Edebiyat Gazetesi Sayı 1
1932 yılında yayımlanan Edebiyat Gazetesi’nin izinden yürüyen aylık çevrimiçi Edebiyat Gazetesi, ilk sayısıyla okuyucuya merhaba dedi. Genel Yayın Yönetmenliğini Veysel Altunbay’ın yaptığı Edebiyat Gazetesi’nin manşetinde Yazar İsrafil Baran Geçmişten Günümüze Edebiyat Gazete İlişki başlıklı yazısıyla, 1860’lı yıllardan günümüze kadar edebi yazıların gazetelerle olan ilişkisini mercek altına aldı. Söyleşi bölümünde, Çizer Muhammed Aytekin ile bir kitabın raftaki yerini alana kadar geçirdiği mutfak süreci konuşuldu. Editörlüğünü Yücel Aydın’ın üstlendiği Edebiyat Gazetesi’nin şubat sayısında Asla Umutsuzluğa Kapılmayın başlıklı yazısıyla Yazar S. Ali Ellikci, Çocuklara Kitapları Sevdirmenin Tüyoları başlıklı yazısıyla Yazar Coşkun Bulut, Sekiz Mart Ali başlıklı öyküsüyle Kadir Ersoy, Yaşamak Geçti Başımdan kitap tanıtım yazısıyla İlkay Coşkun, Pencerenin Aşkı başlıklı yazısıyla İsmail Hilal, Adem’le Volkan Arasında Seçim Yapmak başlıklı yazısıyla Hüseyin Yıldız, Edebiyat Bulmaca köşesiyle Yücel Aydın yer aldı.
1932 yılında yayımlanan Edebiyat Gazetesi’nin izinden yürüyen aylık çevrimiçi Edebiyat Gazetesi, ilk sayısıyla okuyucuya merhaba dedi.
Genel Yayın Yönetmenliğini Veysel Altunbay’ın yaptığı Edebiyat Gazetesi’nin manşetinde Yazar İsrafil Baran Geçmişten Günümüze Edebiyat Gazete İlişki başlıklı yazısıyla, 1860’lı yıllardan günümüze kadar edebi yazıların gazetelerle olan ilişkisini mercek altına aldı. Söyleşi bölümünde, Çizer Muhammed Aytekin ile bir kitabın raftaki yerini alana kadar geçirdiği mutfak süreci konuşuldu. Editörlüğünü Yücel Aydın’ın üstlendiği Edebiyat Gazetesi’nin şubat sayısında Asla Umutsuzluğa Kapılmayın başlıklı yazısıyla Yazar S. Ali Ellikci, Çocuklara Kitapları Sevdirmenin Tüyoları başlıklı yazısıyla Yazar Coşkun Bulut, Sekiz Mart Ali başlıklı öyküsüyle Kadir Ersoy, Yaşamak Geçti Başımdan kitap tanıtım yazısıyla İlkay Coşkun, Pencerenin Aşkı başlıklı yazısıyla İsmail Hilal, Adem’le Volkan Arasında Seçim Yapmak başlıklı yazısıyla Hüseyin Yıldız, Edebiyat Bulmaca köşesiyle Yücel Aydın yer aldı.
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Çizimle olan ilişkim babam gibi
benim de küçük yaşlarımda başladı.
Babam benim kadar şanslı değildi.
Çünkü benim babam bir çizer ve
ablalarımla beni bu konuda hem
destekledi hem de yönlendirdi.
Bir yanda bilgisayar, televizyon, cep
telefonu, tablet gibi teknolojik aletler
öbür yanda kitaplar. Çocuklar
tereddütsüz teknolojik aletleri seçiyor
ve kitaplar raflarda tozlanarak
kapakları dâhi açılmadan eskiyor.
“Yaşamak Geçti Başımdan” Yazar
Şerif Aydemir’in, 2022 yılında
Ötüken Neşriyat aracılığıyla okurla
buluşturduğu eseri. Bu eser yazarın,
daha çok hikâye ve şehir kültürü
yazılarıyla tanıdığımız beşinci kitabı.
Çalıştığım okuldan eve gelirken
yolumun üzerinde olan, hemen
hemen bitişik sayılan iki ayrı market
var. Genelde ilk önce Volkan
Market’e uğruyorum. Marketin
sahibinin adı da yine Volkan…
Çizer Muhammed
Aytekin ile Söyleşi / 02
Eğitimci-Yazar
Coşkun Bulut Yazdı / 02
İlkay Coşkun
Kitap Değerlendirmesi / 04
Yazar Hüseyin
Yıldız Yazdı / 05
E d e b i y a t G a z e t e s i 01
9 772980 044701
A y l ı k e d e b i y a t g a z e t e s i www.edebiyatgazetesi.com ISSN 2980-0447 / Şubat 2023
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE
EDEBİYAT GAZETE İLİŞKİSİ
1860’lı yıllarda edebi yazılar gazetelerde yayımlanırken 1950’li yıllardan sonra
edebiyat gazetelerden yavaş yavaş uzaklaşarak dergilere kaymaya başladı.
İSRAFİL BARAN
Günümüzde aylık, iki aylık ya da üç aylık
yayımlanan edebiyat dergilerini incelediğimde
aklıma çok güzel bir soru geldi. Edebiyatın
bağımsız bir sanat kolu olarak dergileşmesi nasıl
gerçekleşti? Bu sorunun cevabını gelin hep birlikte
bulalım. Edebiyat ürünleri geçmişten günümüze üç farklı
yayın organı olarak okura ulaşmaktadır. İlk etapta kitap
olarak okura ulaşan edebi metinler sonrasında
gazetelerin içerisinde okuyucuyla buluşmaya başladı.
Fakat nasıl olduysa zamanla edebiyat ve gazeteler arasına
mesafe girdi. Edebiyat gazetelerden yavaş yavaş
uzaklaşmaya başladı. İlk Türkçe gazete bildiğiniz üzere 1
Kasım 1831 yılında yayına başlayan Takvim-i Vekayi’dir.
Takvim-i Vekayi’de daima resmi konularda yayın
yapılıyordu. Edebiyata yer verilmiyordu. Türk basınında
edebiyata ilk kez yer veren gazete Ceride-i Havadis
gazetesidir. 1840’lı yıllarda tiyatro ile ilgili makalelerin
yayınlanmasıyla edebiyat, gazetelerde yer almaya
başlamıştır. Türk okuyucusu ilk kez resmi konular
haricinde bir gazetede sanat konularına da yer verildiğini
görünce bu gazeteye ilgi göstermiştir. Bu ilgiye kayıtsız
kalmayan gazete, sayfalarında hikâyelere ve tenkitlere de
yer verdikten sonra yazar ve şairlerin toplanma yeri haline
gelmiştir.
Ceride-i Havadis’ten yirmi yıl sonra, 1860 yılında yayına
başlayan Tercüman-ı Ahval de edebiyata geniş yer
vermiştir. Şinasi’nin meşhur Şair Evlenmesi isimli eseri,
Tercüman-ı Ahval’de tefrika yani bölüm bölüm
yayınlanmış metinlerdir. Tefrika usulü ülkemizde
Tercüman-ı Ahval ile başlamıştır. Tanzimat dönemi
edebiyatçıları aynı zamanda gazeteciydiler. Tanzimat
edebiyatçılarının önde gelenlerinden Namık Kemal ve
Ziya Paşa Londra’da Hürriyet, Yurtta İbret gazetelerini,
Ahmet Mithat Efendi Devir ve Tercüman-ı Hakîkat
gazetelerini, Şemseddin Sami Sabah ve Tercümân-ı Sark
gazetelerini, Ahmet Cevdet de İkdam gazetelerini
çıkarmışlardır.
Tanzimat dönemi şair ve yazarları fikirlerini ve yenilikleri
gazeteler aracılığıyla yaymayı tercih etmişlerdir.
Tanzimat’tan sonra İkdam, Peyam, Alemdar ve Türk
Dünyası gibi gazeteler edebiyat ekleri vermişlerdir.
