You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Sanat ve Edebiyat Dergisi ©
www.meftun.art tarafından hazırlanmıştır.
İmtiyaz Sahibi: Meftun.Art Yayıncılık
Genel Yayın Yönetmeni: Emre Karataş
Yayın Koordinatörü: Doğa Dema
Sanat Yönetmeni: Nazlı Kartal
Editör: Sinem Aydın
İletişim
www.meftun.art/iletisim
infomeftun.art@gmail.com
meftun_art
Yazarlar
Emine Öykü Güner - Beyza Nur Kılıçaslan - Efe Erbaş - Sibel Kaya
Nilgün Ulukaya - Özlem Alış - - Ahmet Oflaz - Gamzenur Çeliktaş
Sude Yenin - Oğuzhan Güneş - Hüseyin Enes Yılmaz
Kapak Tasarım
Esra Nur Küçükkaya
Grafik Tasarım
Emre Karataş
İsmail Talha Cura
Telif Hakkı © 2023 Tüm hakları saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve
illüstrasyonlar elektronik ortamlar da dahil olmak üzere yazılı izin olmaksızın kullanılamaz.
Aralık, 2023
Selamlar okur arkadaşım,
Sonbahar yine gelip çaldı kapımızı. Alıp mis kokulu kahvesini, çözüp yağmuru
bulutların bağrından, sapsarı bir günün tuttu ellerinden, kuruldu başköşemize.
Cümleleri hafif turuncu, sesi parçalı bulutlu. Kavruk kelimeleri ruhumuzun
yırtıklarına, kabuk bağlayan yaralarına merhem olmak için dökülüyor ağaçların
dallarından. Şiirin, sepya hüzünlerin vakti geldi çoktan.
Mevsim sonbahara evrilmişken ve yüreğinin sesini duyurmak için kalemini
enstrüman yapmış bunca sanatseveri bir arada bulmuşken, siz sevgili okurlarımız
için yeni sayımız Sonbahar Fanziniyle karşınızdayız.
“Senin için yaratılan kültürü bırak, kendi kültürünü yarat.” anlayışıyla özgürce
yaşanabilecek bir dünya için, fikirlerin önündeki çeperleri hep birlikte yıkmak ve
ruhumuzu da bir parça ışıtabilmek adına mevsimlik fanzinlerimizle sizlerle olmaya
devam edeceğiz.
Tıpkı şarkının bize anımsattığı sözlerdeki gibi “Yaprak döker bir yanımız, bir
yanımız bahar bahçe.” ruhuyla içimizi ısıtacak Kış Fanzininde görüşmek ümidiyle…
Sevgiyle kalın.
Sinem Aydın
Editör
İÇİNDEKİLER
05
07
08
09
11
12
13
14
16
17
17
SONBAHARIN GETİRDİKLERİ
SONBAHAR
PARADOKS
BEYZA’NIN KADINLARI
YAP-BOZ HAYATIN PARÇALARI
KALP SANCISI
BENDEKİ ŞİİRSEL
ŞEHİRDEN ŞİİRE İSTANBUL
BİR EŞKİYA GİBİ
KARŞIMIZDAKİNİ TANIMAK
ŞAFAĞIN SANRI SOKAĞI
EDİTÖR
Sinem Aydın
YAYIN YÖNETMENİ
Emre Karataş
© SONBAHAR SAYISI 2023 WORKBOOK
Sonbaharın
Getirdikleri
Gamzenur Çeliktaş
Yağmur sesini dinlerken odamda, açık pencerenin kenarında oturuyordum. Elektrik direğinin sarı ışığı yerdeki,
yağmurun ıslattığı yaprakların üzerine düşmüştü. Gözlerimi kapatıp ıslak toprak kokusunu içime çektim ve
nefesime odaklandım. Her nefeste zihnimdeki düğümler bir bir çözülüyordu sanki. Birkaç dakika kendimi bu
dinginlikle baş başa bıraktım. Ne garipti. İnsan gözlerini kapattığı anda yalnızdı, açtığı anda ise bir ordunun
içindeydi. Elimi kalbime doğru götürdüm ve kalp atışlarıma odaklandım bu kez. Her insanın kalbi vardı ama
birçoğu bunun varlığını unutuyordu. Kırıyor, döküyor, bağırıyor, üzüyordu. Belki de bunun sebebi yaşanmışlıklardı
ama insan hiçbir zaman kalbini unutmamalıydı. Çünkü insanı insan yapan kalpti yani duygulardı. Bir insana karşı
duyduğumuz sevgi, bir hayvana karşı duyduğumuz sevgi veya bir kitaba, o kitabın yazarına karşı duyduğumuz
sevgi… İnsanın içini sıcacık yapan güzel bir duyguydu sevgi ve unuttuğumuz bir duyguydu. İçinde bulunduğumuz
çağ mıydı insanı bu denli duygusuz yapan? Zihnimde bu düşüncelerle boğuşurken plakta çalan şarkıya kısık sesle
eşlik etmeye başladım.
