Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
TANPINAR
ÖZEL SAYISI
Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…
Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!
CML
Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi
Yayın ve İletişim Kulübü
Genel Yayın Yönetmeni:
Minenur MUZAÇ
Yayın Kurulu:
Berrak KANDI
Minenur MUZAÇ
Beyza FEYZİOĞLU
Merve SERT
İlaydanur AKYAŞAR
Berra Su UMAN
Beren GÜLER
Yayın Danışmanı:
Leyla YILDIZ
Dizgi Tasarım ve Mizanpaj:
Berrak KANDI
cmldergi@gmail.com
Değerli okuyucu,
Bu dergiyi Ahmet Hamdi Tanpınar'a ithafen,
okulumuz öğrencileri tarafından hazırlanan yazıların
ve gerçekleştirilen etkinliklerin unutulmaması adına
hazırladık.
9.sınıflar olarak Tanpınar okumaları ve çalıştayları
yaptık. Mustafa Kutlu okumaları ve panalleri
gerçekleştirdik. Yazar belgeselleri çektik. Bu dergi
bizim ilk dergi çalışmamızdı. Dergi ekibi olarak çok
uğraştık.
Hem Tanpınar hakkında yapılanları hem de
yaptığımız etkinlikleri sizlerle buluşturmak için çok
çalıştık. Tasarladığımız dergi hakkında birkaç bilgi
vermek gerekirse; Tanpınar hakkında birçok şey
bulacaksınız, onun hakkında yazılan yazılar yanı sıra
onun izinden gidenlerin yazdığı yazıları da sıkılmadan
okuyacağınız bir dergi sizleri bekliyor.
Verdiği destek için, hep yanımızda olan
okulumuz edebiyat öğretmeni Leyla Yıldız hocamıza
çok teşekkür ederiz.
C M S B L T A N P I N A R Ö Z E L S A Y I S I - H A Z İ R A N 2 0 2 3
Az okuyoruz, hatta hiç okumuyoruz
ve galiba hiç de düşünmüyoruz.
A h m e t H a m d i T a n p ı n a r
C M S B L Y A Y I N V E İ L E T İ Ş İ M K U L Ü B Ü
AHMET HAMDİ
TANPINAR
HAKKINDA...
3
-Berat Bilal AĞIR
Her biri birbirinden ayrı güzel göz alıcı saçları Adana’nın bereketli ovalarından,
topraklarından alan, insanın içini açan rengi ile dikkatimi çekmişti dolgun ve gündoğu
rüzgarıyla sakin sakin akdenizin kıyıya vuran o güzel dalgaları gibi inip kalkıyordu adeta. O
gün morali bozuk beni bile sakinleştiren yüzü ikinci gördüğüm için dikkatimi sonradan çekti -
ki çektiği gibi daha ayrı büyüledi beni.- Resmen bahar güneşinin leziz ısısı karın beyazlığı
yağmurun tatlı serin şakırtısıydı. Mutluluğu ve çocuksu ruhu gözlerinden o kadar güzel
okunuyordu ki o adeta Tanpınar’dan Nuran’ın kültürlülüğüne, olgunluğuna ve güzelliğini Reşat
Nuri’den Çalıkuşu’nun her zorluğa rağmen mutlu ve çocuksu kalan ruhuna sahipti. Herhalde
onu anlatmak için iki roman kahramanı yetmez, ama tam anlatmak istesek de sayfalar ve
hokkalar dolusu mürekkep su misali Sakarya misali dere olur akar gider. Lakin biz kendimizce
anlatalım elimizden ne kadarı gelirse diyelim devam edelim.
Dudakları ve burnu en çok takılanlar oldu gözüme dolgun bir başak gibi görünüyordu
dudakları grup vakti bulutların aldığı kızıllıktansa nadiren aldıkları pembelikten geliyor
gibiydi. Burnu, çok silik çok hafif kahverengi karabiber tanesi kadar birkaç çil ile kardeşti,
kemersiz ufak burnu belki başlı başına bir güzellik abidesiydi. Aşağı doğru indikçe küt ufak
çenesi insanın gözüne ilişiyordu çenesi de yalnız değildi dikkatli olmasa insanın gözünden
kaçabilecek ufacık kahve bir ben kardeşlik diyordu ona da. Vücudu apayrı bir dünya gibiydi
dünya dışından gelen gökten bir mucize ile inen melekti sanki bordo renk kadife elbisesinin
içinde onun da normal, özellikle benim gibi bir insan olduğuna inanabilmek ne mümkün.
Daha bacaklarını görmeden ninni gibi bir ses dikkatimi çekti tıpkı hafif hafif
esen rüzgarın öttürdüğü ıslığın, dalların kendi arasındaki sohbetinden çıkan hışırtı kadar
rahatlatıcı bir gülücük sesi dikkatimi çekti gözlerimi birazcık yukarı kaldırmadan önce bile
sesin sahibine emindim. Ondan başka kimse annesinin tebessümünü görmüş bebek misali sakin
ve bir o kadar güzel gülemezdi.
Bacakları o güzel vücudu taşımaktan duyduğu onuru her hâlinden belli ediyordu adeta
bıraksa kendi kendilerine oynayacak mutlukla coşup dans edecek, bayram edeceklerdi.
Bu kadar tariften, tasvirden sonra aklına senin de bir isim geldi değil mi?
4
TANPINAR’IN ESİNLENDİĞİ
İNSANLAR
-Ertuğrul ŞAFAK
I-"Şehriyar" onun yayınlanmış olan ilk şiiridir ve arkadaşı Rıfkı Mehlul Meriç'e ithaf edilmiştir. Rıfkı
Melül'ün şiiri de tıpkı "Şehriyar"' gibi, dönemindeki ortak bir temi işler.
II- Tanpınar “Edebiyat Üzerine Makaleler” inde şiiri nesirden ayıran özellikleri uzun uzun anlatır. Ahmet
Haşim ve Yahya Kemal 'i yakından tanıyan Tanpınar, onlar gibi şiir ile nesri kesin olarak birbirinden
ayırır. Şiir ile nesir arasındaki farkı en net ve keyifli anlatan eserlerden birisi ise Moliére’in Les Bourgeois
Gentilhomme yani Kibarlık Budalası’dır. Bu fikirlerden çoğu Türk edebiyatında Ahmet Haşim ile Yahya
Kemal, Fransız edebiyatında Tanpınar'ın üstat olarak tanıdığı Paul Valéry'den gelir. Fakat Tanpınar'da
onlardan farklı bir taraf da vardır. Tanpınar şiir ile rüya arasında bir bağlantı kurar. Tanpınar rüyaları
seviyor ve onlarda derin bir mana buluyordu.
III- Tanpınar, XX. yüzyılda rüyalara derin bir mana veren Freud, Jung ve Bacheland'ı büyük bir dikkatle
okumuştu. Onun şiirleriyle nesirlerini birleştiren başlıca unsur rüyalardır. Türk edebiyatında Tanpınar'ın
rüyalara verdiği örneğin bir eşi yoktur.
IV- Tanpınar Saf Şiir etrafındaki münakaşaları «başından itibaren» benimsemiş: Baudelaire’in Mallarmé
ve Valéry’nin, Abbé Brémond’un nazariyelerinden kendisine, dilin imkânlarına ve şairin bu imkânları
yakalama kudretine dayanan bir estetik yapmıştı.
V- Tanpınar da tıpkı hocası Yahya Kemal gibi, şiirlerini bir türlü bitirememekte onlara her an müdahale
etmektedir. Bu şiirlerdeki farklar da tespit edilmiştir.
VI- Tanpınar, şiirlerine daha mükemmel bir şekil vermek için, onları bastırmak istememiş, ancak
hayatının son yıllarında o da dostlarının ısrarıyla bir kısmını küçük bir kitapta toplamaya razı olmuştur.
Üzerinde yirmi yıl çalıştığı “Eşik” şiirini bu kitabına almayışı, onu daha mükemmel hale getirmek
endişesinden dolayıdır. Tanpınar, ilk defa bu kitapta toplanan serbest tarzda şiirlerini de kitabına
almamıştır. Çok sevdiği Baudelaire gibi Tanpınar da şiir kitabının bir iç düzeni olması gerektiğine
inanıyordu.
5
VII- Tanpınar'ın şiirinde ömür sınırını aşan bir zaman kavramı; Yahya Kemal’in şiirinde ise ölümü hayat
sınırları içine alan bir görüş vardır. İkisi de bir bakıma, ruhun ölümsüzlüğü çizgisi üzerinde birleşirler.
Yahya Kemal’in panteizme kayan bu görüşüne karşılık, Tanpınar’da «Stoikler» e yakın bir kâinat görüşü
sezilir. İkisi arasında mizaç ve çocukluk yıllarının içinde geçtiği aile ve çevre değişikliğinden gelen bu ayrılık,
iki şairin şiir anlayışı üzerinde önemli rol oynar. Yahya Kemal ile Tanpınar arasındaki şiir dostluğu bütün
edebiyat âlemi için bilinen bir şeydir. Birçokları için Tanpınar, Yahya Kemal’in bayrağı altında yürüyen bir
şairdir. Tanpınar'ın Darülfünunda Yahya Kemal’in talebesi olduğu, onun konuşmalarında ve yakınlığında
kendi kozasını örmek için sıcak bir ortam bulduğu bir gerçektir. Buna rağmen, daha talebe iken aralarında
başlayan bir dostluk, yıllar yılı, sökülmez bir dikiş halini aldığı halde şiir anlayışı bakımından aralarında
gitgide büyüyen bir mesafe vardır. Tanpınar, yıllarca Yahya Kemal’i «kendi şiir anlayışı zaviyesinden»
görmüş, eski yazdıklarında onu bu görüş içinde ele almıştır.
VIII- Tanpınar, Haşim’i şöyle anlatıyor: Ahmed Hâşim'i Dergâh'ın çıkacağı günlerde tanımıştım. O zamanlar
biz, Dergâhçılar İkbal Kıraathanesinde toplanırdık. Yahya Kemal de hemen her zaman buraya gelirdi. Ben ta
ilk okumalar çağından beri hayranı olduğum Ahmed Hâşim ile tanışmağı çok istiyordum. Ben şiir dediğimiz
şey için bu baştan daha güzel bir mahfaza, zekâ denen kıvılcım için bu gözlerden daha mükemmel iki menfez
görmedim. Şiirden ve güzelden maada hiçbir şeyin ciddiyetine kail olmamış olan bu insan için hayatın bütün
manzaraları, bütün tezahürleri vakit vakit tatlı, ekseriya da acı bir oyundan ibaretti. Mamafih ara sıra bana,
mânâlarını ancak birkaç sene sonra, Fransız şairleriyle, bilhassa Baudelaire ve ondan sonrakiler ile epeyce
düşüp kalktıktan sonra anlayabildiğim çok şayan-ı dikkat nasihatler verdiği olurdu. Hemen her gün
kendisini ziyarete giderdim. Evi yavaş yavaş benim için Baudelaire'in Hambre Double'undaki sihirli oda gibi
bir şey olmuştu. Oldukça ezici bir meşgale içinde geçen günün yorgunluğunu, yarının hain endişelerini onun
eşiğini atlar atlamaz unuturdum. İçime şiirin ferahlığı dolardı. Çok tehlikeli bir buhran geçirmişti. Doktorlar
fazla sürmemek şartıyle ziyaretine müsaade ettikleri zaman Ahmet Kudsi ile beraber gittik. Yatakta ve çok
mecalsizdi. Bizi her zamanki iltifatıyle: "Geliniz bakalım, sembolist şâirler... " diye karşıladı.
IX- Tanpınar’ın her dizesinde tasavvufun ayrı bir teline dokunduğu şiiri Ne İçindeyim Zamanın. Tanpınar
bu şiirinde Bergson’un zaman kavramını açıkça hissettirir. Bergson felsefesi kısaca şöyledir: Bergson bilimin
asıl bilgi kaynağı olduğunu reddetti ve sezginin daha önemli olduğunu savundu. Bilimin, yaşamın dinamik
özüne ulaşamayacağını söyledi. Zaman ve Bergson düşünce yapısı hakkında ipuçları içeren başka bir
Tanpınar yapıtı ise Saatleri Ayarlama Enstitüsü’dür.
