11.05.2023 Views

BONA FİDE-03

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Bona Fide 03

DEPREM ÖZEL

@ b o n a f i d e _ d e r g i

K u r a l o l a r a k a y ı n 1 1 ' i n d e ç ı k a r .

D E P R E M V E D İ Ğ E R D O Ğ A L A F E T H A L L E R İ N D E

M E D E N İ U S U L H U K U K U A Ç I S I N D A N B A Z I

D E Ğ E R L E N D İ R M E L E R

D E P R E M V E A F E T D Ö N E M İ N D E

T E M E L H A K V E Ö Z G Ü R L Ü K L E R

D E P R E M S O N R A S I U Y G U L A N A C A K H U K U K İ

R E J İ M L E R

T A C İ R L E R İ N D E P R E M Ö N C E S İ

Y Ü K Ü M L Ü L Ü K L E R İ

D E P R E M L E N E D E N İ Y L E İ D A R E N İ N K U S U R

S O R U M L U L U Ğ U



11 MAYIS 2023 / 03

BONA FİDE

HUKUK DERGİSİ

DİJİTAL HUKUK DERGİSİ

SAYI 3

11 MAYIS 2023

b o n a f i d e 3 9 3 9 @ g m a i l . c o m

E d i t ö r

R a b i a T ü r k

Y a y ı n K u r u l u

Y a ş a r D e l i ç a y

Y a y ı n D a n ı ş m a n ı

Z e y n e p Ö ğ r e t e n

G ö r s e l Y ö n e t m e n

Ş . S i m a y H e b i l

G r a f i k T a s a r ı m

Ş . S i m a y H e b i l

Y a z ı İ ş l e r i

O k a y D u r m a n

A h m e t A c a r

Z e y n e p Ö ğ r e t e n

M u r a t U y g u r

M e h m e t K ı ş l ı k

Ö z l e m G ü l e ş

H ü s e y i n K ı l ı ç

A y ş e Ö z g ü r

M e l d a K o r u

E s r a R a d a

H a v v a n u r S a r ı

N u r a y K u r t

D i l a r a Y a v a ş ç a n

E m r e T u r h a n

R a b i a T ü r k

B a t u h a n B e r a t O k t a y

İ l e t i ş i m

b o n a f i d e 3 9 3 9 @ g m a i l . c o m

B o n a F i d e K ı r k l a r e l i Ü n i v e r s i t e s i

ö ğ r e n c i l e r i t a r a f ı n d a n

h a z ı r l a n m ı ş t ı r . D e r g i y a y ı n e k i b i n e

h a s r e d i l m i ş t i r . T ü m h a k l a r ı

s a k l ı d ı r .

Y a z ı l a r d a n d o ğ a b i l e c e k h e r t ü r l ü

h u k u k i s o n u ç t a n y a z a r l a r

s o r u m l u d u r . D e r g i y ö n e t i m i

s o r u m l u t u t u l a m a z .

D e r g i m i z i o k u r k e n d i n l e m e n i z i ç i n

m ü z i k l i s t e m i z . K e y i f l i d i n l e m e l e r .

| |

2


05 E d i t ö r d e n 3

07 D E P R E M V E D İ Ğ E R D O Ğ A L

A F E T H A L L E R İ N D E M E D E N İ

U S U L H U K U K U A Ç I S I N D A N

B A Z I D E Ğ E R L E N D İ R M E L E R

10 D E P R E M V E A F E T D Ö N E M İ N D E

T E M E L H A K V E Ö Z G Ü R L Ü K L E R

15 A N A Y A S A M A H K E M E S İ V E

A İ H M K A R A R L A R I I Ş I Ğ I N D A

Y A Ş A M H A K K I V E D E P R E M

20 T Ü R K İ Y E ’ N İ N D E P R E M

S I R A S I N D A Y A P T I Ğ I

U L U S L A R A R A S I Y A R D I M Ç A Ğ R I S I

V E G E L E N Y A R D I M L A R I N

H U K U K İ B O Y U T U N U N

D E Ğ E R L E N D İ R İ L M E S İ

25 D E P R E M S O N R A S I

U Y G U L A N A C A K H U K U K İ

R E J İ M L E R

29 D O Ğ A L A F E T V E O H A L ’ İ N

K İ Ş İ S E L V E R İ L E R İ N K O R U N M A S I

H U K U K U Ü Z E R İ N D E K İ E T K İ S İ

34 D E P R E M Z A R A R L A R I N I N

A Z A L T I L M A S I N D A M Ü L K İ Y E T

H A K K I N I İ L G İ L E N D İ R E N O L A S I

D Ö N Ü Ş Ü M L E R

İÇİNDEKİLER


37

43

T A C İ R L E R İ N D E P R E M Ö N C E S İ

Y Ü K Ü M L Ü L Ü K L E R İ

D E P R E M S E B E B İ Y L E K A Y B O L A N

İ N S A N L A R A T A N I N A C A K H U K U K İ

S T A T Ü

46

51

54

D E P R E M N E D E N İ Y L E O L U Ş A N

Z A R A R L A R I N İ L G İ L İ L E R D E N

T A Z M İ N İ

D E P R E M L E N E D E N İ Y L E

İ D A R E N İ N K U S U R

S O R U M L U L U Ğ U

Y A P I D E N E T İ M G Ö R E V L İ L E R İ N İ N

D E P R E M D E M E Y D A N A G E L E N

Ö L Ü M V E Y A R A L A N M A L A R D A N

C E Z A İ S O R U M L U L U Ğ U

59

D E P R E M B Ö L G E S İ N D E İ Ş L E N E N

S U Ç L A R I N T Ü R K C E Z A K A N U N U

K A P S A M I N D A

D E Ğ E R L E N D İ R İ L M E S İ

65

K A N T ’ L A D E P R E M E B A K I Ş : Ö D E V

E T İ Ğ İ T E M E L L İ S O R G U L A M A L A R

69

Y E R A L T I

4


EDİTÖRDEN

5


BU FİDE DEPREM FİDESİ

| Rabia TÜRK

Zorunda kaldığımız pek çok şey var.

Kontrolümüz dahilinde olmayan birçok şey.

Bazen çok kaçınılmaz, yaşanması çok tabii

olan şeyler bunlar. Başımıza böylesi gelmiş

diyebiliriz, susabiliriz en fazla.

Yaşanmışlıkları kader değil, baht tonundan

kabulleniriz. Yığınla çarpışmayı, gürültüyü,

yıkıntıyı beynimizin içine sığıştırırız.

Boğuntuyu pişmanlığın sızısıyla

göğüslemeye kalkarız. Daha iyisi olamaz

mıydı deriz bunun içinse çokça cevabımız

vardır. Daha iyi niyetli davranılsaydı, daha

bilgili olunsaydı, sorumluluk alınabilseydi iyi

olurdu. Ya ben ne yapabilirdim, hatam var

mıydı?

Çarpıcı bir soru. Ama sevdiklerini ölümün

uzaklarında yad etmeye mecbur kalanların

yaşadıkları kadar değil. Binalara buhur

bırakılması, çığlıklar ve yankılarla taşın

tozun hayatınızı paramparça kıldığı bir

depremde, Şubat ayının karlı soğuğu kadar

çarpıcı değil. Üstelik hatalı olma ihtimalini

düşünemeyecek durumdaki sorumluların

umursamaz sözleri ve yapay insanlıkları

kadar çarpıcı değil. Ancak bu silik sorunun

bize yüklediği suçluluk, pişmanlık taze ve

yepyeni. Bu yüzden bu fide, deprem fidesi.

Kırgın ancak sonraya dair ümitli.

İnsandaki kötülüğün cehaletten

kaynaklandığını; mutluluk ve erdemin,

bilginin emniyetinde kesinleştiğini söyleyen

filozoflara katılıyorum.

Bu sayımızda belki en azami derecede

bilmemiz gerekenleri kendi lisanımızca

aktarma çabasındayız. Hukuku

bilmemenin facia olduğunu gördüğümüz

bu zamanda gerek hukukçu, gerek

vatandaş olarak en ciddi

yükümlülüğümüzün bilmek ve bilmenin

sevki tabisiyle uygulamak olduğunu

tekrarlamak istiyorum.

Önce yazarlarımız… Bu sayımızın

yaratımında bizi yalnız bırakmayan

yazarlarımıza -özellikle de kimisinin

hasta olmalarına rağmen sayımızda yer

almaktan geri durmadığını da belirterek

özel bir teşekkürle- çokça teşekkür

ediyoruz. Her kelimeleriyle her

yazılarıyla fidemize can suyu oluyorlar.

Saygıdeğer hocamız Dr. Öğr. Üyesi Okay

Durman’ın yazısıyla, dergicilik

yolculuğumuza verdiği ufuk açıcı

desteğe minettarız, çokça teşekkür

ediyoruz. KVKK ile ilgili yazdığı yazıyla

çabamıza katkıda bulunan Avukat

Hüseyin Kılıç’a desteği için çok çok

teşekkür ediyoruz. Geldiği andan

itibaren yaptığı değişiklikler, gösterdiği

özen ve bize kattıklarıyla bu sayıyı eşsiz

hale getiren Simay Hebil’e teşekkür

ediyoruz. Biz mutlu ve ümitliyiz ülkemizin

bu matem havasını gençliğimizle

ışıtabileceğimize inanıyoruz. Hukuka

güvenin ve iyilikle kalın.

6


DEPREM VE DİĞER DOĞAL AFET HALLERİNDE MEDENİ

USUL HUKUKU AÇISINDAN BAZI DEĞERLENDİRMELER

Dr. Öğr. Üyesi Okay Durman

Bilindiği üzere, 6 Şubat 2023 günü

Kahramanmaraş merkezli gerçekleşen iki

büyük deprem, maalesef büyük bir yıkım ve

can kaybına yol açmıştır. Yaşanan felaket

sonrasında maddi ve manevi yönden zarara

uğrayan vatandaşlarımızın sahip olduğu

haklar ve hukuken yapması gerekenler,

medeni usul hukuku bağlamında aşağıdaki

şekilde özetlenebilir. Unutulmamalıdır ki,

depremin yanı sıra sel, yangın, fırtına gibi

diğer doğal afet hallerinde de bu hususlar,

uygun olduğu ölçüde gündeme gelecektir.

Delil Tespiti Yaptırılması

Bir geçici hukuki himaye şekli olarak delil

tespiti, özellikle deprem ve diğer doğal afet

hallerinde büyük önem kazanmaktadır. Zira

HMK m.400 hükmündeki ifadeyle, delilin

hemen tespit edilmemesi hâlinde

kaybolacağı yahut ileri sürülmesinin önemli

ölçüde zorlaşacağı ihtimal dahilinde

bulunuyorsa, delil tespiti yapılmasında

hukuki yarar var sayılır. Özellikle deprem

sonrası olağan yaşama dönme yolunda

girişimler çerçevesinde, enkazların bir an

önce kaldırılması çabalarına karşın, adeta

zamanla yarışır şekilde önce davranmak

adına delil tespiti yaptırılması hem önem

taşımakta hem de amaca hizmet

etmektedir.

Konut, dükkan gibi taşınmaz veya motorlu

taşıt, mobilya, mefruşat vb. gibi taşınır

mallarda oluşan maddi zararlardan dolayı,

gerek idarelere karşı gerekse özel kişilere

karşı açılabilecek tazminat davalarına esas

olmak ve delil teşkil etmek üzere hasarlı

malların bulunduğu yerdeki Sulh Hukuk

mahkemesinden veya asıl davada hangi

mahkeme görevli olacak idiyse, o

mahkemeye başvuruda bulunularak delil

tespiti yaptırmak gerekmektedir.

Bu açıdan özellikle dikkat çekmek

istediğimiz husus şudur: İYUK m.58 ve

HMK m.400 hükmünü beraber ele

aldığımızda, İdarenin hizmet kusuruna

dayalı olarak tazmin yükümlülüğü

kapsamında idare mahkemelerinde dava

açılacak ise, bu tür davaları açmadan önce

de, sulh hukuk mahkemelerinden delil

tespiti talep edilmesi ve sonrasında bu

tespitte saptanan delillerin, idari yargıda

delil olarak kullanılmasında hiçbir engel

bulunmamaktadır.

Bu açıdan özellikle 4539 Sayılı Doğal Afet

Bölgelerinde Afetten Kaynaklanan Hukuki

Uyuşmazlıkların Çözümüne Ve Bazı

İşlemlerin Kolaylaştırılmasına İlişkin Kanun

Hükmünde Kararnamenin Kabulü Hakkında

Kanun hükümlerine de değinmek gerekir.

Zira anılan Kanun’un 1. Maddesine göre:

“Doğal afet bölgelerinde afete maruz

kalanların, afetten kaynaklanan hukuki

uyuşmazlıkların çözümü amacıyla delillerin

tespitine ilişkin istemleri, ispat olunacak olay

ile tanıklar ve bilirkişiye sorulacak sorulara

ilişkin konuları belirten ve üç nüshadan

oluşan bir dilekçenin verilmesi veya

mahkeme kalemine yapılacak sözlü

başvurunun tutanağa geçirilmesi suretiyle

yapılır.

Ölüm, gaiplik veya yaralanma gibi nedenlerle

delil tespiti yaptıramayacak durumda

olanların eşleri ile üçüncü dereceye kadar

kan veya sıhri hısımları da delil tespiti

isteminde bulunabilirler.

Delil tespitine ilişkin başvurular,

mahkemece öncelikle incelenir ve karara

bağlanır.”

7


Yapı enkazının ya da hasar gören taşınır

malların delil tespiti yapılmadan kaldırılmış

olması veya başkaca bir mücbir nedenle

delil tespiti yaptırmak artık mümkün

değilse, bu defa Umumi Hayata Müessir

Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle

Yapılacak Yardımlara Dair 7269 sayılı

Kanun’un 13. Maddesi a bendinde

bahsedilen ve ilgili Bakanlıklarca

yetkilendirilen fen kurulları tarafından

düzenlenmiş olan Hasar Tespit Raporlarına

da, açılacak tazminat davalarında delil

olarak dayanmak mümkündür.

Tebligatlar

B6 Şubat 2023 depreminde maalesef çok

geniş alanda bir yıkım ve çok fazla sayıda

ölüm gerçekleşti. Bu nedenle depremde

ölen bir kişiye veya yıkılan bir konut veya

dükkanın olduğu bir yere tebligat yapılması

sıkça ve uzunca bir süre gündeme

gelecektir. Doğaldır ki, depremde yıkılmış

olan bir konut veya işyerine tebligat

yapılması zaten fiilen mümkün

olamayacaktır. Bu durumda, tebligatın

çıkartıldığı adreste artık bir bina

bulunmadığından, tebligat geri dönecektir.

Zaten depremin sonrasında, aradan aylar

geçmesine rağmen bugün bile yıkılan

binaların yerine halen yenisi yapılamadığı

gibi, çoğu yerde muhtarlıkların depremden

sonra epey bir süre faaliyette

bulunamadığından muhtara yapılacak

tebligatlar da fiilen yapılmaz durumdaydı.

Aynı şekilde özellikle deprem bölgesindeki

avukatların bir kısmının hayatını kaybetmiş

veya ofislerinin veya evlerinin yıkılmış

olabileceği göz önüne alınarak, deprem

felaketinden sonra bir süre elektronik

tebligat yapılmadı. Hatta bu uygulama ülke

genelindeki tüm avukatlar için aynı şekilde

uygulandı.

Her ne kadar 11.02.2023 tarihli Resmî

Gazete’de 120 nolu “Olağanüstü Hâl

Kapsamında Yargı Alanında Alınan

Tedbirlere İlişkin Cumhurbaşkanlığı

Kararnamesi” ile dava veya icra

takiplerinde sürelerin durdurulmasına

ilişkin düzenlemeler yapılmış olsa da,

devam eden yargılamalar ve yargı işleri

bakımından yapılacak tebligatlara ilişkin

ayrıca bir düzenleme yapılmamıştı.

Bu doğal afetin hukuk alanında ortaya

çıkarttığı başlıca sorunlardan biri, bu ve

benzeri doğal afetlerde, özellikle dava

veya çekişmesiz yargı işlerinde tebligata

yönelik mevzuat düzenlemesinin hala

mevcut olmadığıdır.

Doğal afet ve diğer felaket hallerinde

tebligata ilişkin düzenlemeler yapılması ve

böylelikle olası hukuki dinlenilme hakkı ve

geniş ölçekte adil yargılanma hakkı

ihlallerinin önüne geçmek adına,

gelecekteki olası doğal afet ve felaket

anları beklenmeksizin çerçeve nitelikte

düzenlemeler yapılması zaruridir.

Adli Yardım ve Adli Yardımlaşma

Her ne kadar 11.02.2023 tarihli Resmî

Gazete’de 120 nolu “Olağanüstü Hâl

Kapsamında Yargı Alanında Alınan

Tedbirlere İlişkin Cumhurbaşkanlığı

Kararnamesi” ile dava veya icra

takiplerinde sürelerin durdurulmasına

ilişkin düzenlemeler yapılmış olsa da,

devam eden yargılamalar ve yargı işleri

bakımından yapılacak tebligatlara ilişkin

ayrıca bir düzenleme yapılmamıştı. Bu

doğal afetin hukuk alanında ortaya

çıkarttığı başlıca sorunlardan biri, bu ve

benzeri doğal afetlerde, özellikle dava

veya çekişmesiz yargı işlerinde tebligata

yönelik mevzuat düzenlemesinin hala

mevcut olmadığıdır.

8


Doğal afet ve diğer felaket hallerinde

tebligata ilişkin düzenlemeler yapılması ve

böylelikle olası hukuki dinlenilme hakkı ve

geniş ölçekte adil yargılanma hakkı

ihlallerinin önüne geçmek adına,

gelecekteki olası doğal afet ve felaket

anları beklenmeksizin çerçeve nitelikte

düzenlemeler yapılması zaruridir.

Bu durum gözetilerek vatandaşların

barolara adli yardım isteği ile başvurarak

kendilerine bir avukat tayin edilmesini

istemeleri tavsiye edilir.

Avukatlık Kanunu’nun 176 ile 180. maddeleri

arasında yer alan Adli Yardımlaşma başlığı

altındaki hükümler bu konuyu

düzenlemektedir. Bu yöndeki başvurular,

ilgili baro tarafından alınıp, yasadaki

koşulları taşıyanlara, peşin ücret ödemeden

hukuksal yardımda bulunmak üzere bir

avukat tayin edilmesi mümkündür.

Ayrıca, açılacak tüm davalarda, harç ve

yargı giderlerinin hak aramada engel

oluşturmaması bakımından HMK 334-340.

maddeleri arasında düzenlenen Adli Yardım

hükümlerinden yararlanmak mümkündür.

Bunun için ayrıca ve açıkça dava

dilekçesinde adli yardım isteğinde

bulunmak gereklidir.

4539 sayılı Kanun’un 3. maddesine göre

“Doğal afete maruz kalanların istemleri

halinde, afetten kaynaklanan hukuki

uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin her türlü

dava ve işlemlerde adli müzaheret hükümleri

uygulanır. Ayrıca doğal afete maruz kaldığını

beyan edenler bakımından belgelendirme

zorunluluğu uygulanmaz.”

Bu hüküm sayesinde, doğal afete maruz

kalanlara en kısa sürede adli yardımlaşma

hükümleri çerçevesinde avukat desteği

sağlanması, ayrıca olabildiğince kolay

şekilde adli yardımdan yararlandırma

olanağı sağlanması mümkün olacaktır.

9


DEPREM VE AFET DÖNEMİNDE TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER

| Ahmet Acar & Zeynep Öğreten

Yakın zamanda ülkemizde meydana gelen

Kahramanmaraş merkezli deprem

sonucunda bölgedeki kişilerin yaşantısı

ciddi şekilde kesintiye uğramış

bulunmaktadır. Depremzedelerin sahip

oldukları temel hak ve özgürlükler zorlu

koşullar sebebiyle etkin şekilde

kullanılamayacak hale gelmiş bu da hak

sahiplerinin haklarından yoksun kalmasına

yol açmıştır. Yazımızda kişilerin ülkemizde

sahip olduğu temel hak ve özgürlüklere

değinmekle birlikte devletin bu hakların

sağlanması için yapması gerekenleri de

tartışacağız.

Anayasa madde 12’ye göre herkes kişiliğine

bağlı, dokunulmaz, devredilmez,

vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere

sahiptir. Bunlar; yaşama hakkı, yerleşme ve

seyahat hürriyeti, haberleşme hürriyeti,

konut hakkı vb. hak ve hürriyetlerdir. Devlet

bu hak ve hürriyetleri her koşulda

yurttaşlarına sağlamakla yükümlüdür.

Peki afet döneminde bu hak ve

hürriyetlerden nasıl söz edebiliriz? Afet

dönemi söz konusu olduğunda öncelikli

olarak düşündüğümüz hak yaşama hakkı

olacaktır. Yaşama hakkı insanın en temel

hakkıdır. Yaşama hakkı, öğretide kişinin

bedensel ve ruhsal bütünlüğünü

sürdürebilmesi ve bu bütünlüğün doğal

etkenler dışında hiçbir önlem veya yaptırım

ile sınırlanmaması, noksana uğratılamaması

ve yok edilememesi şeklinde

tanımlanmaktadır. . (Antalya ve Topuz,

2021: 161). Bu hak doğumla birlikte başlar ve

ölümle sona erer.

Yaşama hakkı, Anayasamızda yer alan

hakları sınıflandırdığımızda “Negatif Statü

Hakları” kapsamına girer. Negatif statü

hakları, devletin varlığına karışmaması ve

eylemleriyle sınırlandırmaması gereken

haklardandır. Fakat devlete yüklenen

negatif yönde yükümlülük yanında bu

hakların etkin biçimde korunabilmesi, ihlal

edildiğinde caydırıcı şekilde

cezalandırılması gibi pozitif yükümlülükler

de yüklenmiştir. (Çiftçioğlu,2012:143) AİHM,

özelikle afetler bakımından verdiği

kararlarda devletin yaşam hakkını

korumaya yönelik gerekli önlemleri alıp

almadığını, kişilerin tehlikelere karşı

yeterince bilgilendirilip bilgilendirilmediğini

sorgulamıştır. Ya da oluşan yaşam hakkı

kayıplarında sorumluluğun kime ait olduğu

araştırılmış mı, bu kişilere karşı mağdurlar

haklarını arayabilmişler mi, sorumlulara

karşı etkin bir ceza kovuşturması

uygulanmış mı gibi hususları da incelemiş ve

devletin sorumluluğu kapsamına almıştır.

(Çelik,2018:183) Bu hususta doğal afet

tehlikesi olan bölgelerde (fay hattı geçen

yerler, dere kenarında kurulan sel tehlikesi

yaşanan yerler gibi) yaşayan kişilere gerekli

uyarılar yapılması, bu alanlara yönelik imar

çalışmalarının özel denetimlere tabi

tutulması, afet gerçekleştikten sonra da

ihmal, kanuna aykırı davranma, yardımların

etkin şekilde ulaştırılamaması gibi zararın

artmasına sebep olan durumlar varsa

sorumlulara karşı etkin bir yargılama süreci

yönetilmesi devletin yaşam hakkını

kullandırması açısından önem arz

etmektedir.