İkdam gazetesinin 1894-1904 yılları arasındaki on yıllık
süreçte İkdam gazetesinde Ahmet Mithat Efendi,
Mehmet Rauf, Hüseyin Rahmi, Safvet Nezihi, Fatma
Âliye Hanım, Recaizâde Mahmut Ekrem, Abdullah
Zühtü ve Vecihi gibi önemli isimlerin 302 hikâyesi ve 52
roman tefrikası yayımlanmıştır. Gazetelerin birçoğunun
yazarlarının edebiyatçı olmasından dolayı o dönemlerde
gazete ve edebiyat arasında daima yakın ve sıcak bir ilişki
oluşmuştur.
1880’den sonra edebiyat dergilerinin çoğalmaya
başlamasıyla edebî çalışmalar kısmi olarak dergilere
kaymıştır. Cumhuriyet’in ilanından beş yıl sonra yapılan
harf inkılâbı ile birçok dergi ve gazete yeni harflere
geçmiş, okuryazar oranı birden çok hızlı bir şekilde
düştüğü için bu sektörde gerilemeler görülmüştür.
Cumhuriyet’in ilk yirmi beş yıllık diliminde edebiyatkültür-sanat
dergilerinin sayısı oldukça azdır. Dergilerin
edebiyata verdikleri önem açısından zayıf geçen 1928-
1950 yılları arasında edebiyatla yine daha çok gazeteler
ilgilenmiş, gazetelerde roman tefrikalarına devam
edilmiş, birçok edebiyatçı gazetelerde köşe yazarlığı
yapmış, gazeteler edebî tartışmaların alanı olmayı
sürdürmüştür. Örneğin Çalıkuşu, ilk önce 1922’de Vakit
gazetesinde tefrika edilerek yayımlanmıştır. Mehmet
Rauf’un Kâbus’ u İkdam’da 1928’de tefrika edilmiştir.
Gazete-edebiyat ilişkisi 1950’li yıllara kadar önceki
yıllarla benzerdir.
1950 yılından sonra edebiyat gazeteden yavaş yavaş
çekilmeye başlamıştır. Edebiyatın 1950 yılından sonra
gazetelerde aldığı yer yarım sayfaya, sonra köşe yazısına,
tefrikaya, fıkraya kadar düşmüştür. 1960 yılından sonra
ise edebiyat gazetelerden giderek uzaklaşmıştır. Bu
bilgiye Samim Kocagöz’ün 1988 yılında yayımlanan
“Nerede O Eski Tefrikalar” başlıklı yazısındaki “Eskiden
kitap haline gelmemiş, gazete sayfalarında kalmış çok
roman vardı.” gibi yakınmalarından ulaşıyoruz. Sezai
Karakoç da bu konuda sitemde bulunan yazarlardandır.
1996 yılında yayınladığı yazısında Karakoç sitemini şu
satırlarla dile getiriyor: “1950’li yıllardan sonra büyük
gazeteler gerçek edebî ürünlere sayfalarını kapadı.
Eskiden, bir roman önce bir gazetede tefrika edilirdi...
Gazetelerde edebî makalelere ve tenkitlere rastlanırdı.
Edebiyatçıların adı günlük gazetelerde sık sık geçerdi.
Mizah dergilerinde onların fıkraları, esprileri,
karikatürleri yer alırdı. Şimdi, edebiyat, sitemizden
kovuldu. Televizyon, ses sanatçılarına, sporculara,
artistlere ayrıntılı bir şekilde yer verirken, bir edebiyatçıya
bir kanalda birkaç dakika ayırmayı bir iltifat sayıyor. O
kayırdığı edebiyatçılar da kim? Belli bir kesim.”
1950 yılından sonra gazetelerdeki edebiyat köşeleri ve
sütunlarının azalmasıyla edebiyatçılar dergilere
kaymışlardır. Günümüzdeki gazeteler ise sayfalarında
daha çok siyaset, magazin, ekonomi, spor gibi konulara ve
devasa fotoğraflara yer veriyor. Kâğıt fiyatlarının ve baskı
maliyetlerinin bir hayli yüksek olması nedeniyle de
gazetelerin büyük bir kısmında reklamlar yer alıyor.
Yapılan araştırmalarda günümüz okurlarının artık basılı
gazete alma alışkanlığını yavaş yavaş terk ettiği, haber ve
siyasi konuları gazetelerin internet sitelerinden takip
etmeyi tercih ettiği belirlenmiştir. Gençlerin büyük bir
kısmı ise günümüzde basılı ve çevrimiçi gazetelerde çok
az yer verilen edebiyat konularıyla ilgilenmemektedir.
1860’lı yıllardan sonra yüz yıl boyunca gazete ve edebiyat
yakın bir ilişki içinde olmuştur. 1950’li yıllardan sonra ise
edebiyat gazetelerden yavaş yavaş uzaklaşarak dergilere
kaymıştır. Günümüzde ise edebiyatın gazetelerdeki
durumunun hiç de iç açıcı olmadığının farkındayız. Bu
noktada bizlere büyük sorumluluk düştüğünün de
bilincindeyiz.
Bu bilinçle ne yapabiliriz diye düşünürken, 1932 yılında
sadece dokuz sayı yayımlanan Edebiyat Gazetesi ile aynı
isimle yola çıkmaya karar verdik. Abdülhak Hamit’in eşi
Lüsiyen Hanım Edebiyat Gazetesi başlıklı yazısında:
“Edebiyat Gazetesi gazetecilik âleminde ilk adımlarını
atıyor. Bu dikenli yolda benimle beraber işe başladığı için
de onu beğeniyorum. Gazete herkesin muhabbetine ve
teşvikine layıktır. Bu gazete sayesinde kari, tamamiyle
edebiyat sahasında ne söylendiğini, ne yazıldığını, ne
düşünüldüğünü öğrenecektir.” cümlelerini kaleme almış.
Aynı bilinçle tam doksan yıl sonra Edebiyat Gazetesi
olarak çıktığımız yolculukta okurlarımızdan aynı
iltifatlara mazhar olma niyetindeyiz. İyi niyetle çıktığımız
bu yolculuğumuzda umarız edebiyat ve gazete ilişkisini
eski günlerine getirmeyi başarırız.
Bu Sayıda
Coşkun Bulut | Muhammed Aytekin | Kadir Ersoy | İlkay Coşkun | İsmail Hilal | Hüseyin Yıldız | Yücel Aydın | İsrafil Baran | S. Ali Ellikci
02 / E d e b i y a t G a z e t e s i Şubat 2023
ASLA UMUTSUZLUĞA KAPILMAYIN
S. ALİ ELLİKCİ
Yazarları ağaçlara benzetirim; meyve veren
ağaçlara… Soğuk, sisli ve puslu bir bekleyişten
sonra gelen baharla birlikte meyveye duran
ağaçlara benzetirim. Kimi genç fidandır, kimi kök
salmıştır toprağın derinliklerine. Ustadır; üstattır. Yıkılır
dalları meyvelerden… Meyvelerinin tadı bir başkadır,
yıllar geçse de damaklardan silinmez. Her yeni fidan bu
ulu ağaçlara özenir. Onlar gibi olmak ister. Kökleriyle
tutunmak ister toprağa; kalıcı olmaktır tüm dileği.
Kitaplar yazarların meyveleridir. Binbir emekle
oluşturdukları meyveleridir. Tek amaçları eserlerini
okurlara ulaştırabilmektir. Oysa bu iş o kadar zordur ki
ülkemizde…
Yazmak ne kadar çok emek ve yetenek gerektiriyorsa,
yazdıklarımızı kitaba dönüştürmek de bir o kadar çaba
gerektiriyor. Maddi durumu iyi olan, yazdığı eseri istediği
bir yayıneviyle anlaşıp kitap haline getirebilir. Ama
önemli olan yazdıklarınızın editörler tarafından
onaylanması ve herhangi bir maddi bedel ödemeden bir
yayınevi tarafından yayımlanmasıdır. Birçok genç yazar
adayı, yazdıklarını kitaba dönüştüremedikleri için
köşesine çekilmiştir. Küsmüştür adeta. Bu süreçten ben
de geçtim. Yıllar önce biriktirdiğim öyküler için birkaç
yayınevinin kapısını çalmıştım. Bir sonuç alamadım.
