roman yazdığı için ülkemizin en üretken yazarlarından biri. Ülkemizde, polisiye edebiyatın yabancı eserlerin

çevirisinin etrafında döndüğü yıllardan sonra 90’larda ortaya çıkan çok değerli yazarlar Türkiye’de polisiye

edebiyatın temellerini attılar; Celil Oker, Ahmet Ümit ve Osman Aysu… Kısaca özetlemem gerekirse Osman Aysu

Türk polisiye edebiyat tarihine adını altın harflerle yazdıran bir duayen ve ülkemizdeki casus romanlarının en

önemli temsilcisi. Gelelim asıl meseleye… Osman Aysu’dan neden bahsettim?

31


AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ

Kendisi “Kutsal Cehalet”, “Kutsal Günah”, “Babamın Gölgesi” ve “Mış Gibi Yaşamak” kitaplarımı okuduktan

sonra beni karşısına alarak harika yorumlarda bulundu. Özellikle yarattığım kahramanların çok etkileyici

olduğunu söyleyerek beni tebrik etti. Sadece bu kadarı bile kalbimin deli gibi çarpmasına yetmişken o

bununla yetinmedi ve birlikte kitap yazmayı teklif etti. Ne kadar onur duydum bilemezsin… Hemen kabul

ettim ve çalışmalara başladık. Roman şu an baskıya hazır. Aralık ayında içinden aşk hikâyesi geçen harika bir

casus romanı geliyor. Tabii ki Dark İstanbul etiketiyle… Bunun da müjdesini buradan okurlarımıza vermiş

olayım.

Korku, gerilim ve polisiye türlerinde eserler yayımlayan Dark İstanbul

Yayınlarının Genel Yayın Yönetmenliğin yapıyorsun. Yayınevinin kapak

tasarımları ve tanıtımlarında tür için can alıcı olan görselliğe de oldukça

önem verildiği görünüyor. Dark İstanbul’un çizgisinden, yayınlarından

biraz bahseder misin? Sanıyorum yakın zamanda aktif paylaşımların ve

yazıların da yer alacağı bir web sitesi de devreye alınacak?

Dark İstanbul, yakın gelecekte dünya markası olma vizyonuyla

kurulan entegre bir “entertainment” şirketi. Fantastik, gizem,

polisiye, psikolojik gerilim, korku, mitoloji, dram ve bilimkurgu

alanlarında bir araya gelen yazar, çizer, sinemacı,

müzisyenlerden oluşan büyük bir gurubuz. İstanbul’un kadim

geçmişinden faydalanarak oluşturduğumuz eserlerimizle, global

medya sisteminin önemli bir oyuncusu olmayı hedefliyoruz.

Yabancı medya grupları ülkemizin değerlerini alıp işleyerek

ürün haline getirdikten sonra bize geri satıyorlar. Biz de Dark

İstanbul ailesi olarak, bu gidişi tersine çevirmek için bir yandan

İstanbul’un kültürel hafızasını canlı tutmayı, öte yandan da bu

değerleri global yayın dünyasının işgalinden korumayı

hedefliyoruz. Hedeflerimizi gerçekleştirirken de yabancı medya

gruplarına şu mesajı veriyoruz: “Biz daha iyisini yaparız!”

Çünkü çok değerli yazarlarımız ve sanatçılarımız var. Eserlerimize ilham verecek olan İstanbul’un kültürel mirası

da hesaba katılırsa, hiçbir eksiğimiz olmadığı ortada. Öte yandan sinematik bir evren yaratarak yabancı medya

kurumlarının dikkatini üzerimize çekmeyi planlıyor, istedikleri projelere bizim aracılığımızla erişmelerini

sağlayarak dünya markası olma yolunda emin adımlarla ilerlemeyi hedefliyoruz. Antolojilerimizdeki öyküleri

sırasıyla çizgi roman ardından da dijital ortamlarda dizi ya da film olarak göreceksiniz çok yakında. Aynı yolculuk

tekil kitaplar için de geçerli tabii… Bu arada web sitemiz yenilendi. “Dark kitap” olarak İOS ve Android

uygulamalarımız açıldı. Uygulamamızı hemen indirip sizler için hazırladığımız sürprizleri anında

deneyimleyebilirsiniz. Yazarlarımızın, çizerlerimizin kısacası bizlerle birlikte yol alan tüm sanatçılarımızın yazıp

çizeceği harika alanlar yarattık sitemizde. Üye olup ziyaret edebilirsiniz.

32


AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ

Türkiye’de korku edebiyatı, gerilim ve polisiye nasıl bir noktada? Son zamanlarda bu türlerde en çok beğendiğin eserler

hangileri oldu?