6
HUZUR
ROMANINDAKİ
TASVİRLER
-Ebrar GÜREL
Ahmet Hamdi Tanpınar başarılı Türk yazarlarımızdan biridir. Tanpınar kendini bir
çok konuda geliştirerek bir çok yerli yabancı yazarın önüne geçmiştir. Benim konum
Tanpınar’ın Huzur romanındaki tasvirler. Bir çok yazarın farklı türde kitaplarını okumuş
olsam da beni tasvirleriyle en çok etkileten yazarlardan biri Tanpınar diyebilirim . Yazar
huzur romanının ilk satırlarında bir tasvir yapıyor. Huzur romanına bir tasvir ile başlıyor
diyebiliriz “Bu sabah tren düdüklerinin büsbütün başka korkularla kanattığı uykusundan
mümtaz bu üzüntü ile uyandı.” Benim Tanpınar’ın ilk okuduğum kitabı Huzur romanıdır.
Huzur romanının ilk sayfalarında ilk satırlarında yaptığı tasvir ile beni oldukça etkilemişti
ve iyi bir yazarın güzel bir kitabıyla bir süre baş başa kalacağımı anlamıştım . Tanpınar
tasvirleriyle bize estetik haz verirken aynı zamanda kitabın yazıldığı dönem hakkında da
bilgi vermektedir. “Zavallı çocuklar, bir barut fıçısının üzerinde oynuyorlardı. Fakat türkü
eski türkü. Demek barut fıçısının üzerinde de geçiyormuş hayat.” Bu tasviri okuduğumda
biraz durup düşünmek istediğimi hatırlıyorum. Bu tasvir bize Huzur romanının yazıldığı
dönem hakkında bilgi vermektedir. Huzur romanı ikinci dünya savaşı çıkmaya yakın bir
dönemde yazılmaktadır. Bu tasvirden yola çıkarak savaştan kalan şeylerle çocukların
eğlenceli hayatlarına devam etme çabasıdır bence .Tanpınar bir diğer özelliği ise bence
olumsuz olayları bile içimizi karartmadan anlatabilmesidir. O donemde barut üstünde
oynayan çocukların normal şartlar altında tel arabalarıyla , bez bebekleriyle oynaması
gerekirken. Ben bu tasvirden kendime sunu çıkardım. Hayat bize ne kadar kötü olaylarla
gelse bile hayatın yine de bir şekilde devam edeceğidir. Ne şartlar altında olursak olalım
bir şekilde feraha ulaşabilecek olmamızdır. O dönemin genel şartlarından bahsettiği gibi
ekonomik şartlarından da bahsetmiştir . “ Sefil perişan mahaller, yoksulluk yüzünden bir
insanı andıran eski evlerin arkasından geçiyordu. Etrafında bir sürü perişan ve hasta yüz
vardı.” Son olarak konuşmamı beni gerçekten etkileyen bir güneş tasviri ile bitirmek
istiyorum. “sanki, bana inan, ben her mucizenin kaynağıyım, her şey elimden gelir; toprağı
altın yaparım. Ölüleri saçlarından silker, uykularından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi
eritir, kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis ve
hüzün olamaz. Ben ,şarabın neşesi ve balın tadıyım.”
7
SAHNENİN DIŞINDAKİLER’DE İSTANBUL
-Minenur MUZAÇ
Tanpınar’ın diğer romanlarında olduğu gibi Sahnenin Dışındakiler romanında da Tanpınar’ın İstanbul’a
olan sevgisini ve İstanbul için üzüntü duyduğunu görüyoruz. Kitap ana karakterimizin yıllar önce ayrıldığı
İstanbul’a geri gelmesiyle başlıyor. Ve kitabın başlarında bile İstanbul’un değişmesine duyduğu üzüntüyü
çok net bir biçimde okuyoruz. Sokağındaki çeşmenin değişmesine bile üzülüyor karakterimiz hatta sokağın
seslerinin değişmesine bile. Bir alıntıda “Bana insanlar değişmiş, hayat değişmiş, evler, sokaklar
ihtiyarlamış, yıpranmış gibi geldi. Daha sonraları İstanbul sokaklarının cazibesinin bir tarafını yapan satıcı
seslerinin bile, eski satıcı seslerine benzemediklerini fark ettim.” Diğer alıntıda da “İstanbul mahalleleri
yirmi, otuz senede bir çehre değiştire değiştire yaşarlar ve günün birinde park, bulvar, yol sadece yangın
yeri, ‘hali arsa’ geleceğe ait çok zengin ve iç açıcı bir proje olmak üzere birdenbire kaybolurlar “ burada
İstanbul’un değişimine verilen önemi ve tepkiyi net bir biçimde görebiliyoruz. Ayrıca kitapta Tanpınar
İstanbul boğazını ne kadar çok sevdiğini, uykusunda bile İstanbul’u arzuladığını romanda dile getiriyor. “
Yalnız uykumda bile İstanbul’da olmanın, pencereleri boğaz mehtabına açık bir odada yatmanın...” Ama
sonraları boğaz için, benim İstanbul’um dediği İstanbul’u için üzülen bir ruh halini alıyor. O zamanlar
Osmanlı’nın son zamanlarıydı Anadolu savaş halindeydi ve bir o kadar da İstanbul manevi bir savaş
veriyordu. Gemiler İstanbul’a her gün Rusları taşıyorlardı. Ve bu da İstanbul’u büyük kargaşaya sokuyordu.
Halk darbe yiyordu. Boğazı çok seviyor demiştik Tanpınar için ve ayrıyeten musikiye de bir düşkünlüğü var.
Ve musikisine, kültürüne sahiplenici bir yanı da var. “Rum halkın bindikleri sandallardan kitara ve mandalin
sesleri geliyordu. Kanlıca koyundan bir türlü çıkmayan genişçe bir istimbatta ise, Amerikan neferleri
kendilerine balalayka çaldırtıyorlardı. Bütün bu yabancı akisler bizi öldüresiye rahatsız ediyordu.” “Bununla
birlikte yukarıda bahsettiğim değişiklik burada da vardı. Çocukluğumda o kadar yekpare şekilde bizim olan,
bizim zevkimizi veren Boğaziçi’nde şimdi bir kaç ayrı musiki birden duyuluyordu.” Tanpınar kitapta bu
akınlardan tüm İstanbul’un rahatsız olduğunu dile getiriyor. ”Hakikaten bütün İstanbul garip bir sinirlilik
içindeydi.” Yabancı halk hem maddi hem manevi olarak İstanbul ve halkına zarar veriyordu. Halk belli bir
zamandan sonra artık işgal askerlerine karşı kendi tavrını ortaya koyuyor. Bir Amerikan askerine çanta ile
vuran yaşlı kadın gibi. Romanda vapur yolculuğunun bile işgalci insanlar yüzünden çekilemez olduğunu dile
getiriliyor. “Bu şarkın sefaletiydi. Ne kadar ama, ne kadar çok insan yerinden, yurdundan edilmişti. İskele
yolcularının çoğunun gözünde iklim yabancısı nebatların yadırgayışı vardı.” Tanpınar artık İstanbul’daki
durumu “Ne kadar değişik kıyafet vardı İstanbul’da! Tesbihin dizisinin koptuğunu, bu kıyafet değişikliği
kadar hiçbir şey gösteremezdi.” olarak açıklıyor. Ve son olarak “İstanbul esirdi ve hepimizi taşıyan içtimai
gemi alevler içindeydi.”
8
Saatleri Ayarlama Enstitüsü Rüyalar
-Nazlı Damla PEKÇEVİK
Kitapta rüyadan ilk defa tedavi sürecinde bahsediyor. Doktor Ramiz ,Hayri İrdal’ın rüyalarını
merak ediyor. Fakat Hayri İrdal yaradılış icabı pek rüya görmediğini ama herkes gibi az çok korkulu ve
garip sayılabilecek rüyalarının olduğunu söylüyor ve hatırasında kalan rüyalarını Doktor Ramiz’e
anlatıyor. Hayri İrdal rüyasında bir şeyler keşfedebileceğini düşünüyor. Örnek olarak Almanca bir
broşürü bir gece belki rüyasına girer de keşfeder diye yastığının altına koyuyor. Yani rüyayı keşif
olarak da görüyor. Hayri İrdal, doktora gördüğü rüyaları anlatıyor fakat doktor bunlarla tatmin
olmuyor. Hayri İrdal’ ın hastalığına daha uygun rüyalar görmesini istiyor. Hatta onu zorluyor. Doktor,
Hayri İrdal’a tedavisi için sembollerden kurtulup babasını kendi çehresiyle görmesi gerektiğini
söylüyor ve bir hafta boyunca görmesi gereken rüyaların listesini veriyor. Hayri İrdal , doktorun bu
sözlerinden sonra artık çabalamaya başlıyor. Yatmadan önce babasını düşünüyor fakat babasını hep ,
Doktor Ramiz’in söylediği semboller ile görüyordu. Bu olaylardan sonra doktorun emrini yerine
getirememek korkusuyla aniden uykudan uyanıp babasını asıl çehresiyle düşünüp uyumaya çalışıyor.
Fakat bir süre sonra kontrolü kaybedip başka türlü rüyalar görmeye başlıyor. Daha sonra Doktor Ramiz
“Dirije Rüya” isimli metodundan bahsediyor. Bu metodun amacı hastanın rüyalarını kontrol ederek
onu tedavi etmektir. Doktor bu metodu ona Hayri İrdal’ın ilham ettiğini ancak bunun yanında Hayri
İrdal’ın hiç gayret etmediğini söylüyor. Hayri İrdal bir gece rüyasında bir arslanın üzerine saldırırken
görüyor fakat arslan bir yerine dokunmadan geçiyor. Hayri İrdal küçüklük zamanlarında kahvaltı
masasında o gece görülen rüyaların anlatıldığını ve o zamanlarda arslanın adaleti temsil ettiğini
öğrendiğinden bahsediyor. Halit Ayarcı bu rüyasını doktora hevesle anlatıyor fakat doktor o arslana
kendisini yedirtmediği için bütün gayretleri mahvettiğini söylüyor. Hayri İrdal bunun üzerine bu gece
arslanı yine görmek için çabalayacağını söylüyor fakat doktor gidenin bir daha gelmeyeceğini
hatırlatıyor. Hayri İrdal Adli Tıp’ta olan son gece rüyasında Aristidi Efendi’nin laboratuvarında bir rüya
görüyor ama burasının laboratuvar mı yoksa çocukların odası mı anlamıyor. Bu rüyada büyülü şeyler
görüyor ve bir yandan sanki olacakları biliyormuş gibi “Yapmayın, bırakın” diye yalvarıyor. Daha sonra
ortaya Emine çıkıyor. Emine mahvolmuş bir halde “Kurtar beni” diyerek Hayri İrdal’a bağırıyor. Hayri
İrdal bu rüyadan korkuyla uyanıyor ve uzun bir süre bu rüyanın etkisinden çıkamıyor. Emine’yi
kaybetme korkusuna kapılıyor. Hastaneden çıkış yaptığı zaman eve giderken bile yolda rastladığı her
şeyi , herkesi bu rüyanın içine yerleşmiş havasında görüyor. Ve Emine’yi iyi gördüğü anda o rüyadan
uyandığını söylüyor. Emine hastalandığında bunu doktorlardan evvel, Adli Tıp’ta son gece gördüğü
rüyadan beri bildiğini söylüyor.
9
10
Beş Şehir ve Tanpınar’da Medeniyet Mefhumu
-Oğuzhan ALKAN
Arapçada şehir anlamına gelen ve müdun
köküne dayanan medine isminden Türkçede
türetilen bir kavramdır medeniyet. Batı
dillerinde “medeniyet” karşılığı olan
civilisation da Latincede “şehirli” anlamına
gelen civilis kelimesinden türetilmiştir.