Çoğu geri dönmedi bile. Öykülerimi okuyanlar
itelemese, bir kenara çekilecektim. Yayınevleriyle
yeniden iletişime geçtim. Sonunda aradılar: “Ali Bey,
öykülerinizi beğendik. Tam bizim aradığımız düzeyde.
Diliniz sade ve akıcı. Elinizdekileri gönderin
yayımlayalım.”
Çok mutlu oldum! Ardından bildiğiniz süreç başladı.
Sözleşme, kitap provaları, kapak tasarımları… Bir yıl
sonra çocuk öykülerinin yer aldığı, ”Kedili Park” ile
“Havada Bulut” adlı kitaplarım yayımlandı. Yayınevi
benim kitaplarımı, “Çağdaş Türk Yazarları Çocuk
Kitapları” adlı bir kategoride yayımlamıştı. Ünlü yazar
merhum Erol Toy’un da yer aldığı bir listede adımın
geçmesi benim için ayrı bir kıvanç kaynağı olmuştu.
Kitaplarımın yayımlanmasıyla yaşamımda yeni bir
dönem başladı. Çocuklarla söyleşiler ve imza günleri…
Çocuklarla birlikte yeni öykülere pupa yelken yol
alıyordum. Kitaplarım okuyucuyla buluştukça beni
mutlu eden mesajlar almaya başladım. 2009 yılının şubat
ayıydı. Bir öğretmen arkadaşım aradı: “Eğitimhane.com
adlı sitenin 113. sayfasına gir, bak ne göreceksin.” dedi ve
telefonu kapattı. Merak edip girdim. 2. Sınıf
öğretmenlerinin günlüğü, adlı bir sayfaydı. Bursa’dan
ÖNCÜL rumuzlu bir öğretmen şunları yazmıştı:
“Günaydın arkadaşlar. Size bir kitap tavsiye etmek
istiyorum. Öğrencim ara tatilde okumuş. Arkadaşlarına
da okumamı istedi. Kırılmasın diye kitaptan bir hikâye
okudum. Sınıfım çok sevdi. Her gün ne zaman bu
kitaptan hikâye okuyacağımı soruyorlar. Kitabın adı:
Kedili Park. Yazarı: S. Ali Ellikci”
Kitaplarım yayımlanmıştı ve olumlu tepkiler alıyordum
ama yine de kendimi sınamak istiyordum. 2010 ve 2011
yıllarında, Kültür Bakanlığı ile Balıkesir Gönen
Belediyesi’nin ortaklaşa düzenledikleri, Ömer Seyfettin
Hikâye Yarışmasına katıldım. Art arda mansiyon aldım.
Genç fidanlara önerim: Çok okuyun ve yazın, asla
umutsuzluğa kapılmayın.
HER ÇİZİM YAŞAMA ATILAN BİR İMZADIR
Edebiyat Gazetesi olarak Çizer Muhammed Aytekin ile bir kitabın raftaki yerini alana kadar geçirdiği mutfak sürecini konuştuk.
En kolay soru ile başlayalım. Muhammet Aytekin
Kimdir?
Kendimi kısaca tanıtayım. 1990 Nevşehir Derinkuyu
doğumluyum. Sizin de vakıf olduğunuz gibi gazeteci,
yazar ve ressam Osman Aytekin'in oğluyum. Annem ev
hanımı, iki ablam ve eşim öğretmen. İlk ve orta öğretimi
Derinkuyu'da tamamladım. Nevşehir Hacı Bektaş Veli
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümünü
2015 yılında birincilikle tamamladım. Bir yıl kadar
Emniyet Genel Müdürlüğü’nde hizmet verdim. 2018
yılında Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde Görsel Sanatlar
Öğretmeni olarak görev yapmaya başladım. Dört yıl
Şanlıurfa'da görev yaptım, şu an Kayseri'de görev
yapmaktayım.
Çizimle olan ilişkiniz ne zaman başladı?
Çizimle olan ilişkim babam gibi benim de küçük
yaşlarımda başladı. Babam benim kadar şanslı değildi
tabi. Benim babam bir çizer ve ablalarımla beni bu
konuda hem destekledi hem de yönlendirdi. Ortaokul ve
lise yıllarımda ilçede düzenlenen resim yarışmalarında
sürekli dereceye girerdik. Bu arada ortaokul resim
öğretmenim Orhan Demir'in de bana katkısı büyüktür.
Bir çizer olarak kitaba nasıl hazırlanıyorsunuz?
Metin elime ulaştıktan sonra hayata metin gözüyle
bakmaya başlarım. Figürleri hayalimde karakterize edip
birer masal kahramanı olduklarını düşünürüm ve
etkilendiğim bir durum olduğunda hemen bunu çizime
aktarırım. Çizime başladığım an itibarıyla o metnin
içerisinde her şeyi bir kenardan izleyen biri olurum. Bir
tiyatro, bir sinema gibi ses görüntü hareket ışık ne varsa
hepsi zihnimde canlanır. Eseri ne kadar çok özümsersem
o kadar başarılı çalışmalar çıkarırım. Karakterleri ve
mekanları yansıtacak gözle bakarım hayata. Bolca görsel
depolarım. Sonuç olarak kendi karakterime kendi
renklerime karar veririm. Bazen tasarladığım
karakterlerle bile bir yönetmen edasıyla konuşurum içten
içe: ”Hayır hayır kolunu biraz daha kaldırıp kaşlarını
çatmalısın duyguyu böyle daha net verebiliriz.” gibi. Ve
çalışmam şekillenmeye ve renklenmeye başlar.
Çizimlerinizi yaparken yazar ya da editör ile
aranızda nasıl diyaloglar gelişiyor?
Yayıncı ve editör bahsi geçen metinle ilgili özel durumlar
var ise bunları belirtir. Okur yaş aralığı, metindeki
kişilerin karakterize edilişi, vurgular konusunda çizim
öncesi konuşuruz. Özellikle hikâye kitaplarında
resimleme, metinleri yansıtma açısından olsun, vurgu
açısından olsun önemli bir yere sahiptir. Mesela kendi
açımdan rafta duran kitapların dikkatimi çekmesi ilk önce
kitap kapağının albenisi ile alâkalıdır. Yani kitabı elime
almam için kapağın beni çağırması gerekiyor. Daha sonra
içeriğine dikkat kesilirim. Genelde herkeste bu böyledir.
Bu noktada dediğim gibi görsellerin önemli olduğunu
düşünüyorum. Yayıncı ve editörlerle bu konuda kararları
genel itibarıyla beraber alırız.
Çizimlerinizi beslemek için neler yapıyorsunuz?
Çizimlerimi beslemek için öncelikle hayata çizer gözüyle
bakarım. Hemen hemen gördüğüm her şeyin zihnimde
kısa taslak çizimlerini yaparım. Bu benim vakit
kaybetmeden, yorulmadan, sıkılmadan gelişmeme fayda
sağlar. Teknolojiyi bu konuda aktif kullananlardanım. Ne
nasıl çizilmiş, hangi teknik kullanılmış, bu alanda yoğun
kullanılan telefon, tablet ve bilgisayar programları
nelerdir bunlara dair kendimi güncel tutmaya çalışırım.
Sosyal mecralardan alanımla ilgili güncel çalışmaları
sürekli takip ederim. Böylelikle kendimi diri tuttuğumu
ve sürekli gelişim gösterdiğimi hissediyorum.
Bir kitabın rafta yerini alana kadar geçirdiği mutfak
sürecini çizer cephesinden anlatır mısınız?
Yayıncı, editör, yazar ve çizer olarak iletişim kurulur.