Bahsettiğin bu türler uzun bir zaman diliminde ülkemizde hor görülerek edebiyat dışında bırakıldı. Fakat son

dönemlerde bu durumun tersine işlemeye başladığını görüyoruz. Örneğin polisiye, 1950’li yıllarda batılı

ustaların çevirileriyle dikkat çeken bir tür oldu. 1994 yılından itibaren de kendi yazarlarımız sayesinde ivme

kazanarak atak yaptı ve yerel kimliğini bulmak üzere yol almaya başladı. Osman Aysu casus romanlarının

öncülüğünü yaparken Ahmet Ümit suçun toplumsal öğelerini anlatan romanlar yazarak ülkemizde polisiye

edebiyatın gelişmesine katkıda bulundular. Celil Oker’i de unutmamak gerekir tabii…

Günümüzde gelince, bu türe emeği geçen yazarlar POYABİR (Polisiye Yazarlar Birliği) çatısı altında bir araya

gelerek türün gelişmesine katkı vermeye devam ediyorlar. Aynı şekilde fantazya edebiyatına gönül veren

kalemler bir araya gelip FABİSAD (Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği) çatısı altında birleştiler. Bunların

dışında Dark İstanbul her iki derneğin kapsamını da içine alarak hem polisiye hem de fantazya (korku, gerilim,

bilimkurgu, fantastik…) edebiyatın ülkemizde gelişmesi konusunda çok önemli adımlar attı. Aynı zamanda Dark

İstanbul’un, üretilen eserlerin sinemaya uyarlanması adına yapmış olduğu çalışmalar sonuç verdiğinde, bu türler

bir noktadan alınıp bambaşka noktalara taşınacaktır.

Bu dönem en çok ilgimi çeken isimlerden biri Mehmet Berk Yaltırık. Kendisinin “Istrancalı Abdülharis Paşa” adlı

kitabını özellikle tavsiye ediyorum. Bunun dışında Dark İstanbul etiketiyle çıkan polisiye ve gerilim serilerine ait

antolojileri şiddetle tavsiye ediyorum.

Yazar olma yolunda yürüyenlere tavsiyelerin ne olur?

Yazım sürecinde nelerden ilham alırsın, seni besleyen şeyler ne olur?

Bazen okuduğum bir satır, parkta gördüğüm bir kedi yavrusu ya da izlediğim

filmden bir kare beni alır bir yerlere götürür ve yazacağım kitabın ilham kaynağı

olur. Örneğin Hindistan Lideri Nehru’nun kızı için yazdığı “Dünya Tarihi” kitabını

okurken aklıma takılan tek bir satır “Kutsal Cehalet” kitabımı yazmama vesile

oldu. Bunun yanında romanlarımda ne yazdığım, hangi konuyu işlediğim ise

yazım sürecimi şekillendiriyor. Tarihi bir kitap yazıyorsam eğer araştırmalarımı

titizlikle yapar açık kapı bırakmamaya çalışırım. “Kutsal Cehalet”i yazarken

engizisyon, İtalya ve ortaçağı araştırdığım gibi… “Kutsal günah”ta ise aynı şekilde

mitoloji, Mitra dini ve kutsal kitaplar beslendiğim başlıca kaynaklar oldu.

Ülkemizde yazar ve yayıncı olmak gerçekten zor. Masanın hangi tarafında

olursanız olun sürekli bir direniş halindesiniz. Ülkenin içinde bulunduğu

ekonomik koşullar hem yazarı hem de yayıncıyı zor durumda bırakıyor. Fakat

edebiyata gönül verdiyseniz her türlü engeli aşarak bir şekilde ayakta durmaya

çalışıyorsunuz; yazar da olsanız yayıncı da…

Böyle bir ortamda yazar olma yolunda ilerleyen kardeşlerime şunu söylemek

isterim:

Yeteneğiniz varsa eğer yolunuza çıkan tüm engelleri aşın ve yazmayı sakın

bırakmayın. Kitaplarınız basılsın basılmasın hiç önemli değil, siz yazmaya

devam edin. Bir gün mutlaka yerini bulacaktır yazdıklarınız. “Su akar yolunu

bulur” sözüne yürekten inananlardanım.

33


AŞKIN ZENGİN AKKUŞ ile SÖYLEŞİ

Fakat yeteneğiniz yoksa lütfen yazar olmak için kendinizi hırpalamayın! Ya da sırf paranız var diye maddi

karşılığını ödeyerek kitap çıkarmayın, yapmayın bunu. Biz yazarlar yeteneğimiz yoksa para verip müzik aleti

çalabiliyor muyuz? Evet ders alıp bir yere gelebiliriz ama kısır bir uğraş olmaktan öteye gitmez. Sizler kenara

çekilin ki bu işi gönülden yapan edebiyatçılara yer açılsın. Az önce dedim ya, “Su akar yolunu bulur,” diye.

Suyun yönünü değiştirmeye çalışmak suyu sadece kaynağından uzaklaştırır. Başka da bir işe yaramaz…

Fanzine özgü bir soru geliyor; Bir gece ansızın bir roman karakteriyle karşılaşıyorsun ve seni bir

bara davet ediyor. Hangi şarabı içiyorsunuz ve sohbetiniz ne hakkında?

Öncelikle bu karakterin “Kutsal Cehalet” romanımdaki rahip Armando olmasını isterim.