“Söyle bana aşkım, gülüm
Sensiz nasıl geçsin günüm?
Rahlenden aldım da eli
Harlandı bak ardım, önüm
Yaralandım ceylan gibi
Gezdim dağı, gördüm göğü
Harap oldu meskenlerim
Fikrim firar, içim kördüğüm”(Mabel Matiz, Aşkım Gülüm)
Bir süre şarkıyı mırıldandıktan sonra kalkıp giyinmeye başladım. Üzerime kahverengi trençkotumu geçirdiğimde
hazırdım. Çantama okumakta olduğum kitabı attım. Kulaklığımı da takıp botlarımı giydim ve dışarı çıktım.
Müdavimi olduğum kafeye girip kahve aldım. Karton bardağın içindeki kahvenin kokusunu gülümseyerek içime
çektim ve kafeden çıktım. Sonbaharın bana getirdikleri bunlardı işte: kahve, kitap, müzik ve yağmur. Birkaç
dakika kahvemi yudumlayarak yürüdüm ve sahile geldim. Ay ışığı denizin üstüne bütün ihtişamıyla vurmuştu.
Telefonumu çıkarıp bu güzel görüntünün fotoğrafını çektim. Yürümeye devam ettim ve taşlıkların üstünde
bembeyaz bir kedi gördüm. Beni görünce hafif bir şekilde mırıldandı ve taşlıklardan atlayıp ayaklarımın dibine
geldi. Gözlerini yumup kafasını bacağıma sürttü. Gülümseyerek eğildim ve kedinin başını okşadım.
Biraz ileride bir amca balık tutuyordu. Üzerinde sarı bir yağmurluk, ayaklarında sarı çizmeler ve başında mavi
bir bere vardı. Bir süre daha yürüdükten sonra elimdeki kahve kutusunu çöpe atıp boş bir banka oturdum.
Trençkotumun yakalarını yukarıya doğru çektim ve çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya başladım. Kalemimi
çıkardım ve beğendiğim satırların altını çizmeye başladım.“Siz yine de devam edin onu iyileştirmeye, Sevgi dolu
sözcüklerle.” (Goethe, Yarat Ey Sanatçı, s. 53) Sevgi aynı zamanda iyileştirici gücü olan bir duyguydu. Yazarın da
belirttiği gibi insan, sevgi dolu sözcüklerle iyileşirdi ve hayatı daha renkli hale gelirdi. Bir saat sonra banktan
kalkıp yürümeye başladığımda yağmur hafif hafif yağıyordu. Zihnimde okuduğum kitaptaki satırlar ve kulağımda
çalan hoş bir müzikle evimin yolunu tuttum.
KAYNAKÇA:
Johann Wolfgang Von Goethe, Yarat Ey Sanatçı, İş Bankası Kültür Yayınları, Mart 2021, İstanbul.
Sonbahar
Sibel Kaya
Hüzünler, ayrılıklar, acının, vedanın mevsimdir o,
Dalından solup düşen yapraklar gibi düşer kalpten sevdalar,
Yağmurla ıslanan pencerenin buğusu gibi gözler ıslak ıslak,
Özlemin mevsimidir sonbahar.
Hasret rüzgârları dolanır sokaklarda,
Bulutların gözü yaşlarla dolu,
Güneş de üşüyor ayrılıktan,
Ayrılıklar mevsimidir sonbahar.
Paradoks
Sude Yenin
“İnsan zihni karmaşıktır, çözemezsin.” Demişti üniversitedeyken bir hocam.
“Aşk, zayıflıktır. Eğer onunla savaşırsan kaybedersin; bu yüzden kartlarını hiçbir zaman açık oynama bu oyunda.” Demişti
annem. Haklıydı.
İnsanların sözleri meğer ne kadar önemliymiş bu hayatta. Hislerimiz, domino taşları gibi devrilirken davranışlarınız da
aynı ölçüde değişiveriyor. Ansızın, beklenmedik bir şekilde hem de. Paradoksa düşüyoruz sanki. Birini yenerken, diğerine
yenilenlerdenim ben de. Aşkı, annemin sözlerini dinleyerek yendim ve kazandım. Kalbimi korudum bu sayede. Lâkin
düşüncelerimi susturamadığım için ona yenildim, beynimin bana oynadığı oyunların esiri, kafamdaki gürültünün kurbanı
oldum âdeta. “Paradoks Değiştirme Kuramı” diye bir kavrama rastladım geçenlerde araştırma yaparken. Bu değişimi
geçirebilmek için olmadığımız biri gibi değil, olduğumuz kişiye dönüşmeliymişiz ve bu değişim ancak öyle mümkün olurmuş.