10


Yaşama hakkının depremle sona ermemesi

için devlet de birey de tüm önlemleri

almalıdır. Sadece deprem döneminde değil

depremden önce de bu hakka sahip

çıkmalıyız. Özellikle devletlere bu konuda

çok iş düşmekte. Şeyh Edebali’nin de dediği

gibi insanı yaşat ki devlet yaşasın.

Deprem anında ve deprem sonrasındaki

temel hak ve hürriyetlerimize geldiğimizde,

deprem yaşandığı sırada örneğin

haberleşme hürriyeti büyük önem

kazanmaktadır. Bu konuda bireyin

yapabileceği çok fazla bir şey yoktur.

Burada özel operatörlere ve devlete

fazlasıyla iş düşmektedir. Kahramanmaraş

depreminde Twitter gibi sosyal medya

platformlarına erişebilen birçok insanın

hayatı kurtuldu. Bunla beraber gördük ki

erişime engel getirmek değil erişime

ulaştırmak hayat kurtarır.

Deprem dediğimizde yaşam hakkıyla birlikte

aklımıza mülkiyet hakkı (Anayasa m.35), hak

arama hürriyeti (Anayasa m.36) ve sosyal

haklar gelmektedir. Anayasa m.2’de yer

alan “sosyal devlet” ibaresi kapsamında

devletimizin m.65’te çizilen sınırlar

doğrultusunda kişilere belirtilen sosyal

hakları tanımakla yükümlü olduğunu

görürüz. Sosyal haklar, kişilerin toplum

içerisindeki yaşam standartlarına herkesin

belirli ölçülerde ulaşabilmesine imkan veren

düzenlemelerdir. Bu haklar yaşamın kaliteli

ve insan onuru korunarak sürdürülmesine

imkan sağladığından yaşam hakkı ile de sıkı

bir bağlantı içerisindedir. (Çelik,2018:175) Bu

hakların korunması kişilerin toplum

içerisindeki yaşantılarının düzenlenmesi ve

iyileştirilmesi açısından önemlidir. Konut

hakkı, sosyal güvenlik hakkı ve eğitim

hakkından bu kapsamda bahsedilecektir.

Yaşama hakkı, Anayasamızda yer alan

hakları sınıflandırdığımızda “Negatif Statü

Hakları” kapsamına girer. Negatif statü

hakları, devletin varlığına karışmaması ve

eylemleriyle sınırlandırmaması gereken

haklardandır. Fakat devlete yüklenen

negatif yönde yükümlülük yanında bu

hakların etkin biçimde korunabilmesi, ihlal

edildiğinde caydırıcı şekilde

cezalandırılması gibi pozitif yükümlülükler

de yüklenmiştir. (Çiftçioğlu,2012:143) AİHM,

özelikle afetler bakımından verdiği

kararlarda devletin yaşam hakkını

korumaya yönelik gerekli önlemleri alıp

almadığını, kişilerin tehlikelere karşı

yeterince bilgilendirilip bilgilendirilmediğini

sorgulamıştır. Ya da oluşan yaşam hakkı

kayıplarında sorumluluğun kime ait olduğu

araştırılmış mı, bu kişilere karşı mağdurlar

haklarını arayabilmişler mi, sorumlulara

karşı etkin bir ceza kovuşturması

uygulanmış mı gibi hususları da incelemiş ve

devletin sorumluluğu kapsamına almıştır.

(Çelik,2018:183) Bu hususta doğal afet

tehlikesi olan bölgelerde (fay hattı geçen

yerler, dere kenarında kurulan sel tehlikesi

yaşanan yerler gibi) yaşayan kişilere gerekli

uyarılar yapılması, bu alanlara yönelik imar

çalışmalarının özel denetimlere tabi

tutulması, afet gerçekleştikten sonra da

ihmal, kanuna aykırı davranma, yardımların

etkin şekilde ulaştırılamaması gibi zararın

artmasına sebep olan durumlar varsa

sorumlulara karşı etkin bir yargılama süreci

yönetilmesi devletin yaşam hakkını

kullandırması açısından önem arz

etmektedir.

Kişilerin sahip oldukları mülkiyet hakları da

yaşam hakkı gibi negatif statü

haklarındandır. Yaşam hakkı sırasında

bahsettiğimiz devletin bu haklara

11


12


dokunmama ama onların kullanılmasını

sağlama sorumluluğu burada da geçerlidir.

Deprem ve afet açısından mülkiyet hakkını

inceleyecek olursak kişilerin, sahip oldukları

mülklerini yok olmaları sebebiyle

kaybettiklerini görürüz. TMK m.717’de

taşınmaz mülkiyetinin kaybı halleri arasında

yok olma da sayılmıştır. Fakat afet

kapsamında Anayasa m.35’te tanınan hakkı

değerlendirdiğimizde sadece yok olmasıyla

sona erdiğini söylemek hakkı korumasız

bırakmak olacaktır. Anayasa m.57’de

düzenlenen konut hakkıyla da

ilişkilendirebileceğimiz mülkiyet hakkının

çevre planlamasına ve imar kanunlarına

aykırı oluşturulan yapılar sebebiyle de yok

olduğunu ve bundan sorumlu olanların etkin

yargılanmasının gerektiğini düşünmekteyiz.

Ayrıca Afet Kanunu m.29 çerçevesinde hak

sahiplerine konut ya da kredi sağlanması

gerekmektedir. Kişilerin sahip oldukları

mülkiyet hakkıyla ilişkili olan barınma

haklarının korunabilmesi açısından afet

sonucu mülk kaybının barınma hakkından

yoksun kalınması sonucuna yol açması

engellenmelidir.

Deprem yaşandıktan sonra yurttaşların var

olan temel hak ve hürriyetlerin hepsi en hızlı

ve en etkili şekilde yerine getirilmelidir. 10

ilimizi etkileyen bu depremde de gördük ki

öncelikli olarak kıyafet, yemek, içme suyu

gibi temel ihtiyaçların hızlı bir şekilde

insanlara ulaştırılması çok büyük önem arz

ediyor. Barınma ihtiyacı için ise kısa vadede

çadırların , uzun vadede ise konutların

hızlıca temin edilmesi gerekmektedir. Bu

bağlamda başta devlet olmak üzere, sivil

toplum örgütlerine ve vakıflara çok iş

düşmektedir.

Afetlerin genelinde ve özellikle yaşadığımız

son depremde gördüğümüz korunması

gereken en önemli haklardan biri de sosyal

güvenlik hakkıdır. Anayasa m.60-61’de

düzenlenen bu hak herkesin sosyal güvenlik

hakkına sahip olduğunu ve devletin bu

güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri

alması gerektiğinden bahsetmektedir. Afet

zamanı bölgede yaşanan ulaşım sıkıntısı,

karmaşa sebebiyle düzenin bozulması ilk

dikkat edilen şeyin güvenlikten ziyade

insanın canının kurtarılması olması gibi

sebepler sosyal güvenlik ihtiyacının

karşılanması için gerekli önlemlerin

alınamaması sonucunu doğurabilmektedir.

Fakat 6 Şubat depreminde de üzülerek

gördüğümüz gibi zafiyet sonucu yardımların

yağmalanması, artçılar sebebiyle

girilemeyen evlerde hırsızlık yapılması gibi

olaylar yaşanmıştır. Toplum sözleşmesi

teorilerinde toplumun haklarını devlete

teslim etmesi sebeplerinden biri sayılan

güvenlik, devletin teşkilatlarının etkin

şekilde rol oynayamaması sebebiyle

gerekince sağlanamamıştır bu süreçte. Bu

güvenlik zafiyeti sonucunda hem mağdur

kişilerin hakları korunamamış hem de

şüpheli kişiler hukuk dışı muamelelerle

cezalandırılmıştır. Devletin düzeninin

sağlanamadığı bu kaotik ortamda kişilerin

kendi kurallarına göre hareket etmesi, AİHS

m.3 kapsamında korunan kimsenin insanlık

dışı aşağılayıcı muameleye maruz

bırakılamayacağına yönelik işkence

yasağına da aykırılık oluşturmuştur. Bu

sebeplerle afet bölgelerinde afet

yaşanmadan önce bölgeye özel afet

planlarının çıkarılması ve yaşandıktan sonra

da devlet teşkilatının en hızlı şekilde

ulaşımının sağlanması sosyal güvenlik

hakkının korunması bakımından önem arz

etmektedir.

13


Son olarak bu yazıda bahsetmek istediğimiz

en önemli haklardan biri eğitim hakkıdır.

Anayasa m.42’de düzenlenen bu hak

kapsamında kimsenin eğitim ve öğrenim

hakkından yoksun bırakılamayacağı,

eğitime ulaşamayan kişilere imkan

sağlanması gerektiği ve eğitim kurumlarının

düzenlenmesine yönelik esaslara yer

verilmiştir. Son yaşadığımız afet sebebiyle

bölgedeki okulların çoğunun yıkılmış olması,

öğrencilerin eğitim araç gereçlerinin enkaz

altında kalmış olması gibi sebepler bu

hakkın kullanılmasını bir süreliğine

engellemiştir. Sonrasında deprem

bölgesinde çadırlarda ve konteynır evlerde

kurulan eğitim yerleri öğrencilerin eğitim

hakkına bir nebze olsun ulaşabilmesini

sağlamıştır. Fakat çadırda yaşamak

zorunda olan insanların internet ya da

teknolojik cihaz erişim sıkıntısı varken

üniversitelerin online şekilde eğitime

geçmesi eğitime ulaşma imkanı sağlanması

açısından eşitlikçi bir yaklaşım olmamıştır

kanaatimizce.

düşünülmeden ihlal edildiği sonucuna

varılabilmektedir. (Serçelik ve Kasımoğlu,

2022: 135-136). Özetle bu yazımızda

afetlerdeki temel hak ve hürriyetlerimize

kısaca değinmeye çalıştık. Bu konu

hakkında ülkemizde, birkaç yazıda

değinilmesi dışında, hiçbir yazı olmaması da

çok manidar aslında. Afetlerin bu kadar

yıkıma yol açmadığı, gereken tüm

önlemlerin alındığı ve temel hak

özgürlüklerimizin her zaman önemsendiği

bir ülke olmak dileğiyle…

Şimdiye kadar ilk aklımıza gelen temel hak

ve hürriyetlerden bahsettik. İlk etapta

değinmediklerimize, örnek olarak ne

gösterilebilir? Özel hayatın gizliliği…

Enkazdan sağ çıkarılan bebek, çocuk,

yetişkin fark etmeksizin tüm herkesin

isimleri ve fotoğrafları her yerde açıkça

paylaşıldı. Bu kadar büyük bir travma

yaşayan insanların bu hallerinin paylaşılması

ve bunların günlerce gündemde kalması

özel hayatın gizliliğini ihlal etmiştir. Bu

insanlar seneler sonra kendi isimlerini

arattıklarında karşılarına çıkan sonuç,

yaşadıkları travmalar olacaktır. Buradan

yola çıkarak yeni medya ortamlarında bir

insanın temel hakkı olan özel hayatın gizliği

ilkesinin travmatik bir olayda dahi hiç

14


ANAYASA MAHKEMESİ VE AİHM

KARARLARI IŞIĞINDA YAŞAM HAKKI

VE DEPREM | Murat Uygur

Yaşam hakkı kişinin maddi ve manevi varlığını

sürdürebilmesini güvence altına alan insan

hakkı olarak tanımlanmaktadır. Yaşam

hakkının iç hukukumuzda en üst norm olan

Anayasa’mızda düzenlendiğini görmekteyiz.

Bahsettiğimiz madde Anayasa’mızın 17.

maddesidir ve ilk fıkrasında yaşam hakkı

“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını

koruma ve geliştirme hakkına

sahiptir.”cümlesiyle güvence altına alınmıştır.

AİHM literatürüne baktığımızda yaşam hakkı

en temel hak olarak geçmekte, geri alınamaz

nitelikte olduğu belirtilmekte ve devlet

güvencesi altında olmasının zorunluluk

olduğunun altı çizilmektedir. Bu tanımlardan

hareketle yaşam hakkının vazgeçilemez

olduğunu ve devlet otoritesince mutlak bir

güvence altına alınması gerektiğini

belirtmemiz yanlış olmayacaktır. Her ne kadar

çeşitli görüşlerce ölüm hakkının da var olduğu

savunulsa da ?? bu makale çerçevesinde bu

tartışma değerlendirilmeyecektir.

Kısaca yaşam hakkından bahsettikten sonra

bu hakkın gerek AYM gerekse AİHM

kararlarında önemli bir yer ihtiva ettiğini

söyleyelim. Ülkemiz açısından yaşam hakkı

konusundaki tartışmalar dar bir kalıpta kalsa

da uluslararası ölçekte fazlaca tartışma

konusu olmaktadır. Öyle ki AİHM kararlarında

bazı özel durumlarda (kürtaj gibi) her iki taraf

arasında adil bir denge gözetilerek karar

verilmesini gerektiği belirtilirken (bu duruma

örnek olabilecek en önemli kararlardan biri Vo/

Fransa kararıdır.) bazı durumlarda da çok katı

olduğu görülmekte ve bu minvalde kararlar

alınmaktadır. Bu çok katı olunan durumlara en

önemli örnek olarak devletin sorumluluğu

örnek olarak verilebilir.

15


YA

ŞAM

HAK

KI

VE

DEP

REM

16


Örneğin devletin sorumlu olduğu durumlardan biri çevre kirliliği sebebiyle ortaya çıkan can

kayıplarıdır. Çevre kirliliğinin yaşam hakkını tehdit etmesiyle ilgili AİHM’ de açılan en ünlü

davalardan biri Öneryıldız- Türkiye davasıdır. Dava konusu İstanbul Ümraniye’de çevreye

zarar veren atıkların atıldığı noktanın, yerleşim yerlerine yakın olması ve çevrenin yanı sıra

insan hayatını da tehdit etmesidir. AİHM bu konuda verdiği kararda kısaca devletin gerekli

tedbirleri almak suretiyle insan hayatını korumakla yükümlü olduğunu ve bu tedbirleri

almaması durumunda yaşam hakkının ihlal edileceğini, bireylerin bu konuda korunması

gerektiğini açıkça belirtmiştir. Yaşam hakkını korumaya yönelik olarak mahkemenin vermiş

olduğu bir başka önemli karar da intiharlara ilişkindir. Bu konuya dair verilmiş olan Keenan-

Birleşik Krallık kararında da özet olarak kişinin yaşam hakkının her ne olursa olsun

korunması gerektiği vurgulanmış ve

bu konuda devletin sorumlu

olduğunu belirtmiştir. AYM de

çeşitli kararlarında yaşam hakkının

korunmasının

devletin

sorumluluğu olduğunu belirtmiş ve

yaşam hakkının hukuk devletinde

vazgeçilmez olduğuna değinmiştir.

Bu kararlardan Meral Ekşili

kararında (Meral Ekşili,

NO:2013/7586,4\11\2015)

Şanlıurfa’da bulunan bir ceza infaz

kurumunda çıkan yangın sonucu

mahkumlardan bazılarının hayatını

kaybetmesi ile ilgili yeterli tedbir

alınmadığına ilişkin açılan davada

oy çokluğuyla Anayasa madde

17’deki yaşam hakkının ihlal

edildiğine ve devletin

sorumluluğuna değinilmiştir. Bir

başka karar olan Selman Tumur

(Selman

Tumur

NO;2015/18754,12\9\2019)

AİHM BU KONUDA VERDİĞİ KARARDA

KISACA DEVLETİN GEREKLİ TEDBİRLERİ

ALMAK SURETİYLE İNSAN HAYATINI

KORUMAKLA YÜKÜMLÜ OLDUĞUNU VE

BU TEDBİRLERİ ALMAMASI DURUMUNDA

YAŞAM HAKKININ İHLAL EDİLECEĞİNİ,

BİREYLERİN BU KONUDA KORUNMASI

GEREKTİĞİNİ AÇIKÇA BELİRTMİŞTİR.

kararında ise bir çocuğun trafo

panosundaki elektrik akımına kapılarak hayatını kaybetmesi sebebiyle yaşam hakkının ihlali

ve soruşturmanın etkin yürütülmemesine ilişkin davada Selman Tumur adına yaşam hakkının

ihlal edildiğine karar vermiştir. AYM de vermiş olduğu kararlarda görüldüğü üzere yaşam

hakkının korunması gerektiğine ve bunun demokratik hukuk devletinin bir gereği olduğuna

ve devletin sorumluluğuna da değinmektedir fakat AİHM’e oranla yaşam hakkına ilişkin aldığı

kararların sayısının ve konu açısından kapsamının daha dar olduğunu başta olduğu gibi yine

belirtmek isteriz. Ülkemizde meydana gelen büyük depremden sonra yaşam hakkının daha

fazla dava konusu olacağı ve bu konuda devletin sorumluluğuna yönelik fazlaca dava

açılacağı ise gözle görülen bir gerçektir.

17


Sonuç olarak baktığımızda yaşam hakkı

gerek Anayasa Mahkemesi kararlarında

gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi

kararlarında ele alınan bir konudur ve daha

da fazla davaya konu olacak gibi

görünmektedir. Ülkemizde yaşanan ve

sonucunda binlerce insanımızın yaşamından

olduğu deprem nedeniyle ülkemizde daha

fazla ele alınacak ve devletin bu konudaki

sorumluluğu ile pozitif yükümlülükleri

Anayasa

Mahkememizce

değerlendirilecektir.

18


... Bu kırgın karanlığı bir ışıtalım ilkin

Yeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyen

Baştan başlayalım susamlara ekmeklere

denizaşırılarına sevmelere

Ben taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerim

Bakarsın göneniriz ...

Turgut Uyar

19


TÜRKİYE’NİN DEPREM SIRASINDA YAPTIĞI ULUSLARARASI YARDIM

ÇAĞRISI VE GELEN YARDIMLARIN HUKUKİ BOYUTUNUN

DEĞERLENDİRİLMESİ | Mehmet Kışlık

6 Şubat 2023 tarihinde ülkemiz, merkez

üssü Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesi olan

iki büyük deprem yaşayarak, deprem

felaketiyle bir kez daha karşı karşıya geldi.

İlk sarsıntı saat 04.17’de Kandilli

Rasathanesi’ne göre 7,7 büyüklüğünde,

ikinci sarsıntı ise ilk sarsıntıdan yalnızca

dokuz saat sonra 7,5 büyüklüğünde ölçüldü.

İçişleri Bakanlığı, 14 Nisan 2023 itibarıyla

can kaybını 50 bin 500 olarak açıkladı.

Türkiye Cumhuriyeti, depremden hemen

sonra Türkiye Afet Planı 2.2 başlığına

dayanarak dördüncü seviye müdahale

açıklamıştır. Dördüncü seviye müdahale, en

üst seviye müdahale olup ‘’Uluslararası

desteği’’ kapsamaktadır. Biz de yazımızda

ülkemizin yaptığı yardım çağrısının ve

ülkemize gelen yardımların hukuki boyutuna

değineceğiz.

I.Birleşmiş Milletler ve NATO

Kapsamında Afet Sonrası Yardımlar

ve Hukuki Boyutu

A. Deprem sonrası uluslararası sivil

toplum kuruluşları ve yabancı devletler

tarafından yapılan yardımlar

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio

Guterres Türkiye ve Suriye’yi etkileyen

deprem hakkında yaptığı yazılı açıklamada,

depremden etkilenen insanlar için maddi

yardım çağrısında bulundu. Fonlamanın üç

aylık süreye yayılacağını ve yardım

örgütlerinin hükümet tarafından yürütülen

çalışmalara katkısını hızlandırmayı

hedeflediğini belirten Guterres; eğitim, su

ve barınma alanlarında 5.2 milyon kişiye

yardım yapılacağını belirtti ve Türk halkı için

1 milyar dolarlık insani yardım çağrısında

bulundu. Yapılan yardım çağrısının ardından

başta Birleşmiş Milletler bünyesinde

bulunan yardım kuruluşu UNICEF olmak

üzere OXFAM, Save the Children, British

Red Cross ve İslamic Relief kuruluşları

yardım çağrısına sessiz kalmadı. Aynı

zamanda Birleşmiş Milletler Mülteciler

Yüksek Komiserliği (UNHCR) de, Türkiye ve

Suriye’de meydana gelen iki güçlü

depremde; çadır, battaniye, şilte, mutfak

gereçleri gibi malzemeleri dağıtmak için

yardım kampanyası başlattı.

B. Yapılan yardımların ve yabancı

devletler tarafından gönderilen

ekiplerin hukuki açıdan

değerlendirilmesi

Henüz Birleşmiş Milletler kurulmadan evvel,

Milletler Cemiyeti’nin bu konuda birtakım

faaliyetleri olmuştur. Türkiye

Cumhuriyeti’nin de taraf olduğu

“Uluslararası Yardım Birliği Sözleşmesi’’

1932 yılında yürürlüğe girmiş, ancak pek

başarılı olamamıştır. Birleşmiş Milletler

Genel Kurulu’nun 1971 yılında kabul ettiği

26/2816 kararıyla doğal afetlere uluslararası

yardım konusu için önemli bir adım

atılmıştır. Ancak asıl önemli adım 1991

yılında Birlemiş Milletler Genel Kurulu’nun

kabul ettiği 46/182 Sayılı Karar ile atılmış ve

bu çerçevede Birleşmiş Milletler İnsani İşler

Eşgüdüm Ofisi (OCHA) kurulmuştur. OCHA,

BM’nin afet yardım programları ve

politikalarını belirlemektedir. Afet

sonrasında hükümetlerin müdahale

kapasitesini aşması durumunda devreye

girer.

20


OCHA’nın birtakım ilkeleri mevcuttur:

1- Tüm müdahaleler afetten etkilenen ülkenin isteği doğrultusunda o

ülkeye yardımda bulunulacak şekilde yapılmalıdır.

2- OCHA Genel Sekreteri olan Acil Durum İyileştirme Koordinatörü, BM

Genel Temsilciliği tarafından yardımın koordinasyonunu sağlamasıyla

görevlendirilir.

3- İki taraflı yardımlar esastır.

4- Afetten etkilenen ülkenin OCHA’dan yardım çağrısında bulunması

üzerine, durum değerlendirilmesinde bulunmak ve acil ihtiyaçlar için bilgi

almak için OCHA afetten etkilenen ülkenin hükümeti ile işbirliğinde

bulunur. OCHA, durum değerlendirmesinde bulunup, afetle ilgili

gelişmeleri ve afet sonrasında oluşan ihtiyaçları uluslararası kamuoyu ile

paylaşır. OCHA, alan çalışmalarını BM Afet Değerlendirme ve

Koordinasyon (UNDAC) ekipleriyle gerçekleştirir. Bu ekipler, PAHO/WHO

üyesi devletlerden oluşur.

OCHA, uluslararası yardım ve müdahale faaliyetlerini üç seviyede kontrol

eder:

1- Müdahale ve yardımda bulunan ülke ve örgütler arasında, ulusal

seviyede

2- Afetten etkilenmiş ülkenin başkentinde ülke seviyesinde,

3- Afet bölgesinde.

Birleşmiş Milletler’in afet konularında

faaliyetlerde bulunan bir diğer

programı da Birleşmiş Milletler

Kalkınma Programı’dır (UNDP).

UNDP’nin amacı; Afetlerin

azaltılması, önlenmesi ve afetlere

karşı hazırlıklı olmaktır. UNDP,

özellikle BM ile hükümetler arasında

etkin koordinasyon, güvenilir önlem,

etkin hazırlık ve zamanında ve doğru

yardım dağıtımı konularında etkin

işbirliği sağlaması için çalışmalar

gerçekleştirmektedir. Bu kapsamda

7 Şubat 2014 tarihinde T.C. Hükümeti

ile UNDP bir protokol imzalamıştır.