Yaratıcısı olarak birlikte şarap içeceğim kahramanımı seçme şansım olduğunu

düşünüyorum. Kendisi rahip olduğu için beni bara davet edemez. Fakat İtalya’nın

Verona şehrinde küçük bir kilisede içmek isterdim şarabımı. Peki, “Neden Armando?”

diye sorabilirsin. Öncelikle mücadele adamı; aydınlık günlere ulaşmak adına her türlü

otoriteyi karşısına alan çok güçlü bir karakter. Vicdanlı, merhametli bir din adamı…

Onunla el ele vererek “Kutsal Cehalet” kitabımda engizisyonun suçsuz yere hapsederek

işkence ettiği masum insanların yaşadıkları zulmü okuyuculara anlattık. Cehaletin

insanları hangi noktaya getirdiğini, dini kullanarak insanları sindiren sisteme ait

aktörlerin aslında dinden ne kadar uzak yaşadıklarını gösterdik. Ve yine onunla el ele

vererek engizisyonun mağdur ettiği insanları müthiş bir operasyonla özgürlüklerine

kavuşturduk. Armando’yu sizlere kısaca tanıttıktan sonra onunla gerçekleştirmek

istediğim sohbetin konusunu açıklıyorum. Hani biz Türkler ne zaman bir araya gelsek

siyasetten söz açıp ülkeyi kurtarıyoruz ya (ekonomik bunalım, özgürlükler, eşitlik, hak

ve adalet vs.) işte ben de Armando’yla karşılıklı oturup ülkemi kurtaracak bir sohbet

gerçekleştirmeyi isterim. Bunu ortaçağ İtalya’sında başardıysak günümüz Türkiye’sinde

neden yapmayalım ki?

Şaraba gelince; kahramanımı ben belirledim. Şarap içeceğimiz mekânı ve sohbetimizin

içeriğini de… İçeceğimiz şarabı da ben seçersem kahramanıma ayıp olmaz mı? Armando

ne ikram ederse kabulümdür…

Söyleşi için teşekkürler. Eklemek istediğin bir şey var mı?

Edebiyatımıza ve bu türe verdiğiniz katkılar için çok teşekkür ederim.

Sizlerle olmak güzeldi… Böyle zamanlarda birlikte çok güçlü

olduğumuzu düşünüyorum. Başarılarınızın devamını dilerken yolunuz

açık olsun diyorum…

Sevgi ve saygımla…

34


RİVAYET

Ahmet Örnek

marifetdediler

ki

yaşamımla var olacak kavmimin laneti.

bitkilere ibadet güneşe teşekkür

dirsekleri yırtık mintanımla tefekkür.

kırıklıklarımla suyun şeklini alırım

güneşin insafına, kibrimin imtihanına kalırım.

çatlak bir kaburganın sızısıyım, uyun beni.

dediler ki

kaburgasından kovulmak diye bir ibadet olmaz

çadırımdan dışarı, şakaklarımdan ileri azledin

beni.

-hakikat–

üşenmedim

hep aynı noktasında durdum kinimin.

bakarken dünyaya

hep aynı noktadan oydum gözlerimi.

say ki

erozyonsuz yapamayan toprağım

fazlalıklarımı atmıyorum

eksiliyorum

dünyanın ömrü gibi

35


KİMYA

MÜHENDİSLERİ

ODASI EGE BÖLGE

ŞUBESİ

“Lezzetli Seminerler”

başladı!

Cordelion Mutfak Sanatları

Merkezi’nde şarap semineri

ve tadım etkinliği

gerçekleştirdik.

ŞARAP SEMİNERLERİ EKİBİ

HANDE ÖZSIR-İDİL SAVRU-ZEYNEP ÇOLAKOĞLU-

MERVE KORANA

36


Şaraptan Sirkeye Kültürden Doğaya

DOÇ. DR. AHMET UHRİ

Kimya Mühendisleri Odası Ege Bölge Şubesi olarak 2024 yılı itibariyle

“Lezzetli Seminerler” serisi başlattık.

Serinin ilk basamağında kimya mühendisi üyelerimiz Zeynep

Çolakoğlu & Oktay Ekşioğlu ile online olarak “Tadım Farkındalığı ve

Şarap” seminerini gerçekleştirdik(Şubat’24).

İkinci seminerimizde Doç. Dr. Ahmet Uhri’den “Şaraptan Sirkeye

Kültürden Doğaya Fermentasyon Teknolojileri” adlı semineri dinledik

ve harika şaraplar tattık (Nisan’24). Bu seminerde bize kapılarını

açarak lezzetli tadımlıklar paylaşan Cordelion Mutfak Sanatları

Merkezi'ne, Mine Özyer’e ve Karşıyaka Belediyesi’ne; seminerlerin

gerçekleşmesinde destek olan değerli hocamız Prof. Dr. Ufuk Yücel’e

teşekkür ederiz.

Tadımın kültürel, tarihi ve gastronomi ile olan bağlarını mercek altına

alan seminerlerimiz devam edecek. Takipte kalın.

https://www.instagram.com/kmoegebolge/

Doç. Dr. Ahmet Uhri

37


Şarabı Matematikle Anla(t)mak

PROF. DR. UFUK YÜCEL

Bir şarabı anlamak ve anlatmak bir insanı

anlamak ve anlatmaya benzer. Bazen kolaydır.

