15.06.2023 Views

enderun mektebi 20

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Enderun Mektebi

ENDERUN LİSELERİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ

Gamze Uçar

Deprem

Doğal Afet

Z.Şule Altuntaş

Kudüs ve Şair

E. Betül Dal

Beyaza Boyamak

Sayı : 20 Haziran 2023

U. Bekir Kaynak

İmarın Mimarı

Mimar Sinan

Ali Çiçen

Güne Günümüze

Bir Bakış, Bizim

İstediğimiz



Enderun Mektebi

ENDERUN LİSELERİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ

2023


Enderun Mektebi

Özel Enderun Fen ve Anadolu Lisesi

Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi

İMTİYAZ SAHİBİ

Özel Enderun

Fen ve Anadolu Liseleri Adına

Said TURGUT

Okul Müdürü

GENEL YAYIN YÖNETMENİ

Öznur Özgür İÇ

YAYIN KOORDİNATÖRÜ

Zahid AYDOĞAN

EDİTÖR

Zahid AYDOĞAN

GRAFİK-TASARIM

Mustafa BUHURCU

YAZIŞMA ADRESİ

Kayacık Araplar Mh.

Ataç Sk. No:1

Karatay/KONYA

ELEKTRONİK POSTA

enderunlisesi@gmail.com

WEB

www.gencegitim.com.tr

TEL

0.332 237 81 08

Esselam

Topluma bilgi aktarımı yapan, bir davası olan bir avuç insanın

haykırışını dile getirerek dergimizin yeni sayısını sizlerin hizmetine sunuyoruz.

Gecenin gündüze gündüzün geceye kefil olmayacağını, yaşamın

ertesi saniyenin sürprizi veya tekdüzeliği ile dolu olduğunu insan;

başına gelince anlarmış.

İnsan bu gelgitler arasında doğaya karşı ayakta durma mücadelesi

içinde yaşam alanını güvenilir yapmanın derdine düşmüş iken

“bu da yetmez!..” diyerek daha bir konforlu yapının ardında dünyayı

ölümsüzleştirme arzusu içine girince Mimar Sinan’ın yapılarındaki estetik

ve sağlamlık ile günümüz binalarının güzellik algısına ve dayanıklılık

durumuna şöyle bir göz gezdirdik. Doğal afetler karşısında insanın

acziyetini, çaresizliğin veya zarar görmenin insanda bıraktığı psikolojik

etkiyi Beyaza Boyamak hikâyesinde anlatmaya çalıştık.

Tüm bunlar yetmez gibi kaza kader ve akıl arasında sıkışan insanın

algı yönetimine maruz kalmasından, kimi zaman çarpıtılan haberlerle

kimi zaman ahlakı bozan ve kimi zamanda kültürümüzden kopuşun

altın anahtar olma görevini üstlenerek algıları yöneten sinemadan

söz ettik. Günümüz gençlerinin arasında sıklıkla görülmeye başlayan

bipolar hastalığına mercek tutarak buradan aileleri uyarmayı da bir

vazife bildik.

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Zahid Aydoğan

Dijital Yayın Tarihi:

Haziran/ 2023

YAYIN TÜRÜ

Yerel süreli yayın.

Dönemde bir yayınlanır.

Ücretsizdir.


İçindekiler

Esselam | Zahid Aydoğan | ...................................................................................................................

Nikola Tesla’nın Deprem Makinasi | Zehra İpek | .................................................................................

Deprem Doğal Afet | Gamze Uçar | ......................................................................................................

Deprem ve Psikoloji | Rüveyda Yapıcı | .................................................................................................

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi | Zeynep Akşamoğlu | .........................................................................

Kudüs ve Şair | Zeynep Şule Altuntaş | .................................................................................................

Müslümanların Filistin’le İmtihanı | Mustafa Efe Koçak | .....................................................................

Cumartesi Avcısı | Zahid Aydoğan | ......................................................................................................

Beyaza Boyamak | Elif Betül Dal | ........................................................................................................

Romanların Gözünden Tarih | Elif Sude Atalay | ...................................................................................

İmarın Mimarı | Uğur Bekir Kaynak| .....................................................................................................

Algı Yönetimi | Nisa Bozkulak - Asude Erkol| .........................................................................................

Güne Günümüze Bir Bakış, Bizim İstediğimiz | Ali Çiçen | ...................................................................

Batı’nın Çalışkan Çocuklarına Karşı Müslümanların Dua Seansları |Zahid Aydoğan| ...........................

Kitap Tanıtımı | Elif Ceylan| ..................................................................................................................

Kapıdaki Tehlike Bipolar Bozukluğu| Merve Balcan - Mustafa Büyükekiz| ...........................................

Sosyal Etkinlikler | | ..............................................................................................................................

4

6

8

10

12

18

22

24

28

34

38

40

42

44

46

50


Enderun Mektebi

Deneme

Zehra İpek - AL 11/B

NİKOLA TESLA’NIN

DEPREM

MAKİNASI

Temelleri J.O’Neill tarafından atılan nispeten

küçük ölçekli depremler yaratarak

fay hattını enerjisini emme fikri,1893 yılında

Nikola Tesla ile hayat bulmuştur. Tesla,

fikrini büyük ölçekli depremleri engellemek

için geliştirmiş, asla bu çalışmalarını bir silah

olarak kullanılması için tasarlamamıştır.

J.O’Neill ilk defa şiddetli deprem meydana

gelme olasılığı olan yerlere jiroskop bataryaları

yerleştirerek bu cisimlerle düşük seviyelerde

rezonans yaratılması, böylece katmanlar

üzerindeki baskının azaltılmasıyla

büyük depremlerin engellenebileceği fikrini

ortaya attı. Tesla bunun mümkün olduğunu

belirtmiş ve kendi de daha sonra benzer

mantıkla çalışan bir osilatör icat etmiştir.

Tesla’nın elektro-mekanik osilatörü,

1893’te Nikola Tesla tarafından patenti alınan,

buharla çalışan bir elektrik jeneratörüdür.

Daha sonra Tesla, osilatörün bir versiyonunun

1898’de New York’ta bir depreme

neden olduğunu iddia etti ve ona popüler kül-

4


Enderun Mektebi

Deneme

Zehra İpek - AL 11/B

tür başlığı “Tesla’nın deprem makinesi “adını

verdi. 1896’da Tesla enerji aktarımı için

kullanılacak salınımlar üzerinde çalışıyordu.

Fikir, çeşitli frekanslar yaratabilen, buharla

çalışan bir osilatör yaratmaktı. Frekans rezonans

frekansıyla eşleşirse, bir alıcı cihaz

mekanik salınımları tekrar elektrik akımına

dönüştürmelidir. 1897’de cihaz hazırdı ve

1898’de 48 E. Houston St. , New York’taki

laboratuvarını o kadar sallamayı başardı ki,

alarma geçen komşular bir deprem olacağından

korkarak polisi ve ambulansı aradı.

Tesla daha sonra bu prensibi Şubat 1912’de

The World Today dergisinde Tesla’nın rezonatörü

hakkında bir makale yayınlayan muhabir

Allan L. Besnson’a açıkladı: “Küçük

osilatörünü ceketinin cebine koydu ve yarı

dikilmiş çelik bir binayı aramaya çıktı. Wall

Street semtinde, etrafına tuğla veya taş döşenmemiş

bir, on katlı çelik çerçeve buldu.

Osilatörü kirişlerden birine kenetledi ve onu

alana kadar ayarlamaya uğraştı. Tesla sonunda

yapının gıcırdamaya ve sallanmaya

başladığını ve çelik işçilerinin bir deprem olduğuna

inanarak paniğe kapılarak yere geldiklerini

söyledi. Tesla osilatörü cebine koydu

ve gitti. Aynı osilatör Brooklyn köprüsü’nü

East River’a bir saatten daha kısa sürede

indirebilirdi.

HAARP NEDİR, YAPAY DEPREM

OLUŞTURABİLİR Mİ?

HAARP(High Frequency Active Auroral

Research Program) yani Yüksek Frekanslı

Etkin Güneşsel Araştırma Programı, ABD

Silahlı Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ve Alaska

Üniversitesi Tarafından ortak yürütülen

bir program. Projenin kurulu olduğu Alaska’da

iddialara göre 180 adet dev anten bulunmaktadır.

Bu antenler ile üretilen manyetik

dalgalar, yetkililerin yaptığı açıklamalara

göre;” gelebilecek füzeleri havadayken imha

etme, toprağın altında incelemeler yapma,

denizaltı gemileriyle haberleşmeyi kolaylaştırma

”gibi işlevler yapmaktadır. Ancak HA-

ARP Amerika’nın en ünlü jeofizikçilerinden

birine göre ise bu teknoloji iklimleri değiştirmek,

ozon tabakası ile oynamak, deprem

yaratmak, radyasyon yaymayan termonükleer

patlamalar yaratmak gibi korkunç güce

de sahiptir.

5


Enderun Mektebi

Deneme

Gamze UÇAR - AL 11/B

DEPREM

DOĞAL AFET

İNSAN YARININ HAYALİNİ KURARKEN YARIN İNSANIN HAYALİNİ KURUYOR MU?

Deprem, Dünya’nın merkezinden yüzeye

doğru yayılan ısının yer kabuğundaki levhalara

etki ederek levhaların hareket etmesi sonucu

oluşur. Levhaların birbirinden uzaklaşması,

birinin diğerinin altına batması, birbirlerine

sürtünmesi şeklinde gerçekleşir. Deprem şiddeti

arttıkça yıkıcılığı da artar. Dolayısı ile

deprem, bir doğal afettir

Bir depremzedenin gözünden

Depremin acısının zaman geçtikçe azalacağı

söylenir fakat kaybedilen yakınlar,

yok olan anılar, terk edilen yurtlar yuvalar ve

bekleyen dertler… Işıklarımız hiç sönmesin

anne!..

Elbette gidenlerle gidilmiyor ancak kalanlar

da gidenlere denk olmuyor.

Depremzedeler gelecek günlerin kendilerine

nasıl bir imkansızlıklar yaşatacağını bilemedikleri

için hayatlarının düzelmeyeceğini,

eskisi gibi mutlu olamayacaklarını, asla kendilerini

bir ortama ait hissedemeyeceklerini

düşünürler. Bu da depremi yaşayan biri için

normal bir düşünce değil midir sizce?

Depremi yaşamayan fakat sosyal medyadan

görüp, takip eden kişilerin de duygusal

anlamda yıprandığı, yaşamış gibi etkilendiği,

çaresizlik, kaygı ve suçluluk duyarak ikincil

travma yaşadıkları gözlemlenmektedir. Aynı

zamanda böylesine bir felaketi veya benzerini

kendilerinin de yaşama ihtimalini düşündükleri

için korku ve kaygı onları çok güçlü bir şekilde

etkilemektedir.

Depremi yaşayan kişiler; öfke problemi,

çaresizlik, güven kaybı, güçsüzlük, şok, şaşkınlık,

kontrol kaybı, ölüm korkusu ve daha

birçok duyguyu bir arada yaşamaktadır. Depremzedeler

uzun süre bu psikolojiden çıkamayıp

daha sonra stres bozukluğu yaşayabiliyor.

Herkes için en güvenli yer olarak tanımlanan

“ev” deprem ile birlikte bu anlamını yitirip kor-

6


Enderun Mektebi

Deneme

Gamze UÇAR - AL 11/B

ku, kaygı, güvensizlik gibi anlamlar taşımaya

başlıyor.

Gurbete gidilir de derdi ya çekilir ya da

ahından intizar edilir.

Artık doğduğun yer değil, doyduğun

yer vatan olunca doğduğun yerin kaktüsleri

bile menekşe görünür.

Enkazdan çıkmış annesini, babasını, abisini,

ablasını, kardeşini, bir veya birkaç uzvunu

kaybetmiş kişilerin duygu durumu daha kötüdür.

Bir destek almayı dahi reddedebilirler.

Davranışsal olarak içine kapanma, bir nevi

kendini dış dünyadan izole etme, eleştiriye

tahammülsüzlük, öfke patlamaları, etrafındaki

her şeyi kontrol etme veya kontrol altında

tutma çabası gibi sorunlar açığa çıkabilir ki bu

da hem koruma hem de korunma içgüdüsü ile

yapılan hareketlerdir.

Olay anını durmadan yaşıyor gibi hissedebilir

en ufak sarsıntıyı deprem oluyor gibi

algılayabilirler. O anı düşünüp dalması her an

gerçekleşebilir, ona bir şey söylemek isteyen

kişinin biraz yüksek sesle konuşması sonucu

hemen korkarlar. Ne olursa olsun hayat devam

ediyor ve bir şekilde sosyal hayata dâhil

oluyorlar. Belki dış çevre tarafından gözle görülebilen

sosyal ilişkilerde zorluk çekme, söylenenlere

tepkisizlik veya aşırı tepki gösterme

gibi haller görülür.

Neticede karşısındaki kişinin evi ve yakın

çevresi zarar görmüş; yaşadığı şehirden

uzakta, kurduğu hayaller yarım kalmış, arkadaşlıkları

yarım kalmış veya bitmiş ve daha

birçok şey…

O kişinin; artık bir evi yok, kendi şehrinden

uzak, yakın çevresi yok, kurduğu hayalleri de

yarım kalır.

Arkadaşlıkları yarım kaldı, belki aile fertlerini

kaybetti!..

LÜTFEN DEPREMZEDE KİŞİLERLE

KONUŞURKEN HASSAS OLDUKLARINI

UNUTMAYALIM!..

7


Enderun Mektebi

Deneme

Rüveyda Yapıcı - FL10/A

DEPREM VE PSIKOLOJI

Hepimiz ülkece çok zor ve travmatik bir dönemden

geçiyoruz. Yıkımın etkilediği bölgelerde fiziksel

olarak bulunmasak bile hepimizin aklı orada.

Oradaki insanların yaralarını sarmak ve onlara

destek olmak istiyoruz. Yaşadıkları zorlu süreci

yakından göremesek de sosyal medya aracılığı

ile takip edebiliyoruz. Bu durumun olumlu yanları

olduğu kadar psikolojik olarak olumsuz yanları da

oluşabiliyor.

Deprem ve bunun yarattığı yıkım insanların

günlük yaşantılarının çok ötesinde olduğu için

travmatik etkilerle karşılaşılması da oldukça sık

karşılaşılan bir durumdur. Depremin önceden kestirilemez

olması ve o anda yaşanan çaresizlik hissi,

insanların üzerindeki etkisini daha da arttırmaktadır.

Depremi yaşamış bazı bireylerde sarsıntı görülmeyebilirken

depremi yaşamamış bazı bireylerde

deprem korkusundan kaynaklı bir takım psikolojik

sorunlar oluşabiliyor.

Örneğin, depremi yaşamış kişi depremden etkilenmiş

olsa da kişide travma sonrası stres bozukluğu

görülmeyebilir. Buna rağmen depremi

hissetmemesine rağmen yalnızca iletişim araçlarından

takip eden birçok kişide de travma sonrası

stres bozukluğu görülebilir. Dolayısıyla depremin

yaşanabilme olasılığı bile psikolojimize zarar verebiliyor.

Deprem sonrasında insan psikolojisi; şok, pasifleşme

ve toparlanma olmak üzere üç aşamada

adlandırılır.

Depreme maruz kalan kişi psikolojik şok yaşamaktadır.

Şok tepkisi, vücudun meydana getirdiği

psikolojik bir savunma mekanizmasıdır.

Depremin hemen ardından kişi kendini aşırı

korkmuş hissetme, ne yaptığını bilemez halde hissetme,

duygularını hissedememe, tepki verememe,

bulunduğu ortamı ya da durumu tam algılayamama

gibi belirtiler yaşayabilir. Kişiyi aniden etkisi

altına alan ölüm korkusu kişide çaresizlik ve panik

duygusu yaratabilir.

48


Enderun Mektebi

Deneme

Rüveyda Yapıcı - FL10/A

Panik halindeki bazı kişiler depremden kurtulmak

için bilinçsizce risk alabilirler. Örneğin,

kendilerini yüksek kattan atarak yaralanabilir ve

ölebilirler.

İlerleyen zamanlarda her ne kadar ilk şok

anını atlatmış veya fiziksel iyileşme süreci

başlamış olsa da kayıpların getirdiği yoğun acı

devam edebilir. Bazılarımız hastanelerde adım

adım iyileşirken, bazılarımız evlerinden uzakta

kayıpların açtığı yaralarla baş etmeye çalışıyor

olabilirken, bazılarımız da evlerinde güvende olsalar

da kaygı içinde yakınlarından veya diğer

insanlardan gelecek iyi haberleri bekliyor olabilir.

Dolayısıyla aynı depremden farklı şekillerde

etkilenilebiliriz ve bunun sonucunda ürettiğimiz

tepkiler kişiden kişiye değişebilir. Eğer varsa

geçmiş kaygılarımızın tetiklenebileceğini söylemek

gibi; deprem esnasında veya depremin ilk

günlerinde yaşanan kaygıların da devam edebileceğini

belirtmek gerekir.Her ne kadar sonuçları

bambaşka olsa da deprem olayına verdiğimiz

tepkilerin yaşamdaki diğer beklenmedik olaylara

karşı verilen tepkilerle benzer olduğunu fark

etmek önemlidir.