İnsan, hiç olmadığı bir kimliğe bürünebilir mi peki? Var olamamış karakterler gizli içimizde bence. Dönüşmeyi beklediğimiz,
değişime ayak uydurmak yerine başka kişiler olmak istediğimiz. Delice bir istek, asla olmayacak bir düş. Bildiğim tek şey bu
iken, bilmediğim şeyse bunu olmayacak olmasına rağmen çok istemem. Ben kendi zihnimi çözemedim, sınırlarımı ve
ezberlerimi unuttum; bir paradoksa hapsoldum. Zihnimin haritasını kontrol edemiyorum artık, geçtiğim yollardan da
geçmiyorum. Yürüyorum, düşünüyorum ve uyguluyorum. Ertesi gün yine aynı ve sonraki gün de.
Sevdiğim adam bile bir zamanlar bana şunu söylemişti: “Senin içinde gizli kalmış ve çıkmayı bekleyen, benliğinden farklı
biri var. Bunu laf olsun diye de söylemiyorum ama kendini keşfetmeli ve buna izin vermelisin.”
Artık hayatımda olmayan birinin sözünü niye hâlâ aklımda tutuyorum, ben de bilmiyorum. O zamanlar bana hayâl ürünü
gibi gelmişti, fakat şimdi hayatım bu söze göre şekilleniyordu sanki. Beynimi kemiren şeyler vardı kendimle ilgili, önce bunu
çözmeliydim. Paradoks, girdap misali beni içine çekmişti. Saplanıp kaldığım bu çıkmazda, elbet bir çıkış yolu bulacaktım.
İçimdeki taşkınlık hissi ile başaracaktım bunu, ta ki o bataklıkta boğulmadan.
BEYZA’NIN KADINLARI
Beyza Nur Kılıçaslan
Beyza çoklu kişilik bozukluğu alalı beş yıl oluyordu .
Psikiyatristiyle son görüşmesi biraz ilginç geçmişti.
Psikiyatristi tanımladıkları alt benliklerini mektuplaştırmak
istiyordu. İlk duyduğunda hık mık demişti ama sonradan ikna
olmuştu. Psikiyatristi şu ana kadar net olarak iki alt benliğini
tanımlamıştı Beyza'nın. Onlara birer takma ad bulmasını
istemişti, daha sonra da seanslardan öğrendiklerini
konuşturmasını. Bu isteğindeki amacı Beyza'yı diğer
benlikleriyle barıştırmak olarak açıklamıştı. Tedavisi
bulunmayan hastalığın çirkin yüzünü biraz yumuşatmak belki
biraz da.
Seans bitip Beyza dışarı çıkarken psikiyatrist arkasından
seslenmişti: İçindeki kadınları keşfet Beyza !
İlk baş deli saçması bulsa da Beyza da heyecanlanmıştı bu
fikir için. Ortaya ne çıkacağının heyecanıyla aldı kağıdı
kalemi eline yazmaya başladı.
İlk baş tanımlanmış iki kimliği için birer isim düşündü. Ama
onlar sadece birer kimlikti , tam bir birey değildiler. Bu yüzden
yarım isimler koymak istedi . Hem bu alt kimlikler tanımlanmış
olsalar da hâlâ gizemliydiler . Böylesi daha çok yakışır diye
düşündü.
Evet bulmuştu sonunda! Bayan K.'dan Bayan B.'ye bir mektup.
31.08.2006
Bayan B , Bayan B , Bayan B... Benim aydınlık yüzüm
İnsanların görmek istedikleri
Çoğunlukla da gördükleri yüzüm
Gördüklerinde de çok memnun oldukları yüzüm
Ama sen olmak çok zor Bayan B . Ağzından çıkan her lafı düşünürsün sen . Karşılığında aldığın ne peki ? Bir ton düşünülmeden
edilmiş laf duyarsın . Sana söylemek kolaydır çünkü.
Kimseyi kırmayayım diye eğilip bükülürsün . Sonra da belin bükük diye kimse beğenmez seni. Hep alacaklı gibi davranırlar
sana . Sen ne kadar ödesen de borçlusundur onlara. Nezaket borcun vardır, sevgi borcun vardır, aşk borcun vardır... Böyle
borçlar öde öde biter mi hiç? O yüzden çıkamadın yıllardır borç batağından. Hoşgörü gösterirler sana zaman zaman. Ama
zaman zaman işte... Kendi yaptıkları, yapacakları şeyler karşısında Mevlana Hazretlerini aratmayacak bir hoşgörüye sahip
olurlar . Fakat onların hayat tecrübelerini , görüşlerini aşan bir şeyler söyle, yap bakalım. Karşınızdaki Mevlana Hazretleri
gider, cumhuriyet dönemindeki engizisyon mahkemelerinin hakimi gelir. Önce cezan kesilir sonra yargılanırsın. Sen de çok
çıktın bu engizisyon mahkemesine değil mi?
İnsanları çok seversin . Bunu bir türlü anlayamam ama anlamak isterim .Karşılığında, yazacağın mektupta insanları
nasıl bu kadar çok sevdiğini anlat olur mu? Hiçbir çıkarın yokken insanlara nasıl bu kadar içten gülümseyebildiğini de
anlat.
