16.03.2024 Views

İmroz Gökçeada Dergisi

İmroz Gökçeada Yazarlar Derneği Gökçeada Kültür Sanat Edebiyat dergisi

İmroz Gökçeada Yazarlar Derneği
Gökçeada Kültür Sanat Edebiyat dergisi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

SAYI 1 MART-NİSAN 2024<br />

KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ<br />

<strong>Gökçeada</strong><br />

ÜCRETSİZ<br />

Ίμβρος<br />

Egen n ç ne kapanık kızı<br />

Y O L C U L U Ğ U N B A Ş L A D I Ğ I Y E R<br />

S O N S U Z M A V İ Y E A Ç I L A N P E N C E R E N İ Z


Editör’den<br />

Yeş l Mav Ada<br />

Merhaba<br />

Merhaba sevgili <strong>İmroz</strong> Gökçedada dergi okuyucuları ben Handan. On iki<br />

sene evvel kıyılarıma yanaşan o koca gemiye binip, dört tarafı denizlerle<br />

çevrili garip ve büyülü bu kara parçasında evime geldiğimden ve yeni bi<br />

hayat kuracağımdan habersiz şehir hayatını geride bırakarak karşı kıyıya<br />

geçtim. Yıllar içerisinde adada kök salmak, tepedeki palamut Ağacının dışarı<br />

taşmış köklerine bakarak hayata nasıl tutunacağımı öğrenecek, gün<br />

doğumlarında pürü pak bir Yaşar Kemal romanının içinde süzülecek, zamanı<br />

yakalamak için koşmayacak, durdurmak için çabalamayacak, yüzümü aya,<br />

güne, güneşe, yaşama dönecektim ve neredeyse her gün zeytin ağaçlarını,<br />

denizleri, dut ağaçlarını, rüzgarlarını dinleyecek ve yazacaktım adanın<br />

söylediklerini.<br />

Bu sebepledir ki yıllar sonra güzel insanlarla bir araya gelerek, adanın<br />

anlattıklarını, tarihini , doğası ile uyum içinde yaşayabilmenin yollarını,<br />

birlikte yaşadığımız hayvanlarını, kültürünü, ve diğer pek çok konuyu<br />

anlatabileceğimiz, ada ve hikayeleriyle dolu imroz dergimizin ilk sayısını<br />

sizlere sunmaktan mutluluk ve kıvanç duyuyoruz.<br />

Ada ve adalı olmak içerikli dergimizin bu ilk sayısında, yazarlarımızın<br />

yazılarını okurken herkesin kendi adalı olma hikayesinden, çocukluğundan<br />

ve kendi nostaljisinden bir şeyler bulabileceğine eminim. Ben de şahsım<br />

adına söylemeliyim ki ; bu sayı için üretilenlerin içerisinde gezinirken bu<br />

sayade, bir kez daha adaya bakma şansına eriştim ve kendi adaya geliş<br />

hikayemle özdeşleşen, benzeşen pek çok ortak, etkileyici hikayeye ve<br />

hayata, okuduklarım sayesinde tanık oldum. Umuyorum ki siz sevgili <strong>İmroz</strong><br />

dergi okuyucuları da, sayfalarda gezinirken, üretilenlerin, güçlü görsellerin<br />

ve etkileyici hikayeler ile, geçmişe duyulan arzuyu, eve dönüş acısını,<br />

özlemini, insan olabilmeyi, kendinden kaçmadan, yüzünü kendine ve hayata<br />

dönerek, ada ile, doğası ile bütünleşip, bir olabilmeyi, rüzgarlarıyla adanın<br />

bazen savrulup, bazen sarhoşluğuyla birlikte esebileceğiniz, çocukluğunuza<br />

dair uzanan, derin ve uzun bir yolculuğa çıkacaksınız. Bu anlamlı yolculuğun<br />

bizleri, ada ile tanışıklığımızla beraber, sevgi ve dostluk dolu ortak bir<br />

paydada buluşturabilmesini canı gönülden diliyorum.<br />

Öte yandan ilk sayımızda da sizlerinde hissedeceği gibi, neredeyse<br />

hepimizin adayı ev bildiğini de söylemek pek mümkün. Evimiz <strong>İmroz</strong> da<br />

sırtımızı, bazen yedi çınarın gövdesine yaslayıp, huzur, serinlik, sonsuzluk ve<br />

kardeşlik içinde kendimizle, geçmişle, birbirimizle tanış olmanın ve doğanın<br />

bize bizden başkasını göstermediğinin farkında olarak, burnumuza gelen<br />

kekik kokuları ile, zamanında, oğullarımızı, çocuklarımızı emanet ettiğimiz bu<br />

güzel adaya, yıllar evvel kendisini öğretmen okuluna kayıt için getiren babası<br />

ile, vedalaşırken ona koşup son kez sarılmak isteyen genç bir çocuğun<br />

duyduğu heyecan, özlem ve sevgiyle sarılabiliriz yaşadığımız topraklara.<br />

Tereddüt etmeden, hiçbir şeye ; taşralara varana değin, değersiz muamelesi<br />

yapmadan, yan yana olmaya evrilerek, inci gibi dizilebiliriz.<br />

Bu topraklarda, torunlara, çocuklara iyilik ve güzellikler bırakmayı<br />

amaçlayarak.<br />

Sevgilerle.<br />

Handan ZORLU<br />

EDİTÖR


<strong>Gökçeada</strong><br />

Ίμβρος<br />

Derg s<br />

Sah b<br />

<strong>Gökçeada</strong>&<strong>İmroz</strong> Yazarlar Derneğ<br />

Ed tör<br />

Handan ZORLU<br />

Yazı İşler Müdürü<br />

Şenol ERDİL<br />

Yayın Kurulu Başkanı<br />

Muhl s Çel k<br />

Yayın Kurulu<br />

Ioake m KAMPOUROPOULOS<br />

Şenol AKTÜRK<br />

Ufuk KÖSE<br />

Sema SAYDI<br />

Bed rhan ŞEKER<br />

REDAKSİYON<br />

O.Faruk KAN<br />

Müjdat ÜNSAL<br />

Şenol AKTÜRK<br />

Sema SAYDI<br />

Tasarım / Kapak<br />

Yalçın AFŞAR<br />

Esra ER<br />

Kapak Fotoğraf<br />

Esra ER<br />

Handan ZORLU<br />

Yönet m Merkez<br />

Atatürk caddes no : 11/1<br />

ÇANAKKALE / GÖKÇEADA<br />

Ma l : mrozderg s @gma l.com<br />

Bağışlarınız ç n<br />

İş Bankası <strong>Gökçeada</strong> Ş.B<br />

Hesap No : TR25 0006400000123230368200<br />

Matbaa<br />

Yılmaz Ofset<br />

100. Yıl Mah.Matbaacılar S tes No :67<br />

Bağcılar / İSTANBUL<br />

Tel : (0535)388 72 48<br />

Yazarlar, yazdıkları yazılardan kend ler<br />

sorumludur<br />

''Derg de yayınlanan yazı ve görseller n, b r kısmı ya da tamamı,<br />

Kaynak göster lerek kullanılab l r


İÇİNDEKİLER<br />

02<br />

07<br />

08<br />

09<br />

EDİTÖR’DEN<br />

KABATEPEDEYİM<br />

BEN GÜZEL<br />

BİR HAYAT<br />

YAŞADIM<br />

DOĞA<br />

10<br />

11<br />

12<br />

13<br />

BONCUK<br />

MAVİSİ<br />

ADA İLE<br />

TANIŞMA<br />

ADADA<br />

SIRADAN BİR<br />

GÜN<br />

KURU DUVAR<br />

15<br />

16-<br />

17<br />

14-<br />

18-<br />

19 20-<br />

21<br />

MERHABA<br />

HERŞEYE HAZIRIM<br />

SENİNLE<br />

ADALI OLMA<br />

HİSSİ<br />

EVVEL ZAMAN<br />

İÇİNDE<br />

22-<br />

23 25 26 27<br />

KİMLİK<br />

ŞAHİNKAYA<br />

DEĞİRMENİ<br />

YEDİNCİ<br />

ÇINAR<br />

YAŞAM<br />

HAKKINA<br />

SAYGI<br />

28-<br />

29<br />

30<br />

BİR<br />

ZAMANLAR<br />

İMROZ<br />

PALYAÇO<br />

YAKUP ABİ


KADINLAR GÜNÜ


Kabatepe’dey m<br />

İbrahim DEMİRKOL<br />

Doğduğun yer<br />

yurdundur<br />

Yurt ev nd r<br />

Başka her yerde<br />

yabancısın ötek s n<br />

Yıl iki bin beş. Günlerden temmuz ayının ilk cumartesi günü, uzun bir araba yolculuğu sonunda<br />

Kabatepe’deyim. Yolculuğum <strong>Gökçeada</strong>’ya.<br />

Aracımı sıraya sokup gişeden biletimi aldım. Yurdumdan zorunlu uzak kaldığım uzun yıllar<br />

sonunda, yurduma kavuştuğum ilk yılların mutluluğunu yaşıyor, her yeri gezmek ve görmek<br />

için sabırsızlanıyordum. Deniz ile konuşmaya başladım. Denize, denizsiz kaldığım yıllarımı,<br />

gençliğimi anlatırken bir martının biteviye üzerimde bir ileri bir geri uçtuğunu fark ettim. Baktım<br />

martıya. Göz göze geldik. Sanki bana: "Çok uzun yıllar hasret kaldığın yurdunu gözlerinle<br />

okşamak için Yunan adalarına giderdin, bak hasret bitti, hoş geldin yurduna." Der gibiydi. Ya da<br />

ben öyle anladım. Dalgınlığımdan beni, ‘Nerde kaldı bu gemi? Yine mi bozuldu yoksa? Yahu<br />

nedir bizim bu çilemiz?’ türünden isyan değil ama sitem dolu bağrışmalar uyandırdı.<br />

Ben ne olup ne bittiğini anlamamıştım ama<br />

bir şeylerin de ters gittiğini fark etmiştim.<br />

Yanlarına gidip kulak verdim söylenenlere.<br />

Geminin makinesi zaman zaman<br />

bozuluyormuş ve rüzgâr gemiyi<br />

Bozcaada’ya doğru sürüklüyormuş. "Kesin,<br />

kesin yahu makinesi bozuldu yine vallahi!"<br />

diyenler olduğu gibi "Kuzu Limanı'ndan<br />

kalkamamıştır bile!" diyenler de vardı.<br />

Şaştım kaldım! Bu nasıl bir gemiydi? Ben<br />

de diğer yolcuların yaptığı gibi sağ elimi<br />

güneşe karşı siperlik yapıp nerde bu gemi<br />

diye ufuklara, açık denize bakmaya<br />

başladım. Meraklanmıştım. Söylenenler<br />

doğru olabilir miydi?<br />

Görevlilerin yanına gidip heyecanla<br />

durumu anlattım. Doğru muydu<br />

duyduklarım?<br />

"Doğru be ya!" dedi biri. "Makine istop<br />

edince rüzgâr ve akıntı ta Bozcaada<br />

açıklarına götürür gemiyi. Çanakkale’den<br />

bir motor gider çeker alır, getirir gemiyi."<br />

dedi. Ben tam, şaka mı yapıyorsun<br />

diyecekken diğer görevli: "Fırtına kuvvetli<br />

olursa batırır da gemiyi." deyince, ben şok<br />

halinde: "O zaman biz ne yapacağız?"<br />

demiş bulundum. Cevap beni uyandırdı:<br />

"Batarsa batsın be ya, ada şuracıkta değil<br />

mi yüzerek gidersiniz." dedi.<br />

Makara yapıyorlardı benimle ama alınmadım hatta kendi şaşkınlığıma<br />

kendim de güldüm. Adaya gidiyordum, <strong>Gökçeada</strong>’ya. Adanın geçmişte kalmış<br />

hikayelerini ilk ağızdan öğrenince, şaşkınlık ve hüznüm iyice artmıştı.Yolculuk<br />

esnasında ben gemiyi okşayıp ona: "Sen deniz kızısın, sen aslansın, sen<br />

kaplansın vb." iltifatlar yapmaktan geri durmadım. Harbiden gemiye gaz<br />

veriyor, onu pohpohluyordum (Yalakalık yapıyordum aslında. Eee can<br />

tatlı!).Sağ salim geldik adaya. Ve ben <strong>Gökçeada</strong> sevdalısı oldum. Yaralı<br />

yüreğimi sevgili adalılar tamir ettiler, onardılar. Ve <strong>Gökçeada</strong>- <strong>İmroz</strong>’u bana<br />

yurt yaptılar. Adanın yerlisi Rum ve ülkemizin dört bir yanından adaya<br />

yerleşmiş insanlarımızla dost olduk, aile olduk. Kısaca "ADALI" oldum.<br />

Benim içinde büyüdüğüm kuşağın en güzel ve olumlu özelliği, tüm ülkeyi yurt<br />

bilmek, evimiz ne ise yurdumuzu da evimiz bilip yaşadığımız yere katkı<br />

sunmak, değer katmaktır.<br />

Yıllar geçti...Adalıyım artık! Adalı olmak sınavını geçtim umarım. Kimliğim<br />

"ADALI" artık. Ama bu lafla olacak şey değil tabii ki! Ben ve benim gibi<br />

arkadaşlarım kolları sıvadık. Adaya, adamızın yazın hayatına katkı sunmak için<br />

yürek yüreğe vererek bir yola çıktık. Elinizdeki dergi bu ortak inancın ve<br />

emeğin ürünüdür.<br />

<strong>Gökçeada</strong> dergisi, bir kültür – sanat – edebiyat ve ada tanıtım dergisi olarak<br />

eşitlikçi, barışçıl, demokratik; cinsiyet, ırk, dil, din ayırımı yapmayan kapsayıcı<br />

bir anlayışa sahip olup bu çerçevede adamıza sosyal- kültürel ve edebiyat<br />

alanında katkı sunmayı, adamıza değer katmayı amaçlayan bir bakış açısına<br />

sahiptir.<br />

Sevgili <strong>Gökçeada</strong>lılar, elinizdeki dergi bu güzel amaçlarla yayın hayatına<br />

MERHABA demiştir.<br />

Sevgili okur, Şiir, hikâye ve ilginizi çeken alanlardaki yazılarınızı bize iletin, okur<br />

köşesinde yayınlayalım. Derginizin Yazarı olun! Derginizi ileri yıllara taşıyın.<br />

