Lamure Dergisi 11
LAMUREKÜLTÜR SANAT VE EDEBİYAT DERGİSİMARTHALİDE EDİB ADIVARVURUN KAHPEYEKADIN ve EDEBİYAT25 TLSADIK YALSIZUÇANLAR MUSTAFA UÇURUM MUSTAFA ÖZÇELİK ÖZCAN ÜNLÜ MEHTAP ALTAN ERCAN AKARSUBESTAMİ YAZGAN NURETTİN DURMAN ADEM ÖZBAY YUSUF ÖZLEM YILMAZ FATMA ŞAHİN OSMAN TATLIPINAR ÇAĞLAYAN ESRA ALGAN SEÇİL ÇOLAK AHMET YALÇINKAYA DENİZ ÇÖMEZ ERDAL SARIÇAMERCAN DEMİRCİ EMRE TİMUR MEHMET BÜLEND SAĞLAM MEHMET MEMDOĞLU SELÇUK ALKAN VACİP ÖRGERNİL DİDEM ŞİMŞEK ŞENER İŞLEYEN BİLAL ÖZBAY HÜSEYİN YILDIRIM YEŞİM MUTLU DİLEK EYLEM TAŞDEMİRNESLİHAN KUŞ MUSTAFA ÖZTÜRK VOLKAN DENLİ SIDDIKA ZEYNEP BOZKUŞ MEHTAP ECE PARALI
- Page 3 and 4: Yeniden LAMUREBilal ÖzbaySon çık
- Page 5 and 6: melerini yaptı. Hilal-i Ahmer’de
- Page 7 and 8: gelebilir. Gözlerim hep yolda... D
- Page 9 and 10: AYAK SESİMUSTAFA UÇURUMGecenin or
- Page 11 and 12: Irak neresi? Dönüp gelemiyorsa se
- Page 13 and 14: 27 Mayıs 2015, Çarşamba, 23.26Bi
- Page 15 and 16: edip çay içiyorlar. Zaman zaman b
- Page 17 and 18: KI-ZILEsraALGANGözlerimiaçar açm
- Page 19 and 20: YESEVÎ LİSANISelçuk AlkanTürkle
- Page 21 and 22: • İyi bir evlat• İyi bir anne
- Page 23 and 24: KIRIK KALPLER BAHÇESİNE,ERİL BAK
- Page 25 and 26: zorladı. Ahmet, kızgınlığını
- Page 27 and 28: Minik HayatlarYusuf Özlem YılmazG
- Page 29 and 30: bütünüyle kontrolden çıktığ
- Page 31 and 32: ları sarılı oldukları jelâtind
- Page 33 and 34: dımıyla boykot çağrısı geniş
- Page 35 and 36: Her bestenizin sizde muhakkak farkl
- Page 37 and 38: ‘Ve güldün rengârenk yağmurla
- Page 39 and 40: bileceğini bilmiyordum. Hissettiğ
- Page 41 and 42: Barda, Gemide FilmlerindeKadın Şi
- Page 43 and 44: TOPLUMUMUZDA KADININYAŞAMSAL DEĞE
- Page 45 and 46: leri sonucunda ailesine götürdü
- Page 47 and 48: tecekleri, sarıp sarmalayacakları
- Page 49 and 50: Covid-19’da KadınYeşim Mutlu“
- Page 51 and 52: lerimi, zihnimi, hayallerimi teslim
LAMURE
KÜLTÜR SANAT VE EDEBİYAT DERGİSİ
MART
HALİDE EDİB ADIVAR
VURUN KAHPEYE
KADIN ve EDEBİYAT
25 TL
SADIK YALSIZUÇANLAR MUSTAFA UÇURUM MUSTAFA ÖZÇELİK ÖZCAN ÜNLÜ MEHTAP ALTAN ERCAN AKARSU
BESTAMİ YAZGAN NURETTİN DURMAN ADEM ÖZBAY YUSUF ÖZLEM YILMAZ FATMA ŞAHİN OSMAN TATLI
PINAR ÇAĞLAYAN ESRA ALGAN SEÇİL ÇOLAK AHMET YALÇINKAYA DENİZ ÇÖMEZ ERDAL SARIÇAM
ERCAN DEMİRCİ EMRE TİMUR MEHMET BÜLEND SAĞLAM MEHMET MEMDOĞLU SELÇUK ALKAN VACİP ÖRGER
NİL DİDEM ŞİMŞEK ŞENER İŞLEYEN BİLAL ÖZBAY HÜSEYİN YILDIRIM YEŞİM MUTLU DİLEK EYLEM TAŞDEMİR
NESLİHAN KUŞ MUSTAFA ÖZTÜRK VOLKAN DENLİ SIDDIKA ZEYNEP BOZKUŞ MEHTAP ECE PARALI
Yeniden LAMURE
Bilal Özbay
Son çıkardığımız sayının ardından üç yıl gibi bir zaman geçti. Yeterince dinlendik, şimdi
yeniden yazma, üretme zamanı geldi diye düşündük. Bu zaman zarfında dünya çok değişti,
tabii insanlar ve yaşamlar da değişti, dönüştü. Savaşlar, ekonomik bunalımlar aldı başını
gitti, Pandemi tüm insanlığa “DUR” dedi. Dur ve düşün!
Ülkemizde dergicilik ve yayıncılık da bir dönüşüm içinde elbette. Eserin yayma ve dağılma
alışkanlıkları fiziki olarak değişiyor. Pandemi sürecinde mağazaların kapalı olması,
sokağa çıkma yasakları insanları internetten alışverişe yönlendirdi. Bu nedenle birçok dergi
son sayıları çıkararak okuyucularına veda etti. Bizim dergimizde belki bu süreç geçene kadar
internet satış sitelerinden, pazaryeri sitelerinden satışa çıkacak. Bunun yanında abonelik
üzerinden yol almaya çalışacağız.
Uzun süren bir ayrılıktan sonra yeniden karşınızda olmanın heyecanını yaşıyoruz. Bu
sayımızın konusu kadın; kadına karşı işlenen suçlar şiddetin ötesinde cinayetlere kadar varıyor.
Gazetelerin üçüncü sayfa haberleri her gün kadına karşı işlenen şiddet haberleriyle
dolup taşıyor. Biz de Lamure Dergisi olarak 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesi ile kadının
Türk edebiyatındaki yerini dosya konusu yaparak duruşumuzu göstermek istedik.
Toplumsal değerleri hiçe atmadan, eskinin lezzetinden vazgeçmeden içerik oluşturma
telaşına girdik. Edebi türler arasında değerini kaybeden “tefrika etme” geleneğinden tutun
mektuba, denemeden öyküye, şiirden tiyatroya, resimden sinemaya, eleştiriden çeviriye,
araştırmadan makaleye birçok türle karşınızda olmak bizim için bir onurdur.
Her sayımızda olduğu gibi bu sayımızda da yazılarıyla bize destek veren, rehberlik eden
yazarımız Sadık Yalsızuçanlar’a, Nurettin Durman’a, Mustafa Özçelik’e teşekkür ederim.
Nisan sayımızın kapak konusu Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı olacak. Yazılarınızı
ve önerilerinizi bekliyoruz elbette. Yeni sayıda görüşmek dileğiyle.
LAMURE
Aylık süreli Yayın
Sayı 11 Mart
Fiyatı: 25 TL
Akis Medya Reklam ve Yayıncılık
Adına
İbrahim Özbay
Genel Yayın Yönetmeni
Bilal Özbay
Yayın Yönetmeni
Esra Algan
Editör
Deniz Çömez
Son Okuma
Dilek Eylem Taşdemir
Metin Acıpayam
Merve Koç
Yayın Kurulu
Esra Algan, Adem Özbay,
Metin Acıpayam, Yusuf Özlem Yılmaz,
Pınar Çağlayan, Vacip Örger,
Bilal Özbay, Nil Didem Şimşek,
Deniz Çömez, Fatma Şahin,
Neslihan Kuş, Mustafa Öztürk,
Emre Timur
Arka Kapak Resmi
Neslihan Kuş
Sadık Yalsızuçanlar
Tevfik İleri’den Mektup Var
Sayfa 4
Mustafa Uçurum
Ayak Sesi
Sayfa 7
Reklam
Fatma Şahin
Dergi İletişim
Esra Algan
Sosyal Medya ve Tanıtım
Muammer Memiş
Mustafa Özçelik
Kadın ve Ateş
Sayfa 17
Nurettin Durman
Düş Çınarının Gölgesinde
Sayfa 10
Matbaa
Eriha Basım Yayın Matb.
Kitap ve Reklam Ajansı Ltd.Şti
Sertifika No: 35238
Yıllık Abonelik
12 Sayı 240 TL.
Kurumsal Abonelik
300 TL.
Deniz Çömez
VURUN KAHPEYE
HALİDE EDİB ADIVAR
HALİDE EDİB ADIVAR KİMDİR?
Türk edebiyatının önemli kadın kalemlerinden
Halide Edib, 1919 yılında İstanbul’un
işgaline karşı yaptığı konuşmaları ile
tanınan, İşgalci İngilizler tarafından adına
ölüm fermanı çıkarılan usta bir hatip, Kurtuluş
Savaşı yıllarında cepheleri dolaşarak
Yunan Mezalimini dünyaya tanıtan usta bir
yazar, çok sayıda eser kaleme alan bir romancı,
Anadolu Ajansı’nın kurulmasında
rol alan bir gazeteci, çevirmen, öğretmen,
müfettiş, Onbaşı… Meziyetleriyle önünde
ceket iliklenecek bir kadın olan Halide Edib
Adıvar’ı “Ne kadar tanıyorum?” sorusundan
hareketle yaptığım araştırmalar neticesinde
gördüm ki bu zamana kadar tam anlamıyla
tanıyamamışım. Şimdi başlıkta sorduğumuz
sorunun cevabına dönelim ve Halide Edib ile
tanışalım.
Halide Edib Adıvar Kimdir?
Türk edebiyatında önemli bir yeri olan
Halide Edib, 1884 yılında Sultan II. Abdülhamid’in
Ceyb-i Hümâyun kâtiplerinden
Selanikli Mehmed Edip Bey ile Fatma Bedrifem
Hanım’ın çocukları olarak dünyaya
geldi. Küçük yaşta annesini kaybedince ilk
terbiyesini aldığı ve çocukluğunu geçirdiği
anneannesinin evine yerleşti.
1983 yılında Üsküdar Amerikan Kız
Kolejine girdi. Burada bir yıl eğitim aldıktan
sonra ayrılmak zorunda kalan Halide Edib,
devrin önde gelen şahsiyetlerden özel ders
alarak eğitim hayatına devam etti.
1901 yılında ilk evliliğini, özel matematik
dersi aldığı hocası Sâlih Zeki ile yaptı. Bu
evliliğinden iki oğlu olan Halide Edib, Tevfik
Fikret’in yönetimindeki “Tanin” gazetesinde
“Halide Salih” imzasıyla yazılar yayımladı.
Yazılarını daha sonra Resimli Kitap, Şehbal,
Yeni Tanin, Musavver Muhit, Mehasin ve
Resimli Roman gibi yayınlarda sürdürdü.
Buralarda yazdığı yazılar yüzünden aldığı
tehditler üzerine, 1908 yılında (Rumî Takvim’e
göre 31 Mart 1325) II. Meşrutiyet’in
ilanından sonra, İstanbul’da, yönetime karşı
yapılmış büyük bir ayaklanma olan 31 Mart
Vaka’sı sırasında öldürüleceği endişesiyle
çocuklarıyla birlikte Mısır’a kaçtı. Buradayken
İngiltere’den aldığı bir davet üzerine
İngiltere’ye gitti. Olaylar yatıştıktan sonra
1909 yılında yurda döndü ve Maarif Nazırı
Sait Bey’in teklifiyle Dârülmuallimât’ta (Kız
Öğretmen Okulu) pedagoji öğretmenliğine
tayin edildi. Bir taraftan vakıf okullarında
müfettişlik yaparken bir taraftan da yazılarına
devam etti.
2
1911 yılında eşinden ayrılan Halide
Edib, Türkiye’nin geleceğine şekil verecek
çocukların iyi birer birey olarak yetiştirilmeleri
için önce kadının yetiştirilmesi gerektiğini
savunduğundan yazın hayatının ilk dönemlerinde,
daha çok kadın ve çocuk eğitimi
üzerinde durdu. Halide Edib, bu dönemde
Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi isimlerin
yazılarından etkilendi.
Balkan savaşı sırasında kadınların toplum
hayatına katılması ve eğitilmesi amacıyla
ilk kadın derneği Teali-i Nisvan Cemiyeti’ni
kurdu. Cemal Paşa’nın teklifi üzerine
Lübnan, Beyrut ve Şam’da okulları düzenleyip
açmak amacıyla Suriye’ye gitti.
1917’de Dr. Adnan ile evlendi. Aynı yıl
kendisinin ilk tiyatro oyunu olan Kenan Çobanları’nı
yazdı. 1918-1919’da İstanbul Darülfun’unda
Batı edebiyatı dersleri verdi.
15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgalinden
sonra düzenlenen Fatih, Üsküdar ve Sultanahmet
mitinglerinde hatiplik yönüyle
öne çıkarak konuşmacı oldu. Bunlar içinde
özellikle Sultanahmet mitinginde yaptığı konuşma
oldukça etkili oldu. Yine bu yıllarda
Büyük Mecmua ve Vakit’teki yazılarıyla işgale
karşı baş kaldırışın gelişmesinde, yayılmasında
katkıda bulundu. Ayrıca bu yıllarda
Anadolu’ya gizlice silah kaçırma görevini de
üstlenen Halide Edib, 1920’de eşi Dr. Adnan
ile Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele için
aktif çalışmalarda bulundu.
Anadolu’ya geçerken Yunus Nadi ile
sohbetlerinde bir ajans kurma fikri ortaya
çıktı. Konuşma sırasında “Evvela kendini
ve mümkünse vatanı kurtaracak olan
Anadolu’dur.” diyen Halide Edib, Anadolu
Ajans’ının ismini almasında önemli bir rol
oynamıştır. 5 Nisan 1920’de Mustafa Kemal
Paşa ile Ankara’da yaptığı görüşmeyi Türk’ün
Ateşle İmtihanı isimli eserinde anlatmıştır.
Mustafa Kemal Paşa ile yapılan görüşmenin
ardından 6 Nisan 1920’de Anadolu Ajansının
(AA) kuruluşu gerçekleştirildi.
Ankara’da Yunus Nadi’nin Hâkimiyet-i
Milliye gazetesine yardım eden Halide Edib,
aynı zamanda yabancı gazetelerin tercü-
melerini yaptı. Hilal-i Ahmer’de (bugünkü
ismiyle Kızılay) Ankara Şube Başkanı oldu.
Sakarya Savaş’ı sırasında Onbaşı oldu.
1921-1922 yılları arasında Tetkik-i Mezalim
Komisyonu’nda Yunan askerlerinin
çekilirken halka yaptığı zulümler ile oluşturdukları
hasarları rapor etti. Savaşın sonunda
Çavuş rütbesi alan Halide Edib, bu
yıllarda yaptığı gözlemlerden hareketle Ateşten
Gömlek ve Vurun Kahpeye romanlarını
yazdı.
Cumhuriyet’in ilanından sonra çeşitli
dergi ve gazetelerde yazın hayatına devam
eden Halide Edib, kurucuları arasında Adnan
Adıvar’ın da bulunduğu Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın İnönü hükümeti
tarafından kapatılması ve çıkan siyasi çekişmeler
sebebiyle 1925’te eşiyle birlikte Türkiye’den
ayrıldılar.
1935 yılında Hindistan’a geçen Halide
Edib, Müslüman üniversitesi olan Camia-ı
Milliye’nin kurulması için düzenlenen kampanyayı
destekledi.
1939 yılına kadar 14 yıl boyunca İngiltere,
Fransa ve ABD’de konferanslar ve çeşitli
üniversitelerde dersler verdi.
1940 yılında İstanbul Üniversitesinde
İngiliz Edebiyatı dersleri verdi. 1950 yılında
Demokrat Parti’den İzmir milletvekili seçildi.
Vekillik görevinden 1954 yılında görüş
ayrılılıkları nedeniyle istifa ederek üniversiteye
döndü. Son döneminde kendini tamamen
edebiyata veren Halide Edib onlarca
kitap yayınladı.
Peyami Safa’nın “Tek Türk savaş romancısı”
olarak adlandırdığı Halide Edib Adıvar
9 Ocak 1964’te 82 yaşındayken böbrek yetmezliği
sebebiyle hayatını kaybetti. Cenazesi
İstanbul Merkezefendi Mezarlığına defnedildi.
Cumhuriyet Dönemi’nde Kadına Yönelik
Şiddeti Gözler Önüne Seren Eser: Vurun
Kahpeye
Türk edebiyatına birçok eser bırakan
Halide Edib Adıvar’ın ikinci romanı Vurun
Kahpeye ismini taşımaktadır. 1923 yılının
sonlarında Akşam gazetesinde tefrika edildi.
1926 yılında ilk defa kitap olarak yayınlandı.
1949, 1964, 1973 yıllarında aynı isimle beyazperdeye
uyarlandı. Konusunu Millî Mücadele
günlerinden alan romanda, idealist
İstanbullu öğretmen Aliye’nin Anadolu’da
bir kasabaya gidişi ve bölgede Millî Mücadele
hareketine desteği anlatılır. Romanda
bölge halkının Millî Mücadele’ye bakışı ve
bu mücadelenin sembolü konumuna gelen
Kuvayımilliye’nin oluşumunun yanı sıra
çözülen Osmanlı devlet mekanizmalarının
temsilcileri ve eski düzen karşıtları aktarılır.
Vurun Kahpe’ye, yalnızca yukarıda
saydığım konuları barındırmaz. Cumhuriyet
Dönemi’nde kadına yönelik şiddeti, son
derece açık bir şekilde gözler önüne seren
önemli bir eserdir. İdealist öğretmen olan
bir kadının (Aliye) görev yerine gitmesiyle
yalnızca yüzünün açık olması münasebetiyle
Fettah Efendi’nin onu yaftaladığı “Kahpe”
sıfatı şiddetin başlangıcıdır. Hüseyin Efendi’nin
eksik etek yakıştırması ise bu şiddetin
devamı niteliğindedir. Eğer bu eseri okursanız
kadını aşağılamanın sadece karşı cinsten
gelmediğini, kadınların; erkeklerden öğrendikleri
şekilde, zayıf olan hemcinslerini küçük
görmekte, aşağılamakta olduğuna şahit
olacaksınız. Sırf güzelliğinden ve yüzünün
açık olmasından dolayı dedikodulara malzeme
olan kadını ve onun toplumda var olma
mücadelesi verirken aslında ölüme itilişine
tanıklık edeceksiniz.
Kitaba ismini veren “Kahpe” kelimesi
de o dönemde idealist kadına bakışın sonuçlarındandır.
Ahlaksız kadın anlamına gelen
bu kelime baştan sona kadar eylemden ötürü
suçlamak amacıyla değil, kadını aşağılamak
amacıyla kullanılmıştır. Kitabı okuma fırsatı
bulursanız göreceksiniz ki bu kelime, başkahramanlardan
olan Aliye’nin katliamının
emridir. Oysa burada Aliye, cesur ve idealist
bir öğretmendir. Yunanlılara ve onların
işbirlikçilerine karşı korkusuzca mücadele
eden bir öğretmen… Ancak yalnız bir kadın
olduğu için eksik etek olarak isimlendirdiği
Aliye’ye göz koyan Hüseyin Efendi, reddedilince
Fettah Efendi ile birlikte çeşitli oyunlar
kurar. Bu oyunlarında başarısız olurlar.
Başarısızlıklarının sonucunda ise Aliye’ye
iftira atarlar. Kasabalıları galeyana getirirler.
Zaten cahil olan kasabalılar, bu iki fitnebazın
sözlerine kanarak Aliye’ye karşı tavır alırlar.
Kasabanın sözde önde gelenleri öncülüğünde
Aliye hırpalanarak meydana getirilir ve
Fettah’ın katliam emri: “Vurun Kahpeye!” ile
Aliye katledilir. Sözlü şiddetin insanlık dışına
çıkıp fiziksel şiddete dönüşmesi de böylelikle
gözler önüne serilmiş olur. Aliye’nin
katline neden olan bu iki Yunan yardakçısı
son kısımda asılarak cezalandırılır.
Halide Edib Adıvar’ın hayatına hâkim
olduğumuzda buradaki kahramana kendinden
özellikler verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kadın yalnızca o dönemde değil
günümüzde de aynı sorunlarla boğuşarak
toplumda var olma mücadelesi vermektedir.
Öyle görünüyor ki yıllarca da eserlerde, ne
yazık ki, aynı şekilde mücadele edecek. Bu ve
benzeri sorunlara set çekmek de Halide Edib
bilincine sahip olmaktan geçer. Günümüzde
kadına şiddetin önüne geçilebilmesi için
mutlak caydırıcı cezalara duyulan ihtiyaç,
ayan beyan ortadadır.
Halide Edib Adıvar’ın edebiyat dünyasına
bıraktığı eserler:
Roman:
• Heyula (1908)
• Raik’in Annesi (1909)
• Seviye Talip (1910)
• Handan (1912)
• Yeni Turan (1912)
• Son Eseri (1913)
• Mev’ud Hüküm (1918)
• Ateşten Gömlek (1923)
• Vurun Kahpeye (1923)
• Kalp Ağrısı (1924)
• Zeyno’nun Oğlu (1928)
• Sinekli Bakkal (1936)
• Yolpalas Cinayeti (1937)
• Tatarcık (1939)
• Sonsuz Panayır (1946)
• Döner Ayna (1954)
• Akile Hanım Sokağı (1958)
• Kerim Ustanın Oğlu (1958)
• Sevda Sokağı Komedyası (1959)
• Çaresaz (1961)
• Hayat Parçaları (1963)
Öykü:
• İzmir’den Bursa’ya (Yakup Kadri,
Falih Rıfkı ve Mehmet Asım Us ile birlikte,
1922)
• Harap Mabetler (1911)
• Dağa Çıkan Kurt (1922)
Tiyatro:
• Kenan Çobanları (1916)
• Maske ve Ruh (1945)
Anı:
• Türkün Ateşle İmtihanı (1962)
• Mor Salkımlı Ev (1963)
Halide Edib, ayrıca George Orwell’in
Hayvan Çiftliği, Shakespeare’in Hamlet gibi
önemli eserlerini de Türkçeye kazandırdı.
3
Tevfik İleri’den
Mektup Var
Sadık YALSIZUÇANLAR
Vasfiye Hanım ile büyük kızı Câhide ve
küçük kızı Ayşe’nin babaları Tevfik Bey, Yassıada’da
pankreas kanserinin ikinci aşamasındaydı.
On yedi yıl mühendislik ve yöneticilik,
on sene bakanlık yapmış, hizmetlerle
geçen yoğun ve yorgun bir zamanın ardından
yirmi yedi mayıs bin dokuz yüz altmış
sabahı evinden yaka paça alınmış, hakaretlerle
dövülerek, sövülerek önce Harbiye’ye
getirilmiş, iki hafta sonra Yassıada’daki hücresine
nakledilmişti. Karar duruşması yaklaşmıştı.
Tevfik Bey, hâkimin, “Sizi buraya
tıkayan kuvvet bunu istiyor.” sözünden sonra,
buradaki yargı sürecinin hukukla bir ilgisi
olmadığını görmüştü. Kendisini zindana
kapatılmış bir tutsak gibi hissediyordu. İki
ayrı dava açılmıştı. Birisi, hıyanet-i vataniye,
diğeri ihaleye fesat karıştırmak ve kamu
varlığını suistimal idi. “Allah insana zaafından
vuruyor.” diye düşünüyordu. Karısına,
nişanlıyken yazdığı mektubu hatırladı. “Vasfiye’m,
birbirimizi ebedî bir aşkla seviyoruz.
Evleneceğiz ve çok mesut olacağız. Bir şartım
var: “Önce memleketimizi ve milletimizi
seveceğiz, sonra birbirimizi seveceğiz. Vatanımıza
ve aziz milletimize duyduğumuz aşk,
birbirimize duyduğumuz aşka mukaddem
olmalı.” demişti. Nişanlısından gelen mektup
ise şöyle diyordu: “Sevgili Tevfik, şartınıza
gelince… Zaten böyle düşündüğünü bilmeseydim
seninle evlenmeyi kabul etmezdim.”
Tevfik Bey ile Vasfiye Hanım, iki evladını
âşığı oldukları memleketlerine kurban
vermişti. İlk yavruları, Erzurum’da henüz
bebekken zatürreden ölmüştü. İkinci çocuklarını
ise Çanakkale’de yine bebek iken yitirmişlerdi.
Davanın içeriği Tevfik Bey’i kahrediyordu.
Vatana ihanetle suçlanmak, aklına
gelebilecek son şeydi. Hatta aklına hiç gelmeyecek
olandı. İkincisi daha vahimdi. On
yedi sene mühendislik ve yöneticilik, on yıl
bakanlık yapmıştı ama ailesi kiradaydı. Bankada
parası, evi, arabası, yazlığı yoktu. Dünya
malı adına herhangi bir şeye sahip değildi.
Maaşını ayın birinde alır, on beşinde bitirir,
sonraki maaşına mahsuben Ziraat Bankası’ndaki
ek hesabından avans çekerek ayın
sonunu getirirdi. Kızları Maarif Kolejinde
üç sene aynı formayı giymişti. Etek boylarını
her sene anneleri söküp uzatır, ütülerdi
ama yine de çizgiler belli olurdu. Üçüncü
sınıftayken etekleri alttan üç yatay çizgiyle
pileli gibiydi. Evinde kendisine ait müstakil
bir odası hiç olmadı. Akşamları çalışması
gerektiğinde oğlunun odasını ödünç alırdı.
Bir gün öğleyin hava soğuk ve yağışlı iken
Sıhhiye’de kirada oturdukları Çelik Apartmanındaki
daireye yemeğe geldiğinde, Atatürk
Lisesi’nde okuyan oğlu Cahit’in, okuldan
dönerken ıslanmış ve üşümüş olduğunu
gördü. Anne telaşlandı. İki çocuğunu bebekken
yitirmiş olmanın korkusuyla oğlunun
saçlarını kuruladı, giysisini değiştirdi, sıcak,
limonlu bir nane kaynatıp getirdi. “Öğleden
sonra dersin var mı?” diye sordu. Cahit,
“Var.” deyince kaygılandı. Kocasına, “Tevfik,
çocuk üşütmüş, öksürüyor, hafif de ateşi var.
Bu halde yine yürüyerek okula giderse iyice
hastalanır. Acaba, seni Bakanlığa götürecek
olan makam aracıyla, okula bıraksanız…
Zaten okul, güzergâhınız üzerinde…” dedi.
Tevfik Bey, “Hayır Vasfiye’m, devletin arabasıyla
oğlumuzu bırakamayız. Arkadaşları nasıl
gidiyorsa o da öyle gidecek.” dedi. Tevfik
Bey, kul ve kamu hakkına karşı duyarlıydı.
Toz kadar bir hakkın üzerine geçmesini istemezdi.
Bu hassasiyetle yaşamıştı. Şimdi, tamamen
haksız yere kendisine iftira ediliyor,
suistimalle suçlanıyordu. Üstüne üstlük bir
duruşma sonra Yassıada’da, on beş yaşındaki
kızı Ayşe’yi gözaltına alıp hücreye attılar.
Genç kıza fenalık yapacaklar diye birkaç gün
gözüne uyku girmedi, çok üzüldü. Bütün
bunlar pankreas kanseri olarak bünyesinde
açığa çıktı.