Ardından metin okunur. Varsa betimlemeler özellikle
değerlendirmeye alınır. Karakterlerin fiziksel özellikleri
not edilir. Mekan özellikleri not edilir. Tek tek yahut toplu
taslak çizimler oluşturulur. Yine editör ve yazarla iletişim
halinde, gerek duyulduğunda taslaklar üzerinden
değişimler yapılabilir. Ardından detaylandırılır ve
renklendirilir. Süreç içerisinde biten çalışmalarda fikir
birliği sağlanır ve çalışmalar editöre teslim edilir.
Son olarak okuyucularınıza söylemek istediğiniz
bir şeyler var mı?
Yaşamımızda sahip olduğumuz bir çok şey prize bağlı
yaşam sürüyor. Hal böyleyken kitapların en üst teknolojik
ürünlerden daha değerli olduğunu düşünüyorum. Şarjı
bitmiyor, her daim çekim gücü hep en üst seviyede,
reklam girmiyor, abonelik istemiyor, pili bitmiyor,
bozulmuyor, radyasyon yaymıyor, gözümüzü almıyor,
kolay ulaşılıyor vs. Daha da sıralayabilirim, kısacası maddi
manevi her anlamda faydalı olduğunu düşünüyorum.
Tüm bunların yanı sıra içlerinde öyle farklı bilgiler,
öyküler, yaşamlar, hayaller barındırıyor ki. Okumayı, bir
hayata sığdırılmış birden fazla yaşam olarak görüyorum.
E d e b i y a t G a z e t e s i
A y l ı k e d e b i y a t g a z e t e s i ISSN 2980-0447 / Sayı 01 / Şubat 2023
www.edebiyatgazetesi.com
Genel Yayın Yönetmeni
Veysel Altunbay
Yayına Hazırlık
İsrafil Baran
Editör
Yücel Aydın
Avrupa Temsilcisi
İlhan Kılıç
Adres:
Maltepe Mah. Davutpaşa Cad. Güven İş
Merkezi 83/3 201-202 Topkapı / İstanbul
E-posta: edebiyatgzt@gmail.com
Şubat 2023
03 / E d e b i y a t G a z e t e s i
Bir yanda bilgisayar, televizyon, cep telefonu, tablet
gibi teknolojik aletler öbür yanda kitaplar…
Çocuklar tereddütsüz teknolojik aletleri seçiyor
ve kitaplar raflarda tozlanarak kapakları dahi açılmadan
eskiyor.
“Çocuklarımıza kitapları sevdirmek için ne yapmalıyız?”
Eminim bu soruyu kendisine sormayan yoktur. Elimden
geldiğince çocuklarımıza bu konuda nasıl yardımcı
olabileceğimizi sizlerle paylaşacağım.
Kitaplar çocuklarımızın dünyasına giremediği sürece
maalesef hep arka planda kalmaya mahkûm olacaktır. Biz
yetişkinler, kitapları sevdirmek adına bazı önemli
adımları yüksek gayretle atmalıyız. Öncelikle
çocuklarımıza kitap seçerken onların seviyesine
uygunluğunu ön planda tutmalıyız. Bu konuda
öğretmenlerimizden gerekli desteği alabiliriz. Diyelim ki
yaş uygunluğu tamam sonra ne yapacağız? Aldığımız
kitaplar onların dünyasına hitap ediyor mu? Bu soruya
tastamam cevap bulmamız gerekiyor. Çocukların
dünyalarına seslenmeyen kitaplar, onlara kitap okumayı
sevdirmediği gibi bir de çocukları kitap okumadan
soğutuyor. Sevdiği kitapları alıp evimize geldik.
Çocuğunuza “Odana git, kitabını oku!” derseniz
çocuğunuz kitabı birkaç sayfa çevirdikten sonra
muhtemelen bir köşeye fırlatacaktır. Yanınıza alın, size
ÇOCUKLARA KİTAPLARI
SEVDİRMENİN TÜYOLARI
Çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırmanın ne kadar zor olduğu hepimize
aşikârdır. Hâl böyle iken çocuklarımızı bilgiyle buluşturamamanın sancısını çekiyoruz.
COŞKUN BULUT
okusun, sabırla dinleyin. Gerekirse okuma saatleri
düzenleyin ve birlikte kitap okuyun. Çocuk, büyüklerinin
kitaplara karşı duyduğu ilgiyi görünce sizleri örnek
alacaktır.
Çocuğunuz kitabını dikkatle okuyor. Bu da yeterli
gelmeyecektir. Henüz kitabı okutmadan kitabın
görsellerine baktırarak resimleri yorumlatın.
Resimlerden yola çıkarak tahminlerde bulunmasını
sağlayın. Hatta sadece resimleri göstererek kitabın içeriği
hakkında yorumlarda bulunsun. Kitabı okumaya devam
ederken yine resimlerle ilgili sorular sorarak
çocuğunuzun görsel ve zihinsel gelişimine yardımcı olun.
Soru cevaplarla okuduğu kitabı pekiştirmesini sağlayın.
Soracağınız sorulara yanıt alamazsanız hemen cevabını
vermeyin. Basit ipuçlarıyla cevabı bulmasına yardım edin.
Tamamen okuduktan sonra mutlaka aklında kalanları
anlatmasını sağlayın. Baktınız ki anlatmayı tam olarak
gerçekleştiremedi, o zaman sıkmadan ya siz kitabı alıp
okuyarak yardımcı olun ya da tekrar okumasını
sağlamaya çalışın. Tabii okumaları çok uzun süreli devam
ettirmeyin. Gerekirse yirmi dakika okusun, dinlensin,
okumaya devam etsin. Çocuğunuzun kitap hakkında
yargılar çıkarmasını sağlamak çok önemlidir. Kafasında
kalanları resmetmesini sağlarsanız hem resim yaparak
eğlenecektir hem de gelişimine katkı sağlayacaktır. Bir de
kitaptaki kahramanların olumlu davranışlarını tehlike
oluşturmayacak şekilde canlandırmalarını isteyin.
Tehlikeli davranışlardan kaçınması gerektiğini yaşına
uygun bir anlatımla vurgulayın. Bu yapacağınız çalışmalar
onun ufkunu açacaktır.
Kitapların çocuğunuzun dünyasına girmesi adına
kitapları görmesi, koklaması, kitaplara odasında yer
vermesi gerekir. Kitaplığını istediği gibi düzenlemesine
izin verin. Siz sadece kitaplığın temizliği noktasında ona
destek verin. Çocuğunuza kitap okuma konusunda
hiçbir zaman baskı kurmayın; fakat “Nasıl istersen öyle
yap!” yaklaşımının yanlış olduğunu da unutmayın!
SEKİZ MART ALİ
KADİR ERSOY
Didem her zamanki gibi sabah erkenden
üniversite öğrencilerine kahvaltı hizmeti
verdiği topu topu beş masadan oluşan minik
pastanesinin kapısını açıp çayı, kahveyi ısıtmış, tost
ekmeklerini hazırlamıştı. Ama kafası karmakarışıktı.
Sabah tam evin kapısından çıkarken annesi ona yan
komşularının tanıdığı, Bursa’da küçük bir fabrikası olan,
40 yaşındaki saygın bir adamın evlenme teklifi
gönderdiğini söylemişti. İki yıl önce İstanbul’da
üniversiteyi bitiren Didem, işsizliğin kol gezdiği o yıllarda
hiçbir yerde iş bulamamış, Bursa’ya dul annesinin yanına
dönmüş ve ellerindeki son birikimleri ile mesleğiyle
hiçbir ilgisi olmayan bu minik pastaneyi açmış, zor
şartlarda evi geçindirmeye çalışıyordu.
Üniversitede iyi arkadaşlar edinmişti ama bir birliktelik
yaşamamış veya düşünmemişti. Şimdi ise Bursa’da şu
yaşadığı şartlar altında görücü usulü dışında tanıdığı veya
istediği biriyle evlenme şansı yüzde kaç olabilirdi ki?
Birden çalan cep telefonu daldığı konudan uyandırdı onu.
Arayanın üniversiteden arkadaşı Ali Çağlar olduğunu
görünce çok şaşırdı. Hemen açtı.
“Ali? Bu ne sürpriz? İki yıl sonra… Çok şaşırdım.
Neredesin, ne yapıyorsun?”