Medeniyet mefhumunun düşünce tarihi
boyunca kazandığı anlamların ortak noktası;
şehir hayatının sosyal, siyasal, entelektüel,
kurumsal, teknik ve ekonomik alanlarda
mümkün kıldığı birikim, düzey ve fırsatları
ifade ediyor olmasıdır.
Tanpınar’ın usta bir edip olmasına karşın
eserine bu sade başlığı seçmesi bize bir
medeniyet hatırlatması yapıyor olduğunu
düşündürmeli. Tanpınar’ın “beş” ve “şehir”
kelimelerini kullanışını bir medeniyetin beş
işareti olarak okumak mümkün duruyor.
Fakat burada bir mesele ortaya çıkıyor.
Tanpınar bu kitabı niçin yazdı? Zira kitapta
Tanpınar’ın İslam temelli kurulmuş Türk
şehirlerine methiyeler düzdüğünü ve
olumladığını göz önünde bulundurmalıyız.
Bunun ne gibi bir problem doğurduğunu
anlamak için Tanpınar’ın eşzamanlı olarak bu
şehirlere ve temsil ettiklerine karşı olağanüstü
bir hınç duyan ve dengesizce ve çok hızlı
şekilde batılılaşmak uğruna bu şehirleri
kültürel yağmaya tutan politikaları hayata
geçiren partinin milletvekilliği görevini
üstlenmesini hatırlamak gerekiyor. Buradaki
sorun bu tezadın olanca ağırlığıyla ortada
durması. Oysaki böyle bir konumu elinde
tutan bir şahıstan beklenen halka Avrupa
şehirlerini anlatan bir eser kaleme almasıdır.
Fakat Tanpınar meydana çıkıp Bursa’dan,
Erzurum’dan bahis açıyor. Bu zıtlığın
Tanpınar da farkında ve bize şöyle izah
ediyor:
“Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda
kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile
yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta
birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi
kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin
kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler
benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla,
onların arkasında kendi insanımızı ve
hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan
kültürümüzü görmek daha doğru olur.”¹
Bu tavzihe binaen Tanpınar’ın tecessüm
etmiş aydın namusu olarak ifade edebiliriz
Beş Şehir’i. Yeniye karşı beslenen iştiyakın,
Batıya öykünmenin; medeniyetimizin temel
dinamiği olan (Tanpınar tanımlamasıyla
vatanın manevi çehresi olan) kültürümüzün
unutulmasından duyulan bizarlığın beyanıdır
Beş Şehir. Hayatının bütün sütunlarına
dinamit koyup imha etmek üzere maziyi,
ellerini ovuşturanların emellerine kavuştukları
günde; büyük bir yıkımı ve kültürel intiharı
Tanpınar’ın ifşa etmesidir Beş Şehir. Tanpınar
bunu şehirler üzerinden hissettirir. Çünkü “Bir
şehrin terbiyesi, daima bir medeniyetin
terbiyesi ve yaşama üslubudur.”² Mekân ile
imkânı birbiriyle bağıntısız şeyler olarak
görmez Tanpınar. Ve bunların bağlamının
hafıza olmasına soğuk yaklaşmaz. “Bilinç
demek, bellek demektir.” diyen Henri
Bergson’dan etkilenmiştir Tanpınar. Şuurun
hafızayla yadsınamaz münasebetini cemiyet
sathına da yayar. “Mazi vardır ve hatta hali,
onun arasından geleceği idare eder. Cemiyet
için mazi yani tarih, fert için hafıza gibidir.
Asıl şahsiyetin kendisidir. Hafızasını
kaybeden adam nasıl artık kendisi değilse,
cemiyet de mazisini unutursa veya bu mazi
fikrini vuzuhundan mahrum ederse, öylece
kendisi olmaktan çıkar. Bütün bu insanlar
bizden evvel bizim yaşadığımız yerlerde ve
bizim yerimizde yaşadılar. Umdular, ıstırap
çektiler, sevindiler ve bize bu günü
hazırladılar.”³
“Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman,
ayarı insandır... Bu da gösterir ki, zaman ve
mekân, insanla mevcuttur.”⁴ Şehirlerin
tahribiyle saat-mekân kırılmış, yürüyüşhareket
duraksamış ve ayar-insan çürüyüp
bozulmuştu. Öylece kendisi olmaktan çıkan
cemiyete maziyi/hafızayı hatırlatmak bir
medeniyet fikrinin gereğiydi ve Beş Şehir
yazılmıştı. Bir yaşama üslubu olan şehir
terbiyesinin farklı veçhelerden aktarılması
gerekiyordu. Zira sürekliliğin sağlanamadığı
bir ortamda bir medeniyet fikrinden
bahsetmek imkânsız hale gelirdi. Geleneeklenerek
devam edip biriken medeniyet
tecrübesinin tahatturu mevkiinde olabilecek
en kuvvetli hamle saati/mekânı yeniden
kurmak olacaktı. Beş Şehir’in sert
dönemeçler ⁵ tarihimizde kritik öneme sahip
olmasının sebebi bu hamlenin edebi bir
üslupla yapıldığı zamanın kritikliğiyle
bağlantılıdır.
Ankara ve Erzurum ile başlar Tanpınar
kitaba. Millî Mücadeleye değinir bolca.
Savaşlara değinir; sosyolojik sonuçlarına,
edebiyata etkilerine, tarihe bıraktığı notlarına,
ticari, siyasi, gündelik hayata bıraktıklarına.
Ezcümle zorluğuna değinir; bir medeniyetin
kurulması bedelen emek, insan, mekân ve
tarih ister dercesine. Medeniyetin kuruluş
aşamasına parmak basar bu kısımlarda
Tanpınar. Bazen Malazgirt’e gider, ovada
döğüşen yiğitlerle Sinan’ı, Itri’yi bağlar.
Yiğitlerin o ovadaki nal şakırtılarının nelere
gebe olduğundan haberlerinin olmadığını
söyler hafıza bağlamında yüzyılları
birleştirirken. Fakat işin bununla sınırlı
olduğu yanlış anlaşılmasına müsaade
vermeden devam eder kitaba.
Kuruluş aşamasından sonra Muhafaza ve
Yükseliş safhasına geçer Tanpınar medeniyet
basamaklarında. Konya ile yürütür adımları.
Selçuk'la başlar. Anadolu/Diyar-ı Rum’(n)un
vatanlaştırılma sürecinin zorluğuna atıf
yapar. Bozkırın tam çocuğunu tutar getirir
maziden hale ve bizimle konuşturur. Cidalleri
anlattırır ve fakat sözünü bitirir bitirmez en
büyük hamleyi vurur Mevlana’yla.
Basamakların süratle çıkılmasına geçmiştir
artık. Medeniyet mefhumu oturmaya başlar
fikir komutanlarının seferleriyle. Ve Bursa...
Osman, Orhan, Murat yeşildir; Yeşil
Camiidir artık. Zaman burada sakinler ki
insan ayarlanabilsin mekâna. Bir sükûn ve
sükûnet çelengi gibi... Muayyen bir devrin
iliklerine kadar bir Türk şehridir Bursa.
İdealize hali İstanbul’dur medeniyetimizin.
Tanpınar onu sona saklamıştır. Bir Arabistan
şehrinde bir anıyla başlar İstanbul kitapta.
İdealize olmuş medeniyetin nefes alışının
yanında nefes oluşunu nakleder. Ve artık o
kadar tamamlanmıştır ki medeniyet
basamakları, Türk muhayyilesi Türk
İstanbul’u kurmuştur gayrimüslim Avrupa’ya
karşı. Serapa bir zevktir İstanbul.
Mutasavvıflar külliyelere şairler camiilere
karışır. “Kanuni’nin tahta çıktığı senelerde
ise İstanbul Camii, han, hamam, medrese,
büyük saray, evliya türbeleri ve çeşmeleriyle
tam bir Türk şehriydi.”⁶
11
12
HİKÂYELER
ÖLÜM TEMASI
-Aleyna CEBECİOĞLU
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölüm temasını bütün kitapların ele
aldığını görüyoruz. Hikâyeler kitabını okuduğum zaman Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın ölümü en baskın şekilde işlediği hikâyesinin
“Evin Sahibi” olduğunu gözlemledim. Bu hikâyeye başlarken “bir
hastahanede bulunmuş cep defterinden” ifadesi kullanılıp ölüm
korkusu, kaybetme korkusu gibi konular ele alınmıştır.
Hikâyede, Huzur romanında karşımıza çıkan yılan metaforu
kullanılmıştır. Türk Edebiyatında yılan motifinin birçok eserde
kullanıldığı görülür. Yaşar Kemal’in “Yılanı Öldürseler” ve Fakir
Baykurt’un “Yılanların Öcü” romanlarında, Tevfik Fikret’in “Yılan
Dansı” ve Sezai Karakoç’un “Kara Yılan” şiirlerinde yılan
sembolik anlamlara sahiptir. Yılan motifi Dünya ve Türk
mitolojisinde olduğu kadar kutsal kitaplarda da geçer. Yahudi
kaynaklarında Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten
kovulmasında yılanın şeytan ile olan işbirliğinden, şeytanın şekil
değiştirip yılan kılığına girdiğinden söz edilir. Mitolojilerde ve
kutsal inançlarda olduğu gibi Tanpınar’ın “Evin Sahibi”
hikâyesinde bulunan yılan motifi farklı yorumlara müsait
olmakla birlikte, hikâye içerisindeki işlevine ve ona yüklenen
anlamlara bakıldığında, yılanın bazı yönleriyle insanoğlunun
ebedi sonu olan ölümü, ezeli düşmanı olan şeytanı, şeytanın
insana verdiği vesveseleri ve yaydığı korkuyu sembolize ettiği
görülür
Hikâyede sembolik olarak oldukça işlevsel olan
yılan soyut varlıkların somutlaşmış halidir. Ölüm
insanı oldukça derinden etkileyen bir olgudur.
İnsan hayatı ve ölümü, doğduğu veya benimsediği
kültür çerçevesinde algılar. Ölümün tesiri ile ölüm
karşısında takınılan tavırlar kültürün bir etkisi
olarak insandan insana değişir. Bu farklılığın
temelinde din gibi genel, psikoloji gibi özel
kabuller ve kişilik özellikleri vardır. Duyarlılıkları
farklı olduğundan ölüm düşüncesi her insanda
farklı, sanatkârda ise daha farklı duygu
tezahürlerine yol açar. Bir sanatkâr olarak
Tanpınar, ölüm düşüncesi karşısında endişeler
duymuş, bu endişelerini gerek edebî eserlerinde
gerekse makalelerinde dile getirmiştir. Tanıdığı
kişilerin ölümünden üzüntü duyan Tanpınar
“Ölüm korkunç şey.” der. Günlüğünün Aralık 1960
tarihli sayfasında “Neden korkuyorum?” sorusuna
“Her şeyden… Ölümden.” diye cevap verir.
13
Tanpınar Romanlarında Metinlerarası İlişkiler
Metinlerarasılık kavramı, genellikle gönderme adı altında, alıntılama, farklı edebî türlerin bir arada
kullanılması gibi pek çok tekniğin uygulanması ile karakterize olur. Bir metnin başka metinlere gönderme
yapması o metni zenginleştirir.
Tanpınar, metinlerarasılık tekniğini kullanan usta yazarlarımızdan biridir. Karakterleri ve olay örgüsüyle
bizi kendine hayran bırakan Tanpınar’ın metinlerarasılık tekniğini kullandığını üçlemesinde –Huzur,
Sahnenin Dışındakiler, Mahur Beste- görebiliyoruz.
Tanpınar romanlarında Dostoyevski, Pascal ve Nietzsche’den göndermeler bulunuyor. Özellikle “Sahnenin
Dışındakiler”de bu örneklere rastlıyoruz.