Bazen de zor. Şarabı ifade ederken birçok söz

söylenebilir. Eğer bu alanda akademik bir alt

yapınız varsa, kadehinizdeki şarabın

özelliklerini bilimsel terimlerle açıklarken,

kimsenin söylediklerinizden bir şey

anlamamasını sağlayabilirsiniz ya da daha

simgesel ve basit bir dili seçerek herkesin daha

kolay kavramasını mümkün kılabilirsiniz. Basit

ve anlaşılır olanı seçtiğinizde dengeli, simetrik,

yuvarlak, düz, köşeli ya da orantısız gibi

matematiksel ifadeler kullanmanız işinize çok

yarar.

Günümüzde insanların damak tadında önemli

değişimler yaşansa da; denge, şarapta olmazsa

olmaz bir özelliktir. Kaliteli bir şarapta

mutlaka bulunması arzu edilir. Ancak

algılanması ve değerlendirilmesi zaman ve

deneyim isteyen bir durumdur. Böyle bir

şarapta alkol, asidite, şeker ve tanen düzeyleri

uyum içinde olup, hiçbir özellik diğerini

bastıracak kadar ön plana çıkmaz. Buradan da

anlaşılacağı gibi denge şarapta harmonik bir

bütün oluşturur. Harmonia Yunan

mitolojisinde Afrodit ve Ares’in yani diğer bir

deyişle güzellik ve savaşın kızıdır. Dolayısıyla

mitolojide anlatıldığı gibi; şarapta da birbiriyle

zıt unsurların birleşiminden şaşırtıcı

güzelliklerin doğması mümkündür. Bu yüzden

şaraptaki harmoni detokat gibi çarpıp bizi

şaşkına çevirebilir.

Yüksek alkol ağzı ısıtır, tazelik, incelik, nüans ve

zarafet gibi kalite kriterlerinde ise algı kaybına yol

açabilir. Bu durum, alkol açısından güçlü

şarapların yeterli bir kalite taşımadığı anlamına

gelmemelidir. Ancak alkol düzeyi birçok kişinin

sandığı gibi tek başına şarabın kalitesini

göstermemektedir. Bu konuda çeşitli bileşenleri

yani; tatlılık, meyvemsilik, alkol, asitlik, tanen ve

birbirleriyle örtüşen her şeyi birlikte düşünmek

gerekir. Dilimizde yuvarlanıp giden şarap her

özelliği ile organik bir bütün olmalı, duyusal

açıdan dengeyi bize hissettirmelidir. Harmonik bir

şarapta birbirleriyle ideal orandaki bileşenlerin

mükemmel oranlarını yakalarsınız. Böylesi bir

şarap adeta Vivaldi’nin dört mevsimini yaşatır

bize.

Matematiğin babası sayılan Pythagoras,

matematikte müziğin uyumunu görmüştür.

Benzer şekilde şarapta da bu uyumun ifadesi altın

oranı aramak bir ütopya mıdır? Leonardo da

Vinci’nin Mona Lisa tablosu, Keops piramidi,

Parthenon tapınağı ya da Antik Yunan heykelleri

gibi şarap da altın oranı gerçekten barındırabilir

mi?

38


Şarabı Matematikle Anla(t)mak

PROF. DR. UFUK YÜCEL

Binlerce yıldır mimari ve sanatta kullanılan

altın oranı Yunan harflerinden fi (φ)açıklar

(ModernYunanda 21. Harf, eski–antik

Yunanda 22.harf). Altın oran doğa veya

evrendeki kanunlar ile benzerlikler iddia ettiği

için estetik bir değer taşımakta ve Aristo’ya

göre ahlaki bir değer olup, aşırı uçlar

arasındaki orta yolu ifade etmektedir. Bu altın

oran meselesi şaraba her ne kadar bir nesnellik

kazandırmaya çalışsa da bence içinde dikkate

değer bir öznellik de taşımaktadır. Bir şarabı

çok beğendiğinizde onun tüm iyi özelliklerini

(ideal oranlarını) abartabilir veya bozuk yerleri

olduğunda onu görmeme eğilimi

duyabilirsiniz.

Bu durum kusurlarını görmezden geldiğimiz

sevgiliye duyulan aşka benzer. Bu beğeni de

şarabın güzelliklerine ek olarak duyularımızı

etkileyen birçok dış etmenin de rolü vardır. O

an ki psikolojik durumumuz, bulunduğumuz

ortam gibi. Böylesi bir şarap Van Gogh’un bir

tablosu, Rodin’in ‘düşünen adamı’ ya da

Ravel’in ‘Bolero’su gibi çok hoşumuza

gidebilir. Yudumladığımız şarabı matematiksel

ifadelerle sembolize etmek ve bunu insan

karakterleriyle örneklemek de şarabı

anlamamız ya da anlatmamıza yardımcı

olabilir.