“İstanbul’dayım Didem. Askerliğimi bitirip geldim ve bir
işe girdim. Bir arayayım dedim. Nasılsın?”
“İyiyim… Ne olsun işte. Fazla bir değişiklik yok… Şakacı
arkadaşım, senin okulda bize yaptığın şakaları bile özler
oldum. Sana o eşek şakaların nedeniyle çok kızardık ama
sensiz de olamazdık. Bizi hem çok şaşırtır hem de
güldürürdün… Ne güzel günlermiş . Özlemişim vallaha”
“Yalnız bu yönümü mü hatırlıyorsun ya? Lakabım neydi,
bi düşünsene!”
“Aaa… evet. Sekiz Mart Ali!... Ha-hah-haaa… Unutur
muyum hiç ya. Hiç bir Sekiz Mart Kadınlar Gününü
unutmaz, nereden bulduğunu bilmediğimiz çiçekler alır,
sınıfımızdaki tüm kızlara dağıtır, bizi kutlardın. Diğer
erkek arkadaşlar sana hem kızar hem de kendileri bunu
düşünememiş olduklarından seni kıskanırlardı. Sana
Sekiz Mart Ali lakabını takmışlardı. Ama bir şeyi de kabul
et, bize öyle şakalar yapıyordun ki, ne zaman doğru
söylüyorsun ne zaman yalan söylüyorsun hiç anlamazdık
ve açıkçası senin sözlerine hiç güvenmezdik. Sonunda iyi
kalpli ama sözüne güvenilmez arkadaş imajı oluşturdun,
yalan mı?”
“Haklısın. Hiçbir kötü düşüncem yoktu tabii, ama… Ne
desen haklısın… Neyse, yarın günlerden ne?”
“Sekiz Mart”… Kısa bir sessizlik oldu. Sessizliği Ali
bozdu, “Askerliğim nedeniyle geçen yıl becerememiştim.
Yarın Bursa’ya gelip gülünü takdim edeceğim. Eşantiyon
olarak bana bir sarılıp yanağımdan öpersen hiç itirazım
olmaz doğrusu.”
Didem’den bir kahkaha koptu. Sabah sabah arkadaşı onu
eski günlerdeki gibi yine neşelendirmişti. Ali sözlerine
devam etti: “Yalnız bu sefer ufak bir sürprizim var.
Gelmişken sana evlenme de teklif edeceğim!”
Didem şaşırdı kaldı. Sonra kendini toparladı.
“Ali, bak yine bir şaka yapıyorsun! Böyle hassas
konularda şaka olmaz. Duymamazlıktan geliyorum.”
Ali hemen atıldı. “Hayır, hayır, Vallahi şaka değil.” Biraz
durdu, sonra “ Yani… Kabul etmezsen tabii ki anlayışla
karşılarım. Arkadaşlığımıza bir zararı olmaz.”
“Konu o değil Ali. Biraz garip bir tesadüf ama daha bugün
bir evlenme teklifi aldım ve yarın akşama kadar bir cevap
vermem lazım. Yani beni oyalama lütfen. Kafam yeterince
karışık zaten.”
“Hayır, hayır. Sakın kimseyle evlenme. Sabahtan hemen
otobüse atlayıp geliyorum. En geç 12'de oradayım. Veya
şöyle diyeyim. Saat ikiye kadar gelmemişsem istediğin
kişiyle evlen… Anlaştık mı?”
Aslında Didem’in içi bir hoş olmuştu. Tercih yapması
gerekirse tabii ki arkadaşı Ali’yi seçerdi. Ama zamanında
onun öyle şakalarına maruz kalmıştı ki… Bu seferki ise
şaka olduğu takdirde çok kırıcı bir durum olurdu. İçindeki
ümidi gizli tutmaya çalışarak anlaştık dedi. “İkiye kadar
senden haber çıkmazsa, artık sen yoluna ben yoluma.”
Sonra iyi niyetlerini dileyip telefonu kapattılar.
Ertesi gün Didem için tarifi imkânsız bir gündü.
Pastanesini açmadı. Bu heyecanla eli ayağına dolaşacaktı.
Evde gözü duvardaki saatte, kulağı telefonda bekliyordu.
Saat iki oldu… Üç oldu… Üçü geçti… Beşe kadar
sabretti… Sonra üzgün bir halde annesinin yanına gitti.
Komşuya, tavsiye ettiği adamın evlenme teklifini kabul
ettiğini bildirmesini söyledi. Ali maalesef yine şakasını
yapmıştı.
Ertesi gün işe giderken canı çok sıkkındı. Her sabah
bakkaldan gazete alır öyle giderdi. Onu bile unuttu…
Unutması belki de daha iyi oldu.
Gazetenin üçüncü sayfasında bir köşede ufak bir haber
vardı: “Sekiz mart günü İstanbul’dan Bursa’ya gitmekte
olan şehirlerarası bir yolcu otobüsünün sabah on bir
civarı Bursa yakınlarında bir şarampole yuvarlanması
sonucunda Ali Çağlar isimli bir genç hayatını kaybetti.”
04 / E d e b i y a t G a z e t e s i Şubat 2023
YAŞAMAK GEÇTİ
BAŞIMDAN
Yazar Şerif Aydemir, bu eserinde sohbet ortamında dil nezaketi, yapılan nüktedanlıklar, söz
ustalığı, sükûtun kıymeti, dostluk, ahbaplık, anne, ölüm gibi birçok olguya yer veriyor.
Yaşamak Geçti Başımdan Yazar Şerif Aydemir’in,
2022 yılında Ötüken Neşriyat aracılığıyla okurla
buluşturduğu eseri. Daha çok hikâye ve şehir
kültürü yazılarıyla tanıdığımız yazarın beşinci kitabı.
Otuza yakın yazı başlığının yer aldığı eser, yüz elli iki sayfa
hacmindedir. “Yaşamak Geçti Başımdan” ifadesinin
İsmet Özel’in kullandığı bir söz olduğunu ve bu söze
mülhem kitaba bu ismin verildiğini düşünmekteyim. Bir
okur olarak “Yaşamak Geçti Başımdan”ı yazım türü
olarak hikâye, anı ve günlük tarzlarıyla bitişik nizamda
gördüğümü söyleyebilirim. Yazar, sohbet ortamında dil
nezaketi, yapılan nüktedanlıklar, söz ustalığı, sükûtun
kıymeti, dostluk, ahbaplık, anne, ölüm gibi birçok olguya
yer verir. Mesela, Harput’ta bir halk deyişine şu şekilde
yer verilir. “Biz kulağımızdan şişmanlarız” (sayfa 57) diye.
Söz ve sohbetin insanı nasıl imar ettiğine, hayatı
yumuşatıp nasıl yaşanır kıldığına dair ve bunun gibi
birçok bahisler vardır. Sözü söze katıp dilin
perdahlanmasından dem vurulur. İki nefes arasında olan
insanların yakınlığı aranır. Taze heyecanlara ihtiyaç
duyulur. İçi geçkin olmayan, aşkın ve şevkin baskın
olduğu haller arzulanır. “Yoksul olunca yükün de hafif
oluyor.” diyen bir Anadolu kadınının bilgeliği yüreklere
taşınır. Sözün sözü açtığı, sözün ağızlarda helvalandığı
muhabbet ortamlarında yaşanır bütün bu güzellikler.