“Pascal, büyük adamdan bahsederken, sadece iki uçta birden bulunmaz, bu iki ucun ortasını da doldurur
der. Kudret Bey’i anlamak için bu cümleyi hatırlamaya muhtacız.”(Sahnenin Dışındakiler) “
Dostoyevski Sibirya’daki mahpusluk hayatından bahsederken, elinde İncil ve Tevrat’tan başka bir kitap
bulunmadığı için, düşüncenin her şeyi kendi derinliğinden çekmeye mecbur kaldığını ve bu yüzden çok
yorulduğunu söyler. Onun kadar ıstıraplı olmamakla beraber Sabiha’nın o senelerinde buna benzer bir hal
vardı.”(Sahnenin Dışındakiler)
Tanpınar’ın “Huzur” romanında ise özellikle Yahya Kemal ve Albert Sorel’dan göndermeler görüyoruz.
Tanpınar, Yahya Kemal’in İstanbul Üniversitesi’nden öğrencisidir. İkisinin ismi yıllarca birlikte anılmıştır.
Yahya Kemal’in ölümünden sonra onu anlatan “Yahya Kemal” isimli bir biyografi kitabı yayınlamıştır.
Huzur’da Nuran ve Mümtaz’ın birlikte İstanbul’u gezdiklerini görüyoruz. Bu da aslında Yahya Kemal’in,
Tanpınar’ın öğrencilik yıllarında onunla İstanbul’u gezmesine yapılmış bir göndermedir. Tanpınar ve Yahya
Kemal’den bahsettik tabii Albert Sorel’dan da bahsetmesek olmaz. Tanpınar, Yahya Kemal’in; Yahya Kemal
ise Albert Sorel’ın öğrencisidir. Huzur’da her ikisine de yapılan göndermeler görüyoruz “Hakikatte harbin
patlamak üzere olduğuna emindi. Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler sakınılmaz olur. Sorel’in bu
cümlesini, son yılların vaziyetini daima beraber konuştukları İhsan sık sık tekrarlardı.”
“Yahya Kemal’in ortalıkta dolaşan beytini hatırlayan Mümtaz:
-Kanlıca’nıın ihtiyarları arkamızda, sonbahara hazırlanıyorlar…dedi.
Nuran beyti yavaşça okudu.
Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Ve ilave etti:
- Bir insanın bir şehri böyle zaptetmesi beni hayran ediyor. Bu beyti her işittikçe hatırıma Rodin’in “Calais
Burjuvaları” geliyor.”
Huzur’da Bâkî, Nef’î, Nailî, Nâbî ve Galip’e de göndermeler görüyoruz.
-Merve Duru AKTAŞ
“Mecmualardan biri baştan aşağı çok kötü bir yazıyla kopya edilmiş bir Yunus Divanı’ydı; fakat haşiyelerde
Bâkî’den, Nef’î’den, Nâbî ve Galip’ten alınmış gazeller vardı. Sonuna doğru birkaç yaprakta muhtelif ellerle,
daülfilfilli, kakuleli, raventli birçok ilaç yazılıydı.”
14
“ Babasının yazısıyla yazılmış bir levhanın karşısında onun Ûlâ rütbesine mahsus kıyafet, nişanlarla çekilmiş
resmi asılıydı. Mümtaz ilk önce levhayı okudu:
Lutf u kerem-i Hazret-i Mevlâ ile geçtik
- 1313’de babam için Abdülhamit’e büyük bir jurnal vermişlerdi. On gece Yıldız’da mevkuf kaldı. Kurtulunca
Nailî’nin bu mısraını yazdı.”
“ Âli Paşa’nın oturduğu söylenen koltukta misafirlerine çay ikram etmesi, onlarda duvarda İbrahim Bey’in
vaktiyle Yıldız’daki on günlük mevkufiyetinin hatırası olarak yazdığı, Nailî’nin :
Lutf u kerem-i Hazret-i Mevlâ ile geçtik”
“Kadem kadem gece teşrifi Nâilî o mehin
Cihan cihan elem-i intizara değmez mi…
Nâilî’nin bu beyti, o saatlerinde Mümtaz’ın en sadık arkadaşıydı.”
“Bu madde de bir yığın âdâbın, teşrifatın, kendini herkesle bir görmek, bize garip gelecek bir hicapta şahsî
her şeyi inkâr etmek terbiyesinin altında her an gizleniyor, kayboluyordu. Mümtaz ona baktıkça Neşatî’nin:
Ettik o kadar ref-i taayyün ki Neşatî
Âyîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânız!
beytini hatırlıyordu.”
“ - Hû erenler… Eliyle selâm verdi. Sonra Galip’in beytini okudu:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen!”
Ayrıca Tanpınar Huzur’da “Mahur Beste” ve “Itrî’ye de göndermeler yapmıştır.
“Nihayet aşk da ölüm gibi, insan hayatının belli başlı merhalelerinden biriydi. Yolda Mümtaz’ın düşüncesi ile
Mahur Beste’yi mırıldanıyordu:
Gittin amma ki kodun hasret ile cânı bile…”
“Oldu olacak bir de Mahur Beste’yi lutfetseniz?
Tevfik Bey homurdandı:
- Mahur Beste mi?.. Mümtaz’a alayla baktı! Pekâlâ… ama yavaş sesle… Ve hakikaten yavaştan makamı aradı,
sonra sesi birden havalandı.
Gittin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile…
15
“Hayır, bu başka şeydi, burada Itrî’nin ihtişamı yoktu; demin hepsi beraber aynı şeyi
düşünüyorlardı. Şimdi herkes bir kayalıkta oyulmuş taş hücrelerde, birbirinden ayrı
mahpustular. İhsan:
- Itrî çok maşerî, diye düşündü. Fakat bu da çok güzel, bir müddet sustu; hep aynı uzlet
içinde mahpus olduğunu hissediyordu:
- Bazı şeylerin havasından çıkmak güç oluyor, dedi.”
Tanpınar çok fazla benzetme yaptığının, göndermeler ile her şeyi bir şeye benzettiğinin
farkındadır. Hatta bunu Huzur romanında Suat tarafından alaya bile alıyor.
Suat onun yüzüne hüzünle baktı:
- Şeytan olsam, senin içinden konuşurdum. Beni göremezdin.
- Ama, diye Mümtaz söze başladı. Bilir misin ki, seni gördüğüme çok memnun oldum.
Hatta sevindim. Sonra tekrar onun yüzüne korka korka baktı.
- Ne kadar güzelleşmişsin! Hem çok, çok güzel olmuşsun…Bu hüzün sana yakışıyor. Bilir
misin neye benziyorsun? Boticelli’nin meleklerine… Hani o Passion’da İsa’ya üç çiviyi
verene…
Suat sözünü kesti:
- Bırak bu mânasız benzetmeleri… Bir şeyi öbürüne benzetmeden konuşamaz mısın? Bu
fena huylar yüzünden işleri ne kadar karıştırdığınızı hâlâ anlamadınız mı?”
16
TANPINAR'DA ESKİ-YENİ
ÇATIŞMASI
-Yağmur MERİÇ
Saatleri Ayarlama Enstitüsü başlı başına bir Osmanlı dönemi. İrdal'ın Ayarcı ile tanışmasından
öncesi Tanzimat öncesi, tanışmasından sonrası Tanzimat sonrası dönemdir. "Yıkılan binaların
yerine yapılan apartmanları görünce insan teselli buluyor. Bu gidişle birkaç yıl içinde modern bir
mahalle kurulacak." Apartmanlar geçmişte modernizmin bir sembolüydü. Batının binalarıydı onlar.
Osmanlı görkemli konaklarına sahipti. Fakat yanlış batılılaşma ile konaklanımız yıkıldı ve
günümüzde birçoğumuzun "beton yığınları" olarak isimlendirdiğimiz apartmanlar yapıldı.
Batılılaşma çevremiz kadar geleneklerimizi, özümüzü de değiştirdi. Türk aile yapısının temelinde
kalabalık aileler olarak yaşamak vardır. Romanda Abdülselam Bey çocukları ve damatları ile
beraber kalabalık bir aile olarak yaşıyorlardı ancak "Abdülselam Bey'in konağı Meşrutiyet'in ilanına
kadar bu şekilde devam etti." herkes yavaş yavaş konağı terk etmeye başladı. Batılılaşma hayata
bakış açımızı perdeledi. Modernizm ile belki de pembe gözlükler ile bakar olduk yaşama. "Modern
hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder." Hayatımızın tek ve temel gerçeği olan ölümü
yabancılaştırdı bize yanlış batılılaşma. Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde en temel öz ve
hakiki sanatımızı canlandırmıştı aslında. Hacivat ve Karagöz. Romanda sık sık İrdal ve Ayarcı
birbirlerini yanlış anlıyorlar yahut dinlemiyorlar. Bu nedenle tıpkı bu gölge oyunundaki gibi
durumlar yaşanıyor. Tanpınar Türklük benliğini yitirmemişti hiçbir zaman. Bir alt metindi bu onun
için. Tanpınar'ın "mazi" kavramı ile yoğun bir ilişkisi vardı. Mücevherlerin Sırrı yazısında
"Hafızasını kaybeden adam nasıl artık kendisi değilse, cemiyet de mazisini unutursa veya bu mazi
fikrini vuzuhundan mahrum ederse öylece kendisi olmaktan vazgeçer." demiştir. Biz kendi
mazimizde bizdik. Tanpınar'ın karakterleri de eski ve yeni arasında bocalar. Tam olarak bulamazlar
benliklerini, ait hissedemezler kendilerini bir tarafa. Huzurda İhsan, Saatleri Ayarlama
Enstitüsünde Hayri. Tarafını bulmaya çok yaklaşmıştır Mahur Beste'nin Behçet Bey'i ve Sabri
Hoca'sı. İkisi arasında şu ifadeler geçer: "Bize lazım gelen gömlek değiştirmek değil, içten
değişmektir. Bütün cemiyet hayatı zihniyet etrafında döner. İnsanı yeni baştan, yeni esaslarla
kurmamız lazım." "Bir zihniyet ya tam değişir ya da değişmez, gerisi dışta kalır." Dışta kalanlardı
Tanpınar'ın karakterleri. Beş Şehir romanı bizim memleketimizin bir çatışmada olamayacağın
simgelerdi özünde. Çünkü şehirler tarihe atıfta bulunarak aktarılmıştır. Başta Ankara gelir.
Ankara'yı anlatırken "ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak olur.", "belki milli mücadele
yıllarının bıraktığı bir tesirdir." der. Başkentimizi mazimizle niteler. Lakin Beş Şehirde de eski ve
yeni çatışmasından alıkoyamaz kalemini Tanpınar. "Bursa ve İstanbul eskiler için Mekke ve Medine
kadar mübarek şehirlerdir." der. Birçok şey gibi şehirler de anlamını yitirdi bizim için. Yalnızca bir
isim olarak kaldı yeni milletimiz için. "Saraçhane, Okçular, Sedefçiler, Çadırcılar gibi titiz el
işleriyle gündelik eşyaya bir sanat çeşnisi veren birçok küçük sanatın hususi çarşı ve atölyeleriydi.
Bizler sanat bahçelerini belki de isimlerine dahi bakmadığımız semtlere dönüştürdük. Huzurda
"Her şeyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu tarih içinde kendi kokusuydu." Belki de her şeyin biz
olduğu hayatın kokusunu biz batı rüyası ile gölgeledik. Huzur romanında Bezirgan Başı türküsünü
söyleyerek oyun oynayan çocukları görüyor. Bunu istinaden "İşte devam etmesi gereken bu
türküdür. Her şey değişebilir hatta kendi irademizle değiştiririz" der. Burada can alıcı ifade
"değişim". Biz değişimin içinde olmamalıydık. Yenileşmeliydik.
17
TANPINAR'IN
İZİNDEN...
18
BAHÇEMDEKİ
YAKUT ŞARABI
-Ertuğrul ŞAFAK
Kanunsuz bahçeme bahar gelmiş,
Ben onu düşlüyorum.
Nedimelerin dudağından geçebilecek bir şarap ancak.