Ücretsiz dağıtılacak olan dergi, Bağışlar la yayın hayatını sürdürecektir.<br />

Bu anlam da ; Bağışlarınız hayati önem taşımaktadır.<br />

Bu güzel çabaya lütfen destek olun .<br />

İbrahim DEMİRKOL<br />

<strong>Gökçeada</strong> <strong>İmroz</strong> Yazarlar Derneği Başkanı<br />

7


BEN<br />

GÜZEL BİR<br />

HAYAT<br />

YAŞADIM<br />

Sefa OĞUZ<br />

Dünyada dokuz ülkede bulunma, Türkiye’de ise yetmiş dört şehri<br />

görme şansım olmuştu. Türkiye’nin en batısında ise <strong>Gökçeada</strong>, hep<br />

merak ettiğim ama ziyaret etme fırsatı bulamadığım bir yer olarak<br />

beni bekliyordu.<br />

2020 yazında tanıştık ilk kez onunla. İlk görüşte aşk yaşadık. Şaşırdık,<br />

sarsıldık, sarıldık, kucaklaştık. Dört günde dört yıl yaşadık. O güne<br />

kadar kendini hiçbir yere ait hissedemeyen ben, ilk defa; ‘’Ben burada<br />

yaşarım.’’ diye geçirdim içimden. İlk defa yerleşmek ve köklenmek<br />

hissiyatı oluştu bünyemde. - ‘’Burası bana istediğim her şeyi veriyor.’’<br />

ikinci cümlem oldu. Adadan ayrılırken içimde oluşan hisler daha önce<br />

tatmadığım cinstendi. Bir ay ayrı kalabildik hepi topu. Tam bir ay<br />

sonra aşk tazeledik bir eylül akşamında. - ‘’Burası yeryüzündeki<br />

cennet olmalı’’ dedirtti, ada eylülü. Keçilerine, ağaçlarına sarılıp,<br />

güneşine, yıldızlarına teslim oldum ikinci yolculuğumda. Bir yaz<br />

aşkından öte, anlık bir hevesin değil de tutkulu bir bağın oluştuğunu<br />

anladık aramızda.<br />

On sekiz yaşında aile evinden ayrıldıktan sonra hayatım aynı<br />

hayallerin doğrultusunda ama birçok kırılım ve kıvrımla ilerledi.<br />

Doğaya duyduğum tarif edilemez hayranlığın hazzı, günümüz şehir<br />

yaşantılarının, kendimi bulma yolculuğumun hiçbir yerine<br />

tutunamamasına sebep oldu. Defalarca yer, yön ve uğraşlarım<br />

değişse de hayattan beklentilerim hep aynı kaldı.<br />

Ben hep inandım alternatif bir hayatın mümkün olabileceğine. Kesin<br />

olan iki şey vardı bu hayatta; doğum ve ölüm. Bu iki kesinliğin<br />

arasında dünyada geçireceğimiz vakit kısıtlı ve kıymetliydi. Hiç<br />

inanmadım bu hayata tekdüze yaşayıp, rutinin içinde kaybolup<br />

gidelim diye gelmiş olabileceğimize. Bana göre dünya keşfedilmesi<br />

gereken bir yerdi ve dünyaya geliş amacımız da bunu yapabildiğimiz<br />

kadar yapmaktan öte değildi. Çıktığım yolculukların rotası olmadı<br />

çoğu zaman. Hangi tabela hoşuma giderse, hangi yönde güzel bir<br />

işaret görürsem, oraya yönelmeyi seçtim. Yönümü rüzgar, güneş,<br />

yıldızlar, işaretler ve hisler belirledi her daim. Fırtına yaklaşırken<br />

yükseklere çıkıp onun gelişini izlemek, kar yağacağı zaman bir dağ<br />

başına çıkıp onu ilk karşılayan olmak ya da bir gece aniden gelen yola<br />

çıkma hissiyle sırt çantamı hazırlayıp yola koyulmak en büyük<br />

heyecanlarım oldu. Fransa’ya gidiyorum diye yola çıkıp kendimi<br />

Şirince’de yaşarken buldum mesela. (Yol bir şekilde beni oraya<br />

götürmüş ve orada rüyamda gördüğüm bir olayı birebir yaşamıştım.<br />

Kim olsa aynısını yapardı sanırım.) Hayatı bu şekilde deneyimleme<br />

yolculuğum o kadar öğretici ve eğlenceliydi ki sanırım başka türlü<br />

yaşayamazdım. ‘’Ölmediğin sürece hayatta her türlü riski alabilirsin.’’<br />

derdim hep kendime. Sayısız canının olduğu bir oyun gibiydi böylece<br />

hayat. Tüm paran bitse de tüm ilerlemeni kaybetsen de hayallerin,<br />

amacın ve diri bir umudun olduğu sürece yeniden başarma şansını<br />

elde edebiliyordun. İşte adaya bir sonraki yolculuğum ve onun<br />

ardından gelecek yerleşme yolculuğum da tam böyle kırılmalarda<br />

gerçekleşecekti. Üçüncü yolculuğum da yine bir yaz günü gerçekleşti<br />

ve ada sevgim iyice pekişmişti. ‘’Sen bir de adanın kışını gör, kışını<br />

görsen böyle düşünmezsin’’ diyen bir sürü insan çıktı karşıma. ‘’Bence<br />

kışını daha çok severim’’ diyordum hep. Nitekim öyle de oldu.<br />

Onca yıl kaçtığım İstanbul’da ilk uzun süreli yaşama deneyimimi de<br />

olacaklardan habersiz 2020 yılına saklamıştım.<br />

8<br />

Fotoğraf Şenol AKTÜRK<br />

Sonra pandemiydi, ekonomiydi, psikolojiydi derken yıl sonunda<br />

İstanbul’dan kaçarak üzerine yoğunlaşmak istediğim iş projem için<br />

aile evine döndüm. Fakat orada da aksaklıklar devam etti. Bütçemin<br />

yetersizliği nedeniyle projem çöp olurken, kapanmaların devam ettiği<br />

dönemlerde ormanda yaşayan köpekler için besleme yapmaya<br />

çıkıyor, bu sayede hem kendimi hem de kimsesiz kalan dostlarımızı<br />

bir nebze rahatlatıyordum. Günbatımı ışıklarının ormanın içindeki<br />

büyüleyici huzmeleri, karnı doyan dostların huzurlu bakışları ve içinde<br />

bulunduğum çıkmazdan kurtulmanın yollarını arayan umutlu<br />

gözlerimin birleştiği noktada göğe doğru yönelip bir şeyler diledim.<br />

Yalnızca birkaç saat içerisinde dilediklerime öyle yanıtlar aldım ki<br />

sevinçten kendi kendime zıplıyordum.<br />

İşimi kurmama yetmeyen bütçemi, kendime bir karavan yaparak<br />

değerlendirmeye karar verdim. Böylece yerleşik olamayan hayatımın<br />

en büyük problemleri olan yemek ve yatak sorununu çözmüş<br />

olacaktım. Sonrasında ise adaya yerleşecek ve orada yaşayacaktım.<br />

Süreç planladığımdan çok daha zor ve sancılı geçti ama 2021’in aralık<br />

ayında bol yağmurlu, bol gökkuşaklı bir günde bitmeyen karavanımla<br />

adaya doğru yola koyuldum. Ada kışı, hayallerimin ötesinde<br />

bambaşka bir dünya sundu bana. Doğa mucizelerini, insanlar<br />

deneyimlerini, geçmiş yaşamlar ruhlarını paylaştı. Tüm bu olanlar<br />

öylesi bir bütünlük oluşturdu ki her gün ‘’iyi ki’’ dedirtti.<br />

Keşke ya da iyi ki demek belirli bir zaman sonucunda gerçekleşir. Bu<br />

zamanı yaşatan ise kısacık bir anda alınan karara bağlıdır. Bu kısacık<br />

an bazen aylara bazen yıllara mal olur. Yolda verilen kayıpların geri<br />

dönüşü genellikle yoktur ya da zordur. İşte o yüzden anın değerini<br />

bilmek ve anı yaşamaktan bahsedilir.<br />

Ben güzel bir hayat yaşadım. Belki bir gün belki daha çok gün var<br />

yaşanacak önümüzde ama gerçekleşen her hayalimin ardından<br />

yenisini inşa etmeye çabaladım. Amacım hiçbir zaman bozmak,<br />

yıkmak ve talan etmek olmadı. Sevginin ne denli yüce bir duygu<br />

olduğunu anladığımda bunu paylaşmanın insana vereceği<br />

mutluluktan ötesinin olmayacağını anladım. İşte 4 yıl önce ‘’Ben<br />

burada yaşarım.’’ dediğim bu adada bugün ‘‘Ben burada ölürüm.<br />

’diyebiliyorum. Çünkü adaya kulak verirseniz size anlatacağı çok şey<br />

olduğunu ve anlatacaklarının da birçok şeyi mümkün kılabilecek<br />

kadar güçlü olduğunu fark edebilirsiniz.<br />

7


Doğa<br />

Özlem Seçkin<br />

TÜRÜDÜ<br />

Pandemi döneminde, adada üretim yapan bir markanın kurucusu ile<br />

işim gereği sosyal medyada canlı yayın yapmış, toprağı koruyan<br />

üretim biçimi hakkında takipçileri bilgilendirmek için yarım saatlik<br />

sohbette sorularımı sormuştum. Canlı yayını bitirdiğimde yanımdaki<br />

kanepede tezini yazan, eşim beyefendiye- ki kendisiyle uzun süredir<br />

İstanbul dışında nerede yaşayabiliriz sorunu üzerine düşünüyorduk, -<br />

“<strong>Gökçeada</strong>’ya taşınalım mı?” diye sordum.<br />

İsmi ve kendisi hakkında yarım saatlik sohbet içeriği kadar bilgi sahibi<br />

olduğum ada için, 13 senedir yaşadığım kavgalı eşim İstanbul’dan<br />

vazgeçmek çok büyük adımdı ve gerçekleşti. Ancak buraya doğal<br />

yaşamın mucizeleri, adada yaşamak, şehirden kopup yepyeni yaşama<br />

kavuşmak güzellemesi yapmaya gelmedim. Biliyoruz ki güzellemeler,<br />

deneyimi yaşamak yerine hayatı izlemeyi tercih edenler için.<br />

Güzellemelerde hayaller havada kalır, övgü ve imrenmeyle doludur<br />

ama adada yaşama fantezileri gerçeğe bir türlü dönüşmez. Dışarıdan<br />

bakıldığında bu cesaret isteyen bir şey. Cesaret konusu da sadece bir<br />

yerden vazgeçip başka yere taşınmakla bitmiyor, aldığın kararın tüm<br />

yönlerini kapsamak ve tercihine yeni seçeneklerle devam edebilmekle<br />

alakalı.<br />

Büyük şehirde yaşamak çok korunaklı, insanı içine çeken büyü gibi.<br />

Sürekli oyalanma hali ve koşturmanın içinde kendinle kavga ettiğin<br />

şeyin ne olduğunu bile anlayamadığın durumlar var. Sistematik<br />

olarak metrodan vapura, vapurdan otobüse, oradan metrobüse akıp<br />

gittiğin dünyanın içerisinde düşüncelerin de akışın yoğunluğuna göre<br />

şekilleniyor, elinde olan şey ise gün sonu yorgunluğu. Yaşarken net<br />

kalabilmek, kendini anlamak için ise sürekli kendine etiket<br />

yapıştırmaya devam ediyorsun. “Bunu severim, şöyleyim, böyle<br />

biriyim, bu etkinliğe gidiyorum, burada yemek yiyeceğiz…” Liste<br />

uzayıp gidiyor.<br />

Uzun seneleri kapsayan gizli şehir yorgunluğunun ardından, adada<br />

durağan akışa geçtikten sonra ister istemez tüm yorgunluklar<br />

derinlere bastırsan da ortaya çıkıyor. Bunun en önemli tetikleyici<br />

faktörü, doğa. Rüzgarla yol alıp rüzgarla yatıp rüzgarla kalmaktan<br />

başka insanın halini daha çok terbiye edebilen başka ne olur<br />

bilemiyorum.<br />

Manzaralarla dolu bir yerde, kendi gerçekliğini görmekten daha fazla<br />

tanrıya yaklaştıran ne olabilir ?<br />

Doğanın sana gösterdiği şey senden başka bir şey değil şüphesiz. Ve<br />

bunu şehirdeyken gizli kapaklı gerçekleştirse de burada direkt yüzüne<br />

vuruyor. Hâkimin o değil sen olduğunu anlıyorsun. Etken olduğunu<br />

sandığın dünyanın içinde edilgen konumda olmak ve değişime maruz<br />

kalmak insan zihnini en çok zorlayan şeylerden biri olabilir. Bir<br />

yandan doğa ile yol almaya çalışmak, onun kapsayıcılığını hissetmek<br />

yaşamla gerçek bir bağlantı kurmanı, her şeyle görünmez bir<br />

bütünlük hissetme duygusunun pekişmesini sağlıyor. Kalpten<br />

hissediyorsun ki, sıkıcı rutininden, içinden çıkamadığın hallerden,<br />

sahip olduğun etiketlerden çok ötesi var. Yaşamla bağını derinden<br />

hissettiğin bu noktada ise zihnin “bir yanlışlık var” diyor; doğanın<br />

parçası olduğunu sürekli hissedersen, onun ritmine göre hareket<br />

edersen, zihninin sana sunduğu oyalanma halini kaybedersin. Her<br />

gün kurduğun alışkanlıkların, seni sen yapan şeylerin bir önemi<br />

kalmaz, yeni etiketlere artık ihtiyaç yoktur.<br />

Doğada olmak kendini tüm yönleriyle anlamaya zorladığı için,<br />

kendine de en çok yaklaştıran hal. İyisi ile de kötüsü ile de. Yaşamla<br />

bağlantıda olmak, yaratıcı yönüne, evrene, kaynağa ya da tanrıya;<br />

herkes için bu dünyada önemli olan ne varsa, ona da bu kadar yakın<br />

olmayı da kapsıyor. Adanın her yerinde özellikle ıssız, gidilmesi çok<br />

mümkün gözükmeyen şapellerin olmasını tesadüf mü? Zihnini<br />

oyalayan hiçbir şeyin olmadığı güzel manzaralarla dolu bir yerde,<br />

kendi gerçekliğini görmekten daha fazla tanrıya yaklaştıran ne<br />

olabilir?<br />

Fotoğraf Özlem Seçk n TÜRÜDÜ<br />

9


Boncuk Mav s<br />

Murat ARSLAN<br />

Siz hiç maviye âşık oldunuz mu? Ben oldum. Aslında burada<br />

okuyacağınız satırlar; bir deneme, bir haber ya da bir gezi yazısı<br />

değil. Burada okuyacağınız satırlar, tüm yazılardan daha öte;<br />

buradaki bir aşk hikâyesi. Maviye vurulan bir kalbin dile gelişi bir<br />

nevi. Bu öyle bir mavi ki; <strong>Gökçeada</strong>’mızdan daha derin, daha<br />