Birleşmiş Milletler’in bünyesinde

bulunan örgütler haricinde de

ülkemize yardımda bulunan

uluslararası örgütler mevcuttur.

21


Bunlardan en önemlisi kuşkusuz Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’dür

(NATO). NATO, aslen askeri bir teşkilat olsa da barış zamanında afetten

etkilenmiş ülkeler için seferber olabilir. NATO Genel Sekreteri Jens

Stoltenberg’in açıklamalarına göre , Hollanda’dan, Norveç’ten, Birleşik

Krallık’tan ve Amerika Birleşik Devletleri’nden sağlanan askeri uçaklar,

deprem felaketinden hemen sonrasında faaliyet göstermiş ve gece

gündüz çalışmıştır. Ayrıyeten NATO, milyonlarca avroyu Türkiye’ye

aktarmak için bağış kampanyası düzenlemiştir.

Afetten etkilenen ülkeye karşı diğer ülkelerin hukuki

bir sorumluluğu bulunmaz. Devletler, taraf oldukları

antlaşmalar çerçevesinde afetten etkilenen ülkelere,

başta BM bünyesinde bulunan hükümetler arası

örgütler olmak üzere çeşitli örgütler aracılığıyla

yardım edebilirler.

Ancak yardım etmemeleri durumunda, uluslararası sözleşmelerde aksi

bir hüküm bulunmuyorsa, yardımda bulunmayan devlete herhangi bir

sorumluluk isnat edilemez. Yardımda bulunmak isteyen devletler, yardım

teklifini afetten etkilenmiş ülkeye iletirler ve afetten etkilenen ülke,

teklifleri değerlendirip olumlu ya da olumsuz olarak yanıt verir.

C. İç Hukukumuzda Yurt Dışından Gelen

Yardımlarda Yetkili Olan Kurumlar

İç hukukumuzda yurt dışından gelen

yardımların kabul edilme usulleri ‘’4

Sayılı Bakanlıklara Bağlı, İlgili, İlişkili

Kurum ve Kuruluşlar ile Diğer Kurum ve

Kuruluşların Teşkilatı Hakkında

Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde’’

düzenlenmiştir. İlgili

Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin

37.maddesine göre yabancı devletlerle

ve uluslararası kuruluşlarla görev

alanına giren konularda işbirliği

yapmaktan sorumlu olan kurum

Müdahale Dairesi Başkanlığı’dır. İlgili

kararnamenin 38.maddesine göre ise

uluslararası acil yardımları kabul etme

yetkisi İyileştirme Dairesi Başkanlığı’na

verilmiştir. 51.maddeye göre ise

uluslararası işbirliğini ve

koordinasyonunu sağlamakla görevli

olan kurum Afet ve Acil Durum Yönetimi

Başkanlığı’dır.

22


III. Sonuç

Ülkemizde yaşanan deprem felaketinin

ardından Birleşmiş Milletler bünyesinde

yer alan örgütler ve NATO tarafından

ülkemize maddi ve manevi yardımlar

yapılmış, depremzedeleri enkaz altından

kurtarmak için profesyonel arama

ekipleri gönderilmiştir. Bu tür yapılan

yardımların kabul edilip geri çevrilmesi

hususu yukarıda da bahsedildiği gibi

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarına

bağlıdır. Türkiye, bazı devletlerin yahut

örgütlerin yardımlarını kabul edebileceği

gibi reddedebilir. Aynı zamanda diğer

devletlerin, Türkiye’ye (eğer aralarında

bir sözleşme yoksa) yardımda bulunma

gibi bir uluslararası sorumluluğu

bulunmaz.

24


DEPREM SONRASI UYGULANACAK HUKUKİ REJİMLER

| Özlem Güleş

Devletin deprem gibi yıkıcı etkileri oldukça

fazla olan afetler sonrası uygulaması

gereken birtakım rejimler vardır. Bu

yazımda deprem sonrası uygulanması

gereken hukuksal rejimlere değineceğim.

SIKIYÖNETİM:

Anayasa’nın 122. maddesinde sıkıyönetimin

seferberlik ve savaş hallerinde

uygulanabileceği belirtilmiştir. 122.

maddeye göre sıkıyönetim “Anayasanın

tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel

hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya

yönelen ve olağanüstü hal ilânını gerektiren

hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin

yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı

gerektirecek bir durumun baş göstermesi,

ayaklanma olması veya vatan veya

Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir

kalkışmanın veya ülkenin ve milletin

bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye

düşüren şiddet hareketlerinin

yaygınlaşması sebepleriyle” ilân edilebilir.

Buradan da anlaşılabileceği üzere

sıkıyönetimin doğal afet sonrasında

uygulanması öngörülmemiştir. Bu madde

sıkıyönetimin apaçık bir şekilde savaş ve

şiddet olaylarında uygulanması gerektiğine

değinmiştir.

Sıkıyönetimin afet sonrasında uygulanması

şayet afet belli bir bölgede meydana

gelmişse ülkenin geri kalanında hayatın

ekonomik, sosyal açısından

durağanlaşmasına sebep olur bu da bir

bölgede iyileştirme yapılmak istenirken geri

kalan bölgelerin göz ardı edilmesi anlamına

gelir.Afetin meydana geldiği bölgede

iyileştirmeler yapılması ancak afetten

etkilenmeyen bölgelerin olağan hayat

akışına devam etmesi ile mümkün olur. İşte

afet durumunda sıkıyönetim uygulamak

yaralı bölgeyi tedavi ederken vücudun diğer

bölgelerini hiçe saymaktır. Bu da tam

iyileştirme sağlamaz.

OLAĞANÜSTÜ HAL:

Olağanüstü hal Anayasa’nın 119.

maddesinde “Olağanüstü Hal Yönetimi”

başlığı altında hangi durumlarda, ne kadar

süreyle, hangi şartlarda ve kimlere

uygulanabileceğini açıklamıştır. Buna göre:

“Cumhurbaşkanı; savaş, savaşı

gerektirecek bir durumun baş göstermesi,

seferberlik, ayaklanma, vatan veya

Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir

kalkışma, ülkenin ve milletin bölünmezliğini

içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet

hareketlerinin yaygınlaşması, anayasal

düzeni veya temel hak ve hürriyetleri

ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet

hareketlerinin ortaya çıkması, şiddet

olayları nedeniyle kamu düzeninin ciddî

şekilde bozulması, tabiî afet veya tehlikeli

salgın hastalık ya da ağır ekonomik

bunalımın ortaya çıkması hallerinde yurdun

tamamında veya bir bölgesinde, süresi altı

ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilan

edebilir.

Olağanüstü hal ilanı kararı, verildiği gün

Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün

Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına

sunulur.

Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde ise

derhal toplantıya çağırılır;

Meclis gerekli gördüğü takdirde olağanüstü

halin süresini kısaltabilir, uzatabilir veya

olağanüstü hali kaldırabilir.

25


Cumhurbaşkanının talebiyle Türkiye Büyük

Millet Meclisi her defasında dört ayı

geçmemek üzere süreyi uzatabilir. Savaş

hallerinde bu dört aylık süre aranmaz.

Olağanüstü hallerde vatandaşlar için

getirilecek para, mal ve çalışma

yükümlülükleri ile 15’inci maddedeki ilkeler

doğrultusunda temel hak ve hürriyetlerin

nasıl sınırlanacağı veya geçici olarak

durdurulacağı, hangi hükümlerin

uygulanacağı ve işlemlerin nasıl

yürütüleceği kanunla düzenlenir.

Olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanı,

olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda,

104’üncü maddenin on yedinci fıkrasının

ikinci cümlesinde belirtilen sınırlamalara

tabi olmaksızın Cumhurbaşkanlığı

kararnamesi çıkarabilir. Kanun hükmündeki

bu kararnameler Resmî Gazetede

yayımlanır, aynı gün Meclis onayına sunulur.

Savaş ve mücbir sebeplerle Türkiye Büyük

Millet Meclisinin toplanamaması hâli hariç

olmak üzere; olağanüstü hal sırasında

çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri

üç ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde

görüşülür ve karara bağlanır. Aksi halde

olağanüstü hallerde çıkarılan

Cumhurbaşkanlığı

kararnamesi

kendiliğinden yürürlükten kalkar.”

Kanunda apaçık olarak doğal afet

durumunda olağanüstü hal ilan

edilebileceği belirtilmiştir. Nitekim

olağanüstü hal şartları bakımından

sıkıyönetime göre uygulanması daha

isabetli olan rejimdir. Gerek bölgesel olarak

uygulanması gerekse hızlı bir şekilde

uygulanması bu rejimin afetler sonrasında

uygulanmasının daha doğru olduğu

kanaatini güçlendirir. Ayrıca 15/5/1959

tarihli 7269 Sayılı “Umumi Hayata Müessir

Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle

Yapılacak Yardımlara DairKanun” afet

öncesi ve sonrasında uygulanması gereken

önlemleri detaylıca açıklar.

26


OHAL’in ilan edilmesi ile birlikte afet

bölgesinde devlet ihtiyaç duyduğu

malzemeleri karşılığı sahiplerine sonra

ödenmek şartıyla el koyabilir. Özellikle bu

durum bile afet bölgesi için oldukça

önemlidir. Nitekim geçtiğimiz aylarda

oldukça yıkıcı bir deprem yaşanmış ve iyi bir

şekilde malzeme koordinasyonu

yapılamamış, halkın düzensiz bir şekilde

gönderdiği yardımlar amacına

ulaşamamıştır. Ülkenin birçok yerinden

malzeme gelirken afet bölgesinde bulunan

malzemeler kullanılamamış ve bu da

yardımların gecikmesine neden olmuştur.

Afet durumunda halk korku ve panik ile

afet bölgesinden uzaklaşmak ya da

yakınlarına ulaşmak için kullanılabilir yollara

akın eder bu durumu önlemek için de kolluk

kuvvetleri tüm güçleri ile kontrolü sağlar ve

durumda oluşabilecek olaylar için OHAL

ilamı oldukça önemlidir. Hızlı kararlar

verilmesi gereken bu afet sürecinde OHAL

durumunun elverdiği ölçüde yetki

genişlemesi sağlanması mümkündür.

Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla

Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara

DairKanun’da belirtildiği üzere:

Madde 9 – Bu kanunda yazılı afetlerin

vukuunda ilk yardımları mahallerine

yetiştirmek maksadiyle bu bölgelere

mülkiye amirleri ve alakalı makam ve

müesseseler tarafından gönderilecek

kurtarma ve yardım ekipleri, her türlü

malzeme, makina, alat, yiyecek, giyecek ve

barınma eşya vemaddeleri, umumi, hususi

ve mülhak bütçeli idarelerle bunlara bağlı

müesseseler ve İktisadi Devlet

Teşekküllerinin, vilayetlere, belediye ve

köylere ait olan ve bunlara bağlı bulunan

müesseselerin elinde bulunan her türlü

kara, deniz, ve hava nakil vasıtaları ile,

bedeli sonradan ödenmek üzere, sevk

edilir. İhtiyaç hissedilen mahallerde bu

mecburiyet ve mükellefiyetler hakiki

27


şahıslarla her türlü şirket ve müesseselere

de teşmil edilebilir.

Kanun apaçık bir şekilde afet durumunda

başvurulacak yollara, alınması gereken

tedbirlere, uygulanması gereken rejimlere,

ilgili makamların görevlerine değinmiştir.

Bu iki rejimi karşılaştırdığımızda OHAL’in

uygulanmasının daha kolay olduğu ve

ülkenin bütününde hayatın aksamaması

için bölgesel OHAL’in daha doğru olduğu

görülür.

OHAL durumunda dikkat

edilmesi gereken en

önemli konu kişisel hak

ve özgürlüklerin kanunun

öngördüğü şekilde

kısıtlanmasıdır.

Kişisel hakların kısıtlanması durumları

içerisinde OHAL durumu da yer alır ama bu

hak kanun tarafından korunur. Kısıtlama

şartlarının sınırları kanun ile belirtilmiştir.

Kişisel hakların kısıtlanması durumları

içerisinde OHAL durumu da yer alır ama bu

hak kanun tarafından korunur. Kısıtlama

şartlarının sınırları kanun ile belirtilmiştir.

Afet etkileri açısından oldukça yıkıcı olup

alınan önlemler ile etkileri azaltılabilir bir

afettir. Dolayısıyla deprem için

yapılabilecek en güzel şey deprem öncesi

tedbirlerin alınması ve bunun sıkı bir

denetimden geçmesidir. Afet öncesi

alınacak tedbirler kadar afet sonrası

alınacak tedbirler de bir o kadar önemlidir.

Afet sonrası koordinasyonu sağlamak en

önemli adımdır. Ülkemizin bir daha böyle bir

afet ile sınanmamasını diliyorum. Afetlerde

kaybettiğimiz canlarımız için büyük üzüntü

duyuyor ve bütün milletime başsağlığı

diliyorum.

28


6698 SAYILI KANUNA BAKIŞ

DOĞAL AFET VE OHAL’İN KİŞİSEL VERİLERİN KORUNMASI

HUKUKU ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

| Av. Hüseyin Kılıç

Kişisel Verilerin Korunmasında Uyulması Gereken İlkeler

Kişisel verilerin işlenmesine ilişkin ilkeler, tüm kişisel veri işleme faaliyetlerinin özünde

bulunmalıdır. Tüm kişisel veri işleme faaliyetleri aşağıda sayılan ilkelere uygun olacak

şekilde gerçekleştirilmelidir.

Hukuka ve dürüstlük kuralına uygun olma: Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nun 4’üncü

maddesine göre kişisel verilerin ancak “Hukuka ve dürüstlük kurallarına uygun olma” şartıyla

işlenebilmesi kabul edilmektedir (ÖZDEMİR, 2009, s.166).[1]Kişisel verilerin, kurala uygun

işlenmesi ilgili kişilerin kişisel verilerin toplanma ve işlenmesi hakkında yanıltılmamasıdır. Bu

durum dürüstlük kuralının temelini oluşturmakta ve aşağıda bahsedeceğimiz amaca bağlı

olma ilkesi ile de örtüşmektedir.

Verileri dürüst olarak toplama ve işleme, Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesinde

düzenlenen dürüstlük kuralının hakkın kötüye kullanılması yasağı bağlamında verilerin

işlenmesindeki karşılığıdır. Dürüstlük kuralı verilerin işlenmesi öncesi ve sonrasında,

ilgililerin ve veri işleyenin birbirlerini aldatmamaları olarak karşımıza çıkmaktadır (ÖZDEMİR,

2009, s.167).[2]

Amacına bağlı olma: Veriler toplanma amacına uygun olarak kullanılmalı ve amaç açık, belirli

ve hukuka uygun olmalı, amaçla bağdaşmayacak nitelikte olmamalıdır. Diğer bir ifade ile

kişisel verilerin işlenmesi sürecinde amaca uygunluk ilkesi, söz konusu amaçla

bağdaşmayan bilgilerin işlenmemesidir. Kişisel veriler ilgili kişinin anlayamayacağı bir amaç

için işlenmemelidir (ÖZDEMİR, 2009, s.166; SEVİMLİ, 2006, s.155).[3]

Kişisel verilerin doğru ve güncel olması: Verileri işlenecek kişisel veri sahiplerinin verilerinin

doğru ve güncel tutulmasını isteme hakkı vardır. İşlenen verilerin doğruluğunun veri

işlemenin en başından en sonuna kadar devam etmesi gerekir (ÖZDEMİR, 2009:168).[4] Veri

sahibinin veri işlenmesi süreci içerisinde verilerinde ortaya çıkan değişikliklerin

düzeltilmesini isteme ve verilerinin doğruluğunu kontrol etme hakları mevcuttur.

Belirli, açık ve meşru amaçlar için işlenme ilkesi: Özel nitelikli veri olup olmamasına

bakılmaksızın işlenen tüm kişisel veriler açık, meşru ve belirli amaçlara uygun olarak

işlenmek zorundadır. Bu bağlamda veri sorumlusunun, ilgili kişilerin açık rızasının alınması

sonrası veri işleme faaliyetine başlaması gerekir (AYDIN, 2020, s.29).[5]

[1] Hayrunnisa Özdemir, Elektronik Haberleşme Alanında Kişisel Verilerin Özel Hukuk Hükümlerine Göre Korunması (Doktora Tezi) Ankara

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2009, s.166.

[2] Özdemir, “Elektronik Haberleşme Alanında Kişisel Verilerin Özel Hukuk Hükümlerine Göre Korunması”, s.166-167.

[3] Özdemir, “Elektronik Haberleşme Alanında Kişisel Verilerin Özel Hukuk Hükümlerine Göre Korunması”, 166-167. K. Ahmet Sevimli, İşçinin

Özel Yaşamına Müdahalenin Sınırları (Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2006, s. 155.

[4] Özdemir, “Elektronik Haberleşme Alanında Kişisel Verilerin Özel Hukuk Hükümlerine Göre Korunması”, s.168.

[5] Muhammet Aydın, Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında İdarenin Sorumluluğu ve Yargısal Denetimi (Yüksek Lisans Tezi), Ufuk

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2020, s.29.

29


Kanuni süre veya amaçla bağlantılı süre kadar kişisel verilerin muhafaza edilmesi: Kişisel

verilerin saklanması ancak veri işleme faaliyetinin amacın gerçekleşmesine kadar hukuka

uygun olacaktır. Kişisel verilerin saklanması amacının ortadan kalkması işlenen verilerin

işlevsiz hale gelmesi sonucunu ortaya çıkaracaktır. Bu durumlarda işleme amacı ile veri

arasında bulunan illiyet bağı ortadan kalkacaktır (AYDIN, 2020, s.30).[6] Ayrıca belirlenen

sürenin bitiminde elde edilen kişisel veriler ancak anonimleştirilerek saklanabilir. Aksi halde

hukuka uygunluk ortadan kalkacaktır.

Kişisel Verilerin Kaydedilmesinde Hukuka Uygunluk Sebepleri

Açık rıza: Kişisel Verinin İşlenmesi Kanunu’nun 3. maddesinde verinin işlenmesi sahibinin

açık rızasının alınmasına bağlanmıştır. Kural olarak işlenen verilerin sahibi, verilerinin

işlenmesi konusunda rıza göstermiş olmalıdır. Bu rıza verinin özel nitelikli olup olmadığına

bağlı değildir. Açık rıza mutlaka veriler işlenmeye başlamadan önce ve açık anlaşılır bir

şekilde alınmalıdır.

Kişilerin hayati çıkarlarının korunması için

zorunlu olması:

Veri sahibi olup

olmadığına bakılmaksızın

birinin hayatını ve hayatını

korumak amacıyla

zorunlu olması

durumunda, veri sahibinin

rızasını açıklayamayacak

halde olması durumunda

veriler işlenebilecektir.

Bu gibi bir durumun ortadan kalkması

halinde veri sahibinden geriye dönük rıza

alınması gerekmektedir (DUMAN, 2020,

s.106-107). [7]

[7] Berat Duman, Anayasa Hukukunda Kişisel Verilerin Korunması (Doktora Tezi), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü, Konya 2020, s.106-107.

30


Kanunlarda açıkça öngörülmüş olma: Kişisel Verilerin Korunması Kanunu 5. madde uyarınca

kişisel veriler kanunda açıkça düzenlenmesi durumunda ilgili kişiden açık rızası alınmaksızın

işlenebilir. Farklı kanunlarda verilerin Kişisel Verilerin Korunması Kanunu kaynaklı sebeplerle

işlenmesi hususunda birçok hüküm yer almaktadır. Kanunlarda sayılan hallerde kişisel

verilerin işlenmesi hukuka aykırılık teşkil etmeyecektir (DENİZ, 2021, s.89-90).[8]

İlgili kişi tarafından alenileştirilmiş olması: Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’na göre, verinin

sahibi tarafından alenileştirilmiş olması halinde kişisel verilerin işlenmesinin hukuka uygun

olacağı kabul edilmiştir.

Doktrindeki tartışmalara göre; bir verinin veri sahibi tarafından alenileştirilmesi, veriye ve ilgili

kişiye dair koruma alanını ortadan kaldırmamaktadır (YÜCEDAĞ, 2017, s.780).[1]Bir görüşe

göre kamuya mal olmuş kişiler dışında, bir kişinin kendisine ait verilerini alenileştirmesi, bu

verileri herkesin kullanmasına açık rızası olduğu anlamına gelmez. Başka bir görüşe göre

kişinin verilerini paylaşması, başkaları tarafından da paylaşılmasına rıza gösterdiği anlamına

gelmektedir (DÜLGER, 2020, s.29).[2]

Bir hakkın tesisi, kullanılması veya korunması için zorunlu olması: Kişisel Verilerin Korunması

Kanunu’nu 5. Maddesi kapsamında “Bir hakkın tesisi, kullanılması veya korunması için veri

işlemenin zorunlu olması” durumunda veri sahibinin açık rızası alınmadan veri işlenebilir.

Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nun 28. maddesinde kanunun uygulanmayacağı istisna

durumlar sıralanmıştır. Buna göre “Kişisel verilerin soruşturma, kovuşturma, yargılama veya

infaz işlemlerine ilişkin olarak yargı makamları veya infaz mercileri tarafından işlenmesi”

durumunda yargı makamlarının herhangi bir hukuka uygunluk sebebi arayışına girmeden

verilerin işlenmesi mümkündür (TOPRAK, 2018, s.75).[3]

Veri sorumlusunun hukuki yükümlülüğünü yerine getirebilmesi için zorunlu olması: Veri

sorumlularının hukuki yükümlülüklerini yerine getirmeleri amacıyla kişisel verileri işleme

zorunluluğunun var olması halinde veri işleme faaliyeti hukuka uygun olmaktadır. Ancak özel

nitelikli kişisel verilerin bu kapsamda işlenmesi hukuka uygunluk sebebi olarak

gösterilmemiştir (AŞIKOĞLU, 2018, s.129).[4]

Sağlık ve cinsel hayata ilişkin kişisel veriler hakkında hukuka uygunluk sebebi: Kanun

kapsamında sağlık ve cinsel hayata ilişkin veriler kişinin açık rızası alınarak hukuka uygun

olarak işlenebilir. Ancak istisna olarak Kanun’un 6. maddesi “…ancak kamu sağlığının

korunması, koruyucu hekimlik, tıbbî teşhis, tedavi ve bakım hizmetlerinin yürütülmesi, sağlık

hizmetleri ile finansmanının planlanması ve yönetimi amacıyla, sır saklama yükümlülüğü

altında bulunan kişiler veya yetkili kurum ve kuruluşlar tarafından ilgilinin açık rızası

aranmaksızın işlenebilir.” hükmünü içermektedir. Bu iki hukuka uygunluk sebebi dışında veri

sorumlusu sağlık ve cinsel hayat verilerini işleyemez (TOPRAK, 2018, s.75).[1]

[8] İlknur Deniz, Çocuklara Ait Kişisel Verilerin Türk Medeni Kanunu ve Kişisel Verilerin Korunması Kanunu Kapsamında Korunması (Yüksek

Lisans Tezi), Antalya 2021, s. 89- 90.

[9] Nafiye Yücedağ, "Medeni Hukuk Açısından Kişisel Verilerin Korunması Kanunu'nun Uygulama Alanı ve Genel Hukuka Uygunluk Sebepleri",

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası 2, (2017), s.780.