Bir sabah, elli kelimeyi geçmeyecek şekilde
yazılmış ve hapishane idaresince açılarak
okunmuş, mühür basılmış mektubu açtı.
Karısı şöyle yazıyordu : “Sevgili Tevfik, dün
gece, Büyük Sevgili’nin huzurunda, önde
ben arkada melekler (kızlarını kastediyor)
ilk defa O’ndan bir şey istedik. Yarabbi, dedim,
bu Sen’in için pek küçük ama bizim için
pek büyük bir şey olacak. Bizi kavuştur da bu
hasreti artık dindir. Ben böyle deyince arkadan
Ayşe, “Öyle ya… Bu, kudretine de ağır
gelmez. Hem bu duamızı da kabul etmezsen
Sana bir daha dua etmeyeceğiz!”
Tevfik Bey, beyninden vurulmuşa döndü.
Hemen kaleme sarıldı, çizgili kâğıda şöyle
yazdı: “Ahh, melek Ayşe’m! Sıhhatli ve mesut
anlarımızda O’na hakkıyla şükredebildik
mi, musibet anında sitem ediyoruz? Ahh,
canım kızım benim! Senin o taze yüreğinde
böylesi bir isyanın patlamasına, burada
bulunmakla ben vesile oldum. Kendimi asla
affedemiyorum. Ama canım kızım, O’nun
verdiği nimetlerin bir zerresi için, ömrümüz
boyunca başımızın secdeden kalkmaması
icap eder. Aman kızım lütfen isyan etme.
O’nun sadece cemali vardır. Celal bildiğimiz
de lütuftur, unutma…”
Vasfiye Hanım bu satırları okuyunca,
cevabî mektubuna şöyle başladı : “Görüyorsun
ya Tevfik, sen, hep o âşığı olduğun Hazret-i
Mevlânâ gibi O’ndan gelen her şeyi sevdin.
Biz ise bazısından kurtulmak için dua
ediyoruz. İşte aramızdaki mertebe farkı bu.
Şevkin dâim olsun hayatım.”
Tevfik İleri’nin, eşi Vasfiye Hanım’a yazdığı
mektuplardan birkaç örnek sunuyorum:
14. 10.1936 Dellal
Öğleden sonra bir kamyonla Dellal’a
geldim. Altı saatte ancak gelebildim. Biraz
dinlendim ve işte sana bu satırları yazıyorum.
Birisiyle Erzurum’a gönderene kadar
da yazacağım. Biraz evvel hesap ettik, Elazığ’dan
Erzurum’a mektup ancak bir haftada
4
gelebilir. Gözlerim hep yolda... Dakika yok
ki zihnim ve kalbimde olmayasın. Ben kendimi
katiyen böyle bilmiyordum, fakat inan
ki seni bu kadar sevdiğime çok memnun
oluyorum. Sen benim aşkım, canımsın sevgili
Vasfiye’m.
13. 11. 1936 Karaköse
Bu satırları Karaköse’de bir otel odasında
yazıyorum. Arif ile Fehmi Bey yattılar.
Ben de yatacağım. Hava akşama doğru karardı.
Yarın yağmur yağarsa Transit Yolu’nun
sonuna kadar gideceğiz ve belki de Kars yoluyla
döneceğiz... Gece yemekten sonra Halis
Beylere gittik. Halis Bey saz çaldı, Fehmi
Bey şarkı söyledi. Güzel söylüyor. Halis bir
aralık Bektaşi okudu. Şu iki satıra bak. Ne
kadar güzel.
“Gülü ayırma dikenden
Ayrılan gül solar.”
Bu güzel değil mi canım? Halis Bey
bunu okurken hep seni düşündüm... Gideceğim
her neresi olursa olsun, oradan da yazacağım.
Ve bakalım kısmet nerede ise orada
postaya atacağım... Bir bilsem ki bu mektuplarımı
sen alıyor musun acaba? Ve mektuplarımdan
zevk alıyor musun? Ne yapayım sevgili
karım, eşin şair değil. Bir mühendisten
de bundan fazlasını bekleme. Gönlümdekileri
hiçbir zaman kâğıda geçiremiyorum...
27. 11. 1936
Ruhum Vasfiye’m, bugün burada ortalık
bembeyaz oldu. Şimdi akşam, tuhaf bir kızıllık
var etrafta. Bu anda seni o kadar içimde,
o kadar benliğime karışmış hissediyorum
ki sana hasretimi kelimelerle ifadeye imkân
yok... Sana ihtiyacım o kadar çok, sana hasretim
o kadar fazla ki...
28. 11.1936 Dellal
Kalbimin sevgilisi ninem... Kederli misin?
İstemiyorum kederli olduğunu, ben
hayatta iken senin bütün kederini benim
omuzlarıma ver...
29. 11.1936 Dellal
Bu gece hava o kadar berrak, ay o kadar
parlak ve güzel ki gökte bir tek bulut bile
yok. Ay, karların üzerinde renkler oluşturuyor.
Bu gece sen de bu güzel ayı gördün mü?
Eğer sen de bu gece göklere ve aya baksaydın,
ayın gözlerinde benim seni arayan sevgi
dolu gözlerimi görürdün. Ne olur sevgilim.
Böyle berrak ve güzel gecelerde aya bak. Ve
orada göz göze gelelim.
2. 12. 1936 Erzurum
Bugün Dellal’dan taşı toprağı toplayıp
geldik. Eşyaları eve bıraktım. Odamızda senin
resmine selam verdim. Vasfiye’m, diye
hafifçe seslendim ve sonra Nazımlara gittim.
Yirmi gündür ki Erzurum’dan çıkmış
bulunuyordum... Bir iki plak çaldık. Rizeli
Sadık’ın plağını. Tabii çıldırdım. Hatırlarsın,
Sadık şöyle der: “Anahtar yar koynunda,
gönlüm kilitli kaldı.” Bu satırları dinlerken
gönül anahtarımın senin kalbinde olduğunu
düşündüm. Hep seni düşündüm... Şu dakikada
mümkün olsa da beni görsen. Dünyada
senden daha talihli ve mesut bir kızın olmadığını
anlardın...
5
11.6.1942
Canım ruhum, sevgili Vasfiye’m, ne kadar
mesudum bir bilsen... Bu saadeti bana
sen verdin, esasen bütün saadetlerimi bana
sen verdin ve vereceksin... Bu güne kadar
sen her dakika beni saadet içinde yaşattın.
Sana binlerce, binlerce teşekkürler. Seni getirecek
treni ne kadar seviyorum. Seni garda
sevgiyle ve hasretle bekleyeceğim... Mesudum,
hayat budur... Saadet budur. Bu
saadeti seviyorum. Bu hayattan daha fazla
şeyler beklemiyorum. Allah’ım bana karımı
ve minicik Cahide’mi bağışlasın. Bu bana yeter.
Sana da yeter, değil mi sevgili Vasfiye’m?
10.12.1960 ( Eşine)
Vasfiye’m, bu sabah yine gül yüzlü şafakla
ve sizlerle beraberim. Hani dün sabahki
kara bulutlar? İnsanoğlu milyonlarca
senedir güneşin karanlıkları yırttığını görmüştür.
Fakat hele biraz uykusuz ve rahatsız
bir gece geçirsin, hiç güneş doğmayacakmış
gibi ümitsiz, muzdarip olur, kıvranır durur.
Oysa güneş mutlaka doğar. Kendi küçük, değersiz
hayatımızın bile ne şafakları, güneşleri
ve bazen zifirî karanlıkları olmuştur. Seninle
beraber, hatırlıyorum, ne ızdıraplı, karanlık
dehlizlerden geçtik. Ama ne aydınlık günlerimiz
de oldu, ne şafaklar setrettik. Ve güneş
nasıl her yanımızı pırıl pırıl aydınlattı. Küçük
hayatımız için yeni şafaklar ve güneşler
canım.
14.8.1961 ( Eşine)
Sevgili, canım Vasfiye’m... Bu satırları
sabah namazını beklerken yazıyorum. Nedense
bu sabah biraz erken kalktım. Gecenin
sessizliği ve karanlığında senin yıldızın
öylesine parlak görünüyor ki, onu, seni, doya
doya seyredercesine seyrediyorum. Vasfiye’m,
sen ne güzel hayal ederdin. Yıldızlarda
ve beraberce yaşamak ne güzel şey. Canım
benim, dün çocuklarıma, Münevverlere, bir
de Samsun’a yazdım. Gayet iyiyim. Ve Allah’ın
hakkımızdaki takdirine, iyi veya kötü,
tamamen kendimi hazırlamış vaziyetteyim.
Görelim nasıl takdir etmiş, meraka değmez
mi? Seni, yavrularımı, sevgilerle kucaklarım.
6.9.1961 ( Eşine)
Sevgili canım Vasfiye’m... Şu anda ne kadar
güzel bir sabah oluyor. Ne güzel renkler
var. Bu güzellikler ve sessizlik içinde sizlerle
beraberim. Cahit’im Ankara’ya döndükten
sonra çalışamadığından bahsediyor. Üzülmesin.
Sınıfını geçen bir çocuğun tatilde
ders çalışma mecburiyeti yok ki. Tatil, sene
içinde çalışmış, muvaffak olmuş çocukların
hakkıdır. Ve hiçbir şeyin fazlasına da lüzum
yoktur. İsim vermiyorum, kalp kırarım diye.
Bütün akraba ve dostlara selâmlar, sevgiler,
büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden
öperim. Ayşe’min kedisini okşayın. Seni
ve yavrularımı sevgilerle kucaklar, öperim.
24.9.1961 Kayseri ( eşi, Çocuklarına)
Sevgili Vasfiye’m, yavrularım,
Şimdi saat 22. Bu mektubu yarın sabah
postaya atacağım. Size iyi olduğumu bildirmek
ihtiyacı içinde yazıyorum. Daha ziyade
perhiz için, bir de, biraz kilo almak için
Revirde bir müddet kalmak ihtiyacındayım.
Sakın endişe etmeyin. Başka bir şeyciklerim
yok. 6 kişi bir odadayız. Atıf da var.
Sevgililerim, bu hapishaneye yatak sokmuyorlar.
Yalnız battaniyeye izin var. İmralı’ya
gönderdiğiniz eşya arasında yatak var
idiyse ve buraya gelirse, battaniyeyi alıp diğerlerini
iade edeceğim... Burada İngilizce
çalışmak imkânı bulamadım. Bir müddet de
bulamayacağım. Fakat istediğim kitapları siz
gönderin.
Yassıada’dan bavullarım geldi mi?
7-8 tane defterim vardı. Ve sonra sizlerden
gelen mektuplarla davalara ait evrak
ve müdafaa müsveddeleri vardı. Onlar da
gelebildi mi? Benden sonra bavulları açıp
almış olmaları muhtemel olduğu için soruyorum.
Fazla çamaşır göndermeyin.
Yalnız kışlık, lüzumlu olan şeyleri gönderin.
Şimdilik sizden mektup bekliyorum, o
kadar. Yassıada’da iken aldığım 11 tarihli
mektubunuzdan sonra sizden haber alamadım.
Karar gününü tasavvur edemezsiniz.
Avukatlarımız o kadar perişan durumda
idiler ki onları bakışlarımızla biz teselli
etmek mecburiyetinde kaldık. Hele benim
müebbet hapse mahkûmiyetim üzerine
birçok avukatın tebrik işareti yapmaları
görülecek şeydi.
Allah var. Büyük Allah var. Her şeyi
görüyor, biliyor. Gördüğüne ve bildiğine
inanıyoruz. Gerisi laf-u güzaf.
Eşyalar gibi
duygular da alışır
elbet taşınmaya…
Bilal Özbay
Bir insanı seviyorsun; gülmesi, konuşması, jestleri, mimikleri seni mutlu ediyor. Konuşması
bir dostu aratmıyor, sesindeki tını en güzel müziğin ritmi oluyor. Şefkati, merhameti
anneni aratmıyor; daha bir sarılasın geliyor, tüm dertlerini kucağında atabiliyorsun.
Daha neler, neler…
Onsuz olamıyor, yapamıyorsun.
Sonra bütün o duygularınla birlikte ona taşınıyorsun, kalbini bir yuva belliyorsun.
Birlikte yaşıyor, birlikte yiyor, birlikte eğleniyorsun. Bütün o benlikleri birleştiriyor, iki
ruhu tek vücutta buluşturuyorsun; iki kalp üst üste gelip bir atmayı başarıyor.
Seviyorsun, seviliyorsun…
Özlemi, hasreti evcilleştiriyorsun.
Derken tutkuyu, heyecanı evcilleştiriyorsun; kalbin ritmi mutluluk çizgisinde rutin
bir şekilde ilerlemeye başlıyor. Huzur, güneşin doğuşu gibi aydınlatıyor gününü; karanlıkların
ışıkla doluyor. Daha önceki ilişkilerinde aldığın yaralar bir bir kapanıyor, acılar
törpüleniyor…
Bir gün biri çıkıyor, mızıkçılık yapıyor.
Nefsi aşkının önüne geçiyor, yaramazlıklar yapıyor, tutku oyunlarına başlıyor, kıskançlıklar
filizleniyor, beyaz yalanlar baş gösteriyor, verilen sözler sakız oluyor hatta diğerinin
yüzünde patlıyor.
Yapılacak tek şey tebessüm etmektir.
Kızmaya, asabileşmeye bile değer tarafı
yoktur. Sizlerden ve sevenlerimizden,
dostlarımızdan tek arzum, sıhhatim için
duadır. Başka bir şey istemiyorum. Kendinizi
alıştırınız. Henüz müsaade yok bizim
için. Fakat olsa da bulunduğum şartlar
içinde sizinle görüşmek istemiyorum. Bol
bol mektup yazarsınız. Ben de yazarım.
Resim gönderirsiniz bana. Böylece görüşmüş
oluruz.
Sevgili Vasfiye’m, aziz yavrularım,
Size mal mülk, servet bırakmadım.
Bütün hayatım boyunca bir tekaüdiye maaşı
bırakmaya çalıştım. Tecelli eden Adalet
onu da kuşa çevirdi. Ne yapayım, kader
böyle imiş. Yalnız, size şerefli, namuslu,
erkek bir ad bırakabildim. Hiçbir zaman
başınız yere bakmayacaktır. Bununla müteselliyim.
Siz de bununla iftihar edeceksiniz.
Bu satırları burada kesiyorum. Celal
Bayar da bizim odada. Herkes uyuyor. Ben
de yatacağım. Yarın birkaç satır daha ilave
eder, postaya atarım. Allah rahatlık versin.
Allah’a emanet olalım.
Huzur; kendini rahatsız hissediyor, bir kelebeğe dönüşüyor, ömrü kısalıyor.
Biri, artık seni sevmiyorum, diyor.
Diğeri, buna bir anlam veremiyor.
Biri, bütün o eşyalarını duygularıyla birlikte toplayıp taşınıyor.
Sevgi taşınıyor,
Saygı taşınıyor,
Sadakat taşınıyor,
Güven taşınıyor,
Sorumluluk taşınıyor,
Aşk taşınıyor,
Diğeri dımdızlak ortada kalıyor, odalar gibi kalbin tüm duvarları da sessizleşiyor. Yalnız
ve sessiz bir virane oluyor.
Zamanla perdeler çekiliyor, güneşlik kaldırılıyor, badana boya yapılıyor ve odanın
sokağa bakan penceresinin camına “sahibinden kiralık” yazan bir yazı asılıyor.
6
AYAK SESİ
MUSTAFA UÇURUM
Gecenin ortasında bir ayak
sesi. Gündüz olsa sadece bir ayak
sesi ama gecenin tam ortasında
olunca çok farklı anlamlara ve çağrışımlara açık bir tıkırtı bu. Topuğun
yere her değişindeki ürperti, bir yatakta bağlı kalmışım da elim kolum hareket
etmez bir haldeyken tepemden tam alnımın ortasına düşen damlanın
tedirginliği. Düşmesini beklerken, ne zaman düşecek derken ansızın tam
alnımın ortasına düşen bir “pıt!”
Mahalleden gelen bir ayak sesi bu. Yatağım tam da camın kenarında.
Ne geçse yoldan duyarım ama ayak sesi çok farklı. Yürüyüşünden anlamlar
çıkarmaya çalışarak dinlerim bütün ayak seslerini. Bu ses, bu topuk sesi
çokça telaşlı. “Tık, tık, tık tık…” Topuk lastiği hafiften eskimiş, topuğun
tahtası yere değince daha tok bir “tık” çıkıyor. Koşar adım gidiyor, belki geç
kaldı belki de gecenin şerrinden evine sığınmak için koşar adım ilerliyor.
Spor ayakkabılarının sesini duymak zor ama onların da bir gıcırtısı
var ki evlere şenlik. Bir de yeni bir ayakkabı ise işte o zaman gıcırtı içimi
çize çize geçiyor pencerenin kenarından.
En sevdiğim de aheste aheste yürüyenler. Hani külhanbeyi gibi. Acele
etmeden, sallana sallana. Bir adımını atıp öbür adımını da onun yanına
çaprazdan denk getirerek hafiften yengeçleri çağrıştıran bir yürüyüş.
“Tıııkkk, tııkkk, tıııkkkk…” Pencerenin önünden geçişleri bile bir merasim
gibi. Adımlarının ağırlığını hissettirmek istercesine yürüyüşün tadını çıkaran
bir adımlayış.
Ayak sesi önemli. Yürüyüşten ritmini alır ayak sesi. Kişinin ruh halinin
yürüyüşüne yansımasıyla sesler de kimlik kazanır.
“Şiir denizlerinde yıkanırım ben / yürüyüşümün ritminden ıslanır İstanbul.”
diyor ya şair; bazı yürüyüşler var tam şiir gibi. Ritimli hatta ölçülü
yürüyüşler var. Hece vezni gibi yürüyenleri hemen tanıyorum.
Kısa, uzun, çapraz, seyrek adımlarla yürüyenler genelde
bu sınıfa dâhil.
Ayak sesi başlı başına bir şiirdir. Hece ölçüsüdür, aruzdur
ayak sesi. Dizeler bir ritmi nasıl tutturursa ayak sesi de
o ritimdedir. Bir şiiri mırıldanarak yürürken adımlar şiirin
ölçüsüne kaptırır kendini.
Eski zaman sokaklarında gezmenin tadı hiçbir şeyde
yok. Kesme taşlarla döşenmiş yollarda yürümek de bir
ahenk istiyor. Tarihin görkemli yapılarının gölgeleri arasında
acele etmeden, tarihin süzgecinden geçerek bir türküyü
mırıldanarak yürümek de bir sanattır.
Medeniyetini yürüyerek ya da at üstünde kurmuş bir
millet olarak yürümek dendiği zaman gidilecek mesafenin
çok da önemi yok. Yürümek keşfetmektir. Ağır olmayı gerektirir
yürümek. Keşfetmek için acele etmeden her bir köşeyi
içine çekerek yürümek gerek.
Ömer Seyfettin’in “Yüksek Ölçeler” hikâyesinde karşımıza
çıkar ayak sesi. Evin hanımının yüksek topuklarından
çıkan ses evin düzenini sağlayan en önemli uyarıcıdır. Evin
hizmetçileri duydukları ayak sesi ile kendilerine çeki düzen
verirler. Yaptıkları hırsızlıkları, işleri boş vermeleri hanımın
topuk sesi sayesinde hiç fark edilmez. Gün gelir, evin hanımı
rahatsızlanır ve yüksek topuk giymesi yasaklanır. Artık
hanımın ayak sesi duyulmaz ve evdeki bütün foyalar ortaya
çıkar.
“Uzun ince bir yoldayım.” diyerek bizleri yollara davet
eden Âşık Veysel de yürüyerek gönüllere girmeyi arzular.
“Yürüyorum dikenlerin üstünde” diyen Hasan Kaplan da
çilekeş bir yürüyüşün ızdırabını anlatır türküsünde. Bu yürüyüşte
de ayak sesinde de yılların dinmeyen kahrı vardır.
Ayak seslerini dinliyorum. Odamdayken de dışarıdayken
de ayak sesleriyle bir yol buluyorum kendime. Her ayak
sesi sahibinin kalp sesiyle ilerliyor. Her adım, bir kalp atışı.
Eleştiri
ÖLÜM KOÇU
Emre TİMUR
Bilimden terimler al, sofizmden tavırlar…
Biraz astroloji bil, biraz rüya… Çok
sıkışırsan patlat bir “Yalan dünya...”. On bin
yıllık duanın adı oldu mu sana enerji pompası!
Pompala enerjiyi, evren yollasın. “Şükür
et” ama babaannen gibi banal değil, Samanyolu
Galaksisi’ne doğru et şükrünü. Evrene
işte canım… Araya biraz Ayet koy, biraz da
Budizm’e gönderme yap. Taoizm de iyi gider.
Bir iki Konfüçyüs patlat. Biraz da başarı öyküsü
anlat. Çok değil ama. “Düşmek de iyidir.”
filan de. Ha bu arada, sertifikasız olmaz.
Psikolojinin tek harfinden anlamaksızın,
“beden dili”, “etkili konuşma”, “ikna
sanatı”, “kandırmanın yedi ilkesi” sertifikalarını
al. Ama bunları belediyenin ücretsiz
kurslarından değil, İngilizce isimli olduğu
için pahalı olan yerlerden al. Sen “Energy
point…” bilmem ne diye cümleye başladığında
biz apışıp kalalım. Ve biz fakirler için
Türkçeye çevir, “Enerji noktası uzmanlığı.”
diye. Fiyatını da söyle: “Yedi bin dolar!”
Ağzımız açık kalsın, ağzımıza sinek kaçsın.
Benim daha kuantumum o dereceye varmamış
hocam. DNA yarılmasını muhteşem yaşamışsın
ve bilinç patlaman da çok fotonik.
Fakat kimse demesin, “Bağlaç olan ‘de’ leri
ayıramıyorsun” diye. Türkçe sertifikan yok
çünkü. Sopa yutmuş gibi duruyor, ne de güzel
sırıtıyorsun. Tıpkı Prozac gibi.
Ben, sende ham bir kibir ve bön bir kafatasından
başka bir şey göremiyorum. Şu
enerji pompasını ters çalıştır da Allah sana
akıl versin. Çünkü gece yastığa başımı koyduğumda
varoluş hala yakalıyor beni kıskıvrak.
Senin Akrep’in bilmem kaçıncı evi
için yaptığın çakra dokunuşları yaramadı
işe. Bana mutluluğun resmini yapabilir misin
yaşam koçum, işin Prozac’ına kaçmadan
ama?
Yapamıyorsan, ben kendime bir ölüm
koçu bulacağım çünkü.
7
Eleni
Mehmet Bülend Sağlam
Gecenin hangi vaktiyse kimsenin de
pek umurumda değil, bir üflenti içinde ağır
dalların hafifçe salınışı altına oturmuş adamlar,
kadınlar... Suzinak, tamburun tellerini
daha da yumuşatmışken, çatallı, bir hafız
sesi tınısında, okuduğu şarkıyı yaşamış olduğuna
yemin edersin, bıyıkları sararmış bir
çelebi, “Benim yârem gibi yâre bulunmaz.”
diye okumaya başlayınca herkes sustu... “Bu
kadar mı yaralı bütün gönüller, bu kadar mı
naçar?”
Düşünceye daldım bu hicran içinde bir
an, Âdem’in çilesi mi daha eskiydi yoksa bülbül-i
şeyda mı feryat etmişti daha evvel, bir
gül için?
Akıp geçen zaman içinde rüyalarımda
hayat bulan hayallerimdi yaşadığım. Tanrı
daha bağışlayıcıydı ve ben daha korkusuzdum.
Aşkın ölümsüz olduğu günlerin hülyasıydı
-başım dumanlı- bu gördüğüm. Ümitlerim
yüksek ve hayatım yaşamaya değerdi.
Kendi sayelerimdi yaşayıp sarf ettiğim, kimseye
ödenecek bir haraç borçlu olmadığım,
bütün şarkıları dinlediğim ve her lezzeti tattığım
hayatın içinde…
Hepsi senden sebep... Gözümün elvanı,
gönlümün şafağıydın… Hep ışık, duvarıma
yansıyan, penceremden dolan, hep aydınlık,
apaydınlık bir gün, canıma ferahlık, genişlik
mekânıma ve huzur hayatıma... “Bu kadar
mı bahtiyarım, kedersiz gönlüm, bu kadar mı
müsterih?”
Bütün bir mevsim, Yaz boyunca, yanımda
uyumuştun ve bir gün daha, bir daha,
yeni gün doğdukça, sanmıştım ki…
Hazan mevsimiydi çekip gittiğin. Oysa
yaşanacak yıllar vardı hayata yansımayan,
ümitlerim vardı, rüyalarını görmüştüm ve
fırtınalar, yüklenemeyeceğimiz havalar belki,
dünyanın öldürdüğü hayaller, yaşadığım
Cehennemden başka bir şey,
öyle umutlar ve düş kırıkları ki daha
önce hiç anlatılmamış olmalıydı.
Yumuşak seslenişli ve nazik insanların
sözlerinin hayata davet ettiği, aşkın kör olduğu
zamanlarda, dünya, sanki güzelim, yumuşacık
bir konçertodan yaratılmışken, çok
heyecan vericiydi. Gitarın telleri üzerinde
oynaşan parmakların şenlikli koşuşturması
gibiydik kırlarda -işte öyle coşkulu- belki
de bir sarhoşluk, tuğyan, çılgınlık günleri…
Fakat neden, her şey aniden, nasılsa, sarpa
sardı, hep yanlışlıklar içinde kalakalmış ve
rüyalarımızdan bile utanır olmuştuk.
* * *
Şimdi, sararmış, kuruyup dökülmüş,
evimizden kasaba meydanına yürüdüğümüz
yüzyıllık patikanın taşlaşmış çamurlu yüzü
üzerinde yapışıp çürümüş ardıç yapraklarının
kaygan, kırılgan halini hatırlıyorum da
doksan yedi yıl ecele direnen Eleni nine de
hatıralarımın arasından, o yaşına rağmen,
gülme, küçük bir kız çocuğu heyecanı içerisinde
sekerek gelip bana arkadaş oluyor, her
Hazan, yaprak düşümünde...
Annesi, babası ve iki ağabeyi, kış ayazında,
derin uykuda, sabaha karşı evlerinde
çıkan yangında, dillendirmeyelim, ah çok
yazık, Eleni daha beş altı yaşlarındayken o
gece teyzesinde uyumuş, kalmış da bu faciadan
kurtulmuş. Fakat kader kime nasıl muamele
edecek, nereden seçiyor, hükmü tecelli
ediyor bilinmez, mübadele yılında serpilmiş,
gelinlik çağındayken, akrabaları, teyze, dayı,
hala, her kimlerse, sahip çıkıp Eleni’yi yanlarına
almak istemediklerinde, bunu haber
alan Osman, Türk-Rum karışık yaşayan kasabamızda,
hani nicedir gönlünü eğmiş, aklını
yatırmışken; “Evlen benimle. Mutluluk
vaat ediyorum.” deyiverince, ah Eleni, dinini
değiştirdi mi merak etme, değiştirmedi,
Osman’a “Evet” deyiverdi ya! İşte buna artık
türküler yak, şiir söyle...
Kaygan, kırılgan ardıç yaprakları ile
benzi sararmış patika, dar, çaltılar sıyırır
gelip geçeni... Eleni’yi aklıma saplar her bir
diken, çizik, ısırık, kan, pıhtı...
Ah, nasıl bir sahnedir dünya?
Kalabalık olsa bir dert, kimsesiz olsa
mahzun...
Bir sis perdesi, açsan, herkes repliğini
şaşırmış, başkasının rolünü oynuyor artistler,
süzülüp sızan akşam güneşinde.