belirsiz, daha koyu... Koyuluk tehlikelidir, bilirkişi söylüyor:<br />

“Yanınızda olsa da özlersiniz bu maviyi, olmasa da. Sizi üzse de<br />

seversiniz, havalara uçursa da...” Şairin dediği gibi:<br />

Kalp sevmiş bir kere, ne gelir elden!<br />

Acı çekiyor diye<br />

Bülbül vazgeçer mi gülü sevmekten.<br />

Sabretmek kâmil işi.<br />

Her kışın ardı bahar,<br />

Baharın ardı meyve bahçesi.<br />

Hiç unutmam, yazının yazıldığı tarihin yedi yıl öncesi, nisan ayının<br />

ilk perşembesi... Bir çift mavi göz baktı gözlerime; bir olduk,<br />

yoldaş olduk. Büyüdü yoldaşlık, aile olduk. Bize ait bir yer olsun<br />

istedik sonra. Gezdik, dolandık; az gittik, uz gittik şehirleri köyleri<br />

karışladık. Nitekim “İşte burası olsun yurdumuz!” diyemedik. Biz<br />

ararken kendimizi, birbirimizi tanıdık, daha da sevdik. Bir bakış<br />

kâfi oldu derdimizi anlamaya. Meğer bir sevdiği varmış, adı:<br />

<strong>Gökçeada</strong>. Gidelim mi, dedi. Gidelim, dedim. İşte o gün ben<br />

maviyi daha çok sevdim.<br />

Sahilde beş altı köpek, tepemizde martılar... Sonra bir vapur<br />

güvertesi; her yer deniz, her yer gökyüzü... Karşıda iki heybetli<br />

ada... Gözlerinde denizi kıskandıracak bir parıltı ile anlatıyor bana:<br />

“Bak bu Semadirek, bu da <strong>Gökçeada</strong>.” Ve devam ediyor: “Küçük<br />

bir çocuk iken ilk kez babamla gelmiştim buraya. Çok<br />

hatırlamıyorum ama çok sevmiştim köyleri, evleri, tepeleri.”<br />

Birkaç saniyelik dalgınlığı buğu oluyor gözlerinde, anlıyorum ki bu<br />

sevgi aslında babadan kalma bir mazi. Eminim o an bulutlar<br />

kıskandı o buğulu gözleri. Siz hiç gördünüz mü bulutların<br />

ardındaki maviyi? Hasret çeken bir çocuğun biriktirdiği anılara<br />

şahit oldum o manzarada, sevdiği kişiyi o anılara ortak etmek<br />

isteyen bir yetişkinin “Ne olur tamam de, burası olsun evimiz.”<br />

dediğini duyar gibi.<br />

Yavaş yavaş indi arabalar vapurdan. İtiraf mümkünse biraz çorak<br />

bir çehre idi bizi karşılayan. Yollarda koyunların yol vermesini<br />

beklerken bir koku daldı içeriye davetsiz. Biraz acı, biraz keskin<br />

ama bir o kadar da emsalsiz. Kesilmiş otların ada toprağı ile<br />

harmanlanmış coşkun hali gibi. Güneşi çektikçe üstüne daha<br />

cüretkâr, daha benzersiz. “Ne acaba bu bitkinin adı, belki bir gün<br />

kendi bahçemize de ekeriz.” Yol devam etti, biz yola eşlik.<br />

Dar yolların pembe süsü zakkumlar dekor olurken<br />

fotoğraflarımıza bir tepenin ardında beliren yıkık bir dam çekti<br />

dikkatimi. “Kimin acaba bu ev, koca Kefeloz’a nasıl da hükmediyor<br />

bir başına!” Anılar resmedilmiş bahçesindeki harman yerine, yıkık<br />

duvarlarına rüzgâr vurdukça bir Rum türküsü geliyor kulağıma;<br />

nasıl derin, nasıl inceden... Paslanmış menteşelerine dokunmak<br />

istiyorum, geçmişe ihanet geliyor, bırakıyorum. İlk sahipleri<br />

geliyor aklıma, kulağımda gene bir Rum türküsü; daha derinden,<br />

daha inceden. Ardındaki ağaca salıncağımı kuruyorum<br />

hayalimde, bir çift mavi göz eşlik ediyor bana. Yıkılmış ocaktan bir<br />

yemek kokusu geliyor burnuma “Neydi en sevdikleri yemek, en<br />

çok ne pişti bu ocakta!” Ben o gün, yaşanmamış bir hikâyenin<br />

yeni kahramanları olmak istedim. Kendi ağacımızın salıncağı,<br />

kendi ocağımızın aşı, kendi rüzgârımızın türküsü olmak için dua<br />

ettim. Çünkü ben, mavi bir hayalin peşinde, onu savrulmaktan<br />

koruyacak bir rüzgâr, unutamadığı çocukluğunu kucaklayan el,<br />

biriktireceği tatlı ekşi anılara ortak olmak istedim. Ben, toprağın<br />

maviyi mavinin de toprağı sevmesini istedim.<br />

Yol gidiyor, biz yola eşlik ediyoruz. Her yol yeni bir hikâyeye açıyor<br />

kapısını, her kapı farklı bir arzu fırtınası olup geçiyor arabanın<br />

arka koltuğuna. Anıların en değerlisinin birlikte yaşananlar<br />

olduğu hükmüne varıp zamanı biriktirmeye devam ediyoruz.<br />

Kollarımızdaki saatlerin, duvarlarımızdaki takvimlerin aynı<br />

işlediğini biliyoruz, biz herkesin içinde bir olan zamanı ortak bir<br />

kalp için emsalsiz bir ilaç olarak kullanmak istiyoruz. Çünkü ilaç,<br />

içileceği zamanı kendi seçer. Bu yolculukta da nice ilaçlara ihtiyaç<br />

duyuldu, nice ağrılar giderildi. Ama mavinin toprağı toprağın da<br />

maviyi bir araya getirmesini sağlayan şey <strong>İmroz</strong>’dan gelen Rum<br />

türkülerinin nağmeleri oldu. Bakarsınız bu nağmelerden bir<br />

sonraki yazılarda bahseder ve hikâyenin devamını sizlerle<br />

paylaşırım. Belki bir sonraki yazıyı kendi damımın yıkılmamış<br />

ocağından, küflenmemiş menteşelerinden, salıncak kurulmuş<br />

ağacından anlatırım. Dedim ya, burada anlatılanlar; bir deneme,<br />

bir haber ya da bir gezi yazısından ibaret değil. Burada<br />

okuyacağınız satırlar, tüm yazılardan daha öte; sizinle paylaşılan,<br />

bir aşk hikâyesi. O günden sonra üç kişilik bir aşktı bizimkisi:<br />

<strong>İmroz</strong>, toprak ve boncuk mavisi. Şairin dediği gibi:<br />

Ben maviyi çok severim,<br />

En çok da boncuk mavisi...<br />

Denizlerde mavi çok olsa da<br />

Boncuk, okyanuslar saklar içinde.<br />

O okyanuslar ki;<br />

Bir bakarsın cennet olmuş<br />

Bir bakarsın cennetten öte...<br />

10


Ada le tanışma<br />

Bayram Celowski<br />

Adaya ilk geldiğim gün temmuz sonuydu. Vapurda<br />

terastaydım, etrafı birden kekik kokusu sardı. Sanki bir<br />

kapı açılmış, içeri doğru giriyorduk. Bundan daha güzel<br />

bir hoş geldin hatırlamıyorum. Ben de gülümseyip hoş<br />

buldum demiştim. Beni tanıştıracağı hislerden<br />

habersizce ayak basmıştım kekik kokulu adaya..<br />

Ada benim evim oldu, okulum oldu. Her dönüşümde bir<br />

başka öğreti ve hisle uğurladı evime. Bu hisler bir<br />

noktada kağıda döküldü <strong>İmroz</strong>'un sessizliğinde. Sanatım<br />

için bana ışık oldu.<br />

Adaya aşık olmuştum. Hayıtlar, kukumavlar, sessiz<br />

duvarlar, hepsi ile birlikte hazırladık buradan çıkan<br />

hikayeleri, üretimleri.. Ve 2022 yılında ada için bir kış<br />

koleksiyonu hazırladım, adalı arkadaşlarım yerlerinde<br />

ürettiklerime yer verdiler.<br />

Yıldızkoy tepelerinde tanıştığım büyülü kayalarım oldu<br />

zamanla ve her geldiğimde ziyaret eder, onlara yaslanıp<br />

Semadirek'e karşı hissettiklerimi çizerim. Sevdiğim<br />

resimlerimden birkaçını burada sizinle paylaşmak<br />

isterim.<br />

11


Ada’da<br />

sıradan<br />

b r gün<br />

Yıldırım GÜNGÖR<br />

Dereköy’ün güneyinde, 478 Rakımlı Eski kale tepenin zirvesinde<br />

bulunan eski kale kalıntısının yarı yıkılmış duvarlarından birinin<br />

üzerinde ayakta duruyorum. Daha doğrusu durmaya çalışıyorum.<br />

<strong>Gökçeada</strong>’nın meşhur rüzgârı beni yerimden etmek için inatla<br />

uğraşıyor. Oysa düzlükteki şapelin oradan zirveye kadar oldukça<br />

dingin bir hava egemendi. Kuzeye döner dönmez adanın rüzgârı<br />

“Hoşgeldin” dedi. Hem de ne demek….Neredeyse aşağı uçuyordum.<br />

Ama bu sert rüzgâr kale içinde sakinleşiyor ve olağanüstü kekik<br />

kokuları getiriyor bana doğru. Belki de uzun yıllardır buraya ayak<br />

basan ilk insan benim. Ne bir iz, ne de bir işaret var, başkalarının<br />

geldiğine dair. Bir pet şişe…Kağıt mendil… Sigara izmariti…. Bir<br />

çikolata paketi veya birkaç gazlı içecek kutusu görmekten<br />

korkuyorum ama hiçbir şey yok. İnsan gelse bu kadar temiz kalır mı<br />

bu tepe? Farkı kalır mı bu güzelim tepe ve üstündeki, adanın<br />

sahillerinden… Belli ki uzaktan çok ürkütüyor burası. Varsın ürkütsün.<br />

Zarar vereceklerse eğer, gelmesin kimse buralara. Doğa kendine<br />

saygı gösterenlere karşı çok bonkördür. Ancak doğada en güzel olan,<br />

ulaşılması zor olan bir yerdedir. O güzellikleri hak etmek için emek<br />

sarf etmek, bazen acı çekmek gerekir. İşte o zaman doğa, kendini<br />

tamamen sunar ziyaretçisine. <strong>Gökçeada</strong> da böyle bir yer. Muhteşem<br />

doğal oluşumlar gizli saklı yerde, kendini hak edecekleri bekliyor. Çok<br />

gerilere 1998 yılına gidiyorum… Eşimle ani bir karar vermiş, otobüse<br />

atlamış soluğu Çanakkale’de almıştık. İkimiz de çok merak ediyorduk<br />

adayı. Ancak ada adalığını göstermiş bizi kabul etmemişti. İlk<br />

hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Süklüm püklüm geri dönmüştük.<br />

Fırtınanın ne zaman dineceği belli değildi. Sonra 1999 Gölcük<br />

depreminden sonra AKUT adına Avukat Sebahattin beyin davetiyle<br />

adaya konuşma yapmaya gelmiş ve adanın doğasına aşık olmuştum.<br />

Geliş o geliş… Ailece de her yıl sektirmeden geliyoruz. İkizlerimiz<br />

adada büyüdü desek yeridir. Onlar da iki yaşlarından beri bizimle<br />

yürüyorlar adada. Birçok kişi tanıdım. Dost olduk. Dünya görüşlerimiz<br />

farklı olsa bile çok sağlam dostluklar kurdum adada. İstanbul<br />

Üniversitesi Jeoloji bölümü ile yıllardır adada staj yapıyoruz. Ancak bu<br />

yıl galiba gelemeyeceğiz. Çünkü fiyatlar bütçemizi çok aştı. Üzücü bir<br />

durum…. Ada ile ilgili uluslararası iki makale yazdık. Üçüncüsü de<br />

yolda. Adada ayak basmadığım yer yok desem yalan olmaz..<br />

Kalede rüzgâr ve güneş var ama karşı tepeler sisler altında. Bir<br />

görünüp bir kayboluyorlar. Sanki bir zaman sıçraması yapmış gibiyim.<br />

Defalarca okuduğum İlyada’nın etkisinde çok mu kaldım acaba…!<br />

Sanki birazdan Bozcada ve Semadirek adalarının arkasında saklanmış<br />

olan Aka gemileri çıkacak sislerin arasından ve kurnaz Odiseus’un<br />

açtığı Truva’nın kapısından geçerek, 10 yıllık kuşatmayı son erdirecek<br />

saldırıyı gerçekleştirecekler. Menelaos 10 yıllık bir savaştan sonra geri<br />

aldığı karısı Helen’le Semadirek’ten Mısır’a doğru yelken açacak<br />

birazdan. Sanki Poseidon atlarını kırbaçlayarak çıkacak sulardan,<br />

kaybolup gidecek Truva’ya doğru. Öyle demiyor mu Homer İlyada’nın<br />

13. bölümünde. “Denizin diplerinde, /uçurumlarda, Tenedos’la Kayalık<br />

<strong>İmroz</strong> arasında,/ bir mağara vardır, geniş kocaman,/ Dinlendirirdi<br />

orada atlarını Poseidon; yeri sarsan. Burada hey şey o kadar yalın o<br />

kadar bozulmamış ki insan kendini antik çağda hissediyor. Aşağıdaki<br />

mavi derinliklerde olmalı Poseidon’un atlarının ahırı.<br />

Güneş İnce burundan kaybolmaya başladığında ışık oyunları sarıyor<br />

adanın çevresini. Bu ışık oyunların izleyerek inerken, ertesi gün<br />

tırmanacağım Ulukaya Tepenin planını yapmaya başlıyorum. Adaya<br />

her geldiğimce mutlaka tırmandığım bu olağanüstü zirve her<br />

defasında bana başka bir manzara sunuyor.<br />

<strong>Gökçeada</strong>’da deniz ve geleneksel Rum köylerinden başka görülecek,<br />