39

Düz, yuvarlağın karşıtı bir kelimedir. Bu

matematiksel ifade şarabın tanımlanmasında

kullanılabilir. Buş araplarda hiçbir keskin nokta,

kabalık ve acılık gibi öne çıkan olumsuz özelikler

yoktur. Ancak zerafet de azdır. Düz bir şarap

belirgin bir hata sergilemez ama sıkıcıdır,

yavandır. Konuşamadığımız, ortak nokta

bulamadığımız, birlikte olmaktan sıkıldığımız

insanlar gibidir. Köşeli olarak tanımladığımız

şaraplar ise bizi bir yanıyla rahatsız ve huzursuz

eden kişilere benzerler.

Bu tip şarapları yudumlarken özellikle tanen

içeriğinin yüksek olması nedeniyle dilimizde

burukluk yaratır, keyif vermezler. Bu şarapların

olgunlaşmak için zamana ihtiyacı vardır. Yuvarlak

olarak açıkladığımız şaraplar ise sonsuz bir şekilde

sürprizlerle doludur. Bunlar komplekstir ve

yüksek bir kaliteye sahiptir. Alkol, asit, şeker ve

tanen nicelikleri açısından dengelidirler.

Kapasitelerini uygun koşullar sağlanırsa zamanla

daha da geliştirebilirler. Bu şaraplar hayatı

özümsemiş bilge insanların bize yarattığı konforu

yaşatırlar. Şaraplar aslında biz insanlara benzerler,

kendinize en yakın bulduğunuz şarap sizin en

sevdiğiniz dostunuza benzer. Size keyif ve huzur

verirler. Bu nedenle herkesin dostu gibi şarabı da

özeldir.


can kurtar an

Serdar Solkun

I.

dağılan/ dağıl an/ birden bire/ yırtılan/ yırtıl an/ bir karınca

tıp tıp itiyor toprağı/ sürtünmeyi de alarak/ ovanın sesini

getiriyor bir ekmekte/ bir sürü bir süre/ koyunları saymadan/

karıncalara basmadan/ usumda usanmadan/ çıkmayan bir

kıymık/ kanatarak/ kanırtarak/ durmadan/ ite/ bata/ çıka/

bile/ isteye/ batırarak/ d a ğ ı la n/ yırtttılan/ yurt alan/ göç/

ebe/ yakalandı şimdi/ yumdu uykuya/ hiç kalkmadı/ bir kara

da/ derin de/ dışarı da/ bir deniz de / boğuldu!

bir oyuncak ıpıslak öldü!

lütfen bekleyiniz!

II.

pıtın an bir damla/ dağıl an/ koştur/ bir su karşıya tuf an/ bir

serçe bir ışıkta çoktan uçmalı/ göz göze/ göz gözü/ kör/

iğdiş/ konuşmak bıçak/ sus an/ çekilmemiş/ kaçılmış/

yaşam/ an/ kim erse/ yokyokuş/ ol an/ çıkılacak tepe/

gidilecek bir damar boyu/ kan/ kopar tan/ beyanı kökünde/

bir hışırtı bir hışırtı/ bir silah vurdu göğü alnın dan/ dan dan/

deşikte mezarlar açıl/ an/ bir arpa boyu gidemedi ins an/ yan

yana/ değil/ el ele/ hiç/ dan dan dan/ göz kaçtı bakışa…

şimdi karşıya geçebilirsiniz!

küçük dil konuştu:

40


fırdöndü bar

nalan barbarosoğlu

Ne kadar kaçırmaya çalışsa da gözü takıldı bir

kere. Kısa boylu adamın göz altı torbaları

alkolden mi, yoksa başka bir nedenden

mi?..anlaması lazım. Adamın kırçıllı sesinden

sigara içtiği hemen belli oluyor. Öyleyse birazdan

kapı önüne çıkıp saçağın altında tüttürmeye

çalışır. Hem belki yağmur hızını kesmiştir. Ya

sigarayı bıraktıysa! O zaman önündeki bardak

altlığını ıslatan dubleyi bir an önce bitirip başka

bir mekân bakmalı demlenmek için. Açıkta

durmaktan nemlenmiş çerezler de çekicilikten

olabildiğine yoksun. Müşteriler, müdavimler mi

demeli yoksa, ıslakgünün havasını içeri taşıyor

girip çıktıklarında.

Hep Neboş yüzünden. Şu göz altı torbalarını

aldırsana dedi geçen hafta. O söyleyene kadar

farkında bile değildi İhsan. Aynaya baktığında

gözüne çarpmıyordu yani. O günden beri aynada

ilk gördüğü, göz altlarındaki rengi de bozuk

torbalar. Olay aynayla da bitmedi doğal olarak.

Orada burada göz göze geldiği insanların, yolda

karşılaştıklarının yüzlerine önce göz altlarında

torba var mı, yok mu diye bakıyor.

Neboş’a git işine kızım dese de saplanıp kaldı göz

altı torbalarına. Neboş o gün fondöten fırçasını

her zamanki gibi, badana fırçası gibi kullanıyordu

İhsan’ın yüzünde. Aynaya bakan İhsan, dişlerinin

arasından söylendi: Yine maskeli süvari gibi

postalayacaksın beni çekime. Off tamam... alırım

fazlasını. Sen şu torbaları hallet bir ara.