Bana göre herkes düşman mesela. Herkes bana zarar verebilir, art niyetli olabilirler. Zırhını hiç çıkartmayan bir askere
benzerim bu halimle. Evet kendimi her türlü saldırıdan korurum ama üstümdeki zırhla da hiç rahat edemiyorum. Sen
benimle aynı bölükte olan sıhhiye gibisin. Zırhın yoktur, silahın yoktur, savaş sırasında yaralılara yardım edebilmek için
dolaşırsın pervasızca. Söyle bana nereden geliyor bu cesaret? Bu fedakarlığı, iyiliği nereden çekip çıkarıyorsun? Bu savaşta
yardıma ihtiyacı olanlardan biri de benim sevgili sıhhiye. Çabuk yetiş! Üzerimdeki zırh beni her geçen gün daha çok
boğuyor, göğsümü kaldırıp indirmek her geçen gün daha zor. Isındıkça da ısınıyor eyvahlar olsun! Acele et , çabuk yetiş
sevgili sıhhiyem! Bu zırh tabutum olacak vallahi!
Bayan K .
Yazmayı bitirip mektubu katlarken dalıp gitti Beyza uzaklara. Kim bilir bu mektubu onu tanımayan biri okusa edebi bir
eser der geçerdi herhalde . İstediği yardımın gerçek olduğunu bir tek o bilecekti. Bu düşüncenin sıkıntısıyla yeni bir tane
mektup yazmaya koyuldu.
Beyza 'nın Kadınları: Mustafa Altınoklar'ın yönettiği 2006 yapımı film.
Çoklu kişilik bozukluğu olan Beyza'yı anlatır. Öykünün adı buna bir göndermedir.
YAP-BOZ:
HAYATIN
PARÇALARI
Emine Öylü Güner
Puzzle sanatçısı Alma Haser'ın harika bir çalışması ile sizlerleyim. Bu çalışma
insana hayatı anlatıyor, kendini bulma macerasının zorluğunu ,karmaşıklığını tüm
açıklığı ile ortaya koyuyor. Nasıl mı? O zaman sizi Sharon M. Draper'ın İçimdeki
Müzik adlı kitabındaki satır aralarına götüreyim:
Sanki biri bana bir yapboz verdi ve üzerinde büyük resmin olduğu kutu bende
değil. Bu yüzden bittiğinde resmin neye benzeyeceğini bilemiyorum. Tüm parçalar
bende mi ondan da emin değilim.
İşte Alma Haser de yapboz parçalarını kullanarak tam da bu etkiyi yaratmaya
çalışmış. Fazlasıyla orijinal bir şekilde de bunu başarıyor. Şöyle çalışmaya uzaktan
bir bakacak olursak bir yüz olduğunu anlıyoruz ama göz ağız burun olması gereken
yerde değil bir karışıklık var, tam da Draper'ın dediği gibi: Bu yüzden bittiğinde
resmin neye benzeyeceğini bilemiyorum. İşte insanın kendini inşa süreci aynı bu
puzzle gibi, katman katman önce belirsiz afaki yönü rotası belirsiz. Zamanla
şekillenip kendini gösteren bir yolculuk. Bunu sadece ben söylemiyorum Franz Kafka
da söylüyor. Babaya Mektup kitabında: "Hayat bir yapboz oyunundan daha
karmaşıktır."
Alma Haser'da bu çalışmasını yaparken sanki tüm bu sözleri damıtmış da öyle
ortaya koymuş. Tamam pencerimizi biraz değiştirelim kendimiz ve kendimizi bulma
yolculuğu cepte, peki diğerleri için de toplum içindeki konumumuz? Herkes gibi miyiz,
herkesleşiyor muyuz, nereye gidiyoruz? Evet kafa yakan sualler. Salla Simukka'nın da
zihnini zorlamış olsa gerek Kan Kadar Kırmızı romanında bakın ne diyor: O kendi yeri
olmayan; fakat ihtiyaç olan herhangi bir boşluğa yerleşiverecek bir yapboz
parçasıydı. Diğerleri gibi değildi. Ve aynen diğerleri gibiydi…
Herhangi bir boşluğa yerleşiverecek bir parça gibi olmak, yani adaptasyon uyum.
Tam da Alma Haser'ın çalışması gibi… Evet puzzle yapılı düzgün duruyor ama olması
gereken yerde değil herhangi bir boşlukta parçalar. Ama hayat böyledir işte.
Adaptasyon gücü yüksek olanlar ancak hayatta kalır. Diğerleri gibi olacağız hayata
tutunmak için ama diğerleri gibi de olmayacağız kendi sınırlarımızı çizebilmek için.
Yani hem gelişeceğiz hem dönüşeceğiz!