“Bütün duyguları süpür çöpçü başı, zaten
hepsi eskimiş, küf kokusunda sarhoş olmuş
börtü böcek!”
Taze kazılmış mezar kokuyor yer küre,
gözü olmayan yer altı sürüngenleri çılgınca
dans ediyorlar sıraların arasında. Kırık camlardan
girmiş kuşlar dönüş yırtığını bulamadan
çarpıp düşüyorlar sağa sola, ışığı özgürlük
zannedip her denemelerinde pencereye
doğru. Ölü kuşların gözlerini yiyor örümcekler.
Koltukları da kalkıp yürüyecekler
zannedersin kapı aralık olsa... Kurşuni, ağır
kadife perde, üzerine sinmiş binlerce sözün
ağırlığını taşımaktan yorgun, pirinç halkalara
yalvarıyor acıklı bir tirat: “Bırak dökülüp
düşeyim, uzanayım sahneye, perde kapandı
desinler...”
* * *
Bir çift turnaya benzerdi gözlerin… Ne
güzel şiir…
Aldın gittin neyim varsa. Göç eden kuşların
gözlerinde kaldı bütün hevesim. Bütün
yalnızlık şarkıları benim olsun ve mutluluğa
dair her söz de senin… Bir polka bütün yaşadıklarımız.
Dünya sahnesi üzerinde dönüp
duruyoruz. Yalnız başımıza olması mümkün
mü?
Yalnızlığı yaşamanı isterdim. Bir kitaptan
okunaklı olmuyor, bir filmden seyirlik
değil. Bu da sana duam olsun, yalnızlık yoldaşın,
ömrün uzun...
Karşılaşmayalım bir daha asla ve yalnızlığını
anlayabilecek kadar yalnız biri çıkmasın
karşına...
Yalnızlığı yaşamanı isterdim. Bir romandan
daha dokunaklı oluyor bir hayattan
sıyrılıp çıkmak. Yalnızlık gözyaşın olsun ve
dudakların çatlak.
Bir kedin olsun sadece, bir göz oda ve
bir de kömür sobası. Nadiren konsun kuşlar
pencerene ve kırk mumluk bir lambanın
altında oku bütün yalnızlık şiirlerini. İki
bardak çay koy, biri soğusun diğerini seyrederken
sen, dalgın dalgın ve bazen kalk karşındaki
sandalyeye değiştir yerini yalnızlığını
paylaşmak için. Elini kaldırdığın yere koy
elini birine dokunuyormuş gibi...
Yalnızlığı yaşamanı isterdim. Yazdıklarımdan
anlamaklı değil...
* * *
Mübadele yılları demiştim ya, ‘20li yıllar,
Çanakkale’den yeni çıkmışsın, düşman
geçememiş fakat geçemez dediğin heyûlâ
gemiler çok geçmeden gelmiş de demirlemiş
Boğaziçi’ne… Derken Samsun’dan parlamaya
çalışan küçük bir ateş, zamanla bütün
Anadolu’yu sarmış da közlerinden bir millet
doğacakken, Osman’ı da çağırdılar… Yahut
belki de kimse tam olarak bilmiyor, vatan
savunması bu, aşk dinlemez, Eleni, karnı
burnunda, çoluk çocuk görmez olur insanın
gözü, zannımca Osman kendi yazılmıştır
askere. Ayrı düştüler bir vakit, fakat Dîvân-ı
Kebîr’de yazıldığı üzere, “Sevgide çekilen cefada
binlerce vefa var.” Osman vuruştu, Eleni
bekledi, “Bugün posta günü, canım sıkılır.”
haber almak ne mümkün?! Yine de gamlı bir
vakitte Eleni nine, o demler henüz taze gelin
sayılır, iki üç satır yazdı, verdi postaya:
“Osman’ım, evimin direği,
Kirpiğinin teli ile diksinler ömrümün kaderini.
Gözbebeğin mihrabım olmuş...
Bir bak hele, dön gel artık...
8
Irak neresi? Dönüp gelemiyorsa sevdiğin,
komşu evin kapısı bile nice uzaktır bilir misin?”
Osman döndü, eyvallah, yeni bir ülke,
eskimeyen vatan, kavuştular işte öylece, çekilen
dertler unutuldu. Unutmak iyidir!
“Beni candan usandırdı, cefâdan yâr
usanmaz mı? Felekler yandı âhımdan murâdım
şem’i yanmaz mı?”
Muratlarına erdiler, mutluluk mumu
yandı hanelerinde, masal gibi. Sabır ile yendiler
her zorluğu… Uzun ömür yaşadılar gönül
gönüle…
Ben de yetiştim gördüm, Eleni, nine demeye
kıyamazsın…
* * *
Bunca yıldan sonra, hafız çelebi, yaralarından
dem vuran şarkıyı dillendirmiş ve
herkes susmuşken ben de sustum, dinledim
şarkıyı, yüreğim yandı bir dem. Seni düşündüm.
Yaralarım kanadı, iyileşmiş zannediyordum
oysaki. İyileşir, iyileşir. Unutulur her
şey. Unutmak iyidir!
“Sen ki tırnağının uzadığı günlerde kediyi
daha güzel severdin. Boynundan karnına
ne de gıdıklanır, nasıl da tırmalardı minik
ellerini? Birlikte mırıldandığınız zamanlarda
sen kediden daha sıcak ve yumuşaktın ve
daha yırtıcıydı şehvetin, gecenin içinden çıkıp
gelirken gündüzün nazlı prensesini kara
pelerin içine hapsetmiş, vahşi...’
Beni sevmedin. Sevemedin…
Kalktım, ağırca, selamlaştık bitişik masa
ile ve usulca yürüdüm kapıya. Daha çıkmamıştım
ki o hüzünlü hava dağılmış, engin
repertuarından, gönül dünyamızın pek sevilen
neşeli şarkılarından birini hep birlikte
çalıp söylemeye başlamışlardı bile… Kapının
yanı başına yerleşmiş boy aynasında süzdüm
kendimi, hâlâ üzerimde kalan acıklı hatıraların
sisi çökmüş gözlerime baktım, dudağım
kıpırdadı hafifçe, bir şeyler fısıldayacak gibi
oldum: “İnsan elbette aynadan yansıyan haline
gülümser...” diyerek yürüdüm…
Yağmur yağacak bu gece. Serinliğin
yüzüme vurduğu tertemiz bir koku… Kasabamız
da değişmişti elbette yıllar içinde,
yeni hevesler, huzur arayışı ile gelip yerleşen
şehirliler, beraberlerinde getirdikleri yeni
hayatlar… Fakat hâlâ aynı yağmur. Aynı ardıç
ağaçları… Her Hazan ile dökülen aynı
yapraklar, yağan yağmurların ardından yine
çürümüş, kaygan, kırılgan… Benzi sararmış
dar ara sokaklar, loş…
Ne var ki şimdi evler daha aydınlık.
Daha kalabalık küçük caddeler. Alanlar, satanlar,
gençler itişiyor, serseri gönüller, Yazdan
artan son günleri neşe içinde yaşıyorlar,
yaşlılar kol kola, gülerek bakıyorlar, sevecen,
samimi.
Benim yaşadığım güzel günler de oldu
elbette bunca ömrümün içinde. İnsanların
bu eğlenceli halleri beni de tutup sürüklüyor
keyifli zamanlara. Mutlu uyanışlarımı
hatırlıyorum, dünya sanki büsbütün bir günebakan
tarlası, güneşe döndürüyor yüzünü,
ışığı takip ederek her biri, ben de seviniyorum
gün yükseldikçe, böyle mutluluk kokan
sabahlarda… “Hayat hep keder değil ki Eleni
sana bunu göstermedi mi, doksan yedi yıl yaş
yaşadı, komşu evde.”
Buna inanıyorum, güveniyorum…
Yağacak bu gece demiştim, işte damla
damla iniyor, bereket, başladı Sonbahar yağmuru.
İçimdeki sevinci anlatabilmek için yaprak
dökümü mevsimini beklerim her zaman,
sokaklara hüzün dökülmüşken, ayrılık yağıyorken
kaldırımlara, ceketimin yakası açık
yağmurun altında koşarım, sırılsıklam sırtım,
ensem buz, gönlüm şen, ılıman… Kaldırıma
yapışıp kalmış ölüleri topuklarım ile
kazırım, yaprakları düşerken görürsen beni
hatırlamanı istediğim şarkıyı mırıldanırken
seni söker atarım içimden...
Ah, işte şimdi yalnızım! Şarkılar yok, el
ele tutuşmalar eksik olsun, gözlerim özgür,
kalbim kör.
Görmediğim bir mutluluğu hissetmenin
huzuru ile dolu benliğim, tadını bilmediğim
bir kâse şerbetin lezzetine doymuş...
* * *
Böylece yaşayıp tamamladım bir günü
daha. Yaralı gönüllerin şarkılarını bitirince
şen şakrak oluveren hallerini gördüm yine
bu gece, insanlar da, diğerleri, hep, benim
gibi besbelli. Birilerinin acısına ortak olayım
ben de derken bir diğeri çekip alıveriyor seni
ümitli bir vakte.
Eleni, gülümseyen gözlerinin içine dolan
hasreti saklamaya çalışmazdı, ninem,
hiçbir zaman. Islak bir gülüşü, titreyen bir
kalbi, geleceğe uzanan elleri ile yaşadı. Havf
ve reca…
Endişelerimizden sıyrılmış, hayallerimize
kavuşmaktan ümit kesmemiş olmayı
öğrendik, bütün kasaba, onu gördükçe. Dinince
dinlensin yattığı yerde. Zifiri karanlık
gecelerin sabaha erdiği saatlerde yağan yağmurlar
ile şenlenip hayat bulsun kabrini süsleyen
çiçekler, Eleni nine…
Uygar Kaplan
SANAT ESERİ
Bir şairin elleriyle yaz dünyayı
Daktilonun tuşlarına basar gibi
İnce ve narin
Şiddete karşı bir şairin
Uçup gitsin üzerimizden
Karanlığın lekesi
Aydınlık nehirlerde yıkansın
Bütün düşünceler
Örülsün yıldızlarla birlikte
Özgürlüğe boyansın kadınlarımız
Ve acılarına kafiyeli olsun acılarımız
Bir şiirin mısralarında bul dünyayı
Derinliklerinde
Şiddetten arınmış
Yemyeşil bir yeryüzü
Mavi gökyüzünü sarmış
Çocukların bitmek bilmeyen gülüşü
Buket buket oyunlar
Serilmiş ayaklarının altına
Ve pamuklara sarılıp sarmalanmış
Bir şiirin mısralarında
Bembeyaz açılır yeni bir dünya
Açılır bir düş misali
Yaşamak bir şairin elinden
Bir sanat eserini
9
DÜŞ ÇINARININ GÖLGESİNDE
-Beylerbeyi Günlükleri–
Nurettin Durman
25 Mayıs 2015, Pazartesi, 23.57
Günün hareketi bir Üsküdar dolaşması oldu. Yedi İklim dergisine
14. 30 civarında vardığımda Şeref Akbaba bir sandalyeye
oturmuş, karşısındaki kameraya bakıyor. Diyanet TV için Ramazan
programı çekimi var. Daha önceden Mustafa Toprak ile görüştüğümüzde
istişare ederek oruç hakkında, Ramazan hakkında bir söyleşi
demişti. Bugün için kararlaştırıldı ve Yedi İklim dergisinde buluştuk.
Oraya vardığımda Ali Haydar Bey köşesine çekilmiş. Demek ki onun
çekimi bitmiş. Şeref Hoca güzel ve anlamlı bir konuşma yaptı, öğretmen
vasfı da olunca rahat konuşuyor, bizim gibi değil haliyle. Onun
çekimi bitince sıra bana geldi. Mustafa’ya yahu ben iyi konuşamam,
benim bir yazım var onu okuyayım o olmazsa bir Naat okuyayım
dedimse de olmadı. Sanki ben diğer arkadaşlar gibi düzgün ve ritimli
konuşabiliyormuşum gibi sevgili Mustafa Toprak soruyu sormaya
başladı…
alıp toplantının olduğu otele gittik. Saat 14.00’te başlaması gereken
program devletlilerin gecikmesi ile geç başlamış oldu. Çevre Bakanı
İdris Güllüce, Ümraniye Kaymakamı, Ümraniye Belediye Başkanı
Hasan Can, Ak Parti Ümraniye İlçe Başkanı, protokol konuşmaları
derken zaten geç başlayan program uzamış oldu. Üç dalda jüri üyelerinden
hazır bulunanlar oturup öylece konuşmaları dinledik. Ödül
beratlarını, bakan, kaymakam, belediye başkanı, ilçe başkanı, yani siyasiler
bir coşku içinde yarışmacılara verdiler. Bir de mansiyon alanlar
sahneye davet edilince iş uzayacak, benim de 17.00 sıralarında
Üsküdar’da olmam lazım. Cahit Bey’e dedim ki ben gidiyorum, Üsküdar’da
olmam lazım. Nurullah Genç daha program başlamadan işi
var diye gitmişti. Cahit Bey’e ve gene şiir jüri üyesi Prof. Dr. Mustafa
Uzun Bey’e, Allah’a ısmarladık diyerek salonu terk ettim.
İki minibüs ile Adem Turan ile buluşma yerine geldim. Ümraniye
çıkışında mezarlık durağında buluşup Üsküdar’a indik arabasıyla.
İskelenin oralarda Şakir Kurtulmuşu alıp Kadıköy İmam Hatip
Lisesinin yolunu tuttuk. Saat on altıda şiir akşamı düzenlemişler.
Bir sahne kurmuşlar okulun bahçe tarafındaki giriş kapısının önüne.
Teşkilat tamam. Dinleyiciler yerlerini almışlar. Tabii çoğunluğu
lise öğrencisi oluyor. Kadıköy Kaymakamı gelmiş, İlçe Milli Eğitim
Müdürü ve yardımcısı teşrif buyurmuşlar. Velilerin de geldiğini söylediler.
İlk defa böyle bir şiir etkinliği düzenliyorlar. Zaten okul da
yeni yapılmış ve açılmış. 2013 yazıyor. Yatılı öğrencileri var. Güzel
bir bina yapmışlar.
Eski ramazanlar, köydeki bir bayram sabahı komşuların akrabaların
damda toplu olarak yaptığımız bir bayram yemeği anımı anlattım.
Biz çocukların keyfini da kattım olayın içine harika bir şekilde o
günkü çocukluğuma döndüm. Sonrası yetişkin hayatımda şair dostlarla
Beylerbeyindeki arkadaşlarla, dostlarla olan iftar muhabbeti falan
sanıyorum bir beş dakikayı bulabildim ancak…
Ahmet Haksal bilgisayarın başına oturmuş oradan bize laf atıyor.
Bir de çay ikramı oldu simit eşliğinde… Mustafa Toprak benim
Öksüz Çocuklar Galerisi kitabımı pek sevmiş. Bir hayli eski tarihte
kitabı almış ve bugün için de yanına almış imzalatmak için… İmzaladım
tabii bu genç yetenekli delikanlı için kitabımı. Hayırlı bir ömür
dileğiyle olsun. İnsanların gönülleri şad olsun istiyorum. O da bana
ve diğer dostlara çıkardığı deneme kitabını imzalayıp takdim ediyor.
“Bırakın Yürüsün Serçeler” deneme kitabının ismi oluyor…
Memnun oluyoruz tabii. Yazmak ve yayınlamak çok önemli oluyor
hayatımızda…
26 Mayıs 2015, Salı, 23.16
Ümraniye Belediyesi 11. Şiir, Hikâye ve Resim yarışmasında dereceye
girenlere bir otelde ödül töreni yaptı. Bir araçla beni, rasathanede
Hüsrev Subaşı ve Ata İkide ikamet eden Cahit Koytak Beyleri
Sırasıyla ben, Şakir Kurtulmuş, Adem Turan, Şeref Akbaba, Akbaba
bu okulun öğretmeni aynı zamanda, Nurullah Genç ve son olarak
Recep Garip şiirlerimizi okuduk. İyi karşılandı, alkışlarını esirgemediler
öğrenciler ve diğer dinleyiciler. Öğretmenler ile çay içtik
sohbet ettik, yemek ikram ettiler, akşam namazını eda edip müsaade
istedik. İki genç ile sohbet ettik. Şiire, edebiyata eğilimi, merakı olan
iki genç…
Bunlar güzel şeyler tabii. Bir de bahçedeki ağaçlar büyürse harika
bir yer olacak bu mekânlar. Bir de iyi öğretmenler ile iyi bir eğitim
verilirse bu genç beyinlere çok güzel olacak. Öğretmen Ahmet
Demirel ile Veysel Akdoğan Hocalarda bu eğitim kurumunda görev
yapıyorlar…
10
27 Mayıs 2015, Çarşamba, 23.26
Biraz keyifsizim bu sabah. Sabah namazından sonra dışarıya
şöyle bir göz attım. Sabahın huzuru, sadeliği, kendine güveni yok mu
işte bu diyorum. Bir tazelik, bir rahatlık var havada, ağaçların yapraklarında
bile bir sakinlik hali var. Bir yere gidip geldikten sonra,
bir etkinlikten sonra bir ruhi yorgunluk çöküyor üstüme. Gece de
öyle olunca rahat uyumak da mümkün olmuyor. Ağır rüyalar dahi
yoruyor: yataktan adeta yorulmuş olarak kalkıyorum sabahları.
Bu sabahın vaziyeti böyle işte… 11.30 civarında Sakarya’dan bir
genç aradı, cevap vermedim. Uyumak istiyorum. Öğleden sonra saat
ikide cevap verdim. İstanbul’a gelecekmiş görüşmek istiyormuş. Saat
15.00’te yola çıkacağım diyor. Üsküdar’da buluşacağız. Saat on altıda
Üsküdar’dayım. Hiç keyfim yok ama gene de yola çıkıyorum. Yorgunluk
var üzerimde. Musa Demirtaş kardeşin bulunduğu FİKSAD
– Fikir Kültür ve Sanat Derneğine gidiyorum. Delikanlı gelince buluşmamız
rahat olsun diye. Üç tanede kitap aldım yanıma imzalayıp
vereyim diye. Musa ile sohbet ediyoruz. Çay ikram ediyor…
Saat 18.30’a kadar bekliyorum. Bu huyumu bırakamadım gitti.
Baktım ki vakit geçiyor, hava da puslu. Bir ara yağmur yağmış biz
içerde otururken. Telefon açtım delikanlı gelmiş ama daha Üsküdar’a
gelecekmiş. Başka yere uğramış, çantasını bırakmış. “Vakit geç oldu,
yağmur da var başka zaman görüşelim nasip olursa.” diyerek anlaşmış
olduk telefonda. Kitapları da Musa kardeşin yerine bıraktım,
delikanlıya Uncular Sokağının adını ve Musa kardeşin yerini tarif
ettim.
Üsküdar bu saatte çok tuhaf bir hal almış. Duraklarda kuyruklar
oluşmuş, otobüsler yok, trafik tıkanmış, insanlar yola çıkmış kaldırım
boyu Kuzguncuk’a doğru yürüyor. Ben de katıldım kervana,
bakalım nereye kadar yürüyebilirim diye. Fethi Paşa durağına kadar
ancak yürüyebildim. Bir de acıkmışım. Otobüse bineyim bari dedim.
Beylerbeyine kadar ağır aksak bir saate yakın bir zamanda varabildi
otobüsümüz.
Köprüye çıkan araçlar yüzünden oluyor bu trafik.
Bu akşam Diriliş Ertuğrul dizisini seyredebildim…
28 Mayıs 2015, Perşembe, 23.29
Dostlukların azaldığı günlerin içindeyiz maalesef. Hatır, gönül,
hasret ne bileyim daha içsel meseleler biraz rağbet görmüyor. Ne
yapacağız peki? Tekrardan, yeniden, yeni baştan başlayacağız o güzelim
hasletleri oluşturmaya. Tarihte zaman zaman böyle çözülmeler
olmuş, ahlak zayıflamış, edep terbiye almış başını gitmiş, hassas,
duygulu insanlar öyle kalakalmışlar. Örnekleri yaşıyor insan gördükçe…
Terbiye ile ahlak ile ilgili iki örnek yaşadım eve gelirken bizim
alt sokakta. Birincisi: üç kişi, çocuk denilen yaşta veya taze çocukluktan
gençliğe adım atmış üç kişi geliyor karşıdan. İçlerinde en kısa
boylu olanı, ortalarında yürüyeni, bitirim pozlar içinde, tuhaf sesler
çıkarıyor yanımdan geçerken. Ağzıyla hareketler yapıp, uzunca bağırtı
gibi sesler çıkararak geçiyor yanımdan yüzüme söylermişçesine.
İkincisi: Beş altı adım atıyorum karşıma bir delikanlı çıkıyor, yana
çekiliyor saygıyla, selam veriyor. Ben de tebessüm ederek selamını
alıyorum. Yani böylesi durumlarla çok yerde karşılaşmak artık günlük
hadiselerden sayılıyor…
Saat on altıda evden çıktım. Üsküdar’dan Eminönü, oradan
tramvayla Sultanahmet. İkindi ezanına az kalmış, Firuzağa Camiinde
ikindi namazı kılıyorum cemaatle. Sonra Yazarlar Birliğine gidiyorum.
Şakir Kurtulmuş ile buluşuyoruz, Mahmut Bıyıklı ile oturuyorlar.
Mahmut Yazarlar Birliğinde bir dönem başkanlık yaptı, şimdi
de yönetiminde bulunuyor. Şakir Koordinatör olarak göreve başlamış.
Yeni olmuş bu görev. Eskaderin Timaş Kitap Kafede perşembe
günleri yaptıkları sohbetin konuşmacısı Şakir Kurtulmuş oluyor bugün.
Beraber gidiyoruz. Saat on sekizde program var.
Şair Cengizhan Orakçı açıyor sohbeti. Şiire Giden Yolda ismi
çerçevesinde bir sohbet olacak. Şairin biyografisini okuyor, diğer bazı
bilgilerden sonra şairin şiire başlama serüvenini öğrenmek istediğimizi
söylüyor. Şairin okul hayatı, okuma eylemi, şiire olan ilgisi, şiiri
tanıması, lisedeyken şair Mustafa Özçelik ile tanışması, Özçelik’in
ona Sezai Karakoç’un bir kitabını vermesi, öylece kitaba, okumaya,
şiire yönelmesi hadisesini bir güzel anlatıyor. Şakir Kurtulmuş. Sonrasında
dergilerle ilişkilerini, ilk şiirinin yayınlanışını, Yeni devir gazetesi
yıllarını, gazetede yayınlanan Mavera Dergisi hakkındaki ilk
yazısını ve tabii ki Mavera dergisini muhabbet tadında anlatıverdi
sağ olsun. Bir şiirini okudu sonunda…
Şerif Aydemir, Bestami Yazgan, Mehmet Nuri Yardım, İlyas
Dirin, Bekir Tuncer Salihoğlu ile bir gurup dinleyici bu anlamlı ve
güzel sohbetin dinleyicileri olduk. Vilayetin oradan Marmara’yla Üsküdar’a
vardım akşamın serinliğinde… Yedi İklim dergisinden kimsenin
olmaması epey üzmüş olmalı ki ayrılırken görüyor musun Yedi
İklimden kimse yoktu diye üzüntüsünü belirtmiş oldu…
Bekir Tuncer “Çakı Çakmak Ayna Tarak ile Bizim Kral” adlı
hikâye kitaplarını hediye etti. Timaş’tan yeni çıkan “Dedem Mehmet
Akif ” kitabını on bir lira vererek aldım…
29 Mayıs 2015, Cuma, 23.24
Hareketli bir sabah oldu bugün. Gece hanımın tansiyonu gene
18’e çıkmış. Oğlumuz Yasin tansiyonunu ölçmüş annesinin. Dilaltı,
tansiyon ilacı derken sabahı bulmuşlar. Beni dokuz civarında uyandırdı
eşim. Durum iyi değil. Baş ağrısı, boyun damarının ağrıması,
kulaklarının tıkanması... Vaziyet iyi görünmeyince Numune Hastanesinin
acilinde bulduk kendimizi. Hayret bir şey olmuş tansiyonu
13 – 7 ye düşmüş, bu harika bir şey tabii bence. Epey bir bekledik.
Sabahleyin hemen Bakırköy’de ikamet eden Gülay kızımızı da çağırmış
annesi. O yanında olunca kendini daha rahat hissediyormuş…
Kızımız da geldi hastaneye…
Acilde bir adet iğne yaptılar. EKG çekildi. Onları bir saat sonra
gördü doktor hanım. Bu defa kan tahlili istedi. Bir saat sürdü sonucu
almak. Cuma vakti yaklaşınca hastanenin girişine bir çadır kurmuşlar
orada namaz kılınacak. İçeri girdim. Hastanenin alt tarafında bir
camii vardı onu yıkmışlar yeniden yapılacak. Yanında derin kazılmış
geniş bir alana da oto park yapıyorlar. Epeydir sürüyor çalışmalar.
Bir hayli işi var anlaşılan…
Saat on dört civarında tekrar doktorun yanındayız. Kan sonuçları
da iyi çıkıyor. Yapılan iğnenin faydası olmuş. Kulakları dışında
vaziyet iyi görünüyor. Doktorun önerisi tansiyonunuzu bir hafta düzenli
olarak ölçün ve yazın ona göre bir dâhiliyeciye gidin. Yani bildiğimiz
iş. Yıllardır zaten uğraşıyoruz. Teşekkür ediyorum. Genç ama
iyi bir doktor… İlgisi, hastaya yaklaşımı, önerileri; tuttum doğrusu…
11
Bu defa bir taksiyle Üsküdar’a varıyoruz. Mihrimah Tıp Merkezinde
KBB önünde sıra bekliyoruz. Yaşlı bir doktor gelmiş. Yeni
görüyorum. Burası da uğrak yerimiz oluyor. Diş, göz, dâhiliye falan
derken epey bir uğramış oluyoruz. Bana özellikle iyilikleri var. Tekmil
dişlerimi yaptılar, para almadılar sağ olsunlar. Dr. Ahmet Özdemir
Beyin bana çok iyilikleri var doğrusu. Hep parasız olmaz bu
gidişlerde ücreti ödemek lazım. Kulaklarını temizliyor doktor. Kulaklarını
yıkayınca rahatlıyor Ayşe Hanım. Beni duyuyor musun diye
takılıyorum. Kızımızı gönderiyoruz evine, biz de gene bir taksi ile
Beylerbeyine evimize geliyoruz. Kadıncağız rahatlıyor, şükrediyor.
Evimiz de rahatlıyor haliyle. Bu tansiyona bir çare bulmamız gerekiyor.
Sık sık 18-19’a çıkması iyi olmuyor…
İkindi vakti Şakir Kurtulmuş ile Mihrimah Sultan Camiinde
buluşup namaz sonrasında Yedi İklim dergisine gidiyoruz. Giderken
bizim Mustafa Yıldırımın açtığı Abbara çay bahçesine uğradık.
Mekânda siyah güzel bir kedi ve yavruları var. Bunlar İlyas Aslanın
kedileri. Evinde bakıyormuş, buraya getirmiş kedilerini. Masalara
çıkıyor kedicikler, paçalarına tırmanıyorlar oturanların. Bir kızcağız
baktı ki olmuyor kalkıp gitti. Sahi buraya hep kedi severler gelseler
ne hoş olur değişik bir atmosfer çıkar ortaya. Çaylarımızı içip kalktık.
Yedi İklim’in yerine vardığımızda Ali Haydar Haksal, Esra Haksal,
Ahmet Haksal, Osman Bayraktar, Serdar Kacır, Ömer Hatunoğlu
ile gençler vardı. Sonradan Ahmet Demirel, Veysel Akdoğan, Prof.