Bir başka deyişle gündelik hayat akışının dışında

gerçekleşen olaylarla karşılaştığımızda

verdiğimiz ‘anormal’ tepkiler, yaşadığımız süreç

bağlamında gayet sağlıklı yanıtlardır. Önemli

olan bunu kabul ederek iyileşme sürecine başlamaktır.

İyileşme sürecinin kısa sürmeyeceği

ve daha önce bahsi geçen stres tepkilerinin devam

edebileceği bilgisi, bir diğer önemli gerçekliktir.

Ne yaşanan acılara saplanıp kalmanın ne

de depremi hafife alıp görmezden gelmenin bir

faydası dokunmayacaktır. Bunun yerine depremin

elimizde olmadan gerçekleştiğini ve acı bir

olay olduğunu kabul edip elimizden gelenlere

yani kontrol edebileceğimiz şeylere odaklanmak

daha gerçekçi ve faydalı bir adım olacaktır.

9


Enderun Mektebi

Bir Fotoğrafın Hikayesi

Zeynep Akşamoğlu - AL 11/A

MESUT İNSANLAR

1

2

10


Enderun Mektebi

Bir Fotoğrafın Hikayesi

Zeynep Akşamoğlu - AL 11/A

FOTOĞRAFHANESİ

3

4

… Evet, zorla tebessüm ne kadar çirkindir! Zaten benim

zorla gülmeye ihtiyacım yok. Şu adesenin arkasından bütün

bir ebediyet bana bakıyor demektir, ben de bütün o ebediyete,

bana hayran kalacak bütün o müstakbel nesillere büyük bir

şair gibi biraz mağrur, biraz yüksekten, sadece tebessüm edebilirim.

Çok mu fazla kendini beğeniş? Çok büyük, hatta gülünç

bir iddia mı? Doğru! Benim esasen hayatta hiçbir iddiam olmadı

ki!.. Bu çıkacak fotoğrafımın daha küçük, daha mütevazı

bir vazifesi olabilir. Belki, dinimin bana vaat ettiği en yüksek

mertebeye erişir, belki bir gün şehit düşerim. Belki o zaman

bu fotoğrafımı, bazı mecmualar, diğer şehitlerinkilerle beraber,

basarlar. Belki mektebim, verdiği şehitler arasında benim de

bu resmimi müzesinin bir köşesine asar. Belki sadece ölüp

giderim. O zaman da bu fotoğrafım hayatta kalmış birkaç akrabamın,

birkaç vefalı arkadaşın beni anmalarına vesile olur.

Onlara, şimdiden şükran ve dostluk tebessümlerimi göndermeliyim.

5

11


Enderun Mektebi

Deneme

Zeynep Şule Altuntaş - TDE Öğretmeni

KUDÜS VE ŞAİR

İslam alemi olarak ortak meselelerimizden

biri ve en önemlisi olan Kudüs’ü bu sayımızda

konu edinme fikri, esasen her yıl özellikle

Ramazan ayında yaşadığımız işgalci İsrail’in

Mescid-i Aksa’ya ve Filistinli Müslümanlara

yaptığı saldırılar olmuştur. Yalnızca böylesi

zamanlarda aklımıza düşmesi, yaptığımız birkaç

haber veyahut paylaşımdan sonra gündemimizden

düşmesi oldukça üzücü bir hadisedir.

Hâlbuki biz Müslümanların dokunulmaz

kutsallarından biridir ‘Kudüs’. Onu her daim

anmalı ve onun özgürlüğüne kavuşması için

çalışmalarda bulunmamız gerekmektedir. Bizim

için Mekke ve Medine nasıl önemli ise,

onların işgal edilmesi ve bize yasak kılınması

nasıl kabul edilemez ise, Kudüs de aynı derecede

önemlidir. Pek çok Müslümanın bu konu

hakkında elinden dua etmekten başka bir şey

gelmediğini ve çaresiz hissettiğini biliyorum.

Ancak şunu bilmenizi isterim ki sanıldığının

aksine çaresiz olan bizler değiliz. Elhamdülillah

Hakka iman eden inançlı insanlarız ve

biz inandığımız, umut ettiğimiz ve bu konuda

çalıştığımız sürece Allah bize yardım eder ve

biz galip geliriz, kimse bize galip gelemez. Her

daim dualarımızın beraberinde bizlerin de bu

konuda bir şeyler yapabileceği farkındalığını

oluşturmak ve sonrasında meydana gelecek

olan gelişmelerin meseleyi daha hızlı ve etkili

çözümlere kavuşturacağını ifade etmek imkanını

bana sunarak sizlere ulaşmamı sağlayan

okulumuz dergisi Yayın Yönetmeni Öznur Özgür

İç Hoca’ma ve editörümüz Zahid Aydoğan

Hoca’ma ve okulumuz dergisi ‘Enderun Mektebi’nin

bugüne kadar gelmesinde emeği geçen

tüm hocalarıma teşekkürü bir borç bilirim.

Öncelikle yapmamız gereken en önemli

şeylerden birisi, Kudüs meselesini her zaman

gündemde tutmaktır. İnsanların bilincine bir

an evvel her açıdan harekete geçilmesi gerektiğinin

farkındalığını yerleştirmek bizim

gayemiz olmalıdır. Bizler bu gündemi yalnızca

medya aracılığı ile değil kendi imkanlarımızla

da sağlamalıyız. Gündelik yaşantımıza,

ailemize, evimize işimize, okulumuza ve

pek çok yere taşımalıyız. Bir anne evladına,

bir baba evinde ailesine, bir öğretmen dersinde

öğrencisine, bir mimar projesinde, bir

ressam tuvalinde, bir müzisyen bestesinde

Kudüs’ü anlatmalı… Özgürlüğü yalnızca fi-

12


Enderun Mektebi

Deneme

Zeynep Şule Altuntaş - TDE Öğretmeni

kirde bırakmak harekete geçmenin engelidir.

Yalnızca eylemlerin sonucu olur. Harekette

bereket vardır düsturu ile çıktığım bu yolda

ben ne yapabilirim diye düşündüğüm vakit

hem çalışma alanımı ilgilendiren hem de Kudüs’ü

tekrar anlatabileceğim bir alan bulmuş

oldum kendime. Şair tezkirelerinde çalışma

yaparken karşıma Kudüs’te doğan, yaşayan,

çalışan ve yolu Kudüs’e düşen şairler çıktı.

Araştırmanın kapsamı beni daha önce adını

duymadığım yeni şairler ve eserleriyle de

tanıştırdı. Hareketin peşine düşmenin nimeti

ve bereketi olarak adlandıracağım bu kısa biyografileri

de sizlerle paylaşmak istedim. Çalışmaya

esas olarak Türk Edebiyatı İsimler

Sözlüğü’nü aldım . Mevcut divan şairi tezkirelerinden

hareketle hazırlanan ve edebiyatımızın

en yeni tezkiresi olarak saydığımız bir

çalışma haline gelmiştir Türk Edebiyatı İsimler

Sözlüğü. Şairlerin biyografilerini anlatma

konusunda sitenin verdiği bilgileri oldukça

kısaltarak kullandım. Bu var olan bilginin gereksiz

tekrarı olmaması açısından dergimiz

için daha uygun olacaktır.

Kudüs’e yolu düşen şairleri birkaç başlık

altında sınıflandıracak olursak,

13

Kudüs ve Yakınlarında Doğan

Şairler:

Kudüs’te doğmuş olması ve mahlasının

Kudsi olması sebebiyle önceliği “Nişancızâde/Ramazanzâde

Seyyid Mehmed Kudsî

Efendi” ye vermek istedim. Kudsî (1574/

1565 -1621-1616), Kudüs’te doğmuştur. Doğum

tarihi konusunda kaynaklarda ihtilaf vardır.

1619 tarihinde İstanbul kadısı olmuştur.

1621 Ağustos ayında Anadolu Kazaskeri olmuştur

ve 1621 Aralık ayında vefat etmiştir.

Ölümü konusunda da iki tarih mevcuttur ve

Edirnekapı haricinde Emir Buharî Tekyesi’nde

medfundur. Kaynaklarda fâzıl ve fâsih bir

kişi olduğu söylenmektedir.

Arabzâde, Mehmed Müttakî Efendi

(d./-ö.992/1584): İsmi Mehmed olan Müttakî,

Kudüslü bir şairdir. Kudsî mahlasını kullanan

Arabzade Efendi’nin oğlu, Bostan Efendi’nin

torunudur. Kendisine ecdadından miras kalan

ilim ve irfanın tahsilinde çok çalışıp çabalamış

bir gençti. Fizikî güzelliği ile meşhurdu.

Hastalıklarından kurtulmak için Çin otlarından

içmeye başlamış fakat veba hastalığından

992/1584 yılında vefat etmiştir.“Müttakî


Enderun Mektebi

Deneme

Zeynep Şule Altuntaş - TDE Öğretmeni

kıldı bugün azm-i bekâ” mısraı onun vefatı

için Cinânî tarafından söylenmiştir. Kınalızade

Hasan Çelebi, Müttakî’nin şiirlerini

onun bazı fizikî özelliklerinden yola çıkarak

anlatır: Kaşları ve gönül çekici çehresi gibi

zarif hayalleri, inci gibi muntazam dizilmiş

dişleri gibi düzenli kelimeleri ve cihanı fetheden

yüzü gibi meşhur beyitleri vardır.

Derdünle ya öldür ya visâlünle kıl ihyâ

Ey rûh-ı revân ikisi de cânuma minnet

Ahmed, Şeyh Gazzî Ahmed Efendi

(d.1054/1644-45-ö.6 Şevval 1150/27 Ocak

1738): Kudüs yakınlarında Gazze’de doğmuştur.

Asıl adı Ahmed’dir. Şeyh Gazzî Ahmed

Efendi olarak tanınan şair, Kâdirî şeyhlerinden

İsazâde Şeyh Müferric’in oğludur.

Öğrenimine Gazze’de başlamış, ardından

Kahire’ye giderek Camiu’l-Ezher’de yedi yıl

dinî ilimler eğitimi almıştır. Devrin meşhur

âlimlerinden Şeyh Ahmed Beşişî’den mülâzım

olmuş daha sonra Camiu’l-Ezher’de

hadis dersleri okutmuştur. Mısır’da yaşadığı

yirmi yıl boyunca dört defa hacca gitmiştir.

Ahmed Gazzî bilgili, fazıl, derviş-meşrep,

güzel ahlâklı, cömert bir kimse imiş. Medrese

ilimleriyle tekke kültürünü birleştiren sufîlerdenmiş.

Niyazî-i Mısrî’nin aksine coşku

ve cezbe dolu bir sufi değil imiş. Tekkesinde

tasavvufî eserlerin yanında tefsir, hadis,

fıkıh da okutmuştur. Dergâhında kurduğu

kütüphane Bursa’nın kültür tarihi açısından

önemlidir. Ana dili Arapça olan, Türkçeyi Bursa’ya

geldikten sonra öğrenen Gazzî Ahmed

Efendi’nin iki risalesi Türkçe, diğerleri Arapçadır.

Nûr-ı Sâtı’, İ‘lâmü’l-Mültezem bi-Fazileti

Zemzem, Hediyyetü’l-Garbi li-Talibi’t-Tuhfeti’l-Verdi,

İ‘lâlü Gazzî, Haşiye ‘Ale’l-İsti‘âre,

Risale fi’t-Tasavvuf, Mîzânü’l-‘Aka‘id eserleridir.

Bunlara ilave olarak Ahmed Gazzî’nin

hattıyla günümüze ulaşan risaleler de bulunmaktadır.

Turâ çünân ki tuyî kes çi gûne vasf koned

Ki ez tasavvur-ı vehm ü hayâl bîrûnî

(Sen öyle birisin ki seni kim nasıl vasfetsin?

Zira hayal ve şüphe tasavvurunun dışındasın.)

14


Enderun Mektebi

Deneme

Zeynep Şule Altuntaş - TDE Öğretmeni

Eserlerinde Kudüs’ü Konu

Edinenler :

Ahmed Fakîh (d.?/?-ö.?/?): 13. yüzyılın

ilk yarısında ya da 14. yüzyıl Anadolu

Türk edebiyatının ilk şairlerinden olduğunu

gösterdiğini ileri sürülen Ahmed Fakîh’in Karamanlı

olduğu bilinmektedir. Çarh-nâme,

Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-Şerîfe, Şiirleri (69

beyitlik beş manzume) eserleridir. (Selçuklulular

döneminin büyük alimlerinden Hoca

Ahmet Fakih’in türbesi Konya’nın Meram İlçesi

Armağan Mahallesi’nde bulunmaktadır.)

Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-Şerîfe: Aruzun

“mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün” kalıbıyla yazılmış

339 beyit uzunluğundaki manzumede

hece vezniyle yazılmış dörtlükler de mevcuttur.

Seyahat-nâme niteliğindeki eserin dili

gayet açık ve sadedir. Arapça ve Farsça kelimelerin

yanında içerdiği zengin Türkçe kelime

hazinesi bakımından önemli bir metindir.

Şair, gerçekçi bir anlatımla dünyanın geçiciliği,

iyilerle arkadaş olunması ve sabrın elden

bırakılmaması gibi konularda öğütler de

verdiği mesnevîyi, hac ziyareti esnasında

gördüğü Şam, Kudüs, Mekke, Medine gibi

kutsal mekânların anlatmak amacıyla kaleme

almıştır. Peygamberin Medine’ye hicretini,

Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in kabirlerini

ziyaretini, Kâbe’yi tavaf edişini, Hacerü’l-Esved

ve Harem’in özelliklerini anlatan Ahmed

Fakîh; Kubeys Dağı, Hira Mağarası, Kudüs,

Mescid-i Aksa, Kubbetü’s-Sahra ve Makam-ı

İbrahim hakkında da bilgiler vermiş ve Şam

şehrinden övgüyle söz etmiştir.

İşit imdi sana vasfın diyeyin

Sıfatlarını bir bir şerh ideyin

Haremün uzunı iç yüz adımdur

İçi düpdüz ıvacuk akça kumdur

İnin adımladum ben yüz yigirmi

Ki dört bucaklıdur degül yigirmi

Bu dört dîvarları üç kat kemerdür

Haremün taşra yanı tolu şardur

Kudüs’e Kadı Olarak Tayin

Edilenler:

Kemerleri direk üzre durupdur

Sağışda bu direkler biş yüz ondur

Vardarî Şeyhzâde Abdlüganî (d.?/?-ö.

1108/1696-97): Abdî, Abdülganî ve Vardarî

Şeyhzâde Abdülganî isimleriyle kaynaklarda

yer almıştır. Aslen, İstanbullu olup

Vardarî Şeyhzâde Mehmed Efendi’nin oğludur.

1083/1672’de Kudüs kadılığına atandı

ancak bir sene sonra bu görevden azledilmiştir.

İstanbul’a ulaştıktan dört ay sonra

1084/1672-73’te Medine kadılığına atanmış

fakat 1085/1674-75’te bu görevinden de azledilmiştir.

1105/1693-94’te Anadolu payesiyle

Haslar kazası arpalığı, 1105/1693-94

ve 1107/1695-96’da Rumeli payesiyle Sinop

kazası arpalığı verilmişken 1108/1696-97’de

vefat etmiştir. Kogacı Dede Camii’nde medfundur.

Helvacızâde Mehmed Ârifî Efendi

(d.?/?-ö.1032/1622-23) : Isparta’nın Yalvaç

ilçesinde doğmuştur. Doğum tarihi bilinmemektedir.

Asıl adı Mehmed’dir ancak Helvacızâde

Mehmed Ârifî Efendi olarak tanınmıştır.

Medrese öğrenimi gören Mehmed Ârifî

Efendi müderrislik yaptıktan sonra İzmir, Kudüs

ve Eyüp kadılığı yapmıştır. Eyüp kadısı

iken 1032/1622-23 yılında vefat etmiştir.

Bahrî Hasan Çelebi (d.?/?-ö.994/1575)

Asıl ismi Hasan’dır. Karasi (Balıkesir) vilayetinin

Kızılca Tuzla kasabasında dünyaya

gelmiştir. Receb 994/Haziran 1586’da Arec

Seydi Çelebi yerine Kudüs kadısı olmuştur.

Kudüs’e giderken Dürzîler tarafından

yolu kesilerek ve öldürülmüştür (Recep 994/

Temmuz 1586). Sicill-i Osmânî’nin ölüm tarihini

996/1588 göstermesi yanlıştır. Mezarı

Trablus’tadır. Misafirperver bir kimse olan

Hasan Çelebi, hanesine gelen kişilerin kalmasına

ısrar eder ve bunu yaparken de şu

beyti okurdu:

15


Enderun Mektebi

Deneme

Zeynep Şule Altuntaş - TDE Öğretmeni

Bast u bisât u inbisât eyleyelüm sizünle biz

Şîr ü şekerveş ihtilât eyleyelüm sizünle biz

BAHŞÎ, Bahşî Halîfe (d.?/?-ö.?/?) : Kızılcatuzlalıdır.

Müderris olup 944/ 1538’de

Trablusşam ve sonra Kudüs kadısı olmuştur.

Âlim bir şahsiyet ve üç dilde yazılmış

şiirleri olan, derviş-meşrep bir kişidir. Bahşî,

946/1539 yılında yolunu kesen bir grup tarafından

öldürüldü.