Belki bu gece bir böceğe dönüşüyoruz, ya da şuan bir yıldız ölüyor. Öyle ya da
böyle evrendeki her şey bir değişim ve dönüşüm içerisindedir. Bu değişimlerin süresi
kimi olayda kısayken kimisinde bir insan ömrüyle bile kıyaslanamayacak kadar
uzundur. İnsan ömrü, ne karmaşık kelam! Saat on iki olmuş. Hayat nasıl koşup
gidiyor böylece anlıyoruz. Bir saat önce on birdi bir saat sonra bir olacak; Ve saatten
saate olgunlaşıp duruyoruz, Hatta yeni bir yaş alıyor kimilerimiz.Yaş almak, her sene
yeni bir sayfayı doldurmak ne kadar ilginç aslında. Hayat defterimizde ilerlemek,yeni
şeyler yazmak ne kadar metaforik ve ürkütücü yaprakların tek tek doluşu...
KALP
SANCISI
Hüseyin Enes Yılmaz
Kalbim hissettiriyor sancılarını
Bulutlar evrenin her köşesine ilerliyor,
Ağaçlar ağlıyor son kuru yapraklarını
İstanbul'un adı sahra olmuş seni bekliyor
Kays Leyla'yı görmedi Mecnun oldu
Attı kendini yalaz kumlara
Yunus Mevla'yı görmedi Derviş oldu
Attı kendini yüce dergâhlara
Farkım yok, ben de aşığım
Sokaklardayım, ediyorum feryat
Sensiz, isimsiz bir naaşım
Görenler ya Kerem der ya Ferhat
Gök kubbede bir yer arıyorum
Parselleri kapmış koca kuşlar
Dünyada anlamlı bir şey arıyorum
Değersizmiş meğerse bütün buluşlar
Ölmeden önce gördüm ben Azrail'i
Sordum lokman seydaya,
Hastalandım göremeden naili
Dermanın var mıdır bu iştihaya?
Ne Hızır yetişebildi derdime
Ne de şifa gösterdi yüce Lokman
Dermanı derdimde ararken derdime
Anlıyorum, tek kurtuluşmuş O'nu yaratan
Sular iniyor damla damla gökten
Yaşlar arttırıyor nurumuzu
Önce bağırıyoruz ahire defaten
Sonra evvelde buluyoruz ruhumuzu
Baksana aşkından vücudum olmuş bitap
Ruhu, Elestten gelen nur-u parem
Bunun sebebi, bir tek heceli ıstırap
Kalmamış seni zikretmeyen tek tanem
Ellerim, uyuşmuş ve ceset soğukluğunda
Yavaşça çekildiğini hissediyorum ruhumun
Umudum ateşin olmaması yolun sonunda
Kabul bulunacağından şüpheliyim sonumun
BENDEKİ ŞİİRSEL
Nilgün Ulukaya
Siyahlığını simlerim geceye.
Sarı yaldızlı dilek fenerlerinin…
Ellerimde güller ,gökyüzü maviyken…
Dilek diledim.
İçimden şarkıların hepsi sana çıkar.
Ah şu radyo dile gelse de nostaljidir dinlediklerim…
İçimden dinlendim de yazdım.
Şiirlerce hecelerim.
Tutarım kendime şarkılardan…
Efektli bir tutku.
Hayalce vardır dans edişlerim.
Dilek balonlarının salındıkça ipleri
İçimden dinlendikçe yazdım.
Ellerimle şarkı diledim.
Kum saati mi?
Kar küresi mi?
Bak geçelim üstünden hayalce…
Ellerimle tuttuğum kumları
Koyabilir misin bir saate?
Çevirsen…
Bir müzik kutusundaki tuşlu şarkıyı?
Kar küresi içinde minyatür heykellerin bibloları…
Karlarından dağıtsan ya üzerime…
Eski bir kartpostal mektubu yapsan kendi ellerinden…
Üzerime simlesen ,şiirsel ifadenle…
Güneşe yaklaşık yıldızlarda bir anda dans etsek.
Gülümseyerek hayata ,şarkılarca dinlensek…
Çok mu oldu bu şiirsel hayaller?
Bilemem ama…
Bana bu şiirsellik çok yakışıyor .
Biliyorum.
Bu şiirsellik diyorum.
Bendeki şiirsel…
Sence ne olabilir bizim bu halimiz?
Üzerine afiyet aşık mıyız?
Biz neyiz?
Eylülden sorulsa yapraklarca geçtiğimiz
Gizlense ağaçlar.
Gölgesinde dursak da…
Saklansa dudaklarımız.
Kapatmak istesen ellerinle gözlerimi
Bak bana bir kaç kez bir söz söyle de ki…
"Kaybolmak istediğim gülüşlerinde kendimi yakalayıp
,buluşum mutluluğu çiçek gibiyken… Seni sıra dışı halimle
etkilemek istemedim sadece… Yürü benimle yağmurlarda
,Yağ biraz gözlerime. En sıra dışı halinle ,bilinsin hikâyemiz
.Sadece sıra dışı bilinsin. Sadece seninle…"
Aşktan insan çıkmaz mı aşktan yolculuğa?