Dr. Hüner Şencan, Recep Yumuk Beyler de gelip toplantıya varlıklarıyla
güzellikler kattılar. Hanım kızlar da gelmişler. “hür tefekkürün
gecekondusu” üst başlıklı “Eyvallah – edebiyat, fikriyat ve medeniyet
fanzini” adlı dergilerinin Mayıs ve Haziran sayılarını da takdim ettiler
bizlere. Mayıs sayısında Hasan Aycın var, Haziran sayısında ise
-Doğunun Şairleri- özel sayı yapmışlar. Sezai Karakoç, Nizar Kabbani,
Nuri Pakdil, Muhammed İkbal ve Cahit Zarifoğlu hakkında tanıtıcı
bilgiler sunmuşlar dört sayfalık fanzinlerinde… Çay eşliğinde
su böreği, kurabiye, simit ikram edildi. Ayrıca Kayısı ve Kiraz vardı
masada. Sonradan ise Recep Yumuk Bey kıştan beri yaptığı gibi bir
poşet Muz ile gelip bir tat sundu muhabbet sofrasına… Güzel faydalı
konuşmalar yapıldı... Ben biraz erken ayrıldım bu akşam…
30 Mayıs 2015, Cumartesi, 23.56
Günler nasıl da çabuk geçiyor. Manzarayı örten ağaçların yaprakları
o kadar taze ve o kadar güzel bir şekilde büyüdüler ki bir
baktık önümüzü kapamışlar. Karşıdan köprüye veya Kadıköy’e, Üsküdar’a
giden gelen araçları göremiyoruz artık. Manzara tümüyle
kapatıyor kendini böylece. Pencereden bakınca okulun bahçesini ve
ağaçların o kendine has diri duruşlarını seyrediyorum. Bu güzellik
diyorum ve rahatlıyorum. Kenarlardan ise yukarı doğru yeşil bir alan
ve tabii ki yamaç görünüyor. Çok ufak bir açı olarak da ancak köprüdeki
Metrobüs durağına yanaşan Metrobüsleri görüyorum. O da çok
kısa bir mesafede görünüyorlar. Sağ taraftan ise köprünün ışıkları
görünüyor biraz. Yazın diriliş macerası böylece tekâmül ediyor. Ne
ala, demek ki hayat devam ediyor…
Bu akşam her ayın son cumartesi yaptığımız sohbet toplantısına
gitmedim. Her ay Hasan Tekdemir ile gidiyoruz. Bugün misafiri olduğunu
gelemeyeceğini erkenden bildirince ben de üzerimdeki durgunluğu
bahane edip bu ay bir tembellik yapıp gitmeyeyim dedim.
Nedense bir isteksizlik oldu bugün. Yoksa başka arkadaşlar da gelip
alabilir beni. Nitekim 21: 30 sıralarında sevgili, dostumuz Şerif Ortatepe
aradı, gelip alayım dedi ama keyfim yok, dostlara selam gönderdim
ancak. Bana da biraz tuhaf geldi bu akşamki isteksizliğim.
Hâlbuki her ay bir muhabbet oluyor dostlar arasında. Bir iki defadır
da bir eski kadim şairimizden bir şiir bir de kendi şiirimi okuyorum
ve o akşamki sohbet için bir ayet seçiyorum Hüseyin Şahin Hocamız
bize tefsir etsin diye…
Bu akşam bu cumartesi böyle oldu…
31 Mayıs 2015, Pazar, 23.41
Bütün gün evden çıkmadım. Sardunyanın saksısını değiştim.
Çiçeklere su verdim. Bu yıl aldığımız hanımeli çiçek açtı. Yasemin
uzamaya devam ediyor. Karanfil kurumuştu yerine bir küçük saksıda
küçük açan bir karanfil aldım. Nedense kendim fidandan yetiştirmediğim
çiçekler ya bozuluyor ya da kuruyor bir müddet sonra.
Canlandırmaya uğraşıyorum. Bu kış bazı günler sert geçmiş epey çiçeğim
donmuştu. Yerlerine yeniler geldi tabii. Eksik olanlar var sevdiğim,
balkonumda olmasını istediğim çiçeklerden…
Kırmızı açan bir gül, bakara mesela, bir küpe çiçeği, bir zamanlar
İtalyan küpesi bir çiçeğim vardı. Büyükçe açan bir karanfil şu an
aklıma gelenler… Camgüzeli de yok epeydir çiçeklerimin arasında…
Mayıs ayı da geldi geçti böylece.
Hayat devam ediyor…
1 Haziran 2015, Pazartesi, 23.36
Bazı işleri bitirmek lazım… Oruç günleri geliyor. Bu akşam Berat
Kandili... Dostlar mesaj ile kutladılar. Bazı dostlar telefonla arayıp
güzelim muhabbetli seslerini de duyurmuş oldular. Mesajdan ziyade
telefon etmek daha doğru bir davranış olur diye düşünüyorum… Bu
vesileyle bu bağış ile milletin esenliği, sağlığı, huzuru olsun inşallah.
Güzel yurdum kandan, kırımdan, felaketlerden uzak olsun inşallah…
Siyasi çekişmeler hiç de iyi görüntü vermiyor. Bu seçim bitse
de ortamın rengi değişse, mutedil, sakin düşünceli günler gelse diyorum.
Memleketin meselelerini sakin kafayla düşünsek, çareler arasak
olmaz mı? Olur, ama nasıl diyesi de geliyor insanın…
Sabahleyin Karabatak Dergisi ile Külliye dergisine birer şiir yolladım.
İki ayda bir çıkan dergiler bunlar. Aklımdan çıksın diye Ramazan
gelmeden. Külliye bir de bir fotoğraf ve şiir görüşüm hakkında
uzun olmayan bir yazı istemişti. Pazar günü tembelliğimde ancak
onu yapabildim, daha önce yazdığım yazılardan iki paragraf toparlayıp
gönderdim. Şiir de istemişler bari onu da bugün ulaştırayım da
rahatlamış olayım diyerek bir şiir seçip gönderdim… Külliye dergisi
gönderdiklerimi aldığını bildirmiş…
Oğlum Yasin ile Küplüce’ye gidip Nalbur Ali Abiden plastik iç
duvar boyası aldık. Tavan için de aldık. Rulo ve fırçalar diğer lazım
olan ufak tefek malzemeler. Evimizi boyayacağız ikimiz. Bakalım başaracak
mıyız bu haziran günlerinde. Hem de ramazana yakın günlerde.
Evin kirasını artırma ayı geldi. Telefon açtım Emin Beye. Kendisine
ulaşamadım, hanımı Hacı Hanımla görüştüm. Bu sene benim
artırmamı istiyor ısrarla. Kendisi artırıyordu ben de tamam diyordum.
Fazla da artırmıyordu. Resmi rakamlara göre, galiba TÜFE’ye
göre idi. Bu sene az bulmuş olacak diye geçti içimden. Çocuklarla
istişare edip yüzde on artırma kararı aldık. Aradım gene yoktu Hacı
Emin Bey. Akşam namazı için camiye gitmiş. Hacı Hanıma ilettim
durumu. Yüzde on artıralım ne dersiniz dedim. Hacı Hanım ne kadar
ediyor dedi. Sesim de pek oradan anlaşılmıyormuş. Kendileri
Ankara’da ikamet ediyorlar. 670- 70 daha 740 ediyor dediğimde biraz
az oluyor diye cevapladı. Siz ne diyorsunuz dedim. 750 olsun cevabını
alınca tamam dedim. O az anlaşılır telefon konuşmalarında evet,
kabul dedim ama Hacı Beyden hala ses yok. Cevap gelmedi… Mübarek
gecedir, ibadet halindedir belki. Yarın olsun hayırlısı olsun…
2 Haziran 2015, Salı, 23.56
Ne yapmalı derken bugün için bir hayli iş yaptığımı sanıyorum.
Boya işini yarına bıraktık. Öğlen vakti Hasan Tekdemir ile Küplüce’de
Marangoz Ramazan arkadaşımızın evinin, iş yerinin, burasının
alt katı Ahmet Şahinlerin çanta imalat atölyesi oluyor. Ahmet’in ağabeyi
Hüseyin Hocamız burada bulunuyor. Üst tarafta Marangozhaneye
girişte de bir sohbet odası var ki burada yemek yiyorlar, sohbet
12
edip çay içiyorlar. Zaman zaman benim de uğradığım bir dost mekânı
oluyor burası…
Hasan ile bahçeye vardık. Dut ağaçları dallarını aşağılara kadar
sarkıtmışlar. Eh maşallahı var dutların. İri beyaz dutları yemek, o
lezzeti tatmak için dallarına uzanıyoruz. Bir hayli dut yedik ikimiz
böylece. Yerlere dökülmüşler var bir hayli. Yazık bunlara diyoruz.
Bereketli bir yıl olmuş dutlar için. Tabii oradaki çalışanlar da istifade
ediyorlar… Öğlen vakti olmuş haliyle bir de mantı yapmışlar, onu da
ikram ettiler sohbet odasında. İkişer de çay içip döndük evlerimize.
Bankaya uğradım. Kiramızın zamlı hali olarak 750 lira yatırdım
ev sahibinin hesabına. Rahatladım böylece. Bu iş de bu senelik böyle
devam edecek gelecek haziran ayına kadar…
Yedi İklimden Ahmet Haksal’ı aradım. Dergi çıkmış. Üsküdar’a
gidip üç adet dergi aldım. Ahmet Bey kendisi verdi dergileri. Yedi
İklim dergisinin bu sayısında kızım Gülçin’in bir hikâyesi var. Pazar’dan
biraz sebze aldım. Gelirken yolda bir tanıdık rastladı, şairim
görünmüyorsun, dedi, yalnız internette görebiliyoruz diye ekledi.
Gülüştük. Zamanı böyle gibi bir laf edeyim derken, siz şiire devam
edin, dedi. Selamlaşarak ayrıldık. Belediyeyi geçmişken poşetime bir
el uzandı, İlyas Arslan tebessümle baktı. Ayaküstü lafladık…
Kadın Gibi Kadın
Seçil Çolak
Devrik cümlelerimde bulacaksınız beni.
Hikâyemi ise milyonlarca kadında… Elif benim
ismim. Otuz bir yaşındayım. Edirneliyim,
Edirne’de yaşıyorum. Beş yıldır bilindik
bir gıda mağazasında çalıştıktan sonra mağaza
müdürü oldum. Ancak hikâyemin ne
ismimle ne yaşımla ne memleketimle ne de
işimle bir ilişiği var. Beni ve benim hikâyemi
bulacağınız milyonlarca kadının tek bir ortak
payı var o da kadın olmak, tek bir paydası
var o da hayat, tek bir böleni var o da
cinayet… Hikâyemde değişkenlerin önemi
yok. Kadınsan tutunamıyorsun yeryüzünde
ve evet cinayet… Ne denli duyarsızlaştık bu
cinayet, tecavüz haberlerini duymaya.
Kadın, “Ölmek istemiyorum!” dedi.
Küçük çocuk: “Lütfen ölme, anne!” diye
bağırdı.
Biz kadınlara efsunlu bir mucize gerekti
herhalde. Oysa dünyanın en büyük mucizesi
kadın değil miydi? Yoksa asıl soru, dünyanın
en büyük mucizesi kadın mı olmalıydı?
Hasta bir ruh nasıl fark edilirdi? Fark edilen
hasta ruh iyileşebilir miydi? Her şeyi yapabilen
kadın sağaltım da yapabilir miydi?
Zaten kadın dediğin her şeyi yapabilen demek,
değil miydi? Sahi kadın gibi esaslıca
söyleyecek olursak neydi tam olarak kadın?
Kadın güçtü, üretkenlikti, bereketti, estetikti,
duygu cömerti, irade zenginiydi. Kadın
vefaydı, fedakârlıktı, sabırdı. Kadın her şeyin
en güzeliydi. Kadın nezaketti, incelikti,
samimiyetti, ayrıntılı düşünebilme sanatının
bahşedildiğiydi. Kadın tutkuydu, beceriydi,
çalışkanlıktı, yaratıcılıktı. Diyorum ya işte
kadın, kadındı. Yüreğine sığdırabildikleriyle
güç, sığamadığı yüreklerde bile sabırdı. İşte,
sokakta hatta evde cesaretin beden bulmuş
haliydi kadın. En içten tebessümdü, insan
ruhunu kutsallığına inandırandı kadın.
Sahi ne oldu bu kadına?
Kadın zorla evlendirildi. Gidecek yeri
yoktu, okumasına bile izin verilmemişti.
Daha çocukken evlendirildi. Kadının tek sahip
olduğu ve tüm benliğini adadığı çocukları
vardı. Kadın öldürüldü.
Kadın fark edemedi, yalnızca sevdi. Kadın
sevilmeyi bekledi, kadın değişimi bekledi.
Kadın sabır gösterdi ve yine aynı kadın
öldürüldü.
Kadın bu kez fark etti ve geç değil, dedi.
Kadın yeni bir hayat için huzurlu ve sağlıklı
bir yaşam adına yoluna tek başına devam etmeye
karar verdi. Kadın öldürüldü.
Kadın ne yanlış bir seçim yaptı ne de
yanlış bir seçime zorlandı. Kadın o gün sadece
işten evine dönmek istedi ve her şeyden
habersiz hiç tanımadığı biri tarafından öldürüldü.
Kadın hep güzellikleri görmek istemişti.
Kadın fedakârlıkta hep cömert olmuştu. Kadın
hoşgörüyü ruhuna nakşetmişti. Bu yüzdendi
görmezden gelmesi, değişir sanması,
tekrardan denemesi, yeniden çabalaması...
Oysa kadın anlamıştı. Oldurmaya çalışmamalıydı,
değişim imkânsıza yakındı. Kötülüğe
ilk o an izin vermemeliydi. Kadın çaresiz
değildi, çarenin kendisiydi. Yaşarken ölmek
olmazdı. Ayıp; susmaktı, susturmaktı. Kadın
öldürüldü.
“Ölmek istemiyorum!” dedi kadın. Neden
dediklerinde, “Çünkü evlatlarım var.”
dedi. Neden dediklerinde, “Çünkü ailem
var.” dedi. Neden dediklerinde, “Çünkü bana
ihtiyaçları var.” dedi ve yine o kadın hiç düşünmedi
kendi hayatının öz değerini çünkü
yine aynı kadın hiç yaşamadı kendi hayatını
salt kendisi için. Kadın öldürüldü.
13
Şimdi artık benim milyonlarca kadınla
ortak olan hikâyemi dinlemek istiyorsun,
öyle değil mi? Cinayet silahını, kaç kez bıçaklandığımı
ya da kim bilir kaç kez vurulduğumu,
bunu kimin yaptığını, olayın nerede
olduğunu hatta kim bilir belki en çok
da olay günü üzerimde ne olduğunu bilmek
istiyorsundur. Eşim miydi bana bunu yapan
yoksa sevgilim mi yoksa hiç tanımadığım
biri mi yaptı bana bunu? Evli miydim, çocuğum
var mıydı, hangi üniversiteyi bitirmiştim,
nasıl görünüyordum, nasıl bir yaşamım
vardı, neler yapmayı severdim, kimdim ben?
Bu hayatta nelerle mücadele etmiştim? Sonu
cinayet olan bir hikâyede bunların önemi var
mıydı? Yoksa asıl soru dünyanın en temel
hakkı olan “Yaşama Hakkı” ile “Kişi Özgürlüğü
ve Güvenliği Hakkı” mı sorgulanmalıydı?
Ben merak ettiğin cinayet hikâyemi
anlatmayacağım. “Ölmek istemiyorum!” demek
için yazıyorum. Bu satırları yazabildiğime
göre hala cinayete kurban gitmemek için
bir şansım var diye yazıyorum. Kaderimin
milyonlarca kadınla ortak olmaması için küçük
bir umudum var diye yazıyorum. Kimse
milyonlarca kadını geri getiremez ama herkes
bu milyonlarca kadına bir yenisi daha
eklenmesin diye elini taşın altına koyabilir.
İşte bu yüzden yazıyorum ve sen işte bu yüzden
okumalısın, okutmalısın. İşte bu yüzden
daha çok olmalıyız. Ölmek istemediğimiz
için. Bir kadın olarak bilmek isteyenler için
son bir kaç kelamım daha olacak. “Kadın
sevgi ister, değer görmek ister. Sevdiği yürekte
güvende olmak ister. Sevgi can yakmaz,
sevgi huzursuz etmez, sevgi güven kırmaz,
sevgi aldatmaz, sevgi aşağılamaz, sevgi incitmez,
sevgi salt sever. Kadın salt sevgi ister.
Öldüren Övgü
Volkan DENLİ
Bestami Yazgan
NİNELERİN
KAFDAĞI’NA GÖÇÜ
-Bir zamanlar nineler,
Masallar anlatır,
Ninni söylermiş torunlarına,
Doğru mu anne?
-Evet yavrum,
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde...
-Şimdiyse masalları
Televizyon anlatıyor,
Televizyon benim
Ninem mi anne?
-Cinler cirit oynarken
Eski hamam içinde,
Bir sihirli kutunun
Kapağını açmışlar,
Büyülenen çocuklar
Karşısına geçmişler...
-Peki sonra!
-Bu olay üzerine
O güzelim nineler,
Masalları, ninnileri toplayıp
Kafdağı’na göçmüşler...
Kadın her şeydir ki bir kendi değil!
Dünyada çoğu toplumda kadına dair milyonlarca övgü sıralanıp
gider.
Peki, gerçekte böyle midir?
Kadın, romanlara konu, şiirlere ruh olurken nesneleşmedi mi? Romandaki bir ağaç
gibi, bir kuş gibi, bir dağ gibi düz tümleçleşmedi mi? Övgüler, söylemden öteye gidebildi
mi?
Kederimize ve sevincimize ortak olan, yaşamımızda her an yanımızda ender bir parçamız
olarak bulunan, ana olan, dost olan, eş olan, arkadaş… Kısaca her şeyimiz olandır
kadın. Yoksunlukların, bencilliklerin, öfkelerin, cehaletin oluşturduğu kötü kişiliğin hedefi
değildir kadın. Yazıp çizmek bir şeydir. Gerçek olan daha mühimdir. İdealar dünyasından
ziyade, gerçeğin dünyasında ne kadar bilinçli olunabilir? İnsan, tasavvuru çokça güzelleştirebilir
ama yanlış, gerçeği başka şekilde tasavvur etmekle düzelmez.
Kadın toplumda övülecek bir karakter olarak mı yaşar? Yoksa övgü haksızlıkların örtüsü
müdür?
Kaç kere yandı, kaç kere sürüldü, kaç kere ötelendi?..
Kâh gizliden kâh aleni…
İncindi, yaralandı, öldü kadın. Umursayıp, itiraz eden kumsalda kum tanesiydi.
Çoğu zaman en yakınıydı; kocası, eski kocası, babası, abisi, nişanlısıydı kadının ruhunu
kurutan.
Kaç erkek töre cinayetine kurban gitti? Kaç erkek namus kavramının mağduru oldu?
Kaç erkek kadınlar tarafından taciz edildi? Bu haksızlıklar, erkekler için sayı verilemeyecek
kadar azken kadınlarda sayılamayacak kadar fazladır. Çünkü her saat hatta her saniye kadına
yönelik bir suç işlenebiliyor. Dolayısıyla hangi övgü yaşatır onu, hangi roman, hangi şiir?
Kadın, toplumda övülecek bir karakter olarak mı yaşar? Yoksa övgü haksızlıkların örtüsü
müdür?
İnsanlar, çoğu şeyi düşüncelerine ve hislerine göre biçimlendirme çabasını daima sürdürüyor.
Bu da dolaylı olarak baskıyı, anlaşmazlığı ve çatışmayı doğuruyor. Oysaki empatiyle
bir başkasının duyguları, içinde bulunduğu şartları, durumu ya da davranışlarının
sebebi anlaşılabilir. Bu bir başkasının duygularını, durumunu, davranışlarını içselleştirmenin
bir yoludur. Söz konusu kadınsa daima gidilecek bir yol olmalıdır ve gelenek saf dışı
bırakılmalıdır. Çünkü kadın insan türünün bir parçasıdır. Çünkü kadın varlığın temelidir.
Ne yazık ki toplumda kadın, hak ettiği hassasiyeti görmüyor ve gereken değeri alamıyor.
Günümüzde dahi savaşların ortasında kalan bir ganimet olabiliyor, erkeklerin malı,
esiri, ziyneti ve eğlencesi olarak da görülebiliyor. Bu durumun ahlaki hiçbir yönü yoktur.
Bu ayrımcı yaklaşım, aklın ve mantığın hiçbir ilkesine uymaz. Kadın ziynet değil, esir değil,
herhangi bir şey değil, şiddetin deneme tahtası değil, kadın sadece kendi olmalıdır.
Gidilecek yollar vardır insan için; aynı olma yolu, eşit olma yolu, aklın yolu, adil olmanın
yolu...
Övgü değil, bilinç gerekir, farkındalık gerekir, değişim gerekir. Adil olmak için, duygunun,
aklın, mantığın vicdanını taşımak gerekir.
Övgüyü yaşamda görmedikçe, olması gerekeni dünyaya yaymadıkça, haksızlıkların
üzerindeki örtüyü indirmedikçe, soru hep aynıdır:
Kadın, toplumda övülecek bir karakter olarak mı yaşar? Yoksa övgü haksızlıkların örtüsü
müdür?
Şairler yanılıyor,
Camlar kırılıyor,
Çiziliyor, gıcırdıyor,
Çığlıklar kırılıyor.
Ağır bu roman,
Kederi alaya, vicdanı aşağı alır.
Karanlık bu roman,
Bir yerde övülür, bir yerde ölür,
Kadın...
14
KI-
ZIL
Esra
ALGAN
Gözlerimi
açar açmaz derin
bir kuyudan
yüzeye çıkar
gibi bir hisle
soluklandım. O kuyunun içine nasıl girdim,
nasıl bu kadar derin bir uykuya daldım, hatırlayamadım.
Yalnız girdiğim yataktan bir
başıma uyanmazdım çoğu zaman. Yanımda
yine o alıştığım sima, hiç alışık olmadığım
kadar huzurla uyuyordu. Pijamalarını giymeden
yatmış, belli ki yine sızmıştı. Ayağının
biri yorganın üzerine çıkmış, vücudunun
sol tarafını açıkta bırakmıştı.
Hep sağ yanında yattım. Sol yanında hiç
atmadım, belki de attım ama bunu hiç anlamadım.
Yattığım yerden kurtarmaya çalıştım
ayağını, olmadı, üzerini örtemedim. Şimdi
uyanır yine başlar söylenmeye diye ses etmedim.
Üşümüştü elleri, soğuk ve kirliydi. Yavaşça
dokundum uyandırmaktan korkarak.
Tutar tutmaz bir titreme yayıldı bedenime.
En son ne zaman tuttuğumu anımsayamadım.
En yakınımdaki ne kadar uzakmış aslında
o an anladım. Her defasında yüzümde
patlayan bir tokatla hissettim oysa varlığını
ya da akşam eğer eve gelmeyi akıl edebildiyse
elindeki poşetleri alırken temas etti işaret
parmaklarımız birbirine. Hep başka hayatları
işaret eden, kendi hayatına çeviremediği o
parmakları.
Belki de onu çok sevebilirdim, hem de
çok, her şeyden çok, ruhumun derinliğine
bir kez inebilseydi. Birkaç güzel söz ya da tek
dal bir çiçekle bile gönlümü alabilirdi. Hor
görmeseydi, esaretime nezaret etmeseydi.
Unuturdum belki çocukluk aşkım Mehmet’imi.
Uğruna ağıtlar yaktığım, yıllarca
ardından ağladığım Mehmet’imi. Adımı bir
kez söylese gök kubbeye ulaşır, yağardı sevgi
sözcükleri üzerime. Okşayarak bakardı gözleri
gözlerime. Onu gördüğüm son gün, ulu
çınar ağacımızın altında kanadının altına
sokulmuştum. Tüm kâinat ve kâinatın barındırdığı
insanlar sevdamızın figüranlarıydı
adeta. Başka hayatların figüranı olacağımız
aklımıza dahi gelmezdi.
Birden karşımızda belirdi Fehmi, bilirdim
beni hep uzaktan severdi. O gün bir
cesaret gelmişti belli ki. Tutup kolumdan
beni bir tarafa fırlattı. Gözümdeki yaşlara
bulanan toprak, engel oluyordu olan biteni
görmeme. Şaşkınlık ve korku arası gelgitlerde
doğrulamadım yerimden. Yüzüne vurduğu
yumruktan sonra, boylu boyunca kızıllar
içinde yatıp kalmıştı Mehmet’im oracıkta.
Sonra hiç kalkamamış yerinden, hep yatalak
kalmış. Öyle demişlerdi, o lanetli soruyu her
sorduğumda. Karşılık görmeyen bir sevgi
nasıl bu kadar zalim olabilmişti?
O gün köy yolundan eve kadar bileklerimden
tutup sürükledi beni, bir ayıbı ayyuka
çıkaran kahraman edasıyla. Bileğimin acısını
bastırdı, yerinden çıkmak için can atan kalbimin
acısı. Sürüklenirken her düştüğümde,
dizlerim sızlamıştı bir kızıllık eşliğinde. Beni
babamın önüne attığında gördüm o kızıllığı
yerde. Kulaklarım duymuyordu artık uğultuları.
Tek duyduğum ve inanamadığım cümle
yankılandı kulaklarımda: “Namusunu nasıl
temizleyeceksin kızının?”
Babam el âlem ne der, nasıl yaşarım
korkusuyla ya kurşuna dizecekti ya da hemen
oracıkta verecekti beni ona. Kıyamadı
göğüs uçları yeni belirmiş sırma saçlı kızına.
Fehmi ödül olarak alırken beni kendine,
sonunda muradına ermişti.
Henüz evliliğe yetmemiş bedenime giydirilen
bembeyaz güpürlü kabarık elbise, sarılıp
uyuduğum bebeğimin üzerindekinden
güzel değildi oysaki. Hayallerimde giydiğim
gelinlik bir tek Mehmet’imin yanında mı güzeldi?
Bir kızıllık sahipliğinin göstergesi oldu
o gece. Duramadık köyde, kısa zamanda iş
bulup taşındık dedikoduları koynunda barındırmayan
şehre.
Şimdi bu yorganın içine sokuşturduğum
elleri anımsadım da saçlarımda gezinmişti o
ilk akşam. “Dokunma o kirli ellerinle saçlarıma!”
diye kurduğum en ve son cüretkâr
sözlerim dökülürken ağzımdan gözlerimden
yaşla birlikte ne o dokunan eller kalmıştı geride
ne de belime uzanan sırma saçlarım.
Vurdukça ağladım, içime kapandım.
Onun için döktüğümü sandı yaşları. Ben
ağladıkça o mutlu oldu. Yıllarca o vurdu,
ben ağladım, o mutlu oldu. Bana sahipliğini
en çok vurarak hissediyordu belli ki. Hamileydim,
kıyamaz vurmaya dedim, vurdu.
Sonunda karnımı saklamadım, vurduğu
tekmelerle düşsün istedim, düşmedi ilk göz
ağrım. Çocuğumun babası dedim, sevmek
istedim, vurdu. Geç geldi, vurdu. Yemeği bahane
etti, vurdu. Hep bir neden buldu vurmak
için. Düşündüm de bu soğuk eller hiç
bu kadar masum olmadı.
15
İki, bir olamamış bedeni yıllarca bağrına
basan bu yatak ne ihanetler biriktirdi.
Çocukların okul tatili başlarında avucuma
tutuşturulan bir valizle beni aylarca uzaklaştırdığı
bu yatakta ne ihanetler birikti. Her
defasında dönmek istemesem de defalarca
bir elimde valiz bir elimde çocuk kaçıp kurtulmaya
çalışsam da dönüp geldiğim evdi
burası, bu yatak.