FEYZÎ, Dursunzâde Abdullah Feyzî

Efendi (d.?/?-ö.1019/1610) : İstanbulludur.

Müderris Dursun Efendi’nin oğludur. Dedesi

Taşköprülü Hacı Murâd Efendi’dir. Dursunzâde

Bekâ’î’nin de küçük kardeşidir. İyi bir

öğrenim görmüştür. Kudüs, Bağdat, Eyüp

ve Üsküdar’da kadılık yapmıştır. Üsküdar

kadılığından azledildikten sonra 1019/1610

yılında vefat etmiştir. Fatih civarında Kadıçeşmesi

yakınındaki Abid Çelebi mescidi avlusunda

medfundur.

Kudüs’e Yolu

Düşenler:

Derviş Hilmi, Abdullah (d.?/?-ö.

1185/1769): Derviş Hilmi’nin hayatı, eserleri

ve edebî kişiliği hakkında kaynaklarda

bilgi yoktur. Sadece Türk Dili ve Edebiyatı

Ansiklopedisi’nde şairin asıl adının Abdullah

olduğu geçmekte ve mahlası hakkında hiçbir

bilgi yer almamaktadır. Doğum yeri İstanbul

olan şairin doğum yılı belli değildir. Söz konusu

kaynakta tahsilini tamamladıktan sonra

kadı olduğu, Mevlevi Hanefi Efendi’ye intisab

ettiği ve Kasımpaşa Mevlevihanesi şeyhi

Arapzâde Ali Dede’ye intisab ederek kadılığı

bıraktığı yazılmıştır. Aynı eserde Kudüs

ve Arabistan’a yaptığı seyahatten dönerken

yolda vefat ettiği, bunun da 1769’da olduğu

bildirilmiştir.

Mehmed Es’ad Dede (d.1257/1841-

ö.1329/1911): Selanik’te 1257/1841 senesinde

doğdu. Asıl Adı Mehmed Es’ad Dede’dir.

Şiirlerinde Es’ad mahlasını kullandı.

16

Tüccardan Selanikli Receb Efendi’nin oğludur.

Dokuz defa hacca gitmiş, bir müddet

de orada mücavir kalmıştır. İki defa da Mevlânâ’yı

ziyaret için Konya’ya gelmiş, ayrıca

Kudüs, Halîlürrahmân ve Şam’a da giderek

oradaki mübarek makamları ziyaret etmiştir.

Ölümünden iki sene kadar önce Kasımpaşa

Mevlevîhânesi’ne mesnevihan tayin

edilmiş, son zamanlarında Çayırlı Medresesi’nden

Kasımpaşa Mevlevihanesi’ne taşınmıştır.

1329/1911 senesinde İstanbul’da

vefat etmiştir. Kasımpaşa Mevlevihanesi’nin

bahçesine defnedilmiştir.

Kudüs’te Mevlevi Şeyhliği

Yapanlar:

Dâniş Ali (d.?/?-ö.1095 /1683-84): İstanbul’da

doğdu. Asıl adı Ali’dir. Mevlevi tarikatına

girmiştir. İstanbulî Mevlevî Şeyhi Ali

Dede ve Nevâli-zâde Ali Dânişî Dede olarak

da tanınan şeyh, Galata Mevlevihanesi’ne

intisap etmiştir. Zamanında bu mevlevihanenin

şeyhi olan Adem Dede tarafından yetiştirilmiştir.

Kudüs Mevlevihanesi şeyhi olmuştur.

1095/1683-84 yılında Kudüs’te mevlevî

şeyhi iken vefat etti. Öldüğünde yaşı doksanın

üzerinde olan şair Kudüs’te medfundur.

Şiirde Dâniş mahlasını kullanmıştır. Meyyâl

Dede, Derviş Tâbî, Arzî Dede, Gavsî Dede

gibi Mevlevi şairleriyle dostluk kurarak edebî

bir ortam oluşturmuşlardır.

Hayrî, Uryânî-zâde Mehmed Hayrullâh

Efendi (d.?/?-ö.1296/1879): Asıl adı Mehmed

Hayrullâh’tır. Diyarbakır’da doğmuştur.

Mehmed Vâhid isimli bir zâtın oğludur. Diyarbakırlı

Uryânî-zâdeler ailesine mensuptur

ve Ailesi sayesinde iyi bir eğitim görmüştür.

1251/1835 yılında müderris olmuştur.

1287/1870 yılında Mısır Kahire mevleviyetine

ardından 1291/18747’de Kudüs mevleviyetine

atanmıştır. Aynı yıl, Kudüs’teki

görevinden emekliye ayrılarak İstanbul’a

dönmüştür. Ömrünün son demlerini ibadetle


Enderun Mektebi

geçiren şeyh, 1296/1879 yılında İstanbul’da

Mevlevî-hâne Kapısı’na defnedilmiştir.

Burada bahsedemediğimiz, Kudüs ile ilgisi

bulunan başka şairler de bulunmaktadır

ancak sözü kısa tutmanın daha faydalı

Deneme

Zeynep Şule Altuntaş - TDE Öğretmeni

olacağını ve muradımın hasıl olduğunu düşünmekteyim.

Sözlerime bir dua ile nihayet

vererek siz kıymetli okurlara selam ederim;

Rabbim gönüllerimize Kudüs ferahlığı versin.

17


Enderun Mektebi

Deneme

Mustafa Efe Koçak - FL 10/A

MÜSLÜMANLARIN

FİLİSTİN’LE İMTİHANI

“Bir karış dahi olsa vatan toprağını

satmam, zira bu vatan bana değil milletime

aittir. Milletim de bu toprakları

ancak aldığı fiyata verir. Çünkü bu topraklar

kanla alınmıştır, kanla verilir!”

İsrail-Filistin çatışması:

II. Abdülhamid Han

18

Filistin ile İsrail Silahlı Kuvvetleri arasında

Filistin topraklarında devam eden silahlı çatışmadır.

Başta 1897 Birinci Siyonist Kongresi

ve 1917 Balfour Deklarasyonu olmak üzere,

Filistindeki bir Yahudi vatanına ilişkin iddiaların

kamuoyuna duyurulması, bölgede erken

gerilim yarattı. O zamanlar, Yahudi göçü

önemli ölçüde artmasına rağmen, bölgedeki

Yahudi nüfusu çok azdı. İngiliz hükûmetine

“Filistin’de Yahudi halkı için ulusal bir yuva

kurulması” için bağlayıcı bir yükümlülük içeren

Filistin Mandası’nın kurulması ardından

gerilim, Yahudiler ve Araplar arasında çatışmaya

dönüştü. Erken çatışmayı çözme girişimleri,

1947 Birleşmiş Milletler Filistin Bölme

Planı ve daha geniş Arap-İsrail çatışmasının

başlangıcı olan 1947-1949 Filistin savaşıyla

sonuçlandı. İsrail-Filistin süregelen durumu,

1967 Altı Gün Savaşı’nda İsrail’in Filistin topraklarını

işgal etmesiyle başladı.Uzun vadeli

bir barış sürecine rağmen, İsrailliler ve Filis-


Enderun Mektebi

Deneme

Mustafa Efe Koçak - FL 10/A

tinliler nihai bir barış anlaşmasına varamadılar.

1993-95 Oslo Anlaşmalarıyla iki devletli

çözüme doğru ilerleme sağlandı, ancak bugün

Filistinliler, Gazze Şeridi’nde ve Batı Şeria’daki

165 mıntıkada İsrail askeri işgaline

maruz kalmaya devam ediyor.

Dünya çapında tarihi, kültürel

ve dini ilgi alanları açısından

zengin bir bölgede

yaşanan çatışmanın şiddeti,

tarihi haklar, güvenlik sorunları

ve insan haklarıyla ilgili

çok sayıda uluslararası konferansa

konu olmuş ve genel

olarak turizmi engelleyen bir

etken olmuştur. İsrail’in yanı

sıra [İsrail’in 1948’de kurulmasından

sonra] bağımsız

bir Filistin devletinin kurulmasını

içeren iki devletli bir

çözüme aracılık etmek için

birçok girişimde bulunuldu.

2007’de, bir dizi ankete

göre, hem İsraillilerin hem

de Filistinlilerin çoğunluğu,

anlaşmazlığı çözmek için iki

devletli çözümü başka herhangi

bir çözüme tercih etti.

Hiç kuşku yok ki, dünyada

bugün hâlâ çözüm bekleyen önemli sorunlardan

birisi, İsrail Filistin çatışması ile varlığını

sürdüren “Filistin Sorunu”dur. “Filistin Sorunu”

gündeme geldiğinde ise akla ilk gelen

kavram “Siyonizm” dir. Siyonizm’i; Yahudilerin

Filistin’de bağımsız bir devlet şeklinde

yerleşmesi ve orada Yahudiliğin diriltilmesini

amaçlayan evrensel bir hareket olarak tanımlayabiliriz.)

Zamanla Siyonizm, Musevilerin

Filistin’de yerleşme girişimlerinin -siyasal

olsun ya da olmasın- tümünü kapsayan bir

anlam kazanmıştır. 1980-1923 yılları arasında

geçen dönem ise, diplomasi tarihinde,

1’inci Dünya Savaşı’na giden yol olarak adlandırılan

ve müteakiben savaşın patlak verdiği

“MakyavelistRealizm”in egemen olduğu

bir dönemdir.

Bahse konu dönem; Avrupa’da “Güç

Mücadelesi”nin yoğun bir şekilde yaşandığı

, “Şark Sorunu” olarak ifade edilen; Osmanlı’nın

parçalanarak tarihe gömülme ve son

“Haçlı Seferi“ ile Türklerin Anadolu’dan sökülüp

atılması kararının verildiği, Avrupa’da

milliyetçilik akımlarının geliştiği ve başta

Yahudilere karşı olmak üzere yabancı düşmanlığının

güçlendiği özellikler taşımaktadır.

Yükselen “Antisemitizm” Siyonizm’i yaratmış,

Avrupa devletleri ise bu gelişme karşısında,

hem bünyelerindeki Yahudi topluluklarından

kurtulmak hem de Siyonizm’le de uyumlu bir

şekilde “Yahudi Sorunu”nu çözmek amacıyla,

Yahudileri Filistin’e gönderme politikasını

geliştirmişlerdir. Bu politika aynı zamanda,

Şark Meselesi’nin çözümünde, kullanılabilecek

olaylar ve payanda bir himaye topluluk

yaratarak, Osmanlı’ya müdahale zeminini de

hazırlamıştır. Bu kapsamda dikkate alınması

gereken bir diğer konu da, Filistin’de yerleşik

halk olarak Arapların bulunuyor olması ve

yoğun bir nüfus yapısı ile bölgede yaşıyor olmaları

idi. Avrupalıların zaten bildikleri bu duruma

rağmen, geliştirdikleri Filistin Politikası

ile Osmanlı’da yarattıkları problemin büyüklüğü

daha iyi anlaşılabilir.

II. Abdülhamit Döneminde;Avrupa’daki

Yahudi düşmanlığı üzerine yaşanan gelişmeler

çerçevesinde, Yahudi göçlerinin Makedonya

ve daha sonra Mezopotamya’ya yapılması

öngörülmüştür. Musevi göçmenlere iyi

niyetle yaklaşılmasına rağmen Siyonizm’e

herhangi bir taviz verilmekten titizlikle kaçınılmıştır.

Abdülhamit’in bu yaklaşımına; hem

İmparatorluğun Arap tebaasını gücendirmemek

hem de milliyetçilik kökenli yeni bir yapının

oluşmasını engellemek düşüncesinin

sebep olduğu anlaşılmaktadır.

Osmanlı Cihadı ve İttifak Propagandası,

Osmanlı’ya Siyonizm lehine yapılan Alman-

19


Enderun Mektebi

Araştırma

Mustafa Efe Koçak - FL 10/A

ya ve ABD baskısı konularının incelenmesi

ile başlanmıştır. Müteakiben, İngiltere’nin Savaştaki

diplomatik hedefleri ve bu çerçevede

yaşanan gelişmeler -Şerif Hüseyin İsyanı, Siyonistlerin

İngiliz savaş gücüne katkıları, Balfour

Deklarasyonu-, Almanların Siyonistlerle

Osmanlı’yı uzlaştırma çabaları ve Talat Paşa/

İttihatçıların Siyonizm’e karşı nihai politikaları

ayrıntılı olarak incelenmiştir.

“Şark Meselesi ” genel şemsiyesi altında

cereyan eden devletlerarası rekabet ve güç

mücadelesi ile askeri cephelerin ardında cereyan

eden diplomatik pazarlıklar ve onların

sebep sonuç ilişkileri üzerinde durulmuştur.

Bu kapsamda Siyonizm’in Büyük Güçler tarafından

kendi emperyalist amaçları için nasıl

kullanıldığı, buna ilave olarak propaganda

ve komplo metotlarının etkinliği incelenmiştir.

Ayrıca Büyük Güçlerin Siyonizm ve bağlantılı

olarak Filistin Sorunu üzerinden Şark Meselesini

çözmek için geliştirdikleri politikalar ve

savaş boyunca İttihat Terakki üzerinde oluşturulan

baskı ortaya konmuştur.

Belirtilen dönemde de, İttihat ve Terakki

yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen; savaşı

kaybetme pahasına, son derece muhtaç

durumda olunmasına rağmen, Siyonistlerin

olağanüstü cazip tekliflerine ve Almanya ile

ABD’nin baskılarına dayanarak Siyonistleri

reddetmeyi bilmiştir.

“Milli Mücadele Dönemi”-; Savaş sonrası

Ortadoğu ve Filistin’de yeni kurulan siyasal

düzenler, Anadolu’daki yeni Türk varlığının

Araplar, Siyonistler ve Musevilerle açtıkları

beyaz sayfalar çerçevesinde kurulan ilişkiler

ve Türkiye’deki Musevi Cemaatleri ile ilişkiler

incelenmiştir.Musevi Cemaati’nin Milli Mücadelede,

Ermeni ve Rumlara nazaran milli ve

Türk taraftarı bir tavır takındığına dikkat çekilmiştir.

Buna rağmen Yahudilerin, Cumhuriyetin

kurulmasından sonra, “Türk Kültür Birliği”

içerisinde birbirleri ile kaynaşma kapsamında

yapılacak faaliyetler ve özellikle ekonomik

katkı sağlama konusunda verdikleri sözleri

tutmamaları nedeniyle, Türk toplumunda

ciddi bir güven kaybına sebep oldukları ifade

edilmiştir.

“Filistin Sorunu’nun menşei Batı Avrupa’nın

Yahudi sorunsalında görülmektedir.

İster dinsel, ister etnik kriterler deyiniz, bunlar

üzerine bina edilmiş bir Batılı fanatizminden

kaynaklanan antisemitizm, Batı jeokültürel

havzasında yaşayan Musevileri hedef alınca

Siyonizm’i üretmiş, kurtuluşları için bu ideolojiden

medet ummuşlardır. Siyonizm, Musevilere

insanca yaşayabilmeleri için onlarca

vatan addedilen arz-ı mev’ud’da bir devlet

kurmalarının zorluğunu savunuyordu. Ne var

ki, Filistin boş değildi ki. Büyük çoğunluğunu

Araplara meskûn olan bir Osmanlı toprağıydı.

Batılılar bunu pek ala bilmelerine rağmen,

Yahudi Sorunundan kurtulmak için Musevileri

Rusya dâhil Avrupa’dan ihraç/ tard edecek

bu projeye destek vereceklerdi. Hem

de bu projeyi kendi emperyalist dış politika

amaçlarına- Osmanlı aleyhindeki komplolarına-

payanda kılarak!.. İşte bu inceleme

bu komploların anbean geçit resmini sizlere

sunmaktadır.”

I.Dünya Savaşı’na giden süreçte ve savaş

süresince, Ortadoğu’da yaşanan Avrasya

ulaşım hatlarını kontrol altına alma mücadelesi,

Batı’nın Büyük Devletleri hukuk ve

değer tanımaz bir hale getirmiştir. Bu dönem

komplonun, yalan propagandanın ve güç

dengesini ele geçirmeye yönelik her türlü

etik olmayan politika üretiminin zemin bulduğu

bir dönem olmuştur.

İngiltere’nin, Ortadoğu ve Güney Asya

ile bu hat üzerinde uzanan ticaret yollarındaki

üstünlük ve avantajlarını kaybetmemek

adına yayınladığı “Balfour Deklarasyonu”,

Siyonizm üzerinden bölgedeki istikrarı bozmuş,

Almanya’nın Siyonizm’in kontrolünü

kaybetmemek adına girdiği “Güç Mücadelesi”

ise “Güç Dengesi İkilemi” yaratarak

20


Enderun Mektebi

Araştırma

Mustafa Efe Koçak - FL 10/A

bölgeyi çoklu bir mücadele alanı haline getirmiştir.

Bu çoklu yapı Büyük Devletlerin,

bölgedeki diğer topluluklar üzerinden politika

geliştirmesine sebep olmuş ve bu sayede

zaten Şark Meselesi üzerine kurulu Batı

politikaları; Ermeniler, Rumlar ve Arapları da

kullanarak, Osmanlı’nın çökmesine ve paylaşılmasına

giden süreci hazırlamışlardır.“Filistin

Komplosunun üzerinde denendiği Türkiye

ve Türklerin, “oyunu” kaybetmelerine rağmen

bu işin içinden alınlarının akıyla sıyrıldıkları;

ama komploları kuran aktörlerin hepsi –Batılı

Güçler, Siyonistler, Araplar– sözüm ona

kazanmalarına rağmen açtıkları komploların

mağduru/esiri/rehini olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır.”