gezilecek o kadar çok şey var ki. Ne adada yaşayanlar ve ne yazık ki ne<br />

de adayı yönetenler farkında bunun. Beni de deniz değil bu özellikler<br />

çekiyor adaya. İnsan, dört tarafı sularla çevrili,ulaşımı günde birkaç<br />

kez gidip gelen feribotlara bağlı bir adada kendini özgür hisseder mi?<br />

Adaya deniz mevsimi dışında geldiğim her zaman inanılmaz özgür<br />

hissediyorum kendim.<br />

fotoğraf Yıldırım GÜNGÖR<br />

12


Kuru Duvar<br />

Kemal YAZGAN<br />

Yamaçta küçük bir bahçem var . Evimin bitişiğinde. Ev de yamaçta,<br />

köy de. Kimse kimsenin manzarasını ve de güneşini kapatmasın diye<br />

köy yamaçta kurulmuş. Ovada yerleşim yok. Orayı tarım için<br />

ayırmışlar.<br />

Bahçe, büyük kayalar , irili ufaklı taşlarla dolu . Toprak ise taşların<br />

kayaların tutabildiği kadar var. Yani az. Olan da yağmuru bekliyor.<br />

"Buralarda durulmaz” diye. Hep gidici. Gözü düz yerlerde. Ovada.<br />

“Bu bahçeye set set duvar ördürürsem toprak gitmez, yağmur suları<br />

sele dönmez. Yani ovayı buraya kurarım ,setlerde sebze yetiştirim“<br />

diye devamlı plan yapıyordum.<br />

Taş getirtmek, kum, çimento, usta parası büyük maliyet. “Seneye”<br />

diyerek erteliyorum. Her sene fiyatlar artıyor. Emekli maaşı ise<br />

bildiğiniz gibi.<br />

Maliyet bu kadarla kalsa iyi. Esas maliyeti torunlarımız ödeyecek.<br />

Şöyle ki;<br />

Taş ve kum bulunduğu yerden çıkarılmak, buraya ulaşmak için uzun<br />

yollar kat edecek. Yaktığı fosil yakıt mazotun dumanı,çimentonun<br />

hem üretimi hem nakliyecilerin yaktığı fosil yakıt küresel ısınmaya<br />

sebep olacak. Küresel ısınma iklim anormalliklerinin (AŞIRI sıcak,<br />

soğuk, yağış, kuraklık) sebebidir.<br />

Fosil yakıt, yeraltından çıkarılan petrol (benzin mazot), doğalgaz,<br />

kömürdür. Bunları ne kadar yakarsak o kadar büyük karbon ayak izi<br />

bırakırız .<br />

Parayı bulduğumu düşünelim,<br />

Ya karbon ayak izi ?<br />

Çaresizim.<br />

Anacığım beni camiye yollardı. Çok küçüğüm. "Ben ne yapacağımı<br />

bilmiyorum" diye itiraz ederdim. "Herkes ne yapıyorsa aynısını yap<br />

"diye yol gösterirdi. Gözlem yapmayı ondan öğrendim.<br />

O aklıma geldi.<br />

Köyün üst kısımlarında yamaçtaki bahçelerin kenarlarında örülmüş<br />

duvarları inceledim. Tarladan taşlar toplanmış, üst üste dizilerek<br />

kumsuz çimentosuz inci gibi örülmüş. Böylece tarlanın taşlar<br />

ayıklanmış. Ama taşlara "değersiz" muamelesi yapılmamış . Birlikte<br />

yaşadığı ve birbirine dönüştüğü toprağından uzaklara atılmamış. "iç<br />

içe” olmaktan "yan yana" olmaya evrilmiş. Ona toprağı koruma görevi<br />

verilmiş. Toprak mutlu taş mutlu . Yılları devirmişler. En genci bir<br />

asırlık. Sanki dün örülmüş gibi sapasağlam.<br />

Bunun adı KURU DUVAR. (Bu bizim uydurmamız. Asıl adı duvar/<br />

duvarı/ ντουβάρι. Adaya beton gelince kum çimento ile örülene<br />

duvar, eski yönteme de KURU DUVAR denilmiş.)<br />

Evler de böyle yapılmış. Taşlara biraz şekil verilmiş, aralara saman<br />

karıştırılmış çamur koyulmuş. Bütün Evler böyle. Uzaktan hiçbir şey<br />

getirilmemiş. Zaten mümkün de değil. Çatı ve doğrama kavak ve<br />

çamdan , kiremit burada üretiliyor.<br />

Kuru duvar için gerekli malzemeler;<br />

Kazma, kürek, çekiç, eldiven, el arabası.<br />

Fotoğraf Handan ZORLU<br />

Bu kadar. Bir de yapabilirim duygusu ile başlamak.<br />

İlk taşı koyduğunda gerisi geliyor. Bırakmak istemiyorsun. Farklı ebat<br />

taşları evire çevire doğru açıyı bulup "taşı gediğine" koyduğunda<br />

aldığın zevk tarifsiz. Müzisyenim. Ud ve bağlama çalıyorum. Onlardan<br />

aldığım zevkle benzeşiyor. Kuru duvar üçüncü enstrümanım gibi.<br />

Elimden bırakmak istemiyorum.<br />

Fotoğraftaki duvarı 15 günde ördüm. Çevremdeki kediler, kazdığım<br />

yerlerden solucan avlayan tavuklar yardımcılarımdı. Bir daha yaptığım<br />

duvarı inceledim, Ne bana maliyeti oldu ne de torunuma karbon ayak<br />

izi bıraktım.<br />

Çevreme baktım. Beni duyacak kimse yok.(Yardımcılarımdan başka)<br />

"Seviyorum seni Kara Kemal" diye mırıldandım.<br />

8<br />

13


Merhaba<br />

Gönülden bakanım ben<br />

Gözden konuşanım<br />

Yüzden değ l<br />

Yürekten sever m sev nce<br />

Kamil AYDIN<br />

Gün değ l<br />

Ömürdür anladığım söz ver nce<br />

Merhaba…<br />

Ben Kamil Aydın.<br />

İlk basılı şiir kitabım Arayışlar’ın giriş şiiriyle başlamak istedim izninizle;<br />

birlikte çıktığımız bu yeni yazın yolculuğuna.<br />

Sekiz yıl yazları geldiğim, son beş yılında anahtarı bende olan bir ev<br />

diye çırpındığım <strong>Gökçeada</strong>’da, amacıma ulaşmamda en büyük pay<br />

sahibi, atak, dürüst, dost canlısı yeni genç arkadaşım Burukkan<br />

Akmugan, İbrahim Bey ile (Demirkol) tanışmama vesile oldu.<br />

Tanımaktan onur duyduğum İbrahim Bey, kısa bir yüz yüze<br />

görüşmeden sonra teveccüh gösterip, tasarı halindeki dergimize<br />

yazı göndermemi istediğinde yazın türünün ne olacağı konusunu<br />

düşündüm. Şiir’den sonra en sevdiğim tür olan “sohbet” dışında her<br />

edebi türde sanki bir şeyler eksik kalacaktı.<br />

Sonuçta sohbet dilini tercih ettim. Bu sohbet yolculuğunda her<br />

dönemeçten, tepeden sonra bizi ne tür bir yolun, manzaranın<br />

(ifadenin, anlatının) beklediğini<br />

Önceden bilmeyelim.<br />

Ve yol neyi ayağımıza getirmişse ona uyalım.<br />

Dokusunda doğayı ve insanı (<strong>Gökçeada</strong>’yı ve <strong>Gökçeada</strong>lıyı) barındıran<br />

şiir, anı, fıkra, deneme, hiciv, mizah, aforizma…<br />

O anki sohbet konusunu destekleyen bende iz bırakmış filmler,<br />

kitaplar. Ömrümü besleyen büyüklerimin, öğretmenlerimin<br />

eserlerinden alıntılar.<br />

Yukarıdaki girişten sonra tanışma adına bir adım daha atayım:<br />

“Aslımız gül boyundan<br />

Şar’ımız gülşehri<br />

Dilimiz gülce<br />

Uyruğumuz gül<br />

Bayrağımız gül<br />

Şehnamemiz gülce (Bolero-Gül Aşıkları’ndan)<br />

Biraz da Forest Gump’taki (Robert Zemeckis-1994) Forrest’i,<br />

Budala’daki (Fyodor Dostoyevski-1868) Prens Mışkin’i,<br />

Ve Benjamin Button’ın Tuhaf hikayesi’ndeki (David Fincher-2008)<br />

Benjamin’i gözünüzde canlandırın,<br />

Tanıştık gitti işte…<br />

ilk kaldığımdan bu yana evimdeymişim gibi hissettiğim Vama’nın ön<br />

bahçesinde.Kimi zaman elde ki bir kitap ve yazarı oldu bizleri birkaç<br />

dakikada olsa konuşturan, kaynaştıran.<br />

(Paulo Coelho, Jean-Christophe Grange, Ahmet Hamdi Tanpınar,<br />

M. Bilgin Saydam)<br />

“Güneşli, serin bir kış günü, ilk gez gittiğim ıssız, sessiz tarihi<br />

Çınaraltı’nda, yüzü denize dönük tek başına kitap okuyan genç hanım.<br />

Selam verip, ”doğru yere mi geldim?” diye sormuştum. Ardından<br />

okuduğunuz kitap hakkında konuşmak istedim.<br />

Büyüklük gösterdiniz. Karşılık verdiniz. Kitabı benim de okumamı<br />

önerdiniz. Not almıştım. Aldığım notu saklıyorum.<br />

Ama hala edinmiş, okuyabilmiş değilim.<br />

Siz ve o anki konumuz kolay rastlanmayacak, doğaçlama bir tablo, üst<br />

düzey bir fotoğraf, bir şiirdi ve ben sizden habersiz fotoğrafınızı<br />

çekemezdim.<br />

14<br />

Resminizi yapamazdım. ve kitap okumanızı bölerek zaten sizi<br />

yeterince rahatsız etmiştim<br />

Hayatımı anlatarak sizi yormak yerine, Yeri geldiğinde ve gerektiğinde<br />

satır aralarında hayatımdan sahneler aktarmak daha güzel diye<br />

düşündüm. Kaldı ki; 2015 yılında ilk geldiğimden bugüne <strong>Gökçeada</strong>’da<br />

kendimi bir an bile yabancı hissetmedim. <strong>Gökçeada</strong>’ya ikinci<br />

gelişimde, İlk kez kalacağım Vama konukevin’de odama yerleşip aşağı<br />

indim. “Kaleye nasıl giderim” diye sağa sola bakınırken “Kamil bey”<br />

diye bir ses duydum. Şaşkınlık ve birazcık gururla “ben gelmeden<br />

şöhretim gelmiş herhalde” diyerek sesin geldiği yeri aradım. Meğer<br />

beni yerleştirdikten sonra bir evin önünde akraba-komşularıyla<br />

oturan ve beni yol aranırken gören, konukevinin işletmecisi “Mihriban<br />

hanım’mış. Nice ilk karşılaşmalarda, gördüğüm güler yüz, sıcaklık<br />

sonrası yarı şaşkınlık ve olası mahcuplukla , o kadar çok ‘‘yoksa daha<br />

önce tanışmış mıydık’’ dedim ki…Bu tanışıklık hissini bana sizler<br />

verdiniz.<br />

Evet, sanki sizi daha önce bir yerlerden tanıyordum.<br />

Evet, sanki beni daha önce bir yerlerden tanıyordunuz.<br />

Neredeyse 20 milyon nüfuslu İstanbul’da, Zeytinburnu adlı ilçede,<br />

yedi bloklu bir sitenin bir bloğunun 12’nci (son) katında,<br />

bir dairenin bir odasında, bilgisayar, balkon, yatak üçgeninde sıkışıp<br />

kalmıştım on yılı aşkın bir zamandır.<br />

Elbette otuz yedi yıllık sevgili eşim, can dostlarım üç oğlum, canım<br />

ailem değil sıkışmışlığımın, arayışımın kaynağı, sebebi.<br />

Ki onların anlayışı, güveni, desteği olmasaydı acı çeksem de yerimden<br />

kıpırdayamazdım, kıpırdamazdım. Ya da aklım orada iken burada<br />

huzurlu olamazdım.<br />

“Senin <strong>Gökçeada</strong>’da ne işin var abi” demişti evime tamir için gelen bir<br />

arkadaş. Cevap vermesi zor, ciddi bir soru.<br />

Yolda, sırası geldiğinde konuşulması, açıklanması gereken, aslında<br />

bildik, ama bir o kadar da zor konulardan bir konu. Şimdilik<br />

söyleyebileceğim; Sezai Karakoç büyüğümün (İçim acıyarak, hasretle<br />

anıyor, arıyorum)<br />

“Değil mi ki sen varsın, o toplum vardır” sözü hep aklımda ve<br />

kalbimde oldu. Sanırım o toplum, benim toplumum burada. Sanırım<br />

onun için buradayım. Her yaz gelişimde, ve yerleşik duruma geçtiğim<br />

son iki ayda sizlerle konuştum, tanıştım.<br />

Kimi; Yıldız’da lacivert denizin ortasında, kıyıda, Arkadia’da (ilk<br />

geldiğimde dört gün-gece çadırlarında kalmıştım)<br />

Kimi; Yerle duvarın birleştiği yerden gelen rebetiko eşliğinde,<br />

Zeytinli’de Mina’nın Yeri’nde; Kimi; Biyer’de. Kimi; Mihriban Hanım,<br />

Vahap Bey ve çocuklarının gösterdiği sıcaklık ve dostlukla<br />

Gül sebeps z var olur<br />

O ç çeklend ğ ç n açar<br />

Ne kend ne d kkat ett ğ<br />

Ne görülüyor muyum d ye sorduğu var…<br />

Angelus S les us M st k Ş rler<br />

7


O günü hiç unutmadım…<br />

Kimi zaman bir kedi. Kimi zaman bir alışveriş. (Hayır, hayır… Bu<br />

“müşteri velinimetimizdir” güler yüzünden başka bir şey) Kimi zaman<br />

kaybolup yol, iz sorma. Çoğu ayaküstü, ama sıcacık sohbetlerde isim<br />

almayı, isim vermeyi unuttuğumuz oldu. Ya da aldığımız, verdiğimiz<br />

isimleri unuttuk. Olsun. Tanıştık ya…<br />

Yazları kim bilir kimler yurdun dört bir tarafından birkaç gün tatil için<br />

gelip, tatili bitince dönmüştü. Aslında; sağ olsunlar niceleri (dediğime<br />

bakmayın hiçbirinizi unutmadım) kısa, ama içten bir sohbetin<br />

ardından, o an ki duygularımla yazıp imzaladığım kitabımla birlikte<br />

beni de yanlarında götürdüler.<br />

“Bana yabancı d l n var mı d ye soruyorsun<br />

Şu küçücük dünyada yabancım k m ola k<br />

D l yabancı olsun<br />

Ya sen<br />

En az k yabancı d ll<br />

B z m memleketl<br />

Sen ben anlayab l yor musun “<br />

(Bolero’dan-Yabancı d l)<br />

Aşık;<br />

Aşk d yarında ne söylerse söyles n<br />

ağzından aşk kokusu duyulur<br />

Eğr söylese doğru görünür<br />

O ne güzel eğr d r k doğruyu süsler”<br />

(Mevlana-Mesnev )<br />

Konuşmak konuşmamaktan iyidir. İnsana yakışan konuşmaktır.<br />

Ve konuşan, hele hele çok konuşan ne kadar iyi niyetli de olsa zaman<br />

zaman hataya düşecektir.<br />

Belki söylediği yanlış, eksik anlaşılacaktır.<br />

Ya da her zaman kendi doğrusu karşıdakinin doğrusu olmayacaktır.<br />

Olmak zorunda da değildir.<br />

Böylesi durumlarda iş karşılıklı anlayışa, güvene, sevgiye kalıyor.<br />

Haddim olmayarak;<br />

Ne söylersem söyleyeyim aşk diyarından söylediğimi bilir ve<br />

inanırsanız hoş görmeniz daha kolay olacaktır…<br />

Ben bu bembeyaz saçlarımla ömrümün bu sonbahar sonu, kış<br />

başlangıcı vakti <strong>Gökçeada</strong>’yı ve sizi buldum.<br />

Ömrümün sonbahar sonu, kış başlangıcı vakti, kış sonu, bahar<br />

başlangıcını buldum.<br />

“Hal fe Leyla’ya ded k :<br />

-O sen m s n?<br />

-Mecnun senden dolayı mı per şan oldu ve kend n kaybett ?<br />

-Sen d ğer güzellerden üstün değ ls n!<br />

Leyla ded :<br />

-Sus!<br />

-Z ra sen Mecnun değ ls n”<br />

(Mevlana-Mesnev )<br />

İşte <strong>Gökçeada</strong> böyle bir yer. Bir ay oldukça uzun bir zaman. Olsun…<br />