Saçlarında dolaştırdım ellerimi, kırlaşmıştı
iyiden iyiye. Kirliydi. Vaks ve toz birikmişti
yer yer. Yıllarca dokunmaya cesaret bile
edemediğim saçlarına dokundum. Uyanmıyordu
nasıl olsa. Gözleri aralıktı, öfkeden
eser yoktu. Bıyıklarının altındaki iri dudakları
yayılmıştı çenesine doğru, uykusunda
gülüyordu belki de birine, bana gülecek hali
yoktu ya. Bir hırs, bir inat uğruna nasıl da
zehretmişti hayatı bize.
Çocuklar da uyanmış, tıkırtıları geliyordu
içeriden. Saat ilerlemişti belli ki. Doğruldum
yataktan, saatlerdir göz kenarımda
birikmiş yaşların saçlarımın kenarına akmasına
izin verdim.
Gece özenle ütüleyip serdiğim yeşil nevresim,
güneşin gölge oyunlarıyla kızıllaşmıştı.
Pamuklar saçılmıştı oraya buraya yine o
kızıllıkla haşır neşir olmuş bir şekilde. Gece
yarısında sarhoş bir şekilde kapıya dayanıp,
“Bir defa da beni gülerek karşılasan ölür müsün?”
dedikten sonra yediğim yumrukla koşarak
sindiğim bu yatak örtüsü, hatırlıyorum
yeşildi. Yüzümden yıllar önce sanki kendisi
söküp almamış gibi gülümsememi. Odaya
elinde bıçak takımının en büyüğüyle girip
saldırdığında, sarıldığım yorganın ne suçu
vardı? Yatağa elindeki bıçakla düştüğünde
inleyen bedenini duymadı hıçkırıklarım.
Yorganın altında kaskatı kesilmiş yılların
hıçkırıklarını bastırmaya çalışıyordum oysaki.
Bir süre garip sesler çıkarıp debelendi.
Korktum, bakamadım, boğazlanan bir hayvan
gibi bağırıyordu. Bacağımda inceden
bir ağrı vardı ama çoktandır duymuyordum
bedenimdeki ağrıları. İnsanın ruhu acır mı?
Benim yıllardır ruhum acıyordu...
Kalkıp duş aldım. Bacağımı eski bir çarşafla
sardım. En güzel kokularımı sıktım ve
çocuklarımın karşısına yine o sahte gülümsememle
çıktım. Özenle dilimledim peyniri,
domatesi. Sucuklu menemen yaptım, mutlu
oldular. Mutluydum ben de, belki de yıllardır
ilk defa. Bir hafifleme vardı ruhumda. Artık
beni mutsuz eden bir neden kalmamıştı. Çocukları
hazırladım, okula gönderdim öperek
gamzelerinden. 155’i aramadan önce son
defa baktım o hayatımı karanlığa boyayan
kızıla. “Alo! Evde yıllar önce içimde öldürdüğüm
bir ceset var. Yatağımda yatıyor.”
gönlünün tespihine mıhlanan inleyişler
hüzne redif öykünmeler doğurur
bak!
süngülenmiş düşlerinin saçları dökülüyor
kanadığın yerden kana kana sus Esna…
Öykü
Esna
Mehtap Altan
Güneşin şakağıma değen sıcağı, rayların üzerindeki kızıl kıyameti
bir kat daha çoğaltırken eteğimin kenarına takılı kalan gelinciğin
kopmuş yaprakları dikkatimi çekti. “Çiçekler intihar ederler mi
acaba?” diye iç geçirdim. Yoksa solmamak için tutunurlar mı yaşam
kokan bir eteğe?
Evimiz tren istasyonunun hemen dibindeydi ve bazen kendimi
bulmak için rayların arasında öykülerini doğuran canlıları izlemeye
giderdim.
Yine biraz dem, biraz kafa dağıtma günlerimden birinde, rayların
arasında bir devinim şaşkınlığıma mührünü vurmuştu. Ölmüş
bir serçenin kanatlarına üşüşmüş yüzlerce karınca! Karıncalardan
bir tanesi ile göz göze gelmemiz zor olmadı. Bedeninin yüzlerce katı
büyüklüğündeki serçe ölüsünü taşıması, ona hiç de zor gelmiyordu.
Serçeyi yemek için değil, raylarda defalarca ezilmemesi için taşıyorlardı.
Erdem bazı insanlarda hiç yokken minik devlerde olduğunu
görmek ne tuhaftı!..
Karınca ordusunun ayaklarımın dibinden vefa töreniyle geçişinde
bir şeyler eksikti sanki. Serçenin ezilirkenki siren seslerinde
kalmıştı aklım. “Ölüme kanat çırparken en son nereye uçuyordu ki?”
dedi içimden bir ses. Hayatımız boyunca kim bilir kaç defa siren çalışıyordu
bizi uyarmak amaçlı ve biz belki de hiç birini duymuyorduk!..
Tren istasyonundan sokağımıza yaklaşırken yine o pencereye
takıldı gözüm. Bir sürü yüksek binanın arasında sıkışıp kalmış bir
gecekondu penceresine. Sesinde, sardunya sadakati saklayan bir kadın
yaşıyordu o pencerenin ardında. Ona selâm vermeden geçtiğim
bir gün bile olmamıştır.
Yavaşça yaklaştım pencereye, minik minik tıklatarak seslendim:
“Esna Abla!”
“Aslı, merhaba canım.”
“Eve geçiyordum, sana seslenmeden edemedim.”
“Anlat be güzel çocuk, bugünkü masalın ne?”
Ona her uğradığımda günün özetin yapardım. O kadar alışkındı
ki benim ona dolu dolu gelmeme…
Soluklanmadan hemen devam ettim sohbete:
“Bir ordu kuşattı her yanımı abla. Erdem ve azim ordusuydu
her biri.”
“Hmm… Yine karıncalarınla birlikteydin demek. Ne yaptılar
bugün. Bizlerin yapamadığı neleri başardılar Aslı’cığım?”
“Bir serçeyi sırtlayıp rayların dışına taşımaya nasıl canla başla
çalıştıklarını görmeliydin Esna abla.”
Onunla sohbet etmek mutlu ediyordu beni. İnsanlığın vurdumduymazlığına,
onunla kelimelerden kurşun sıkardık sohbetlerimizde.
Ama bizim kurşunlarımız kan akıtmaz, aksine yara sarardı!
Kendi kabuğunda sessizliğini emziren bir öksüz kadındı Esna
abla. Evimiz apartmanın altıncı katındaydı ve yukarıdan acının ahraz
bırakan sesini duymak çok da zor değildi aslında!
Ben her sabah anneciğimin yanaklarıma koyduğu, saçlarıma
yağdırdığı şefkat ile okula giderken; onun kapı önünü süpürürkenki
görüntüsü “haksızlık ama” dedirten iç ses hesaplaşmasını yaptırırdı
yüreğime.
Adı Esna, ezilen yüreğinin gölgesinde güneşler doğuran masaldı
o!.. Geceleri penceresini tam örtmeyen perdenin arasından
gölgelerin birbiriyle düellosuna şahit olurdu gözlerim! Kocaman
bir el, savunmasız o gölgenin üzerine iner, inerdi. Gecenin siyah
eteklerinden, bir sarhoşun pis kahkahası düşerdi iki masumun
gamzelerine.
Adı Esna, ruhu ne geleceğini gören ne de dünden kendini alabilen
ay vurgunuydu o!.. Çocuklarının gamzelerinde alıp veren bir
sus yetimiydi. Gözlerine ne zaman gözlerimi değdirsem, yangınlar
çıkıyordu nasırlaşmış suskusundan.
Adı Esna, kapı eşiğinde pirinçleri ayıklarken hüzünlerinin arasında
umudu arayan buğulu pencereydi o!.. Ayıkladığı pirinçlerin
içinden çıkan her taş, onu umudunun dağlarına savuran bir kanattı.
Yavrularının avuçlarını öptüğü her an, onun saçlarındaki tellerin
anne anne atan nakaratını beslerdi. Çünkü her gece anne yüreği, insan
yanı ve kadın rengi solardı, kocaman elli gölgenin kan çanağı
gözlerinde.
Bir gün anneme sormuştum:
“Anneciğim, bir evin duvarları üşür mü hiç?”
“Üşür yavrum. O evin içindeki çocuklar gülmeyi bilmiyorsa
üşür! Evin içindekilerden birinin yüreği öksüzse üşür! Neden sordun
yavrucuğum?”
“Hiç annem hiç!..”
Bir gün çığlık koptu gecekondunun ahşap kapılı duvarlarında.
Duvarları üşüyen evin içinden geliyordu çığlık! Esna bir önceki gün,
kapı eşiğinde umutlarını ayıkladığı yerde yatıyordu. Kanatları kırılmıştı.
Göğe, kuşların kanatlarındaki özgürlüğe bakan gözleri, mor
bir hüznün kâinatına soyunmuştu. Nefes alış verişindeki iç burkucu
yalnızlığı, ta yüreğimin odalarında yankılanıyordu.
sırra kadem basan güvercinler
kanatlarını gömüyor gökyüzüne!
toprağın göğsünden akıyor
hüznün tandırında kıvranan âh…
bir kadının hükmü veriliyor
çakırkeyif yaşamın aymazlığında
ciğerine dek üşüyor kadın ciğerine dek!..
kamburu çıkmış karıncalar utanıyor
insanlığın insansız sokaklarından utanıyor!
Etrafı dolduran sağır gölgeler, baş gölgenin yansımasıydı sanki.
Sağır gölgelerdi onlar; çünkü “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.”
cümlesinin gönüllü askeriydi onlar! Kimse kıpırdamıyor, sadece izliyordu
kendi utançlarına bandıkları tekrarı!.. Esna’nın etrafında iki
çift minik el, anne feryadına sarıyorlardı korkularını. Güçleri yetmese
de onu oradan çekip, ruhu daha fazla üşümeden sonsuzluğun
huzuruna taşımak istiyorlardı… Çocukların gözlerindeki yaş, yüreği
yaşamsızlığın topraklarında kurumuş kadına damlarken, solmuş
gamzesindeki o umutsuz çukura doluyordu yavaş yavaş. Ve kadının
yanaklarında son bir tebessümün tozu salınıyordu sanki! Ölüme
giden bir annenin yavrularına son selâmıydı belki de o tebessüme
benzeyen şey…
Sonra aklım karıncaların serçeyi taşıdıkları raylara takıldı. Karıncaların
bacaklarındaki derman, annelerini sonsuzluğuna taşımak
isteyen çocukların yüreklerine akıyordu, sessiz sessiz…
Ve o sessizliğin kağıttan duvarlarını yakıyordu bir kibrit çakımı
ağıtlar !..
16
YESEVÎ LİSANI
Selçuk Alkan
Türklerin İslâm’ı kabul etmeye başladığı ilk dönemlerde, zengin Türk tefekkürünü İslâmî düşünce tarzına adapte ederek onun daha iyi
anlaşılması, tanınması ve kabul edilmesinde büyük katkısı olan kişi şüphesiz büyük Türk İslam düşünürü ve tasavvuf ehli Türkistanlı Hoca
Ahmed Yesevî’dir. Onun öğretileriyle Türkler; İslam’ı daha iyi anlamışlar, kendilerine yakın ve sıcak görmüşler, böylece akın akın İslam dinine
geçmişlerdir. Belki de Türklerin toplu hâlde İslam’ı sevip kabul etmelerinde Ahmed Yesevî en önde gelen kişi olmuştur. Ve onun öğretileri;
Turan’ı, İran’ı aşmış, onun talebeleri ve yolundan gidenleri vasıtasıyla Anadolu’ya ulaşmış ve hatta burayı da geçerek Balkanlar’a kadar
gitmiştir. Ahmed Yesevî’nin hikmetleri, aynı zamanda Türk edebiyatında önemli bir yer edinmiştir.
Ahmed Yesevî o derece sevildi ki, onun hakkında birtakım menkıbeler söylendi. Elbette bunların birçoğu mübalağa gibi görünse de,
Türk insanının ona ne kadar değer verdiği anlaşılmalıdır buradan. Gerçekte Ahmed Yesevî, sıradan olmanın çok uzağında, oldukça özel bir
kişilikti. Daha küçük yaşlardan itibaren ilimlerin birçoğunu öğrenmiş ve bunun ötesine geçmek için yanıp tutuşmuştu. Ondaki çalışkanlık,
terbiye ve güzel ahlâkı gören herkes kendisine hayran kalıyordu. Ama henüz çocuk denecek yaştaydı ve bu yeteneklerinin bir hoca (öğretmen,
rehber, mürşid) tarafından yönlendirilmesi gerekiyordu. Gerçekte Ahmed Yesevî’nin ilk hocası, babasıydı. Ahmed Yesevî’nin babası
olan Şeyh İbrahim; âlim, saygı duyulan, sevilen, itibarlı bir kimse idi. Onun, Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilir.
Ahmed Yesevî; Türk adet, töre ve geleneklerinden İslam dinine uygun olanları çok güzel sentezleyip, Türklerin İslam’a ısınmalarını, bu
dini sevmelerini ve toplu hâlde bu dine geçişlerini sağlamıştır. Onun hikmetlerinden derlenen Divan-ı Hikmet, Türklerin rahatça okuyup
anlaması bakımından çok önemlidir. Zira o dönemlerde İslam’ı Türkçe olarak anlatacak başka bir kaynak olmadığından, Arapça bilmeyenler
ister istemez bu yönelişte yavaş kalıyorlardı. Ama Ahmed Yesevî, güzel öğütlerle hazırlamış olduğu hikmetlerini insanlara okuyup söyleyerek,
İslam’ın hakikatlerini ve kurtuluşa erdiren müjdelerini Türklere kendi dilleriyle anlatınca iş değişti.
Kendisi Arapça ve Farsçayı çok iyi bilmesine rağmen, Türk diline sahip çıkmış ve eserini Türkçe söylemiştir. O dönemde ilimde Arapça,
edebiyatta Farsça popüler olmasına ve Türkçe yazan ve söyleyenlere değer verilmemesine rağmen Ahmed Yesevî yine de kendi öz diline
sahip çıkmış ve Türk insanının rahat bir şekilde anlayabileceği dev bir Türkçe eser meydana getirmiştir.
“Hoş görmemekte âlimler sizin dediğiniz Türkçeyi,
Âriflerden işitsen açar gönül ülkesini,
Âyet hadîs anlamı Türkçe olsa uygundur,
Mânâsına yetenler yere koyar börkünü” 1
“Miskîn, zayıf Hoca Ahmed yedi ceddine rahmet,
Farsça dilini bilerek güzel söylemekte Türkçeyi” 2
Gerçeğe bakılacak olursa, Hoca Ahmed Yesevî’nin edebiyat eseri vermek gibi bir kaygısı olduğunu söylemek yanlış olur. Zira onun hikmetlerindeki
amaç, insanlara hakikati, hakkı, Allah’ı, Peygamber’i ve Allah’ın buyruklarını anlaşılır ve sade bir biçimde insanlara anlatmaktı.
Ancak öylesine güzel söylemiştir ki bu hikmetleri, tüm bu söylediklerini Türk kültürüne uygun bir biçimde şiirleştirip anlatmış ve böylece
bu hikmetler, insanları hak yola davet eden metinler olduğu kadar, oldukça nadide edebiyat eserlerinin arasında da yerini almıştır. Gerçek
şu ki Divan-ı Hikmet, bir bakıma Kur’an’ın Türkçe açıklaması olarak görülebilir. Zira Ahmed Yesevî, hikmetlerinde Allah’ın buyrukları ve
Peygamber sünneti haricinde hiçbir şey söylememiştir. Bu nedenle Divan-ı Hikmet’i düşünerek, tefekkür ederek okuyan kişiler, orada birçok
ayetin ve hadisin açıklamasını, tefsirini ve anlaşılır yorumlarını bulacaklardır.
Bilinmesi gereken bir şey daha vardır ki, bugün elimize ulaşan hikmetlerin bir kısmının, -her ne kadar Ahmed Yesevî’ye ait solduğu
söyleniyorsa da- onu sevenlerin, onun yolunda gidenlerin, yine onun sohbetlerinden ve ilminden esinlenerek onun adına ama onun öğretisi
dışına çıkmadan yazıldığı anlaşılan metinler olduğu görülmektedir.
Ahmed Yesevî’nin yaşadığı dönemin, Türkler için buhranlı bir dönem olduğu görülmektedir. Öyle ki Dandanakan Savaşı (1040) iki
Müslüman Türk Devleti’nin savaşı olmuştur. Sonra Selçuklular’ın zayıflaması ve yine Türk olan Karahıtaylar’a yenilmesi, bu dönemin bir
buhran, bir arayış, bir bunalım dönemi olduğunu göstermektedir.
İşte Ahmed Yesevî, tam da böyle bir vakitte Türkistan topraklarını şereflendirmiştir. Dağılan Büyük Selçuklu Devleti’nden geriye kalan
Anadolu Selçuklu Devleti’ne gereken güç ve ilhamı Ahmed Yesevî, adeta oraya gitmeden hikmetleriyle önayak olarak, talebeleri vasıtasıyla
göndermiştir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasını müteâkip ise Ertuğrul Gazi’ye manevi anlamda ilham olan Ahmed Yesevî’nin, Osmanlı’nın
kuruluşunda köklü bir kültür ve hikmet temeli oluşturduğu gayet açıktır.
1 Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî / Editör: Mustafa Tatcı, Ankara, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, 2016
2 A.g.e.
17
SÜPER ANNE SENDROMU
FİBROMİYALJİ 1
Serap Duygulu
Modern çağın bize getirdiği birçok
kolaylık ve rahatlık yanında pek çok da sorumluluk
ve yük var. Hep bir yerlere yetişme
telaşında koşuşturuyoruz. Hep en iyisi
olsun diye çabalıyoruz. Görünüşte hayatlarımız
kolaylaşıyor ama bir o kadar da telaş ve
endişe yaşıyoruz Artık kadınların da iş hayatının
içinde olduğu bir dünyada artan sorumluluklarımızla
başa çıkmaya çalışıyoruz.
Sorumluluklarla uğraşırken aslında sağlığımızın
ve ruhsal dengemizin de bozulduğunu
ya fark etmiyoruz ya da geç fark ediyoruz.
Yoğun kent yaşamının getirdiği pek çok yeni
soruna ek olarak psikoloji ve tıp biliminin
yeni yeni tanımladığı ve adını yeni koyduğu
bir sorunla karşı karşıyayız.
Özellikle kadınların yaşadığı bir takım
belirtileri var. Bu bir rahatsızlık olarak görülüyor:
• Vücudun bazı bölgelerinde ağrılar
• Uykusuzluk
• Çarpıntı
• Yorgunluk
• Baş ağrıları vb. gibi sorunlardan yakınıyorlar.
Bu kadınlar ‘Süper Anne’ler. Hayatlarında
sürekli bir telaş var. Her işe yetişmek
zorundalar. Zaten problemin kendisi buradan
kaynaklanıyor ve adı da ‘Süper Anne
Sendromu’.
Süper Anne Sendromu Nedir?
Süper Anne’lik çalışsın ya da çalışmasın
birçok kadının yaşadığı ve kent yaşamının
nimetleriyle beraber biz kadınlara getirdiği
bir külfet aslında. Bir kadın zaten
evin düzeninin sağlanması, çocukların
yetiştirilmesi, okul sorunlarıyla uğraşmak,
alışveriş yapmak gibi pek çok işten sorumluyken
bir de çalışıyorsa her işe yetişmek
zorunda kalıyor. Her şey düzgün olsun, en
iyisi olsun, kimseye muhtaç olmadan kendi
işimi kendim yapayım düşüncesiyle kadınlar
giderek daha mükemmeliyetçi bireyler olup
çıkıyorlar. Uyku düzenleri bozuluyor, sürekli
bir gerginlik hissiyle beraber somatik yani
bedensel sorunlar başlıyor ve kadınlar önce
tıp doktorlarına başvuruyorlar. Çünkü sorunun
bedensel bazı hastalıklardan kaynaklandığını
düşünüyorlar. Böyle düşünmekte de
haklılar. Belirtiler bedensel rahatsızlıklar yönünde
kendini gösteriyor. Sorun gerçekten
de fiziksel olabilir. Ancak genellikle fiziksel
ve ruhsal olarak bir arada görülebiliyor. Bu
hastalığın tıbbi adı Fibromiyalji.
Son yıllarda giderek daha fazla kadın
bu hastalığın pençesine düşüyor. Yorgunluğa
bağlı ya da uykusuzluğa bağlı olduğu
düşünülen pek çok rahatsızlığın altında aslında
mükemmeli aramak biçiminde gelişen
bir yapı var. Gün içinde her işe yetişmek,
her konuda çaba harcamak şeklinde bir koşuşturmanın
vücut üzerinde fiziksel ya da
psikolojik olarak baskı yaratarak sorunlara
yol açmasının tam karşılığı ‘Süper Anne
Sendromu’ olarak biliniyor. Şikâyetler ciddi
anlamda etki edene kadar kadınlar doktora
başvurmuyor. Hatta zaman içinde geçer
düşüncesiyle önemsenmiyor bile. Doktora
gidildiğinde ise nereye gidileceği konusunda
tam bir karmaşa yaşanıyor.
Genellikle şikâyetler bedenin hangi
bölgesindeyse o alanla ilgili bir hekime başvuruluyor.
Gerçek anlaşılana kadar epeyce
bir zaman kaybediliyor. Bu sorunun ‘Süper
Anne Sendromu’ ya da tıbbi adıyla ‘Fibromiyalji’
olduğu kolay kolay anlaşılmıyor.
Zaten bu şikâyetlerin bir sağlık sorunu olarak
literatüre girmesi de çok yakın tarihlerde
gerçekleşmiştir. Daha önce yorgunluğa ya da
günlük telaşa bağlanan problemlerin genellikle
mükemmeliyetçi kadınlarda görülmesi
ve kolaylıkla düzelmemesi üzerine konunun
sağlık boyutuyla incelenmesinin ardından
adı konmuş ve tanımlanabilmiştir. Çağımızda
bu konuda sıkıntı yaşayan pek çok kadın
varken sorun artık bir hastalık olarak ele
alınmaya ve ciddi olarak üzerinde araştırma
yapılmaya başlanmıştır.
Belirtileri Nelerdir?
Süper Anne Sendromu’nda kadınlar öncelikle
her işe yetişme kaygısıyla gerginlikler
yaşıyorlar. Bu gerginlikler sonucu vücudun
bazı bölgelerinde aslında başka hastalıkları
düşündüren problemler baş gösteriyor:
1 https://www.serapduygulu.com.tr/makaleler/anne-baba/super-anne-sendromu--fibromiyalji.html
• Uyku bozuklukları
• Mide ve bağırsaklarda gaz ve spazmlar
• Çarpıntı
• Migren türünde baş ağrıları
• Özellikle ellerde ve kolda uyuşmalar
• Kas ağrıları
• Yorgunluk
• Diş gıcırdatma
• Stres ve endişe
En çok göze çarpan şikâyetler olarak
öne çıkıyor. Bu şikâyetler aynı anda görülmeyebiliyor
ama hemen hemen tüm hastalarda
belirgin bir uyku bozukluğu olduğu
biliniyor. Hasta uyuduğunu sanıyor ama
gerçek anlamda bir uyku uyunmadığı için
sabahları yorgun ve bitkin uyanıyorlar. Bu
yorgunluğun sebebi de derin uykuya geçememekten
kaynaklanıyor.
Kadının Rolleri
Toplumsal anlamda bir kadın pek çok
rolü üstlenmek zorunda kalıyor. Bu roller
arasındaki geçişlerde bazen sorunlar yaşanıyor.
Bilindiği gibi hayat şartları ve ekonomik
güçlükler hepimizi zaman zaman zorlamakta.
Bunun dışında çağın getirdiği birçok
olumlu kazanım da var. Ancak tüketim toplumu
olmamızın da etkisiyle bir başka boyut
daha yaşantılarımıza eklenmiş durumda.
Her şeye sahip olmak, her işte iyi olmak, en
iyiyi hak etmek. Bunu elde etmenin yolu da
çok çalışmak. Çalışmak ama her zaman her
şeye yetememek müthiş bir stres oluşturuyor
kadının üstünde. Kadınlar bazen kadın olduklarını
ve kendileri olabilmeyi unutuyorlar.
Sadece anne ya da sadece eş yönleriyle ön
planda olmak istemiyorlar. Yapabilecekleri
çok fazla şey var. Özellikle eğitim görmüş
bir kadın ev kadını olarak çok sıkıntılı anlar
yaşayabiliyor. Aldığı eğitimle doğru orantılı
olarak çalışmak da istiyor. İş hayatına geçtiğinde
çevresinden yardım görmesi gerekirken
tam tersi biçimde ondan bütün rollerin
altından hakkıyla kalkması bekleniyor. Bu
açıdan bakıldığında bir kadın olarak yüklenilen
pek çok toplumsal rol olduğunu görüyoruz:
18
• İyi bir evlat
• İyi bir anne
• İyi bir eş
• İyi bir ev kadını
• İyi bir çalışan
• Tüm yönleriyle mükemmel bir kadın.
Evlat Olarak Kadının Rolü
Evlat olarak kendi ebeveynlerimizle
yakından ilgilenmemiz, zor zamanlarında
yardımlarına koşmamız bekleniyor. Çünkü
onlar bizi bu günler için yetiştirdiler diye düşünüyoruz.
Elbette bizi büyüten ailelerimize
zaman ayıracağız ve onların sorunlarında
yanlarında olacağız. Ancak dozu iyi ayarlamak
gerekiyor. Kendimizden, zamanımızdan,
ailemizden, çocuklarımızdan fedakârlık
ederek yapılan şeyler bir süre sonra zorunluluk
haline gelir ve istemeden yapmaya başladığımız
anda amacını ve değerini yitirir.
Anne Olarak Kadının Rolü
Bunun dışında iyi bir anne olarak ilgilenmemiz
gereken çocuklarımız var ki onlar
en önemli önceliğimiz. Ancak ne var ki günümüzde
artık çocuk merkezli aileler olduk.
Her şey çocukların ders ve okul programlarına
göre belirleniyor. Çocukların istediği
yerlere gidiliyor ve onlar mutlu edilmeye
çalışılıyor. Ebeveyn rollerimizin dışında
kendimiz olmayı ihmal edebiliyoruz. Çocuk
yetiştirmek gerçekten ağır bir sorumluluk.
Toplumumuzda hala çocuklarla ilgilenme
görevi sanki sadece anneye aitmiş gibi düşünülüyor.
Okul görüşmeleri, veli toplantıları
gibi çocukların okulla ilgili tüm sorunlarında
tek yetkili anne olarak görülüyor. Üstelik
çocuklar özellikle belli yaşlara gelene kadar
ailenin hayatını önemli ölçüde kısıtlıyorlar.
Bu eşler açısından birçok faaliyette geri planda
kalmayı getirebiliyor.
Eş Olarak Kadının Rolü
Bir kadın aynı zamanda iyi bir eş olmak
zorunda çünkü klasik tabirle işten yorgun
argın eve gelen eşler ilgi bekliyor. Üstelik
eş olarak kadından bakımlı ve güler yüzlü
olması gibi mutlu bir tutum sergilemesi de
istenebiliyor. Kadından her görevi bir yana
eş olarak yerine getirmesi gereken görevlerde
daha titiz davranması talep ediliyor.