Şu anda doğrudan müzakere yapan iki

parti, Benjamin Netanyahu liderliğindeki İsrail

hükûmeti ve Mahmud Abbas başkanlığındaki

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ). Resmi müzakerelere

Amerika Birleşik Devletleri, Rusya,

Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletlerden

oluşan özel bir elçi tarafından temsil edilen

Ortadoğu Dörtlüsü (Dörtlü) olarak bilinen

uluslararası bir birlik aracılık eder. Arap Birliği,

alternatif bir barış planı öneren bir diğer

önemli aktör. Arap Ligi’nin kurucu üyesi Mısır,

tarihsel olarak kilit bir katılımcı olmuştur.

1988’de Batı Şeria’daki iddiasından vazgeçen

ve Kudüs’teki Müslüman kutsal türbelerinde

özel bir role sahip olan Ürdün de önemli

bir katılımcı oldu.

2006’dan bu yana Filistin tarafı, iki büyük

fraksiyon arasındaki çatışmalardan dolayı

parçalandı: Geleneksel olarak baskın parti

olan Fetih ve Hamas. Hamas’ın 2006’daki

seçim zaferinden sonra, Dörtlü, gelecekteki

hükûmetin şiddete başvurmama taahhüdüne,

İsrail Devleti’nin tanınmasına ve önceki

anlaşmaları kabul etmesine, Filistin Ulusal

Otoritesine (PA) gelecekteki dış yardımı koşullandırdı.

Hamas, Dörtlü’nün dış yardım

programını askıya alması ve İsrailliler tarafından

ekonomik yaptırımlar uygulanmasıyla

sonuçlanan bu talepleri reddetti. Bir yıl sonra,

Haziran 2007’de Hamas’ın Gazze Şeridi’ni

ele geçirmesinin ardından, resmi olarak

Filistin Yönetimi olarak tanınan bölge Batı

Şeria’daki El Fetih ile Gazze Şeridi’ndeki Hamas

arasında bölündü. Yönetişimin taraflar

arasındaki bölünmesi, Filistin Yönetimi’nin iki

partili yönetiminin etkili bir şekilde çökmesine

neden olmuştu. Ancak 2014 yılında hem

Fetih hem de Hamas’tan oluşan Filistin Birlik

Hükümeti kuruldu. Barış müzakerelerinin son

turu Temmuz 2013’te başladı ve 2014’te askıya

alındı.

21


Enderun Mektebi

Film Tahlili

Zahid Aydoğan - TDE Öğretmeni

“Gidin onların arasında fesat ve kötülüğü yayın, demiş Tanrı.

Onların erkekleri kadın, kadınları da erkek olsun. O zaman hiçbir

medeniyet türemeyecek.

Böylelikle Mesih ve Muhammed’in soyu [ Müslümanlar] da

tükenmiş olacak. “

22


Enderun Mektebi

Film Tahlili

Zahid Aydoğan - TDE Öğretmeni

CUMARTESİ AVCISI

Filistin ve İsrail sorunu, Müslümanların

hâlâ kanamaya devam eden bir yarasıdır.

İşte bu problemi Siyonistlerin gözü ile anlatmak

için hazırlanan “Cumartesi Avcısı”

filminde, siyonistlerin yalnızca yetişkinleri

değil, küçük çocukları da nasıl azılı şekilde

yetiştirdikleri ve Müslümanları düşman

gösterdikleri anlatılıyor.

İranlı sinemacı Parviz Sheikh Tadi’nin

2009 tarihli filmi Cumartesi Avcısı filmi

mekân olarak İsrail tarafından işgal edilmiş

Filistin topraklarında geçmektedir.

Siyonist düşünceye sahip bir dedenin

torununu bir eğitime tabi tutması süreçlerini

içermektedir. Dedenin eğitimleri bize

insan fıtratının ne şekilde değiştirildiğini

gözler önüne sermektedir. Aslında dede

kendisinden sonra yerine geçecek, görevi

devralacak birini yetiştirmektedir. Bu göreve

geçecek kişinin kalbinde insani duygulara(merhamet,

sevgi vb.) yer yoktur.

Film bir annenin, oğlunu dedesinin

yanına bırakması ile başlıyor. Filmde çocuğun

siyonist olarak yetiştirilmesine ve

geçirdiği değişime şahitlik ediyoruz. Film,

aynı zamanda siyonizmin temelini oluşturan

düşünce ve duygulara yakından bakma

fırsatı sağlıyor.

Filmde karşımıza çıkan diğer önemli

bir nokta ise “dava adamı” profilidir. Filmdeki

kahraman ailesini ve çevresini kendi

dini inançları ve kültür evreni içinde var

olanlar üzerinden yetiştirir. Böylece kendi

milletinin gerek sosyal yapısına gerek

inançlarına hizmet etmiş oluyor.

23


Enderun Mektebi

Deneme

Elif Betül Dal - FL 11/A

BEYAZA BOYAMAK

Akşamı geç gelen günlerin sonu gelmiş,

ağaçlar biriken yorgunluklarını yapraklarına

yükleyip onları sarartmıştı. Uzun cadde boyunca

sıralanmış ağaçlar birbirlerinden gördükleri

kadarıyla rengi iyiden iyiye kahverengiye dönen

yapraklarını şöyle bir omuzlarını sallayıp

silkelemişlerdi. Artık yükü azalan omuzlarıyla

dinlenmeye çekilmeye başladıkları, yağmurlu

sonbahar günlerinden biriydi o gün.

Küçük kız çok defalar dört bir yanını sarmış

olan insanlar hakkında düşünmüştü şimdiye

kadar. Düşünceleri; onları sevmek, onları

sevmese de alışmak ve onlardan ölümüne iğrenti

duymak arasında mekik dokur dururdu.

Kendisiyle benzer olarak hislere sahip olduğu

için severdi insanoğlunu. Sonra bazen aldıkları

kararlara anlam veremez, onları asla haklı

çıkaramazdı kafasında. Kendine uyduramazdı

ama yine de neyse derdi, hepimiz farklı yaratılmışız

sonuçta. Ama sonra bu akıl sahibi

yaratılmışların en çirkin şekillerde yaşam sürdüğüne,

en kirli olayların mahallinde parmak

izinin bulunduğuna, en namus sınırını aşan

hallere izin verdiğine şahit olunca tiksinirdi

hepsinden, görmek istemezdi hiç birini.

Ama dedim ya, bu üç durumdan hiçbirinde

sonsuza kalamaz, mekik dokur dururdu.

O gün düşünceleri başı belirsiz bir turu daha

tamamladığında yine ilk duruma gelmişti.

Onları sevebilmek için hala bir şansı olduğuna

inanıyordu. Sonuçta kimse nefreti hak

etmezdi. Aklından geçenlerle başını sallayıp

kendisine onay verdikten sonra dışarda yağmur

başladığını görse de durdurmadı kendini

bir kez niyetlenmiş adımlarını, asılı duran

şemsiyeyi alıp korunaklı evinden çıktı. Hava,

geçtiğimiz sıcak günleri anımsatan güneşli

bir gün gibi gözüküyor ama yağan yağmurun

getirdiği serinlikten midir bilinmez küçük kızı

hiç ısıtmıyordu. Soğuk esintiyi umursamadan

şemsiyesini daha sıkı tutup yürümeye

devam etti.

24


Enderun Mektebi

Deneme

Elif Betül Dal - FL 11/A

Karşısına çıkan ara sokaklara kendini bırakıp

onların, kendini istediği yöne götürmelerine

izin vermek en büyük eğlencesiydi küçüğün.

Yine öyle yaptı, öyle ya bir yerden sonra

yolunu bulurdu. Hızını artıran damlalar, yer

yer küçük çukurların olduğu asfalt yolda birikmeye

başlamış, toprakla birleştiği kısımları

ise çamurlaşmıştı. Ayağına biraz büyük gelen

kaba postallar her adımında dar sokaklarda

tok bir ses çıkarıyor, sonra da havaya kaldırıp

yerinden ettiği çamur parçalarını üstünde

biriktiriyordu. Sokaklar birbirini kovalıyor, feri

inceden inceye sönen gökyüzündeki yıldızlar

ile sokak lambaları sıra sıra yanıyordu. Sağda

ve solda dikkat çekici renklere boyanmış

sokak kapılarına sahip tek katlı evler ona her

yeni saptığı yolda eşlik ediyordu.

Küçük, başını kaldırmış yüzünü ıslatan

damlaları hissetmeye durmuşken kulağında

bir çığlık duydu. Bunun gerçek olup olmadığını

veya ne taraftan geldiğini bilmiyordu. Tek

bildiği bu çığlığın ona çok acı veren bir ıstırabı

hatırlattığıydı. Kulağında bir sefere mahsus

işittiği çığlığın keskinliği, tüylerini diken diken

etmişti. Yalnızca bir kez duysa da zihninde

duvarlara çarpıp yankı yapan çığlık elindeki

şemsiyeyi daha sıkı kavramasına neden oldu,

öyle ki parmak boğumları beyazlamıştı.

Peki ya küçük kız nerden biliyordu çok acı

veren bir ıstırabın çığlığını? Nasıl olmuştu da

kulağındaki yankı ona ıstırabı hatırlatmıştı?

Daha önce yaşamış olduğu için miydi yoksa

bu hissi yaşayana tanık mı olmuştu? Küçük

kızın hafızası gördüklerini hatırlamıştı belki

de. Şahit olduğu kan dondurucu çirkinlikler

gözünün önüne uzun zamandır çıkmasa da o

anki sesler kendilerini unutturmamış, şimdiye

kadar küçüğün zihninde pusuda bekleyip şimdi

ortaya çıkmıştı. Çoktan unuttuğunu düşünüyordu

küçük, o çirkinlikleri sildiğini sanmıştı.

Ama şimdi ortaya çıkan sesin ardından gözünün

önüne gelen görüntüler bunu başaramadığını

gösteriyordu. Unuttuğunu sanması bir

yanılgıdan ibaretti. Ve gözlerini ne kadar sıkı

yumsa da gitmedi o çirkin manzara, gitmeleri

25

için ne kadar çabaladıysa da hepsi boşa...

Adımlarını biraz ilerletmeye başladığında

ayağına giren hisle duraksamak zorunda

kaldı. Ayaklarındaki uyuşukluk, yağmurun

yavaştan girmeye başladığı ayakkabılarının

içinde minik adımlarla durmadan dönenen

karıncalar varmış hissi uyandırıyordu küçük

kızda. Bu düşünceyle midesi bulanmıştı.

Ayakları üzerinde durmak zor gelince iki

adım ötesindeki elektrik direğine yeltendi.

Islanmasını umursamadan omzunu yasladı.

Zihninde saniyeler önce duyulan çığlığın

yansımaları kendini yinelemeye devam ediyordu.

Küçük kız bu sesi duymuştu belki öncesinde.

Her saat, her dakika düzinelerce kulağa

hitap eden habercilerden duymuştu.

Aynı anda birden çok haneye misafir olabilen

gelişmiş insanlardı onlar. Sanki ücretsiz

dağıtılmış gibi herkesin sahip olduğu siyah

konuşan kutularda kahvaltı, akşam yemeği,

çay saati demeden günün her vakti ağırlanabiliyorlardı.

Evler duyulmalarına yetersiz

kalırsa diye, evsizler de duyabilsin seslerini

diye sokaklara da siyah kutulardan koyulmuştu

artık. Şehir merkezinin işlek caddelerinde

trafikte vakit öldürenlere de kolayca

seslenebiliyorlardı. Küçük kız evinde ne zaman

onlar çıksa kulaklarını tıkadı. Evindekilerden

kaçmak için kendini sokağa attı; yine

konuştuklarını gördü, yine kulağını tıkadı.

Başka evlerin güvenli olacağını düşünüp onlara

sığındı ama nafile, yine karşısında buldu

kaçtıklarının. Bir kulağımdan girip diğerinden

çıkar zırvaladıkları, diye düşündü, sakinledi.

Sonra evine döndü, artık habercilerin mesaisi

bitti, güvendeyim diye telkinledi kendini.

Artık onlarsız kaldığında yeni bir haberci konuşmaya

başladı. Küçük kız o an henüz tüm

habercileri gönderemediğini düşündü, siyah

kutuya daha yakından baktı emin olmak için.

Hayır, içinde kimse yoktu. Yorgunlukla gözlerini

kapatıp kendini dinlemeye başladığında

anladı küçük. Yeni işe başlayan bu haberci

aslında bir kulağından girip diğerinden çıkamayan,

takılıp kalan, kafatasının içinde bir o


Enderun Mektebi

Deneme

Elif Betül Dal - FL 11/A

duvara bir bu duvara çarpan sesti. Ses yankılandı,

yankılandı ve yankılandı. Asla yok olmadı.

Yağmur hızını arttırdı. Direğe yasladığı

omzu giderek çöküyordu, kıyafetini ıslatan

damlaların ağırlığından mı yoksa düşüncelerinin

giderek ağırlaşmasından mı bilinmez.

Hala emin değildi o çığlığın nasıl bu kadar tanıdık

geldiğinden. Belki de yalnızca okuduğu

bir kitapta geçiyordu bu his. Sadece anlatıldığı

kadarıyla bildi o ıstırabı, sadece okuduğu kadarıyla…

Bir akşam karanlığında, elma kokan

mumun biraz kör ışığında, bir yandan elindeki

kitabın sayfasını çevirirken üşütmeyen ama

keskin soğuktan tamamen arındırmayan desenli

örtüsüne daha da gömülmüştü.

İşte o andı çok acı veren bir ıstırabı iri

gözleriyle satırların arasından çekip kavrayışı.

Sadece birkaç harfin birleşmesiyle oluşan

cümleler öyle derin kazınmıştı ki kafasına kulağındaki

gerçekliği muallak bir çınlama ona

okuduğu rengi solmuş sayfadaki satırları hatırlatmaya

yetti. Aynı yazıyı bir kez daha okumasına

gerek yoktu.

Hangisiydi? Küçük bu nerden geldiği belirsiz

çığlığın anımsattığı ıstırabı bizzat hissetmiş

miydi? İstemeden de olsa şahit mi

olmuştu, sadece görevlerini yerine getirmekle

meşgul olan kulakları sayesinde işitmiş

miydi, biraz vakit harcamak için eline aldığı

kitaptaki satırlarda mı okumuştu? Nasıl bu

kadar iyi biliyordu o çok acı verici ıstırabı?

Nasıl hatırlayabilmişti her ne ise olanları?

Hayır, hiç birisi değildi cevap. Yalnızca

hayal etmişti küçük kız. Büyük bir acı uyandıracak

bir ızdırap hayal etmişti. Elbette yaratılışının

etkisi vardı bunu hayal etmesinde

ve edebilmesinde. Ne kadar yaş alırsa alsın

kaybolmayan çocuksu merakı bunun nasıl

bir his olduğuna merak duymasını sağlamıştı.

Çoğu kişiye göre daha çok kullanılmaktan

dolayı çokça gelişmiş olan hayal gücü ise

bütün bunları hayal edebilmesini sağlıyordu.

Ama başka, başka neyin etkisi vardı küçüğün

böyle nahoş bir durumu hayal etmesinde?

İşte bu sefer cevap tamamen değişiyor.

Küçüğün hayalinde hem bizzat hissetmesinin

hem şahit olmasının hem duymasının

hem de okumasının izi vardı.

Tanık olduğu çirkinliklerden gelmişti ilk

darbe. Gözünün önünden bir türlü kaybedemediği

kareler her geçen gün anı dünyasının

daha da derinine işleniyordu. Tam unuttuğunu

düşünürken yeniden geliyordu karşısına

belki aynı olay, belki bir farklısı. Yüzünü

döndüğü yerde şahitlik etmek istemediği

olaylarla karşılaşmak birçok insan için sıradanlaşmıştı

artık ancak küçük alışamamıştı,

alışamıyordu. Ne kadar sık karşılaşırsa karşılaşsın

kanıksayamıyordu o durumları. Ya

da sadece öyle sanıyordu çünkü hayallerine

çoktan izi geçmişti tüm şahitliklerinin.

İkinci darbe okuduklarından gelmişti. Öylesine

bir vakit harcama için yanlış bir kitap

seçimiydi. Aslına bakılırsa hangi zaman diliminde

olursa olsun yanlış bir seçimdi o ve

onun gibi olan kitaplar. Hiç okunmamalıydı

ve hatta belki de hiç yazılmamalıydı. Okuduğu

satırlar, içine çekildiği heceler hiç çaba

gerektirmeden hayallerini güzelce süsleyebilecekken,

iyiye işaret olmadığı her yönden

belli olan koyu lekeler bırakmıştı öncesinde

26


Enderun Mektebi

Deneme

Elif Betül Dal - FL 11/A

bir kez berelenmiş hayallerine.

Bir sonraki darbeyse duyduğu habercilerden

gelmişti. Evlerdeki, hastanelerdeki, sokaklardaki

ve restoranlar dahil daha bir çok yerde

bulunan kara kutuların içinde; tek bir maskeye

sahipmişçesine değişmeyen yüz ifadeleri ve

mimikleriyle asla mutluluğu çağrıştırmıyorlardı.