[10] M. Volkan Dülger, “Kişisel Verilerin Korunması Kanunu ve Türk Ceza Kanunu Bağlamında Kişisel Verilerin Ceza Normlarıyla Korunması",

İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 3 (2), (2016), s.142.

[11] Bilal Toprak, 6698 Sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu Işığında İşçinin Kişisel Verilerinin Korunması (Yüksek Lisans Tezi), Yıldırım

Beyazıt Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2018, s.69.

[12] Şehriban İpek Aşıkoğlu, Avrupa Birliği ve Türk Hukukunda Kişisel Verilerin Korunması ve Büyük Veri, İstanbul: On İki Levha Yayıncılık,

2018. s.129

[13] Bilal Toprak, “6698 Sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu Işığında İşçinin Kişisel Verilerinin Korunması”, s.75.

31


SONUÇ

Ülkemizde yaşanan depremler sonrası farklı alanlarda faaliyet gösteren birçok kamu

kurumu ve özel sektör kuruluşları ile vatandaşlar, yardım amacıyla deprem bölgesine

hareket etmiştir. Bu şekilde bir hareket sonrası koordinasyon sağlanabilmesi ve yardım

faaliyetlerinin düzenli ve aksamadan gerçekleştirilebilmesi için kişisel verilerin işlenmesi

faaliyetleri kaçınılmaz olarak yaşanmıştır. Örneğin yardıma gelen iş makinesi, kamyon gibi

araçların enkazlara yönlendirilmesi ve organizasyonun sağlanması için araç şoförünün en

azından adı, soyadı, nereden geldiği, hangi kamu kurumu veya özel şirkette görev aldığı,

telefon numarası gibi kişisel bilgileri işlenmek durumunda kalmıştır.

Çalışmanın bu bölümünden sonra yukarıda örnek üzerinden doğal afetlerde kişisel verilerin

işlenmesi konusunu değerlendireceğiz. Öncelikle örnekte belirtilen bilgilerin kişisel veri

olduğu tartışmasızdır. Bahsi geçen gibi bir durumda kişisel verilerin işlenmesinin hukuki

boyutunu değerlendirecek olursak deprem gibi bir durumda yapılacak çalışmaların öncelikle

enkaz altında kalan vatandaşların hayatı kurtarmak amacına yönelik olduğu kabul

edilmelidir. Kişisel Verilerin Korunması Kanunu kapsamında kişisel verilerin işlenmesi

öncelikle ilgili kişilerin açık rızasına bağlıdır. Ancak kanun işlenme şartlarına istisnalar

getirmiştir. Deprem gibi doğal afetlerde ortaya çıkan durum istisnalardan “Fiili imkânsızlık

nedeniyle rızasını açıklayamayacak durumda bulunan veya rızasına hukuki geçerlilik

tanınmayan kişinin kendisinin ya da bir başkasının hayatı veya beden bütünlüğünün

korunması için zorunlu olması” kapsamına girecektir. Deprem enkazından kişilerin

kurtarılması çalışmaları sırasında işlenen kişisel verilerin, rızasını açıklayamayacak durumda

bulunan kişinin kendisinin ya da bir başkasının hayatı veya beden bütünlüğünün korunması

kapsamında olacağı kabul edilecektir. Mevcut haliyle durum hukuka uygunluk sebebi olarak

kabul edilecektir.

İşlenen kişisel veriler:

Hukuka ve dürüstlük kurallarına uygun olma,

Doğru ve gerektiğinde güncel olma

Belirli, açık ve meşru amaçlar için işlenme

İşlendikleri amaçla bağlantılı, sınırlı ve ölçülü olma

İlgili mevzuatta öngörülen veya işlendikleri amaç için gerekli olan süre kadar muhafaza

edilme şartlarını taşıdığı sürece hukuka uygun olarak işlenmiş ve saklanmış kabul

edilecektir.

Ancak deprem gibi afet durumları ortadan kalktığında verisi işlenen kişilerden en kısa

sürede açık rızaları alınmalıdır. Aksi halde verilerin işlenmesinde hukuka uygunluk sebepleri

ortadan kalkacak ve Türk Ceza Kanunu’nun 135-138. maddelerinde sayılan suçlar işlenmiş

olacaktır. Kişisel verileri işleyen ve saklayan kurum, kuruluş, şirket ve kişiler bu noktada

dikkatli olmalıdır.

32


Sonuç olarak yukarıda açıklandığı üzere

deprem gibi doğal afetler sonrası kişisel

verilerin işlenmesi meşru amaçlar

doğrultusunda, hukuka ve dürüstlük kuralına

uyularak, gerektiği kadar ve mümkünse açık

rıza alınarak, mümkün olmadığı durumlarda ise

kişi veya bir başkasının hayati tehlikesini

ortadan kaldırmak amacıyla işlenmesinde

hukuken bir sakınca bulunmamaktadır.

Mevcut durum ve şartlar değerlendirilip yukarıda sayılan

haller ortadan kalktığında mümkün olan en kısa sürede

açık rıza alınmalı, alınamaması durumunda işlenmiş veriler

en kısa sürede imha edilmeli veya anonim hale

getirilmelidir. Aksi durumda Türk Ceza Kanunu kapsamında

suç işlenmiş olacak ve cezai durumlarla

karşılaşılabilecektir.

Olağanüstü hal boyutuyla ele aldığımızda kişisel verilen

korunması hakkı Anayasa’da güvence altına alınmış bir

haktır. Ülkemizde on bir ilde deprem nedeniyle üç ay süreli

olağan üstü hal ilan edilmiştir. Anayasa gereği temel hak

hürriyetler ancak kanunla düzenlenecektir. Çalışmamızı

hazırladığımız an itibariyle kişisel verilerin korunması

hakkını kısıtlayacak bir kanuni düzenleme ortaya

çıkmamıştır. Mevcut haliyle ilgili kanun hükümlerine riayet

edilerek çalışmalar yapılmalı, temel haklardan olan kişisel

verilerin korunması hakkını ihlal edecek uygulamalardan

kaçınılması gerekmektedir.

33


DEPREM ZARARLARININ AZALTILMASINDA MÜLKİYET

HAKKINIİLGİLENDİREN OLASI DÖNÜŞÜMLER |

Ayşe Özgür

Dünya genelinde nüfusun artmasına paralel olarak insanın doğaya müdahalesi artmış, artan

müdahalelere doğadan gelen tepkiler nedeniyle de günden güne hem afetler hem de

afetlere maruz kalan nüfus oranı artmıştır. Sık sık yaşadığımız depremler, taşkınlar,

heyelanlar, çığlar ve ilk kez 2020 yılında İzmir'de neden olduğu ölümle kayıtlara geçen

tsunami olayları ülkemizin “bir afet ülkesi” olduğunun göstergesidir.

Cumhuriyet tarihimizde; kayıtlara ilk büyük ölçekli deprem olarak geçen 1939 Erzincan

depreminden sonra “Erzincan’da ve Erzincan Depremi’nden Müessir Olan Mıntıkalarda Zarar

Görenlere Yapılacak Yardımlar Hakkında Kanun” çıkartılmış ve bu kanunla depremzede

vatandaşların zararlarının giderilmesi, yaralarının sarılması hedeflenmiştir. Ancak o

dönemde yapılan çalışmalarda yalnızca deprem sonrası zararların giderilmesi gündeme

getirilmiştir. 1945 yılında yürürlüğe giren “Yer Sarsıntılarından Evvel ve Sonra Alınacak

Tedbirler Hakkında Kanun” ve sonrasında çıkan ilk yapı yönetmeliğine kadar ülkemizde

deprem yaşanmadan depremde oluşabilecek zararların giderilmesini öngören bir çalışma

yapılmamıştır. 1945’te yürürlüğe giren bu kanundan itibaren 1999 Marmara Depremi’ne kadar

çeşitli kanunlar, yönetmelikler çıkartılarak deprem zararlarının azaltılmasını hedefleyen

çalışmalar geliştirilmiştir. Ancak 1999 Marmara Depremi’nin ardından ortaya çıkan tablo

çıkarılan kanunların ve yönetmeliklerin uygulamada ne kadar yetersiz kaldığını göstermiştir.

1999 depremi sonrasında, artan nüfusun bir sonucu olarak artık tek sorunun yeni yapılacak

alanların olmadığı, bunun yanı sıra mevcut yapılaşmış alanlardaki dayanıklı olmayan yapı

stokunun varlığının da önemli bir sorun teşkil ettiği fark edilmiştir. Ortaya çıkan bu

dayanıksız yapı stokunun dönüştürülmesi ve yeni yapılacak yapıların standartlarının da

yükseltilmesi gerekliliği, yalnızca yasal açıdan yapılan değişiklik ve düzenlemelerin yetersiz

kalacağını göstermiş dolayısıyla yasal düzenlemelerin yanında aynı zamanda proje odaklı bir

dönemi başlatmıştır.

Günümüzde ise gerek Tübitak gibi kuruluşlar kapsamında düzenlenen projelerde, gerek

sismologlar tarafından yapılan çalışmalarda gerekse üniversitelerde hazırlanan raporlarda

deprem öncesi zararların azaltılması ile ilgili çeşitli çözümler, öneriler bulunmasına rağmen

son olarak 6 Şubat tarihinde yaşadığımız ve 10 ilimizi etkileyen Kahramanmaraş merkezli

deprem de göz önünde bulundurulduğunda aradan geçen 84 yıllık zaman dilimi içerisinde bu

konuda yeterli gelişmeyi gösterip gösteremediğimiz tartışma konusudur. Yani

bugün hala olası bir depremden korkunç denilebilecek düzeyde

bir tahribatla çıkıyorsak bunun sebebi ne yapılması gerektiğine

bir cevap bulunamamış olması değil, afeti nasıl yöneteceğimiz

konusundaki raporlar ve bilimsel yayınların bir türlü icraata

geçirilememiş olmasıdır.

34


Mesela yaşanan acı tecrübeler doğrultusunda afet riski olan bölgeler ile ilgili yasal bir

düzenlemenin eksikliği anlaşılmış ve afet zararlarını azaltmaya yönelik olarak yapıların

topluca dönüşümünü öngören 2012 yılında “6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların

Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” yürürlüğe girmiştir ve bu kanunun uygulanabilmesi için

rezerv yapı alanı, riskli alan veya riskli yapı konuları göz önünde olmalıdır. Birazdan

anlatacağımız önlemlere rağmen yaşanan afetlerde ortaya çıkan tablo mevcut mevzuatın ne

denli uygulandığının da bir göstergesi niteliğinde olacaktır.

Maliklerin, maliklerin talep etmemesi halinde ise idarenin talebiyle yetkili kurum ve

kuruluşların; yapının ağır hasar görmesinin, yıkılma tehlikesinin veya ekonomik ömrünün

dolmuş olduğunu tespit etmesi halinde riskli yapı söz konusu olmaktadır. Yapının riskli yapı

olarak belirlenmesinden sonra malikler yapıyı güçlendirme, yıkım veya yapının yeniden inşası

kararı verebilirler. Güçlendirme kararı ancak riskli binanın yarattığı tehlikenin giderilmesi için

yıkımın zorunlu olmaması halinde alınabilir. Riskli yapının güçlendirilebilmesi için öncelikle

uzman bilirkişilerce yapının güçlendirmeye uygun olduğu tespit ettirilmiş olmalı,

güçlendirme kararı alınmış olmalıdır. Riskli yapının tespiti işleminden sonra genel kural ise

mevzubahis yapı hakkında yıkım işlemlerinin başlatılmasıdır. Yıkım kararını alma yetkisi

öncelikle maliklere tanınmıştır. Maliklerin yıkım kararını almaması ya da yıkım işlemini

usulüne uygun yerine getirmemesi halinde bu karar bakanlık ve idare tarafından

alınabilecektir. Malikler, binanın nasıl ve kim tarafından yıkılacağı konusunda da 3'te 2’lik

çoğunlukla bir anlaşma sağlayarak istedikleri herhangi bir kişiye yıkımı yaptırabilirler.

Yapının riskli yapı olarak belirlenmesinden sonra idare ise, riskli yapının kamulaştırılması,

acele kamulaştırılması ve yıkımı kararı verebilir. Kamulaştırma, idarenin kamu hizmetlerini

yerine getirmek amacıyla ihtiyaç duyduğu taşınmaz malların tamamının veya bir kısmının

mülkiyetini maliklerin rızası olmaksızın devralmasına denir.

Acele kamulaştırma kararı verildiğinde ise olağan kamulaştırma işlemindeki süreçler

işlemez, direkt tespit edilen bedel ödenir ve mevzubahis taşınmazın mülkiyeti idareye

geçirilir. Verilebilecek olan bu kararlardan her biri mülkiyet hakkını ilgilendiren dönüşümler

kapsamında değerlendirilir. Ancak 3194 sayılı İmar Kanunu, Geçici Madde 16 ile getirilen imar

affı düzenlemesinin, 6306 sayılı kanun hükümleri ile amaçlanan deprem zararlarının

azaltılması faaliyetlerini ne derecede olumsuz yönde etkilediği ve imar affından kaynaklanan

can ve mal kayıplarının sorumluluğu da tartışılması gereken önemli bir husustur.

Deprem sonrasında OHAL ilan edilen yerlerde OHAL Kanunu’nun alınacak tedbirlere ilişkin 9.

maddesinin ilgili bentlerinde;

“Tehlike arz eden binaları yıkmak; sağlığı tehdit ettiği tespit olunan taşınır ve taşınmaz

mallar ile sağlığa zararlı gıda maddelerini ve mahsullerini imha etmek”;

“Bölgenin belirli yerlerinde yerleşimi yasaklamak, belirli yerleşim yerlerine girişi ve

buralardan çıkışı sınırlamak, belli yerleşim yerlerini boşaltmak veya başka yerlere

nakletmek” hükümleri yer almaktadır. Bu hükümlerde mülkiyet hakkını ilgilendiren

sınırlamalardır.

35


Ayrıca 1968 tarihinde yürürlülüğe girmiş olan ve sürekli revize edilerek

günümüzde hala yürürlükte olan 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir

Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair

Kanun’un günümüz koşullarına uyum sağlayıp sağlayamadığı tartışmalı

bir husus olmakla beraber eski tarihli bir kanun üzerinde sürekli

düzenleme yapmaktansa günümüz koşullarına uyumlu, uygulamaya

geçirilmeye daha yatkın yeni bir kanun taslağının oluşturulması gerektiği

düşüncesi daha mantıklı görünüyor. Bu tartışmayı bir kenara bırakıp 7269

sayılı Kanun’un hükümlerini incelemek gerekirse bu Kanun’un 13. maddesi

de mülkiyet hakkını ilgilendiren dönüşümlerden birini içermektedir. Bu

madde gereğince, afetin meydana geldiği arazinin durumu ile bütün

yapılar ve kamu tesisleri incelenerek, hasar tespit raporu düzenlenir.

Arazinin tehlikeli durumu ve binaların gördüğü hasar bakımından

yıktırılması ve boşaltılması gerekenler hakkında, o il ve ilçenin en büyük

mülkiye amirine ayrı bir rapor verilir ve böyle binalar derhal boşaltılır.

Yıkılması gerekenler için en çok 3 gün süre verilerek tehlikenin

giderilmesi sahiplerine bildirilir.

36


DEPREM ÖNCESİ TACİR |

Melda Koru

Depremler, can kayıplarının yanı sıra ekonomik krizlere de yol açtığından yasal düzenlemeler

insan sağlığına odaklanırken ekonomik etkileri de azaltacak adımlar atmalıdır. Bu çalışmada,

depremin ekonomik etkileri ve tacirlerin Yargıtay kararlarına göre yükümlülükleri ele

alınacaktır.

I. DEPREMİN EKONOMİK ETKİLERİNE GENEL BAKIŞ

Türkiye, doğal afet ve kriz durumlarında devletin imdada yetişeceği algısının değiştirilmesi

gerektiğini ve özel sektörün kendi riskini sahiplenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Özel

sektörün dayanıklılık algısının “paylaşılan sorumluluk” yönünde evrilmesi öncelikli hedefler

arasındadır.

Özel sektör dayanıklılığını arttıracak bir yaklaşımın benimsenmesi, özel sektör aktörleri ve

kamu menfaati açısından önemlidir. Tacirlerin sahip olması gereken özen yükümlülüğüne

ilişkin düzenlemeler, özel sektör aktörlerinin sorumluluğun paylaşılmasında temel dayanak

noktalarından birini oluşturmaktadır. Tacirin basiretli bir iş insanı gibi hareket etmesi

yükümlülüğü, özel sektörün dayanıklılığının artırılmasında temel bir unsurdur.

II. BASİRETLİ İŞ İNSANI VE EKONOMİK ETKİLERE KARŞI ÖNLEM ALMA YÜKÜMLÜLÜĞÜ

Her tacir, ticaretine ait bütün faaliyetlerinde basiretli bir iş “adam”ı gibi hareket etmek

zorundadır. Ticaretine ait tüm yükümlülüklerinde tacirin göstermesi gereken özen

yükümlülüğü, tacirin aynı ticaret dalında faaliyet gösteren tedbirli, öngörülü bir tacirden

beklenen özeni göstermesi şeklinde yorumlanmıştır.

Türkiye, aktif deprem kuşağında yer alması nedeniyle birçok yıkıcı deprem yaşamış bir ülke

olarak nitelendirilebilir. Bu durum, vatandaşların can güvenliğinin yanı sıra ülke ekonomisini

de etkilemektedir. Tacirler, depremin önemli bir konu olduğunu göz ardı edemezler. Yargıtay

kararlarında, tacirlerin faaliyet gösterdikleri taşınmazlarda hasar durumunu tespit etmeleri ve

ilgili mevzuat hükümlerine uygun olarak inşa etmeleri gerektiği belirtilmiştir. Ülkemizin

%92'sinin deprem bölgesi olduğu, nüfusumuzun %95'inin deprem tehlikesi ile karşı karşıya

kaldığı ve büyük sanayi merkezlerinin %98'i ile barajlarımızın %93'ünün deprem bölgesinde

bulunduğu tespit edilmiştir. Bu nedenle, ülkemizde deprem, öngörülemez bir etkiye sahip

olmakta olsa da tacirlerin bu duruma karşı önlem alma yükümlülükleri bulunmaktadır.

Basiretli iş adamı kavramı, aynı ticaret dalında faaliyet gösteren tedbirli ve öngörülü bir

tacirden beklenen özeni göstermesi şeklinde yorumlanmaktadır. Kavramın tacir açısından

taşıdığı önem 6762 sayılı TTK m.161 gerekçesinde dile getirilmiş ve bir ticari işletmenin

idaresini elinde bulunduran tacirin sahip olması gereken en önemli vasıflardan birinin

basiretkârlık olduğu belirtilmiştir. HGK 20.2.2020 tarihli ve E. 2017/11-410 K. 2020/189 sayılı

karara göre, 6762 Sayılı TTK’nin 20/2. (6102 Sayılı TTK’nin 18/2.) maddesi uyarınca, her tacirin

basiretli bir iş adamı gibi hareket etmesi gerekmektedir.

37


Bu yükümlülük, ticari işletme ile ilgili

faaliyetlerinde tacirin kendi yetenek ve

imkânlarına göre özen göstermesi değil,

aynı ticaret dalında faaliyet gösteren

tedbirli bir tacirden beklenen özeni

göstermesi anlamına gelmektedir. Ticari

faaliyetlerini herhangi bir aksaklık

olmadan veya en az hasarla yürütmek

isteyen tacirin deprem gibi ekonomik

etkileri olabilecek olaylara karşı en geniş

çerçevede ve ayrıntılı bir şekilde tedbir

alması gerekmektedir.

Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler

(KOBİ), 250 kişiden az yıllık çalışan

istihdam eden ve yıllık net satış hasılatı

veya mali bilançosundan herhangi biri 125

Milyon TL’yi aşmayan işletmelerdir. Bu

kriterlerin altında kalan KOBİ’ler de TTK

m.12 veya 16 kapsamında tacir olarak

değerlendirileceklerdir ve TTK m.18/2

uyarınca basiretli davranmakla yükümlü

olacaklardır.

Tacirin yükümlülüğüne ilişkin Yargıtay

kararlarından birkaç örnek vermek

gerekirse satıcı tacirin, sözleşmede

öngörülmemiş olsa bile satılan emtiayı

alıcıya gönderme borcu altında olması ve

bu nedenle sigorta yaptırmasının gerekli

olabileceği belirtilmiştir. Binaların

sigortalatılmadan önce hasar durumunun

tespiti ile sigorta işlemlerinin yapılıp

yapılmayacağı hususunda sorumluluğun

basiretli bir tacir gibi davranması gereken

davalı şirkette olduğu anlaşılmaktadır.

Davacının finansal kiralama yoluyla gemiyi

satın almaya kalkışırken geminin geçici

olarak çalışmayabileceğini ve o dönemde

gelir elde edilemeyebileceğini düşünerek

finansal kiralama sözleşmesi yapması

gerektiği belirtilmiştir. Davalının turşu

yapmasında kullanılacak esansı

karayoluyla gönderdiği, salatalığı önceden

temin

etmemekle kusurlu bulunduğu ve iş

yerindeki yangının da davalının akdi

yükümlüğünü ortadan kaldırmayacağı

belirtilmiştir. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin

bir hükmüne göre iş sahibinin verdiği

malzemenin kusurlu olması ya da bu

malzemenin kullanılması halinde eserin

yapılmasını tehlikeye sokacak veya iş

sahibinin zarara uğramasına neden olacak

halin varlığında bunların giderilmesi için iş

sahibini uyarma görevi yükleniciye aittir.

Aksi takdirde uyarı görevini yerine

getirmeyen yüklenici sorumludur.

Yüklenici, ticari nitelikte sayılan bir edimi

üstlenen, bu sebeple tacir sayılan bir

kişidir ve TTK’nin 20/2 maddesi gereği

ticaretine ait faaliyetlerinde basiretli bir iş

adamı gibi hareket etmek zorundadır. Bu

nedenle, arsa sahibince, projeye ve imara

aykırı inşaat yapılması yolunda talimat

verilse dahi, bu talimata uymamalıdır.

Tacir, ilişkin Yargıtay kararlarından da

anlaşıldığı üzere öngörülemeyen olaylarda

da basiretli ve yetenekli olması

gerekliliğiyle öngörülü davranmalıdır.

38


CBI, öncelikle afet ve acil durumlarda

işletmelerin daha dirençli hale gelmesi,

bilgi paylaşımının artırılması ve özel

sektörün afet anında etkilenen bölgelere

katkısının artırılması için çalışacaklarını

belirtmiştir. CBI Türkiye, işletmelerin afet

ve karmaşık acil durumlardan daha az

etkilenmeleri ve afetlerle doğabilecek

zararlardan daha hızlı toparlanmaları için

çalışacaktır. Platform özel sektörün

kapasitesini belirlemek, mevcut iş dünyası

federasyonları ve derneklerini

güçlendirmek, işletmeleri dirençli hale

getirmek, öncelikli alanlarda

destek/yardım için mobilize etmek;

meteorolojik erken uyarı mesajları, iyi

uygulama örnekleri, kaynaklar ve imkanlar

gibi alanlarda bilgi paylaşımını artırmak,

kamu ile hızlı ve etkili müdahale için ön

anlaşmaları oluşturmak, afetlerde tüm

paydaşlarla

koordinasyon

mekanizmalarına katılmak ve özel

sektörün etkilenen bölgelere katkı

sağlamasını kolaylaştırmak için

çalışacaktır.