Çünkü toplumdaki genel kanı hala ‘Yuvayı
dişi kuş yapar’ yönünde. Doğrudur, yuvayı
dişi kuş yapar ama bir hayatı ortak olarak
sürdürmek üzere yola çıkmış eşler arasında
sorumlulukları paylaşmak gibi bir kültür de
olmalıdır. Ev sadece kadının yaşadığı bir yer
olmadığına göre ve çocukların her iki eşe ait
olduğu düşünüldüğünde paylaşma bilinci
19
daha önemli bir hale gelmelidir. Kadından eş
olarak bazı yükümlülükleri yerine getirmesi
beklenirken aynı beklenti erkek açısından da
geçerli olmalıdır.
Ev Kadını Olarak Kadının Rolü
Bir diğer rolde bir ev kadını olmak var
ve buna göre evin düzeni mutlaka kadından
sorulmalıdır. Evdeki kadın her şeyi bilmeli,
her işin altından kalkabilmelidir. Özellikle
‘Erkek ev işinden ne anlar’ zihniyetinin
hâkim olduğu ailelerde kadın yüklendiği
sorumlulukların altında daha fazla boğulmakta,
her işe yetişmeye çalışmanın telaşıyla
kendini biraz daha fazla tüketmektedir. Kadınlardan
beklenen toplumsal rollerin dışında
sadece ev içi sorumluluklar anlamında
bile pek çok şey talep edilmektedir. Örneğin
ev içinde kadınlardan:
• Temizlikçi
• Aşçı
• Muhasebeci
• Doktor
• Öğretmen
• Tamirci olmaları da bekleniyor.
Evde ne nerededir ev kadını bilmeli ve
öylesine yeterli olabilmelidir ki her soruna
müdahale edebilmelidir.
Çalışma Hayatında Kadının Rolü
Çalışma hayatındaki mükemmelik arayışı
ise ayrı bir sorun. Her ne kadar kadınlar
iş yaşamında kendilerine daha fazla yer bulmaya
başlasalar da hala bir erkek üstünlüğü
devam etmektedir. Rakiplerin arasından
sıyrılmak, en gözde eleman olmak, başkalarına
muhtaç olmayacak şekilde bir hayat
kalitesi ve kazanç elde etmek, kariyer yapmak
göründüğü kadar kolay bir iş değildir.
Bütün bu rollerdeki kadın tek bir kadındır
ve gerçekten de süper kadın olmak zorundadır.
Sorumluluklarını yerine getirirken
kadının kendi kimliğine uygun davranması
ve bir kadın olması gibi bir başka beklentisi
vardır toplumun herkese, her işe yetişmek
inanılmaz bir baskı oluşturur. Gerginliklerdeki
etken de budur. Her şeyi başarabilmek.
Başarabilmek için yeterli zaman yoktur. O
nedenle uykudan fedakârlık edilir. Çocuklarla
ve evle daha fazla ilgilenebilmek için
kendine ait zamandan fedakârlık edilir. Dikkat
edilirse kadın üstlendiği her rol için ayrı
fedakârlıklar yapmak zorunda kalır. Aslında
bütün bir hayattan sürekli ödün verilir.
Tedavisi Nedir?
Öncelikle doğru tanının konması için
bu sendromu yaşayan kadınların nereye
başvuracaklarını bilmeleri gerekiyor. Belirtileri
bakımından incelendiğinde ilk olarak
bir Romatoloji uzmanına gidilmeli. Bunun
yanı sıra tedavi amaçlı olarak fizik tedavi
bölümleri ve psikologlardan destek alınmalı.
Genellikle ağrılarla ortaya çıkan ‘Süper Anne
Sendromu’nda tanı konduktan sonra diğer
branş doktorları tarafından uygulanan ilaçlı
tedavi ile fizik tedavi ve uzman bir psikologla
beraber oluşturulacak terapi seansları büyük
fayda sağlıyor. Tedavi çok kolay değil. Bir
anda her şeyin düzene girmesi çok da mümkün
olmuyor. Çünkü rahatsızlığın temelinde
mükemmeliyetçi bir anlayışa sahip olmak
yattığı için öncelikle düşünce yapısının değişmesi
gerekiyor. Bu nedenle;
• Hayata karşı farklı bir bakış açısı kazanmak
• Bazı şeyleri oluruna bırakmak
• Yüklenilen sorumlulukları başkalarıyla
paylaşmak
• Bazen hatalar yapılabileceğinin ve bunun
da normal olduğunun bilincinde olmak
• Kimi zaman elimizde olmayan sebeplerle
de olsa işlerin ters gidebileceğini kabul etmek
• Her işin en mükemmeli olmadan da doğru
ve düzgün olabileceğini düşünmek
• Öncelikle kendimiz için bazı sosyal faaliyetlerde
bulunmak
• Mutlaka ilgilendiğimiz konularda uğraşlar
edinmek
Kişinin kendisi için yapabileceği yardım
çalışmalarıdır. Dışarıdan özellikle doktor ve
uzman psikologlardan alınacak yardımlarla
zaman içinde sorun çözümlenebilir. Ancak
burada da sabırlı olmak önemlidir. Yapılan
bilimsel çalışmalar sonucunda ilginç bir
bulguya ulaşılmıştır. Hastalık bedende farklı
bir kimyasal etki gösteriyor. Buna hastalıkla
beraber vücudun kimyası değişiyor diyebiliriz.
Uzmanlar bazı araştırmalar yaptıklarında
bedenin uyku bozukluğuna bağlı olarak
ortaya çıkan farklı kimyasallar salgıladığını
buldular. Bu nedenle önce düşünce yapısının
değişmesi ardından vücudun bu değişikliğe
uygun olarak kimyasal dengesini bulması
gerekecek ve bu da biraz zaman alacaktır.
Ne Yapılabilir?
Artık biliyoruz ki bu bir rahatsızlık.
Temelinde fiziksel ya da ruhsal sorunlar
olabilir. Her şekilde mutlaka yardım almak
gerekiyor. ‘Süper Anne’ olmak gerçekten
zorlayıcıdır. Uzmanlardan destek almanın
dışında yapılabilecek başka yöntemler de
bulunuyor. Bu sorunda sıkıntının nedeni
gevşeyememe ve sürekli bir gerginlik hali olduğu
için kaslarda ağrıya yol açıyor. Ağrıları
gidermek ve rahatlamak amacıyla:
• Çok zorlayıcı olmayan bir sporla uğraşmak
• Masaj yaptırmak
• Kaplıcaya gitmek
• Gevşeme egzersizlerini öğrenerek düzenli
olarak uygulamak
• Mutlaka belirli saatlerde uyumaya dikkat
etmek
• Gün içinde kendine ait bir zaman oluşturmak,
gibi bir takım farklı uygulamalar yapılabilir.
Ancak en önemlisi farklı bakış açıları
edinmektir.
Süper Anne Sendromuyla
Başa Çıkmak İçin İpuçları
Pek çok insan şu veya bu sebepten dolayı
hayatlarında sıkıntılarla karşılaşabilir, sorunlar
yaşayabilir. Yaşanılan sorun ne olursa
olsun çözümü kolaylaştıran en önemli şey,
sizin soruna ve hayata nasıl baktığınızla ilgilidir.
Unutmayın herkes özeldir. Herkes tek,
biricik ve farklıdır. Yaşamda değer verdiğiniz
ne varsa önce o değeri siz verdiğiniz için
değerlidirler. Siz olmadan değer verdiğiniz
her şey kumdan kuleler gibi yerle bir olurlar,
yıkılırlar. Öyleyse anlam yüklediğiniz
her amaç, her çaba, her umut için önce siz
kendinize bir değer biçmelisiniz. Özel olan,
önemli olan öncelikle sizsiniz. Kendinizin
ve varlığınızın önemini bilerek, kendinize
saygı duyarak ve kendinizi takdir ederek hayatınızdaki
diğer şeyler için zaman ve emek
harcamalısınız. Her şeyin en iyisini yapmaya
çalışmak, bu stresin yarattığı sıkıntıları yaşamak
bir süre sonra isteseniz de hiçbir şey
yapamamayı getirebilir hayatınıza. Oysa elinizden
gelen kadarını yapmak, bazen işleri
oluruna bırakmak çok rahatlatıcı olur. İplerin
her zaman sizin elinizde olması çok da
iyi bir şey olmayabilir. Kendinize küçük anlar
yaratmak,’bu sefer de böyle olsun’ demek
yararlıdır. Biyolojik varlıklar olduğumuzu
unutmamak gerekir. Yüksek gerilimler yaşamak,
insan bedeninde tahmin edilemeyecek
kadar büyük hasarlar yaratabilirler. Bu gerilimlerin
ardından:
• Depresyon
• Özgüven kaybı
• Dikkat sorunları
• Kaygı bozuklukları
• Strese bağlı rahatsızlıklar
• Fiziksel sorunlar
• Uyku bozuklukları
• Çökkünlük, bıkkınlık, yorgunluk, halsizlik
gibi problemler yaşamak istemiyorsanız sorumluluklarınızı
paylaşmalı, çevreden destek
ve yardım istemelisiniz.
Mükemmel diye bir şey yoktur. Tek
mükemmellik vardır. O da ruh ve beden
sağlığıyla bir bütün olarak sizsiniz. En iyisi
ise sizin elinizden gelendir. Mükemmel sizin
yaptıklarınız sonrası hissettiğiniz mutluluk
duygusu olmalıdır.
ŞİİR
Tahibe Aksu
Ne çok beklenti var insanın kalbinde.
Şu olmalı ki ben güleyim.
Tadım tuzum yok,
heral ki bundan…
Ve uzayıp giden,
çokça cümleler,
bahaneler,
dinliyorum herkesten.
Akıp giden zamanda,
her şeyin ömrünün bir o kadar daha her gün farkında olmadan eksildiği aşikâr…
Yaşamak için cepte başka bir hayat yok,
iki nefes arası bir ömrün misafiriyiz
Sağlığın varsa
vicdanın temizse
umudun sol cebinde gülümsesin.
Yaşamak,
güzel şeydir.
Tüm
bahanelerin varlığına inat
güneşin olsun
kalbinin iyimser neşesi
hiçbir şey yıldırmasın
gönlünü…
.....Ne zaman mutlu insanlar gördüm,
onlar ki
kendi neşesini her yerin ayazında çiçek açtıranlardı,
bahar gönüllü insanlardı...
Var olmak mücadeleydi,
hayatı her yönüyle yaşayabilmekti.
kimsede daha az acı,
daha çok mutluluk yok.
Kalbindeki umut
ve hayalin kadar
Eşsizdi her şey…
20
KIRIK KALPLER BAHÇESİNE,
ERİL BAKIŞ
Hüseyin YILDIRIM
Kırgın bir sesin peşine düşüyoruz. İçinde şiddet olmayan bir
yazı yazmanın imkânı yok bu yüzden. Hepimiz, çevremizden kovaladığımız
habis eril sesi, zaman zaman işitiyoruz, bazen aramızda
duymazdan gelenler de çıkmıyor değil.
Fakat buz gibi bir gerçek var ortada. “Kadına karşı şiddet…”
İşin aslı kavramların arasında kendini gizliyor. Kadını döven, sakat
bırakan ya da ölümüne neden olan erkek, bu şiddet söylemini medya
aracılığıyla kibarlaştırıyor. Hâlbuki bir anneden bir abladan bir
eşten ya da bir kardeşten bahsediyoruz yani candan. Ortada cinayet
olduğunda aynı kavram kendini suyun üzerine çıkarıyor ve hep bir
ağızdan, “Kadına karşı şiddet dursun.” diyoruz fakat durmuyor. Peki,
sebep ne? Bu söylemi, şiddeti toplumsal meseleler ışığında gösterilen
ötekileştirici dayatmalara bağlayamayız. Hemen hepimiz, bu tutum
karşısında harekete geçmekle sorumluyuz. Elini taşın altına koyan
politikacılar şiddetin önüne geçilmesi konusunda iyi niyetli projeler
sunuyor. Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, İçişleri ile Adalet
Bakanlığı bu konuda hassas. Birçok
davanın müdahili oldular ama şiddetin
önüne geçemediler, daha caydırıcı
cezalar da zaman zaman pek işlemedi,
çünkü kamu vicdanı rahatsız. Acaba
nerede yanılıyoruz? Geçen ay aramızdan
ayrılan Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu
bir röportajında şöyle açıklıyor:
Önceden mahalle kavramı vardı. Sen
çocuk terbiyesiyle ilgili o kadar bilinçli
olmak zorunda değildin. Mahalle
çocukları terbiye ederdi. Mesela senin
çocuğunu yanlış yaparken gören bir
komşu, “Sen bilmem kimin oğlu değil misin, bir daha bunu yaptığını
görmeyeceğim. Yoksa babana söylerim. Ayıp bir daha yapma” derdi
ve çocuklar, gençler kendilerine çeki düzen verirdi. Orada kocaman
bir “Biz” vardı ve herkes birbirinden sorumlu idi. Artık aileler sanki
mahalle varmış gibi devam edemez, ortada kocaman bir boşluk var.
Mahallenin kaybolmasını da engelleyemezsin toplumsal değişim ve
teknoloji o yöne doğru gidiyor. Hiç olmazsa aile, Milli Eğitim Bakanlığı,
yönetim olarak herkes bunun bilincine varıp, o eksikliği nasıl
aile içerisinde, gidereceklerini öğrenmeleri gerekiyor.
***
Rakamlar da can sıkıcı… Kadın Cinayetlerini Durduracağız
Platformu’nun 2020 yılı raporuna göre 300 kadın öldürüldü, 171 kadın
şüpheli şekilde ölü bulundu. Öldürülen 300 kadından 182’sinin
neden öldürüldüğü tespit edilemedi, 22’si ekonomik, 96’sı da boşanmak
istemek, barışmayı reddetmek, evlenmeyi reddetmek, ilişkiyi
reddetmek gibi kendi hayatına dair karar almak isterken öldürüldü.
182 kadının hangi bahaneyle öldürüldüğünün tespit edilememesi,
kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin görünmez kılınmasının
bir sonucudur. Kadınların kim tarafından, neden öldürüldüğü
tespit edilmedikçe; adil yargılama yapılmayıp şüpheli, sanık ve katiller
caydırıcı cezalar almadıkça, önleyici tedbirler uygulanmadıkça
şiddet boyut değiştirerek sürmeye devam ediyor. Peki, kadınları kim
öldürüyor? 2020 yılında öldürülen 300 kadının 97’si evli olduğu erkek,
54’ü birlikte olduğu erkek, 38’i tanıdık birisi, 21’i eskiden evli
olduğu erkek, 18’i oğlu, 17’si babası, 16’sı akraba, 8’i eskiden birlikte
olduğu erkek, 5’i kardeşi, 3’ü tanımadığı birisi tarafından öldürüldü.
23 kadının ölümüne sebep olan kişilerin yakınlık durumu ise meçhul.
Katledilen kadınların 181’i evinde, 48’i sokak ortasında, 15’i işyerinde,
14’ü de arazide, 11’i arabada, 5’i otelde, 4’ü ıssız bir yerde,
1’i odun deposunda, 1’i kuaförde öldürüldü. 20’sinin öldürüldüğü
yer tespit edilemedi. 2020 yılında öldürülen kadınların yüzde 60’ı
evlerinde can verdi. Bireysel silahlanma
da bu konuda pek masum değil,
Kadınların 170’i ateşli silahlarla, 83’ü
kesici aletle, 26’sı boğularak, 10’u darp
edilerek, 2’si yakılarak, 1’i kimyasal
madde ile 1’i de yüksekten düşülerek
öldürüldü. Bir diğer istatistik ise şöyle,
2008-2020 Aralık arasında 3 bin 621
kadın erkek şiddetine kurban gitti, tabii
bu veriler basına yansıyan ve kayda
geçenler, peki diğerleri, diğerlerini
görmüyoruz çünkü gözlerin bakmayı
unuttuğu bir mevsimdeyiz.
***
Lamure bu ayki sayısında, kadın ve edebiyat deyip Halide Edib’i
kapağa taşıdı. Bu ismin elbet bir manası vardır, İlk kadın öykücüler
adıyla sıralayabileceğimiz birkaç örnekten biri. 1950’lere kadar, genellikle
erkeğin belirlediği kavramlara yaklaşmaya çalışan, bir eğilimle
konuşurlar, Halide Edib, bu tabuyu yıkan grubun temsili olarak
anılabilir, Hülya Adak, “Otobiyografik Benliğin Çok- Karakterliliği:
Halide Edib’in İlk Romanlarında Toplumsal Cinsiyet” yazısında Harap
Mabetler kitabındaki “Bilir misin ki, kadınlığın ebedi zavallılığı
olmazsa, ne şiir, ne de zevk olurdu…” cümlesiyle bu misyonu tanımlar,
Erkek anlatıcı intihar eder ya da ideal kadın ölür. (Adak 2004:
177-178)
Bir başka deyişle, belki de şiddete karşı çare, ataerkil kültürün
eleştirisini yapan, çözüm üretmeye çalışan, kadın bakış açısıyla yazılmış
kitaplardadır.
21
“Doğru da olsa kusurlu yaydan çıkan ok,
hedefine varamaz.”
Zekâ fışkıran gözlerinden, damla damla
gözyaşı süzüldü. Gözyaşlarının grileştirdiği
gözbebeklerini kollarının yeni ile sildi. Hıçkırmak
istiyordu ama içten içe direndi. O
denli bastırdı ki kendisini bir an yüzünün al
al olduğu görüldü. İçi hınç dolu bir şekilde,
gözlerini bitiş çizgisine çevirdi. Bir iki metre
kala tökezlemiş yarışı sonuncu bitirmişti.
Suçlu suçlu baktı, kuru bir ceset gibi yerde
boylu boyunca ters yüz yatmış ayakkabılarına.
Hesap hatası yapmıştı Ahmet, hız yarışında
iddialıydı ama hesaba katmadığı şey
başına gelmiş, arkadaşlarına mağlup olmuştu.
Girişkendi, cevval yapısı herkesçe bilinirdi.
Zekâsı herkesçe takdir ediliyordu, akıllı
çocuktu. Bu durum onu mutlu etmiyordu.
Ne var ki yine geride kalmıştı. Yarışı
kaybetmemiş olsaydı, karakterinin bir parçası
olan kazanmanın kendi içinde oluşturacağı
o başarı duygusunun tadına varabilecekti.
Bir ara öfkesi onu öylesine çileden
çıkarma noktasına getirdi ki derin derin soluk
alıp verirken hınçla ayakkabılarını çaldı
yere. Tuhaf, tatlı ve sıcak bir rahatlama sağlayan
bir duygu kapladı hücrelerini. Suçluyu
cezalandırıyor gibiydi. Oysa suçlunun kim
olduğu belliydi. Bunu en iyi bilecek kişi Ahmet
olmalıydı.
O küçük yaşına rağmen halden anlayan
bir olgunluğa sahipti. Babası üzülmesin
diye pek çok şeyde olduğu gibi çok istediği
yeni ayakkabı talebini de bastırdı içinde. Ne
de olsa babası bir gün sağlığına kavuşacak,
kendisinin o çok istediği ayakkabıları alacaktı.
Baba Sabri Efendi yılın büyük kısmını
nüksetmekte olan hastalığı yüzünden yatağa
bağlı olarak geçirmek zorunda kalmaktaydı.
Adamcağız da bu durumundan muzdaripti
ama hastalık peşini bırakmadığı için doğru
dürüst bir işi olmamıştı. Ayakkabılarını zoraki
bir duygu ile alıp ayağına geçirdiğinde
küçük Ahmet yine babasını düşünüyordu.
Arkadaşları Fatmaların Ali’si, Nedimlerin
Kemal’i, Mehmetlerin Yusuf ’u ve Köse
Dursun’un çelimsiz Veli’si yeni bir oyuna
dalmış körebe oynuyorlardı. Ahmet bir onlara
bakıyor bir de tüm hırsını üzerine boca
ettiği yırtık ayakkabılarına.
Yeni ayakkabıları ile nasıl da mutlu
mutlu koşturuyorlardı. Köse Dursun’un çelimsiz
Veli’sinin her yanından geçişte, pörsümüş
ayakkabılarına bakarken, suratında
Yırtık Ayakkabı
Mehmet Memdoğlu
görülen o benlik havası Ahmet’i çileden çıkarıyordu.
Diğerlerinde bu türden üstünlük
kokan şımarıkça hareketler yoktu. Veli’ye
karşı kırgınlığının nedeni buydu belki de.
Sıskanın tekiydi ama zengin babasının konforunu
sürdürmekteydi.
“Ah” dedi, içinden, “Şu ayakkabılarım
bir adam gibi olabilseydi eğer, gösterirdim
size kim olduğumu? Hem küçük bir yarıştan
ne çıkar ki?” diye geçirdi içinden. Kırgınlık
ve kızgınlık yerini sağduyuya bıraktı böylece.
Varsın babaları başlarında bulunsun, yokluk
nasılsa bir gün gelir sona ererdi. O zamana
kadar halden anlamalı, ses çıkarmadan babasının
sağlığı elverir noktaya gelinceye kadar
sabırlı olmalıydı.
Diğer çocuklarda olduğu gibi onun da
en büyük eğlencesi ağıldaki oğlak ve kuzular
gibi tepişmek, akranları arasında oyunlar
oynamaktı. Günün büyük kısmını “seksek,
ip atlama, birdirbir” gibi çocuk dünyasına ait
oyunlar oynayarak geçirmekten büyük keyif
alıyordu.
Her çocuk gibi bir yandan çocukluğunu
yaşıyor, diğer yandan da su içer gibi evinde
bulunan tüm kitapları okuyordu. Annesinin
ricasını kırmayan komşuların ödünç verdiği
kitapları da büyük bir heyecan içinde bitirmiş
sıra köy öğretmenin kütüphanesine
gelmişti. Ondan nedense biraz çekiniyordu
Ahmet. Kılık kıyafeti yüzünden mahcup
düşmekten mi korkuyordu acaba? En çok da
her tarafı kevgire dönen ayakkabılarından
utanıyordu. Bir ara öğretmeninin de ayakkabılarına
baktığını fark ettiğinde Hasan, içgüdüsel
bir şekilde hızla oradan uzaklaştı.
Kendisine acınmasından nefret ediyordu,
böylesine bir duygu karşısında eziliyor,
derin bir çaresizlik girdabına giriyordu
adeta. İçini kasıp kavuran bu duygu ile baş
etmek için kitap okumaya başlaması, onu
akranları arasında hızla sivrilen bir kişilik
haline getirmişti.
En son köydeki yakın arkadaşı olan Selimlerin
Musa’sı onu evine davet etmiş, o da
bu daveti geri çevirmemişti. Birlikte ders çalışıp
kitap okudular. Sonra Musa’nın annesi,
kendilerine sıcak gözleme ve ayran getirdi.
Koyun peynirinden yapılma gözlemenin
tadı çok lezzetliydi. Teşekkür etti Ahmet.
Ayrılırken de Musa’nın babası ile karşılaştı.
Selim Efendi köyün en sevilen saygı duyulan
isimlerinden biriydi. İçi sevgi ve merhamet
dolu bu insan, Ahmet’in ayakkabısının içler
acısı halini görünce yutkundu:
-Evladım dedi,
-Kaç numara, senin ayakkabının kaç
numara?
Bu sorunun nereye varacağını anlayan
Ahmet, kızardı, bozardı:
-Bilmiyorum Selim Amca dedi ve omuz
silkerek hızla oradan uzaklaştı. İçini kaplayan
kızgınlık ve ezilmişlik duygusu eve
gidinceye kadar kendisini renkten renge
sokmuş, içinden bir daha Musalara gitmeyeceğine
dair yeminler etmişti.
Kim bilir, bayrama yakın bir tarihte yeni
ayakkabılara kavuşabilirdi belki? Daha dün
rüyasında görmüştü rengâreng ayakkabıları.
Uçuyordu onlarla, kanatlanmış bir melek
gibi, rüzgâr gibi, koşturuyor, koşturuyor,
koşturuyordu.
Kötüsü mü? Uyandığında, o güzelim
renkli ayakkabıların yerinde, her tarafı paçavraya
dönmüş yırtık ayakkabının durmasıydı.
Ona kalsa bunları giyip dışarı çıkmayacak,
hep içeride oturacaktı. O çelimsiz
Veli’nin şımarıkça yiğitlik taslamalarına da
tahammül edemiyordu artık.
Köyde hayat erken başlar. Küçük, büyük
herkesin kendine göre bir sorumluluğu
olur, insanlar vazifelerinin gereğini yapardı.
Küçük Ahmet’in de en büyük işi, uyanır
uyanmaz kümesle ilgilenmesiydi. Yine
sabah erkenden kalktı, kümesteki tavukları
beslemesi gerekiyordu. Seslendiğinde, önde
çilli horoz, bir düzen içerisinde arkasında
tavuklar, kendisinde doğru koştururlardı. Bu
sahne her sabah tekrar ediyordu. O da çok
seviyordu onları.
Hele de çilli horozu.
Ahmet’in nazarında çilli horoz kendisinin
yakın arkadaşı, sırdaşıydı.
Gün olmasın ki çilli horozla, bir derdini
bir sırrını paylaşmış olmasın. Çilli horoz da
tıpkı bir insan gibi dinlemekteydi Ahmet’i.
Kendisine sevgiyle bakan çilli horoza:
-Son yarışta yine rezil oldum dedi.
-Hele bir sağlam ayakkabım olsun, o
Veli’ye kim olduğunu gösteririm ben. Kızgın
bakışlar Çilli horozu biraz öteye gitmeye
22
zorladı. Ahmet, kızgınlığının yakın arkadaşını
ürküttüğünü görünce;
-Tüh, kızgınlığımı senden çıkarıyorum
ben de. Gel çilli horozum gel, sana bir şey
yapmam, diyerek horozunu sevmeye başladı.
Horozuyla dertleştikten, kümesteki taze
yumurtaları toplayıp sepete koyduktan sonra
eve çıktı, kahvaltı zamanıydı. Annesi tavada
tereyağlı yumurta yapmıştı, lezzetine diyecek
yoktu. Babasının üzgün suratına baktı
ama hiç renk vermedi. Çok mutlu gözükmeli,
babasının moralini yüksek tutmalıydı.
Hem annesi de bunu kulağına fısıldamıştı.
Günlerden cumaydı. Köy erkekleri
cuma namazına gitmiş, köy meydanı çocuklara
kalmıştı. Bu durum en çok çocukların
hoşuna gidiyordu. Böylece köy meydanında
istedikleri gibi oyunlar oynayabiliyor, rahatça
koşabiliyorlardı. Musa ve bir iki arkadaşı
kapı zilini çaldıklarında, Ahmet hemen açmıştı
kapıyı. Anlamıştı geliş nedenlerini, elleriyle
sus işareti yaptı, annesinin ve küçük
kardeşinin rahatsız olmasını istemiyordu.
Üzerini giyinip arkadaşlarına katıldı hemen.
Oyunlar oynayıp eğlendiler. Sıra yine hız yarışına
gelmişti. Bu kez kaybetmeyecek, tüm
gücünü kullanarak yarıştan birinci gelecekti.
Tam koşmak üzere iken Ahmet’in aklına bir
fikir gelmişti.
-Hoşunuza gidecek bir şey önereceğim.
Haydi, bu kez ayakkabılarımızla değil çıplak
ayaklarımızla koşalım. Hem böylece yeni bir
şey denemiş oluruz.
Arkadaşları itiraz ettiler. “İyi ama” dediler,
“Ya ayağımıza diken ya da cam batarsa,
ne yaparız biz?…” Küçük Ahmet, önerisinin
karşılık bulmadığını görünce:
-Arkadaşlar dedi. Tamam, siz ayakkabılarınızla
koşabilirsiniz ama ben bu kez çıplak
ayakla koşmak istiyorum.