Şimdiye değin hiç neşeyle şakıdıkları veya

coşkuyla seslerinin tonunu ayarlayamadıkları

olmamıştı. Adeta birer felaket tellalıydı her biri

küçüğe göre. Kaçmayı asla başaramadığı haberciler

her an yanı başındaydı, hayallerinde

de olmaları kaçınılmazdı.

Son ve en büyük darbeyse hissettiklerinin

eseriydi. Hisleri olmadan yaşayamazdı küçük

kız. Ve hisleri, hissettikleri çok acı verici bir

ıztıraptı. Hislerinden kurtulamazdı, hislerini

söküp atamazdı. Üstelik hissettiklerini değiştiremez,

onları kararlaştıramaz veya hissetme

durumunu engelleyip işlevine son veremezdi.

Küçük kızın hissetmekte oldukları, geçmişte

insanların ona hissettirdikleri hoşnut olunacak

duygular değildi. İçini kıpır kıpır yapmıyor,

yüreğine soğuk bir su serpmiyordu. Gülümsemesi

çok kolay gerçekleşen küçüğün yüzünde

sahte olmayan bir tebessüme sebep oldukları

olmamıştı. Çoğu zamanlar insanoğlunun hissettirdikleri

yoruyordu onu. Ama kurtulamazdı

ki ne hislerinden ne de onlardan. Öncesinde

farklı sebeplerle lekelenmiş olan tuvale en

koyu renkli, en soğuk lekeyi hissettikleri bırakmıştı.

Ama ne yapabilirdi ki küçük kız? Atamayacağı,

satamayacağı, kurtulamayacağı hislerini

ne yapabilirdi.

Omzunu yaslandığı direkten ayırdı. Yüzünü

olağan yavaşlığıyla gökyüzüne çevirdi.

Yavaşça araladı ne zamandır kapalı tuttuğunu

bilmediği gözlerini. Damlaların yanaklarını

ıslatmasını bekledi. Yüzüne isabet eden olmayınca

yağmurun durduğunu anladı. Yüzünü

yeni yıkanmış yola çevirdi. Sağına baktı,

bu turkuaz renkli kapı tanıdık değildi. Soluna

döndü, balkondaki çiçekler tanıdık yaşlı teyzenin

küçük botanik bahçesindekilere benzemiyordu.

Kaybolmuştu küçük. Onu buraya

kadar sürükledikten sonra uyuşan ayakları

şimdi nereye gideceğini bilemez bir haldeyken

kararsızca dikiliyordu yolun ortasında.

Çınlamanın sebebini öğrenmek küçüğü yorgun

düşürmüştü. Kafası çok karışmıştı, ne

yapacağını, ne düşüneceğini bilmiyordu. İnsanları

sevmek için bir şans olduğuna kendini

ikna etmek için çıktığı yolda, kendini onlardan

uzak kalmak için sebeplerle çevrelenmiş

halde bulmuştu.

İnsanların hayalleri üzerindeki etkisini öğrendikten

sonra yine de sevebilir miydi onları?

Kirlenmiş bir tuval haline gelen hayalleriyle

yaşamını sürdürebilir miydi? İçlerinde

iyileri de vardı ama insanların. Hepsini bir

kabul edip hiç yanaşmamaya değer miydi?

Peki ya yine içinden bir şans daha verirse

onlara, lekelerden kurtulur muydu bir kere

batmış olan tuval? İstese yeniden beyaza

boyayıp güzel bir tabloya dönüştürebilirdi tuvalini

öyle değil mi?

Kanına bir kez umut pompalandığını hissetti

küçük kız. Ve bir kez daha ve bir kez

daha… Artık damarlarında akan kanda ihtiyacı

olan umut da mevcuttu. Ne olursa olsun

değer diye düşündü. Kötünün içinde mutlaka

iyinin de kendine yer bulabileceğini ve ne

olursa olsun o iyiyi bulana kadar insanlıktan

pes etmemesi gerektiğini fısıldadı kendine.

Artık adımları yolunu bulmuştu küçüğün.

Doğru olduğuna inandığı yolda yüzündeki

gülücükle postallarındaki çamurlu suyu çirpite

çirpite yürüdü bir bilinmezliğe.

27


Enderun Mektebi

Kitap Tahlili

Elif Sude Atalay - AL 11/A

Romanların Gözünden Tarih

Eser Adı:

İstanbul’un İç Yüzü

Eserin Yazarı:

Refik Halid Karay

Refik Halit Karay’ın, ‘İstanbul’un Bir Yüzü’ romanı 15

Eylül 1918 yılında yazılır. Eser 1920 yılında ‘İstanbul’un

İç Yüzü’ adıyla yayımlamasına rağmen 1939 yılında ‘İstanbul’un

Bir Yüzü’ ismiyle okuyucuyla buluşur

Roman birbirinden bağımsız “Bir Harp Zengini’, “Eski

Devirdekiler”, “Yeni Devir Simaları”, “Eski Devir Simaları”,

“Harp Devrinin Hanımları”, “Eski ve Yeni İstanbul”

altı başlık altında İstanbul’un değişen ve dönüşen yüzünü

ele alır. Eserde yer alan her bölümde kendi içinde

İstanbul’un farklı bir yüzünü irdeler. ‘İstanbul’un Bir Yüzü’

romanında “II. Abdülhamit devri ile II. Meşrutiyet sonrası

İstanbul’u idari kadro, aile hayatı, eğlence anlayışı ve

insanlar arasındaki çeşitli münasebetleriyle gelenek ve

görenekler açısından mukayese edilir; İttihat ve Terakki

mensuplarının ve bunların Birinci Dünya Savaşı sırasında

zengin ettikleri insanların hayatı…” (Aktaş, 2004,

s. 98) eserin genel izleksel kurgusunu oluşturur. Bu

bakımdan Osmanlı Devleti’nin tarihsel süreçte yaşadığı

ikilemler simgesel anlamda devletin merkezi ve kimliksel

mekânı olan İstanbul üzerinden verilir.

Refik Halit Karay, Meşrutiyet’in ilanından sonra

İstanbul’un ve İstanbullunun ötekileşen hallerini; fakir

zengin, alaturka alafranga, eski ile yeni yaşam algısı

arasına sıkışıp kalan insanların yaşam tarzını ve kişilik

özelliklerini gözler önüne serer.

Romanda Jön Türkler adı verilen aydınlar II. Abdülhamit’e

karşı özellikle yurtdışında mücadeleye girişir

ve İttihat ve Terakki Cemiyeti kurar. İttihat ve Terakki

Cemiyeti Abdülhamit’e karşı Rumeli’de güçlü bir muhalefete

başlar. II. Abdülhamit, gittikçe büyüyen ve önlenemeyen

ayaklanma karşısında 40 gün kadar dayanır.

Fakat 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanını kabul

etmek zorunda kalır. Sonunda, II. Abdülhamid kapalı

bulunan parlamentoyu yeniden toplama kararı alır.

Mebus seçimleri yeniden yapılır. Seçimler sonrasında

parlamento 17 Aralık 1908 tarihinde tekrar açılır. Bu

dönemde sosyal zaman açısından Osmanlı Devleti için

önemli zaman dilimleridir. Romanda II. Meşrutiyet’in

ilanını sosyal zaman açısından 31 Mart Vakası takip

eder.

28


Enderun Mektebi

Kitap Tahlili

Elif Sude Atalay - AL 11/A

Gerçek bir İstanbul beyefendisi olan kişiler ile savaş

sonrası zengin olan kişilerin hayatlarını karşılaştırarak

anlatılmaktadır. İsmet, İstanbul’da tanınmış kişilerden

olan Fikri Paşanın yanına evlatlık olarak verilmiştir.

Ve günlük tutmaktadır. Roman da bu günlükler üzerinden

anlatılmaktadır.

Abdülhamid dönemi paşalarından biri olan Fikri Paşanın

konağında asil bir yaşam sürmektedir. Kişiliği ile

örnek şahsiyet nezaket, zarafet sahibidir. 1914ten sonra

özellikle değişim başlar. Ülkede çıkarcı, harp zenginleri

çoğalmaya başlar. Bunların başında da Kani Bey gelir.

Sonradan görme olmasına rağmen hiçbir şeyi beğenmemektedir.

Romanda harp zengini olarak yalnız Kani’nin

adı geçmez. Pehlivan ve Külhanbeyi Lütfü de o karmaşa

ortamından yararlanarak çok ciddi makamlara gelmiş,

önemli bir servet edinmiştir.

Her ne kadar realist bir anlayışla kaleme alınmış olsa

da esere sinen duygusal havadan ve bakış açısından

hareketle Refik Halit Karay’ın 1908 öncesi İstanbul’unu

harp zenginleri ile dolu diğer İstanbul’a tercih ettiğini görebiliriz.

Eser Adı:

Sultan Abdülhamid Düşerken

Eserin Yazarı:

Nahid Sırrı Örik

1957 yılında yayınlanmış olan Sultan Hamid Düşerken,

Türk toplumunun önemli değişim evrelerinden biri

olan İkinci Meşrutiyet döneminin çalkantılı siyasal yaşamı

içeresindeki değişik toplumsal katmanlardan bireylerin

hem siyasi mücadelelerine hem de davranışlarına,

bilinç durumlarına ve kişilik özelliklerine odaklanır. Romandaki

kişiler bu siyasi mücadelenin çeşitli taraflarını

temsil etmek üzere, kişilik özellikleri, tutkuları, arzuları,

zayıflıkları, iç hesaplaşmaları ve akıl yürütmeleri içinde

ortaya konmuştur. Romanın en önemli özelliği siyasal ve

toplumsal değişim ile bireysel durumların iç içe geçmiş

olmasıdır. Diğer bir deyişle, siyasal ve toplumsal olaylar

romanda bir fon olarak yer almaz. Bunun ötesinde,

tamamen bu olaylar merkezinde odaklanır ve bireylerin

kişilikleri ile psikolojileri bu siyasal olaylara yaklaşımları

açısından verilir. Bireysel olan ile toplumsal olan sağlam

bir ilişki içindedir.

Romanda yer alan şahıslar, Meşrutiyet döneminin

siyasi mücadelesine katılan sınıf ve grupların temsilcisi

olma özelliği taşırlar, toplumsal konumlarına uygun bir

şekilde davranıp düşünürler ve değişen siyasal ortamı

kendi sınıfsal çıkarları açısından değerlendirirler. Bu özellikleri

açısından roman, sosyolojik çözümlemeye uygun

bir yapı sunmakta ve dönemin değişen insan ilişkileri,

29


Enderun Mektebi

Kitap Tahlili

Elif Sude Atalay - AL 11/A

kişilikler ve zihniyet yapıları anlamında daha derinlikli

incelenmesini sağlayacak konularda ilham vermektedir.

Nahid Sırrı’nın, İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile başlayan

süreci roman zamanı olarak seçmesinin bilinçli bir tercih

olarak düşünülmesi gerekir. Bu seçim, insan doğasına

ilişkin karamsar düşüncelerini verimli bir dönüşüme uğratabileceği

bir olanak yaratmıştır Nahid Sırrı’ya. İkinci

Meşrutiyet, yazarın hem iyi bildiği bir dönemdir hem de

önemli bir kırılma anıdır. Osmanlı bürokrasinin üst kesimlerinde

görev yapmış, sanata ve tarihe meraklı, saraya

yakın bir aileden gelmiş olması, onun bu döneme ilişkin

şahsi yakınlığını göstermesi bakımından önemlidir.

Sultan Hamid Düşerken romanı Abdülhamid’in

Meşrutiyet’i yeniden ilan etme kararı aldığı 1908 Temmuz’unda

başlar, 31 Mart ayaklanmasından sonra Hareket

Ordusu’nun İstanbul’a girerek duruma el koyduğu

Nisan 1909’da sona erer. Romanın açılış sahnesinde

Abdülhamid oldukça sıkıntılı, üzgün ve çaresiz bir şekilde

Rumeli’nden gelen tehdit ve meydan okuma dolu

telgrafları okumakta ve bölgeden yayılan hareketi değerlendirmektedir.

Böylesi bir ayaklanma durumunda bir

Osmanlı Sultanının düşünmeden yapması gereken şey

derhal bu hareketi bastırmaktır.

Ne var ki Abdülhamid, Rumeli’nin dört bir yanı düşmanla

çevrili iken Türkü, Müslüman’ı birbirine kırdırmanın

imkânsızlığını düşünmektedir. Bu düşünceler içerisinde,

yaşanabilecek karışıklıkları ve eski gücünden uzak olması

gerçeğini göz önünde bulundurarak İzzet Paşa’nın da

tavsiyesi ile Meşrutiyet kararı vermenin tek çare olduğu

sonucuna ulaşmıştır.

Bu şekilde roman, Sultan Hamid’in eski kudretinden

çok şey kaybetmiş, çökmüş ve yorgun şahsiyetinde eski

devrin, imparatorluğun ve padişah düzeninin sonunun

geldiğine işaret ederek başlar. Sultan, kendi kendine düşünürken

söylediği gibi, 1878’deki eski gücünde değildir

artık. O dönemde durum icabı Meşrutiyet’i ilan etmiş,

ardından da hızlı bir manevra ile eski düzene geri dönmüş

ve Fransız ihtilalinin kral kellesi koparan mebusları

gibi konuşmaya yeltenenleri çil yavrusu gibi dağıtmıştır.

Böylece roman,

Meşrutiyet’in ilanı ile belirginleşen yeni dönemi, siyaset

ve iktidar mücadelesi içinde vereceğini daha başlangıcında

belli eder.

Roman, bu siyasi mücadelenin toplumsal aktörlerinin

analizini içinde barındırması açısından sosyolojik bir

önem taşır. Sultan Hamid bu mücadelenin bir tarafıdır.

Mehmet Şahabettin Paşa ise Osmanlı’nın son dönem

bürokratlarını temsil etmektedir. Eski geleneklerine yaşam

biçimiyle bağlı olmasına rağmen, imparatorluk içinde

faaliyette olan yabancı şirketlerin komisyoncusu durumuna

düşmüştür ve yeni dönemde de koltuk kapma

peşinde olan hasta, yorgun ve aciz bir paşadır. O da bu

siyasi kavganın bir başka tarafıdır. Öte yanda ise İttihat

ve Terakki üyesi Binbaşı Şefik bulunmaktadır. Osmanlı’nın

geleneksel yönetici

2. Meşrutiyetin ilan edilmesi, kırk yılı aşkın süredir

Osmanlı Devletinde önemli konumlarda bulunmuş olan

Mehmet Şehabettin Paşa ve ailesi içinde bir tedirginliğe

yol açar. Bu yeni düzende suçlanmaktan, gözden

düşmekten korkan Mehmet Şehabettin Paşa ve kızı Nimet,

politik gelişmeleri yakından takip ederler. Öyle ki,

Nimetin nişanlısı Sedat’ın babası Abdüllatif Paşa sürgüne

gönderilince Nimet nişanı atar. Daha sonra Mehmet

Şehabettin Paşa, Meclisi i Vükeladaki görevinden alınır

ve Servet-i Fünun gazetesi tarafından rüşvet almakla

suçlanır. Babasının bu eleştirilere karşı yazdığı cevabı

Servet-i Fünun gazetesine götüren Nimet, burada sorunun

daha büyük olduğunu fark eder. Ancak alışagelmişin

dışında bir zekası olan Nimet aynı zamanda İttihat ve Terakki

Cemiyeti’nin İstanbul’daki karargahı olarak kullanılan

gazete idaresinde Binbaşı Şefik Bey isimli önemli bir

subayı etkiler. Babasını adını temizleyen Nimet, Binbaşı

Şefik Beyin evlilik teklifini değerlendirir. Bundan sonra

tüm ilgisini kocasının politik hayatına adayan Nimet, onu

adeta bir kukla gibi yöneterek devlet yönetimi içinde etkili

olmasını sağlar. Nimet’in tavsiyeleri ve hırsına göre

hareket eden Şefik, 31 Mart Olayı’ndan sonra dâhiliye

nezareti gibi önemli bir konuma getirilir, ancak bunu yapabilmek

için İttihat ve Terakki’den tamamen ayrılması

gerekir. Nimet’in etkisiyle Şefik, bugüne dek karşısında

yer aldığı II. Abdülhamid’in yanına geçmiştir. Şefik’in askeriyi

bırakıp mebus olması ve babasının Ayan Meclisine

alınması şartıyla teklifi kabul eder. Mehmet Şehabettin

Paşanın ölümü ile de tüm mirasın sahibi olur ve evdeki

en güçlü kişi haline gelir. İttihat ve Terakki şehre girdiğinde

bir hain olarak görecekleri Şefik’in bütün gücünü

kaybedeceğini düşünen Nimet, hırsının son boyutuna

ulaşarak kocasını II. Abdülhamid’in huzuruna gönderir.

30


Enderun Mektebi

Kitap Tahlili

Elif Sude Atalay - AL 11/A

Şefik, Abdülhamid’den sadrazamlık da dâhil tam yetki

ister, ancak isteği Abdülhamid tarafından reddedilir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti şehre ulaştığında son

kumarı da kaybetmiş olduğunu bilen Nimet, kocasını

yeniden İttihatçılara katılabilmesi umuduyla Hareket

Ordusu’na gönderir. Ancak böyle bir ihtimalin gerçekçi

olmadığını bildiğinden, sabahın erken saatlerinde İstanbul’dan

Rusya’ya doğru hareket eden bir gemiye biner

ve şehri terk eder.