Gönüller bir arada ya.<br />

Yeter ki yolumuz aydınlık, havadar olsun. Hoşça kalın…<br />

15


Naile İzin AKTÜRK<br />

Sevdklermzn ve seveceklermzn adları<br />

Ta başından yazılıdır kalplermze<br />

Ve onları bulana dek savaşırız<br />

Bu karmaşık tutkular çembernde…<br />

Sen lk kez görüyorum ama<br />

Sank br yerlerden hatırlıyorum...”<br />

Her Şeye Hazırım<br />

Sen nle<br />

Tatil rehberlerinde “Materyalizmden uzak bir yaşama odaklanmak,<br />

yüksek bir benliğe ulaşmak, arınmak için kendini evrene bırakmak,<br />

ruhunu doğanın sonsuz iyiliği ve güzelliğiyle iyileştirmek isteyenlerin<br />

adası” şeklinde bahsedilen bir ada olma yolunda <strong>İmroz</strong>… Aynı<br />

uzaktan ve yakından çok sevdiğim Samotraki gibi, ya da benim bir<br />

yanım öyle istiyor.<br />

Sevdiğim birçok adaya benzettiğim <strong>İmroz</strong>’a da bu duygularla geldiğimi<br />

sanıyordum. Uçsuz bucaksız griliğiyle adeta övünen kibirli şehirden<br />

öfke ile kaçarak, çocukluğumun geçtiği bu gri şehrin ve kaçtığım her<br />

şeyin arkamdan geldiğini bilmeyerek… Kavafis’in meşhur “Kent” şiiri<br />

en sevdiğim şiirlerden biri olmasına rağmen…<br />

İnsan sevdiği şeyler arasında bağ kurar, sevdiğimiz her şeyde ilk<br />

sevgilerimizin izleri vardır. Çocukluğumda sevdiğim ilk dağ<br />

babaannemin ilk sevdiğim ev olan iki katlı taş bir yapının<br />

penceresinden gördüğüm bütün heybetiyle yükselen, yılın her<br />

dönemi karlı olan Erciyes’ti. Adada da görmeyi en çok sevdiğim<br />

manzara kışın parlak ayazında karlı zirvelerini Erciyes’e benzettiğim<br />

Samotraki… İlk sevgilerim tarafından sinsice takip edildiğimi<br />

bilmeyerek geldim adaya…<br />

Çok sevdiğimiz, çok öfkelendiğimiz kısacası çok yoğun duygular<br />

hissettiğimiz varlıkların temelinde ne olduğuna, çocukluktaki hangi<br />

hisse karşılık geldiğine iyi bakmak lazımmış. Yani en derine… Suyun<br />

yüzeyinden dipteki değerli taşlar gözükmezmiş. Dalmak lazımmış<br />

nefes almanın güzelliğinden bir müddet feragat ederek, cesur<br />

olmak… Soğuk, berrak sulara bazen donarak ama değerli taşları<br />

gördükçe kaybettiğin çocukluğuna ulaşmanın büyüsüyle dalmak<br />

lazımmış… Kaçarken içimizde neler taşıyoruz görmek lazımmış…<br />

Zaten bu soğuk suların berraklığı oluşmuyordu içimde çoğu zaman…<br />

Yüzeyde yüzüyormuşum. Adanın her haline merakla baktığım çılgın<br />

suları gibi çoğu zaman dalgalıydı içim de. Sanıyordum ki şiirdeki bir<br />

başka ülkeye, uçsuz bucaksız gri şehirden bir başka denize gittim.<br />

Sanıyordum ki ben artık o gri şehir değil <strong>İmroz</strong>’um.<br />

16<br />

B r başka ülkeye<br />

b r başka den ze g der m, ded n<br />

bundan daha y b r başka şeh r bulunur elbet<br />

Her çabam kader n<br />

olumsuz b r yargısıyla karşı karşıya<br />

- b r ceset g b - gömülü kalb m<br />

Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?<br />

Yüzümü nereye çev rsem, nereye baksam<br />

kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün<br />

boşuna bunca yılı tükett ğ m bu ülkede<br />

Karanlık Ankara mekanlarında sık sık bu sevdiğim, ezbere bildiğim<br />

şiiri hatırlatırdım, bir başka ülkeye, bir başka denize gitmek isteyen<br />

kara gözlü arkadaşlarıma… Kavafis’e ve en kara gözlü arkadaşıma<br />

selam olsun. Doğduğum bu şehri sevdiğimi düşünürdüm. Uzun ve<br />

soğuk kış geceleri alışmış adımlarla eve dönerken karışık duygular<br />

beslediğim bu şehir kara yıkıntılarmış büsbütün… Sebebini<br />

bilmezdim, içim daralırdı, bu yorgun ve umutsuz büyük caddelerden<br />

geçerken…<br />

Yerleştiğim bu köye “Beni burda kimse bulamaz.” diyerek hınzır bir<br />

gülümsemeyle saklanan bir çocuk gibi benimle saklambaç oynayan<br />

çocukluğum saklanmış, kalp çarpıntılarıyla beni beklemiş bunca yıl<br />

bulunacağını bilerek… Oysaki rüzgarın dindiği, nefes alabildiğimiz<br />

zamanlarda korkmadan iç dünyama dalan kişiler büsbütün görmüş,<br />

yıkık bir evde sessizce ağlayan terk edilmiş bu çocuğu<br />

7


Sessizce, gizlice ağlamayı bilen ve kimseye acıyan yanını<br />

göstermeye alışmamış, neşeli küçük çocuğu… Sönmeye<br />

çalışan bir yanardağ taşıyan içinde…<br />

Sevdiğim şeyleri anlıyorum da o yüzden seviyorum sanmışım.<br />

Önce sevdirirmiş ta başından yazan, sonra anlatırmış. Ne<br />

zaman anlatacağı da anlatacaklarını nereye saklayacağı da<br />

belli olmazmış…<br />

Adadaki ilk yazımızda Ankara’dan yazları kaçmanın verdiği<br />

alışkanlıkla düşmüştük yollara. Uzun süre planladık, bir<br />

heyecan çıktık. Vazgeçip küçük bir çember çizip kendimizi<br />

limana zor attık. Hemen alışmıştık bizi sarhoş eden rüzgarına,<br />

özlemiştik. Bizi adaya getirecek gemiye bindiğimizi sandık ya<br />

da bindik. Sanmak ya da yapmak bazen ayrı ama çok<br />

benzeyen kız kardeşlerdir.<br />

Şimdi adada ve özellikle bu köyde bulduğum, beni buraya<br />

tutkuyla çeken çocukluğumun hüznüyle fark ediyorum adanın<br />

en sevdiğim manzarasına sahip Agridia’yı ve çok sevdiği kız<br />

kardeşi Samotraki’yi… Ve sık sık andığımı fark ediyorum<br />

uzaklardaki kız kardeş Erciyes’i… Buraya geldikten sonra<br />

sönmüş ve rahatlamış olduğundan neredeyse emin olduğum,<br />

şimdiyse içimde olanca gücüyle parlayan volkanı fark ettiğim<br />

gibi…<br />

Ey hayattaki her şeyin değerini ve rengini yitirdiğini sandığımız<br />

zamanlar! Ürkek gözlerle izlediğimiz fırtınalı, yağmurlu<br />

karmakarışık halimizin mi yoksa dingin, huzurlu, bütün<br />

renklerin parladığını gördüğümüz halimizin mi gerçek<br />

olduğunu kestiremediğimiz günler, aylar… Gerçek ile hayal,<br />

<strong>İmroz</strong> ile Samotraki, ey ulvi kız kardeşlik! Ey uzakta sandığım<br />

Erciyes! Ara ara su berrakken gördüğüm, seni görmek için<br />

çorak şehirden denizler aşıp geldiğim çocukluğum, unutma…<br />

Fırtına dinince ve sular eski berraklığına kavuşunca kıymetli<br />

taşlar bir bir parlıyor. Onların derinde olduğunu korkudan<br />

denize bakamadığın günlerde bile unutma. Alabora<br />

olduğunda teknen bağır, ağla ama söyle ne diyorsun, ben<br />

anlarım artık dilini. Büyük fırtınalarda dalma derinlere,<br />

odaklan sadece yüzüne vuran sert ve diriltici <strong>İmroz</strong> rüzgarına,<br />

dinle, nerden esiyor, öğrendin… Denizden esen rüzgarın<br />

ulaşamadığı şehirde değilsin artık. Hayat bu, lodosuyla<br />

poyrazıyla güzel hayat. Bırak dağıtsın saçlarını, bırak alsın<br />

götürsün seni istediği yere…<br />

Oya - Bora’nın hayata yeni başlıyorken en üzüldüğüm<br />

zamanlarda dinlediğim, beni her seferinde gerçek bir<br />

yolculuğa çıkardığını o zamanlar fark etmediğim, aslında<br />

hüzünlü çocuk yanıma ve dolayısıyla çocukken ayırt<br />

edemediğim birçok duyguya götüren şarkısı yine<br />

kulaklarımda: “Her Şeye Hazırım Seninle…”<br />

her an ölmek ç n yaşasak<br />

kıyısında sarp b r uçurumun<br />

uçmaya hazırım nan sen nle…<br />

Belirsizliğiyle ve de aslında kavuşmaya çalıştığımız güzelliğiyle<br />

ölümün zihnimizdeki izdüşümü olan sarp bir Agridia<br />

uçurumunun kıyısında bu şarkıyı söylüyorum: “Bir yarın var mı<br />

bizler için” bu adada ve bu “hiç hem de hiç umurumda değil”<br />

ken… Burada, çocukluğumun hüzünlü yanını set set ören<br />

şeyin ölüm olduğunu da, yarının belirsizliğinin uçurum gibi<br />

beni sarmaladığını da bilerek dimdik duruyorum artık, bilerek<br />

ölümlü olduğumu da…<br />

Çocukluğum… Ey fırtınalarda dimdik duran çocukluğum: Var<br />

olduğunu hatırlatmak için görünmeye çalışan bulutların<br />

arasından ya da her bulutlu havada var olduğunu hatırlamak<br />

için görmeye çalıştığım çocukluğumun Erciyes’i Samotraki…<br />

Bazen elimi uzattığımda dokunabilecek kadar berrak, yakın;<br />

bazen de göz gözü görmeyecek kadar sisli havaların içinde<br />

saklanan çocukluğum… Şimdi çok uzak hem de çok berrak...<br />

Onu göremediğimde huzursuz olmuyorum ya da<br />

gördüğümde onu içim o kadar coşmuyor adadaki bu on yılın<br />

sonunda ve Samotraki’ye büyük bir özlemle bakmak için<br />

canımı çıkaran tepelere tırmanmıyorum. O bulutların<br />

ardındayken ya da ben adanın güneye bakan<br />

düzlüklerindeysem de orda olduğunu, görünmek istediğinde<br />

hiç beklemediğimiz bir anda ne de güzel göründüğünü<br />

biliyorum. Ve büyümeye çalışan ama bir Everest olmadığının<br />

da farkında olan çocuk benliğim; sabrederek ağlamadan<br />

orada bulutların ardında beklemeyi öğrendi. Çünkü artık<br />

Erciyes de Samotraki ve <strong>İmroz</strong>’un Agridia’sı gibi üç yetişkin<br />

yanardağ… Üç kardeştiler onlar, hiç biri unutulmasın…Ve<br />

sönmüş olmasının huzuruyla baktığım bu yerde bir gün<br />

aktifleşseler de her şeye hazırım ben onlarla… Ve “Hayat bu,<br />

nerden eser, nereye götürür belli olmaz ama” dedi her şeye<br />

rağmen adayı terk etmeyen buralı komşum, “Burada ölmek<br />

istiyorum”…<br />

Yen b r ülke bulamazsın,<br />

Başka b r den z bulamazsın.<br />

Bu şeh r arkandan gelecekt r.<br />

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.<br />

Aynı mahallede kocayacaksın;<br />

Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.<br />

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceks n sonunda.<br />

Başka b r şey umma.<br />

B neceğ n gem yok, çıkacağın yol yok.<br />

Ömrünü nasıl tükett ysen burada, bu köşec kte,<br />

Öyle tükett n demekt r bütün yeryüzünde de.<br />

* Oya&Bora, “Her Şeye Hazırım Sen nle”, Söz: Bora Ebeoğlu “Saraylı” Albümü, 1994<br />

* Konstant nos Kavaf s, Kavaf s’ten Kırk Ş r, Çev ren: Cevat Çapan, Adam Yayınları, İstanbul, 1982<br />

17


ADA’LI OLMA<br />

HİSSİ<br />

Arzu Özözlü<br />

18<br />

Tarihi, kültürü, doğası, mitolojideki yeri, gezilecek yerleri… Imroz için konuşulacak çok şey var<br />

elbette ama en başta adalı olma hissini, kendi deneyimlerimle aktararak tanışmayı isterim.<br />

Adada yaşamak, adalı olmak bir histir bana göre. Kimine göre bir kaçış, belki bir vazgeçiş, belki<br />

inziva, kendini arama, kendini tanıma, belki de kendi kendine verilmiş bir sürgündür. Kimine göre<br />

ise; yeni bir başlangıç, sadeleşme, izole kalma hali, küçülme, doğaya özlem, konfor alanından çıkma<br />

zamanı, bağımsızlık hissi, kader belki de, bir çağrıya karşı koyamama, hayale ulaşma, ait olduğu yeri<br />

bulma halidir. Ben burada doğmadım. 3 sene öncesine kadar da sadece yazlıkçıydım. Bu yüzden<br />

kendime “sonradan adalı” diyorum sohbetler esnasında. Lakin bu kadar basite indirgeyemem Ada<br />

ile olan bağımı. 2004 yılıydı Ada’ya ilk ayak bastığımda. Sadece birkaç gün kalmış olmama rağmen<br />

dönerken bir parçamı burada bırakmış, ancak bunun farkına varmamıştım. O eksik parça, her<br />

dönüşümde tamamlanma isteği ile beni tekrar tekrar Ada’ya çekti. Bu tamamlanma hissiyle<br />

içimdeki ada aşkı, feribot Ada’ya yaklaştıkça artan sabırsızlığım, ayak basınca içimdeki tarifsiz<br />

mutluluk her geçen gün çoğalıyordu. Uzaktayken çektiğim ada yoksunluğu ise tarifsizdi. Ada’ya dair<br />

hiçbir şey bilmiyordum o zamanlar, ne bir akraba ne bir tanıdığım vardı. Bilinmezliğe duyulan bir<br />

hayranlık mı idi bu, yoksa bilmediğim bir geçmişim mi vardı, hala arıyorum sanırım cevabını. Tek<br />

bildiğim, evet bana bir şey ve ben artık ada’ya geldiğimde evde hissetmeye başlamıştım. Benim için<br />