Yarış başlamıştı, Ahmet çıplak ayaklarıyla
yarışı önde götürmekteydi. Bir yarış
atını andırırcasına süratliydi. Final çizgisine
on-on beş metre kala, Ahmet kendisini yerde
buldu. Canı çok yanıyor, acıdan kıvranıyor,
kanamakta olan ayağını sıkıca tutmaya
çalışıyordu. Cami cemaati dağılırken konudan
babası Sabri Efendi’nin de haberi oldu.
Köy meydanına yetişmişti babası, Ahmet’i
yerden kaldırdı, içi buruk bir şekilde:
-Ne oldu evladım sana böyle? dedi.
Ahmet acıdan konuşamıyordu ki. Arkadaşı
Musa öne atıldı.
-Sabri amca! Hız yarışına girmiştik, Ahmet
çıplak ayakla koşmayı tercih etti, ayağına
diken battı dedi.
Sabri Efendi, ileride bulunan evladının
ayakkabısını da yerden aldı, çocuğunu
kucaklayarak eve doğru yürümeye başladı.
Boğazı düğümlenmişti adeta, Ahmet’in neden
çıplak ayakla koştuğunu hemen anlamış
derin bir ızdırap duymuştu. Eve vardıklarında
annesi hemen sıcak su hazırladı, yarayı
güzelce pansuman etti, merhem sürdü. Allah’tan
yara çok büyük değildi.
Ertesi gün soluğu kasaba ayakkabıcısında
aldı Sabri Efendi. Borç harç, bulduğu üç
beş kuruş para ile evladına yeni bir ayakkabı
aldı. Güzelce paketlenen ayakkabıyı eve varıncaya
kadar kalbinin üzerinde taşıdı. Köye
vardığında ikindi ezanı okumaktaydı. “Rabbim
sana şükürler olsun,” dedi.
İçeri girdiğinde eşi karşıladı kendisini,
o da kocasının kasabaya hangi niyetle gittiğini
biliyordu. Bakıştılar, ikisi de mutlu bir
şekilde içeri yöneldiler. Akşama doğru eve
geldiğinde, hediye paketine bir anlam veremedi
Ahmet.
Sonrası mı?
Mutluluk gözyaşları…
Hastalığına rağmen babası, Ahmet için
kasabaya gidip yeni bir ayakkabı almıştı. Sevinç
çığlıkları atarak babasının boynuna sarıldı,
bir o yanağından, bir diğer yanağından
doyasıya öptü Ahmet.
Sabahı zor etti etmişti.
Geceden ayakkabılarını kucağına aldı,
onlarla birlikte yattı. Mis gibi deri kokuyordu
ayakkabıları. Omuzu düşük çocuk gitmiş,
kükreyen, meydan okuyan, özgüveni yüksek
bir karakter doğmuştu içinde. Ayakkabının
onun hayal dünyasındaki yeri, sadece bir
ayakkabıdan ibaret değildi. Yokluk girdabının
neden olduğu sorunun üstesinden gelmenin
gururunu yaşamak istiyordu. Yeni
ayakkabılarını giymeli ve arkadaşlarına bu
güzelim ayakkabılarını göstermek suretiyle,
geçmişin acılarını geride bırakmanın mutluluğunu
yaşamalıydı.
Koşar adımlarla okula nasıl gittiğini bile
hatırlayamadı Ahmet. Hem koşuyor, hem de
arada bir nefes almak için mola verdiğinde,
bir sevgilinin aşığına baktığı gibi bakıyor
ayakkabılarına, yüreğinde taşıyormuşçasına
sevgi dolu bakışlarını ayakkabılarından esirgemiyordu.
Okul zilinin çalmasını iple çekti Ahmet.
Arkadaşlarını köy meydanında bulduğunda,
23
içini kaplayan gurur ve sevinçle ayakkabılarını
gösterdi. Arkadaşları bu kez imrenerek
bakıyorlardı. Çocukça birbirlerine sarıldılar,
oyunlar oynadılar. Ta ki talihsiz kaza yine
Ahmet’i buluncaya kadar.
Yaramaz taylar gibi koştururken, dönemeci
döndüğü esnada, Ahmet’in yeni
ayakkabıları, ne oldum demeden pat diye
kenarlarından sökülüp yırtılmaz mı? Ahmet
derin bir şok geçirir. Nasıl olabilirdi? Yepyeni
ayakkabıları hemencecik yırtılmış, giyilemez
bir hale gelmişti. Yırtılmış olan ayakkabısını
eline aldığında bir taraftan ağlıyor, bir taraftan
da bu durumu ailesine nasıl açıklayacağını
düşünüyordu.
Korku, üzüntünün önüne geçmişti.
Çocukça, kabahati kendisine yükledi. Saklanmalı
ve evden uzaklaşmalıydı. Arkadaşı
Musa ile de konuştu, dertleşti. Musa da çok
üzülmüştü. Akşama doğru annesi Ahmet’in
eve gelmediğini görünce, ters giden bir şeyler
olduğunu anlamıştı.
Köy meydanına ulaştığında hava kararmak
üzereydi. Fatmaların Ali’sini gördü, ona
oğlunu görüp görmediğini sordu. Bilmiyordu
Ahmet’in yerini Ali. Beş, on adım daha
gitmişti ki bu kez Musa ile karşılaştı. Musa’ya
da sordu ama yanıt alamadı. Belli ki Musa
yerini biliyordu fakat söylemekten çekiniyordu.
“Evladım korkma” dedi annesi, “Hele
bir deyiver Ahmet nerede? Başına kötü bir iş
mi geldi acep?” Musa, Ahmet’in okulun arka
bahçesinde bulunan kulübede olduğunu
söyleyince, annesi soluğu okul bahçesinde
almıştı.
Başını iki elleri arasına almış ağlıyordu
Ahmet. Annesi yanına yaklaştığında, elinde
yırtılmış ayakkabısıyla koşup sıkıca sarıldı
annesine. Anlamıştı annesi meseleyi, bir
şey söylemedi, öptü, kokladı evladını. Dert
etmemesini telkin etti, nasılsa bir hal çaresi
bulunurdu.
Birlikte eve döndüklerinde, Ahmet içeri
girmek istemedi. Babasını incitmekten, üzmekten
çekiniyordu. Sabri Efendi durumu
eşinden öğrenince hasta haliyle dışarı çıktı,
çağırdı evladını yanına. O da yüreğine basarcasına
sarıldı, kokladı ve öptü Ahmet’i.
“Sıkma canını güzel oğlum! Canın sağ
olsun… Senden daha mı kıymetli? Yenisini
alırız inşallah” dedi.
Dünya zengini olmayan ama gönlü zengin
olan babası, evladı Ahmet’le kısa bir süre
bakışmış, mesele hallolmuş, tabii o esnada
zaman adeta durmuş gibiydi...
Ayakkabısı yırtık Ahmetlerin penceresinden
dünyaya baktınız mı hiç?
Yaşadığımız ilin, ilçenin, köyün ve mahallenin
sokaklarında yırtık ayakkabılarıyla
dolaşan Ahmetleri unutmayalım…
İS TAN BUL
Ercan Demirci
Sen çocukken yüreğime doldurduğum şehir.
Balonlarıma üflediğim soylu kent.
Hangi ağızdan çıkarsa çıksın senin adın,
Hangi sokağını çiğnerse çiğnesin en çirkef kadın,
Asla bozulmaz İstanbul ne rengin ne kokun ne tadın.
Müjdeli şehrim, mukaddes hazların sahibi.
Mekke’m, Kudüs’üm, rüya şehrim İstanbul.
En çok da adını sevdim İstanbul senin.
Seni görmeden sana yüklenen bütün anlamlar eksik.
Ve bütün hayaller yarım, bölük pörçük, kırık dökük.
Ayasofya bir kalp ağrısı, bir hicran yarası sende.
Hüzün yakışmaz ve hüzün yapışmaz yakamoz parıltılı yüzüne.
“Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul.”
Peçesini aralamış bir kadın gibiydi Sarayburnu.
Boğazın mavi suları gözlerinde dalgalanan bir kadın.
En çok da adını sevdim İstanbul senin.
Annemin adını söyler gibi söyledim adını.
Yıllar sonra karşılaşılan eski bir sevgili gibisin.
Cenneti düşlerken sen gelirsin aklıma ve adını saydıklarım.
Sıratı geçer gibi geçerim ikizlerinden.
Ve nikâhsız geçer hareminden bütün bir Anadolu.
“Bu şehr-i Stanbul ki bi misl-ü bahadır.”
Çöl yorgunu kervanlara hayat veren vahadır.
Dolgun bir adın var İstanbul, büyülü ve nağmeli.
Vakur bir aslan gibi kükreyen üç heceli.
Paris’in kavalyesi, bir Bizans şövalyesi,
Avrasya’nın kolyesi İstanbul.
“İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.”
Süleymaniye’den yükselen sesle ürperiyorum.
Taş kesiliyorum,
Ellerine bırakıyorum kendimi Sinan’ın.
Köy’lerinde geziniyor, Kapı’larını açıyorum.
Taş’larına yüz sürüyor, Ada’larına türküler söylüyor,
Paşa’larına selam duruyorum.
En çok da adını sevdim İstanbul senin.
Kız Kulesi Karacaahmet kadar yaslı.
Ne zalim sevgililer sakladın koynunda İstanbul.
Beyoğlu’nda göz süzen dilberlerin vardı.
Simitçi çocukların, mutsuz yüzlerle gezen.
Tarihin var çağları doludizgin aşıp gelen.
Talihin var bin dört yüz elli üçte değişen ve gülen.
Hüznün var bolca ve ağlamaklı bir çehren.
Yalıların ve köşklerin uzak tebessümler gönderseler de,
Varoşların sıcak kahkahalarla kucaklasalar da beni,
Seni sevmemek ne mümkün böyle bir adın varken.
İs-tan-bul destan destan okunursun Anadolu’da.
Hayallerde büyürsün, eşlik edersin umutlara.
Annemin adını söyler gibi söylerim adını.
Sen çocukken yüreğime doldurduğum şehir.
Balonlarıma üflediğim soylu kent.
Sen...
İstanbul...
24
Minik Hayatlar
Yusuf Özlem Yılmaz
Geceden kalma kuru soğuğun bedenleri yakan eşliğinde kar
yağışının tipiye çevirmesi yürümesini iyice zorluyordu. Küçük ayakları;
okul yolunu kapatan karın üzerinde kedi patisini andıran izler
bırakıyordu. Babasının elinde kürekle, ona geleceği için yol açma çabası
işini az da olsa kolaylaştırıyordu. Attığı her adımda zorlansa da
okula yetişebilmek için hızlı hızlı yürüme gayretindeydi. Şiddetini
arttıran rüzgâr, tipinin taşıdığı soğuğu bütün bedenine yayıyordu.
Eldiveni altında kalan minik ellerine dikenler batıyor gibiydi. Normal
şartlarda on beş dakikada yürüdüğü yolu bu çetin koşullarda bir
saatte tamamlayarak nihayet okuluna geldi. Ders çoktan başlamıştı.
Okulun içine girer girmez derin bir nefes aldı. Dışarıya nispeten
daha sıcak bir yere gelmenin mutluluğu ile üçüncü katta bulunan
sınıfına çıktı. Beyazlara bürünen eldivenleri dişlerinin de yardımıyla
parmak uçlarından tutup çıkardıktan sonra sınıfının kapısını çaldı.
Utanarak da olsa içeriye girdi. Sınıf arkadaşlarının hepsi şaşkınlık
içinde ona bakıyordu. Ürkek bakışlarla önce arkadaşlarını süzdükten
sonra öğretmenine döndü:
- Öğretmenim, geç kaldığım için özür dilerim. Çok kar yağdığı
için evimizin önü kapanmıştı. Babam karları temizledikten sonra
ancak yola çıkabildim. Bu yüzden geç kaldım.
- Hiç önemli değil Nilsu. Sen iyi misin? Çok üşümüşe benziyorsun.
Gel bakalım yanıma.
Nilsu, öğretmen masasının oraya, sandalyesinin yanına gitti.
Öğretmeni onun ellerine baktı. Elleri kıpkırmızı ve çok soğuktu. O
kadar çok üşümüştü ki ellerinin üzeri çatlamış ve kanamıştı. Tam o
sırada öğretmenine döndü:
- Öğretmenim eldivenlerim yırtıldı. Babam daha aylığını alamadığı
içim yenisini alamadı. Aylığını almasını bekliyoruz.
Öğretmeni onun ellerini sıcacık avuç içiyle biraz ısıttıktan sonra
oturması için yerine gönderdi. Yerine geçen Nilsu, hemen çantasından
kitaplarını ve defterlerini çıkardı. Öğretmeni dolan gözleriyle
oldukça başarılı olan Nilsu’yu izliyordu. Eğer eğitimi için arkasında
durulursa ileride çok güzel yerlere geleceğinden emindi. Ancak babası
çok geri kafalı bir insandı. Daha önce çıkarları doğrultusunda Nilsu’nun
ablasını okuldan alarak erken yaşta evlendirdiğini biliyordu.
Aynı şeyi kız kardeşi Nilsu’ya yapmasından çok korkuyordu. Bunu
önlemek için devamlı olarak babası ile görüşmeler gerçekleştiriyordu.
Nilsu’nun okuması gerektiğinden, onun çok başarılı olduğundan,
mutlaka eğitim hayatına devam etmesi gerektiğinden bahsediyordu
ama her görüşmeden sonra umutsuzluğa düşüyordu. Adamın onu
anladığından emin değildi.
Nilsu, bu sene dördüncü sınıftaydı. Seneye ortaokula geçecekti.
Çok sevdiği öğretmeni de bu sene tayin isteyip memleketine gidecekti.
Bu yüzden biraz burukluk yaşasa da öğretmeni ile her zaman
görüşeceğini bildiğinden daha bu yaşında kendini avutuyordu.
Okul ev arasında mekik dokuyarak ve zorlanarak geçen kara
kışın ardından nihayet bahar geldi. Yılsonu karnelerini alan öğrenciler
sevinçle evlerine dağıldı. Nilsu’nun öğretmeni öğrencilerinden
özellikle Nilsu’dan ayrılacağı için çok mutsuzdu. Ancak babasını Nilsu’nun
eğitim hayatına devam etmesi gerektiğine ikna ettiği için içi
biraz olsun rahattı.
O yıldan sonra öğretmeni ile Nilsu ara ara görüşmeye devam
etti. Ta ki Nilsu’nun yedinci sınıfa geçtiği seneye kadar. Birdenbire
bağlantıları koptu. Nilsu’nun babasına ait telefon da kapandı. Öğretmeni
ne kadar Nilsu’ya ulaşmaya çalışsa da bunu başaramadı. Köyde
onları tanıyan herkesi arasa da bir türlü onlara ulaşamadı. Sanki sırra
kadem basmışlardı. Tüm çabaları netice vermeyince bir süre sonra
öğretmeni içi parçalansa da aramaktan vazgeçti.
Bu olaydan iki yıl sonra umutlarını tamamen yitiren öğretmeni
bir gün okuldan eve yorgun argın dönmüştü. Apartmanın girişinde
bulunan posta kutusunda beyaz bir zarf gözüne takıldı. Zarfı eline
aldı. Üzerinde ismi yazıyordu ve bu el yazısını bir yerden tanıyordu.
Kimden geldiğini merak etti. Evine çıktıktan sonra üzerine bile değiştirmeden
oturma odasındaki koltuğa oturdu. Merakla zarfı açtı ve
okumaya başladı.
Merhaba Öğretmenim,
Ben, öğrenciniz Nilsu. Size bu mektubu yazmak için çok bekledim.
Elim bir gitti bir geldi. Sizi üzmekten çok korktum. Ama sizi
çok sevdiğim için ve beni merak ettiğinizden emin olduğum için size
kendimden haber vermek istedim. Öncelikle sizi, şefkatinizi, o sıcak ellerinizi,
güzel yüreğinizi çok özledim. Siz bizim köyden gittikten sonra
iki yıl daha okul hayatım devam etti. Sonrasında bizim köyden on kilometre
daha uzakta bulunan başka bir köye taşındık. Buranın şartları
bizim köyün şartlarından bile daha zordu ama alıştım. Yeter ki babam
beni okutsun, her zorluğa göğüs gererim, diye düşünüyordum. Ancak
babamın durumu günden güne kötüye gitti. Kalan son hayvanlarımızı
da satmak zorunda kaldık. Bu köye taşındığımızdan beri köyün
zenginlerinden biri benimle evlenmek istiyordu. Ama babam hem size
verdiği söz hem de annemin yaptığı baskılarla buna pek yanaşamıyordu.
Ancak durumumuz o kadar kötüye gitti ki beni o adamla evlendirmek
zorunda kaldı. Karşılığında yüklü bir para aldı. Durumunu
biraz düzeltti. Bunları okuduğunuzda gözleriniz dolacak biliyorum
ama sizin gibi öğretmen olmasını beklediğiniz öğrenciniz artık çocuklu
bir ev hanımı… Üstelik sadece on beş yaşında… Sizi çok özledim öğretmenim.
Benim için yaptığınız hiçbir şeyi unutmadım. Hala aklımda…
Bana anlattığınız hiçbir şeyi de unutmadım. Özellikle hayat bilgisini…
Nilsu
25
GENEL HATLARIYLA
KADINA YÖNELİK ŞİDDET ve
KADIN CİNAYETLERİ
ERDAL SARIÇAM
SOSYOLOG ve AİLE DANIŞMANI
İçinde bulunduğumuz çağın en önemli
sorunlarından biri de hiç şüphesiz şiddettir.
Bugün şiddet denildiğinde çoğunlukla
kadına, çocuğa veya diğer canlılara yönelik
fiziki müdahale anlaşılsa da esasen bu fiilin
çok daha geniş bir çerçeveye sahip olduğunu
söyleyebiliriz. Zira dünyanın kendi özelinde
de şiddet gibi bir sorunu var ve bundan canlı,
cansız her varlık bir şekilde etkilenmektedir.
Örneğin yaşanan savaşlar nedeniyle sadece
insanlar veya diğer canlılar değil cansız varlıklar
da zarar görmektedir. Binalar, araçlar,
yollar, köprüler, barajlar, tarihi yapılar ve
doğanın bizzat kendisi gibi. Dolayısıyla şiddeti
birçok başlık altında incelemek ve buna
ilişkin değerlendirmelerde bulunmak mümkündür.
Ancak burada genel hatlarıyla, tüm
dünyada olduğu gibi, ne yazık ki ülkemizde
de sıklıkla şahit olduğumuz ve gitgide kronik
bir hale dönüşen kadına yönelik şiddet
ve kadın cinayetleri üzerinde duracağız.
Arapça “şedd” kökünden dilimize yerleşmiş
olan şiddet kelimesi; kabalık, sertlik,
zorbalık anlamına gelir ve bir kişi veya gurubun
simgesel varlığına ya da bedensel bütünlüğüne
yönelik çeşitli biçimlerde yapılan
saldırıyı ve zarar vermeye dönük her türlü
davranışı içerir.
Şiddet eylemine kadın özelinde bakacak
olursak, dört genel başlığın öne çıktığı görürüz.
Bu başlıklar; fiziki şiddet, cinsel şiddet,
psikolojik şiddet ve ekonomik şiddet olarak
kategorize edilebilir.
Fiziki şiddet, bir başkasının bedensel
bütünlüğüne zarar verecek, kişiye acı çektirecek
davranışlardır. Basit bir yaralamadan
cinayete kadar uzanan her türlü davranış fiziki
şiddet olarak değerlendirilebilir.
Cinsel şiddet, birini istemediği yerde
ve zamanda cinsel birlikteliğe zorlamaktan,
cinsel içerikli yazılı/sözlü mesaj ve harekete
kadar bir dizi davranışı ifade eder.
Psikolojik şiddet, bir kişiyi aşağılamak,
korkutmak, sindirmek, küçük düşürmek,
duygusal açıdan yıpratmak veya zarar vermek
gibi davranışları kapsar. Cinsel kimlik
üzerinden aşağılamanın hem cinsel hem de
psikolojik şiddete örnek olacağını belirtelim.
Ekonomik şiddet ise kendisine ekonomik
açıdan bağlı olan bir kişiyi maddi varlıktan
yoksun bırakmak, bu yolla baskı altına
almak, harcama yapma ya da mal edinme
özgürlüğünü kısıtlamak veya kişisel banka
kartlarına el koymak şeklinde tanımlanabilir.
Cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddet,
buna uğrayan kişi tarafından belli oranda
gizlenebilse de fiziki şiddet daha görünür ve
belirgin olması nedeniyle çoğu zaman gizlenemez
ve açığa çıkar. Yapılan istatistiksel
çalışmalara göre darp, dayak, işkence veya
cinayet gibi sonuçlara sebep olacak fizik şiddette,
dünyada olduğu gibi ülkemizde de son
yıllarda ciddi artış gözlenmektedir. İçişleri
Bakanlığı ile Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler
Bakanlığının paylaştığı veriler bu gerçeği
yansıtmakta ve bunu önlemeye yönelik acil
önlemler alınması mecburiyetini ortaya koymaktadır.
Bağımsız kaynaklara dayalı verilere
göre 2009 yılında hayatını kaybeden kadın
sayısı 125’tir. 2010’da bu sayı 203’e çıkmış;
2011’de ise 128’e düşmüştür. 2012’de 145’e
yükselen kadın cinayet oranı sonraki yıllarda
artarak devam etmiştir. Bu sayı 2013’te 231;
2014’te 220; 2015’te 293’tür. Kadın cinayetleri
2016’da çok az bir düşüşle 288 olmuşsa da
sonraki yıllarda bu sayı ufak düşüşlerle birlikte
yükselişini sürdürmüştür. Kadın cinayetleri
2017’de 349; 2018’de 404; 2019’da 420
olarak kayıtlara geçmiştir. 2009 ile 2019 yılları
arasındaki 10 yıllık süre içinde katledilen
kadın sayısı 2.806 olarak ölçülmüştür. Covid
19 pandemisiyle geçirilen 2020’dekicinayet
oranı ise 407’dir. Her ne kadar resmi kaynakların
kaydettiği veriler bu sayılardan biraz
daha düşük olsa da kadın cinayetleri konusunda
ciddi çalışma içinde olan STK’lar, üniversiteler,
siyasi partiler ve çeşitli araştırma
şirketleri bu sayılarda hemfikirdirler.
Bütün bu cinayet olaylarının yanında
bir de “şüpheli ölümler” gibi bir sorunumuz
bulunmaktadır. Başlarda intihar olarak kayıtlara
geçen birçok ölüm, sonrasında şüpheli
bulunmuş, yapılan incelemelerde bir
kısmının cinayet olduğu ortaya çıkarılmıştır.
Bunun en önemli örneği, kamuoyunun “Şule
Çet Cinayeti” olarak bildiği olaydır. Şule Çet
Cinayeti, 29 Mayıs 2018’de 23 yaşındaki Şule
Çet’in tecavüz edildikten sonra bir plazanın
20. katından aşağı atılması suretiyle öldürül-
26
mesi olayıdır. Olay, önceleri intihar olarak
kayıtlara geçmişse de sonrasında yapılan
itirazlar üzerine, intihar süsü verilmiş bir cinayet
olduğu anlaşılmıştır. Şule Çet Cinayeti
bu anlamda bir kırılma noktası olmuş, sonrasında
ani meydana gelen her ölüm hadisesi
“kadın cinayeti” şüphesiyle inceleme altına
alınmıştır.
Kadın cinayetlerinin gerekçesine bakıldığında
ise çoğunlukla “namus” bahanesiyle
işlendiği tespit edilmiştir. Cinayetten sonraki
ifadelerinden anlaşıldığı üzere; kadının
boşanma talebini, boşanmasını veya evden
ayrılması gibi durumları “namus” ile ilişkilendiren
erkekler, “namusunu temizlemek”
adına bu cinayetleri işlemişlerdir. Cinayete
kurban giden kadınların neredeyse tamamının
failinin eş, eski eş, sevgili veya aile fertlerinden
birinin olması da oldukça önemlidir.
Uğradığı saldırıdan hayatını kaybetmeden
kurtulan kadınların verdikleri bilgilere
göre, bu kadınlar uzun süre şiddetin diğer
türleriyle de yaşamak zorunda kalmışlardır.
Özellikle eski eş tarafından saldırıya uğrayan
kadınların ifadelerinden anlaşıldığı üzere,
bu kadınlar saldırıdan önce fiziki takip, sosyal
medya takibi, SMS gibi yollarla taciz edilmiş
ve baskı altına alınmışlardır.
Cinayet sırasında kullanılan aletlerle ilgili
ortaya çıkan bilgiler ise %47’sinin ateşli
silah, %23’ünün kesici alet olduğu şeklindedir.
Geriye kalan cinayetler darp, zehirleme
ve muhtelif yollarla işlenmiştir.
Cinayet olaylarından sonra, faillerin
verdikleri ifade ve yapılan psikolojik incelemeler
sonucunda, bu kişilerin ruhsal durumları
hakkında da bir takım sonuçlara
varılmıştır. Buna göre kadın cinayetine imza
atan faillerin neredeyse tamamı, bu suçu
kıskançlık duygusuyla işlediklerini ifade
etmişlerdir. Failler, eşlik görevlerini yerine
getirmedikleri için terk edilmiş olsalar dahi,
bunu gururlarına yapılmış bir saldırı olarak
yorumlamış ve durumu düzeltmek, eksikliklerini
gidermek yerine fiili saldırıyı tercih
etmişlerdir. Burada öfke kontrolü, duygu durum
bozukluğu ön plana çıkmaktadır. Bu kişilerin
bir kısmının cinayeti kendi öz çocuklarının
gözleri önünde işlediklerini de göz
önünde tutarsak o anki ruhsal durumlarının
bütünüyle kontrolden çıktığını söyleyebiliriz.
Bazı faillerin cinayetten sonra cesede
uyguladıkları müdahale de duygusal açıdan
yaşadıkları çöküntüyü anlamamız açısından
önemlidir. Örneğin; cesedi yakmak, organlara
zarar vermek, bir kuyuya atmak, bir betona
gömmek ya da birkaç parçaya ayırarak ortadan
kaldırmaya çalışmak, faillerin bilinçli
davranmakla birlikte, ruhsal patoloji içinde
olduklarını da göstermektedir. Cinayetten
sonra teslim olan veya yakalanan faillerin
önemli bir kısmının, sonrasında pişmanlık
duyduğunu ve cinayeti kıskançlık nedeniyle
işlediklerini söylemiş olmaları da ifade tutanaklarına
geçmiştir.
Peki, burada bir de “Aslında neden?” sorusunu
soralım ve konuyu biraz da sosyolojik
açıdan ele alalım.
Kadın cinayetlerinin arka planına baktığımızda
birçok ayrıntı göze çarpar. Kıskançlık,
reddedilme, barışmaya yanaşmama,
ikna olmama, tehdit, şantaj vs. gibi. Bunlardan
en önemlisi, ayrılan çiftlerden birinin
(çoğunlukla erkeğin) bu ayrılığı “zihinde”
bitirememiş olmasıdır. Ayrıldıktan sonra
sosyal medya üzerinden yapılan paylaşımların
takip edilmesi, izlenmesi, yeni eş veya
partnerlerin varlığına tanık olunması ya
da mutluluk içerikli duygusal paylaşımlar,
diğer kişinin tahrik olmasına sebep olabilmektedir.
Ayrılık gibi durumların meydana
gelmesi sonrasında, bireylerin bu gibi davranışlardan
kaçınması, sosyal medyadan uzak
durması veya duygularını tahrik edecek,
öfkeye sebep olacak yayınları seyretmemesi
büyük önem arz etmektedir. Ancak merak
duygusu çoğu zaman ağır basmakta ve çiftler
arasında ayrılık yaşanmış olsa bile çeşitli
yollarla “takipleşme” devam etmektedir.