CBI (Gelişmekte Olan Ülkelerden İthalatı

Geliştirme Merkezi), tacirin bu olağanüstü

durumu öngörebilmesine yardımcı olan bir

kuruldur. 1971 yılında Hollanda'da kurulan

CBI, AB dışından ihracat yapmak isteyen

üretici/ihracatçılara ve gelişmekte olan

ülkelerin İş Destek Kurumlarına kapasite

artırma yardımı sağlamak amacıyla

kurulmuştur.

Tacir, deprem öncesi ekonomik kayıpları

azaltmak için alınması gereken tedbirlerin

merkezinde yer almaktadır. Bu tedbirler,

can ve bina güvenliği gibi konular kadar

önemlidir, ancak genellikle göz ardı

edilirler. Tacirin ticaretine deprem

sonrasında devam edebilmesi gerektiğine

dair çok az tartışma yapılmaktadır. TTK

kapsamında tacirin işletmelerinde ticari

faaliyetlerin kesintisiz olarak yürütülmesi

gerektiğine dikkat çekilmiştir. Olası bir

deprem sonrasında tacirin kendi üretimine

devam edebilmesi, zorunlu olarak tedarik

etmesi gereken mal ve hizmetleri tedarik

edebilmesi gerekir.Bunun için faaliyetlerin

devamlılığına ilişkin önlemlerin alınması

oldukça önemlidir.

39


DEPREM ÖNCESİ ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER

Yargıtay tarafından verilen kararlarda, tacirin depremin ekonomik etkilerine karşı

tedbir alma yükümlülüğü hususunda genel olarak can ve bina güvenliği mevzuuna

dikkat çekilmektedir. Tacirin faaliyetlerine ilişkin olarak basiretli davranma

yükümlülüğüne genel olarak atıf yapılan kararların aynı zamanda depremin ekonomik

etkilerine ilişkin tedbirleri de kapsayacak şekilde yorumlanması gerekmektedir.

Yargıtay kararlarında dikkat çekilen önlemler şunlardır:

Faaliyetin yürütüldüğü binaların güvenliğine ilişkin önlemler,

Faaliyetlerinin devamlılığına ilişkin önlemler,

Önemli belgelerin ve verilerin güvenliğine ilişkin önlemler,

Risklerin önlenmesi adına sigorta yükümlülüğü.

40


Tacirin faaliyetlerini yürüttüğü taşınmazlara ilişkin alması gereken tedbirler, faaliyetlerinin

devamlılığına ilişkin önlemler grubuna dahildir. Tacir, kira sözleşmesi yoluyla veya kendi inşa

ettiği binalarda faaliyet göstermek suretiyle olsun, işletme faaliyetlerini yürüttüğü

taşınmazların depreme dayanıklılığını önceden etüt etmek zorundadır. Tacirin kira ilişkisi

yoluyla faaliyet gösterdiği taşınmazlarda binanın dayanıklılığına ilişkin gerekli araştırmayı

yapması gerektiği Yargıtay tarafından da özellikle vurgulanmıştır.

Tacirin olası bir deprem öncesi yapması gerekenler arasında hangi lojistik kanallarını

kullanacağı, sahip olduğu gayrimenkullerinin değerinin düşmesi ve ciroda yaşanan azalmaya

bağlı olarak

ortaya çıkan zararları nasıl kapatacağı, piyasada ortaya çıkan likidite sorunu veya fiyat

artışları nedeniyle oluşabilecek zararları hangi kaynaklardan karşılayacağı soruları yer

almaktadır. Tacirler için işletme faaliyetlerinin devamlılığı açısından önemli olan bir diğer

husus, tacirin ekonomik büyüklüğünde meydana gelen değişimlerdir. Depremler üretim ve

tüketimde etkili olabilir. Bu durum cirolarda ve ekonominin büyüklüğünde önemli etkiler

yaratabilir. Olası bir depremin olumsuz sonuçlarının engellenmesi veya en aza indirilmesi

adına gerekli tedbirlerin önceden alınması, tacirin basiretli davranma yükümlülüğünün bir

sonucu olarak değerlendirilmelidir. Ticari faaliyetler esnasında kullanılan mal ve hizmet

fiyatlarında meydana gelmesi muhtemel artışlar da bir diğer önemli husustur. Bu nedenle,

tacirin deprem sonrası kullandığı mal ve hizmetlerde yaşanacak olan fiyat artışını öngörmesi

ve bu yönde tedbirler alması gerekmektedir.

Tacirin deprem öncesi tedbirleri, işletme faaliyetlerinin depreme dayanıklılığı, ticari

faaliyetlere devam etme yöntemleri, mal ve hizmetlerin tedarik edilmesi, piyasa koşullarının

göz önünde bulundurulması ve ticari defterlerin muhafazası gibi konuları kapsamalıdır.

Tacirin ticari defterlerinde muhafazasına özen göstermesi gereken önemli belge ve veriler

bulunmaktadır. Bu belge ve kayıtların kaybolması halinde ise başvurulacak olan yöntem

ayrıca düzenleme altına alınmıştır. Tacirin, depremin ekonomik etkilerine karşı geniş

kapsamlı bir şekilde tedbir alması gerekmektedir. Son olarak, tacirin ekonomik koşulların

elverdiği ölçüde bir ihtiyari sigorta yaptırması da önemlidir.

41


42


DEPREM SEBEBİYLE KAYBOLAN İNSANLARA TANINACAKHUKUKİ STATÜ

VE BUNUN HUKUKİ İLİŞKİLERE YANSIMASI | Esra Rada

Bilinen tanımıyla deprem yer kabuğunda ortaya çıkan kırılmaların sonucu meydana gelen

titreşimlerin dalgalar şeklinde yayılarak geçtiği ortamları sarsan ve engellenemeyen bir

doğa olayıdır. Bulunduğumuz coğrafyada depremler çok sık meydana gelse de 6 Şubat 2023

tarihinde gerçekleşen ve 11 ili etkileyen deprem tüm ülkeyi derinden sarsmıştır. Depremin

yıkıcı etkisi ile sayıları zor tespit edilebilecek kadar çok can ve mal kaybı yaşanmıştır.

Türkiye’nin deprem kuşağında yer almasıyla konu doğal afet yanında bir hukuki konu da

olmaktadır. Doğal afet sadece mal ve can kaybıyla sınırlandırılmamakla birlikte yaşananlar

ekonomik, psikolojik, sosyolojik sorunları da beraberinde getirmektedir. Bunlar göz önünde

bulundurulduğunda deprem hukukunun diğer hukuk dallarını ne denli etkilediğini açıklamak

için yeterlidir. (GÜREL, 2023).

Bu coğrafyanın deprem bölgesi olduğunu unutmayarak her

vatandaşın bu alanda bilgi sahibi olması gerekir. Haklarımızı bilmek

bizi doğal afetlerden korumayacaksa da doğal afet sonrası

karşılaşabileceğimiz sorunlara karşı hazır hale getirir.

1. ÖLÜM KARİNESİ VE GAİPLİK

1.1. Ölüm Karinesi

Ölüm doğal olmakla birlikte kendisiyle birlikte getirdiği sonuçlar hukuki bir olaydır. Kişinin

ölümünün tespit edilmesi kişiliği sona erdirir. Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 28. maddesine

göre “Kişilik çocuğun sağ olarak tamamıyla doğduğu anda başlar ve ölümle sona erer.”Bazı

özel durumlarda tıbbenkesin ölümü kararıverilememesi halinde hukukibelirsizliğin

kaldırılması amacıyla belirsiz durumlara hukuki açıdan sonuç bağlanmıştır (KARARMAZ,

2020, s. 4). Ölüm karinesi Türk hukukunda detaylı bir anlatıma sahip değildir. Bunun nedeni

ölüm ile aynı sonuçları doğurması olarak kabul edilir. İsviçre hukukunda olduğu gibi Türk

hukukunda da detaya yer verilmemiştir. Bir kişinin ölümüne kesin gözle bakılması, cesedinin

bulunamaması durumunda kişiliğinsonra erme durumunadair kararsızlık

meydanagelmektedir. Bu sorunun çözümü adına Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 31’inci

maddesinde “ölüm karinesi”kenar başlığına yer verilmiştir (YAĞCIOĞLU, 2022, s. 833-

835).TMK 31’inci maddesine göre “Bir kimse, ölümünekesin gözle bakılmayıgerektiren

durumlar içinde kaybolursa, cesedi bulunamamış olsa bile gerçekten ölmüş sayılır.” hükmü

yer almaktadır. TMK madde 31 gerekçesi yürürlükteki kanunun 30’uncu maddesini

karşılamaktadır. 743 sayılı kanunmadde 30’a göre: “Ölüsübulunamayan bir kimseölümüne

muhakkak nazariylebakılmağı icap edecek ahval içinde kaybolmuş ise o kimse hakikaten

ölmüş addolunur.” (AKÇAY, 2022). Ölüm karinesi için ölüm karinesine neden olan durumun

ispatı yeterli sayılarak, mahkeme kararına ihtiyaç duyulmamaktadır. Ölüm karinesi ile

ölümüne karar verilen kişiler hakkında Türk Medeni Kanunu’nun 44.maddesi gereği nüfus

kütüğüne mülki idare amirinin emriyle ölüm kaydı düşülür ve bu kişi hakkında ölümebağlı tüm

hukukisonuçlar düzenlenebilir.

43


1.2.Birlikte Ölüm Karinesi

Türk Medeni Kanunu madde 29 uyarınca “Bir hakkın kullanılması için bir kimsenin sağ veya

ölü olduğunu veya belirli bir zamanda ya da başka bir kimsenin ölümünde sağ bulunduğunu

ileri süren kimse, iddiasını ispat etmekzorundadır. Birden fazlakişiden hangisinin önce veya

sonra öldüğü ispat edilemezse, hepsi aynıanda ölmüş sayılır.”(www.mevzuat.gov.tr,

2001).Birlikte ölüm karinesinde ölüm sırası belirlenemeyen kişiler birbirlerine

mirasçıolamayacaklardır.

2. GAİPLİK

Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 28. madde hükmü uyarınca “Kişilik, çocuğun sağ olarak

tamamıyla doğduğu anda başlar ve ölümle sona erer”. Yine TMK uyarınca kişilik “ölüm” (m.

28/I) ve “gaiplik” (m. 32/I) olmak üzere iki şekilde sona erebilir (KEMALE & BİNGÖL, 2021).

Kişiliğin sona ermesi ile kişiliğe bağlı haklar sona erer ve mirasçılara geçer. Yukarıda

belirtildiği üzere ölüm karinesi ölümle aynı sonuçları doğurur, Türk Medeni Kanunu’nda

gaipliğe daha detaylı yer verilmiştir. Kişiliğin sonra ermesi hak devri bakımından

önemliolduğundan kişiliğin ne zaman ve nasıl sona erdiğinin tespit edilmesi

doğuracaksonuçlar bakımından önemlidir. Ölüm karinesinde kişinin ölümüne kesin gözle

bakılmasından farklı olarak “gaiplik kişinin içinde kaybolduğu durum, onun ölümüne kesin

gözle bakmayı gerektirecek bir durum olmamasına rağmen kişinin ölü olduğuna ilişkingüçlü

kuşkulara kanun tarafından sonuç bağlanmasıdır (ŞAHİN, 2019, s. 250). Gaiplik kuşkulu

durumun giderilmesi ve geride kalanların menfaatlerini korumayı amaçlar. TMK m.32/ I,

hâkimin kararıyla kişiliği sona erdirebileceğini düzenlemektedir. Gaiplik kararınınalınabilmesi

için maddi ve yargılamaya ilişkin şartlar bulunmaktadır. TMK m. 32/I hükmü ile üç maddi şart

öngörülmüştür. Bunlar; ölüm tehlikesi içinde kaybolması, kişiden uzun süre haber

alınamaması ve kanunda belirtilen sürenin beklenmesidir. Yargılamaya ilişkin koşullar ise

Türk Medeni Kanunu m.32/I hükmü uyarınca, gaiplik kararıverilebilmesi “hakları bu ölüme

bağlı olan kişilerin mahkemeye başvurmasına” bağlıdır. Eğer ilgililer başvuruda bulunmazsa

hâkim gaiplik kararı veremez. (KEMALE & BİNGÖL, 2021).

3. DEPREMDE KAYBOLAN İNSANLARA TANINACAK HUKUKİ STATÜ

Yaşanan büyük deprem sonrası çok fazla can kaybı meydana geldi. Yazıyı yazdığım devrede

enkaz çalışmaları hala devam etmektedir. Enkaz altında kaldığıbilinen ve

cesedineulaşılamayan kişilere TürkMedeni Kanunu 31. maddesinde düzenlenen ölüm

karinesi ve 32. maddede yer alan gaiplik karinesi ile işlem yapılmaktadır. Ölüm karinesine

karar verilmesi için kişinin deprem sırasında yıkılan binada olduğu kesin ispat edilirseNüfus

Müdürlüğü 32. maddesinde “Bir kimse ölümüne kesin gözle bakılmayı gerektiren durumlar

içinde kaybolursa, cesedi bulunamamış olsa bile müracaat edilen yerin mülkî idare amirinin

emri ile ölüm tutanağı düzenlenerek ölüm olayı işlenir.”(https://www.mevzuat.gov.tr,

2006).

44


Ölüm karinesi hakkındaancak kişinin üst

veya alt soyu ya da varsa kardeşlerinden

biri o da yoksa mirasçılarının dilekçe

düzenleyerek başvurması ve durumu

belgelendirmeleri veya makamların resmi

yazı düzenleyerek nüfus müdürlüğüne

bildirimde bulunması gerekmektedir. Ölüm

karinesi ile ölümüne kesin gözle bakılan

kişinin nüfus kütüğüne ölüm kaydı işlenir

ve o kişi ölü kabul edilerek evli ise evliliği

sona erer vemirası mirasçılara geçer.

Gaiplik kararının verilmesi ise

belirlişartlara bağlanmıştır. Gaiplik

kararı“ölüm” yerine geçmese de ölüm

karinesi yaratmaktadır. Kararın

verilebilmesi için maddi ve yargılamaya

ilişkinşartlar

bulunmaktadır.

Adresteolduğu tespit edilemeyen ve

kendisinden haber alınamayan kişileredair

gaiplik söz konusu ise TMK m. 33 hükmü

gaiplik kararı talep edilebilmesi için, “ölüm

tehlikesinin üzerinden en az bir yıl geçmiş

olmasını”, haber alınamama nedeniyle

gaiplik kararı talep edilebilmesi için ise “son

haber tarihinin üzerinden en az beş yıl

geçmiş olmasını” aramaktadır (KEMALE &

BİNGÖL,2021). Burada söz konusu ölüm

tehlikesi olduğu için kişinin ölmüş olarak

kabul edilebilmesi için deprem gününden 1

yıl geçmesi beklenir. Gaipliğe karar

verilecek kişinin bu süre içinde çıkıp

gelmesi ve kendisinden haber alınabilmesi

söz konusu olduğundan en az 6 ay olan 2

ilan verilmelidir. İlanlar sonucu gaipliği

istenen kişiden haber alınamaması ve

ortaya çıkmaması durumda mirasçılar Sulh

Hukuk mahkemesine başvuruda

bulunabilirler (GÜREL, 2023). Gaipliğin

kararı ile mirasçılarhakkından yararlanabilir

ve TMK m.131’e göre gaibin evli olması

durumunda evliliğin iptali de mümkün

olacaktır (KEMALE & BİNGÖL, 2021).

45


DEPREM NEDENİYLE OLUŞAN

ZARARLARIN İLGİLİLERDEN

TAZMİNİ | Havvanur Sarı

Ülkemiz önemli bir deprem kuşağı üzerinde

bulunmaktadır, gerekli ve yeterli önlemler

alınmayınca ağır kayıplarla karşılaşıldığı da

hepimizin malumudur. Peki bu afetler sonunda

meydana gelen kayıplardan, zararlardan kim

veya kimler sorumlu; meydana gelen zararları

nasıl tazmin edebiliriz?

Depremler beklenmedik ve engellenemez

olaylardır (Mücbir sebep).Bu nedenle kişilerin

sorumluluklarını ortadan kaldırabilecek bir

nevi kurtuluş kanıtı niteliğindedir. Ancak her

ne kadar bu niteliğe sahip olsa da depremle

ilintili mesleklerde görevli olan kişiler deprem

ve onun olası zararlarına karşı gerekli

tedbirleri almalıdır. Örneğin müteahhit evleri

deprem yönetmeliğine uygun yapmalı, idare bu

evlerin mevzuata uygun olup olmadığını

hakkıyla denetlemelidir. Ülkemiz daha önce de

ağır sonuçlar doğuran depremlere tanık

olmuştur bu yüzden deprem nedeniyle

meydana gelen zararlar bakımından mücbir

sebepten söz etmek doğru olmaz esasen

ortada ihmalkarlık ve hukuksuzluğun

aşikarolduğu belirtilmiştir.

Meydana gelen depremlerde pek çok insan,

bina ve diğer yapıların yıkılması sonucu

yaralandı yahut yaşamını yitirdi. Bu insanların

korunan hukuki değer bakımından en başta

yaşam hakları ihlal edilmiştir, bu değeri ihlal

edenlerin toplumsal düzen ve barışın

korunabilmesi için cezai sorumlulukları

doğrultusunda yaptırımlara maruz kalmaları

gerekir. Bu halde insanların gerek

yaralanmasına gerekse ölümüne doğrudan ya

da dolaylı olarak sebebiyet veren; inşaat ve

proje sorumluları, yapının maliki, yapının varsa

46


işleteni, yapı mühendisleri, müteahhit, yapının

denetiminden sorumlu devlet memurları cezai olarak

sorumlu tutulabilirler. Suç teorisi bakımımdan konu ele

alındığında yukarıda saydığımız kişiler bakımından faillik

vasfı söz konusu olmaktadır. Ki fail suçun kanuni

tanımında yer alan unsurları gerçekleştiren kişidir. Bu

kişiler bakımından ayrı ayrı değerlendirme yapmak

gerekse de biz genel olarak ele almakla yetineceğiz. Bu

failler kendileri tarafından gerçekleştirilmesi gereken

görevleri gerçekleştirmeyerek insanların yaşamlarına

mal olacak zararlara neden olduklarından objektif

isnadiyet söz konusu olup , kasten olmasa da hukuk

düzeni tarafından uyulması istenen normlara uymayarak

,yine hukuk düzenince öngörülerek istenmeyen

neticelere objektif dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı

olarak sebebiyet verdiklerinden bilinçli yada basit

taksirle yaralama-öldürme suçlarından sorumlu

tutulmaları doğru olacaktır. Söz konusu somut durumda

herhangi bir hukuka uygunluk sebebinin olmamasıyla

birlikte bariz bir haksızlık söz konusudur.

Yukarıda saydığımız failler bakımından kınama yargısında

da bulunabildiğimizi yani kişilerin algılama ve irade

yetenekleri var olup kusur yeteneklerini de etkileyen bir

hal olmadığı varsayılırsa bu kişiler bakımından TCK

madde 85/2 bağlamında taksirle öldürmeden dolayı iki

yıldan 15 yıla kadar hapis cezası söz konusu olur. TCK

m.89 kapsamında da taksirle yaralamadan ötürü,

özellikle m.89/2 /e kapsamında yaşamı tehlikeye sokan

bir durum olduğu için nitelikli bir hal olup verilecek ceza

yarı oranda artar. TCK m.89/3’te sayılan hallerin varlığı

durumunda- örneğin kalıcı duyu veya organ kaybı

halinde- 3 aydan bir yıla kadar olan cezaya, bir kat

arttırılmış olarak hükmedilebilir. İşlenen fiil sonucu

birden fazla kişi yaralandığı için de ceza 6 aydan 3 yıla

kadar belirlenir .Kişi bu zararı öngörmüş ancak

istememiş ancak zarar yine de meydana gelmişse bilinçli

taksir olup ceza üçte birden yarısına kadar artar.

Depremler sonucunda meydana gelen zararların tazmini

bakımından özel hukuk alanında bir incelemede

bulunacak olursak temelde haksız fiil bakımından kusur

sorumluluğu kural olsa da istisna olarak kusursuz

sorumluluk da mevcuttur.

47


Kusursuz sorumluluk türü olan yapı malikinin sorumluluğu bu noktada ele alınacak husustur.

Hâksiz fiil genel davranış kurallarına aykırılık olarak nitelendirilir. Depremde meydana gelen

zararlar bakımından yapı maliki, zorunlu deprem sigorta şirketi, DASK, idare, konutun

ipotekli olduğu banka (DASK teminat süresinin bitmesini bildirmediğinde),kiraya veren(ağır

hasarlı yıkılma tehlikesi olan binanın kiracıya bildirilmeden kiraya verilmesi) hâksiz fiil

nedeniyle sorumlu olur. TBK m.49 kusurlu ve hukuka aykırı fiille başkasına zarar veren bu

zararı tazminle yükümlüdür diyerek yukarıda saydığım kişilerin haksız fiilleri sonucu

meydana gelen zararları gidermekle yükümlü olduklarını ifade eder. Bu bağlamda genel bir

örneklendirme yapmak gerekirse; hukuka aykırı fiil olarak bina ve diğer yapı eserlerinin

gerekli bakım ve onarımının yapılmaması, kiracılara binanın depreme dayanıklı olmadığı

konusunda bilgilendirmede bulunmama gibi idarenin gerekli denetimlerin uygun şekilde

yapılmaması gibi durumlarda sorumluluğu gündeme gelecektir.

Zarar, deprem olamasaydı kişilerin malvarlığı durumu ile bu deprem nedeniyle oluşan

malvarlığı durumunun farkını ifade eder .Ancak zarar yalnızca malvarlığı üzerinde değil şahıs

varlığı üzerinde de meydana gelmektedir. Ki somut olayda her ikisi de ağır sonuçlarıyla

birlikte meydana gelmiştir. Depremde meydana gelen zarar kalemlerini ele almadan önce

illiyet bağı ve kusurdan söz etmekte fayda var. Somut durum neticesinde neden sonuç

ilişkisi bağlamında yukarıda sayılan kişilerin meydana gelen zarara uygun illiyet bağı ile

bağlandıkları görülmektedir. Ki bu durumda hem mantıki bir bağ hem de hukuk düzeni

tarafından kişilerin korunduğu hukuk normlarının varlığı ve bunormların ihlali sonucu hukuka

aykırılık bağının varlığı ortadadır. Kural olarak mücbir sebep üçüncü kişinin ağır kusuru, zarar

görenin ağır kusuru halleri illiyet bağını keser .

Bizim olayımızda deprem her ne kadar mücbir sebep olsa da bu durum sorumluların

meydana gelen zarar ile aralarındaki illiyet bağını kaldırmaz. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi

ülkemiz daha önceleri de Erzincan, Van, Gölcük Depremi gibi nice ağır yıkımları olan

depremlerle karşılaştı bu nedenle bireylerin olasılığı neredeyse 1 olan bu depremler

karşısında üzerlerine düşen görevleri yerine getirmemeleri, ihmali davranışları göz ardı

edilemez ve mücbir sebepten söz edilemez . Mücbir sebep öngörülemeyen beklenmeyen

engellenemeyen gibi anlamlara gelir, bizler depremin ve tehlikelerinin farkında olup bunları

öngörebilmekteyiz lakin gerekli önlemler alınmayınca büyük yıkımlarla karşılaşmaktayız

sonrasında da “Kader, engellenemezdi.” diyerek perde arkasına saklanmaktayız. Deprem her

ne kadar kader olsa da, deprem sonucu meydana gelen zararın büyüklüğü kader değil

tercihtir. Herkesin dilinde olduğu gibi “Deprem değil ihmalkârlık öldürür.”