“ev” doğduğum büyüdüğüm İstanbul değil artık <strong>İmroz</strong>’du. Babaannemin Rodos doğumlu olmasıyla<br />

ilintili midir bilmiyorum ama daima sempati duydum ada hayatına. Bozcaada, Prens adaları, Avşa,<br />

Marmara adası ve Paşalimanı adalarında bulunduğumda da çok mutlu hissettim. Fakat bu gelen<br />

yerleşme hissi bambaşka. Çok sonralarda tanıştığım bir kelime var; Duyduğumda duygularımın<br />

karşılığını bulmuş, ada ile olan ilişkimizin adını koymuş olduğum. “Islomania” yani tam karşılığı ile<br />

ada deliliği, ada düşkünlüğü. Bu terimle tanıştıktan sonra daha dikkatlice gözlemledim ada sever<br />

insanları. Baktım hep benzer söylemler ve hisler etrafında dolanıyoruz hepimiz. Kendi kendime<br />

gözlemleyip söylediğim cümleleri sık sık başkalarından da duymaya başladığımda anladım ki bu<br />

bana özgü bir şey değilmiş. Bizler “islomaniac” yani ada tutkunlarıymışız. Böylece yeni bir aidiyet<br />

duygusu ile gözlemlemeye devam ettim.<strong>Gökçeada</strong> yani nam-ı diğer rüzgarlı Adada kış aylarında<br />

sıkça feribot iptalleri oluyor. Bu mahsur kalma halinin içimde sinsi bir cazibesi var. Biz bize kalma,<br />

dışarıdan kimsenin gelemiyor olması hali korkutucu değil benim için. Ada yaşamına tamamen uzak<br />

olan birisi için hastalıklı gelebilir kulağa belki. Neticede imkânların yetersiz kaldığı acil durumlarda<br />

karaya bağımlılığımız olduğu bir gerçek. Mesela şehirde elektrik kesildiğinde, camdan baktığınızda<br />

ışıklı semtler görebilirken, burada balkona çıkıp baktığınızda sadece yıldızları görebiliyorsunuz.<br />

Denizin ortasında, kapkaranlık bir kara parçasının üzerinde olduğunu bilmek ürkütücü değil,<br />

fantastik geliyor mesela. Ada yaşamı herkese göre bir yaşam biçimi olmayabilir. Ada’da yaşamaya<br />

karar veren kişi biraz da tevekkül ederek, yani bir kabullenişle, kaderine boyun eğerek gelmeli.<br />

Artılar eksiler devreye giriyor bu noktada. İyot zengini mis gibi bir deniz havamız var mesela. Trafik<br />

ışığı olmayan bir yerde yaşamak, gidilecek pek çok lokasyonun 5,10 dakikalık mesafelerde olması;<br />

saatlerini trafikte geçirmiş eski bir beyaz yakalı için bulunmaz bir nimet. Cittaslow (sakin şehir)<br />

ünvanlı bir ada <strong>Gökçeada</strong>. Hayatın yavaşladığı bir yerde yaşıyoruz, acele işimiz neredeyse yok gibi,<br />

mesafeler kısa, kalan zaman bize kalıyor. İlk tam zamanlı yaşamaya başladığım sene, ekmek almak<br />

için girdiğim fırında sıra beklerken, önümde muhabbete dalmış olan müşteri yüzünden<br />

bekletildiğim için pufladığımı hatırlıyorum. Oysa şimdi bunu yazarken alaycı bir gülümseme belirdi<br />

yüzümde, çünkü artık ben de o sohbetlerin bir parçasıyım. Her geçen gün daha da adalıyım. 3 dolu<br />

dolu yıl geçirdim ve sadece 1 gün ada dışında kaldım. Aradığımı bulmuş olmalıyım ki başka bir yere<br />

gitme ihtiyacı bile hissetmiyorum. Yakın zamanda kaybettiğimiz fotoğraf sanatçısı Manuel Çıtak’ın<br />

Islomania isimli sergisinden sonra verdiği bir röportajı okumuştum. Ropörtajda, Bozcaada ve<br />

<strong>Gökçeada</strong>’da yaşayan insanların ada bağlılıklarından, adadan çıkamama duyguları, feribot<br />

iptallerinde adada mahsur kalanların tuhaf mutluluğundan bahsediyordu.<br />

Yine Islomania kavramı ilk olarak, yirminci yüzyılda yaşamış İngiliz yazar Lawrence Durrell<br />

tarafından kullanılmış.


Kavram, Durrell’in Rodos üzerine yazdığı Reflections on a Marine<br />

Venüs (1953) kitabında geçmekte. Kitapta islomania’dan, muzdarip<br />

olunan bir sarhoşluk ve ruh hastalığı olarak bahsediliyor. İslomanların<br />

ise Atlantis’in soyundan gelmekte olduğu ve kayıp Atlantis’e<br />

çekilmekte oldukları varsayılmakta. Bu bilgiler dahilinde ben de<br />

kendime isloman demekte bir beis görmüyorum.<br />

Her gün yeni insanlarla tanışıyorum. Tanıştıkça şaşırıyorum. Benim<br />

gibi sonradan göçenlerle sohbet ederken bir zamanlar ya aynı<br />

yerlerde çalışmış oluyoruz, ya evlerimiz yakın olmuş oluyor, ya da bir<br />

ortak arkadaşımız çıkıyor. Sanki bir şekilde o dönemde karşılaşmayıp<br />

şimdi bir araya toplanıyor gibiyiz. Oldukça mistik değil mi? Şehirde çok<br />

aşina olmadığım kolektif bir yaşam biçimi ve tatlı bir yardımlaşma hali<br />

var Ada’da. Kimin yardıma ihtiyacı varsa oraya koşuluyor. Herkesin<br />

evinde mutlaka birilerinin evinin yedek anahtarları oluyor, evde<br />

yokken göz kulak olmak için. Şehirde karşı kapı komşumu tanımazken<br />

buradaki bu samimiyet ve güvenli ortamda olmak iyi hissettiriyor.<br />

Karşı adalarda ve anakarada dostlarım var. Tarihi yarımadadan ve<br />

Bozcaada’dan zaman zaman ayna tutuyorlar bize. Ayna tutuyorlar<br />

dediysem, bir anda bir fotoğraf geliyor; günbatımında <strong>Gökçeada</strong>…<br />

Bazen de yaz aylarında çıkan talihsiz yangınları haber veriyorlar<br />

dumanı görünce.<br />

Biz ise adamızın pek çok yerinden, Yunan adası Semadirek’e<br />

bakıyoruz. Şimdilerde tepeleri hep karlı, bizde kar olmasa da<br />

soğuğunu paylaşıyoruz. En güzel günbatımı kadrajlarına güzellik<br />

katıyor. Markete giderken, yürüyüş yaparken, denize girerken başka<br />

bir ülkeye bakıyor olma hissi de garip diğer yandan. Yeni alışkanlıklar<br />

ediniyorum. Doğa’ya yaklaştıkça, bu döngüde, birbirimize fayda<br />

sağlayarak yaşamanın önemini daha iyi kavrıyor insan. Yenilebilir<br />

mutfak artıklarını keçiler, kuzular için biriktirmek, çantamda daima<br />

kedi ve köpek maması bulundurmak gibi. Çünkü hiç ummadığınız bir<br />

anda ve yerde çıkıveriyor karşınıza, aklınız orada kalıyor şayet<br />

yanınızda paylaşacak bir şey yoksa. Ada’lı olmak nedir? Nasıl adalı<br />

olunur? Keşfettikçe güçleniyor benim için bu duygu. Her öğrendiğim<br />

yeni bilgi, çoğaltıyor adalılığımı. Hangi bitki, hangi meyve nerede<br />

yetişir, hangi mevsimde toplanır. Toplamak dediysem, tabii ki bir<br />

kısmını doğada bırakarak. Biraz böğürtlen bana ise, kalanı kuşlara.<br />

Türkiye’nin en büyük adasındayız, her gün yeni yerler keşfetmeye<br />

devam ediyorum ve hala duyup ta henüz gitmediğim yerler var.<br />

Gezilerin bazılarına yerel dostlar rehberlik ediyor, bazılarını tesadüfen<br />

keşfediyorum. Şelale’ye hangi ayda gitsek en güzel zamanıdır,<br />

köylerde zakkumlar açınca çok güzel fotoğraflar çekilir gibi bilgileri<br />

topladıkça heybeme, daha da artıyor Ada’lı olma hissim.<br />

19


Evvel Zaman<br />

İç nde<br />

Vasıf Turhan KAYACIK<br />

On dördünde başlar emekçi çocuklarının yolculuğu. Doğup<br />

büyüdüğüm Ege kasabasında öğretmen okulu sınavlarını kazanan tek<br />

öğrenci olmanın örtük kıvancını yaşarken duydum <strong>İmroz</strong>'un adını.<br />

Ada uzak bir ülkeyi çağrıştırıyordu insana. Haritalar açıldı, eş dost<br />

konu komşuya haberler iletilip çoğu masalımsı bilgiler edinildi.<br />

Bin dokuz yüz altmış yedi yılının ekim ayında bir sabah alaca<br />

karanlıkta başladı büyülü yolculuğumuz. Önce İzmir, ardından<br />

Çanakkale'ydi hedefimiz. Babamın enfarktüslü yüreğinin çarpıntıları<br />

duyuluyordu neredeyse. Kazdağlarının kıvrımları arasında, denizi bir<br />

görüp bir kaybederek altı saatlik yolculuğun ardından ulaştık<br />

Çanakkale'ye. Bizim gibi adaya gidenlerle oluşuyordu ilk dostluklar.<br />

Okula bir an önce ulaşmaktı büyüklerimizin hedefi. Oysa iskelede<br />

kocaman bir sürpriz bekliyordu bizi. Öyle saat başı, ha deyince ulaşım<br />

yoktu <strong>İmroz</strong> denilen gizemli adaya; haftada iki gün o da geç saatlerde<br />