Şeb-i Arûs’uma varacağım…
Karanfilim beş yapraklı yakut,
Yapraklarına cemre düşmüş, mey damlıyor.
İçebilene aşk olsun!
Rab üfürdükçe sağa sola
Karanfilim, vaşağın kürkü gibi.
Sarhoş ediyor beni,
Divaneyim.
Nisan ayında kalsa idi kahrolurdu bu bahar,
Adını sayıklamakla sevdalandım ben sana yâr!
Karanfilin kokusu ile kalsa idi bu bağlar,
Simurg’un yuvasında feryâd ederdi yorgun baytar.
Şemsimi arıyorum efsuncu bana yâr ol!
Gerekirse, bir çift gözüm var.
Çoban olurum akıt onları, yeter ki bulayım.
Pisliklerin içinden doğan masumiyette cân buldum.
Mûsikîsi deryadan, kusursuzluğu Hakk’tan…
Güzelliğin;
Simyacılara dahi intiharın isteğini veriyor.
Yusuf için elini kesenden ne farkı var idi bunun?
Simurg’un gözyaşından doğdun,
Senin yapraklarında ölüm ve diriliş.
Yeniden doğuşu bilmek ölümü mânâsızlaştırıyor.
Hiçliği ise bir türlü açıklayamıyorum…
Bunun için sen varsın ya!
“Karanfil, erdemlerinle beni yeniden yaşat.”
Ey yaradılandan medet uman ben
Çirkinliği, kusursuzlukla mı örtüyorsun?
Ne senin suçun çirkinlik,
Ne karanfilin suçu lekesizlik.
Kokun; Ayyaşları rayiha ediyor.
Kıskanmakta seni güller, sümbüller…
Dikenin yok bülbüllere batacak.
Hüsnüyusufsun,
Nûr inmiş kanatlarına.
Rab yaratırken cihanın renkleri ile yetinmemiş.
“Ben çöp gibiyim, kehribarsın bana sen!”
Ben bir mümin, sen ise bahçemdeki yakut şarabı. Ben
kuru bir vaveylayım, sen bana sükûnet.
Ben düşlerimde seni seviyorum, Düşleyebileceğimden
bile yakınsın bana sen. Yüzünü görebiliyorum,
Suyun akıntılı yansımasında berrak gibisin.
Kokunu alabiliyorum,
Karanfil değil tütün kokuyorsun, cife…
Oysaki nevruzdan beri yakut şarabım sendin.
Açana ve yakınına gelene kadardı her şey
19
Tanrı Ağacı
-Ayşenur ÇAKMAK
Bir ses işittim. Sokağın sesini. O boş odanın, insanlardan uzak boş dükkanların yankısı ve hiçliğin onu
seyredişi.
“Ah o hiçliğin başıboşluğa karşı ümitlenişi…” Diyerek bir nefes verdim.
Bir varlığın yalnızlığını arzularken böylesine eksikliğini hissetmek niye? Alnımda ferahlığa filizlenecek bu
varlığın arayışı kör fitili ateşliyor. Yükselen ateşe karşı buz tutup soğuk yangına çevirmeden, beni çığırtkan
ötmeyen bir kuşun varlığına kim inandırabilirdi. Bulutlar tüter, gökyüzü onları eritir karanlığı sulardı bu
vakit
Arnavut kaldırımlarında açan kırılmışlıklarda esiyordu rüzgar. Ardından saçlarım arasında dolanıyor,
okşuyor, beni gördüğünü söylüyordu. Çünkü gözlerde hissizdim, ben geçmeyince yanardı sokak lambaları.
O estikçe sızlardı kanamayan yaralarım. Kaldırım tenimden sızan kızıl ağaç kavuruyor vücudumu. İnce
dallar vücuduma sarmaşık beni bu ana adeta düğümlüyordu. Huzurun ateşi yükseliyor ve onunla güne
batıyorum. Fakat kimin huzuru. Mezarım başında zikreden kalem yoksa bu boş sessizlik niye? Kim beni bu
hayattan Hayatsal’a bağlar
Soğuk yangının külleri gökyüzünde süzülüyor. Dükkanın yansıyan camından seyrederim onları. Cama
olan bakışlarımın buğusu, karşımdaki tanınamamazlık, kendi gözlerimde dahi yanan ateşin körlüğü var.
Camda adını bilmediğim şarkıları öten kuşları seyretmek ne acı! Onların da tutunacak limanı yok. Güneş’in
denizde yansımaması absürt bir komedya değil mi? Hayır, deniziden korkmuyorum. Denize
yapabileceklerimden korkuyorum. Bu normalliklere karşın bir sıra dışılık ilişti gözüme. Gökyüzüne kim
tohum serpmişti. Bu tohum nasıl olur anlımda bir ferahlığa açabilmişti. Dalları gökyüzüne sarmaş dolaş
yukarı hayatın kökleri baş aşağı bana bakıyor. Bulutlar bu köklere akıyor ve sulanıyordu gözlerim. Zaman,
bu Ahlat’ın köklerinde atıyordu. Köklerinden doğru korkunç tondan kızıla dönen dallarda beyaz
yaprakların buyur edişine erişiyorum. Peki mezarım başında bu ağaç niçin bu kadar sessiz zikrederdi?
Usul usul yangınlarım dışıma akan göz yaşlarımın şaşkınlığıyla kayboluyordu. Süzülen kuşlar niçin
sokulmazdı yaprakların ardına. Bilmezler mi ona alınan her nefesle içinde pamuk açar. Böylesine geçip
gidişleri niye? Onun eksikliği mahvederdi.
“Güzel kuş, güzel ağaca hiç konmaz mi!” Bir nefes aldım.
Nolur bir tanecik kuş sokuluverse de beni mahvolmaktan kurtarsa. Bir serap mi görüyorum ne. Yoksa
buluttan mı bu ağaç, saklı cennetin hülyası mı tüm bunlar. Artık nasır tutmuş yaprakları ve yalnızlığın
dalları Kuş’u hayal ederek yaşıyor. Oysa yalnız değil, sende eksiktin. Ben gökyüzünü seyrederken
yeryüzüne uzanırdın. Ağaç gibi kalbinden solmaya başlar insan ve sonradan dökülür en ücra köşesindeki
yaprakları. Fakat o güz vakti solan bir ağaca nazaran solmamış, kurumuştu. Hissediyorum, zaman bu
ağacın köklerinde atıyordu.
Baş ucundan bir kuş geçiyor ve bakıyordu Güneş’e. Acıyor bakışları. Çünkü ondan büyüktür Güneş,
bilinmezliğe karşı duyulan sevgiyle korkar ondan. Dönüşler mi nafiledir yoksa ümitler mi günah, gelmez.
Elinde avucunda bir buğulu yaprakları kalır.
Sil baştan alevlenen bu ağrıyı alevden bir kuşun ona yaklaşması ile teselli ettim. Umudum güne batıyordu.
Sabahın sararmış dişleri sırıtıyor. Çaresizliğim nafile akar, belki vakit öldürürdü. Bekledim. Bir kulun
mucizesini beklediği gibi bekledim. Kuş o saçları okşayacak ve o dalları ferahlatacaktı. Kül yaklaştıkça ben
daha da çok soluklanıyor, soğuk yangını velüt bir nimetin aracısında hissediyordum. Yapraklar ona dönük,
buyur ediyordu. Bir çırpınış. Bekleyiş. Tüten kaos. Tufanlar. Ve dalın Kul’a zikri. Soğuktan silkinen kuş. Bir
diğer uçta sönmüş bir kül parçasının yeryüzüne dalışı. Ağacın dalları dökülüyor, sanırım kuruyordu.
Kollarımda bir ürperti, silkindim. Ardımda yanan yapraklar ve dallar, onun ardında uçuşan sinekler. Ve
körükleyen usul çocuklar. Gökyüzünde ise erkenden eriyen bir bulut. Sanrı Ağacı. Cadde şimdi
kalabalıklaşıyor ve sokak lambaları bu kalabalığı ağırlıyordu.
20
Ne takvimler kaldı bahardan geriye
Ne de zambakların benekli yüzü, Henriette.
Bu bir intihar çığlığı, duyuyor musun?
Hançerlerden damlıyor usul usul kan.
Ey ruhsal masalların tutkulu prensesi
Duvarlarıma vuruyor bugün senin ışığın.
Henriette, tekrardan görüşmek üzere…
Karanfiller kokuna hasret solacak!
İnancımı kaybetmedim ama deliriyorum.
H E N R İ E T T E
Karlı bir gecenin sabahında ölümü hissediyorum.
Bir dokunuşuna muhtacım anlıyor musun?
“Kanadı kırık kuş merhamet ister”
-Ertuğrul ŞAFAK
Zehirli sarmaşıklara bürünmüş ışınların
Dalgalarım sana varıyor, kumdan bedenine
Taştan setler örme, yalvarırım Henriette
Güneşin doğuşunda ciğerim bütünleşiyor.
Akşamında ağladı nedimeler, kayınlar altında
Melekler tutuştu onun kuşkusuz nefretiyle
Çobanların masum gözleri saçıldı etrafa
Ve işte o gün karanfiller yeniden doğdu
Düşsel imgelerin, fani gerçekliğini,
Henriette, beşiğinde büyüt tüm hayallerimi.
Şelalelerden dökülen turkuaz bedenler
Bendenler akıp gittiler, çürüdü cesetler.
Mırıldanır ağaçlar, vadiler, ufuklar…
Islıkları şeytanın, tiz ve çığırtıcı
Irmaklar ızdıraba akar, ağır ağır
Ellerin Henriette, ellerin bir çeşit yaratıcı
Eser rüzgârlar, paslı baltalar arasından
Ve beni besleyen imgeler ölüm orucunda
Uçabilir tohumlar kızıldan sislerin içinden
Ve Henriette’in gözü yaşlı bir sevgilisi yok.
Ne takvimler kaldı bahardan geriye
Ne de zambakların benekli yüzü, Henriette.
Bu bir intihar çığlığı, duyuyor musun?
Hançerlerden damlıyor usul usul kan.
21
OKURKEN
YAŞAMAK
-Minenur MUZAÇ
Işınlanma mümkün müdür? Bilim insanlarının dediğine
göre ışınlanma olayı mümkün değildir. Mümkün olsa
insanlar üzerinde olumsuz etkiler bırakabilir. Ama bir
tür ışınlanma var ki işte o mümkün. Hatta bir yer ve
zaman kavramı da gerekmiyor. Bunlar edebiyatla
mümkün. Edebiyat bizi şairin hayal gücüne dahası
evine, sosyal yaşamına, düşüncelerine, çocuklarıyla
arasında geçen konuşmalara, eşiyle olan kavgalarına
kadar birçok şeye ulaştırıp buna ışınlanma havası
katıyor. Ve bunlara yalnızca ışınlanarak kalmıyor onlar
gibi davranıp, onlar gibi düşünüp, onlar gibi yazıp,
onlar gibi hayal kurup, onlar gibi konuşmaya
başlıyoruz. Anlayacağınız hepimiz birer roman
kahramanı olup çıkıyoruz. Ekleyecek olursak bu sayede
tarihte olan olaylara, kesitlere, ışınlanıp krallarla,
padişahlarla birlikte savaşlara katılıp onlar gibi
yaşamaya başlıyoruz. Edebiyat bizim çoğu şeye kolay
bir biçimde gitmemizi sağlıyor. Zihin olarak
ışınlanmayı sunuyor. Ve bu ışınlanma olayı sayesinde
çoğu olay ve yere kolay bir biçimde gitmemizi sağlıyor.
Ve bu ışınlanma olayı istediğimiz çoğu yerde acısız bir
biçimde bizi normal bir ışınlanmanın götüremeyeceği
zihinler ve düşünceler gibi yerlere götürüyor. Mutsuz
bir günde, bulunmak istemediğimiz bir yerde şairin
hayal gücüne, dilinin tatlılığına ışınlanmamızı sağlıyor.
Işınlanma bu kadar basit. Peki sizce ışınlanma bu kadar
basit mi?