Tutturamıyorum rengi

Cebinden kulaklık kutusunu çıkarıp telefonuna

bağlanıyor. Kısa boylunun canhıraş anlattığı

macerasını duymamak için. Mümkün değil tabii!

Allah adama ses vermiş, oda sigarayla sesinin

hacmini genişletmiş. Kısa herif anlattıkça

anlatıyor. Bitmiyor borsadaki oyunları.

Karşısındaki sıska, sanırsın Galileo dinliyor. Öyle

düşmüş Kısa’nın ağzına. Bir yandan da fıstık

atıyor mütemadiyen kendi ağzına. Karnı mı aç

nedir! İhsan o tarafa bakmamak için kendi

sınırlarını aşan bir çabanın öznesi o an. Şöyle

diğer masalarda oturanlara göz atıyor usulca...

barın sağ tarafında öbeklenenlere... Kendinden

başka kimsede rahatsızlığa ilişkin bir emare

görmüyor. Neboş’un eski bir klibini buluyor

YouTube’da. Düşkünlüğünden değil, maksat kısa

boylunun ortamda olmasa da kendi kafasında

büyüyen yüzölçümünden kurtulmak.

Bardaktaki duble de kendi kendine çoğalıyor

sanki. Ha babam yudumluyor Neboş’un eski

hâline bakıp şurup kıvamındaki sesini dinlerken.

Bugünkü görüntü vesesin kliptekiyle en ufak bir

alâkası yok elbette. Bırak çık buradan İhsan diyor

kafasındaki aşina ses. Tezgâhın üstüne ufak ufak

yayılan göz altı torbalarını toplayabileceğinden

kuşku duyuyor. Yenileyeyim mi diyor Burak.

Başını sallıyor YouTube’daki Neboş’tan gözünü

ayırmadan. Dublenin bittiğinden haberi bile yok.

Başını sallamış da oldu Burak’a. Hay Rabbim çık

işin içinden. Neyse... Neboş da klibin sonuna

gelmiş, Seçil Heper kılıklı kirpiklerinin arasından

çipil çipil bakıyor kameraya. Arkasında James

Dean saçları ve fondötene gerek duymayan,

dupduru yüzüyle gencecik İhsan’ın silueti,

Neboş’u yüceltiyor.

41


fırdöndü bar

nalan barbarosoğlu

Hay Allah senin tependen baksın Neboş diye

ileniyor İhsan, kafasının içinde kendi sesiyle.

Hırsından o zamanlar Neboş’un uyuz olduğu

Füsun’un ikide birde yüzünü elleriyle kapattığı

klibini açıyor.

Bu nasıl aşk diye yırtınıyor Füsun. Ne güzel

kadındı ama... Çıtı pıtı, tedirgin bakışlı ama nazik.

Neboş tayfası çok kıskanırdı Füsun’u. İkide birde

magazin muhabirlerine haber uçururlardı. Kız,

mekânlarda içmeyi bunların yüzünden bırakmıştı.

Sonra sonra Sidney mi, Sendai’y mı ne gitmişti de

kurtulmuştu bir bardak suda çıkarılan fırtına

benzeri kepazeliklerden. Yazık ama. Bitti müzik

hayatı.Hiç konuşulmuyor artık. Yazılan pop

müzik tarihlerinde de Füsun’un adına rastlamadı

İhsan. Oysa Neboş’tan gençlere ışıltılı bir hayatın

parçası olduklarını hissettiren bir popçu diye söz

etmişti Feyyaz Durucan. Füsun’un kırılganlığı,

gençlere başka bir hayatın ufkunu

gösteremiyordu belki. Ondandı.

İhsan geçmişin yitik haritalarında dolaşmaktan

sıkıldığında bardak altlığındaki kırmızı Meksika

şapkası yetişiyor imdadına. Üstünde onlarca

bardağın izi, lokal ışıkta birbirlerini ezercesine

gururla parlıyor. İhsan kendi bardağının ıslak izini

avcuyla siliyor, ufak, hatta ufacık bir kaos

yaratıyor. Burak’ın elinde değilse sol omzunda

duran turuncu bezi İhsan’ın bardak altlığının

kıyılarına vurup kaçıyor. Hijyen perileri uçuşuyor

okyanus kokularıyla...

.

Neboş’un aynısının tıpkısı bir kadın peydahlanıyor

İnsan’ın yanında. Hey evlat diyor Burak’a, yenile

şu bardağı! İhsan kadının bardağına bakıyor,

çanağa benziyor. Çorba servisi mi var yoksa

burada?..Ben de isterim diyor. Ne çorbası be

babalık, galaksi trafiği yönetiyoruz burada diyor

Neboş’un aynısının tıpkısı. Babalık lafı İhsan’ın

midesine keskin iniyor. Yeni nesil ayyaşlarla hiç

işi olmaz aslında İhsan’ın. Yine de dümeni eski

limana kırmalı, burada fırtına çıktı diyor kadına.

Çakıyor genç kadın. Neboş’a falan benzediği de

yok üstelik. Burak tütsü yakmış, sandal ağacı

kokusu sakinleştiriyor İhsan’ı. Oh be... biraz

hayat...biraz

Kayıp geçmiş–belirsiz gelecek sarkacında

yudumlarken bitmeyen cin–toniği bardak

altlığından göz kırpan bardak izlerine bakıyor yine

İhsan... sarhoşluk tarihine bir iz daha düşüyor.