Eser Adı:

İbrahim Efendi Konağı

Eserin Yazarı:

Sâmiha Ayverdi

Sâmiha Ayverdi’nin II. Abdülhamid Han’ın da dönemine

de ışık tutulduğu Sultan V. Mehmed Reşad ve VI.

Mehmed Vahdeddin dönemlerini ele aldığı eseri, zaman

zaman Osmanlı Devleti’nin yükseliş devirlerini zaman

zaman Ayverdi’nin şahitlik ettiği son dönemlerini ele

almasıyla hem tarihî roman hem dönem romanı olarak

değerlendirilebilir.

Osmanlı Devleti ile konak arasında bir benzerlik kuran

Ayverdi için “devrinin irfanına ve son haddini bulmuş

zevkine birer şahit” olarak tanımladığı köşklerin yanında,

konaklar da onun için “minyatür imparatorluk”tur

ve devletin disiplinindeki, ekonomisindeki, birliğindeki

bozulmayı İbrahim Efendi’nin konağındaki bozulmayla

özdeşleştirerek büyük imparatorluktaki inkırazı minyatür

imparatorlukta simgeleştirerek verir.

Sâmiha Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı’nda yakın

çevresini ve akrabalarını XIX. asrın ikinci yarısı ile XX.

asrın ilk yarısının toplumsal olayları çerçevesinde anlatır.

Zaman zaman bir kişiden ya da bir objeden yola çıkarak

Osmanlı tarihinin derinliklerine uzanan tarihsel değerlendirmelerde

bulunur.

Sâmiha Ayverdi, eserin başında, yüzünü Batı’ya dönen

ve kendi köklerini çürütmeye azmeden Tanzimat

medeniyetinin karşısında tutucu bir muhafazakârlık anlayışında,

vatana ve millete ses çıkarmayan bir toplum

istemez. Bunun yerine uyanık olan, kendisini savunan,

sahip olduğu değerleri geleceğe taşıyan bir toplum arzusundadır.

“Halbuki bu sırada millî ve târihî esaslara kıyasıya

balta sallayan Tanzîmat zihniyetinin karşısında, târihî

mantaliteden hareket eden şuurlu, realist ve uyanık bir

mukavemet cephesinin mevcûdiyetine ne büyük ihtiyaç

vardı.”

“Eski devrin şehirli kadını da, köylüsü gibi memleketin

aktif elemanlarındandı. En hoşu, bir inandığı ve inancı yolunda

can feda edecek azmi ve feragati vardı. Ebe kadın,

31


Enderun Mektebi

Kitap Tahlili

Elif Sude Atalay - AL 11/A

çocuğunu kundağını genç lohusanın kucağına verirken,

ana daha bu konca dudaklar ilk sütü almadan: ‘Ya gazi ol,

ya şehit!’ diyecek bir vatan ve iman aşkından yoğrulmuş

kahraman gururu ile salâbetli ve kararlı idi.

Hâlbuki şimdi, vatan da iman da bu yeni kadın tipi için

mühimsenmez, vakti geçmiş bir masal artığından başka

bir şey değildi. Artık onun çocuğunu kendi değil, dadılar,

sütanneler ve bilhassa mürebbiyeler büyütüyordu. Analık

onun için sadece bir fantezi, bir gurur vesilesinden ibaret

kalmıştı.” (227).

“Ramazan’da zengin, orta hâili hatta fakir, herkesin

kapısı ve sofrası herkese açıktı. Akraba ve yakın dostlar

arasında, davetsiz olarak iftara gitmek, bir saygı ve nezâket

kaidesi idi. Buna mukabil akrabalık, ahbaplık ve komşuluk

münâsebetleri gereğince yapılan iftar davetleri de

yine, davet edilene karşı davet edenin alâka, itibar ve

saygısının bir nişanesi demekti. Onun için bir yandan eşi

dostu, hısımı akrabayı ağırlamak, bir yandan fakiri fukarayı

kollamak için kurulan iftar sofraları, Kadir Gecesi’ne kadar

devam eder ve böylece otuz Ramazan İstanbullunun

kapısı açık bulunurdu

Batı, zamanla Şark’a sirayet etmiş, gelenek görenekleri

ortadan kaldırmış, “en fenâsı kendi kendine düşman

edip bir fikir ve duygu kararsızlığının şaşkınlığı içinde

bırakmıştı.” (s.65) Görünüşte yükseliş zamanlarındaki

kadar değilse de bütün ihtişamıyla ayakta duran Müslüman

Türk devleti, esasen Batı ile temasların kurulduğu

zamanlardan beri her yüzyılda mânâsından biraz daha

kaybederek maddî varlığının son devirlerini yaşamak-

32


Enderun Mektebi

Kitap Tahlili

Elif Sude Atalay - AL 11/A

tadır. Ayverdi, Garp’ı huzursuz ve talepkâr olarak nitelendirirken

bunların Garp’ı maddenin hâkimi konumuna

getirdiğini belirtir. Mensubu olduğu Şark medeniyetine

de bir eleştiri getiren yazar, dış tabiatla ilgilenmeyip yalnızca

iç dünyasıyla alakadar olan Şark’ın bu durumunun,

onu gevşekliğe ve atalete ittiğini söyler fakat Garp’ı yıkacak

olan şey de “maddeye şehvetle sarılmış olması”dır.

114- 115).

Batılılaşma ile birlikte kendisine ait değerlerden taviz

veren Şark dünyası, Doğu ve Batı unsurlarını mezcetmek

istiyorsa da modernleşmenin bir gereği olarak yerel olan

tamamen silinmek suretiyle, Batı’ya entegre olunmaya

çalışılmıştır. Bu hâl devrin insanında da bir bunalım, bir

“medeniyet krizi”ne yol açmıştır. İbrâhim Efendi Konağı’nda

bu bunalım Râtibe üzerinden verilir. Bir yanıyla

“gönül açıcı” tarafların gördüğü Batılılaşma hareketlerine

kapılmak üzereyken diğer yandan içinde doğduğu medeniyetin

letâfetine sıkı sıkıya bağlıdır. “Halbuki Beyoğlu’ndan

esen hava, böyle bir uzlaşmayı asla kabul etmiyor,

bayramıyla, seyranıyla, düğünü derneği, dîni îmânı,

geleneği göreneği ile eskiden kalma ne varsa bir kalemde

silip süpürmek istiyordu. İşte bu yüzden küçük Râtibe,

bir Habeş güzeli olan Mâil Kalfa’nın ve Türkçe hocası

Mihriye Hanım’ın, daha küçük bir çocukken dağarcığına

koydukları yerli ve mânevî kıymetleri ne terk edebiliyor

ne meydana çıkarabiliyordu.”

33


Enderun Mektebi

Araştırma

Uğur Bekir Kaynak - FL 12/A

İMARIN MİMARI

Mimar Sinan

Tarihimizin en büyük depremlerinden birini yaşayıp

acılarını sarmaya çalıştığımız şu günlerde yüzyıllara

meydan okurcasına ayakta kalan yapıları düşündüğümüzde,

akla ilk gelen isimlerden birisi Mimar Sinan’dır.

Tarihimizin en büyük mimarlarından Mimar Sinan,

nâm-ı diğer Koca Sinan…

1490 yılında Kayseri ilimizde dünyaya gelen Mimar

Sinan, genç yaşında Osmanlı döneminde devşirme

olarak acemi oğlanlar ocağına alındı. Bu sırada Mısır,

Rodos, Mohaç, Belgrad seferleri gibi önemli savaşlara

katılmıştır. Parlak zekâsı ve pratikliğiyle kısa sürede

dikkat çekti. 1526’daki Mohaç Meydan Muharebesi’ndeki

katkıları sonrasında Bölük Komutanlığına terfi

etti. Daha sonra Baş Teknisyen oldu.

1533 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın İran Seferinde

Van Gölü’nde karşı sahile inmek için Mimar

Sinan üç tane kadırga yapıp donatarak büyük itibar

kazandı. 1538 Karaboğdan seferinde ordunun Prut

nehrini geçmesi için yaptığı köprüden sonra ününe ün

kattı. Köprünün yapımından sonra 49 yaşından başmimarlık

görevine atanır.

BAŞMİMARLIK DÖNEMİ

Mimarlığında Osmanlı tarzını benimseyen Mimar

Sinan’ın Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük

eser, onun sanatının gelişmesini gösteren basamaklardır.

Bunlardan en dikkat çekeni de Süleymaniye

Camii’dir. Süleymaniye Camii Mimar Sinan’ın İstanbul’daki

en muhteşem eseridir. Kendi tabiriyle kalfalık

döneminde, 1550-1557 yılları arasında yapılmıştır.

Yüzü aşkın deprem geçirmesine rağmen halen tüm

heybetiyle İstanbul Haliç’i selamlar. Bir diğer dikkat

çeken önemli eseri 80 yaşındayken Edirne’de yaptığı

ve ‘ustalık eserim’ diye tabir ettiği Selimiye Camii’dir.

Mimar Sinan 81 cami, 51 mescit, 55 medrese, 17

türbe, 17 imarethane, 3 darüşşifa (hastane), 5 suyolu,

8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48

de hamam olmak üzere 375 eser yapmıştır. Ayrıca,

Edirne ilindeki Selimiye Camii Dünya Kültür Mirası

listesindedir.

SİNAN’IN ESERLERİNİN SIRRI

Bir deprem ülkesi olan ülkemizde 400 yılı aşkın

süreyle ayakta kalan yüzlerce eseri olan Sinan’ın sırrı

neydi? Bunu anlamak için eserlerini yakından bakalım.

Mimar Sinan’ın en önemli eserlerinden olan Heybet

ve zarafetin bütünleştiği Süleymaniye Camii, yapımından

günümüze dek İstanbul’da yüzü aşkın deprem

gerçekleşmesine karşın, caminin duvarlarında

en ufak bir çatlak oluşmamıştır. Dört fil ayağı üzerine

oturan cami döneminin üstünde bir donanımla dikkat

çeker. Sinan caminin yapımında zeminde toprak ta-

34


Enderun Mektebi

Araştırma

Uğur Bekir Kaynak - FL 12/A

İstanbul’a Kırk Çeşme Suları’nı getirip, İstanbul’u suya kavuşturmuş, yüz yaşında

ölüm döşeğinde bir damla suya muhtaç can vermiş Sinan, Koca Sinan…

bakasını kaldırıp kayalara ulaşıyor. Önce zemine 30 bin

kazık yerleştirip üstüne tonlarca ağırlıkta bloklar koydurup

2 yıl bekliyor. Bu yöntem zeminin daha iyi yerleşmesini

sağlıyor. Aynı yöntemin 450 yıl sonra, günümüzün

mühendislik harikalarından Dubai’deki Burj Khalifa otelinde

kullanıldığını da görürüz.

Süleymaniye’den 9 yıl sonra Büyükçekmece köprüsünü

inşa ederken de bu yöntemini kullandı. Bu köprüde

ise kullandığı kazıklarla Osmanlının 636 metre

uzunluğundaki en büyük köprüsünü bir bataklık zemini

üzerine inşa etti. Eserlerindeki yöntemleriyle kalıcı olan

Mimar Sinan’ın kalıcı olmasını sağlayan şey kuşkusuz

zekası ve doğanın ahengini görmüş olmasıydı.

“Gördüğünüz her şeyin mutlaka bir hesabı

vardır”

Eserlerinde hesabını yapmadan tek bir taş koymayan

Sinan, kendi sistemiyle yaptığı köprülerde

sıfır hataya ulaşmıştır. Onun asıl gerçeğini, matematiğini,

mimarisini bulamıyoruz. Sinan’ın mimarisine

yetişilmez, bugün de kimse yetişemez. Çünkü

Sinan’ın kendi matematiği, doğal matematiktir. Geometriyi

kullanarak çözümler üretir. Geometri insanı

yanıltmaz.

Sinan’ın Mucizesi

Matematik, geometri, sabır, bilim, saptama, akıl,

düşünme... Aslına bakarsanız Koca Sinan’ın mucizesi

bunlardan oluşuyor. Sadece mimari estetiği değil,

teknik ve bilimiyle de dünyaya tanıtılması gereken

döneminin en büyük zekalarından biri.

Mimar Sinan’dan Bize Mesaj Var

35


Enderun Mektebi

Araştırma

Uğur Bekir Kaynak - FL 12/A

Mimar Sinan’ın ‘çıraklık eserim’ dediği Şehzadebaşı

Camii’nin zedelenen kemerleri için yenileme

çalışmaları başlatıldı. Caminin kemerlerindeki sorun,

çok sayıda mimarı bir araya getirdi. Mimarlar restore

konusunda karar veremedi. Ortaya birçok fikir atıldı

ama hiçbiri kabul edilmedi. Mimarlardan biri incelemeler

sırasında caminin kemerlerinde bir oyuk fark

etti. Bu oyuktan çıkan cam şişede gizlenmiş mektup,

inanılmaz gerçeği gün yüzüne çıkardı. Mektubun Mimar

Sinan tarafından yazıldığı anlaşıldı. Büyük usta

mektubunda,

“Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400

senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından

siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz.

Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden

36

bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz.

İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl

inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.” diyordu.

Mektubun devamında kemerin nasıl onarılacağını

anlatan Mimar Sinan, 469 yıl sonrasına da ışık tutmuş

oldu. Kemerin onarımı mektuptaki gibi yapıldı. Şehzadebaşı

Camii ile birlikte büyük ustanın birçok eserlerinde

de mektuplar bırakarak yol gösterdiği anlaşıldı.

“Yaptığın işi gönlünde hissedersen ırmaklar

çağlar gönlünde “

“Emek çekilmiş her şey değerlidir.”

Günümüzde büyük acılar yaşarken bu acıları yaşamamanın

yolunun aslında kültürel mirasımızdan geçti-


Enderun Mektebi

Araştırma

Uğur Bekir Kaynak - FL 12/A

ğini görmemiz gerekir. Onları anlamak, sahip çıkmak

ve günümüze uyarlayıp yol çizmek de bize bu mirası

bırakan atalarımıza borcumuzdur. Ülkesini en çok seven

işini en iyi yapandır. Deprem felaketi üzerine bir

daha bu acıları yaşamamak için bir farkındalık oluşturmak

istedik.

Başsız Mimar

Tarihin en büyük dâhilerinden Mimar Sinan’ın kafatası

87 yıldır kayıp. Böylesine önemli bir değer, mezarında

başsız bir şekilde yatıyor.

1930’lu yıllardaki Türklük tartışmaları nedeniyle

1935 yılında Sinan’ın başı, türbesindeki mezarından

çıkarıldı. Amacın bilimsel olduğu iddia edildi ancak Mimar

Sinan’ın başı yerine konulmadı.

İnceleme sonucu “Bu deha, olsa olsa bir Türk’tür”

denildi fakat bir daha Mimar Sinan’ın kesik başının

ardı arkası sorulmadı.

Yakın dönemin başbakanlarından Ahmet Davutoğlu

Mimar Sinan’ın kayıp kafasının bulunması konusunda

talimat verdi ama bir gelişme olmadı.

Bir Küçük Hikaye

Rivayet o ki mübarek gecelerden bir gece; Padişah

Kanuni Sultan Süleyman; Hz. Peygamber’i (sav) rüyasında

görür. Efendimiz, Sultan Süleyman’ı cami ve

külliyenin inşa edileceği yere götürür. ”Mihrabı burada,

minberi burada olsun,” diyerek tembihler.

Kanuni Sultan Süleyman uyanınca Allah’a şükreder

ve ardından Mimarbaşı Sinan’ı yanına çağırtır.

Ona hiçbir açıklama yapmadan, birlikte rüyada gördüğü

araziye götürür.

– Buraya bir cami ve külliye yapacağız, diye söze

başlayan Kanuni Sultan Süleyman’a Mimar Sinan Ağa

eşlik eder…

– Hünkarım, mihrabı burada, minberi şurada olsa

münasip midir? der. Padişah Kanuni şaşırır!..

– Sinan, sen bizim rüyadan haberli gibisin?

Mimarbaşı Sinan biraz sıkılarak cevap verir:

– Hünkarım, kulunuz dün gece ziyaretinize gelen

Zat-ı Alişan’ın iki adım arkasındaydı. Rasulullah sav.

Efendimizin emir fermanlarını ayan-beyan duydum.

der.

Büyük Mimar’ın İstanbul’da bulunan Büyükçekmece

Köprüsü üzerinde kazılı olan mührü şu şekildedir;

“El-fakiru l-Hakir Ser Mimaranı Hassa “

Anlamı : Değersiz ve muhtaç kul, saray özel mimarlarının

başkanı

37


Enderun Mektebi

ALGI YÖNETİMİ

Deneme

Nisa Bozkulak & Asude Erkol - AL 11/A

SİNEMA

Günümüzün modern dünyasında sanat ve insan arasındaki

ilişkinin biraz farklılaştığını söyleyebiliriz. Hepimizin bildiği

üzere algı yönetimi diye bir gerçek var. Gerek reklamlarda,

gerek sosyal yaşamda gerek sanal hayatta… Diziler, sinemalar,

filmler, reklamlar görsel veya işitsel ne varsa… Kısacası

hayatımızın her alanında bu gerçekle karşı karşıyayız

İnsanı tanımak insanı anlamakla mümkündür der, Abdurrahmanoğlu.