Kimi zaman ev sahipleri ya da kiracılar daha gösterişli olması amacıyla evlerinin kolonlarını

kesmekte, taşıyıcı duvarlarını yıkmaktadırlar, meydana gelen depremle zarara uğradıkları

durumda;kusur sorumluluğu açısından zarar görenin ağır kusuru gündeme gelecektir. Bu

nedenle müteahhit vb.nin illiyet bağı ortadan kalkacaktır yada bunların ödeyecekleri

tazminatta indirime gidilecektir. Mimar evi deprem yönetmeliğine uygun planlamaz,

müteahhit demirden çalar, malik kolonu keserse , yapıyı denetlemede görevli birimler uygun

denetim yapmaz deprem yönetmeliğine aykırı binalara göz yumarlarsa meydana gelen

48


zarardan hepsinin yarışan illiyeti söz konusu olacak, somut durumun özellikleri göz önüne

alındığında alternatif illiyettende söz edilebilecektir. Kusur bakımından sorumluların ağır

ihmali söz konusu olup ağır kusurdan söz edilebilir.

Hâksiz fiil bakımından kusursuz sorumluluk hali olan yapı malikinin sorumluluğu haline ayrıca

değinme gereği duyuyoruz .Bu durumda bina ve diğer yapı eserlerinde meydana gelen zarar

binanın yapımındaki bozukluk ya da bakımındaki eksikliklerden doğmuş olmalıdır ve yapı

maliki yahut intifa ya da oturma hakkı sahipleri gerekli bozuklukları gidermedikleri bakım

eksiklerini yerine getirmedikleri için meydana gelen zararlarda kusurları olup olmadığına

bakılmaksızın oluşan zarardan sorumlu olurlar ve zararı ödemekle yükümlü olurlar .Eğer

zararı ödeyen malik dışında zarardan sorumlu kimseler varsa malik ödemiş olduğu tazminatı

bu kimselere rücu edecektir. Meydana gelen depremler bakımından da bu durum aynen

geçerli olup deprem bölgesindeki intifa hakkı sahipleri, oturma hakkı sahipleri binanın

bakımındaki eksiklikler nedeniyle oluşan zarardan, yapı malikleriyse buna ek olarak

yapımdaki bozukluklardan dolayı meydana gelen zarardan ötürü sorumlu olacaktır . Ek

olarak meydana gelen zarardan müteselsilen sorumlu olanlar; örneğin müteahhit, inşaat

işçileri, binayı yapan yüklenici, bakımı üstlenen firma TBK m.61 kapsamında müteselsilen

sorumlu olur ve zararı tazmin eden malik, bu ve benzeri kişilere ödemiş olduğu zararı

kusurları oranında rücu eder.

Yukarıda tekrar ele alacağımızı belirtiğimiz zarar kalemlerinden söz etmeden geçemeyiz.

Meydana gelen depremlerde kişilerin malvarlıklarının uğradığı zarar yanında şahıs varlığı

zararları da bulunmaktadır. Bunlar maddi ve manevi zararlar olarak ayrılmaktadır. Bireyler

depremler sonucunda bina ve yapıların yıkılmasıyla bedensel zararlara maruz kalmıştır. Bu

kapsamda TBK m.53’te ele alındığı üzere kişinin ölümü halinde cenaze masrafları kişinin

ölünceye kadar ki masrafları, kayıplar, tedavi giderleri bunun yanında ölenin desteğinden

yoksun kalanların uğradıkları zararı ispatladıkları halde bu zararları, sorumlulardan talep

edebilmeleri mümkündür. Kişi ölmemiş ancak bedensel zararları varsa yani şahıs varlığına

yönelik maddi zararları varsa bu durumda da tedavi giderleri, kişinin bu süreçte yoksun

kaldığı kâr veya kazancı, çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan

kayıpları, ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan kayıpları -Örneğin 6 Şubat Depremi’nde

pek çok futbolcunun ciddi kayıplara uğradığına şahit olduk bu durumda futbolcular için

ekonomik kaynak, futbol oynayabilmeleriyle var olur futbolcunun enkazda kalması sonucu

bacaklarını kaybetmesi, gözünü kaybetmesi, ekonomik anlamda geleceğini ciddi anlamda

sarsacaktır.- zararının tazmini kapsamında istenebilecektir. Bu maddi zararlar kişilerin

manevi dünyasına da ağır zararlar verdiğinden var olan maddi zarar beraberinde manevi

zararı da doğurur ve zarar gören kimse manevi tazminat talebinde bulunabilir. Eğer kişi ağır

bir bedensel zarara uğramışsa ya da ölmüşse bu durumda bu kişinin yakınları da manevi

tazminat talep edebilir. Bu zararlar dışında kişiler arabalarını evlerini vs. mal varlıklarını

kaybettiklerinden fiili zararları doğmuştur. Kişi eğer kaybettiği malvarlığıyla bir kazanç elde

ediyor ve fiili zarar nedeniyle artık bu kazancı da elde edemeyecekse -Ki pek çok esnaf

deprem bölgesinde gerek işyerlerini gerek iş için kullandıkları araçlarını kaybetti ve yoksun

kaldıkları bir kazanç söz konusu oldu.- bu ve bu gibi tüm zararlarını tazmin ettirebilecektir.

49


Sonuç olarak ülkemizde meydana gelen depremler sonucunda meydana gelen zararların

temel sorumlusu idaredir. Depremler her ne kadar idarenin işlem ve eylemleri sonucu

doğmuş olmasa da toplumsal barış ve düzenin korunması temelde idarenin eylemleriyle

sağlanmaya çalışılır bu yüzden idare deprem sonucunda meydana gelebilecek zararların

önlenmesinde baş yetkili kişidir.İdare olası kayıpları önlemek için yeterli teknik donanıma

sahip olduğu için uzman kişilerin de yardımıyla deprem yönetmelikleri düzenlemeli ve buna

uygun inşaatlar bakımından denetleme konusunda hiçbir gevşeme göstermemelidir. Aksi

takdirde oluşan zararlardan idare de sorumlu olur ve bu zararları tazminle yükümle olacaktır.

Mimar evi deprem

yönetmeliğine uygun

planlamaz, müteahhit

demirden çalar, malik

kolonu keserse , yapıyı

denetlemede görevli

birimler uygun

denetim yapmaz

deprem yönetmeliğine

aykırı binalara göz

yumarlarsa meydana

gelen zarardan

hepsinin yarışan illiyeti

söz konusu olacak,

somut durumun

özellikleri göz önüne

alındığında alternatif

illiyetten de söz

edilebilecektir.

Deprem sonucu

meydana gelen

zararın

büyüklüğü kader

değil tercihtir.

Herkesin dilinde

olduğu gibi

“Deprem değil

ihmalkârlık

öldürür.”

Deprem her ne

kadar mücbir

sebep olsa da bu

durum

sorumluların

meydana gelen

zarar ile

aralarındaki illiyet

bağını kaldırmaz.

İnsanların korunan

hukuki değer

bakımından en başta

yaşam hakları ihlal

edilmiştir, bu değeri

ihlal edenlerin

toplumsal düzen ve

barışın korunabilmesi

için cezai

sorumlulukları

doğrultusunda

yaptırımlara maruz

kalmaları gerekir. Bu

halde insanların gerek

yaralanmasına

gerekse ölümüne

doğrudan ya da dolaylı

olarak sebebiyet

veren; inşaat ve proje

sorumluları, yapının

maliki, yapının varsa

işleteni, yapı

mühendisleri,

müteahhit, yapının

denetiminden sorumlu

devlet memurları cezai

olarak sorumlu

tutulabilirler.

50


DEPREMLE NEDENİYLE İDARENİN KUSUR SORUMLULUĞU

| Nuray Kurt

İnsanların iradeleri dışında gerçekleşen bir

afet olarak deprem bilimsel verilerle

açıklanmış ve ülkemiz açısından beklenebilir

bir afettir. Yer bilimcilerinin de söylediği gibi

ülkemizin büyük bir bölümü deprem

bölgesidir ve geçmişten günümüze bu

felaketi farklı büyüklüklerde yaşamaktayız.

Günümüzdeki afeti yaşamış insanların hem

maddi hem manevi büyük zararları meydana

gelmiş ve bunların telafisi de güç

görünmektedir.

Peki deprem sebebiyle

meydana gelen hem maddi

hem manevi zararlardan

kim ya da kimler sorumlu

olacaktır?

Deprem sebebiyle oluşacak

zararlardan idare bazı

durumlarda sorumludur

diyebiliriz. Tabii ki tüm

sorumluluğu idareye

yüklemek mümkün değildir.

İdarenin sorumluluğunun

doğabilmesi için kendi

faaliyetlerinden

kaynaklanmış bir zararın

meydana gelmesi gerekir.

Aynı zamanda mücbir sebep

BEKLENEBİLEN VE

TAHMİN EDİLEBİLİR

BU OLAYIN DAHA AZ

HASARLA MEYDANA

GELMESİ İÇİN

GEREKLİ ÖNLEMLER

ALINMALI VE

KAÇINILMAZ OLAN

DEPREM FELAKETİNİ

YAŞAMIN BİR PARÇASI

HALİNE

GETİRMELİYİZ.

veya beklenmeyen hal gibi durumların

varlığında idareye tam anlamıyla bir

sorumluluk yüklenemez.

Depremi mücbir sebep olarak ya da

beklenmeyen hal olarak nitelendirmemiz

mümkün müdür?

Bu soruya verilecek yanıt; her somut olayın

şartına göre değerlendirilmesi gerektiğidir.

Mücbir sebep olması için önlenemez ve

öngörülemez olması gerekir. Mücbir sebep

idarenin faaliyeti dışında gerçekleşmiş

eylemlerin sonucunda bir zararın doğmuş

olmasını gerektirir. Bu nedenle mücbir

sebepten kaynaklanmış olaylarda, idarenin

kusursuz sorumluluğundan bahsetmek

mümkün değildir; fakat beklenmeyen hal

için bunu söyleyemeyiz. Beklenmeyen

halde de mücbir sebepte olduğu gibi

“öngörülemez” ve “önlenemezlik” olmalıdır.

Aralarındaki fark ise beklenmeyen haldeki

içselliktir, yani idarenin

faaliyetleri

içinde

gerçekleşmiş bir olay olması

gerekir. Mücbir sebep olması

için dışsallığın varlığı da söz

konusudur. O yüzden mücbir

sebebin aksine, beklenmeyen

hal durumunda kusursuz

sorumluluktan bahsedilebilir.

Tabii kusursuz sorumlulukta

da gerçekleşen zarar ile

idarenin faaliyeti arasında

illiyet bağı bulunmalıdır.

Türkiye’de olduğu gibi

depremin sık yaşandığı

ülkelerde depremi mücbir

sebep olarak nitelendirmek

doğru olmaz. Ülkemizde de

son yaşanan deprem

yüzden bunun

beklenen bir depremdi, o

öngörülemez bir deprem olduğunu

söylemek mümkün değildir. Kesinlikle

önlenemez demek de doğru olmaz çünkü

deprem öncesi alınacak tedbirlerle

depremin kendisi önlenemeyecek olsa bile

deprem sonucunda meydana gelecek

kayıplar, ölümler, yıkımlar

önlenebilmektedir. İdarenin kusur

sorumluluğu “hizmet kusuru” ile

açıklanmaktadır.

51


Hizmet kusuru, idarenin yapması gereken eylem ve

işlemlerinde eksiklik bulunması ya da hiç yapmaması

sonucu oluşan zararlardaki kusurudur. İnsanlar bu

sebeple zarara uğrarlarsa idareye karşı tam yargı

davası açabilmektedir. Hizmet kusuru aynı zamanda

Anayasa’da belirtilen sosyal devlet anlayışının da bazı

durumlarda gerçekleşmemesinin sonucudur.

Anayasa’daki hukuk devleti ilkesi idarenin hukuki

sorumluluğunun dayanağıdır. Türkiye devletisosyal devlet

olmanın gereği olarak idarenin hizmeti sunmalı ve bunu yerinde

zamanında gerçekleştirmelidir. Deprem felaketine gelecek

olursak, idare gerekli önlemleri aldıktan sonra gerçekleşmiş bir

depremde meydana gelen yıkımlar için arama kurtarma

çalışmalarını doğru zamanda ve en hızlı şekilde yürütebilmelidir.

Örneğin; güvenlik güçlerini TCK’da düzenlenen yağma, hırsızlık

gibi suçları önlemek amacıyla koordineli biçimde afet bölgesine

yönlendirebilmelidir. Bu hizmetler tabii ki idarenin hem mali hem

teknik gücü oranında gerçekleştirilebilir. Eğer büyük bir alana

yayılmışsa ve idarenin hizmeti yeterli gelmeyecekse son olan

depremde de olduğu gibi farklı ülkelerden yardım istenebilir.

Ayrıca idare afetzedeler için gerekli barınma, yeme, içme gibi

ihtiyaçları da sağlayabilmelidir. Bunun eksik, kötü ya da hiç

gerçekleştirilmemesi de hizmet kusuru kapsamındadır. Hizmet

kusurunun tersi durumundan bahsedecek olursak da idarenin

tam ve olması gerektiği biçimde davranması yani gerekeni

yapması durumudur. Öyle olduğunda idare sorumluluktan

kurtulabilmektedir.

Son yaşanan depremde gündem olan konulardan biri arama

kurtarma çalışmalarının yeterli düzeyde ve hızda

gerçekleşmemesiydi. Bu sebeple insanlar yakınlarını ve

sevdiklerini kaybettiler. Buradaki manevi kaybı giderebilmek

mümkün olmayabilir ama idare hizmetinde kusurluysa maddi

kayıpları gidermek zorundadır ve bu durumdan sorumludur.

Kişiler idareye karşı tazminat davası açabilirler. Danıştay bu

konudaki bir kararında idare için arama kurtarma çalışmasının

bir kamu hizmeti olduğu fakat bu çalışmanın güçlüğünün, idare

için beklenilmeyen hal olduğundan sorumlu olmayacağını

belirtmiştir. Üstte de bahsettiğimiz gibi beklenmeyen hal

idarenin sorumluluğunu ortadan kaldıran ya da azaltan

sebeplerdendi.

52


Üçüncü bir kişinin davranışı, mücbir sebep

ve beklenmeyen halde olduğu gibi idarenin

sorumluluğunu azaltabilir veya tamamen

ortadan kaldırabilir. Başka bir üçüncü

kişinin de zararın doğumunda sorumlu

olması mümkündür eğer doğan zarar ile

üçüncü kişinin eylemi arasında illiyet

(nedensellik) bağı mevcutsa sorumluluk

gündeme gelecektir. İdare de kusurluysa,

bu durumdan o da onunla birlikte kusurları

oranında sorumlu olacaktır; ama zaten

kusuru mevcut değilse idarenin

sorumluluğu ortadan kalkmış olacaktır.

İdarenin kusursuz sorumluluğu halinde ise

zarara üçüncü kişi sebebiyet vermiş olsa

bile, idare tamamen sorumlu olabilir.

Ödeyeceği tazminat varsa bunu üçüncü

kişiye rücu edebilir. Yine gündemde olan

deprem olayından örnek verecek olursak;

evi depremden hasar görmüş bir kişinin

evine girememesi sebebiyle, önemli

eşyalarının da evde bulunmasından dolayı

hırsızlık suçunun meydana gelmesinde ve

bunun sonucunda oluşan zarar sebebiyle

üçüncü kişinin sorumluluğundan söz

edebiliriz. Aynı şekilde zararın doğumuna

zarar görenin kusuru da sebebiyet vermiş

olabilir bu durumda da tabii yine idarenin de

kusuru varsa birlikte sorumlu olacaklardır.

Buna idarenin kısmi sorumluluğu diyebiliriz.

DEPREM ÖNCESİNDE ALINABİLECEK

ÖNLEMLER

Üstte de bahsettiğimiz gibi idare alacağı

bazı önlemler ile depremin varlığını

önleyemese bile zararın derecesini

azaltabilir. İdarenin bu konu üzerinde türlü

yükümlülükleri mevcuttur özellikle denetim

yükümlülüğü büyük önem taşır. İdarenin bu

konuda hareketsiz kalması da hizmetinde

kusurlu davrandığını gösterir.

Dolayısıyla deprem öncesinde alınacak bazı

önlemler imar kanununa uygun denetim

yapılması, depreme dayanıklı olmayan

binaların yıkımının gerçekleştirilmesi, olası

bir depremde koordinatın nasıl

sağlanacağına yönelik gerekli alandaki

çalışanlara eğitimler verilmesi gibi

önlemlerdir. Örneğin, depreme dayanıklı

olmayan bir binanın yapımına izin

verilmemesi oluşacak hem maddi hem de

manevi zararı azaltacaktır. Bunu önlemek

idarenin elindedir.

İmar kanununun 39. maddesinde de

bahsedildiği gibi yıkılacak derecede tehlikeli

yapıların izale edilmesi veya yapılan

binaların denetiminin sağlanmasıyla tamir

edilerek veya yıktırılarak tehlikeninortadan

kaldırılması gerekmektedir. Bu noktada

tabii ki sadece idare değil, binaların

yapımında etkisi olmuş kişiler de sorumlu

olacaktır. Örneğin; binayı yapan inşaat

firması, binanın müteahhidi gibi bina

yapımındaki yükümlülüğünü yerine

getirmeyen kişiler de sorumlu olur.

Türkiye gibi topraklarının birçoğu deprem

bölgesinde olan bir ülkenin, alması gereken

önlemlerle oluşacak felaketleri en aza

indirmesi gerekir. Kişiler olarak bizlere de

gerekli tedbirleri gücümüz oranında almak

düşer. Binanın denetimini sağlaması

gereken idaredir. Denetimsiz yapılan

binalar, kaçak yapılan katlar ve

yükümlülüklerini yerine getirmeyen

müteahhitler sebebiyle insanlar her

anlamda kayba uğramıştır.

FELAKETİ ÖNLEMEK TAM

ANLAMIYLA MÜMKÜN OLMASA DA

YAŞANANLARDAN DERS

ÇIKARTARAK DAHA FAZLA ACININ

YAŞANMASININ ÖNÜNE

GEÇİLEBİLİR.

53


YAPI DENETİM GÖREVLİLERİNİN

DEPREMDE MEYDANA GELEN ÖLÜM

VE YARALANMALARDAN CEZAİ

SORUMLULUĞU | Dilara Yavaşcan

Yapı denetimi; can ve mal güvenliğini sağlamış, sağlıklı ekonomik yapı elde

edebilmek amacıyla yapıların proje ve inşa aşamalarının yürürlükteki

yönetmeliklere ve standartlara uygun yapılmasının sağlanması sürecidir.

Yapı Denetim Sistemi 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun ile

düzenlenmiştir. Kanun kapsamına giren her türlü yapı Bakanlık’tan alınan

izin belgesi ile çalışan münhasıran yapı denetimi görevi yapan mimar,

mühendis ve yardımcı kontrol elemanlarından oluşan yapı denetimi

kuruluşunun denetimine tabidir. Yapı denetim kuruluşları yapı sahibi veya

vekili ile imzaladıkları Hizmet Sözleşmesine göre faaliyetlerini sürdürürler.

2018 yılından önce yapı sahibi arzu ettiği yapı kuruluşu ile çalışabilirken

getirilen düzenlemeden sonra yapı sahibinin hangi kuruluş ile çalışacağı

atama şeklinde belirlenir.

Yapı denetim kuruluşlarının malzemeler ve imalatla ilgili deneyleri yapmak,

aykırı bir durum belirledikleri takdirde rapor ile durumu ilgili idareye ve il

sanayi veya ticaret müdürlüğüne bildirmek, gereken deneyleri standartlara

uygun laboratuvarlarda yaptırmak gibi görevleri vardır. Bu görevler

detaylıca 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanunun 2. maddesinde

düzenlenmiştir. Denetim kuruluşunun yazılı ihtarına rağmen yapı sahibi

tarafından önlemi alınmayan, parsel dışında meydana gelen ve yapıda

hasar oluşturan yer kayması çığ düşmesi, kaya düşmesi ve su baskınından

doğan hasardan sorumlu değildir. Yapı denetim kuruluşlarının yöneticileri,

ortakları, denetçi mimar ve mühendisleri ile proje müellifleri, laboratuvar

görevlileri ve yapı müteahhidi; Yapı Denetimi Hakkında Kanun’un

uygulanmaması

UYGULANMAMASI sebebiyle ortaya çıkan yapı hasarından sorumludur.

Sorumluluk; idari ,cezai ve hukuki olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Konumuz

cezai sorumluluk olduğu için idari ve hukuki boyutuna bakılmadan

değerlendirme yapılacaktır.

54


Ceza hukuku açısından değerlendirme

yapmadan önce kısaca bahsetmek gerekir

ki ceza hukukunda suçun unsurlarını

tipiklik, hukuka aykırılık ve kusur oluşturur.

Tipikliğin objektif unsurları; fail, mağdur,

suç konusu, hareket, netice ve nedensellik

bağıdır. Tipikliğin sübjektif unsuru ise

kasttır. Kast bilerek ve isteyerek suçun

kanuni tanımındaki fiilinin işlenmesidir.

Olası kast suçun kanuni tanımındaki fiilinin

gerçekleşebileceğinin öngörülmesine

rağmen “olsa da olur olmasa da” saiki ile

hareketin gerçekleştirilmesidir. Bilinçli

taksir kişinin dikkat ve özen yükümüne

aykırı olarak davranması halinde suçun

gerçekleşeceğini öngörmesine rağmen

kişisel becerilerine ya da başka bir şeye

güvenerek sonucu istememesine karşılık

suçun gerçekleşmesidir. Bilinçsiz taksir ise

kişinin gereken dikkat ve özeni gösterme

yükümüne aykırı davranarak öngörülebilir

sonucu öngörmemesidir. Yapı denetim

görevlilerinin depremde meydana gelen

yaralanmalardan ve ölümlerden

sorumluluğunu bu bilgiler çerçevesinde

inceleyelim.

Resmi Belgede Sahtecilik Suçu

YDK 9. maddesi 2. fıkrasına göre : “Yapı

denetim kuruluşunun ortak ve yöneticileri,

mimar ve mühendisleri ile laboratuvar

görevlileri bu Kanun hükümleri

çerçevesinde yapmaları gereken denetimi

yapmadıkları hâlde yapmış gibi veya

yapmalarına rağmen gerçeğe aykırı olarak

belge düzenlemeleri hâlinde Türk Ceza

Kanununun resmi belgede sahtecilik

suçuna ilişkin hükümlerine göre

cezalandırılır.”

TCK 204. maddesine göre “ Bir resmi

belgeyi sahte olarak düzenleyen, gerçek bir

resmi belgeyi başkalarını aldatacak şekilde

değiştiren veya sahte resmi belgeyi

kullanan kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis

cezası ile cezalandırılır.” Suçun faili sahte

belge düzenleyen yapı denetim

kuruluşunun ortak ve yöneticileri, mimar ve

mühendisleri ile laboratuvar görevlileridir.