22
ELMANIN SUÇU
-Nihal DİLEKÇİ
İyilikler, kötülükler, cennet ve cehennem...
Kimin suçu, bu gerçek olduğu kabul edilen evrenler?
İnsan nefsi hep mi ağır basar?
Sonunda başkalarını da yakmak varsa.
Hayır, bu hikayede suçsuz diye bir şey yok.
Elbette suçludan bol bir şey de yok.
Adem değil, Havva değil o zaman suçlu kimdir?
Derine inilince anlanır ki suçlu çok basittir.
Kimin suçu bu kırmızı noktalar?
Kimin suçu bu delik deşik topraklar?
Kimin suçu bu ağlayan çocuklar?
Kimin suçu bu yüzdeki ağır boyalar?
Tüm suç elmanındır!
Kırmızının kaynağı, toprakların yarası...
Evet, elma bunu da yaptı
Evet, hepsi elmanın suçu!
23
Borsalino Şapkalı Adam
-Ertuğrul ŞAFAK
Borsalino şapkasına bir karanfil taktı ve dışarıda
koşuşturan adamları seyretti sessizce. Güneş iyice tepeye
çıkıncaya kadar oradaydı. Dışarı çıkmanın asıl zamanı idi.
İşlerine gidip gelenler ortadan kaybolup, Ada’nın
detaylarında kaybolan adamlara kaldı çarşı. Kırık
mermerler ile dolu merdivenlerden indi adam. Paspal
pantol, Borsalino şapka, yırtılmış bir ceket… Ha bir de
karanfil. Apartman girişindeki kirli tozlu aynaya baktı ve
bir kez daha küfretti yöneticiye “Aylık yüz lirayı ne diye
veriyoruz ki biz ***”. Neyse işte çekti kapıyı adımını attı
Menekşe Sokağa. Atar atmaz çıkardı kibrit paketini,
çıkarır ya! Yaktı sigarasını ve yürüdü Ada Kahvecisine.
Yolda giderken bir çocuk sordu “Amca şapkadaki o
kırmızı çiçek neye?” Borsalino şapkalı ise dedi ki “gelip
geçenler diyecek merhaba! Merhaba ey güzel çiçek”
Çocuk bunu anlamadı elbet ne de olsa ne solcu idi ya da
solu bilirdi. Her ne ise neredeyse varıyordu kahveciye
ağzında ise İsmet Özel’in “ama bana şimdi gerçekten zor
gelen şey/bir grevin çocuklara kazınmış izlerini
hatırlamak/sözlerimi etime bastırıyorum” dizeleri ile.
Oturdu ve çayını içti, ince belli, lale desenli ve altın rengi
işlemeli bir bardakta. Sigaradan kokan parmakları için
Borsalino şapkasındaki karanfili alıp parmaklarında ezdi
ezdi ve ezdi. Birkaç saat oturduktan sonra çarşı iyice
kalabalıklaşmaya başlamıştı, yemek arası idi herhalde.
Şimdiki istikameti Orwell’in deyimi ile deliler mekânı
olan sahhaflardan biriydi. Yolda yürürken karşılaştı Fevzi
Ağabey ile aynı yere gidiyorlardı. Fevzi Ağabeyin ağzı her
gün ayrı laf yapar ve susmak bilmezdi. Ne kadar değişirse
değişsin ortak bir lafı vardı “Ben gençliğime yazık ettim,
çok pişmanım, çok pişmanım…” ağzı laf yaparken elinde
de hep bir sigara olurdu. Sönmeyecek kadar sıklıkla içer,
kalan külleri savuştururdu. Hep sormak istedi ama
cesaret edemedi “Ağabey ne yaptın da bu kadar
pişmansın?”. Bu seferde soramadı, Fevzi Ağabey
mükemmel bir konuşmacıydı ama bir sorunu vardı
konuşurken ne kadar sakin başlarsa konuşmanın
sonunda o kadar yükselmiş ve sinirli oluyordu. Bundan
dolayı bazı insanları kırdığı da oluyordu belki de bu
yüzden cesaret edemedi Borsalino şapkalı.
Sahhafa vardılar içeride sahhafın sahibi Kadir Ağabey,
Ada’daki lakabı ile Komünist Şaban ve Kadir Ağabeyin iki
çırağı Kaan ve Şafak vardı. Selam verip girdik soldaki
ahşap masanın üzerinde internete kitap yükleyen çıraklar
ilk başta selamımı aldılar, sonra da diğerleri. Arkadaki
mermer masada muhabbet ediyorlardı Şaban ve Kadir
ağabey yanlarına katıldık. Şafak hemen bize çay getirdi
Fevzi ağabeyin çokça şeker kullandığını bildiğinden küp
şeker kutusu ve bir de çay kaşığı getirdi sonra da işine
devam etti. Şaban ağabeyin kafasında bir bere, uzatılmış
komünist bıyığı, kareli ceketi ve keten pantolonu ile belli
ediyordu kendini az çok. Uzun ve hararetli bir tartışma
başladı o zaman konusu pek çok kez değişen bir tartışma.
Fevzi ağabey biraz sakinleşmek için çırakların yanına gitti
muhabbete. Kaan, Şafak’tan üç yaş büyük ve bir kitap
yazıyor ve bunun araştırmasını yapıyordu. Bu yüzden
Fevzi ağabeyin muhabbeti ile uğraşmak istemeyip “Fevzi
ağabey biliyor musun Şafak’ta şiir yazıyor biraz ona bu
konu hakkında konuşsana” deyip çalışmasına odaklandı
Fevzi ağabey “Şiir sanatın en üstüdür” diye başladı uzun
konuşmasına Şafak bu sırada hem işini yapıyor hem de
Fevzi ağabeyin beğendiği sözlerini not ediyordu. Bazı
sözler şöyle idi “İçeriye girdim kendimi dışarıda bıraktım,
Şairlere cinlenmiş derler, kalemlerin sesini kalemler siler
ancak, erkekler kadınlarda cemale/kadınlar erkeklerde
kemale âşık olur, içimizdeki ruh Tanrı’nın bir
üflemesidir…” Borsalino Şapkalı Adam’ın kalkma vakti
gelmişti artık. Hepsi ile vedalaşıp göğü delemeyen adam
olduğu apartmanına geri döndü. Üzerini değiştirmeden
çarşıyı gören penceresinin yanına geçti, yanına kahvesini
aldı. Borsalino şapkasına bir karanfil taktı ve dışarıda
koşuşturan adamları seyretti sessizce.
24
TANPINAR’LA YİTİK
ZAMAN
DÜŞLERİNDE
Leyla YILDIZ
“Bir Sümer rahibi gibi muhayyilem hep
yıldızlarla meşguldü. Sırrın içinde gezerdim.”
Ahmet Hamdi Tanpınar
Bir medeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamak
Tanpınar’ı okurken “zengin bir suda yıkanmanın hazzı.”nı duyarız. Bir şelalenin altından
güneşte parıldayan suyun som zerreciklerine bulanarak hülyalı bir zaman diliminden
geçiyormuşçasına veya “çiçeklerle dolu bir sandal”ın masmavi akışındaymışçasına bir hisse kapılırız
Tanpınar’ın satırlarında. Kelimeler ki onun satırlarında ayrı ayrı renklerde kıymetli taşlar gibi kendi
parıltılarını gösterir.
Eski bir şapkadan ya da ayakkabıdan sahibinin bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki
aksaklıkları, hatta ıstıraplarının çeşidini görme kabiliyeti olan Tanpınar, “ağaçta kuş sesini” duyan,
“suda aydınlık” gören adamdır.
Tanpınar’ı okumak, “bir medeniyeti kendine ait bir macera gibi” yaşamaktır. “Medeniyet bir
bütündür.” Diyor Yaşadığım Gibi’de. Müessesleri ve kıymet hükümleriyle beraber inkişaf eder.”
Tanpınar, medeniyete sadece maddî ve mânevî üstün nitelikler, üstün değerler olarak bakmaz;
medeniyetin her zerresine bir estetik problem olarak bakar; estetik, sanat, felsefe problemi…
Tanpınar’ın eserlerinde masalsı geçişler vardır. Tıpkı masallarda olduğu gibi hiç solmayan güller
arasında, berrak havuzların başında bülbül sesleri, gül ve yasemin kokuları, serin su şıkırtıları içinde
geçer zaman. Saat sesleri şadırvandaki su seslerine karışır. Onun insicamlı cümlelerinde Herat tezhipli
büyük kitap cildi, mosmor bir bulut parçasına dönüşür ve bir ağacın kökü bu kitap cildinin tezhipleri
arasında güneşe çıkar.
25
“ Bu ağacın kökü, orada, ufukta ince bir Herat cildinin tezhipleri arasında kıpkırmızı kavsi, bu altın
oyunlarını gittikçe daha derin şekilde aydınlatan, her an eritip yeniden kendi fantezisine göre
güneşteydi.” (Huzur, s.116)
Çöken bir imparatorluğun son demleri… Güneş ufukta kızıldan kızıla bürünürken Şark
medeniyeti, son cengini veriyor, kendine yabancılaşıyor. Bize ait olanların reddedildiği, inkâr ve talan
edildiği süreçte eskinin sönmekte olan güzelliğinden, içi sızlaya sızlaya son badesini içiyor Tanpınar.
“Mezarlığın ortadan kalkması, o canım yazılı, işlenmiş taşların; musluk taşı, ayna taşa, radyatör
rafı gibi şeyler olması da beni o kadar üzmüyor.” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 58)
İnsan nasıl üzülmezdi ki… Boğaz’da küçük camili, bodur minareli sevimli köyler nasıl da
siliniyordu birer birer. Lüleleri bile insana serinlik duygusu veren, ferahlık şerbeti sunan, ayna taşları
kırık çeşmelerin suyu artık akmıyordu. Artık ahşap tekkelerin avlusunda keçiler otluyordu. İskele
kahveleri şimdilerde ahir çayını mı demliyordu?
İnsan nasıl üzülmezdi ki… Büyük büyük çınarlar; davullu, zurnalı pehlivan güreşlerinin izleriyle
dolu boş meydanlar etrafa hüzün eliyordu. Gün batımında ateşten kavisler çizen ışığın panjursuz
pencerelerde hareli bir kumaş gibi dokunduğu ve son ışık oyunlarını gerçekleştirdiği bu yalıların belki
de hepsi, tek tek modern apartmanlara dönüşecekti. Nasıl üzülmezdi insan? İçinde kaynayan bir ironi
vardı; dışa vurmak için sabırsızlanan:
“Bu gidişle birkaç yıl içinde modern mahalle kurulacak! Ben artık modern adamı, modern
mimariyi, modern konforu seviyorum.” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 58)
Modernleşirken şehirden eksile eksile ölen geniş mezarlıklar… “Şehrin ortasında bir mezarlık
eksik diye bu yaşımda oturup ağlayacak değilim herhalde.” Diye devam ediyordu ironiye.
“Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder. Hem ne oluyor kuzum, kendi
hayatımızı mı yaşayacağız yoksa ölüleri mi bekleyeceğiz?” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 58)
Yitip gitmekte olan bu sanat eserlerine, bu geçmiş günlerin muhayyel hatırasına hayranlıkla
bakarken bir taraftan da kendi mazisini seyrediyordu. Bu öyle bir hatıraydı ki, hafızasını kaybeden
adamın hem bağrında saplı bir hançer hem de ömrünün son altın bahçesiydi.
“Hafızasını kaybeden adam nasıl artık kendisi değilse, cemiyet de mazisini unutursa veya bu
mazi fikrini vuzuhundan mahrum ederse, öylece kendisi olmaktan çıkar.” (Mücevherlerin Sırrı, s. 239)
26
Kolektif kaderin ölçüsü mûsîki
Mûsîki, resim, hat, mimari gibi bütün estetik ve kültür birikimlerini Huzur’a boşaltan Tanpınar’a
göre mûsîki kolektif kaderin ölçüsüdür. Unutulma ihtimali olmayan eski mûsîkide, insan ruhunun en
saf ve diriltici kaynaklarından birini buluyordu.