geliyordu gemi. İlk şaşkınlığı atlattıktan sonra öğreniyorduk, gün aşırı<br />

adaya giden kosterlerin varlığını.<br />

Saat kulesinin oralarda bulduğumuz bir otelde geçiriyoruz geceyi.<br />

Sabah olunca bir kahvehane masasında yenen simitlerin, içilen<br />

çayların ardından, elde bavullar tutuyoruz iskelenin yolunu. Ünlü<br />

Acarlar motoru bekliyor bizi. Yük taşımak için tasarlanmış bir<br />

Karadeniz teknesi aslında. Ambarlar ve kaptan kulübesi dışında<br />

yolcular için kapalı bir alan yok teknede. Neyse ki hava güzel, deniz<br />

sakin. Biz de alıyoruz açık havadaki yerimizi. Büyükler kendi<br />

aralarında, biz kendi aramızda konuşuyoruz yeni arkadaşlarımızla.<br />

Doyumsuz bir deniz yolculuğu; yelkenleri de açıyor kaptan; yunuslar<br />

eşlik ediyor bize. Epeyce yol aldıktan sonra kara görünüyor<br />

uzaklardan. Sağ yanımızda Samotrakia sisler içinde; şaşkınlıkla<br />

izliyoruz Kaşkaval Burnu’ndaki kayalıkları; derken Kaleköy limanına<br />

ulaşıyor teknemiz.<br />

Minübüsü beklerken çevreyi inceliyoruz bir yandan. Oldukça sakin,<br />

huzurlu bir yer izlenimi oluşuyor ergen beyinlerimizde. Kilise en çok<br />

dikkatimizi çeken yapı oluyor. Okulda yaşça büyük abiler karşılıyor<br />

bizleri; kayıt işlemlerinin ardından yatakhanelerimizi gösteriyorlar.<br />

Babam akşama döneceği için adanın merkezine gidiyoruz birlikte.<br />

İlgiyle izliyoruz yapıları. Belediye binasının bitişiğinde, bir sinema<br />

salonu görüyoruz. Kapının önünde bir adam, film makaralarını sarıyor<br />

birinden ötekine. Esnaf olmanın rahatlığıyla selamlaşıp tanışıyor<br />

Kosta’yla babam. Kırkağaçlı Rumlardan, ailemizin onlarla olan iyi<br />

ilişkilerinden söz ediyor; sarılıp öpüşüyorlar. “Oğlum sana emanet”<br />

deyip Kosta’ya emanet ediyor beni. Bir ihtiyacım olduğunda kendisini<br />

aramamı söylüyor Kosta. Okula dönüyoruz söyleşerek. Kapı önünde<br />

vedalaşıyoruz. Akşama gelecek gemiye yetişmek için Kaleköy’e doğru<br />

yola çıkıyor babam; okul duvarının sınırına vardığında dönüp el<br />

sallıyor; bir duygu sağanağı oluşuyor, koşup sarılmak istiyorum ona,<br />

tutuyorum kendimi, elli yıldır bir yaradır hâlâ içimde. Akşama yapılan<br />

hoş geldiniz eğlencesi avutuyor bizi. Neşeyle asker koğuşlarını<br />

anımsatan yatakhanelere gidiyoruz. Anlam veremediğimiz karartma<br />

uygulanıyor adada, ardından derin uykulara dalıyoruz.<br />

Benliğimizde derin izler bırakan ada maceramız, işte böyle başlıyor,<br />

evvel zaman içinde.<br />

20


RÜZGÂRLI ADAYA<br />

Büyükninemizin dokuma tezgahından<br />

komşu Mariya'nın<br />

parmak izlerini getirdik adanıza<br />

Lir çalan melek tasvirli aynalardan<br />

Aspasya'nın hüzünlü gözlerini<br />

Dedemizin sağdıcı fırıncı Kosta'nın<br />

ekmek kokularını getirdik...<br />

Anneannemizin sırdaşı<br />

Katina'yı andık<br />

taş kaldırımlı dar sokaklarınızda<br />

Pastacı Gacuri'nin<br />

ev şaraplarını içtik gizliden<br />

Kemanların, santurların<br />

sesleriyle çoştuk düğünlerinizde<br />

Cenaze törenlerinde<br />

şaraplı ekmeği bekledik<br />

yapay hüzünlerle<br />

Eleni'nin zümrüt yeşili gözlerinde<br />

aşkı aradık çaresiz...<br />

Biz <strong>İmroz</strong>'da<br />

kardeş bir halkı sevdik Efterpi<br />

Rüzgarlı Ada'nın kızı<br />

Biz Ege'nin çocukları<br />

Orda bıraktık kalbimizin yarısını...<br />

VTK(Yürüdük Hep Yürüdük)<br />

Στο Νησί των Ανεμώνων<br />

Apo tis gias mu to ifandurgio<br />

Ferame sto nisi sas<br />

Ta daktilika apotipomata<br />

Tis gitonisas Marika,<br />

Mesa apo tus kathreftes<br />

Pu apikonizun Angelus<br />

Ta melanholika matia<br />

Tis Aspasias ferame.<br />

Ton kumbaro tu papu mas,<br />

Tis mirodies ton psomion<br />

Tu furnari Kosta ferame.<br />

Mnimonevsame tim embisti fili<br />

Tis giagias mu, Katina.<br />

Ta kalderimia ton stenon sokakion sas,<br />

Ton zaharoplasti Katsuri Mnimonefsame.<br />

Krasia pgikame sta krifa<br />

Glentisame me tis horodies<br />

Ton santurion,<br />

Violion stus gamus sas.<br />

Stis kidies sas perimename<br />

Tin makaria sas.<br />

Me tehniti melanholia<br />

Sta matia tis Elenis<br />

Psaksame apelpizmena ton erota.<br />

Stin Imbro agapisame<br />

Ena lao adelfiko.<br />

Efetrpi, i kori tu nisiu ton anemon<br />

Emis a pedia afisame eki<br />

Tin misi kardia mas<br />

Rumca Çev r : Kat na KARANİKOLA<br />

21


K ml k<br />

Sennur SAYGI<br />

22<br />

Neden biz insanlar tek kimlikle yetinmiyoruz; “Ben insanım!” demek<br />

yeterli gelmiyor? Bir dolu alt kimliklerle yaşamı zorlaştırıyor,<br />

anlamsızlaştırıyoruz?<br />

Neden alt kimliklerle böbürleniyor, seviniyor, seviliyor, dışlanıyor,<br />

dışlıyor, haddimizi aşıyor ve düşmanlıklar yaratıyoruz?<br />

Özellikle alt kimlikleri başat kılanlar: bundan çıkar sağlayanlar olmuş<br />

daima; bir kabile reisi(!) belli bir kimlik altında topladığı ‘reaya’-sını<br />

kaybetmek istememiş; o grup olmasa onu kim besler, rahat<br />

yaşamasını kim sağlar, onun görece büyüklüğünü kim alkışlar?<br />

Demem o ki; kimlik kandırmacası bin yıllar üzerinden hükmünü sürüp<br />

duruyor, ezenler-ezilenler, yönetenler-yönetilenler, kurnazlar-saflar,<br />

korkutanlar-korkanlar, seçenler-seçilmişler, laf ebesi olanlar ve<br />

hayalleri güme gidenler ikilisi bir türlü dengelenemiyor.<br />

“İnsan” kimliğinin dışında bize yapıştırılan kimlik safsataları, düşünün,<br />

ne yıkımlara, ne acılara, ne savaşlara, ne kıyımlara neden olmuş,<br />

oluyor ve olacak!<br />

Kişiler ‘kimlik’ ayrıştırmasına öylesine kaptırmışlar ki kendilerini, bir<br />

gruba ait olmak için harcıyorlar tüm yaşamlarını; gözlerini, kulaklarını,<br />

gönüllerini kör ederek, körelterek.<br />

Ben erkeğim! Ben kadınım! Ben Hintliyim! Ben zenginim!Ben<br />

yaşlıyım!………..yum!,……..yüm!,………<br />

yım!,.......yim!,.......düm!,..........küm!,.........nım!,.....tım!,……tum! vb<br />

demenin, dedirtmenin geniş kitleleri esir almasının ne anlama<br />

geldiğini, nasıl bir eksiklik, nasıl bir esaret, nasıl bir kandırmaca<br />

olduğunu görebilmeli tüm insanlar.<br />

Görenler o kadar az ki; bunları hep marjinal, hain ya da deli diye<br />

nitelemeyi/ yaftalamayı tercih etmiş diğerleri; kurulu düzen<br />

bozulacak, savaşlar azalacak, beleş yaşam tehlikeye girecek korkusu<br />

ve arsızlığı ile!<br />

Nedense, hiç kimse isminin önüne olumsuz bir tanımlama getirmiyor;<br />

yaşam felsefesine , yaptığı işe uygun olsa da. ‘Sayın hırsız …….Sayın<br />

diktatör…….Sayın rantçı……Sayın yalancı……Sayın fırsatçı… Sayın<br />

yobaz….Sayın münasebetsiz… Sayın çok bilmiş…Sayın düşünce<br />

tembeli…..Sayın sessiz…..Sayın dalkavuk… Sayın dedikoducu Hös Bey/<br />

Hös Hanım!’ Kimliğini açıkça kullanmıyor. ‘Ben bir hiçim!’ diyemiyor<br />

yüksek sesle. Kimde o cesaret! Hiç kimse zaaflarını, zayıflıklarını,<br />

karakterinin defosunu vurgulayan bir kimlik ile bilinmekistemiyor;<br />

böyle söylemler yürek ister kişinin kendisi ile yüzleşmesi için.<br />

Olumsuzu akıl yolu ile tartışmaktan kaçıyor ya da buna aklı yetmiyor!<br />

Ada’da bir komşum vardı. Birbirimizi severdik, önemserdik. Çalışkan,<br />

kibar, yetenekli, tertemiz bir hanımdı. Küçük sırlarımızı da paylaşırdık:<br />

dosttuk! Ben’Türk’ o ise ‘Rum’-du!<br />

Bir yaz on iki yaşındaki torunu Yunanistan’dan tatile gelmişti. Güleç,<br />

yakışıklı bir küçük delikanlı.<br />

Bir gün baktım, diğer çocuklar (Yunanistan’dan tatile gelmiş kız-erkek<br />

birçok çocuk) bizim delikanlıyı dışlamış, konuşmuyorlar. Sordum:<br />

N’oldu? Diye. Komşum cevapladı: Sennur, bizimki bir kızla flört ediyor,<br />

hem de bir Türk kızıyla, olur mu hiç?<br />

Üzüntümü anlatamadım kendisine ve düşündüm ki aramızdaki tüm<br />

dostluğa rağmen, ben hep Türk-üm onun gözünde; belli bir toplum<br />

baskısı etkisiyle. Benim için onun Rum- Hıristiyan oluşu hiç önemli<br />

değildi,


İNSAN kimliğinin dışında. “Ama sizinkiler de……….!” demek ne<br />

yüreğimde, ne beynimde yer bulmamıştı hiç.<br />

Hala birbirimizi çok severiz.<br />

‘ Ben türküm’, ‘ Ben yunanım’, ‘Ben macarım’, ‘Ben almanım’ ezberini,<br />

hırslarını tatmin etmek için dillerine pelesenk etmese insanlar; bu<br />

ayrışma yüzlerini kızartsa, utansalar.<br />

Alt kimliklerin omuzlara, beyinlere hatta genlere yüklediği ayrışmalar<br />

olmasa ne kötücül hırslar, kızgınlıklar, kırgınlıklar ne de düşmanlıklar<br />

olur.<br />

Tüm farklılıklar bir bahçeyi güzelleştiren çiçekler gibi algılansa,<br />

değerlendirilse keşke. Dünya böylesi bir bahçe gibi kabul görse. Tüm<br />

insanlık için bir tek seferberlik olsa: verimli, düzenli, ferah, güzel kendi<br />

içinde adil bir Dünya Bahçesi yaratmak, bir bilge bahçevan olmak için<br />

çaba gösterse her bir İNSAN! Alimler, din adamları, sanatçılar,<br />

siyasiler, çocuk, kadın, erkek, kentlisi, köylüsü; herkes!<br />

Devamlı bir bombardıman altında beyinlerimiz. Birileri bize devamlı<br />

kimlik pompalama çabası içinde: Sen şu’sun, sen bu’sun, sen<br />

bizdensin; benim söylemlerimi tekrarlamazsan, benim gibi<br />

davranmaz benim biçtiğim kimlik elbisesini giymezsen sen bir hiçsin,<br />

hainsin, düşmansın! Benim/ bizim sürümüzün dışına çıkarsan seni<br />

kurt kapar ya da ben seni ’Ham’ yaparım bilesin! Senin yeteneklerin,<br />

hayallerin, insan olman beni bağlamaz, yeter ki benim sana<br />

sunduğum kimliği kabullen!<br />

(Ya sahi, aklıma gelmişken; Genç dostumuz, arkadaşımız İlçe Tarım<br />

Müdürü Sayın Hasan Doğan İnsan kimliğinden ödün vermediği için<br />

mi, onca başarılı çalışmalarına karşın, Ada’dan başka bir ilçeye durup<br />

dururken tayin edildi? Ah, Huzur adası <strong>Gökçeada</strong>!!)<br />

Binlerce yıldır bu sosyolojik, politik, patalojik- ne derseniz- durumda<br />

en ufak bir değişiklik yok. Aynı cümleler, aynı vurgular!<br />

Neden bu dayatmaya, aldatmacaya tepkisiz kalınıyor, onu da<br />

anlamak mümkün değil.<br />

Belki de her şey kişinin kendisini ’insan’ kimliğinin dışındaki<br />

alt/yanıltıcı-kafa karıştırıcı kimliklere esir etmesinden kaynaklanıyor.<br />

Alt/yan kimliklerin bu kadar çeşitli ve etkin olmasının en önemli<br />

nedeni, bireylerin kendilerini bir grup içine güvende hissetmeleri mi<br />

acaba?<br />

Korkular, güvensizlik duygusu, gelişmemiş/ hastalıklı kişilik yapısı<br />

insanın düşünce ve yaşam alanlarını ve de kapasitesini daraltmakta<br />

ve onu alt kimliklere esir etmektedir.<br />

Alt/ yan kimlikler bir gruba taraf olmayı hedeflediği için ayrışmalar<br />

ortaya çıkıyor. Kimlikler üzerinden var olma ısrarı vicdan, anlayış,<br />

hoşgörü ve de sevgi ‘değerlerini’ anlamsız kılıyor, insanı insan<br />

olmaktan yoksun bırakıyor.<br />

Bilinçaltımızda kodlanan alt kimlikler dışında- milliyetçi, etnik, dini vsbizim<br />

kendi kendimizi şartlandırdığımız aidiyetler de var: bir siyasi<br />

partiye, bir spor takımına, bir derneğe vb taraf olmak ve bunların<br />

üzerinden değer (!) kazanmak gibi; cüzdanımızda taşıdığımız bir dolu<br />

aidiyet kartvizitleri ya da yakamıza taktığımız rozetlerle ayrıcalık/<br />

farklılık yaratmak; aklımızı dumura uğratmak!<br />

2012 yılında G zemya Gazetes nde Yayınlanmıştır<br />

Bu yazılanları okuyan hiç kimse “AMA………….!” diye başlayan bir<br />

cümle kurmasın sakın! ‘Ama….’ çaresizliğin şartlanmışlığın, düşünmeyi<br />

reddetmenin; esareti, sömürmeyi/sömürülmeyi kabullenmenin,<br />

düzeni korumanın, düzen üzerinden ‘var olma’ kavgasının –ya da<br />

kaygısının- bir göstergesidir benim için!<br />

‘Ama…!’ kanlı savaşlara, aymazlığa, sırıtkanlığa, demagojiye yol açan<br />

bir söylemdir sadece; konumuz kimlik/ kimlik dayatması, kargaşası<br />

ise!<br />

‘Ama…!’ diye başlayan bir cevaba karşı ‘Ama…!’ diye başlayan bir başka<br />

cevap vardır, olumsuzu besleyen, Habil’le Kabil’e belki de Havva ile<br />

Adem’e uzanan!<br />

Dün akşam, havanın(!) etkisiyle başım ağrıyor, midem bulanıyordu,<br />

eklemlerimde bir ağrı bir ağrı… Bir o kadar da yüreğime bir ağırlık, bir<br />

sıkıntı çökmüştü. Hani derler ya, biri “Canım!” dese bunu “Canın<br />

çıksın!” diye algılayacak durumdaydım. Kendimi sokağa attım o<br />

karanlıkta. Az gittim, uz gittim; karşıma bir anne ile üç yaşlarında bir<br />

kız çocuğu çıktı. Çocuğun elinde bir oyuncak. Yanlarından geçerken,<br />

küçük kız döndü bana el salladı! Allah’ın lütfu! Hemen yanına gittim,<br />

konuşmaya başladık: Ben: İyi akşamlar! Küçük kız: İyi akşamlar!<br />

Ben: Elindeki panter mi? Küçük kız: Hayır, kedi! Ben: Nasıl<br />

konuşuyor, HAV HAV mı diyor? Küçük kız: O kedi, miyav miyav<br />

diyor. Ben: Ne güzel, dedim elimi uzattım, tokalaştık ve kendisine<br />

“Hoşça kal!” dedim; O da bana “Hoşça kal, görüşmek üzere!” dedi.<br />

Belli ki, sevecen bir anne babanın çocuğu. Henüz kimlik baskısı altında<br />

ezilmemiş. Saf ve sevgi dolu bir küçük insan… Üzerimde bir<br />

rahatlama!<br />

Keşke hepimiz bu çocuksu saflığı, bilgeliği, insan olmayı bir ömür<br />

boyu hiç kaybetmesek. İnsan kimliğine sahip çıkan, bu kimlik<br />

üzerinden korkularını yenen, yaşamsal haklarını elde eden, insan<br />

olmayı hem kendi hem de başkaları için önemseyen, diğer tüm<br />

ayırımcı kimlikleri reddeden bireyler olabilsek keşke. “Keşke!” deyip<br />

yüzümüzün kızarmasını hissedebilsek daha iyi olmaz mı?<br />

10 KASIM: Kurtuluş Savaşı’nı yaşamış, insan olmanın bütün<br />

değerlerini yüreğinde, beyninde hisseden annemin gözyaşları… Evin<br />

içinde saygı duruşunda dakikalarca ağlayan bir annenin hiçbir riya,<br />

şartlanmışlık, kızgınlık içermeyen; güvendiği, inandığı, büyük bir aşkla,<br />

gururla sevdiği bir ‘ATA’ için döktüğü tertemiz gözyaşları…<br />

Bugün yaşıyor olsaydı annem, o duru gözyaşları yine süzülecekti o<br />

tombul yanaklarından ve bizim için “Ah, APTALLAR!” diyecekti<br />

sessizce!<br />

23


PARK<br />

KUZEY<br />

HOTEL<br />

YERYÜZÜNDEKİ EN MUTLU YER<br />

Mutluluğu keşfedin<br />

Deluxe Oda<br />

Super or Oda<br />

Balkonlu Oda<br />

Bahçe Manzaralı Oda<br />

İletişim<br />

(0286) 888 00 80<br />

T<br />

nfo@kuzeypark.com<br />

Restaurant<br />

www.kuzeyparkhotel.com<br />

Su t Oda<br />

Açık Yüzme Havuzu


ŞAHİNKAYA<br />

DEĞİRMENİ<br />

İbrahim DEMİRKOL<br />

Un öğütme günü<br />

Dereköy /Şahinkaya Tarımsal Kalkınma Kooperatif başkanı Sn. Azmi<br />

Nafi UYGUN ‘un <strong>Gökçeada</strong>lı mısır üreticilerine, adına; ‘un öğütme<br />