Başkalarının hayatlarını gördükçe sevindiğimiz

veya üzüldüğümüz veyahut hamasi duygularla anlık mutlulukları

yaşamayı severiz. Bunun için de sinema vb.leri günümüz

koşullarında etkili bir mutluluk aracı oldu. Sinema hayatımızda

sosyalleşmenin, sosyal hayatın (çoğu kişi tarafından)

nerdeyse vazgeçilmezi. Film izlemek çoğu kişi tarafından

sevilir ve bu sinemadaki atmosferle beraber çok daha keyifli

hale gelir. Ancak hepimizin bildiği üzere bir pandemi süreci

geçirdik ve keyifli sosyalleşme alanını evlerimize taşıdık. Sanal

ortamlarda izlenen çoğu film izlenme sayısında rekor kırdı

ve çoğu ünlü, yapımcı, senarist vs. bu adreslere yönelmeye

başladı.

Bu sanal ortamlar gün geçtikçe kitleler üzerindeki etkisini

artırdı ve hepimizin tahmin edebileceği gibi bu kitleleri yönlendirmeye

başladı. Bu yönlendirmeler sonucunda kitleler farkına

varmadan bu sanal ortamın algısına uymaya ve bu algıları

hayatlarında uygulamaya başladı. Tabii ki bu algılar sadece

bu sanal ortamlarla hayatımıza girmedi, elbette öncesinde

de bu “algı yönetimi” vardı. Örneğin filmlerin içerisindeki reklamlarla

bu algı yönetimlerini gerçekleştiriyorlardı; “TheItalian

Job” filminde hep aynı araba markası kullanılması ve filmin

heyecanlı yerlerinde bunların kullanılması,“Transformes” filminde

yine eski bir arabayı deyimi yerindeyse gıcır gıcır yaparak,

havalı sahneler çekerek bu arabayı bilinçaltımıza işlemeleri,“Cast

Away” filminde bir kargo şirketinin reklamı yapılması

ve filmin neredeyse her yerinde bu firmanın adı geçmesi ve

niceleri…

Edebiyatın bir tezi olup olmamasını edebiyatçılar, sanatın

bir gayenin gerekliliğini veya gereksizliğini de sanatçılar hep

tartışagelmişlerdir. Kimi sanat akımları sanatı topluma hizmet

eden bir araç olarak görmüş iken kimi akımları da sanatı sanat

için icra etmiştir.

Bu reklamlar yanında filmin içerikleriyle de kitle yönlendirmeyi

hedefliyorlar. Bu yönlendirmeler siyasi, sosyal, ekonomik,

ticaret, turizm, giyim kuşam, insan ilişkileri gibi dallardan

olabiliyor. Sinema-film şirketleri o dönemin, o kuşağın hangi

konuya yatkın ya da yönlendirilmesi kolay olduğunu belli bir

süre gözlemledikten sonra algılarını faaliyete geçiriyorlar.

Bunları faaliyete geçirirken Dr. Sedef AKBAŞ’ın da bir söyleşisinde

dediği gibi konuları ve gidecekleri yolları listeliyorlar

38


Enderun Mektebi

Deneme

Nisa Bozkulak & Asude Erkol - AL 11/A

ve ilk olarak riski yönetiyorlar. Yani az önce bahsettiğim gibi

gündemi takip ediyorlar ve dönemin sosyal medya akımlarından,

yazışmalarından faydalanıp buna göre ikinci adıma

geçiyorlar. Bize verecekleri algıyı yeniden istedikleri gibi tanımlıyorlar

ve önümüze öyle koyuyorlar, yani aynı yemeği

ısıtıp farklı tabakta sunuyorlar. Büyült ve çoğalt... Göstermek

istediklerini birden fazla gösteriyorlar ki aklımızda yer edinsin.

Bu maddeye yukarıda bahsettiğim araba markası örnekleri

ve kargo şirketi örneği anlamaya yardımcı olacaktır. İlişkilendir

ve hikaye anlat. İstedikleri algıyı bir güzel pazarlama

kısmının en önemli noktası bu madde olabilir. Algıyı ilişkilendir

ve hikâye anlat. Yine üstteki örneği vermek gerekirse kargo

şirketi ve filmi birleştirip bize sundular ve bunu hikayeleştirdiler

yani filme dönüştürdüler ve tekrar ettiler. Filmin içinde çok

kez tekrar ettiler ve insanların filmi izledikten sonra tekrar filmi

hatırladıklarında sahnelerin içinde geçen ismi anımsamalarını

sağladılar.

Aslında bize anlattıkları kocaman bir yalan. Yalanlarla

beraber bizi yönlendiriyorlar. Bu tespit önyargılı gelebilir ama

Gobels’in bir sözü var:

“ Kitleleri yönlendirmek ve etkilemek istiyorsanız ortaya

kocaman bir yalan atın ama çok büyük bir yalan olsun.”

“Çok basit bir yalan olsun. Sonrasında bu basit ve çok

büyük yalanı sürekli tekrar et! Ve ardından kitlelerin o yalanı

nasıl gerçekmiş gibi kucakladığını otur, izle!”

Burada bahsetmek istediğim tam olarak bu. Daha anlaşılır

yapmak için şöyle bir örnek verelim:

İki elma düşünün ve bu elmalardan biri kırmızı, diğeri yeşil

olsun. Yeşil elmanın üstünde “Tehlikeli” ibaresi yer alsın.

İlk başta hangi elmayı yemek isterseniz, diye sorduğumda

herkesin bir tercihi olacaktır ancak biz kırmızı elmanın tercih

edildiğini, yeşil elmanın tercih edilmediğini varsayalım.

İkinci adım olarak bu yeşil elmanın üstündeki “Tehlikeli”

ibaresini kaldıralım ve elmayı büyütelim. Yeşil elma büyüdükçe

kırmızı elma küçülünce yeşil elma biraz daha fazla dikkatinizi

çekmeye başlayacaktır. ilk baştaki tercihinizin değişmeye

başladığını göreceksiniz. Daha sonra yeşil elmayı az daha

büyütelim ve kırmızı elmayı bir nokta haline getirelim. Artık

kırmızı elmayı neredeyse unutmaya başlarsınız çok küçük

olduğu için ve dikkatinizi bile çekmeyecektir. Ardından bu yeşil

elmaya bir dramatik hikaye uydurup yeşil elma zorluklar

içerisin çıkıp başarıya ulaşan bir insana benzetilirse hikayeye

kayıtsız kalacak çok az insan olduğunu göreceksiniz. Ve

bu hikayeyi defalarca reklamlarda izlediğinizi düşünün. “Yeşil

elmayı kim yer?” diye sorduğumuzda çoğunluğumuz yeşil elmayı

tercih edecektir. Peki, kırmızı elma nerede kaldı?

Tercihler bizim özgür kararımız mı yoksa birilerinin

kararını biz kendi kararımız mı sanıyoruz?..

Farkına vardıysanız size açıkladığım riski yönet, yeniden

tanımla, büyült, çoğalt, ilişkilendir, hikaye anlat ve tekrar et

adımlarını teker teker uyguladık. Medyada da aynı yol izlenerek

gerçek unutturulup yalanı gerçekmiş gibi algılıyoruz ve

tıpkı Gobels’in de dediği gibi biz kitleler bu algılara uyarken

onlar oturup seyrediyor.

Algı yönetimi ve sinema konusunda Kerime Yıldız’ın “Modern

Haçlı Seferi ve Sinema” eseri konuyu anlatan kıymetli

bir eserdir.

39


Enderun Mektebi

Deneme

Ali Çiçen - TDE Öğretmeni

GÜNE GÜNÜMÜZE BİR BAKIŞ,

BİZİM İSTEDİĞİMİZ…

Her sabah güneş doğduğunda ve sabah güneşin ilk ışıkları ile ortalık aydınlığında dünyadaki

her nesne nasibini alır ve canlanır. Aynı canlanma da insanlarda da yani sende, bende ruhumuzda

ve nebatatta da olur. Deriz ki :Güneş bugün de senin için doğsun. Her gün hatta her dakika

verilen bir nimet ,bir fırsat olduğunu bilmeliyiz. Pandemide pozitif olanlar iyi bilir ki alınan her rahat

nefesin hatta her sabah ağrısız, sızısız, rahat bir nefes alma ile güneşin doğuşunu görüp şükretmenin

bizim için iyi bir neden olsa gerek.

Bunlar insan(lık) için şimdilerde gerisinde kaldı. Nedeni ilk olarak “insan” Arapça kök anlamı:

İsyan eden, eksik olan unutan anlamında. Anlamına ne kadar uygun olduğu, buna karşılık ne

güzel davrandığımızı ve bizi çok iyi tanımlamasının çok güzel bir çıkarımı değil mi? Düne kadar

-gerçi bugünün tarihe baksak 2022 pandemi bitimi neredeyse 1 yıl geçmiş olsa da- her şey sanki

hiç olmadı ve bunlar hiç yaşanmadı… Sebebi sanki ilahi bir zuhur ; her iyi olan bizden her kötü

olan başka bir el tarafından gerçekleştirilmekte. Bu bahane her şeyi unutturdu. Şûrâ Suresi - 30

: Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu

da bağışlar. Her zaman birilerini suçlama biz isyan eden (insan) varlıkların bir türlü kendi gerçeği

ile yüzleşememesi mi acaba?

Doğaya şekil veren hem yapıcı hem yıkıcı özelliğiyle devamlı kendini düzeltmeye çalışan

insanlık acaba bunu nasıl düzeltti? Ya da düzeltemedi de kaldığı yerden devam mı ediyor?

Kendiliğinden düzeltilmiş desek her halde mantıklı olmaz. Ya birileri düzeltiyor ya birileri

yıkıyor. Keşke bu oran hep düzeltenler sayısının fazla olması ile sonuçlansaydı. Şimdi bu bakış

açısını geçmişten alarak bugünkü Türkiye üzerinden dönecek, yorumlayacak olursak:

Biz her 5 yılda aslında kendimizi güncelliyoruz. Güncellemeyi de hep seçimlerdeki ilerlemeye

ya da bir umuda bağlıyoruz. Geçmişte iyi olanlar tez vakitte unutulup giderken hep son olandan

ve akılda kalan kötü olanlardan yola çıkıyoruz. Tabi bunu, geniş bir topluluğun tepkisine göre

karar verip olumlu –olumsuz kabullere göre oluşturuyoruz; ama Türkiye kendi içinde tam bir-

40


Enderun Mektebi

Deneme

Ali Çiçen - TDE Öğretmeni

leştiremediği kurumsallaşmaları, kurallar bütünlüğünü, eğitim ve kültürel değerleri de tam uyum

sağlayamadığı ve özümseyemediği için hep nakıs kalıyor.

Peki biz ne yapacağız. Hep eleştiri hep şikayet... Burada istenen maalesef tam çözüm olmasa

gerek. 85 milyon kozmopolitlik bir demografide birleştiğimiz tek ülkü: Tek millet, tek bayrak, tek dil,

derken bu slogan bile artık istenen noktadan uzaklaşmış ve aynı kıblede aynı inançta olması umut

edilen yerde bile değiliz; fırka fırka oluşumuzu ya eğitimli olanların bunu tam anlatamıyor oluşu

ya da onları anlayacak kitlenin olmayışı mı herhalde? Bir eğitimci olarak Nahl suresi 93. Ayette:

Allah, dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah hak edeni saptırır, hak edeni de doğru

yola iletir. Siz, yaptığınız her şeyden sorumlu tutulacaksınız. Bunları bildiğimiz halde acaba

güneş bizim için ne zaman doğacak. Bunu ne şu tarafa ne bu tarafa suçlamadan, yüklemeden ne

zaman bütünlük sağlayacağız. Bence Türk milleti tek vücut oluşu ,düşman tehdidi ve bir musibet

oluşumlarda birleşiyor(Allah’ım hiç vermese keşke). Deprem sonrası gördüğümüzde tek vücut

oluyoruz, sınır ötesi harekette tek vücut oluyor ve dahası birçok olay ve örneklerde görüp hatta tek

vücut olduğumuz andıklarımızla… İnşallah tez zamanda yaşlısından gencine, çocuğundan canlı

çevresine kadar bir bolluk bir bereket bir huzur gelir de tüm bunlar geride kalır. Özetle Nahl suresi

32. : Onlar ki, tertemiz bir hayat yaşarlarken melekler gelip incitmeden canlarını alırlar; bir

taraftan da kendilerini: “Selam olsun size! Yaptığınız güzel amellere karşılık girin cennete!”

diye müjdelerler. Böyle zarar vermeyen kişiye Müslüman derler. Şimdi böyle Müslüman’ı herhalde

nerede diyeceğiz. Gözümüzden kaçan ama bildiğimiz ikindi namazını bekleyen emekli yaşlılarımızın

mutlu şekilde bir duruşu, görünümünü hepimizin kabul ettiğidir. İşte gerçek Müslüman

diyeceğim kişi artık bu huzura bu mutluluğa ulaşan, çevresindekine zarar vermeyen hırslardan

arınmış ve sadece kendiyle uğraşan kendi nakıslarını düzeltmeye çalışan kişilerdir. Kurtuluşun

reçetesi mi bilmem ama her günün doğuşuna şükredip her günün sabahında kendine kattığı ile

meşgul olan(lar)… diyelim.

Sözü Mevlana’nın dediği ile keselim : Dün dünle birlikte geçip gitti cancağızım, bugün yeni

şeyler söylemek lazım vesselam!

41


Enderun Mektebi

Deneme

Zahid Aydoğan - TDE Öğretmeni

BATI’NIN ÇALIŞKAN ÇOCUKLARINA KARŞI

MÜSLÜMANLARIN DUA SEANSLARI

Bu topraklarda başlayan değişim rüzgârları

hiç dinmemiş ancak 1839’dan sonra daha sistematik

bir yol almaya başlamıştır. Çeşitli merhalelerle

zamana ve zemine göre uyarlanan bu

ıslahatlar, insanımızı her defasında yeni bir yol

ayrımına getirmiş; toplumumuzu ruhi hastalıkların

etkisinde bir yaşam sürmeye mecbur kılmıştır.

“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.”

sözüyle başlayan hastalıklar ileriki aşamalarda

bencillik, umursamazlık, rahatlık ve konfor

hastalığına dönüşerek misafirsiz bayramlar ve

düğünler ile kimsesiz kaldırılan cenazeleri meydana

getirdi. “Ah, nerede o eski bayramlar!”

derken aradığımız debdebeli günlerin zevkini

“Ah, nerede o ilim irfan sahibi günlerimiz!” sözü

kadar aramadığımız için veya aramayı akledemediğimiz

için bugün toplumumuza ayrılıklar

ve aykırılıklar hâkim oldu. Türk- İslam anlayışı

hep bir olmayı diri olmayı öğütlerken bizler

umursamazlıklarımızla Batı’nın ayrılıkçı yalnızlaştırılmış

insan anlayışının peşinden giderek

“biz” olmaktan uzaklaşınca, değil başkalarının

canını yakmayı, kendi ailesine bile kıymayı göze

alabilen aç kurtlar meydana getirdik.

Dünyalık heveslerden vazgeçemeyip en pahalısından

yaşanan hayatlar, alışveriş merkezleri

mesken tutularak ahirete rest çekercesine

geçirilen vakitler, yapılan oluk oluk harcamalar,

nazarlarımızı bandıra bandıra nefislerimizi

doyurduğumuz filmler, diziler ve programlar…

Tevazunun tadevülden kalktığı, nezaketin lafta

kaldığı, sireta diken, sureta adem yüzlerimize

serpiştirdiğimiz gülücüklerin ardına sakladığımız

fesatlık ve hasetlikle dolu iş ve ev hayatları…

...A :

_ Toplum bozuldu artık insanlara güven olmaz!..

…B :

_ Haklısınız, toplum bozuk, zaman kötü!..

42


Enderun Mektebi

Deneme

Zahid Aydoğan - TDE Öğretmeni

Doğu Medeniyetine Dair

...A : Afedersiniz de sizin cinsiniz neydi?

Bütün bunlar olurken İslam coğrafyasında

çıkan her bir sıkıntının arkasında afyonlanmış

beyinlere sahip bizlerin “ dünyevileşmesi, bencilleşmesi

ve cimrileşmesi” olduğunu bilmiyormuşuz

gibi bir de kendimizce kulaktan dolma bilgiler

veya kahvehane kültüründen gelen yarım

yamalak yorumlarla topluma yönelik eleştiriler

yapıyoruz. Ve tabii ki yüzyıllardır bu topraklarda

medya üzerinden kültür devşirmeciliği yapan

Batı’nın çocuklarına ve yardakçılarına küfürler

savurarak lanetler okuyup beddualar ediyoruz.

Sonra bir gün bir mecliste toprak ve bayrak

için inandığı din adına şehadeti arzulayan bilge

nesiler yetiştirme konusu açıldığında, görürüz ki

söze gelince mangalda kül bırakmayan diller ve

ortaya atılan heybetli laflar ancak paraya gelince

cebe gitmeyen eller, ekşiyen yüzler, bir spor ve

bir dizi kadar bile de olsa feda etmekten imtina

edilen vakitler, ufak bir sorumluluk fark edilince

günahtan kaçarcasına atılan adımlar.