“Bizim mûsîkimiz kendi içinde değişene kadar hayat karşısında vaziyetimiz değişmez. Çünkü
onu unutma ihtimali yok.” (Huzur, s. 138)
Zengin yaşam hikâyeleri miğferinde, yaşadığı dönemin sorunlarına kendi perspektifinden
bakan Tanpınar düşünüyordu. Modernleşirken değişen hüviyet üzerinde, kimlik bunalımı üzerinde
düşünüyordu. Nesilden nesle cemiyetimizin başkalaşan iç ve dış manzarası üzerinde düşünüyordu.
Medeniyet iflası üzerinde düşünüyordu. İnsanın yeniden tesisi elzemdir:
“Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflası nedir, bilir misin? Dedi. İnsan bozulur, insan kalmaz;
bir medeniyet insanı yapan manevi kıymetler man zumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin
büyüklüğünü? (…) Bütün cemiyet hayatı zihniyet etrafında döner, insanı yeni baştan, yeni esaslarla
kurmamız lazım; yeni kıymetlerle yaşa yan bir insan. Hâlbuki bu imkânsız…” (Mahur Beste, s. 91)
Çağdaşlaşma sürecinde her şey bitebilirdi, her şey değişebilirdi, hatta kendi elimize
değiştirebilirdik fakat kültürümüz devam etmeliydi. Huzur romanında, adeta mukavvadan
zannedilecek iki katlı, fakir bir evin penceresinden tango sesleri yükseliyor; derken sokakta barut fıçısı
üzerinde oynayan, toza bulanmış kız çocuklarının türküsü işitiliyor. Mümtaz dinliyor türküyü:
“Aç kapıyı bezirgânbaşı, bezirgânbaşı,
Kapı hakkı ne verirsin? Ne verirsin?” (Huzur, s. 20)
Çocukluğunda Anadolu’yu dolaşırken bilinçaltında ve hafızasında derin izler bırakan türküler…
Bir zamanlar Hekimoğlu Ali Paşa’nın konağı bulunan bir mahallede, bu hayat döküntüsü evler, bu
fakir kıyafet, fetih günlerinden kalan bu türkü ona garip düşünceler veriyordu.
“Devam etmesi lazım gelen, işte bu türküdür, çocuklarımızın bu türküyü söyleyerek, bu oyunu
oynayarak büyümesi; ne Hekimoğlu Ali Paşa’nın kendisi ne konağı hatta ne mahallesi… Her şey
değişebilir, hatta kendi irademizle değiştiririz. Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim
damgamızı basan şeylerdir.” (Huzur, s. 21)
27
Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz?
Değişim ve dönüşüm rüzgârları estikçe gagasından efsanevî sesler çıkaran, bine yakın eseriyle
devrin mûsîkârı Dede Efendi’nin nağmelerinden kuğunun son şarkısı Şeyh Galip’in mısralarına… Zekai
Dede’den, Tanburi Cemil Bey’den, Hacı Arif Bey’in bestelerine… Yahya Kemal’in ifadesiyle “öz
mûsikîmizin pîri” olan Itrî’nin Naatı’ndan Abdülkadir-i Merâgî’nin segâhkârına ve Talat Bey’in Mahur
Bestesi’ne dek ruh iklimlerini yaratanların mistik ilham sofrasında ağırlanmaktan müthiş bir haz
duyuyordu Tanpınar. Fakat ne kadar tanıyorduk onları? Gittikçe kendi öz mûsikîmize
yabancılaşıyorduk.
“Hangimiz bir Itri’yi, bir Dede Efendi’yi, bir Şâkir Ağa’yı, bir Eyyübi Bekir Ağa’yı, bir Hafız Post’u,
bir Derunî Mehmet Efendi’yi biliyor ve tanıyoruz? Hatta bu sanatkârların eserlerinin çoğu kaybolmuş
olduğu gibi mevcutların nasıl okunacağını ve çalınacağını bilmiyoruz. Onlar henüz keşfedilmemiş
yıldızlar gibi kendi semalarında ve yarattıkları güzelliklerin şaşaası içinde münzevi fakat emsalsiz
parlıyorlar. Biz ise tahakkuku milletimize nasip olmuş bu mükemmeliyetlerden habersiz ve onlara
yabancıyız.”( Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 94)
Onlar ki bir kile buğdayın içinde tek bir tane olarak yaşamayı seven insanlar değil miydi? Onlar
ki hiçbir azdırıcı ile kendilerini çıldırtmadan, saf bir idealin etrafında, sanatlarını, büyük bütünde
kaybolmanın tek yolu tanımamışlar mıydı? Klasik Türk mûsikîsinin yüksek sanat gücüne tereddütsüz
teslim oluyordu Tanpınar.
“Mümtaz o arada Nuran’dan bir daha ve Dede’nin sultanîyegâh bestesi ile Talat Bey’in Mahur
Bestesini dinledi.” (Huzur, s. 129)
Neyin rüzgârı esiyordu Yenikapı Mevlevihânesinde. “Bu bir nevi rüya idi.” Dede’nin Ferahfeza
Âyininde üflenen ney, yapıcı ve yıkıcı hilkatin sırrı olmuştu. Mesnevi’den ilhamla diyordu ki: “Ney’in
biricik sırrı hasrettir.” Ve soruyordu:
“Niçin ruhî hayatımızın büyük kısmını bu hasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı
mı arıyoruz? Maddenin sükûnunun peşinde miyiz? Yoksa zamanın çocuğu, onun potasında pişmiş bir
terkip ve onun mazlumu olduğumuz için geçen ve kaybolan tarafımıza mı ağlıyoruz? Hakikaten bir
kemalin arkasından mı gidiyoruz? Yoksa zalim zaman nizamından mı şikâyet ediyoruz?” (Huzur, s.
267)
Evet, “Ruh ayrılmaya çabaladığı âlemini bir türlü bırakamıyordu.” Bu hasreti en çok konuşturan
sanat ise mûsîkiden başkası değildi. Ve ney bunun en belagatli aleti. “Çünkü mûsîki zamanın üzerinde
çalışıyordu. Çünkü mûsîki, zamanın nizamı idi; hali yok ediyordu.” Çünkü mûsîki Tanrı fikrine
götürüyordu.
28
“Bach’ı, Beethoven’i dinlerken de böyle mi olmuştu? Huxley ‘Allah var ve görünüyor; fakat
sade kemanlar çalarken.’ Diyor.” (Huzur, s. 278)
Her şey, bütün kâinat onun nefesinde şekilsiz bir oluş içinde değişiyor, Ferahfeza’nın hasreti
içinde makamdan makama bir çeşit kozmik seyahat oluyordu.
“Ferahfeza makamını adeta bir nevi irşat gibi kendisine sunan acem perdesinden Dügâha,
Kürdîye, Rasta, Çârgâha, Gerdaniyeye, Babaya, Nevâya geçiyor, her şey birbirinde kayboluyor,
birbirinde arıyor, birbirinde buluyordu.” (Huzur, s. 266)
Bu esnada bir umman kabarıyor, bir orman kül oluyordu. “Son çığlıklarda Nuran Mümtaz’ın
omuzlarından yakalayarak “beraber ölelim” diye yalvarıyordu. “Tıpkı bir ocağın alevleri gibi
kendilerini doğuran mûsîkinin içinde kayboluyorlardı.”
“Bu musiki beni saatlerce çiğnedi. Bazen kendimi ilahî bir hamur haline girdim sanıyordum.”
(Huzur, s. 282)
Bir düşü demliyordu Tanpınar; ruhunu apansız yakalayan Dede’nin nağmeleri, ney taksimi,
tanbur, kudüm tınıları uyanıkken görülen rüya değil de ne idi?
“Bir gün Dede’nin mahur bestesini ilk defa dinlediğim zaman, birden gözlerimin önünde çıplak
bir manzaraya tek başına hâkim olan büyük bir ağaç canlandı. Bu hayal, musikinin rüzgârıyla bende
doğan bir şeydi. Hâlbuki bu besteyi o anda dinlemeye hazırlanmış değildim; nağme beni apansız
yakalamıştı. Bu hayalin meydana gelmesi, uyanık halde bir rüyadır.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, s.
37)
Geçmiş yılların imbiğinden bir iksiri tatmak
Tanpınar’ın kendi hamurundan üfleyip bin bir özenle kurguladığı kahramanları, elit
kesimdendir. Boğaz’da, emektar hizmetçiler ve insan yakınlığının sıcaklığı ile dolu konaklarda
kaynaşan hayatların bir parçasıdır onun karakterleri. Aşı boyalı, yirmi, otuz odalı, muhteşem yaşamlar
sürülen büyük konaklar… Çoğu geçim sıkıntısı nedir bilmezler. En büyük sorunları devrin meseleleri,
inanç ve medeniyet krizidir.
Tanpınar’ın kahramanları, aslında gözlerini bulandıran mazi tahassürüyle, yalnız kalma
korkusuyla beyhude kalabalığa dört elle sarılanlardır. Kalabalığın arasına sığınmış, onların yanında bir
29
30
muhacir gibi yaşayan, bu karışık havada ısınıp mesut olan kişiler… “Hayatta ‘hep’i elde etmek için
‘hiç’in kısır çölünde yaşamayı tercih edenlerdir onun kahramanları. Hayri İrdal gibi, Mümtaz gibi
daima bir kaybetme korkusu taşırlar. “Mümtaz, Nuran’ı her eve bırakışında bunu, sonuncu
zannederek korkardı.” Hep bir özlemle geçmişe yönelerek devrin değişimlerini esefle karşılarlar.
Beyaz kolalı gömlekleri içinde daima kibar, zarif eski İstanbul beyefendileri… Yüksek memurlar,
paşalar, beyler, sinema dünyasıyla özdeşim kuran kadınlar, saat sevgisini bir nevi ahlak telakki eden
muvakkitler… Büyük ruh kudretiyle sağlam mimarileri içinde, hiç şaşırmadan Allah’ı ve ideali
arayan
veya ruh macerasını nakleden eserler veren bestekârlar… Öbür dünya ile, oradaki hayatla meşgul
olan İspritizma üyeleri… Mücellid, psikanalist, yazar, akademisyen…
Tanpınar, çocukluğundan beri saatlere meraklıydı, roman kahramanları gibi onları
kurcalamaktan ve tamir etmekten keyif alırdı. Eski hayatımız da saat üzerine kurulmamış mıydı?
Çünkü saat Allah’ı bulmanın en sağlam çaresi idi; işte bu özelliğiyle eskilerin hayatını idare ederdi.
“Çocukluğumda İstanbul’un hemen her evinde, saat başlarında, ‘Entarisi ala benziyor’u yahut
Üsküdar’dan geçer iken’i çalan masa saatleri vardı. Bunlar o devrin işporta mallarıydı.” (Beş Şehir,
s. 125)
Saat üzerinden yapılan sosyolojik çözümlemeler ve eleştiriler… Kim bilir belki de Halit Ayarcı
gibi çocukluğu boyunca ayaklı bir saatin adeta bir büyü gibi zapt ettiği bir evde yaşamıştı. Serpilen
aydınlıkta, dalların arasından büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyordu ona zaman. İnsanla saat, saatle
cemiyet arasında yakınlık kuruyor. Kişilerin mizaç ve inanç ayrılıkları, kendilerini bilhassa
saatlerinde
gösteriyordu. Tanpınar’ın nezdinde; “Cenab-ı Hak, insanı kendi sureti üzere yaratmıştı, insan da
saati
kendine benzer icat etmişti.”