“Söz dediğin iki kalbin arası; söz demlense o ara yerde,
vücut bulsa, bir küçük sohbet kuşu cik cik diye diye yuva
kursa iki gönlün arasında.” (sayfa 24) Ayrıca
muhabbetleri de susmalarla taçlandırmak gerekir ve
uzaktan amiyane tabirle telepati yöntemi ile de anlaşmak
gerektiğine vurgu yapılır. Bazen kıyılara söz dalgası vursa
da sükûtu dağıtmaya yeltenilmesin istenir. “Sükût
eyledin, “Kahrı var” dediler, biraz söyledin, “zehri var”
dediler” (sayfa 89)
Merak duygusunun aktif tutulduğu, daha çok gönüle ve
duyulara hitap edilen, heyecanlandıran yer yer
hüzünlendiren, kadim değerlerimizin, arif insanlarımızın
m ü m b i t ö r n e k l e r i n i g ö r m e k t e y i z . M u h a b b e t
ortamlarından edindiğimiz bilgileri örnekleyeyim
izninizle. Türklerde bir kişiye beylik verilmesi için üç şart
varmış. “Bilge olmak, alp olmak ve kutlu olmak” (sayfa
16), “Yerkürenin merkezini ve sıfır noktasını belirleyen
efsanevi Milyon (million) Taş'ının Sultanahmet’te
Yerebatan Sarnıcı’nın hemen yanı başında arzı endam
e t t i ğ i n i ö ğ r e n i y o r u z . ( s a y f a 4 9 ) “ S ü k û t u n
Yumuşaklığı…” yazısında yazar, Sezar’ın yeğeni Kral
Augustus ölürken “Oyun Bitti” sözünü mırıldanmasıyla
hem bir tiyatro terimine, hem de ibretlik bir hayatın
özetine vurgu yapılmaktadır. (sayfa 71) Başka bir alıntıda,
1898 yılında, Doktor W. Gogas’ın, mecbur kaldığı zaman,
bir kavanoz dolusu ateşböceğinin ışığından yararlanarak
bir askeri ameliyat edişini öğreniyoruz. (sayfa 149)”
şeklinde devam etmektedir.
“Kaba nefsime söz geçiremediğim çok oldu” (sayfa 115)
gibi birçok yerde yazar, mütevazılığını her dem
gösteriyor. Her toplantıda, her muhabbet ortamında,
ehlinden birkaç sütlü kelime devşireceğinden
bahsetmektedir. “Gri ve müdanasız, ölçü bilmezlik,
olanca hışırlık.” şeklince, çuvaldızı başkasına, iğneyi
kendine batırma halini yansıtır. 2016 yılı, ESKADER
toplantısında, misafiri Reşat Bey’in aldığı övgüden
rahatsız olması nedeniyle, “Beni bırak! Kendi safımı,
rütbemi biliyorum. Ben hazır da olsam saymazlar,
kaybolsam aramazlar.” çıkışını ve mütevazılığını
görüyoruz. (sayfa 119) “Muhabbet kurmak belki de tek
maharetim.” diyen yazar, muhabbete verdiği kıymeti,
bütün mütevazılığıyla özetliyor adeta. Yazılanlarda,
yazarın tanıdığı veya gönül dünyasında yeri olan güzel
insanların bir kısmını buraya taşıyacak olursam; izninizle
isimlerdeki künyeleri yazmadan karışık yazacağım. Sait
Başer, Mehmet Genç, Cemal Kurnaz, Osman Yüksel
Serdengeçti, Ali İhsan Bey, Mehmet Özbek, Alâeddin
Yavaşça, Rıdvan Çongar, Mehmet Cemal Çifçigüzeli,
Nevzat Yalçıntaş Hoca, Enver Demirbağ, Mustafa Kutlu,
İLKAY COŞKUN
Nevzat Atlığ, Necip Tosun, Ahmet Kabaklı, Niyazi
Yıldırım Gençosmanoğlu, Fethi Gemuhluoğlu, Nurettin
Topçu, Sadettin Kaplan, Erol Taş, Şemseddin Sami,
Sükût Gardaş Feyzi, Fatma Barbarosoğlu, Sait Faik,
Orhan Kemal, Memed İsmayilov, Ahmet Haşim, Cahit
Sıtkı, Orhan Şaik Gökyay, Hasan Ağabey, Karacaoğlan,
Rahmi Eray, Abbas Sayar, Ziya Osman Saba, Yesari Asım
Arsoy, Süheyl Ünver, Osman Amca gibi isimlerinden
müteşekkildir. Bu isimlerden başka isimlerinde
olduğunu, yazarın yüreğinde yer edindiğini bilmekteyiz.
Karşılaştığı kimi kişiler için “Belki çözerim yumağını”
diyerek, kendisine doğru bir pencere açılmasına yönelik
bolca çabasının olduğunu da görmekteyiz.
Sait Başer’den dinlediği bir hadiseyi, yazar kısaca şu
şekilde ele alır. Sait Başer de bu hadiseyi Nihat Sâmi
Banarlı‘dan dinlemiştir. Duygudaşlıkla, letafetle
nakledilen yaşanmış bu hikâye şu şekildedir. Hadise
1930’larda geçmektedir. Fransız Türkolog ve
mahiyetindeki ekibi iş icabı Anadolu’yu gezmektedirler.
Küçük bir köye yolları düşer. Yorgun argın bir evin
kapısını çalarlar. Ev sahibi misafirleri buyur eder ve eski
bir minderin üzerine oturtur. Bu üstü başı dökük adam,
soğuk su ikramında bulunur ama ikram edecek başka bir
şeyi yoktur. “Efendiler, ben dünden beri açım. Elimde
avucumda ne varsa tükendi. Bu yüzden size yemek
çıkaramadım. Ama siz misafirsiniz, töremizde misafiri
ikramsız göndermek yoktur. İkram yerine oynasam
olmaz mı?” Adamın hem oynamış hem de ağlamış
olduğuna böylelikle şahit olunur. (sayfa 9) Milletimizin
alicenaplığına, misafirperverliğine yönelik verilen can
alıcı güzel bir örnek ancak böyle olsa gerek. Yazar için,
türkülerimizin yeri apayrıdır. Bu türkü sevgisinin Harput,
Eğin, Elazığ-Ağın, Malatya-Arapkir’den geldiğini
görmekteyiz. “Gurbette türkü memleket gibidir.”
sözündeki gibi hem memleketi hem de gurbeti içinde
yaşatır türkülerimiz. Türkülerin birçoğu gurbetçinin
yâdına sılayı düşürmez mi? “Ah oğul! Gurbete sen çıktın
ama garip kalan ben oldum.” (sayfa 79) diyen Ağın’lı
komşu kadının mektuba yazdırdığı ifade, bam telinden
yüreğe ne kadar çok dokunuyor değil mi? Türkülerle
beraber Harput'un, Elazığ’ın, Eğin’in, Malatya'nın,
Arapkir’in, İstanbul’un zevk ve duygu derinliğini taşıyıp
birçok değerle buluşturuyor bizleri. Bununla birlikte
muhabbetin yanında türkü de, çay da çok kıymetlidir.
Yazarın, yaşanmışlıkların arasına meczettiği, kısa söz ve
mısra alıntılarından dört tanesini buraya taşıyacak
olursam: “Kendimde kalarak mana ve lezzet
topluyorum.” (Yesari Asım Arsoy), “Uçuruma baka baka
uçurum olursun.” (Nietzsche), “Bahar, erik ağacının gelin
olduğu gün.” (Cahit Sıtkı Tarancı), “İçim insan
mezarlığı/ en çok da ben ölmüşüm.” (Şair Kalender
Yıldız)“ Adam, adam gölgesinde yetişir.” denerek
muhabbetin, paylaşımın, sözün, meşkin, öğrenmenin
kıymetine vurgu yapılır. Sabırla ve inatla söz biriktiren
yazar, sözlerle, sohbetlerle gönlünü köpürterek tazelenir
âdeta. “Seven sevdiğinin her an lütfuna muhtaçtır, insan
insanın cehennemi olamaz, bilakis şifası, sılası, ufku olur.