Şehre bir yabancı gelir ,gülümsemesi ile olur ya …
Geçmenin keyfi çıkar mı,deli gibi sevince ?
Kim kimden geçecek şimdi bu benim düşümde?
Resme tarif …
Resme tarif düş.
Yüzüne vuran gün ışığıyla umudu kesme .
Arkamdaki talihim ol Güneş'e…
Ve her güneş batışı
Aşkla çıkacağımıza gülümse …
Ellerimde maviliğin mutlu düşleri .
Bırak beni ,mutluluktan boyansın ellerim.
Hafif parıltı simli bir düş,
Düşsün…Yeter.
Bırak ,çocukça sevinsin ellerim .
Değdi parmak ucuma yaşam sevinçlerim .
Sihrine diyar ,bırak gezeyim .
Ellerimde maviliğin mutlu düşleri …
Bırak ,çocukça sevilsin ellerim .
Kim bilir ?
Dokunur ,dağılırdı…
Aynadan bölünür ,gün ışığına şans .
Aşk bu çarpar .
Aşk bu çarpar diyorum .
Aşkla,seninle …
Şanstan bir dans ?
Belli ki bizimki delice sevmek …
Belli ki …
Kum saati ,kar küresi derken zamanı da simlemek…
Aşka tarif ,aşka dans etmek …
Çok mu oldu bu şiirsel hayaller bilemem .
Kim bilir?
Meftunum düşlerimde belki de şiirselliğe…
Bana bu şiirsellik çok yakışıyor .
Farkındayım.
Bana bu şiirsellik diyorum…
Hayallerimi simledim .
Bu bendeki şiir sen .
Bu bendeki şiirsel …
Meftunum aşka .
Kim bilir !
Meftunum.
Bu bendeki şiir sen .
Hayallerimi simledim. Bırak mutluluktan boyansın ellerim ."
ŞEHİRDEN ŞİİRE:
İSTANBUL’DAN BESLENEN
BİR ŞİİR DÜNYASI
Özlem Alış
Güzelliği asırlar boyunca dillere pelesenk olmuş olan İstanbul, birçok romana,
şarkıya, filme konu olmuştur. İçerisinde bulundurduğu çeşitli kültürler ve geçirdiği
politik süreçlerin etkisiyle İstanbul hakkında birçok edebi alanda eserler ortaya
konmuştur. Bu alanlardan biri de şiirdir. Şiirin kapılarından içeriye giren İstanbul,
türlü temalarla şiirin bahçesinde çeşitli kokuda çiçekler açtırmıştır.
Şiir dünyamızda birçok isim İstanbul üzerine yazdıkları şiirlerde aşk, özlem, kadın
gibi bireysel konuların yanında hak, adalet, vatan gibi toplumsal konuları da
dillendirmişlerdir. İstanbul yeri gelmiş imkânsız bir aşk, bir kadının gözleri olmuş,
bazen ise ulaşılması gereken bir hedef, devrim türküsünün beşiği olmuştur.
Görüyoruz ki İstanbul’a şiir üzerinden bakarken karşımıza birçok pencere
açılmaktadır. İstanbul üzerine yazılan bazı şiirlere değinerek bu şehre şiirin
gözünden bakmaya, onu şiirlerle anlamaya çalışacağız.
İstanbul kimi şairler tarafından aşk ve sevgi ile yoğrulmuştur. Büyük özlemlerin,
umutların İstanbul üzerinden anlatıldığına şahit oluruz. Ümit Yaşar da İstanbul’u
şiirlerine çok fazla konuk eden şairlerimizdendir. Hasretini çektiği kişiye duygularını
İstanbul’la bağdaştırarak anlatır usta şairimiz:
Boğaziçi’nden bir vapur geçer
Benim aklımdan da gözlerin geçiyordu
“Bebek” dediler indim
Nereye baksam denizdi
Mavi mavi bir hüzün ayaklarımın altında
İşte İstanbul, Haliç
Çiçek Pazarı
Beyoğlu
Beyoğlu’nun daracık sokaklarında seni aradım
İçim ürpertilerle dolu, amansız korkularla
İstanbul dedim de seni hatırladım…
Ümit Yaşar bu dizeleriyle İstanbul’un kendisindeki izlenimlerini, kendisine
hissettirdiklerini anlatırken Üstüme Varma İstanbul ismini verdiği şiirinde
çaresizliğini İstanbul’a isyan ederek anlatmaktadır:
Sana geldim, içim ümitlerle dolu
Beni sarhoş etme İstanbul, ne olur
Bir gün ben de eririm caddelerinde
Çürür kemiklerim adım unutulur
Yine sen kalırsın dipdiri, sımsıcak
Göğün, bulutların, denizlerin kalır
Oynama İstanbul, benimle oynama
Bir gün öldürür beni bu dert, bu kahır
Ezilmiş ellerimin arasında başım
Bu yeryüzünde başka çarem kalmamış
İşte gelip kapılarına dayanmışım
Karşında yıkılmış bir duvar gibiyim
Beni sarhoş etme, başım dönüyor
Üstüme varma İstanbul, kederliyim...