…A( Köşeden yükselen bir ses):

_ Allah bizleri ve neslimizi korusun. Dua

buyuralım kardeşlerim! (Göbeğinin üstündeki

düğmelerini açmak zorunda kalmış, sabah namazında

Kapu Camisi’ne gittiğinin cakasını bir

çorbacı veya yağsomuncu üzerinden anlatarak

isa huzurunda günah çıkarmışçasına rahatlamış

bir adam.)

…B:

_Hangi dua kardeşim?

Batı’nın çalışan o çocuklarına karşı Doğu’nun

bu şovmen, monşer Müslümancıkların

duası mı?

Yürü de arz-ı endamını göreyim…

…A:

_Peki, ne yapalım elden ne gelir?

…B:

_ Çalışmak yok, duaya devam… (!)

43


Enderun Mektebi

Kitap Tahlili

Elif Ceylan - AL 10/A

KİTAP TANITIMI

StefanZWEİG - Korku,

(Türkiye İş Bankası Yayınları, 16. Baskı, İstanbul,

2020, 70 sayfa)

Stefan Zweig, mühim bir psikolog olmasının yanı sıra günümüzün

çok okunan eserlerinin de yazarıdır. Kısa hikâyelerinde,

kullanmaktan çekinmediği psikoloji biliminin ipuçlarını bulmak

mümkündür. Eserlerinde kullandığı akıcı dil ve oluşturduğu kurgunun

sürükleyiciliği sayesinde okuyucuyu kendine çekmeyi başarmıştır.

Stefan Zweig’ın psikolojik tahlillerinin en açığa çıktığı eserlerinden

biri “Korku”dur. Bu yapıtında evlilik hayatından bunalarak

yaptığı yanlışlardan kurtulmaya çalışan bir bayanın öyküsünü

anlatmaktadır.

Duyguların benliğimiz, eylemlerimiz, varoluşumuz ve kendimizi

gerçekleştirmelerimiz üzerindeki bu güçlü etkisini anlatmamın

nedeni belki de en güçlü duyguların başında gelecek olan

“korku” duygusunun yaşamlarımız üzerindeki derin ve trajik müdahalesine

anlatı zemini hazırlamaktır. Korku, esasında öz varlığımızı

bir tehdit altında hissettiğimizde ortaya çıkan bir duygu

durumu olunca içinde olduğumuz durumun belirgin işaretlerine,

nedenlerine bakarız.

Bu nedenlerden birisi de bir insanın tehlikesini bile bile suç

işlemesi ve sonrasında itiraf edecek cesareti bulamayışıdır. İtirafı

engelleyen hissiyat ise korkudur. Ceza almaktan korkarız,

korkumuzla ve suçumuzla yüzleşmekten korkarız. Fakat korku

cezadan çok daha beterdir çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif

de... Hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin

ürkünçlüğü kadar kötü değildir. Burada tanıtımını yapacağımız

eserin de üzerinde durduğu ana düşünce budur.

Genç ve varlıklı bir hanımefendi olan Irene, mutlu, maddi ve

manevi eksikliği olmayan evlilik hayatında son derece sakin ve

refah dolu yaşıyordu. Fakat fırtına veya bunaltıcı sıcak kadar havanın

durgunluğu da insanı rahatsız edebilir, aynı şekilde ılımlı

bir mutluluk da talihsizlik kadar kışkırtıcı olabilir ve umutsuzluğun

getirdiği sürekli bir doyumsuzluktan daha tekinsizdir. Irene’de

macera arayışını uyandıran hayatının tehlikesiz ve sakin olu-

44


Enderun Mektebi

Kitap Tahlili

Elif Ceylan - AL 10/A

şuydu. Zorlanacağı bir şey yoktu. Elini nereye atsa etrafı sevgiyle,

şefkatle, refahla sarmalanmıştı. Bu yüzdendir ki kendini gerçek

hayattan alıkonulmuş ve kandırılmış hissediyordu.

Korunaklı burjuva yaşamından sıkılan Bayan Irene, hayatının

baharında iki küçük çocuğa ve saygın bir eşe sahipken düştüğü

yanlıştan çıkmaya çalışan bir kadındır. Bu nedenle Irene korku nöbetleri

yaşamakta çaresizlik denizinde kürek çekmektedir. Yanlışlarından

kurtulma çabaları yeni hataları meydana getirince aslında

mutlu bir aile yaşamı sürdüğünün farkına varır.

Bayan Irene’in başına gelenler, sahip olduğu güzelliklerin

farkında olmamasının bir sonucu niteliğindedir. Yeni maceralara

atılacak kadar genç oluşu, ona başlarda güç verse de endişe ve

korku ona hâkim olduğunda cesaretin yerini, geçmek bilmeyen

gerginliklere bırakmıştır.

Aile ve sadakat kavramı üzerine kurulan eser “korku” kavramını

irdelerken bireysel ahlak üzerinden toplumsal ahlakı ve kitlelerin

yönelimsel hareketlerini satıraralarında vermeye çalışır.

Meşru olmayan her şeyin her türlü cezayı meşrulaştıracağını

bilen insan, ruhuna eziyet etmek ile

ruhunu doyurmak arasında kalsa da doyumsuzluğun

gözü pekliği cezaya gönlü razı kılar, der, Abdurrahmanoğlu

Korku Kitabından Alıntılar:

“İçinde hâlâ acıyan bir yer vardı, ama iyi şeyler vaat eden bir

acıydı bu, tamamen kapanmadan önce kabuk tutarken yanan yaralar

gibi sıcak, ama yumuşak bir acı.”

“Durup kendini dinledi, göğsünde bir huzursuzluk, dışarı çıkmak

isteyen bir şeyler hissediyordu. Birden ne olduğunu anladı,

özgürleşmek isteyen, bastırılmış kahkahalar vardı içinde...”

“İçte tutulan gözyaşları akıtılanlardan daha acıtıcıdır.”

“Her şeye yabancıydı, kendisine bile.”

“İnsan zamanın bağışladığı bir suça ceza biçebilir miydi?”

“Ne kadar yakın ve aynı zamanda ne kadar uzaktı yarın.”

“Tokluk da açlıktan daha az kışkırtıcı değildir.”

“İnsanın ağrısı, sancısı olduğunda hiç olmazsa bağırabilirdi

ama o sürekli olarak trajik bir biçimde komedi oynamak zorundaydı.

Sinirleri yay gibi gerilmişken gülümsemesi, neşeli görünmesi

gerekiyordu, bu sahte neşenin ne çabalara mal olduğunu, kendine

hakim olmak için her gün nasıl kahramanca bir güç harcadığını

kimseler anlamıyordu.”

45


Enderaun Mektebi

Araştırma

Merve Balcan AL 11/B - Mustafa Büyükekiz FL 10/A

KAPIDAKİ TEHLİKE

BİPOLAR

Bipolar bozukluk, duygu durumların

aşırı değişimlerle karakterize edildiği bir

psikiyatrik bozukluktur. Genellikle mani,

hipomani ve depresyon gibi iki kutuplu

dönemlerle ilişkili olan BB, bireyin günlük

hayatını da olumsuz yönde etkileyebilir.

Bipolar ne zaman atak yapar?

Bipolar bozukluk, bahar aylarında

atak yapıyor. “İki uçlu mizaç bozukluğu”

olarak da bilinen Bipolar bozukluk,

20’li yaşlarda başlıyor.

“ Başlangıçta her şey çok kolay oluyor

gibiydi. Çılgın bir sansar gibi oradan

oraya koşuyor, türlü plan ve projelerle fıkır

fıkır kaynıyor, kendimi spora veriyor,

geceler ama geceler boyu sabahlara

kadar uyumuyor, arkadaşlarla geziyor,

elime geçirdiğim her şeyi okuyor, defterler

dolusu şiirler, oyunlar yazıyor, geleceğime

dair büyük, tamamıyla gerçek

dışı tasarılar kuruyordum. Dünya zevk

ve umut doluydu; kendimi harika hissediyordum...

Derken yaşamımda kafam da sanki derin

bir boşluğa yuvarlandı. Düşüncelerim kristal

pırıltısını yitirmekle kalmayıp karanlık dehlizlerle

debelenmeye başladı. Bir kitabın herhangi

bir bölümünü üst üste birkaç kez okuyor

ama aklımda hiçbir şeyin kalmadığını fark

ediyorum. Derslerde anlatılanları izleyemiyor,

çevremde neler olup bittiğinden habersiz

pencereden dışarı bakıyordum. Korkutucu bir

durumdu bu. “ Bipolar hastası ABD’li psikolog

Kay Redfield Jamison “DURULAMAYAN BİR

KAFA “ adlı otobiyografisinde, hastalığını bu

sözcüklerle anlatıyor .

Hastalığın Belirtileri Nelerdir?

BB’nin ortak belirtileri arasında aşırı mutluluk,

enerji artışı, hızlı düşünme ve konuşma,

az uyku, kontrolsüz harcama, yüksek özgüven,

irritasyon, öfke, depresyon ve endişe yer

alır.

Hastalığın Sebepleri Nelerdir?

BB kökenleri kesin olarak bilinmemekle birlikte

nöroendokrin sistem, hipotalamus-hipofiz-adrenal

eksen, glutamat, GABA, serotonin

46


Enderun Mektebi

Araştırma

Merve Balcan AL 11/B - Mustafa Büyükekiz FL 10/A

hastalığı tetiklediği saptanmıştır.

Bipolar, Türkçe adıyla iki uçlu bozukluk,

eski adıyla manik, depresif

hastalık, dünya üzerinde yaklaşık 60

milyon, Türkiye de ise 2 milyon insanın

mustarip olduğu kronik bir duygu

durum bozukluğu. Yüksek intihar

oranları ve madde kullanımına yatkınlığı

dolayısıyla tedavi edilmemesi

halinde, en tehlikeli hastalıklardan

biri olarak görülen hastalık, alt türlerine

ve hastadan hastaya değişen şiddetine

göre; antidepresanlar, duygu

durum düzenleyicileri antipsikotikler,

bazı durumlarda da elektrokonvülsif

tedavisinin (EKT) dahil olduğu ilaç

dışı yöntemlerle tedavi ediliyor.

Yanlış: Çok az kişi aslında bipolar

bozukluk hastasıdır.

Doğrusu: Bipolar bozukluk iyi

bilinen ve tüm dünyada yaklaşık

100 insandan 2-3’ünü etkileyen bir

hastalıktır.

ve dopaminle ilişkili olduğu düşünülmektedir.

Genetik faktörlerin de BB’nin gelişiminde rol

oynadığı görülmektedir. Bunların yanı sıra

stresli durumlar veya yaşanan travmalar da

genellikle bipolar bozukluğu tetikleyici unsurlar

arasında yer almaktadır. Bunlar; bir ilişkinin

bitişi, fiziksel veya duygusal istismar, yakın

bir aile üyesinin ya da çok sevilen birinin

ölümü yani kişiyi duygusal olarak boşluğa sürükleyen

beyin travmaları da bipolar bozukluğu

tetikleyebilir.

Son araştırmadaki veriye göre karanlıkta

izlenen telefon tablet ve televizyonun

Bunlardan ilkinde depresyonun

yanında, bazen psikozun da eşlik

ettiği ve çoğunlukla hastane yatışı

gerektiren şiddetli mani atakları görülüyor,

Bipolar Tip 2 de ise , manik

atakların süresi ve şiddeti daha hafif

seyrediyor, buna hipomani deniyor.

DSM-5 e göre bipolar bozukluğunun

tespiti için maninin en az bir hafta, hipomanin

ise dört gün sürmesi ön koşulu var. Hipomani

döneminde belirtiler, kişiden kişiye değişiklik

göstermekle birlikte, hastaların çoğunda

enerji artışı, yükselmiş özgüven ve duygu durumu,

normalden fazla konuşma, normalden

az uyuma gibi belirtiler saptanmıştır. Siklotimide

ise duygu durumdaki değişimler dışarıdan

daha az fark edilir ve kişinin işlevselliğinde

daha az etkili, bu nedenle tıpkı bipolar

tip 2 gibi, bu alt tipin teşhisi de kolay olmuyor.

İyilik hali senede iki ay görülmektedir.

47


Enderun Mektebi

Araştırma

Merve Balcan AL 11/B - Mustafa Büyükekiz FL 10/A

Hasta konsantrasyon güçlükleri, uyku düzensizlikleri

ve başladıkları işleri sürdürmede zorluklar yaşayabiliyor.

Yapılan çalışmalar, Türkiye’de hastalığın ortalama

başlangıç yaşının 23-28 yaş aralığında olduğunu gösteriyor.

Bipolar hastalarının yarısından çoğunda ilk atak

depresyon ile başlıyor. İlk atağın depresyon olması çoğunlukla

teşhisi geciktiren bir faktör. Türkiye Psikiyatri

Derneği İstanbul Şube Başkanı ve Bipolar Bozukluklar

Derneği Yönetim Kurulu üyesi Devran Tan’a göre, atidepresana

hızla cevap veren vakalarında Bipolar Bozukluk

akla gelmeli EKT sonrasında hızla iyileşme de yine bu

ihtimali de düşündürmelidir.

Bipolar tip 2 de teşhisi ve tedaviyi zorlaştıran unsurlardan

birinin, hipomaninin fark edilememesi ya da geç fark

edilmesi sonucu tanının öncelikle depresyon olarak konulması

olduğunu belirtiyor. Bipolar Tip 1 de hastalar çoğunlukla

yakınları tarafından direkt getiriliyor ancak Tip 2

de hastanın depresyonu hipomanisi (maninin düşük düzeyde

seyreden hali) oluyor ve bu kişiler ya da çevreleri

hastalığa işlevsel bakıyor. Ancak Tan’ın aktardığına göre,

dönemlerin sıklaşarak hastalığın Bipolar Tip 1’ e evirilmesi

riski bipolar bozukluğun tüm alt tipleri için söz konusu.

Hastalığın çoğunlukta başka hastalıklarla birlikte seyrediyor

olması da ayırt edilmesini zorlaştıran unsurlardan.

Uluslararası bir çalışmada bipolar bozuklukta yanlış

tanı oranı 40.3 olarak hesaplanırken bir başka çalışmada,

hastaların, gittikleri dördüncü hekimde doğru tanıyı

bulduğunu ortaya koyuyor. Bipolar bozukluk için en sık

kullanılan yanlış tanı ise depresyon tanısı almış bipolar

hastalarının oranı yüzde 65 i buluyor.

Bipolar bozukluğun belirtileri Mani(atak) dönemde;

Aşırı neşe

Olayların merkezinde olma duygusu

Hiperaktivite

Geçmişe oranla daha az uyku

Aşırı özgüven

Odaklanmada güçlük yaşama

Halüsinasyon görme

Hızlı konuşma

Yaratıcılık

Alkol ve uyuşturucu kullanımı

Sabırsızlık

48


Enderun Mektebi

Araştırma

Merve Balcan AL 11/B - Mustafa Büyükekiz FL 10/A

Sürekli para harcama

Depresif dönemde;

Uzun süre uyuma isteği

Yorgunluk

Keyifsizlik

Olaylara konsantre olmada zorluk çekme

Suçluluk hissetme

Umutsuzluk hali

Sürekli kuşku duyma

İştahsızlık

Sanrılar görme

Uyumada zorluk çekme

Çevresindeki insanlarla sürekli tartışma hali

İntihar düşünceleri

Günlük işleri yerine getirememe şeklinde görülür.

Karma dönemde ise her iki atağa ait belirtilerinde sıklıkla

görüldüğü bir dönemdir. Kişi çok mutlu bir ruh hali içerisindeyken,

belirli bir süre sonra kendinden şüphelenebilecek

duruma gelebilir.

BİPOLAR BOZUKLUK TİP 1 MANİ DÖNEMİ TEDAVİSİ;

Bipolar bozukluk tedavisinde temel ilaçlar, duygu durumu

düzenleyicileri olarak isimlendirilen başta Lityum olmak

üzere, sodyum, valproat, karbamezepin ve lamotrijindir.

Bunlara yanıt alınamadığında kalsiyum kanal blokörleri, klonodin

, yeni nesil antipsikotikler, sentetik antiöstrojenler ve

okskarbezepin gibi ilaçlar duygu durumu düzenleyici olarak

kullanılmaktadır.

Lityum, mani tedavisinin bir numaralı ilacıdır. Özellikle

manik epizodun psikomotor aktivasyon, grandiozite, maniye

özgü düşünce bozuklukları, uykusuzluk ve irritabilite belirtileri

üzerine etkilidir.

Akut mani döneminde tedavinin amacı manik alevlemeyi

yatıştırmak, davranış kontrolünü sağlamak, uykuyu düzenlemek

ve epizodu sonlandırmaktır

Manik dönem tedavisinde bazı önlemlerin de alınması

gerekir. Antidepresan ya da steroid kullanan hastalarda

bunların kesilmesi, madde kullanan hastaların maddeyi bırakmaları

tedavinin etkinliği açısından zorunludur.

49


Ders Kampı

İftar

Ramazan


Sahne Senin

Satranç

Koro


Çatalhöyük Neolitik Yerleşkesi

Mezuniyet Programı

Genç Mikrofon Ses Yarışması



Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!