İnsan insanı nakışlar.” diyerek bakışını serimler. Yazar,
bütün bu bakış açılarını, çevresindeki, iletişim içerisinde
olduğu dinledikleriyle de daha da zenginleştirir. Rahmetli
Erol Taş ile otuz yıl tanışıklığının bir bölümü şu
şekildedir. Rahatsızlığı sonucu bir ayağı kesilen Erol
Taş’la söyleşi yapan bir gazetecinin sorularından birisi şu
şekildedir: “Yeniden dünyaya gelseniz kim olmak
istersiniz?” Genel geçer, banal bu soruya müthiş, amiyane
tabirle kapak bir cevap verir. Usta oyuncu “kırkayak”
diyerek cevaplandırır. Başka bir yer de, belgeselde de
izlediğim başka bir olay; Balkanlarda boşalan bir Türk
köyünde boş köye ezan okuyan imamın “…Böceğe, ota,
taşa ezan okuyorum. İnsanlar gittilerse izleri duruyor”
(sayfa 86) diyen imamın arifane yaklaşımı ve ayrıntıdaki
özeni, insanı ne kadar çok duygu seline taşımaktadır değil
mi? Başka bir yer de Türk Edebiyat Vakfı’nda Fatih
Çıtlak’ın anlattığı yaşanmış hikâyenin bir bölümünden
şunları öğreniyoruz. Hangi hayvanların yumurtladığının,
hangilerinin doğurduğunun ihtisasını yapan bir
araştırmacının, Anadolu’da bir çiftçinin “Kulakları
dışarıda olan hayvanlar yavrular, kulakları içeride olanlar
yumurtlar” (sayfa 118) demesindeki tecrübeyle
aydınlanmasına şahit oluyoruz.
Yazar, lekesiz dostluklar kurmaya çalışır. Uzun
yalnızlıklara gark olmuş kimi yüreklere soluklar bırakır
adeta. “Vefa semaya çekilmiş/ cihanda adı gezer.” (sayfa
30) diyen alıntı bir şair sözüyle de intizarını, şikâyetini
sunar bir taraftan. Yürekten yüreğe yol yapmış bu insanlar
hikmet yüklüdür ve yaralarının yerlerini göstermek
istemezler genellikle. Soylu yalnızlıklarıyla beraber
yaşarlar hep. Yüreğin mahbesinde tutunan güzelliklerin
şahididir yaşadıkları. Yazarın felsefesine göre, iyi insanlar
bütün canlıların akrabasıdır. Başka bir ifadeyle
merhametin olmadığı yerde insan yoktur denilerek aşk ve
sevgi de öncelenir. “Olsun, insan sevince yaşamaya
başlar.” (sayfa 89) Ne güzel bir ifade, ne latif bir kaide, ne
güzel bir amaç değil mi ki? Yazar anlatımlarında, bizim
kültürümüz ile insanlığın diğer kültürleri arasında bir
köprü de kurar. “Sanat, kamburla kamburca konuşmayı
bilmektir.” diyen Alman’ın delisi Nietzsche ile bizdeki
“Körce’yi bilmeyen adam; köre, yolu nasıl tarif edecek.”
sözündeki benzeşmeyi, duygudaşlığı görmemek
mümkün değil. Yazarın, birebir yaşadığı anıların ve
dokunduğu hayatların yanında, kendisinden başka ve
önce vuku bulan, yüreğe dokunan yaşanmışlıklardan da
alıntılar yapıldığını, yazılarda yer verildiğini görmekteyiz.
Dernek, vakıf, meşk ortamı, köy, hastane gibi insanın
hayat bulduğu birçok ortam, anılara mekânlık yapmıştır.
B u g ü z e l o r t a m l a r d a m u h a b b e t l e r t a t l a n ı p
şerbetlenmekte, sözler kavileşmekte, ülfet havalanmakta
ve böylelikle gönüller ayaklanmakta, fırtına gibi
yükselmektedir. Yazarın içerisinde yer etmiş göllenen
geçmişin, yaşanmışlıkların izleriyle faş edilmektedir.
Yaşamak daha çok dünyanın kahrını çekmekle eşdeğer
değil midir? Akıp giden ömür ırmağından maşrapasını
doldurma zamanıdır şimdi. Kaygıları artıran
fazlalıklardan kurtulup insana iyi gelenin tercihi asıl
olmalıdır. “İnsan kendi fıtratına ulaşırsa göğe de ulaşır.”
sözü boşuna söylenmemiştir. Duman yalımı düşlerce
yolunu böylelikle almak geleceğe... Ölümün
gülümseyeceği vakte kadar bir seyrüseferdir bu hayat. Bal
dökülmüş dostluklar vazgeçilmezdir. Hatalar, tarihte hep
yaşanmıştır. Söylenecek her şey tarihte söylenmiştir belki
de. Emerson’ın dediği gibi “En iyi düşünceleri eskiler
çalmışlar.” Yaşanmışlıklar ne çok ders alınması gereken
nüveler barındırır lâkin yine de her zamanın tekerrür
etme hali değişmiyor ne yazık ki. İyi okumalar.
Şubat 2023
05 / E d e b i y a t G a z e t e s i
PENCERENİN AŞKI
İSMAİL HİLAL
Pencere… Günlük hayatta dikkate almadığımız,
belki kış mevsimi olmasa ya da evlerimizin
gözleri olmasalar aklımıza gelmeyecek bir şey.
Peki ya manasını hiç düşündük mü? Neleri pencereler
ardında bıraktık, neleri içimize akıttık. O pencereler
arasında, ne kadar, kimlerle güldük ve ne kadar ağladık.
Hepimizin güneşle arasındaki ilk perde oldu, bilmedik.
Çocukken annemizin çıkmamızdan ilk korktuğu yer
oldu, umursamadık. Okula başladık. Okulda kalorifer
dibinde, pencereden izledik dışarıyı; kışı, baharı, yazı,
belki ilk aşkımızı. Sonra büyüdük. İlk şiirlerimiz düştü
dilimize, az aldanmadık penceremize değen yağmur
damlalarına, az izlemedik sokak lambalarını ve altından
geçen insanları ve bizler büyüdükçe dünyası da değişti
pencerelerin ve değişmeye devam ediyor, edecek…
Bugün pencerenin aşkı diyelim dilimiz döndüğünce.
Nereden başlasak başka bir hikâye bu… Umudun şekil
bulmuş hali, imkânsızın otobüs durağı, hayallerin en
güzel dayanağı, sırdaşı. Sen anlatsan dinler, kimseye ses
etmez ama yağmurla, ayla, sokak lambalarıyla
paylaşırken mahrem dediğin sevgini, ona da itiraz
etmez, sırasını bekler öylece. Bir sabah onun kapından
girip, perdeyi açarak seni uyandırmasını hayal edersin
ya güneşin odana verdiği selamın onun yüz çizgileriyle
gözlerini açmana vesiledir penceren ya da beklerken
umutsuzca yazdığın aşk adıyla dizelerinin düşünce
merkezi, keşkelerin dostu oluverir. Aşk bir sarmaşık
oluverir. Parmaklarından kalbe kadar senin sarıldığın,
kök saldığın, farkına varmadan çiçek açtığın kuytu
köşendir penceren. Ve şimdi bin bir çeşit kalp
kırıklıkları arasındasın yine. Dert diyip boynun
bükülüyor biliyorum. Zaman zaman Nazım oluyorsun
bazen Necip Fazıl… Sitem mi etsen, hasret mi çeksen
kararsızsın. Bakıyorsun önüne. Bir yanın kasımpatılar,
papatyalar, bir yanın çölden daha kurak. Konuşabilirsin
ama dilsizsin, sanki kupkuru dudakların önüne
konuyor birkaç lokma. Orda bile ellerin titriyor ve çare
arıyorsun. Tekrar tekrar aynı hislerle pencerenin
önündesin farkında değilsin.
Ve aşağıda yazılı dizeler bir pencere kenarında sevgiliye
yazılan sitemindir…
Sana gelme desem olmuyor,
Gel desem pencereler razı değil,
Ben bir aşk büyüttüm kollarımda
Artık gelmek istesen bile
Pencereler razı değil
ÂDEM’LE VOLKAN ARASINDA SEÇİM YAPMAK
HÜSEYİN YILDIZ
alıştığım okuldan eve gelirken yolumun üzerinde
Çolan, hemen hemen bitişik sayılan iki ayrı market
var. Genelde ilk önce Volkan Market’e
uğruyorum. Marketin sahibinin adı da yine Volkan…
Volkan gayet ilgili, son derece güzel bir üslupla karşılıyor
beni. Volkan bu işletmeyi babasından devralmıştı.