Elinde bir kalem olsa siktir git yazardı bardak

altlığına...ama yok.

Burak, küçücük yüzünden fırlamış elmacık

kemiklerinin üstündeki göz kapağı yokmuşçasına

parıldayan gözlerinin önündeiki küçük acı yeşil

satsumayı çevirmeye başladığında İhsan gözlerine

inanamadı... Ciddi misin evlat, hemen hemen

hemen yepyeni bir duble diye adeta haykırdı. Ve

sevincini kursağında bırakan bir motosiklet kaskı

lonk diye kondu tezgâha. Daha Burak dublesini

bile getirmemişken caddelerin, ara sokakların

motor gürültüsü kulaklarında tur attı İhsan’ın.

Kutusuna koymadan her şeyden kıl kapan

kulaklıkları cebine tıkıştırdı, gözünü tezgâhta

yayılan küçük gölcüğe dikti. Gölcükten yansıyan

ray-ban ışıltısıyla yanına tüneyen zırtapoza çevirdi

başını.

42


fırdöndü bar

nalan barbarosoğlu

Motorcu, ateşle beni kanka, ağzım–burnum

kurudu diyor Burak’a. Saçları raksediyor kemikli

yüzünün etrafında. Yetiştim kanka diyor Burak,

İhsan’ın satsumalı cin–toniğini gıcır bir bardak

altlığıyla önüne koyarken. Hay aksi, kırmızı

Meksika şapkası bunda da var. Burak, yetiştim

kanka diyerek köpüğü bardaktan taşan birayı

önüne sürüyor motorcunun. Onun sarı bardak

altlığında siyahla %100 yazıyor.

Deri montunun fermuarını, hâlâ dişlerinin

arasında tuttuğu eldivenden kurtulmuş eliyle

açıyor İhsan’ın gıcık olduğu zırtopoz... köpüklü

bardağı eldivenli eliyle kavrayıp kocabir yudum

alıyor. İhsan’ın kafasındaki ses, oha yavaş! dese

de motorcu hayatından memnun, yaşa be kanka...

aslansın diyor Burak’a. Sağ eliyle iki kez kalbini

pışpışlıyor Burak.

Geldim abim diyor Burak ivecen ivecen. Parlak

gözleri İhsan’ın kalbini hafifletiyor. Ahşap bir

kutunun içindeki hesap rulosunu İhsan’ın önüne

sürüyor Burak.

Hesabı ödedikten sonra, kapıdan çıkan İhsan,

yağmurluğunun kapüşonunu başına çekerken

fıstık kırıntılarına üşüşen ıslak serçelere hadi

eyvallah diyor içinden.

Göz altı torbalarıyla saçak altında sigara içen kısa

boylu adam, geceye koşturan akşamı dumanıyla

nakışlıyor.

Turuncu el bezi, tezgâhta bir kez daha tur atıyor.

İhsan’ın aklına yine artık kirpiklerden azade, çipil

gözleriyle Neboş düşüyor... Şu göz altı torbalarını

aldırsana diyor İhsan’a kendinden emin. Bu kez,

git bi işine diyemiyor İhsan. Kısaca, sikerim diyor

ortalığa...kendine ise, hadi fondip! Kotunun ön

cebinden çıkardığı buruşuk paraları düzlerken

hesap anlamında havaya şimşek çiziyor.

43


HABERLER

TADIM SEMİNERİ

ŞARABIN

UFUKLARI

Şarap, zamanın içinde olgunlaşan bir dost gibi;

her damla, geçmişin hikayesini ve geleceğin

umutlarını taşır.

Prof. Dr. Ufuk Yücel ile "Şarabın Ufukları"

etkinliğimizde, lezzetlerin derinliklerindeki sırları

keşfetmeye davetlisiniz.

Şarabın renkleriyle düşlerinizi ve dünyanızı

boyamaya hazır mısınız?

KİMYA MÜHENDİSLERİ ODASI

EGE BÖLGE ŞUBESİ

URLİCE VINEYARDS /

URLA

25 MAYIS 2024

https://www.instagram.com/kmoegebolge/

44


HABERLER

ISSUE NUMBER

TADIM SEMİNERİ

Anadolu’nun miras üzümleri ve tadım üzerine bir

konferans...

şarap üzerine yapılan araştırmalar, sektörel

bilgiler ve dünyadaki gelişmeler hakkında bilgi

alabileceğiz özel bir etkinlik.

KEŞFET

ANADOLU’NUN MİRAS

ÜZÜMLERİ

SİNEMA FERİYE 9 HAZİRAN 2024

https://kokkokentoprak.com/tr/

45


Ekmekten şaraba dek pek çok üründe emeği geçen mayayı ana başlığa taşıyan bu eser, şarabın gastronomi ile bağlarını mercek altına alarak şarap-yemek eşleşmelerinin kimyasal ve kültürel boyutlarını inceliyor.