Ayrıca suça azmettiren ya da yardım eden

olarak katılmak mümkündür. Kişilerin

yapmaları gereken denetimi yapmadıkları

halde yapmış gibi veya yapmalarına rağmen

gerçeği yansıtmayan belge düzenlemeleri

durumunda suç unsuru gerçekleşmiş olur.

Suçun manevi unsuru kasttır ve taksirle

işlenebilmesi mümkün gözükmemektedir.

Denetçi mimar veya mühendis deprem

olması olasılığını göz önüne alarak hatalı

yapılan bir binaya sağlam raporu

vermektedir. Yani denetçi olası bir

depremde ölüm ve yaralanma olacağını

bilerek ve öngörerek hareket etmektedir.

Bu nedenle deprem olduğunda Türk Ceza

Kanunu'nun 85’inci maddesinde düzenlenen

“taksirle öldürme suçu” ve TCK 89’uncu

maddesinde düzenlenen “taksirle yaralama

suçu” yönünden cezai sorumlulukları

doğacaktır. Ayrıca ispatın sağlanması

halinde olası kasttan dolayı da

sorumlulukları doğabilir. Çünkü denetçi

mimar veya mühendis mesleği gereği tüm

olasılıkları değerlendirebilir, sonuçlarının

bilincindedir. “Olsa da olur olmasa da” saiki

ile hareket ederek gereken dikkat ve özeni

göstermemiştir. Bu noktada bilinçli taksirin

ilerisinden söz edebilmek mümkündür.

Görevi Kötüye Kullanma Suçu

YDK 9. maddesi 1. fıkrasına göre : “Bu

Kanun hükümlerinin uygulanması sırasında,

yapı denetim kuruluşunun icraî veya ihmalî

davranışla yeni iş almaktan men cezası

uygulanmasını gerektiren fiiller nedeniyle

görevini kötüye kullanan ortakları,

yöneticileri, mimar ve mühendisleri, yapı

müteahhidi, şantiye şefi, proje müellifi

55


gerçek kişiler ile laboratuvar görevlileri, altı

aydan üç yıla kadar hapis cezası ile

cezalandırılır.” TCK 257 . maddesine göre : “

Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan

haller dışında, görevinin gereklerine aykırı

hareket etmek suretiyle, kişilerin

mağduriyetine veya kamunun zararına

neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat

sağlayan kamu görevlisi, altı aydan iki yıla

kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Suçun faili Yapı Denetimi Hakkında

Kanun’un uygulanması sırasında Yapı

Denetim Kuruluşunun ortakları, yöneticileri,

mimar ve mühendisleri, yapı müteahhidi,

roje müellifi gerçek kişileri ile laboratuvar

görevlileridir. Bizi ilgilendiren denetçi

mimar veya mühendislerin; proje

müelliflerince hazırlanan, yapının inşa

edileceği arsa veya arazinin uygulama

projelerini ilgili mevzuata göre incelemek,

hesapları kontrol ederek, ilgili idareler

dışında başka kurum veya kuruluşun

onayına tabi tutulmadan, ilgili idareye

uygunluk görüşünü bildirmeleridir. Suçun

unsuru kanun uygulaması esnasında proje

müellifleri ile denetçi mimar ve

mühendislerin icrai veya ihmali davranışla

görevlerini kötüye kullanmalarıdır. Görevi

kötüye kullanma suçu kasten işlenebilen

bir suçtur. Bu suç neticesinde ölüm veya

yaralanmaların meydana gelmesi halinde

TCK’nin ilgili hükümlerince taksirle

öldürme veya yaralama suçundan ilgililer

kusurları oranında sorumlu olur. Hatta

yeterli delilin bulunması halinde olası

kasttan dolayı da sorumlulukları

doğabilecektir. Öndeki suç tipinde

bahsettiğimiz dikkat ve özen yükümlülüğü

bu suç tipinde de geçerlidir.

Olası kasttan yargılayabilmek için gereken

delillerin tam olarak toplanması gerekir.

Ancak bu durum oldukça güçtür. Bir

yapının yapılması sadece yapı

denetçilerinin sorumluluğunda değildir.

56


Belediyeler, yapı sahipleri, müteahhitler

hatta inşaat işçisi ya da ustası da

sorumluluk almaktadır. Örneğin ilgili bir

Yargıtay kararında : “(…)Yapı sahibi ve

müteahhitti ile fenni mesul meslek

mensupları ve yapı denetim sorumlularının,

binanın yapımı anından itibaren, binanın

mevcut yasal ve yönetsel mevzuat

hükümleri ile teknik şartlarına uygun

şekilde yapımdan sorumlu oldukları

ortadadır. Bu sorumluluklarını yerine

getirmemeleri nedeniyle binanın yasal, idari

ve teknik şartlara uygun inşa

edilmemesinin binanın yıkılmasında etkili

olduğu, yani binanın yıkılması ile faillerin

sorumluluklarını yerine getirmemeleri

arasında sebep bağı bulunduğu, öngörülen

netice bakımından dikkat ve özen

yükümlülüklerine aykırı davranan faillerin

bilinçli taksir derecesinde cezai yönden

sorumlu oldukları anlaşılmıştır.” hükmü

verilerek sadece tek bir kişi değil birden

fazla kişi taksir derecesinde cezai sorumlu

tutulmuştur.

Ayrıca Yargıtay kararlarını verirken bilinçli

ve bilinçsiz taksir ayrımı da yapmaktadır.

Burada dikkate alınan şey depremde yıkılan

binada sorumluluğu olan kişinin kendisinin

ya da ailesinin ikamet edip etmediğidir.

Örneğin denetçi mühendis veya mimar

hatalı rapor verdiği binada kendisi de

yaşıyorsa bilinçsiz taksir gündeme gelebilir.

Bir başka önemli husus da nedensellik

bağının kesilip kesilmediğidir. Örneğin yapı

sahibi ve müteahhitti ile fenni mesul

meslek mensupları ve yapı denetim

sorumlularının ilk deprem sonrasında

hasarlı sınıfına dahil edilen bir binaya

iyileştirme çalışmaları yapılmadan giren

apartman sakinlerinin binanın gelen ikinci

deprem sonrasında yıkılması sonucunda

meydana gelen ölüm veya yaralanmalardan

dolayı sorumlu tutulamayabileceği çünkü

nedensellik bağının ilk deprem sonrasında

kesildiği, neticenin ilgililere objektif olarak

isnad edilemeyeceği sonucuna

varılabilmektedir.


Tüm bu tespitlerin yapılabilmesi için iyi bir

soruşturma evresinin yürütülmesi

gerekmektedir. Delillerin önemi oldukça

aşikârdır. Ancak 6 Şubat 2023 sonrasında

Hatay ilçesinde bulunan bir Yapı Denetim

Şube Müdürlüğü binasının riskli olduğu

gerekçesi ile içinde evraklar varken

yıkılması bu konunun öneminin henüz

farkında olunmadığının bir örneğidir.

Deprem mücbir sebebe

dayandırılamayacak kadar dikkat ve özen

gerektiren bir doğa olayıdır. O nedenle

yaşanılan yıkım felaketinden sonra

gereken dersleri alarak sağlıklı bir çevrede

bilime uygun binaların inşa edilmesini ve

sorumluların en etkili cezayı almasını

diliyorum. Ülkemizin başı sağ olsun.

6 Ş U B A T 2 0 2 3

S O N R A S I N D A H A T A Y

İ L Ç E S İ N D E B U L U N A N

B İ R Y A P I D E N E T İ M

Ş U B E M Ü D Ü R L Ü Ğ Ü

B İ N A S I N I N R İ S K L İ

O L D U Ğ U G E R E K Ç E S İ

İ L E İ Ç İ N D E

E V R A K L A R V A R K E N

Y I K I L M A S I B U

K O N U N U N Ö N E M İ N İ N

H E N Ü Z F A R K I N D A

O L U N M A D I Ğ I N I N B İ R

Ö R N E Ğ İ D İ R .

58


DEPREM BÖLGESİNDE İŞLENEN SUÇLARIN TÜRK CEZA KANUNU

KAPSAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ

| Emre Turhan

Deprem, insanların kontrolü dışında

gerçekleşen ne yazık ki mal ve can kaybına

yol açabilen doğal afetlerden birisidir.

Doğal afetin meydana gelmesi bağlamında

cumhurbaşkanı, kamu düzeninin daha

sağlıklı işletilebilmesi adına yurdun

tamamında veya bir bölgesinde

Anayasa’nın 119. maddesinin vermiş olduğu

yetkiye dayanarak “Olağanüstü Hal” ilan

edebilmektedir. İlk etapta buna

değinmemin sebebi yazımın başlığından da

belli olduğu üzere “Deprem bölgesinde

işlenen suçların Türk Ceza Kanunu

kapsamında değerlendirilmesi” nde afet

bölgesinde ilan edilen OHAL; hukuk

nezdinde o bölgede alınabilecek tedbirler

bağlamında önem arz etmektedir, kanunlar

bakımından ise verilecek cezaların üst

sınırından hüküm verilebilmesinin önünü

açmaktadır. Örneğin deprem bölgesinde

sıkça karşıma çıkan eylemlerden biri olan

hırsızlık suçunun “Doğal bir afetin veya

sosyal olayların meydana getirdiği korku

veya kargaşadan yararlanarak…” denilmek

suretiyle işlenmesi durumunda suçun

nitelikli halinden yaptırım uygulanmaktadır.

-Bu suç Türk Ceza Kanunu’nun “Malvarlığına

Karşı Suçlar” başlığı altında 142/2-c

bendinde yer almaktadır. Depremzede

kimseler ise hayatlarını devam ettirebilmek

adına başka şehirlere yerleşmiş olsalar dahi

günün sonunda pek çoğu yurtlarına geri

dönmek; evlerine, kurulu düzenlerine

tekrardan kavuşmak isteyecektir. Bu

sebeple onların evlerini, eşyalarını bırakıp

gitmeleri bir terk ediliş değil zaruret halidir.

Bu nitelikli halin uygulanabilmesinin temel

unsurları doğal afetin meydana getirmiş

olduğu “korku” veya “kargaşa”dan

yararlanılmasıdır, önemli olan da suçun bu

ortamdan yararlanarak işlenmesidir.[1]

Anlaşılacağı üzere kanun koyucu o bölgede

işlenen suçlar bakımından nitelikli haller

başlığı altında failin daha ağır bir müeyyide

ile cezalandırılmasına olanak tanımıştır.

Yine bölgede işlenen suçlar bakımından

özellik gösteren belli başlı haller meydana

gelmektedir. Eşyanın zilyetliğinin terk

edilmesi ya da hayatlarını kaybeden

kimselerin eşyalarının hukuki konumu

duruma özgü olarak değerlendirilecektir.

Öğretiye göre sahibi tarafından terk

edilmiş mallar üzerinde hırsızlık suçu

işlenmez, denilmektedir (TEZCAN Durmuş–

Erdem M. Ruhan vd.(2022), s. 745).

Buradaki terk ediliş deprem dolayısıyla

evleri yıkılan depremzedelerin artçıların

devam etmesi ve pek çok kötü koşul

karşısında başka şehirlere yerleşmelerini

kapsayan bir tek ediliş değildir. Örneğin;

sizin bir malın zilyetliğini elinizde

bulundurma isteğiniz olmaması halinde onu

bir çöp kovası yanına koymanız bir “terk

ediliş” eylemini gerçekleştirdiğinizi

gösterebilmektedir.

[1] TEZCAN, Durmuş – Erdem, M. Ruhan vd.(2022), Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, 20. Baskı, Ankara: Seçkin Yayınevi, s. 767.

59


60


Faillerin depremzedelerin eşyalarını kendi

zilyetliklerine geçirme eylemlerinde

“hırsızlık” suçu işlenmiş olacaktır. Deprem

felaketinde hayatlarını kaybeden

kimselerin eşyaları bakımından ise Türk

Medeni Kanunun 599/2 fıkrasına göre

ölmüş kişiler açısından ölümle birlikte malın

zilyetliğinin mirasçılara geçmesinin kabul

edildiğinden bahsedilmekte ve kanunun

lafzına göre malların zilyetliğinin

mirasçılara geçtiği anlaşılmakta ve

mirasçılar haklarını koruma altına

alabilmektedirler.

Deprem felaketinin yaşandığı illerde

depremin şiddeti, süresi ve binaların

dayanıklılığı gibi etmenlerin bir araya

gelmesi sonucunda bazı binalar hasar

görüyor veya tamamen yıkılabiliyor. Binası

hasar gören sakinler de hayati

tehlikelerinin devam ettiğini düşündükleri

için güvenilir alanlarda yaşama

tutunuyorlar. Böyle bir ortamda hırsızların

malik ya da zilyedin eşyaya uzaklığından

veya erişme imkanının azlığından

yararlanarak hasarlı binalara girmeleri ve

hırsızlık eylemini gerçekleştirmeleri

durumunda yine basit hırsızlıktan ziyade

somut olaya göre nitelikli halden sorumlu

tutulabilmeleri mümkündür.

TCK 142/2-d bendine göre “Suçun haksız

yere elde bulundurulan veya taklit

anahtarla ya da diğer bir aletle kilit açmak

veya kilitlenmesini engellemek suretiyle

işlenmesi” halinde 5 yıldan 10 yıla kadar

hapis cezasına hüküm olunduğu

belirtilmiştir. Buradaki önemli husus şudur

ki maddede sayılan aletlerin anahtar

boşluğuna takılarak mekanizmanın

harekete geçirilmesi suretiyle kilidin

açılması gerekmektedir.

Depremzede

kimseler ise

hayatlarını devam

ettirebilmek adına

başka şehirlere

yerleşmiş olsalar

dahi günün sonunda

pek çoğu yurtlarına

geri dönmek;

evlerine, kurulu

düzenlerine

tekrardan kavuşmak

isteyecektir. Bu

sebeple onların

evlerini, eşyalarını

bırakıp gitmeleri bir

terk ediliş değil

zaruret halidir.

61


TCK 142/2-h bendi kapsamında suçun “bina veya eklentiler içinde” işlenmesi de nitelikli hal

olarak yer almıştır. Binadan kasıt, etrafı ve üstü kapalı ve başkasının girmesine rıza

gösterilemeyeceğini belirtecek şekilde dış dünyadan ayrılmış geçici veya kalıcı her türlü

yapıdır.[2] Afet çadırları bakımından da kanaatim konut statüsünde oldukları yönündedir,

izinsiz girilmesi ve hırsızlık yapılması durumunda konuta girilmiş sayılır ve fail buna göre

yargılanmalıdır. Eğer bina yıkılmış ise artık bu tanıma uymayacağından enkazda gerçekleşen

hırsızlıklar bina içinde muhafaza edilen eşyalar statüsüne alınamayacaktır. Ortada

yıkılmayan bir konut var ise o zaman nitelikli halle birlikte suçların içtimaı kapsamında ayrıca

TCK 116/1’de yer alan “Konut Dokunulmazlığını İhlal” suçundan da yaptırım uygulanması

gerekmektedir. Konut Dokunulmazlığını ihlal suçu gece işlenirse TCK 116/1 değil 116/4’e

başvurulacaktır.

Suçun özel görünüş biçimlerinden olan içtima konusuna değinmiş olmakla birlikte bir diğer

önem arz eden içtima hususu ise “Tek Fiil” kıstasıdır. Örneğin fail yıkılmış bir binanın

enkazında hırsızlık yapmaya başlar ve hangi eşyanın kime ait olduğunu “bilemeyecek”

durumda toplamaya başlar ise burada tek bir eylem sonucu yaptırım uygulanabilmektedir.

[2] TEZCAN, Durmuş–Erdem, M. Ruhan vd.(2022), s. 773.

62


Keza bilebilecek durumda ise –bu durum

zor olabilir çünkü bina yıkımı sonrasında ev

ve odaların yerleri değişmekte komşuların

eşyaları ile karışabilmektedir- mağdur

sayısınca suç oluşur ve ona göre ceza

verilmesi gerekmektedir. Bu konuda

Yargıtay Ceza Daireleri[3] ve Yargıtay Ceza

Genel Kurulunun farklı içtihatları olmakla

birlikte genelde YCGK mağdur sayısınca

suçun oluştuğunu kabul etmektedir.[4]

TCK m. 143’e göre bu eylemlerin “gece vakti

işlenmesi” halinde verilecek ceza, yarı

oranında arttırılır, denilmektedir. Bu kanun

maddesinin nitelikli hallerle

karıştırılmaması gerektiğini nitelikli

halinden sonra cezanın üzerine yarı

oranında artırıma gidildiğini belirtmek

isterim. Öncelikle nitelikli haliyle ceza

belirlenir sonrasında eğer fail bu suçu gece

vakti işledi ise verilecek ceza yarı oranında

arttırılarak verilir.

Depremzedelerin hayati tehlikelerinin

olmaması ve en azından asgari bir yaşam

sürebilmek için ilk etapta su, ekmek gibi

temel gıdaların ellerine ulaşması ve bunları

tüketmeleri

gerekmektedir.

Depremzedelerin “ağır” ve “acil” gereksinim

duyulan temel ihtiyaçlara erişebilmek adına

bu gıdaları almaları ve tüketmeleri halinde

TCK m.147’nin tanımış olduğu yetkiye göre

cezada indirime gidilmesi veya cezadan

vazgeçilmesi -kanaatimce ceza

verilmemesi- yönünde olacaktır. Bu takdir

yetkisi hakime tanınmıştır. Kanaatimin bu

yönde olmasının sebebi TCK madde 3/1’e

göre “Suç işleyen kişi hakkında işlenen fiilin

ağırlığıyla orantılı ceza ve güvenlik

tedbirine hükmolunur” denilmesidir. Olayın

özelliği, failin kişiliği ve suçun işleniş şekli,

meydana gelen haksızlığa faili iten etkenler

ve bu eylemin mağdur üzerinde etkileri de

gözetilerek failin yaşamının temel yapı

taşlarını oluşturan besinleri alması ve basın

yoluyla gerek sosyal mecralarda çamaşır

makinesi, mutfak robotu, araba dolusu

yiyecek almak gibi davranışlara şahit olduk.

Bu gibi durumlarda failler nitelikli hırsızlık

suçundan 5 ile 10 yıl arasında cezaya

çarptırılacaktır.

Deprem bölgesinde şahit olduğumuz

görüntülerden biri olan “Yetkisi olmadığı

halde kolluk kuvvetlerinin üniformasını ya

da resmi arama kurtarma ekiplerinin

kıyafetlerini giyerek hırsızlık suçunu işleyen

zanlılar”, kanaatimce durumun vahameti

göz önünde bulundurularak üst sınırdan

hapis cezasına çarptırılmalıdır. Yetkili

görevli sıfatına haiz olmamakla birlikte

örneğin failin, mağdurun getirdiği erzakları

bir depoya boşalttırması eyleminde hırsızlık

suçundan ziyade, mağdurun iradesi hileyle

fesada uğratıldığından “dolandırıcılık”

suçunu oluşturacaktır. Depremzedelere

ulaştırılmak üzere yola çıkan yardım

tırlarının önünü kesip, tehdit veya cebir

yoluna başvurarak kendi hâkimiyet

alanlarına almak suretiyle hareket edilmesi

eyleminde ise “yağma” halk diliyle gasp

suçu işlenmiş olacaktır. Çünkü yağma suçu

cebir veya tehdit kullanılarak işlenen

hırsızlıktır; bu cümleden de anlaşılacağı

üzere aslında hırsızlık, yağma suçunun bir

unsuru niteliğindedir.[5] Hırsızlık suçunda

fail zilyetten malı çalarak hâkimiyet alanına

geçirirken yağma suçunda fail malın teslimi

konusunda yaptığı zorlama sonucu mal

üzerinde hâkimiyet kurabilmektedir. Ancak

yağma suçu bağımsız bir suç teşkil edip

hırsızlık suçunun nitelikli hali değildir. Bu

tür eylemlerde tehdit veyahut cebire

başvurulduğu görüldüğünde hırsızlıktan

değil yağma suçundan hüküm kurulacaktır.

[[5] YAZICIOĞLU R. Yılmaz(2013), Hırsızlık Suçunun Malvarlığına Karşı İşlenen Bazı Benzer Suçlardan Ayrımı,

Mühf had, s.763.

63


Yazımın son paragraflarına gelirken birkaç

hususa da değinmek isterim, deprem

bölgesinde işlenen suçların büyük

çoğunluğu malvarlığına karşı işlenen

suçları teşkil ettiği için şahit olduğumuz

eylemler üzerinden örnekler vererek

konuyu daha da somutlaştırma yoluna

başvurdum.

KANUN KOYUCU, TOPLUM

GEREKSİNİMLERİNE VE DÜZENİN

BOZULMAMASINA ÖZEL ÖNEM

VEREREK OLUŞTURDUĞU BU

KANUNLARIN, AFET BÖLGESİ GİBİ

OLAĞANÜSTÜ BİR ORTAMDA

İŞLENECEK SUÇLAR HAKKINDA

NİTELİKLİ HALLERİNİ DE GEREKTİĞİ

TAKDİRDE CEZALARDA ARTIRIMA

GİDİLEBİLECEĞİNİ DE

DÜZENLEMİŞTİR.[6]

Hâkimlerin tanınan bu artırım yetkisini en

hakkaniyetli şekilde kullanmaları, adil

hukuk sistemi çerçevesinde faillerin ağır

bir müeyyide ile karşılaşmaları tek

temennimdir.

[6] ŞEN Ersan (2012) , Hırsızlık Suçları, Ankara Barosu Dergisi, s.344.

64


KANT’LA DEPREME BAKIŞ: ÖDEV ETİĞİ

TEMELLİ SORGULAMALAR

Masumdur şikâyetim, çığlıklarım da

haklı.

Çevrili tüm her yerde zulmüyle kaderin,

Ölümün tuzakları ve gazabı kötülerin.

Voltaire- Lizbon Depremi

Rabia TÜRK

65


"Kant'a değinmeyen hiçbir modern ahlak

felsefesi yoktur."[1] sözünü dikkate alarak

en temelden Kant'tan bahsederek deprem

ve etik konusunu ele alacağız. Bu noktada

onu yanlış anlamaya odaklı bugün merkezci

indirgemeci eleştirileri ve "eylemden ziyade

istemeyi ve istemenin dayandığı öznel ilkeyi

ele alan" ödev etiğini bu temelleri göz ardı

ederek gereklilik etiği olarak nitelendiren

anlayışları da en azından bu yazı boyunca

yadsıdığımızı söyleyeceğiz. Kant’ın konumuz

açısından özellik gösteren bir yanı da Lizbon

Depremi’ni yaşamış olması ve bunun

ardından fikir hayatında pek çok değişikliğe

gidecek olmasıdır. Doğrusu böylesi büyük

olaylar “Tanrı’nın gazabıdır ya da isteğidir.”

söylemlerinin münasebetsizliğinden öte

fikri yansımaları ve değişiklikleri gündeme

almalıdır. Kant da bu tür narsistik söylemleri

antropormifizm ve insanmerkezcilik olarak

nitelendirmekte ve eleştirmektedir. İnsanı

kendi davranışlarından sorumlu olmaya iten

özgürlük bilinciyle akıl ve iradesini

kullanabilmesi, kendisinin Tanrı'nın birincil

varlığı veya doğanın hakimi olmadığının

farkına varmasıdır.“Doğada olan biten

doğrudan insanla ilgili değildir, doğa insana

karşı kayıtsızdır ama insan, içinde yaşadığı

gezegenden sorumludur çünkü insan kendi

içinde yaşadığı dünyayı doğrudan etkileme

gücüne sahiptir.” [2]

Böylesi bir etkileme gücü insanın hem

duyulur alanın hem de düşünülür alanın

üyesi olmasından kaynaklanır. “İnsanı insan

yapan düşünülür alana ait olmasıyla özgür

bir varlık olmasıdır.”[3] Bu özgürlük ona

seçimler yapma ve eylemler ortaya koyma

kuvveti vermektedir. Kant’a göre akıl doğa

yasalarını kullanarak etkide bulunabilen,

dolayısıyla akla sahip varlığı da özgür bir

varlık kılan yetidir. Bu insanın değerini

ortaya koyarken de dikkate alınması

gereken bir durumdur.