Değerli ve eğitimli bir anne babanın tek çocuğu. İlkokulu,
ortaokulu ve liseyi de özel ve seçkin okullarda okuduktan
sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden
mezun olmuştu. Kültürlü, entelektüel diyebileceğimiz
genç bir delikanlı. Aslında Volkan’ın asıl amacı gazeteci
olmaktı. Ama ailenin tek çocuğu ve doğal olarak tek varisi
olunca, babasının da ısrarıyla işletmenin başına geçmişti.
V o l k a n ç a l ı ş m a s a b i l e b a b a s ı n d a n k a l a c a k
gayrimenkuller, kira gelirleri onu bir ömür boyu refah
içerisinde yaşatacak miktardaydı. Bu delikanlı boş
durmayı sevmiyordu ve işine dört elle sarılmış
vaziyetteydi. İçeri girdim. Hayırlı işler dileğimi belirten
baş işaretimden sonra:
“Yufkan var mı Volkan?” dedim.
“Yufkam var. Fakat dünden kalma. Kısmen bayatlamış
olabilir.” dedi ve gözlerindeki mahcubiyeti tüm
bedeninde de yansımıştı. Dürüst bir delikanlı ya…
Gelecekte duyacağı mahcubiyetten korunuyor âdeta.
İşlerin nasıl gittiğini sordum, biraz dert yakındı:
“Sormayın hocam. İstediğim ölçüde değil. Tüm raf ve
dolapları yeniledik. Markette her çeşidi bulundurmaya
çalışıyorum. Ama yine de istediğim gibi değil.” dedi.
Allah’a ısmarladık deyip oradan eli boş olarak ayrıldım ve
yan taraftaki Hıfzıoğlu Market’e girdim. Volkan Market’e
nazaran daha küçük, bakımsız, raflar eski ve salaş, dağınık
bir ortam. Buna rağmen içerisi âdeta cıvıl cıvıl ve oldukça
da hareketli. Marketin sahibi Âdem. Otuz yaşlarında. Bu
işletmeyi beş yıl önce eski sahibinden riskli sayılabilecek
bir borçla devraldı. Âdem çok farklı biri. Ağzı laf yapan
hareketli bir adam. Ben içeri girerken, heyecanla, hafifte
muzip bir tavırla: “Ooo, memleketimizin en kral
öğretmeni. Hocam hoş geldin. Nasılsın, iyi misin?” dedi.
Bu arada bir başka müşteri içeri girmek üzereyken:
“Taze yufka var mı?” dedim.
“Var hocam taze. Evvelki gün geldi.” dedi. Ardından
yanında çalışan birine, kendine has bir üslupla:
“Layn, Ökkeş hocama oradan taze yufka ver.” dedi ve
hemen diğer müşteriyle ilgilenmeye başladı. Ardından bir
başkası daha girdi içeri:
“Solo tuvalet kâğıdı var mı?” diye sordu yöresel bir
aksanla. Âdem’in verdiği cevap: “Lan Allah’ın köylüsü
daha düne kadar kıçını taşla siliyordun şimdi marka
tutkunu mu oldun?” oldu. Ardından diğer elemana
seslendi: “Şuna oradan tuvalet kâğıdı getirin.” dedi.
Eleman:
“Abi solo yok elimizde.” dedi. Âdem sert bir ifadeyle:
“Ulan fark etmez sen getir.” adamın verdiği tepki:
“Neyse getir artık şimdi gidip o Volkan denen entel
oğlanın ağız gevelemesini çekmeyeyim, sevmem ben öyle
mıymıntı adamı.” dedi.
Ardından otuz yaşlarında genç bir kadınla yetmiş
yaşlarında bir teyze birlikte girdiler içeri. Âdem yaşlı
kadına hitaben: “Ooo karı paşa hoş geldin. Nidiyon?
Başın sağ olsun herifi de öbür tarafa yollayıksın.” dedi. Bu
bir çeşit baş sağlığı dilemeydi. Ardından da yanındaki
genç bayana ‘Gelin bacı hoş geldin.’ dedi. Bu arada diğer
markette bayat olur gerekçesiyle almadığım bir gün
önceki yufka yerine taze diye iki günlük yufka elimde
ücretini ödemek üzere sıra bekliyorum. Oysa buna itiraz
etmem gerekir ama Âdem’de anlam veremediğim bir
iletişim biçimi var. Ona yok demeye sanki dilim varmıyor
gibi. Hesabı ödeyip dışarı çıktım, ‘Allahaısmarladık.’
demeye fırsat bile yok zira. Âdem’in başı bir hayli
kalabalıktı. Bir sosyal bilgisi öğretmeni olarak bu iki insan
tipi ilgimi çekmişti. Sahi, bir tarafta daha düzenli tertipli
bir işyeri. İlgili güven veren dürüst bir esnaf ama iş
yapamamaktan yakınıyor. Diğer tarafta ilkeleri olmayan,
müşteriyle konuşurken her türlü argoyu kullanmaktan
çekinmeyen Âdem işten başını kaldıramıyor. Neden?
Bu müşteri kitlesinin Volkan’da bulamayıp Âdem’de
bulduğu şey neydi? Sanırım bu toplum Âdem’de kendini
buluyordu. Toplum olarak çok ilkeli değerlerimizin
olduğu söylenemez. Âdem gibi insanlar bize, aslında
bizim normal bir insan olduğumuz mesajını veriyordu.
Prof. Üstün Dökmen der ki: “Bizim toplumda delilerin
çok sevilmesinin en büyük sebebi onların, içimizdeki
deliliği dışa vurmasındandır. Çünkü kapalı bir toplumuz.
Kendimizi ifade etme konusunda çok rahat değiliz.
Mahalle baskısını her an üzerimizde hissediyoruz. İstisna
da olsa böyle rahat doğal insanlar bizim iç duygularımızı
harekete geçirir.”
İşte Âdem’in farkı buydu. Bu toplum, gizlediği kendi
benliğini Âdem’de buluyordu. Bunun yanında Volkan’ın
sevilememe sebebi bu toplumun ulaşmasının mümkün
olmadığı değerlere sahip olmasıydı ve toplum Volkan’ı
bu üstün değerlerinden dolayı cezalandırıyordu. Çünkü
Volkan’ın ilkeli duruşu, eğitim, sosyal ve ahlâk seviyesi bu
toplumun acı gerçeğini vuruyordu yüzüne.
EDEBİYAT
BULMACA
YÜCEL AYDIN
9
8
2
3
4 5
6
7
12
15 16
18
10 11
1
17
13
19
14
Soldan Sağa
1.Vatan sevgisi, yiğitlik, kahramanlık ve savaş ile
alakalı konuları ifade eden şiir çeşidi.
2.Meydanda olan, görünen, açık ve belli olan (şey).
4.İnce Memed romanının geçtiği yer.
7.Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun yazarı.
9.Cahil, bilmez, bilgisiz.
10.Rampa kelimesinin Türkçe karşılığı.
12.Dinazor kelimesinin doğru yazılışı.
15. Kuyucaklı Yusuf romanında adı geçen
Kaymakam’ın kızı.
17.“Var olma mücadelesi ve nefret, insanları
birleştiren tek şeydir.” sözü hangi yazara aittir.
18.Mesaj kelimesinin Türkçe karşılığı.
19. Buton kelimesinin Türkçe karşılığı.
Yukarıdan Aşağıya
1.Maharet sahibi.
3.Ahmet Hamdi ….. (Türk şair, romancı, deneme
yazarı, edebiyat tarihçisi)
5.İnsan dışındaki varlıklara, insana özgü
özelliklerin verildiği söz sanatı.
6.Tasarlanmış veya yaşanmış bir olayın,
başkalarına sözle ya da yazıyla anlatıldığı anlatım
biçimi.
8.Şarz kelimesinin doğru yazılışı.
11.İğrençlik, iğrenme, tiksinme.
13.Bir söz veya davranışa bilinen anlamından başka
bir anlam verme.
14.Fikrimin İnce Gülü romanının başkahramanı.
16.İsmin yerine kullanılan kelimelere denir.