(Ümit Yaşar)
Birçok imge vardır İstanbul’u anlatan. Bunlardan biridir martı. İstanbul’da deniz
deyince ilk akla gelendir martılar. Ve görüyoruz ki kimi şairlerimizin şiirlerinden
kanat çırparlar bize:
“İstanbul’un mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman martı kuşları...” (Orhan Veli)
“İstanbul deyince aklıma martı gelir
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık yarısı kuş...” (Bedri Rahmi Eyüboğlu)
Kimi İstanbul temalı şiirler yıllar içinde
bestelenmiştir. Bunlardan biri Cem Karaca’nın
seslendirdiği o meşhur Orhan Veli şiiridir:
Bestelenen şiirlerden biri de Edip Akbayram’ın
seslendirdiği Vedat Türkali şiiridir. Bu şiir, bir şehre
yazılabilecek en güzel şiirlerden biri olarak çıkar
karşımıza:
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar aylarında ter kokuları
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniye’nle bekle
Parklarınla, köprülerinle, kulelerinle, meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa yenihayat satan
Tophane’nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın...
İstanbul öyle bir şehirdir ki sanatımıza, şiirimize kadar aksettirmiştir tüm mevcudiyetini. İstanbul kadar başka hiçbir şehir
yoktur dünyada şiirin odalarında dolanan. Bizim şiirimizde de İstanbul, birçok şairimiz tarafından şiirlerine misafir
edilmiştir. Kimi şairimiz aşklarını, özlemlerini anlatmıştır İstanbul üzerinden, İstanbul’un güzelliği sevgili ile bir tutulmuştur
Ümit Yaşar’ın bir şiirinde dediği gibi “Sensiz İstanbul bile güzel değilmiş, anladım...” Kimi şairlerimiz ise İstanbul’u vatanları
olarak görmüşlerdir. İstanbul demek vatan demek, milli varlıklarının mevcudiyetinin sağlanması yolunda vazgeçilmez bir
unsur olarak görülmüştür.
İstanbul tarihi boyunca insanlar için ayrı bir öneme sahip olmuş gerek coğrafi konumunun
verdiği avantaj gerek kültürel zenginliği ve doğal güzellikleriyle bu önemini korumaya devam
edecektir. Nice şairlerimiz İstanbul üzerine yazdıkları onca şiirle duygularımızı, düşüncelerimizi
yansıtmış, İstanbul’u edebiyat dünyamıza sokmakla kalmayıp bir şehrin bir insan için, bir ülkemillet
için neler ifade edebileceğini anlatmaya çalışmışlardır. Bu da edebiyatımızı
zenginleştirmenin yanında İstanbul’a farklı düşünce pencerelerinden bakabilme olanağı
sağlamıştır.
BİR EŞKİYA GİBİ
Efe Erbaş
Tanıyorum kundakçıyı
Resmini çizerim, adını söylemem
Serde yiğitlik var biliyorsun
Gözlerinde bir ince keder
Parmak uçlarında barut tozu
Bak bir eşkıya gibi ölüyorsun
Sana da bu yakışmaz mı
Güzü ciğerlerine doldurursun
Bir sevmeyi düşünürsün sonra
Belki çocukluğundan
Belki gençliğinden kalma
Sigaran söner, gözlerin kapanır
Ve birkaç dakikalığına
Çalan bütün telefonlar sanadır
Korkulu değilsin biliyorum
Şafaklar biriktireceğim senin için
Eğer aynı yere gidersek diye
İki sigara saracağım sonra
Orada bir yerlerde içersek diye
Artık ağlamayacağım kardeşim
Bir efendi gibi yaşadın çünkü
Bak bir eşkıya gibi ölüyorsun
KARŞIMIZDAKİNİ TANIMAK
Ahmet Oflaz
İster duygusal ilişkilerde, ister arkadaşlık ilişkilerinde olsun karşımızdaki insanı ne kadar tanıdığımız konusunda
kafamızda hep bir soru işareti olur. İşler iyi giderken konuşmadan hatta mimiklerle bile rahatlıkla anlaşabildiğimizi
düşündüğümüz insanlarla ufak bir sorun yaşadığımızda “Meğer onu hiç tanıyamamışım.” a nasıl savruluyoruz? Bu
sorudaki temel sorun problemin kaynağının doğrudan karşımızdaki kişi olduğu ön kabulü olamaz mı? Biz kendimizi ne
kadar tanıyoruz? Kendimize dair algımızın bile doğruluk derecesinden emin olamazken başka birini değerlendirmeye
çalışmamız ne kadar sağlıklı? Kendimize ait kişilik algımız gerçekle uyumlu değilse ve kendimize ait gerçek dışı kişilik
algısına dayanarak karşımızdaki kişiyi tanımaya ve anlamaya çalışırsak sonuç alabilir miyiz? Benzeri soruları artırmak
mümkün.