Etik ise kimi zaman insan davranışlarının

iyinin veya kötünün cebrine vurulması

anlamına gelmiştir. Oysa Kant insanların

eylemlerinin değil istemelerinin “iyi”ye konu

edilebileceğini söylemiştir çünkü biçimsel

olarak hiç fark gözetilmeyecek eylemlerin

ancak arkasındaki öznel isteme ilkesi

onların iyi veya kötü olarak

nitelendirilebilmesini sağlayacaktır.

“Dünyada dünyanın dışında bile, iyi bir

istemeden başka kayıtsız şartsız iyi

sayılabilecek hiçbir şey düşünülemez”(Kant

2002:8).

Kant “iyi”nin deneysel bir tecrübe alanı

olmadığını, kişilere ait öznel haz ya da acı

algılarına dayandırılamayacağını ve değer

yargılarından bağımsız şekilde

nesnelleştirilmesi

gerektiğini

söylemektedir. Bu düşünceye göre “iyi”

kendi başına saygıyı hak eden bir istemeyle,

içimizdeki a priori saygı ilkesine göre

şekillenecektir. Bu saygı duygusunun bizi

olması gereken bir eylemeye yönlendirmesi

ödevden kaynaklanır. “Ödev, yasaya

saygıdan dolayı yapılan eylemin

zorunluluğudur” (Kant 2002:15). Bu

zorunluluğun değer kazandığı aşama ise

ödeve uygun olması değil ödevden dolayı

yerine getirilmesi aşamasıdır. Haricen bir

eylemi değerli kılan ahlaksal yatkınlıklar ve

eğilimler sebebiyle tercih edilmesi değil saf

pratik aklın yönettiği istemelerle meydana

gelmesidir. “İsteme için zorlayıcı olduğu

ölçüde nesnel bir ilkenin tasarımına emir

(aklın emiri), bu emrin formülüne de buyruk

denir” (Kant 2013:29). Kant’a göre iyi isteme

sezgisel bir alanın konusu değildir saygıya

eşlik eden ödev kesin bir buyruğa

uydurulmalıdır. Buyruk kendi başına

tamamen akla uygun nesnel zorlanma

anlamına gelir. Buyruklar ya yalnızca etki ve

bu etkiyi elde etme yolu bakımından

etkileyen neden olarak akıl sahibi varlığın

nedenselliğinin koşullarını belirlerler; ya da,

[1] Felsefeci Geier

[2] http://turkiyekanttoplulugu.org/?p=8697

[3] Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı 22, 2015, Sayfa 93-100

66


ya da olmasın yalnızca istemeyi belirlerler.

Kant bu ayrıma dayanarak iki buyruk

türünü ortaya koyar: Birinci durumda

buyruklar “koşullu buyruklar”dır, ikinci

durumda ise “kesin buyruk” olurlar ve

yalnızca “pratik yasalar” olurlar (Kant

2013:32-33). Bir buyruk ancak kesin olursa

ve ödevle ilgisinde düşünülürse insanlara

yükümlülük getirir.[4]

Özetlersek, insan kendi koyduğu yasaya

kendini tabi kılarak yatkınlıklarından

bağımsız şekilde hareket edebilecek,

istemenin yasalılığını saygı bilincine

dayandırabilecek özgür bir varlıktır. Yasa

ise taşıyıcısı ahlaksal suje olan bir ilkedir ve

bu nedenle de karşısında saygı

duyulabilecek birincil şeydir. Bu ilke akıl

sahibi herkes tarafından geçerli

sayılabilecek durumdaysa ahlaksal yasadır,

değilse istemenin öznel ilkesi maksimdir

şayet nesnel olursa pratik yasa olacaktır.

İnsanın değerinin geldiği yer; şey’lerden

farklı olarak düşünebilen, akıl sahibi, nesne

değil amaç olan bir varlık olmasıdır bu

noktada aklı değerli kılan ise ahlak yasasını

ve pratik buyruğu ortaya koyabilecek bir

yeti olmasıdır. İnsanı amaç haline getiren

şey ahlaklılığı mümkün kılması yani

ahlaklılıkla aynı amacı ortaya koyan bir

varlık olmasıdır. Buna göre “Akıl sahibi bir

varlığın kendisinin amaç olabilmesini

sağlayan tek koşul [ise] ahlaklılıktır; çünkü

ancak onunla bu varlık amaçlar krallığında

yasa koyucu bir üye olabilir. Böylece

ahlaklılık ve insanlık, aynı şeyi

sağlayabildiklerine göre, değerli olan tek

şeylerdir” (Kant 2013:52). Ancak burdaki

değer ahlaklılığa özgülenmiş ve ona izafe

edilmiş bir üstünlük değildir, bunu anlamlı

kılan özne de değeri hak edecektir. “İnsan

ahlak yasasının öznesi, dolayısıyla kendi

başına kutsal olanın öznesi” olduğu için

insanlık “kutsal”dır (Kant 1999:143).

Buradan şunu çıkarabilmemiz artık

mümkündür: ahlaklı olmak onun amacına

ve öznesine de ilkeli davranacak şekilde

eylemde bulunmakla ilintilidir ve ahlaklı

olmak insanın asıl değerini ortaya koyan

şeydir.“Her defasında insanlığa, kendi

kişinde olduğu kadar başka herkesin

kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı

zamanda amaç olarak davranacak biçimde

eylemde bulun” (Kant 2013:46). Bu sözle de

kişilerin kendi çıkarlarını ve benliğini

besleyen şeyleri geride bırakarak her

kimseyi kendiliği kadar dikkate alması

gerektiğine vurgu yapılmıştır dolayısıyla

kişinin ahlaklı olmasını sağlayacak şey her

insanı kendi kadar öncelemesidir. İnsanlar

aklını kullanabilme özgürlüğüne sahip

gerektiğinde kendi eğilimlerinin dışına

çıkabilecek ahlaksal ilkeleri ortaya

koyabilen varlıklar olarak “onur”lu

varlıklardır dolayısıyla onlara amaç olarak

davranmak hem ahlaklılığın bir ölçütünü

ortaya koyuyor hem de herkesi aynı onurun

paydaşı haline getiriyor.“Diğer insanlarla

insan onurunu paylaştığımızın bilincine

varmamız -…- ve başkalarını, çeşitli

kimlikleri ne olursa olsun, her şeyden önce

birer insan olarak görebilmemizin yolunu

açıyor” (Kuçuradi 2006:6).

Biraz somutlayacak olursak “Rönesans

Rezidans” ı ele alalım. Binanın yıkılma

nedeni düşük malzeme kalitesi,yetersiz

donatı,yönetmeliğin izin verdiği değerlerin

yarısından daha düşük beton kalitesi.

Buradaki saf pratik akılla çelişiklik

doğrudan göze çarpacaktır. Ahlaksal

buyruğun aklın gerektirdiği koşullanmaları

yani yüksek malzeme kalitesini ve yeterli

inşaayı önermesinin yanında, yasal

buyruğun çiğnenmesinin ahlaksal bakımdan

“yasa”ya aykırılık olduğu ortadadır.

Depremin üzerinden 2 ay geçmesine

rağmen bu konutta yaşayan 55 kişiye henüz

ulaşılamadı dolayısıyla ahlaksal ilkenin

[4/5]Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı 22, 2015, Sayfa 95

67


taşıyıcısı olarak insana, Kant’ın deyimiyle

kutsala da diyelim biz, önem verilmediği

açıktır bu da ahlaksal ilkeliliğe aykırıdır.

Bunun yanında diğer insanlarla aynı onuru

paylaştığımız savına değinirsek özgür ve

aklını kullanabilen varlık yanımızla bu

onurdan –Ki bu tanımlama insan haklarını

temellendirmektedir dolayısıyla hukukçu

yanımızla da inkarı mümkün değildir.- ve

kendi onurumuzdan eksiltme haksızlığını,

ahlaksızlığını gösterdiğimizi söylemek

mümkündür. Ayrıca bina dönemin adalet

bakanının, belediye başkanının, Hatay

valisinin bulunduğu temel atma töreninde

müteahhidi tarafından lüks yaşam ve inşaat

kalitesi bakımından örnek teşkil edecek

özel bir proje olarak nitelendirilmekteydi.

Eylemlerini ve istemelerini incelemeyi es

geçelim ve bakınız onlara cevabı Kant

versin. “Zaman zaman Dünya’da

depremlerin meydana gelmesinin gerekli,

fakat buralara şatafatlı binalar dikmenin

bizim açımızdan gereksiz olduğu sonucuna

varmak daha doğru olmayacak mıdır?..

İnsan, doğaya uyum sağlamayı

öğrenmelidir, oysa o, doğadan kendisine

uyum sağlamasını istemektedir.”

Felsefe cevaplar değil sorgulamalar

alanıdır. Hukuk ise ilkesel doğruların

bulunduğu normatif bir düzendir.

Dolayısıyla yazı boyunca oluşturduğumuz

altyapıyla doğru soruları sorarak hukuki

bilgi ve deneyimlerinizle cevap bulmanız

oldukça kolaylaşacak. Ancak yine de

aklınızda bu yazıdan bir iz kalsın diye birkaç

soruyla yazıyı bitirmenin yerinde olacağını

düşünüyorum. Sorumlular dürüstlük

kuralına uygun davranışlar sergilediler mi?

Eylemleri düşünülerek seçilmiş bilinçli bir

istemenin ürünü müydü? İnsanların

yaşamak için satın aldığı evlerin inşasında

saygı ilkesini gözetir özen gösterilmiş

miydi,

insanın değerine ve onuruna ilişkin

hassasiyetler göz önünde miydi? Bu inşa

sürecinin yönetimi, gözetimi,denetimi basit

bir verili anlam yani meslek etiği üzerine

bile sağlıklı olarak yönetilebilecekken

bunun da göz ardı edilmesi hala “iyi bir

istemenin” varlığından söz edebilmemizi

mümkün kılar mı? Gökte yıldızlar ve

içimizde evrensel ahlak yasası… Tercihlerin

evrensel olarak nasıl olması gerektiğini

saptayabilmemiz bu noktadaki eylemleri

pratik yasalar nezdinde kıyaslayabilme

imkanını sunar mı? Şimdi

depremzedesinden

yöneticisine,

akademisyeninden hukukçusuna toplumun

her parçasından insanı eylemleri üzerine

düşünüp düşünmediği üzerine gözden

geçirelim, bu “isteme”leri saf pratik akıl

yönetiyor olsaydı sonuç nasıl olurdu? Temel

aksiyomumuz iyilik iyidir, soruların çıkış

sebebi nedir?

Herkesin kendi çıkarını maksimize ettiği,

ahlaksızlığın adeta kemikleştiği, ideal

saydığımız kavramlara yabancılaştığımız “…

bu çağ öyle bir çağdı ki otoritelerin sanki o

zamana kadar seslerini olabildiğince

yükselterek duyulmasını istedikleri tek şey,

iyi ya da kötünün kıyasıya ve kıran kırana bir

mücadelesiydi ( Dickens,2010,s.7).”

[4/5]Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı 22, 2015, Sayfa 95

68


Y E R A L T I

_

_

Ders sen öğrenene kadar devam eder.

Batuhan Berat Oktay

Yeraltından Notlar’da bu sayıda her şey

daha ne kadar kötü gidebilir derken

başımıza gelen şeylerin en büyüğünü ele

alacağız.Eminim ki aklınıza gelmiştir fakat

yine de tekrar etmekte, az sonra

değineceğim bir çok noktanın ne yazık ki var

olması dolayısıyla fayda var “deprem”.

Deprem hepimizin ve aynı zamanda

yakından tanık olmuş, yaşamış biri olarak

benim de bileceğim ve bileceğimiz üzere

maddi zarardan çok manevi zararlara yol

açan bir olgudur. Olgu diyorum zira varlığını

bilimle kanıtlayabiliyoruz fakat ne tuhaftır ki

önlem almak yerine onu yok sayıyoruz.

Biliyorum son dönemde hepimiz bu olgudan

çok etkilendik, zira insanlar olarak[1]

empati yeteneğine sahibiz ve istemsizce de

olsa bu yargıya kendimizi bazen zorluyoruz.

İşte bu zorlama sonucu ortaya çıkan durum

yaşadığımız bu deprem sonrasında hiç de iç

açıcı olmuyor. Dünyada gerçekleşen çoğu

şeyin ekseriyetle bir sorumlusu vardır ve bu

denli korkunç bir tablonun da elbet

sorumluları var; hatta bu kişiler bizim

aramızdalar, bu kişiler sizin tanıdığınız bazı

ev sahipleri, bu kişiler sizin tanıdığınız bazı

belediye çalışanları, bu kişiler sizin

tanıdığınız bazı mühendisler, bu kişiler sizin

tanıdığınız bazı mimarlar, bu kişiler sizin

tanıdığınız bazı jeologlar, bu kişiler ne yazık

ki sizin ellerinizle bizim hakkımızı mecliste

savunsun, isteklerimizi yerine getirsin, bize

daha yaşanılır bir hayat sunulabilsin,

bizim derdimizden ancak bizden biri anlar, o

bizden biri diyerek seçtiğiniz bazı

yöneticiler.

Ceza verilmesi için gecikilmiş çok şey

var ve eminim ki vereceğimiz ceza bizden

giden onca can, mal ve akıl sağlığını yerine

getirmeyecek. Fakat bu dünyada

yaşadığımız sürece, onu unuttuğumuz her

anda birden tekrar ortaya çıkarak bize “Her

an her şey olabilir.”diyecek bir hayat var. Bu

hayatı ve getirdiklerini kabul ederek, onlara

önlem alarak yaşamamız gerekirken bazı

doymak bilmez, güçkolik ve parakolik

boğazlara yine bizler kurban gidiyoruz. Bu

ülkenin bizim olduğunu bildiğimiz için ve

halihazırda üzerinde bulunduğumuz ülkede

var olan beyin göçünün farkında olduğumuz

için şunları söylemek istiyorum; az önce

cümleye girerken dediğim ve arkasında

durduğum üzere bu ülke bizim ve bu tür dar

boğazlarla ancak bu topraklarda kalarak, bir

şeyler yapabilecek duruma gelene kadar

sabrederek mücadele edebiliriz.

En çok canımızı yakan şeyler ekseriyetle

bizim verdiğimiz kararlar dolayısıyla

başımıza gelen birtakım olaylardan

meydana gelir. Bu deprem de buna bir

örnekti. Bu kadar söylemden sonra

bahsettiğim şeylere tek tek değinmek

istiyorum. İnsan soyunun içinde bulunduğu

para sevdasının en büyük örneklerini yakın

zamanda gördük ve hala görüyoruz. Deprem

dolayısıyla evini kaybetmiş ve kaybetmemiş

[1]Vicdandan yoksun olanlara değinmeden önce, vicdanı olan insanlardan bahsediyorum.

69


olsa dahi o psikolojiden uzaklaşmak istemiş

birçok insan Türkiye’nin farklı köşelerine

ama bir süreliğine ama temelli yerleşti.

Maddi durumu el verenler ev aldı,

maddiyatını depremde kaybetmiş halk ise

fahiş fiyatlara ev kiraladı, bunu bile

yapamayacak olan insanlar da devletin

“depremden etkilenenler” adına verdiği kira

yardımını alıp cebine koydu fakat hala orada

burada, çadırda, sokakta, spor salonlarında,

camilerde kalmaya devam etti zira verilen

yardım ev kirasının bazen yarısını bile

karşılamaya yetmiyordu. İşte böyle bir

durumda para ve güç hırsının yarattığı

etkinin yıkıcı sonuçlarının hepimizi yıldıran

bir tablo ortaya çıkarmış olduğundan

bahsedebiliriz. Bu etkinin başlangıcının şu

şekilde olduğunu biliyoruz; önce inşa

edilmek istenen taşınmaz adına, yapılacağı

arazi için imar izni çıkartmak amacıyla

belediyeden yapının üzerine dikileceği

arazinin depreme dayanıklı olup olmadığına

bakılmaksızın bir belediye görevlisi

tarafından imar izni verildi. Ardından inşa

edilecek olan taşınmazın planları o

çevrenizdeki bazı mimarlar tarafından

depreme dayanıklılığı tartışılmaksızın çizildi.

Sonrasında yapı inşa edilirken, inşa sürecini

denetlemekle yükümlü o çevrenizdeki bazı

mühendislerden olan inşaat mühendisleri

kullanılan dayanıksız malzemenin bir

deprem anında yıkılacağını tartmaksızın

inşaatın devam etmesine göz yumdu. En

sonunda inşa edilen mezarlık, kendi

sahiplerini aramak adına en başından bu

vicdan barındırmayan ve tamamen para

hırsına bürünmüş proje sahiplerinin yalan

beyanlarıyla satılmak için ellerine teslim

edildi. Ve ne yazık ki kendi mezarlarını

aldıklarını bilmeden, yalanla ayartılmış

halkın büyük çoğunluğu bu yapıları satın aldı

ve almaya da devam ediyor. Mezarlıklar inşa

ediyoruz, sonrasında yine biz onları satın

alıp içinde ölmeyi bekliyoruz. İşte bu

sirkülasyon bizi öldüren şeylerin en başında

geliyordu. Depremde hayatını kaybetmiş

vatandaşların cesetlerinin üzerinden çıkan

deniz kabuklarını hiçbir zaman

unutmayacağız ve unutturmayacağız.

Çünkü unutursak tekrar tekrar bize “her an

her şeyin olabileceğini” hatırlatan hayat, bu

sefer olduğu gibi elindeki en büyük gücü

yani doğa anayı kullanarak yeniden ders

çıkarmamız için bize acımayacaktır. Bir

şamanın da dediği gibi: Ders sen öğrenene

kadar devam eder. Milletimizin ve

insansoyunun içinde bulunduğu, keşke

kurtulsa, kurtulmayanları da biz “kurtarsak”

dediğimiz bir durumdan bahsetmek

istiyorum. Az önce Türkiye’nin farklı farklı

yerlerinden fahiş fiyata ev tutmuş birçok

insanın mağdur olduğu bu insani ruh hali

yine en başta çok kez üzerinde durduğum

para hırsının bir örneği olan FIRSATÇILIK.

Depremzedelerin kalacak yeri olmadığını ve

kendi evlerine mecburen talip olacaklarını

bilen çevrenizdeki o bazı ev sahipleri

ellerindeki hakkı kötüye kullanarak, kendi

evlerinin kiralarını insanlığın çok üzerine

çıkarmak suretiyle FIRSATÇILIK nedir ve

nasıl yapılır adlı şaheserlerini resmen

hepimize sergilediler. Dikkat edilmeli ki

yazımın vicdan yoksunu olan insanları

anlattığım o bölümüne gelmiş bulunuyoruz.

FIRSATÇILIK deyip de geçmemek lazım;

kaldı ki bu durum hukuka uygun da değil, en

basitinden “ignorantia juris non excusat”

ilkesini benimsemiş –ki benimsemesi

gerektiği için benimsemiş- her kişi bu

durumun TCK md. 237 kapsamında suç

oluşturacağını bilir. Fakat yine geliyoruz

ülkemizin az önce de bahsettiğim en büyük

sıkıntılarından birine, yani denetim

mekanizmasının “düzgün” çalışmamasına.

Biliyorum onlar da insan, zaten bu yüzden

bu haldeyiz…

70


Belki çok mizantropist gözüktüm fakat

inanın öyle değilim. Aksine insanları

insanlardan korumak için hayatımı idame

ettirmek istiyorum. Fakat insanlar ne yapıp

ne edip ellerindeki ve belki de fıtratlarındaki

doyumsuzluğu dindiremeyeceklerinin

farkında olmadan dindirmeye çalışıyorlar.

Hayatta olan her şeyin bir usulü vardır ve

haliyle de bir usulsüzlüğü. Bu usulsüzlüğü

de yaşadığımız depremin içinde var olan

birçok olayda görebiliyoruz. Var olan bütün

usulsüzlükler son tahlilde karşımıza postapokaliptik

bu dünyayı yarattı. Bu

usulsüzlüklerin en büyüğü ve belki de en

çok zarara yol açanı ise mezar satıcılarının

TKHK md. 8 kapsamına aykırı

davranmalarıydı. Ayıplı mezar sattılar,

depreme dayanıklı dedikleri her ev

depremde tek tek yıkıldı. Her insanın bir

yaşam öyküsü var, belki de her birimizin

hayatı iyi bir yönetmenin elinde gişe

rekorları kıracak filmlere elverecektir. İşte

bunca yaşanmışlık bazen 3 aylık, bazen 70

yıllık bütün hayatlar ayıplı mezarlarda belki

de enkazın altında çıkartılamadan çürüyen

cesetlerde yok olup gitti. Bunların

sorumluları insanlara taahhüt ettiklerini

vermeyen, onları yalanla ayartan, ayıplı

mezar satan proje sahipleri müteahhitlerdi.

Güç ve para hırsı diye diye belki de kendimi

çok yıprattım fakat inanın dünyadaki çoğu

problemin temeli bu fıtrata dayanır.

Birilerinin bu dünyada vicdanı olmalı, ama

nerede kim bilir.

Mezarlıklar inşa

ediyoruz, yine biz onları

satın alıp içinde ölmeyi

bekliyoruz.

71


Kendi evlerinin kiralarını

insanlığın çok üzerine

çıkarmak suretiyle

FIRSATÇILIK nedir ve nasıl

yapılır adlı şaheserlerini

resmen hepimize

sergilediler.

Ülkemizde bu denli büyük bir felaketin

yaşanmasının ardından, bir önceki yazımı

depremi yaşamış ve hala o psikolojide olan

biri olarak yazmıştım. Şimdi ise ara ara

ülkece deprem olduğunu zannedip korkuyor

olsak da felaketin ardındaki ve bu felakete

sebep olan korkunç resmi daha net bir

şekilde görebiliyoruz. “Son Akşam Yemeği”

benzeri bu tablo –Son Akşam Yemeği

benzeri diyorum zira bir tablo düşünün ki

tam ortasında bir ülke, o ülkenin etrafında

ülke “sevdalısı” birçok insan ve ne yazık ki

Türkiye için geçerli olacak şekilde tablonun

orijinalinin aksine birden fazla hatta çok

fazla Yahuda İskariot- bize gösterdi ki ne

ülke sevdalısı, ne vicdan sahibi insan sayısı

ülkemizde yeteri kadar bulunmamakta.

Daha ileriye, vicdanla, hakkaniyetle, bu

ülkede dönen büyük çarkın bir dişlisi olmak

amacıyla gelecekte karşımıza çıkacak

bütün felaketleri ve zorlukları aşmamız

dileğiyle.

72


Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!