“Saattin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki, zaman ve mekân,
insanla mevcuttur.” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 33)
Nuran ve Mümtaz, İstanbul’un semtlerini, Boğaz’ı gezdikçe bize ait olanın zevkine varıyorlar,
adeta “geçmiş yılların imbiğinden bir iksiri tadıyorlardı.” Bir kısmı fetih yıllarından bir parça gibi
asil bir
eskilik havasında yaşayan eserlerdir. Hepsinde ağacın, suyun, taşın geniş ilhamlı bir ruh gibi
insanla
konuştuğu hissediliyordu. “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. (…) Taş, ellerinde
”.canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu
“Bir gün beraberce Üsküdar’ı gezdiler. İlk önce vapuru iskelede beklememek için Mihrimah
Camiini dolaştılar, sonra Üçüncü Ahmed’in annesinin camiine girdiler.” (Huzur, s. 168)
“Elbisem çok eski olsun… Fakat bahçemde en iyi güller yetişsin.” Diyen Nuran ve Nuran’ın varlığında
kendi varlığını bulan Mümtaz… Hülya adamı Tanpınar’ın varlığı ise Mümtaz’da hayat
buluyor. Nuran ve Mümtaz dolaşıyorlar; Beylerbeyi, Anadoluhisarı, Emirgân, Çengelköy, Vaniköy,
Kanlıca, Kandilli, Büyükdere, İstinye…
“Her şeyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu tarih içinde kendi kokusuydu, ne kadar bizdik.
(Huzur, s. 127)
Yahya Kemal’le birçok gezileri olmuştur Tanpınar’ın. Tıpkı roman şahısları gibi canı sıkılınca
Surlarda dolaşırlar, nefes almak için Boğaz’ın Anadolu kıyısında gezerlerdi. “Boğaz garip, içli
aksisedaların diyarıydı.” Bazen ikisi, bazen de birkaç dostla beraber İstanbul içinde sık sık yürürdü.
Huzur’da ise Boğaz’a bir tatlı huzur almaya geliyordu iki âşık. Mümtaz için huzur kâh Nuran’da
kâh Boğaz’da idi. Büyülenmiş iki kişi… Burada sanki her şey insanı kendine çağırıyor, burada her şey
insanı kendi derinliğine indiriyordu. Çünkü burada terkibi idare eden şeyler bizimdi, manzarakalabildiği
kadar- mimari, hepsi bizimdi.
“ İlk önce aşağıya, Beylerbeyine doğru indiler. Sonra tekrar geldikleri yoldan geriye döndüler.
Anadolu Hisarını, Kanlıca’yı geçtiler.” (Huzur, s. 122)
Niçin Boğaz’da en basit şeyler bu denli güzeldi, niçin insanı kendi içine topluyordu burası? Tıpkı
Hint şalı gibi renkli, ağır yahut işlenmemiş mücevher parıltılı besteler gibi. Ve ansızın içinin
derinliğinde o bestelerin hüznünü duyuyordu Nuran. Niçin? Niçin? Çünkü;
“Nuran, Sultanîyegâhın, mahûrun, segâhın, ikliminde mahpustu.” (Huzur, s. 276)
Nuran mı? Hermin kürkler, mücevherler, yâkutlar, en lüks otomobillerle bolluktan ürkmüş
devrin kadınlarına benzemiyor. Nuran mı? “Kandilli’de oturuyor Nuran, 1937 senesinde yaşıyor,
zamanın elbiselerini giyiyor, hiçbir elbise ve hüviyet değiştirmeye hevesi yok.”
Ah Nuran! Hayatının gizeminde bir devir barındıran… Bütün çocukluğu bir kuş kafesi gibi bu
ney sesleri içinde geçmişti. Başkalarında bin türlü duyumdan kurulan dünya, onun içinde sanki yalnız
sesten ve mûsîkiden kurulmuştu.
“Bizde eski mûsîki aile yadigârıdır, dedi. Baba tarafından Mevlevi, anne tarafından Bektaşi’yiz.
Hatta annemin dedesinin ikinci Mahmut Manastır’a sürmüş. Eskiden evimizde her akşam fasıllar
yapılır, büyük eğlenceler olurdu.” (Huzur, s. 118)
31
Türk mûsîkisi, şiirden romanına Tanpınar estetiğine tesir eden en mühim unsurdur. Huzur,
Tanpınar’ın Türk müziğine hayranlığının, Batı müziğine ilgisinin ve plastik sanatlara tutkusunun dışa
vurmuş mücessem varlığı. Huzur, kelimelerin bestelenmiş halidir. Her şey mûsîkidir, her şey
durmaksızın akıyor. “Her ninnide milyonlarca çocuk başı” rüya görüyor. Notalar, meşk defterleri, her
cinsten ney ve nısfiyeler… Ve kudüm… Kudüm ki, bir medeniyetin en yüksek cihazı; neyden daha
narin…
“Nuran’ın yaşadığı ev, tıpkı acemşîrân bestenin son beytinde anlattığı cennetti.” (Huzur, s. 151)
Tanpınar, Huzur’da renkler, ışıklar, gölgeler, sesler, kokular ve şekillerden çizilen bir dünya
kuruyor. Kâh realist kâh sürrealist İstanbul’u resmediyor ressam hüneriyle. “Genç kadın, eliyle
panjursuz bir pencereyi göstererek:
“Bakın, dedi, nasıl hareli bir kumaş gibi dokunuyor… Son kavisler… İşte bir tane daha, sanki
akan bir yıldız gibi. En güzeli bu kavisler… Işıktan bir riyaziye…” (Huzur, s. 117)
İstanbul manzaralarıyla eski musikimiz birleşiyor, görüntüden, ezgiden ve hayalden bir harita
gittikçe büyütülerek çiziliyor. “Karşı kıyıyı saran ışık dalgası, mûsîkinin son akisleri halinde sallanıyor.
(Huzur, s. 116)
“Kanlıca’daki akşam saatlerine, Kandilli yokuşuna, Boğaz sabahlarının o acayip ışık oyunlarına
dağılan bu hayaller, İsmail Dede’nin nağmelerinin kendiliğinden büründükleri renkli, narin ve
devamsız şekiller ve çehrelerdi.” (Huzur, s. 275)
İnsan niçin severdi eskiyi? Tanpınar gibi yarı ömrü yitik zaman izinde geçen Mümtaz;
“-Kim bilir, demişti, belki de çocukluğumuzda maziden gelen her şeyi inkâr ettiğimiz için eskiyi
bu kadar seviyorum.” (Huzur, s. 158)
İstanbul’u tanımadıkça kendimizi bulamayız
Hayata, muhite, şehre, zamana; kültür, sanat, felsefe perspektifinden bakan Tanpınar, bu
unsurları sarraf titizliğiyle altın gibi eritip onları eserlerinde bin bir nakışlı mücevhere dönüştürüyor.
32
“İstanbul, İstanbul” diyordu Tanpınar. İstanbul’u tanımadıkça kendimizi bulamayız. Üsküdar’ı geziyor,
Mümtaz ve Nuran’ın şahsında. Bir medrese avlusunda soluklanıp, bir çeşmenin kitabesini okuyarak,
şehitliklerden, taş lahitlerden geçerek…
“Ertesi gün Rum Mehmet Paşa Camii ile Ayazma Camii’ni ve Şemsi Paşa taraflarını yayan
dolaştılar. Birkaç gün sonra Selimiye Kışlasının etrafında kızgın güneş altında başıboş gezdiler.”
(Huzur, s. 168)
İstanbul! Bitmez tükenmez hazine! Bir yanında Ayasofya, Sultan Ahmed, Bayezid. Öbür yanında
Süleymaniye! Ve işte Sultan Selim, Yeni Cami gibi etrafındaki her şeye kendi nizamını kabul ettiren ah
şu saltanat eserleri… Bir diğer yanında şehrin mahremiyetinde adeta eriyip ona karışmış hissini veren
küçük camiler, medreseler, mütevazı çeşmeler… Bunlar kendileriyle değil içlerine girdikleri terkiple
güzeldiler.
“İstanbul, büyük mimari eserlerinin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz peyzajların da
şehridir. Hatta iç İstanbul’u onlarda aramalıdır. Büyük eserler ona uzaktan görülen yüzünü verirler;
ikinciler ise onu çizgi çizgi işleyerek portrenin içini dolduran, büyük tecridin kurduğu çerçeveyi bin
türlü psikolojik hal ile yaşanmış hayat izleriyle tamamlayan eserlerdir.” (Beş Şehir, s. 146)
İstanbul mahallelerinin asıl çekirdeğini yapan bu aniden karşımıza çıkan peyzajlar… Sanatın,
mimarînin ve tabiatın gündelik hayata karıştığı işte bu köşeler, bizim asıl manzaramız değil miydi?
“Birdenbire hiç beklemediğiniz bir yerde mermer bir çeşme aynası veya kapı çerçevesi, iyi
yontulmuş taştan beyaz bir duvar size gülümser. İki servi, bir akasya veya asma, küçük ve üslûpsuz bir
türbe yahut küçük bir bahçe sanacağınız bir mezarlık orada tatlı bir köşe yapar.” (Beş Şehir, s. 146)
Tanpınar, heyecan tufanıyla her seferinde adeta yeniden keşfediyordu İstanbul’u. İstanbul’un
dört bir yanında evvelkilerin füsununu içine çekiyor, eskinin güzelliğin seyrine dalıyor ve
düşünüyordu.
“Bütün bu insanlar bizden evvel bizim yaşadığımız yerlerde ve bizim yerimize yaşadılar.
Umdular, ıstırap çektiler, sevindiler ve bize bu günü hazırladılar. Onların varlığını düşünmek elbette
şiirin ta kendisi.” (Mücevherlerin Sırrı, s. 239)
Mektuplar’ında şehrin terbiyesinden söz ediyor. “Bir şehrin terbiyesi daima medeniyetin
terbiyesi ve yaşama üslubudur.”diyor. Eski İstanbul’u tüm canlılığı ve içten içe kaynayan yüzüyle
realist bir ressam gibi gözler önüne seriyor:
33
“Ah eski İstanbul, İçten içe kaynaşan hayatıyla, durmadan çarpışan ihtiraslarıyla, kin ve sevgileriyle,
birdenbire coşan nefretleriyle, kaynayan sular gibi içten dönen ve derinleşen dolaplarıyla, daima kızdırılmış
bir kaplan atılmağa, parçalamağa hazır ocaklarıyla, tekkeleriyle, esnafıyla, o kadar parça parça, dağınık
göründüğü halde istediği gün, sokakta, çarşıda, meydanda birdenbire birleşen, acayip ve korkunç bir
mahlûk gibi halka halka büyüyen, genişleyen, okyanuslar gibi homurdanan, önüne çıkan her şeyi yakıp
yıkan, devirip altüst eden, kadını erkeğini tamamlayan halkıyla her türlü canlılığın üstünde canlı şehir.”
(Mahur Beste, s. 44)
34
Gerçekleştirdiğimiz
Etkinlikler
35
Çalıştay öncesi atölye çalışmaları
36
37
38
39
Leyla Yıldız öncülüğünde Prof. Abdullah Uçman ile
Sakarya Üniversitesi kampüsünde gerçekleştirilen
Tanpınar çalıştayı
40
41
42
Basında Biz
43
Giresun Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı
Nazım Elmas'ı konuk ettik.
Yönetmen İsmail Güneş'le
belgesel çekim aşamalarında zoom üzerinde ders...
44
Belgesel hazırlıkları
45
Ayfer Tunç Belgeseli
maetniniz
46
Ömer Emecan Belgeseli
47
48
Serhat Demirel Belgeseli
49
Fahri Tuna Belgeseli
50
İbrahim Açılan Belgeseli
51
Mehmet Özdemir Belgeseli
Türkiye Yazarlar Birliği’nin
“2022 Yılı Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları” ödül
töreninde misafirleri karşılaştık.
12 Mart'ta Âkif'i andık...
Mustafa Kutlu
okumalarının panelleri...
52
53
54
55
Danışman:
Leyla YILDIZ
Hazırlayan:
Berrak KANDI
Minenur MUZAÇ
Beyza FEYZİOĞLU
Berra Su UMAN
Merve SERT
İlaydanur AKYAŞAR
Beren GÜLER
CML Yayın ve İletişim Kulübü
Haziran 2023
56