günü ‘dedikleri, köylüden ücret alınmadan mısırlarının öğütüleceği<br />

güne davet etmesi ilgimizi çekti. Her yıl iki, üç kez yapılan bu etkinliğe<br />

biz de katıldık.<br />

Renkli görüntülerin olduğu, hoş sohbetlerin yapıldığı un öğütme<br />

günün de hem değirmen hakkında bilgilendik hem de röportaj yapma<br />

fırsatı bulduk. Kooperatifin ciddi çalışma yürüttüğü bir alan da<br />

ATALIK Buğday tohumlarına yeniden hayat kazandırma amacıyla<br />

yaptığı çalışmalar.<br />

Burak SOYKAN ve arkadaşları atalık diye bilinen, ama literatürdeki<br />

adıyla yerel buğday tohumları yetiştirmek için uygun yer ararken<br />

yolları <strong>Gökçeada</strong>’ya düşmüş. Bir çoklarımızın aksine, tatil amaçlı değil<br />

yerel tohumlardan buğday üretmek için seçmişler adamızı.<br />

Kooperatif başkanı Azmi Bey ve yönetimi bu çalışmaya ilgi gösterip,<br />

genç değirmenci Burak beye yardımcı olmuşlar. Köydeki eski bir<br />

değirmen onarılıp işler hale getirilmiş. Burak bey etrafını tellerle<br />

çevirdiği tarlalarda beş yıldır üretim yapıyormuş.Yapıyormuş (!)ama<br />

her yıl bir buçuk, iki ton mahsulünü serbest gezen hayvanlara<br />

kaptırıyor, kimi hayvan sahipleri ile sorun yaşıyormuş.<br />

Değirmenci Burak SOYKAN bey bir dokun, bin işit misali oldukça<br />

dertli. Tamir-tadilat işlerinde usta bulamamaktan, çalışacak eleman<br />

bulamamaktan ve belki de en önemlisi adamızın betona kurban<br />

edilmesinden endişeli. Salt turizm odaklı gelişme, adanın<br />

betonlaşmasına sebebiyet verir ki bu da havanın ve toprağın<br />

kirlenmesine yol açacaktır diyor.<br />

Mısırlarının öğütmek için değirmene getirenlerden, Yeni Bademli<br />

köyünden Kadir Kaya Bey, Uğurlu köyünden Yakup Bey, Şahinkaya’ya<br />

gelin gelen Hülya Hanım ve Şahinkayalı Ayşe hanımla hoş<br />

sohbetlerimiz oldu. Hepsi de kooperatif başkanına ve yönetimine<br />

teşekkür ederken, mısır unundan yapacakları ekmeklerin nasıl lezzetli<br />

olacağını anlata anlata bitiremediler.<br />

Kooperatif yönetiminde yer alan Nuran ATALAY bey ise, heyecan<br />

içinde yaptıkları çalışmaları anlattı bizlere. Burak SOYKAN ve<br />

arkadaşları kooperatifin desteği ile şimdiye kadar bir çok ATALIK<br />

(yerel) buğday yetiştirmişler.<br />

Bunlardan bazıları: Kara Kılçık, Kafkas Kızılı, Şahman, Sarı, Çalı Basan,<br />

Kırmızı, Kıriç, Kızılca ve Zerun. Henüz yetiştirme aşamasında olan<br />

yirmiye yakın tür üzerinde çalışıyorlarmış.<br />

Keyifli bir gündü bizim için. Mısırın un haline gelişini yerinde görmek,<br />

üreticilerle sohbet etmek çok anlamlıydı.<br />

Siparişleriniz için iletişim : İPEK UN 0536 785 61 44<br />

Un öğütme gününe dair hazırladığımız video, gökçeada radyo<br />

televizyon sosyal medya sayfalarında yayınlanmıştır<br />

25


Yed nc Çınar<br />

Hasan BAHADIR<br />

<strong>Gökçeada</strong> yolculuğum…<br />

Ortaokul 3.sınıfta yatılı okul sınavlarına girmiştim. Neden sınava<br />

girdim hala bilmiyorum. <strong>Gökçeada</strong> Atatürk Öğretmen Lisesini<br />

kazandığım bilgisi eve geldi. Kazanınca gitmek gerekiyor diye ailem ile<br />

birlikte <strong>Gökçeada</strong> ya giderek kayıt yaptırdım.<br />

Çekirdek aileden çıkıp çok büyük bir ailenin parçası olduğumu çok<br />

sonra anladım. Arkadaşlık, kardeşlik duyguları pekişirken bir çok<br />

öğretmenimiz de ergenlik ve kendimizi bulmaya çalıştığımız bu<br />

yolculukta bizlere rehber oluyorlardı.<br />

3 yıl yaşadım Adada. Mahrumiyetin ve soğuğun rüzgârın bol olduğu<br />

<strong>Gökçeada</strong>’ da.<br />

İyi ki yaşamışım. Çok iyi eğitim alırken ayaklarımızın üzerinde durmayı<br />

da öğrendik. Daha sonra değişik zamanlarda Adaya gittim, gidiyorum.<br />

İyi ki Adada dostlarım var, öğretmenlerim var, anılarım var.<br />

İyi ki…<br />

Yedinci Çınar<br />

Kemal Yazgan öğretmenim ile yine keyifli, yine uzayan, yine her<br />

konuya girip çıktığımız sohbetlerimizden birinde idik. Kemal<br />

öğretmenim Ezgi Ceylan ve arkadaşından bahsederken Ezgi Ceylan’ın<br />

sosyal medya da ki bir paylaşımından bahsetti.<br />

“<strong>Gökçeada</strong>’nın 7 Çınar’ını anlatan, dolu dolu duyguların ve heyecanın<br />

paylaşıldığı bir paylaşımdı. Sabah, Ezgi Ceylan’ın 23.Eylül.2021 tarihli<br />

paylaşımını buldum. Okudum. Bir daha, bir daha okudum. Dostluk,<br />

doygunluk, dinginlik ve huzur vardı yazıda. Herkes o auranın<br />

etkisinde, tatlı bir sarhoşluğun içinde idi.<br />

Manisa Turgutlu’da çocukluğumda çok güzel ulu çınarlar vardı. Rant<br />

uğruna çınarlar kesildi, Turgutlu eksildi. Benim kuşağım ve benden<br />

önceki kuşaklar için de Çınarların kesilmesi derin travma yaratmıştı.<br />

Çınar ağacı beni her zaman hüzünlendirir.<br />

Yeni kahvaltı yapmıştım ve elim, ruhum beni bir şeyler yazmaya itti.<br />

Ve “Yedinci Çınar” şiiri çıktı geldi.<br />

Tozlu yollarında çınar yapraklarını savurdum her sonbahar<br />

Kasabamın çocukluğunu çocukluğumda yaşarken<br />

Her kuruyan yaprak bir selam götürürdü bizden evvel göçenlere<br />

Her yeşeren yaprakla da alırdık selamlarını<br />

Hiç meyvesi yok derler ya inanmayın<br />

Arkanı verir yaslanırsın<br />

Serinliğini yaşarsın<br />

Huzuru yaşarsın yanında<br />

En güzel en sonsuz meyveyi tadarsın<br />

Sonsuzlukla<br />

İşte böyle bir şeydir Çınar Ağacı<br />

Çınar Ağaçları<br />

Hiçbir iddiası yoktur kendisi ile ilgili<br />

Ve buna rağmen kendisini yaşar kendisinde<br />

Kendi yapraklarında serinler<br />

Kendinde huzur bulur<br />

Kolları açıktır<br />

Gönlü açık<br />

Gözü açık.<br />

Kucaklar seni sen olduğun için<br />

Sarıp sarmalar.<br />

Yedi uğurlu bir sayı her yerde<br />

Yedisi vardır<br />

Bir de yedincisi<br />

Yedinci Çınar bir ütopya değil<br />

Yedinci Çınar çok<br />

Sağında<br />

Solunda<br />

Önünde<br />

Arkanda<br />

Gören sen olmalısın mutlaka<br />

Gören ve yaşayan<br />

Yedinci Çınar her yerde<br />

En çok da<br />

İçinde...<br />

26


Yaşam<br />

Hakkına Saygı<br />

BİR DÖNÜŞÜM HİKAYESİ<br />

Nurgül MERMERCİ<br />

Son zamanlarda sosyal medya ve haberlerde sokak hayvanlarına<br />

yönel k artan lg y hep m z fark ed yoruz. Bu köşe yazısında, köpeklerden<br />

korkan b r çocuktan, altı köpeğ bakan ve barınak gönüllüsü olmaya<br />

kadar uzanan k ş sel dönüşümümü paylaşacağım<br />

fotoğraf Nurgül MERMERCİ<br />

Çocukluk Korkularının Üstesinden Gelme<br />

Çocukken, aile dostlarımızın çiftliğinde kaldığım bir yaz<br />

tatilinde, Naz adında iri bir koruma köpeğiyle karşılaşmıştım. Bu deneyim, köpeklere karşı<br />

uzun süren bir korku geliştirmeme neden oldu. İşe giderken sokakta köpek gördüğümde,<br />

korkudan yolumu değiştiriyordum. Ancak bu durum,kardeşimin işyerinde tanıştığı ve aynı<br />

zamanda Bakırköy barınağında gönüllü olan bir arkadaşı sayesinde değişti.<br />

Efe’nin Hikayesi ve Dönüşüm<br />

Bir gün kardeşimin arkadaşı İlknur, çocukların sokakta bulduğu ve kötü durumda olan<br />

birbuçuk aylık yavru bir köpeği, barınağa getirdiğini söylemiş. İlknur, barınaktan bu yavruyu<br />

kurtardı ve adı Efe oldu. Efe, altı aylıkken bizimle yaşamaya başladı ve sokak köpekleriyle<br />

tanışmamıza da vesile oldu. Sabah ve akşamları mahallemizde üç sokak köpeğinden oluşan<br />

bir grupla dolaşırken, bu köpeklerin Efe'yi koruduğunu gözlemledim. Onların dünyasını<br />

anlamaya başladıkça, korkularımın da sona erdiğini fark ettim. Efe’yle İstanbul’da başlayan<br />

hayat yolculuğumuz <strong>Gökçeada</strong>’ya kadar uzandı. 15 senelik dostluğumuz Temmuz 2023‘te<br />

son buldu. Efe'yi yaşlılık sebebiyle kaybettik. Efe’nin sağladığı farkındalıkla, barınak<br />

ziyaretleri, ormana atılmış köpeklerin beslenmeleri derken farklı deneyimler yaşadım. Bu<br />

deneyimlerde, zaman zaman onlar için üzücü olaylara şahit olsam da birçok köpeğe de<br />

yardımımız dokundu.<br />

Onlar için neler yapabiliriz<br />

Sokakta yaşayan canlılar için yapabileceğimiz en doğru ve sorumlu davranış,<br />

kısırlaştırmalarını sağlamaktır. Kısırlaştırılan köpeklerin bakımı ve adaptasyon süreçleri çok<br />

daha kolay oluyor. Bu ameliyatlar, gerekli mesleki yeterliliğe sahip veteriner hekimler<br />

tarafından yapılmalı. Yerel ve kamu yönetimlerinin aşılama, acil tedavi desteği ve beslenme<br />

konularında destek olmaları gerekmektedir. Aslında bu yazdıklarım zaten ilgili kanunlarla ve<br />

kurumların görev tanımlarıyla belirlenmiştir.<br />

Sonuç olarak;<br />

Korkularınızın hiçbir canlının yaşam hakkına engel olmasına izin vermeyin. Son yaşanan<br />

Hatay depreminde çok büyük kayıplar verdik, hepimiz çok üzüldük. Depremde köye<br />

ulaşmaya çalışan AFAD ekibine, yolu bir sokak köpeğinin gösterdiğini unutmayalım.<br />

Sevgiyle Kalın...<br />

27


28<br />

B I R Z A M A N L A R


29


TÜRKİYENİN İLK PALYAÇOSU<br />

PALYAÇO YAKUP AĞABEYİ<br />

VEFATININ 2. YILINDA SAYGI VE<br />

ÖZLEMLE ANIYORUZ<br />

Yakup Topçuoğlu, Türkiye’de ilk palyaço olmasının yanısıra; trompet ve keman çalarak da müzisyenlik yaptı ancak<br />

yetinmeyip, heykeltraşlık, boksörlük ve balıkadamlık da en büyük hobileri arasında yer aldı. Fakat “beş parmağında,<br />

beş marifet” sözcüğü sanki onun için geçerli değil, zira vakit buldukça amatörce başladığı resim çalışmalarını da<br />

zamanla profesyonel hale getirdi. Bugüne kadar yaklaşık küçük büyük çeşitli ebatlarda yaklaşık 100 kadar tablo<br />

yapan Topçuoğlu, uzun yıllar sevdalısı olduğu <strong>Gökçeada</strong>’da Yaşamış ve <strong>Gökçeada</strong>’da hayata veda etmiş bir duayen dir<br />

<strong>Gökçeada</strong> <strong>İmroz</strong> Yazarlar Derneğ


365 GÜN<br />

HİZMETİNİZDEYİZ<br />

Otel & Cafe<br />

ADA MUTFAĞI VE ADA KONUKSEVERLİĞİ...<br />

Geçmiş bugünü keşfettirir, farklılıklar kendini.<br />

Huzur, sakinlik, sessizlik içindeki coşkuyu.<br />

Yeşil Ev hepsini!<br />

REZERVASYON<br />

İletişim<br />

0531 216 17 28<br />

www.imrozyesilev.com<br />

0531 216 17 28<br />

www.imrozyesilev.com<br />

Zeytinliköy No: 47 <strong>Gökçeada</strong> Çanakkale


ADADA BİR CENNET<br />

Huzurun mav le buluştuğu anlar tat l n ze yen b r deney m katab l rs n z<br />

Kend n z <strong>Gökçeada</strong> nın doğasın da huzurlu ve sak n h ssedeceks n z<br />

0532 385 32 52 imrozelia17<br />

www.imrozelia.com


<strong>Gökçeada</strong><br />

Ίμβρος<br />

<strong>Dergisi</strong>

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!