Sosyal bilimlerle fen bilimleri arasındaki temel farklardan biri, fen bilimlerinde benzer şartlar altında benzer sonuçlar
alınması beklenirken sosyal bilimlerde işin içine insan unsuru girdiği için şartlar aynı da olsa farklı sonuçlara ulaşılabiliyor
olmasıdır. Peki sosyal ilişkilere fen bilimleri mantığı ile yaklaşıp insan ilişkilerini formüle etmek ya da başarılı bir ilişki
olasılığını hesaplamak mümkün olabilir mi?
Başarılı bir ikili ilişki için hem kendimiz hem de karşımızdaki kişi için kaç farklı kişilik algısına sahip olduğumuzu
belirlemek başlangıç noktası olabilir. Kendimizden başlarsak öncelikle temelde gerçekte olduğumuz kişi bulunmakta.
Ancak çoğu zaman birçoğumuz gerçekte olduğu kişinin ya da gerçek kişiliğinin farkında değildir. Olduğumuza inandığımız
kişi ya da kişilik ilkine göre her zaman daha baskındır. Olduğumuza inandığımız kişilik yapısına dayanarak dış dünyaya ve
hatta nerdeyse karşılaştığımız her farklı kişiye birbirinden farklı kişilik yansıtmaları da yapabilmekteyiz. Son aşamada ise
karşımızdaki kişi, bizden aldığı yansımaya göre kafasında bambaşka bir biz çizebilmektedir. Bu durumun karşımızdaki kişi
için de aynı olduğunu düşündüğümüzde karşı karşıya gelen ikilinin her biri için dört farklı kişilik ya da yansımasından
bahsedebiliriz. Matematiksel olarak bu dörtlü kombinasyona göre iki insanın karşılıklı olarak birbirlerinin gerçek
kişiliklerini görme olasılığı on altıda bir ya da yüzde hesabıyla % 6,25. Üstelik kişilik yansıması olasılıkları artırıldığında
bu oran katlanarak daha da düşecektir.
Mevlana bile “İnsanları tanımak, denizleri bardak bardak boşaltmaktan zordur.” demişken ve matematiksel olarak
olasılık bu kadar düşükken ne yapacağız? Ya kırılıp dökülme ve acı çekme riskinden uzaklaşmak için tüm toplumsal
ilişkilerden kaçmayı, uzak durmayı deneyeceğiz ya da olayın sadece kendi kontrolümüzdeki bölümüne odaklanıp saf iyi
niyetimizle ilişki içinde yer alıp karşımızdaki kişinin de böyle davranmasını umacağız. Durumu ülkenin hâkim popüler sporu
futbolun jargonu ile ifade edersek “Maksat centilmence mücadele” Başarısız olursak da “Önümüzdeki maçlara
bakacağız.” diyebiliriz.
O halde iki takıma da başarılar…
ŞAFAĞIN SANRI SOKAĞI
Oğuzhan Güneş
Öyle bir memleketin çocuklarıyız ki
Nereye baksam
Nereye elimi atsam
Hangi taşın altında bulunsam
İnsan başlarıyla karşılaşıyorum;
Bedbaht ömürlerine eklenmez fayrap acının
Yardaksız duruşuna karşı imkân arayan.
Çünkü sevdikçe çoğalan bir yağmurdur insan
Sözleriyle bulunduğu yeri yakan
Ve adımlarıyla yanlışın yakasında duran.
Bu memlekette aşktan ve acıdan bahsedilecekse
Sözler, manasına ölmeden kavuşamaz:
"En kötü yaşam, yalnızlık suçuyla baş başa kalmaktır"
Başı derde girince akil meydanda cirit atan feylesof
Asil menkıbeler sokağından ağır ağır ilerliyor. Akıl
Merdanesine, meçhul bir feryadın suskun sevabıyla.
Her şeyiyle her şeyinden nefret eden
Herkesin yaşayamayacağı memleketin çocukları
Yangını terk edip açınca kollarını maruf bir davaya
Anladı, bu toprak senin; bu ana, vatan; bu aşk: Allah!
Şiirin hüznü okuyanın gözlerindeydi
Anlamadı insanoğlu ve şimdi her yerde hüzün
Her yerde bir şiir.
Beynimle selama durmuş akıl
Öyle bir intikam türküsü çalıyor ki
Satırları yaşamak için yazılmadı.
Öyle büyüdü ki şimdi nefret
İnsan insanı sevemiyor.
En çok da ben bir gün duvarlara
Yarın
Yarınlara karalıyorum memleketi
Ki
Okuyan var mı benim gibi
Göreyim
Herkes mi yaşamaktan imtina?
Öyle bir memleketin çocuklarıyız ki
Elimdeki çiçekler dahi bana küskün
Ben yaşıyordum
Ama onlar
Yazıyorum sandı...
Picasso'nun geçmişi sanatını
nasıl şekillendirdi? Şu anda ilk
bölümü ile yayında!