Zeynep Çolakoğlu’nun, yazar ve Kimya Yüksek Mühendisi kimliğiyle tadım farkındalığını bilimsel açıklamalar ve öyküsel bir dille birleştirdiği bu kitabıyla, şahane bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?

MAYA BÜYÜSÜ

Zeynep Çolakoğlu

Karakarga yayınları / Ocak 2024

Karakarga Yayınları’ndan çıkan edebiyat ve sanata çokça konu

olmuş, kendi mitolojisi hatta tanrısı olan kadim ve şiirsel şarabın

hikâyesini anlattığı ve şarapta algılanan koku ve aromaların dilini

çözümleyen ‘Şarap Koyusu’ kitabının ardından şimdi de “Maya

Büyüsü” okurlarıyla buluşuyor.

Çağlar boyu büyüleyici dönüşüm eserleri yaratan, ekmekten

şaraba dek pek çok üründe emeği geçen mayayı ana başlığa

taşıyan bu eser, şarabın gastronomi ile bağlarını mercek altına

alarak şarap-yemek eşleşmelerinin kimyasal, kültürel ve duygusal

boyutlarını inceliyor.

Aroma ailelerinden öne çıkan şarap stilleri ve yapım tekniklerine,

kültürel mirasımız Süryani şaraplarından eski bağlara, eşleşmenin

temel prensiplerinden peynir-şarap uyumuna ve yaşamımıza

dokunarak bizi mest eden aromatik bileşenlere dek uzanan,

tadım farkındalığını bilimsel açıklamalar ve öyküsel bir dille

birleştiren bu kitapta okurları şahane bir yolculuk bekliyor.

Koku hafızamızı nasıl

geliştiririz?

Aromaların bir dili var

mıdır?

Mayalar üzümü nasıl

dönüştürür?

Maya Büyüsü tüm bu sorulara şarap tadımının duyusal

analiziyle cevap ararken, algı kapılarını aralayan

kokularla, sizleri gizemli bir yolculuğa çıkarıyor. Bu

yolda aroma aileleri ile tanışma, aroma çemberinin

rengârenk evrenini keşfetme ve lezzetli deneyimlere

yelken açma üzerine bir dizi fikir sunuyor.

46


Ekmekten şaraba dek pek çok üründe emeği geçen mayayı ana başlığa taşıyan bu eser, şarabın gastronomi ile bağlarını mercek altına alarak şarap-yemek eşleşmelerinin kimyasal ve kültürel boyutlarını inceliyor.

Zeynep Çolakoğlu’nun, yazar ve Kimya Yüksek Mühendisi kimliğiyle tadım farkındalığını bilimsel açıklamalar ve öyküsel bir dille birleştirdiği bu kitabıyla, şahane bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?

KİTAPLAR

47


Ekmekten şaraba dek pek çok üründe emeği geçen mayayı ana başlığa taşıyan bu eser, şarabın gastronomi ile bağlarını mercek altına alarak şarap-yemek eşleşmelerinin kimyasal ve kültürel boyutlarını inceliyor.

Zeynep Çolakoğlu’nun, yazar ve Kimya Yüksek Mühendisi kimliğiyle tadım farkındalığını bilimsel açıklamalar ve öyküsel bir dille birleştirdiği bu kitabıyla, şahane bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?

KİTAPLAR

48


HİNT ANTİLOBU

(INDIAN ANTILOPE)

Shamnadh Shajahan

The Blackbuck also known as the Indian

Antelope, is a medium-sized antelope native

to India and Nepal. Formerly widespread, small

and scattered herds are largely confined to

protected areas today. During the 20th century,

blackbuck numbers declined sharply due to

excessive hunting, deforestation, and habitat destruction,

making them a prized catch these days.

Apart from being super sensitive to any potential

human approach and astoundingly fast sprinters,

a unique behavior that catches one’s eye is their

ability to jump several feet high, as though

catapulted from a spring-board or trampoline.

After several attempts, I was lucky enough to

freeze this adult male in action against the

horizon with its pristine but fast depleting

grassland habitat in the foreground, somewhere

in the outskirts of Bangalore…

Hint Antilopu olarak da bilinen Blackbuck,

Hindistan ve Nepal’e özgü orta büyüklükte bir

antiloptur. Eskiden yaygın, küçük ve dağınık

sürüler, günümüzde büyük ölçüde korunan

alanlarla sınırlandı. 20. yüzyılda aşırı avlanma,

ormansızlaşma ve habitat tahribatı nedeniyle

sayıları keskin bir şekilde azaldı ve bu da onları

bugünlerde değerli bir av haline getirdi.

Herhangi bir insanın potensiyel yaklaşımına karşı

hassas, birinin dikkatini çeken benzersiz ve

şaşırtıcı derecede hızlı koşmalarının yanı sıra bir

trambolinden fırlatılmışcasına bir kaç metre

yukarı sıçramaya muktedirdirler. Birkaç

denemeden sonra, Bangalore’un eteklerinde bir

yerde, ön planda el değmemiş ama hızla tükenen

otlak habitatında ufka karşı eylem halindeki bu

yetişkin erkeği fotoğrafta donduracak kadar

şanslıydım...

49


Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!