Çevremizde, yaşanan ayrılıklardan sonra iki
medeni arkadaş gibi hayatlarına devam eden
çiftler de olmakla birlikte bu çiftler azınlığı
teşkil etmektedirler.
Gelelim en önemli soruya; kadın cinayetleri
nereye varacak ve bu sorun nasıl çözülecek?
Bugün, konu ile ilgili birçok resmi ve
özel kurum yoğun şekilde çalışmalarına devam
etmektedir. Özellikle İçişleri Bakanlığı,
Adalet Bakanlığı ile Aile, Çalışma ve Sosyal
Hizmetler Bakanlığı bu konuda ortak çalışma
yürütmektedirler. Bu kapsamda kolluk
kuvvetlerinin bu konudaki hassasiyetleri en
üst düzeye çıkarılmış, elektronik kelepçe uygulaması
ile cep telefonları için KADES uygulamasına
geçilmiş, Alo 183 Sosyal Destek
Hattı açılmış, ceza kanununda bir dizi değişikliğe
gidilmiştir. Bunlar umut verici gelişmeler
olarak görülebilir. Öte yandan bu ve
buna benzer daha birçok düzenleme hayata
geçirilmiş olsa da kadın cinayetleri tamamen
sonlandırılabilmiş değildir. Evet, pratikte
önleyici ve caydırıcı tedbirler önemli oranda
etkisini göstermiştir ancak ülkemizdeki
kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri ne
yazık ki devam etmektedir.
Bu sorunun kökten çözümü veya en
azından minimum düzeye çekilebilmesi kanımca
uzun vadeli programlarla mümkün
olabilecektir. Kısa vadeli çözüm önerileri
veya çözüme dönük atılacak adımlar; sorunu
ötelemekten, üstünü örtmekten başka bir işe
yaramayacaktır.
Peki, uzun vadede neler yapılabilir? Bakalım:
Öncelikle milli eğitimde köklü değişikliğe
gidilmelidir. Çocuklar, anaokulundan
başlayarak kadın kimliğine ve toplumsal cinsiyet
eşitliğine duyarlı bir biçimde yetiştirilmelidirler.
Müfredat bu amaçla yenilenmelidir.
Bu kapsamda toplum adeta baştan imar
edilmeli ve yeni nesil cinsiyete dayalı ayrımcı
öğretilerden arındırılmalıdır. Ayrıca aileler
de bu anlamda eğitime dâhil edilmeli; anne
babalar için proje ve etkinlikler düzenlenmelidir.
Hatta bu sürece ilgili kurumlar da
entegre olmalı; her aile için “Aile Psikoloğu”
ve “Aile Sosyoloğu” uygulamasına geçilmeli,
eğitim çerçevesi mümkün olduğunca genişletilmelidir.
Sonrasında medya dili kontrol
altına alınmalıdır. Haber programlarından
eğlence programlarına, dizi filmlerden sinema
filmlerine, gazete ve dergilerden sosyal
medyaya kadar tüm medya unsurları şiddet
dilinden uzak bir yayın çizgisine çekilmelidir.
Bu konuda başta RTÜK olmak üzere
ilgili tüm resmi ve özel kurumlar etkin sorumluluk
üstlenmelidirler. Son olarak ceza
kanunlarında da gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.
Öncelikle toplumda yargıya karşı
gelişmiş olan güvensizlik duygusu ortadan
kaldırılmalıdır. Verilen cezalar kamu vicdanını
tatmin edecek ölçüde olmalıdır. Örneğin
tecavüz edilerek öldürülen bir kadının
katiline “iyi hal indirimi” yapılmamalı, failin
pişmanlık duyduğuna dair söylemleri cezada
indirim sebebi sayılmamalıdır. Bugün ne yazık
ki ülkemizde yargıya karşı negatif bir algı
söz konusudur. İnsanların haklarını aramak
için mahkemeler yerine sosyal medyaya başvurmaları
bunun en açık göstergesidir. Bir
sosyolog olarak düşüncem, kadına yönelik
şiddet ve kadın cinayetleri ancak bu üç başlık
altında önlenebilir.
Tekrarlayalım: 1) Eğitim 2) Medya dili
3) Ceza kanunları.
Evet, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri
ne yazık ki içinde yaşadığımız çağın
en önemli sorunu. Üstelik sadece ülkemizin
değil bütün dünyanın baş etmekte zorlandığı
bir sorun. Bugün belki hükümetler bu sorunun
giderilmesi için ciddi çalışma yürütüyor
olabilirler. Ancak yapılan istatistiksel araştırmalar
durumun vahametini ortaya koyuyor
ve üretilen politikaların yetersiz olduğunu
kanıtlıyor. Kadın cinayetlerinin çözümü, kalıcı
uzun vadeli planlar yapıp bu planların tavizsiz
uygulanmasıyla sağlanacaktır. İstanbul
Sözleşmesi veya 6284 sayılı kanunun yürürlüğe
konulup pratikte tam anlamıyla uygulanamaması
gibi pratiklerle değil.
27
HEDİYE PAKETİ
Meltem Terzioğlu
Kapı çalıyor. Gözlerimi ekmekliğin üstündeki
saate çeviriyorum hızlıca. Akrep yedinin
üstünde, yelkovan on ikiyi gösteriyor.
Yaz vakti güneş erken batmayınca kocamın
geleceği saati bir türlü hesap edemiyorum.
“Kim o?’” diye sormak anlamsız. Gelen Yavuz’dur
herhalde, diye söyleniyorum kendi
kendime. Geç bile kalmış. Nedenini merak
etmiyorum. “İşler ucu ucuna da olsa yetişseydi
bari. Şimdi söylenip duracak, vay halime.’’
diyerek yarım kalan salataya dertleniyorum.
Dilimleme bıçağını doğrama tahtasının
kenarına bırakıyorum. Kapı bir kez daha çalıyor.
‘’Geldim!’’ Soğandan yaşaran gözlerimi
üst koluma bastırıp gözyaşlarımı siliyorum.
Tokalı ev terliğimin gittikçe artan sesi kapının
açılacağını haber ediyor. Nihayet kapıya
ulaşıyorum. Kapıyı açıyorum.
Yavuz iki büklüm olan belini dikleştiriyor.
Gururlu bir duruşu var. Mutfaktan yayılıp
evin her köşesine sinen yemek kokusu
yüzüne çarpıyor. Gözlerini devirerek bana
bakıyor. “Nerede kaldın be kadın? Beklemekten
ağaç oldum.”
Yanıt vermiyorum. Gözlerim kocamın
elindeki hediye paketine kilitleniyor.
“Ho hooşgeldin Yavuz. Elindeki neymiş
öyle?’’
Daha önce böyle büyük ve süslü bir
hediye paketi görmediğimi düşünüyorum.
Yavuz çapraz ev terliğini ayağına geçirdikten
sonra hediye paketini kucağıma tutuşturuyor.
“Yahu öyle aval aval bakma suratıma. Al
şunu, deli etme adamı.’’
Paket çok ağır... Kollarımda taşıyacak
gücü bulamıyorum. Ayaklarımı sürüyerek
kendime en yakın alanı seçiyorum. Mutfak.
Paketi mutfaktaki katlanır masanın üstüne
yerleştirirken bir yandan mırıldanıyorum:
“Nereden çıktı bu şimdi? Yoksam bana mı
aldın?” Yavuz yüzüne su çarparken dediklerimi
işitmiyor. Sararmış atletini çıkarıp
kirlilerin arasına üstünkörü fırlatıyor. Yatak
odasına geçip yeni ütülenmiş tişörtünü geçiriyor
üstüne. Koltuk altından yayılan koku,
yumuşatıcı kokusunu bastırıyor. Koridorda
ilerlerken “Kurt gibi acıktım valla. Ne yemek
yaptın kız?” diye söyleniyor. Salondaki sofranın
hazır olmadığını gören Yavuz sesini
temizliyor. Damarlarında bir şeyler kaynadığını
hissediyor. “Bu masa neden hala boş?
Saat kaç oldu? Sefalet sana diyorum?”
Jelâtin poşetin hışırtılı sesinden başka
bir şey duyulmuyor. Doğrama tahtasının
kenarındaki bıçağı sıkıca kavramış, hediye
paketini büyük bir heyecanla açmaya çalışıyorum.
Bir orasına bir burasına aldığı darbelerle
kevgire dönen paket halsiz düşmüş.
Dili olsa “Yeter!” diye haykıracak. Piyazlık
doğranmış soğanlar kendinden geçmiş.
“Alooooo? Kime diyorum ben?” Yavuz’un
sesiyle irkiliyorum. Gözlerim hızlıca
ekmekliğin üstündeki saate kayıyor. Akrep
sekize doğru yol almış. Yelkovan on birin
biraz ilerisinde. “Eyvah! Vallahi de billahi
de herif aç kaldı. Az daha sofrayı hazırlamazsam
yemek yerine beni yiyecek. Hem
de çiğ çiğ.” Canını okuduğum paketi bir
köşede bırakıp bankoya dönüyorum yüzümü.
Tencereyi elimle yokluyorum. Yemek
ılık. Hızlıca ocağın altını yakıyorum ama
kısık ateşte. Yemeğin dibi tutmamalı. Buzdolabına
koşuyorum. Önceden doğradığım
maydanozlarla beraber limon suyunu çıkarıyorum.
Malzemeleri bir köşeye alıp mutfak
dolaplarından birini açıyorum. Dört yemek
tabağı, bir kayık kâse çıkarıyorum. Çekmeceyi
kendime doğru çekiyorum. Üç yemek
kaşığı - bir tanesi salatayı karıştırmak için
- iki çatal alıyorum. Kendinden geçmiş soğanları
kayık kâsenin içine yuvarlıyorum.
Bıçakla doğrama tahtasını iyice sıyırıyorum.
Ziyan olmasın. Yüzümü baharatların olduğu
köşeye dönüyorum. Pul biber, karabiber, sumak,
tuz... Baharatları kaptığım gibi soğanın
yanına koşuyorum yine. Hepsinden birkaç
cimdik ekleyip tek elimi kâsenin içine daldırıyorum.
Diğer elim ocaktaki yemeğin kapağında.
İnce kıyılmış maydanozları da ekleyip
yoğurmaya devam ediyorum. Son olarak
limon suyuyla zeytinyağını salatanın üstünde
gezdiriyorum. Soğan salatası hazır! Daha
fazla vakit kaybetmemek için elimde salatayla
salona koşuyorum. Yavuz tekli kanepeye –
her zamanki yerine - kurulmuş. Bacak bacak
üstüne atmış, karnını doyurmam için beni
bekliyor. Etraf sessiz.
“Ulan o kafanı şu yemek masasına sürtüp
kıvılcım çıkarmak vardı ya… Dua et
açım, halim yok.’’
Aldığı hediyeyi düşünüyorum. İçim
kıpır kıpır. Ettiği laflara edecek kelamım
28
yok. Mahcup hissediyorum. Salatayı yemek
masasına bırakıyorum. Kumanda gözüme
çarpıyor, sehpaya doğru ilişiyorum. Oyalansın
diye televizyonu açıyorum. Haberleri
kaçırmış olsak da en sevdiği dizi var bugün.
Hemen dizinin yayımlanacağı kanalı çeviriyorum.
Homurtuları az da olsa kesiliyor. Etrafa
yayılan soğan kokusunu duyunca masaya
doğru hareketleniyor. Mutfağa koşarken
içerden gelen sesi duyuyorum ‘’Ekmek nerede
ekmek? Bunu da ben mi söyleyeceğim.
Kadın diye aldık… Tövbe estağfurullah.’’
Ağzına kadar kuru fasulye dolu tencereyi
açıp daldırıyorum kepçeyi. Yemekleri tabağa
yerleştiriyorum. Bir başka tabağa da tereyağlı
pilavları servis ediyorum. Ekmek poşetini
koluma astıktan sonra bir tepsiye koyduğum
tabakları götürüyorum salona şangır şungur.
Dengemi kaybetmemek için büyük çabalar
sarf ediyorum. ‘’Şükür!’’ diye nara atıyor tok
sesiyle. Tabakları önüne diziyorum büyük bir
titizlikle. Kuruluyorum sandalyeme. Yavuz’u
izlemeye koyuluyorum. Sanki boğazından
yıllardır tek bir lokma girmemiş gibi yiyor
yemeğini. Pilav taneleri sigaradan sararmış
bıyığına yapışıyor. Kuru fasulyenin salçalı
suyu ağız kenarından taşıyor. Arada bir de
homurtular çıkarıp lokmasını çiğnemeden
yutuyor. Sürahiye uzanıp bir bardak da su
koyuyorum. Aklım hediyede. Bir an önce
paketi açıp bana ne aldığını görmek istiyorum.
Değer görmeye olan açlığım Yavuz’un
yemek için duyduğu açlığa benziyor. Gidip
bana alınan hediyeye kavuşmak istiyorum.
Onu tek lokmada yutmak, değer görmeye
olan açlığımı az da olsa bastırmak istiyorum.
“Yavuz’um ben bir koşu mutfağa gidip
gelsem? Bana ne aldığını görsem içim rahat
edecek. Çok meraklanıyorum.” diyebiliyorum
sonunda. Kafasını gelişigüzel salladıktan
sonra “Tatlı ne yaptın?” diye soyuyor.
“Keşkül.” diyorum sessizce. “İyi, gelirken
tatlıyı da getir.” Hemen mutfağa koşuyorum.
Terliklerim mermer zemin üstünde kaydı
kayacak. Paketin delinen yerlerine elimi daldırıyorum.
Kocaman bir kutu çıkıyor karşıma.
İç içe geçmiş tavaların üstünde kalın
harflerle Granit Döküm Tava Seti yazıyor.
Hem de altı parça. Yirmi üç yıllık hayatımda
aldığım ilk hediye. Seviniyorum. “Üstünde
etler kızartırım, çızır çızır.”diye geçiriyorum
içimden. Kutuyu açıyorum bir hışım. Tava-
ları sarılı oldukları jelâtinden kurtarmaya
çalışırken kulağıma bir ses çarpıyor. Bu Yavuz’un
sesi... Beş yıldır evli olduğum adamın
sesine yabancı kalıyorum. Sesler de farklı
kimliklere bürünebiliyormuş demek.
“He gülüm, kıskanılacak bir şey yok iki
gözüm önüme aksın! Napayım evde tava yok
diye et de mi yemeyeyim? Oradaki çalışan
zırtapoz hediye paketi yapayım mı deyince
he deyiverdim ben de. Kız deme öyle, vallahi
seni seviyorum ben. Barıştık mı he? Öperim
dilberdudağından seni.”
O an kanatları kırılmış bir kış gibi yere
çakılıyorum. Kırılmadık kemiğim kalmıyor.
Ağlamak istesem de pek beceremiyorum,
yutkunmakla yetiniyorum. Kundakladığım
tavanın birini masaya bırakıyorum. Terliklerimi
yerde sürüye sürüye salonun balkonuna
doğru yol alıyorum.
“Yaptığın çok doğruymuş gibi bir de
bağıra bağıra balkonda mı konuşuyorsun
Yavuz?” sesim cılız ama ettiğim laftan dolayı
kendime şaşıyorum. Yavuz ilk önce afallıyor.
Sonra sesini temizleyip hızlıca telefonu kapatıyor.
Dişleri birbirine kenetli, “Gir içeri!”
diye emir buyuruyor. Girmiyorum. “Gülün
he? Kim bu kadın Yavuz?” sesim cılızlığından
sıyrılıyor. Kendime duyduğum güven
her yanımı ele geçiriyor. Ne Yavuz ne de
etrafımda yükselen sesleri duyuyorum. Bir
tek kafamın içinde dönen düşüncelerin sesi.
Balkon denizliğinin köşesine pusup tesbih
böceği gibi yuvarlanıyorum içime.
“Git, o hediyeni de geri ver. İstemiyorum,
istemiyorum!” derken içimde birikenler
dilimden akıp gidiyor iltihaplı irin gibi.
İstemiyorum diye bağırdıkça özgürlüğün
beni ele geçirdiğini hissediyorum. Balkon
demirlerinden kurtulsam uçacağım sanki.
Sesi duyan evinin balkonuna koşuyor, “Kızım
dur, yapma!” Kimi balkonundan sıyrılarak
sokağa fırlamış yanındakini omzundan
dürtüp konuşuyor: “Tı tı tı daha çok gençmiş.”
Kimi eline aldığı telefonla o anı ölümsüzleştiriyor.
Hava kuru ve boğucu... İki yana
açtığım kollarımı sıcak hava dalgası yalıyor.
Ensemde hissettiğim nefesin serinliğiyle
ürperiyorum. Göz kapaklarım birbirine kenetli.
Önümü dönmüyorum. “Polisi ara, ara
polisi çabuk! Oğlum dur yapma!” diye yükseliyor
çatallı bir ses. “Hazırım.” diyorum
Yavuz’a. “Ölüme hazırım.” Hemen sonra sefil
olarak yaşadığım bu hayatta kendimi ilk kez
değerli hissettiren tava çınlıyor beynimde.
Bir darbe, bir darbe daha... Olduğum yere
yığılıyorum. Beynimden akan sıcaklığa hissizleşiyorum.
Bir darbe daha… Gözlerimde
karanlık. Kulağımdaki uğultular sessizliğe
boğuluyor. Son darbe.
Toprağın dibine gömülen özgürlüğüme
sarılmış bir halde buluyorum kendimi. Kemiklerim
ağrıyor sıkışıp kaldığım bu yerde,
tabutun içinde. İsli, nemli, rutubetli… Beni
buraya koyarken rızamı alan olmuş mu sanki?
Sesimi duyan var mıydı? Fikrimi soracak
olsalardı benim için biçilen adı kulağıma fısıldadıklarında
razı gelmezdim onlara. Sefalet,
Sefalet, Sefalet… Dualarda adımı zikretmesinler,
istemem. Yabancısıyım kendisinin.
Meltem Terzioğlu
Mektup
Murat SAYDAM
Sevgili kadın,
Lafın gelişi de olsa “Nasılsın?” diye soramıyorum. Biliyorum ki iyi değilsin. Biliyorum ki yorgun, kırgın, üzgünsün. Beni sorarsan eğer,
eh işte… Her zamanki gibi erkeğim.
Sana bu mektubu belki yıllar önce yazmış olmalıydım. Sen; cephede sırtında mermi taşırken, oğluna kınalar yakarken, halı dokurken,
fabrika yollarında üşürken, okul kapısında beklerken yazmalıydım, yazmadım, yazamadım, affet!..
Biliyorum, doğan her kız çocuğunda seni suçlamamalıydım. Yorgun olduğunda senin de bir insan olduğunu hatırlamalıydım. Sevebileceğini
ya da sevmemeye hakkın olduğunu bilmeliydim. Konuşmak istediğinde susturmak yerine seni dinlemeliydim. Dedim ya, suçluyum
affet!..
Mektubumun arasına kaç “Özür” sokuşturursam, asırlardır sana yaptığım haksızlığı telafi edebilirim? Acı gülümsemeni görür gibiyim.
Haklısın… Çünkü ben hiç dövülmedim, hiç vurulmadım çocuklarımın önünde, hiçbir zaman taciz edilmedim iş yerinde, ailemden korkmadım...
Hiçbir gece korkuyla yatmadım “Ağabeyim, babam, amcam... “ üzerime çullanacak diye. Ben hep erkektim, kimsenin namusu olmadım
ki ayıplanayım. Kimsenin helâli olmadım ki esir alınayım. Oysa sen... Ben seni satarken haraç mezat üç kuruş başlık parasına sustun,
hiç bilmediğin yerlere sürgün gittiğimde de sustun. Hep susan taraf oldun sen. Yaralarını saklarken, hakaretler işitirken, benim basiretsiz,
aciz, en zalim yüzüm karşında öfkeyle parlarken sen hep sustun...
Suçluyum!
Seni elleriyle zalimce boğan benim, defalarca bıçaklayan, silahla vuran, taşlayan, pazarlayan, o yüksek binalardan seni aşağı atan yine
benim. Bir an gözünü kırpmadan seni yakan da benim. Üstelik yüzyıllardır yapıyorum bunu, yüzyıllardır öldürüyorum seni. Her seferinde
sen doğdun, ben yine öldürdüm... Zaman değişti her şey değişti ama ben seni hep...
Mektubuma son vermeden evvel senden yeniden özür dilemek isterdim ama dileyemem. Özür dilersem bağışlarsın. Sen böylesin…
Bütün acılarına rağmen yine dimdik karşımda durursun ve bütün kusurlarıma rağmen yine affedersin... O kadar çok günahım var ki bunu
dilemeye hakkım yok.
Kadınca ve insanca yaşaman dileğiyle katilin, ERKEK...
17.01.2021 Brüksel
29
ROSA LOUİSE PARKS
(4 Şubat 1913- 24 Ekim 2005)
Mümin BİLGİN
Takvim yapraklarını yarım yüzyıl geriye
sarmaya var mısınız? Yoksa geçmişi anlamadan
geleceğe bakmaya çalışan körlerden misiniz?
Ya da anı yaşayıp bir heykel gibi cansız
mısınız, çoğunluk gibi hareketsiz nefes mi
alıyorsunuz?
Yolculuğa hazırsanız sizleri 1 Aralık
1955 tarihli soğuk bir kış gününe, Amerika’nın
Montgomery eyaletine götürmek istiyorum.
Yolculuğa çıkmadan önce hikâyemizin
kahramanı olan Rosa Louise Parks’ı
yakından tanımak, yolculuk için valizlerimizi
eksiksiz doldurmamızı sağlayacaktır.
Rosa Louise Mecauley bilinen ismiyle
Rosa Louise Park, 4 Şubat 1913 tarihinde
ABD’nin Alabama eyaletinde marangoz bir
ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçük
yaşta ebeveynlerinin ayrılığı, annesiyle birlikte
verdiği yaşama mücadelesi Rosa Parks’ı
daha o yıllarda hayatın zorlu yanlarına hazırlıyordu.
Rosa Park’ın çocukluk ve gençlik
yılları ABD’de siyahî vatandaşlara karşı ırkçılığın
yoğun şekilde yaşandığı yıllara denk
gelmekteydi. Otobüslerde beyaz ve siyah vatandaşların
oturacağı yerlerin belli olduğu,
hiçbir zaman beyaz ve siyah rengin yan yana
duramayacağı, beyaz rengin yerleşmesi bitmeden
siyah rengin adının bile telaffuz edilmediği,
üniversitelere alınmadığı insanlığın
ikinci ele çıkarıldığı yıllar... Peş peşe yaşanan
insanlık dışı olaylar, Rosa Parks’ın Amerikan
Yurttaş Hakları hareketine katılmasına neden
olmuştu.
Rosa Park, 1995 yılının 1 Aralık günü
yorgun vaziyette işten evine dönmek için
durakta otobüs bekliyordu. Şoför James Bloke’nin
kullandığı otobüs, durağın önünde
durup yolcuların indiği sırada, beyazlar henüz
otobüse binmemişken, Rosa Park’ın ön
kapıdan otobüse binmeye çalışması şoför
James Bloke tarafından engellenmişti. Bloke,
Rosa Park’ı siyahlara sırası geldiğinde arka
kapıdan binmesini yönünde sert bir şeklide
uyardı. Karşılaştığı bu sert tepki Rosa Park’ın
uyanışıydı.
Rosa Park, yıllardan beri uğradıkları
haksızlığın biriktirdiği öfkeyle şoförün uyarılarına
bir tepki olarak otobüse binmedi.
Bir sonraki otobüsü bekledi. Gelen otobüsün
şoförü yine James Bloke olunca tekrar otobüse
binmekten vazgeçti. Sıradaki otobüsü
beklemeye başladı. Otobüs geldiğinde, var
olan yorgunluğuna saatlerce durakta beklemenin
verdiği yorgunluk da eklenince, şoföre
bakmadan, yıllarca adına kamu düzeni
dedikleri ayrımcılığa başkaldırırcasına önceden
belirlenenin aksine bir koltuğa oturdu.
Otobüsün şoförü James Bloke hiddetli bir
tonda, beyaz insanların oturduğu koltuklara
oturamayacağını, en arkaya siyahlar için ayrılan
yere oturması gerektiğini, oturmaması
durumunda otobüsten zorla indirileceğini
söyledi.
Yorgun ve bitkin olan Rosa Park hesapta
yokken plansız bir şekilde yaptığı eylemin
arkasında durarak şoförün gözlerinin içine
baktı.
“Kalkıp yerimi bir başkasına vermem
gerektiğine inanmıyorum.” diyerek o tarihe
geçen sözünü söyledi.
Yıllar sonra verdiği röportajında bu
olayla ilgili olarak o gün işten dolayı çok
yorgun olduğundan bilinçsiz bir şekilde bir
tepki verdiği yönünde yapılan eleştirilere,
“Evet, çok yorgundum. Sürekli haksızlığa
uğramaktan ve bunu kabullenmekten yorgundum.”
diye yanıt verdi. Artık kıvılcım bir
kere yakılmıştı, bundan sonra geriye dönüş
yoktu. Haksızlığa uğrayan, ikinci sınıf vatandaş
muamelesi gören Rosa Park dünya
üzerindeki tüm insanlığın iç sesi olmuş ve
yüksek sesle haykırmıştı.
“Sürekli haksızlığa uğramaktan ve bunu
kabullenmekten çok yorgunum.”
Bu olaydan sonra Rosa Park hemen tutuklandı.
Rosa Park’ı tutuklayan polis memuru
sert muamelede bulununca Rosa Park:
“Neden beni itip kakıyorsun?” diye sorar.
Polis memuru “Bilmiyorum. Yasa yasadır ve
sen de bir tutuklusun.” diye karşılık verdi.
30
Yasaları, kanunları yapan insanlar değil
miydi? Bir insan başka bir insana sadece
aynı renkte, aynı düşüncede, aynı yaşam
standartlarına sahip olmadığı için zulüm
yapıyordu. Bu da insanlığın insanlığa karşı
işlediği en ağır suçlardan biriydi. Olayın başında,
merkezinde ve sonunda insan vardı.
Rosa Park bu diyaloğun sonunda “Tutuklanırken
tek bildiğim, bir daha asla bu aşağılanmayı
kabullenmeyeceğim ve bu utancın
yolcusu olmayacağımdı. Ne kadar taviz verirsek,
ne kadar susarsak, baskı da aynı oranda
artıyordu.” şeklindeki cevabı hakların
kazanılmasında mücadelenin önemini ama
bu mücadelenin şiddetten yoksun kararlılık
çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini bizlere
bir kez daha kanıtlıyordu. Bu şiddetten yoksun
mücadele yöntemi Mahatma Gandi’den
gelen ve Nelson Mandela’ya uzanan şiddetsiz
çözümün haklı yoluydu.
Mahkemenin belirlediği 100 dolarlık
kefalet ücreti ödendi ve Rosa Parks yıllarca
tutuksuz yargılandı. Bir şeylerin değişmesi
için yaşanan bu olayın geniş kitlelere duyurulması
ve ortak çaba gösterilmesi gerekiyordu.
Bu görevi üstlenen Alabama Üniversitesi
Profesörü John Robinson 35 bin el
ilanı bastırarak otobüslerin boykot edilmesi
çağrısında bulundu. Gazete ve kilisenin yar-
dımıyla boykot çağrısı geniş kitlelerin katılımıyla
şehrin tamamına yayıldı. Siyah insanlar
aylarca işlerine yürüyerek gitti. Arabaları
olan insanlar gönüllü olarak arabası olmayanları
gidecekleri yerlere götürdü. Boykot
genişledi ve tüm şehre yayıldı. Bir tek siyahî
vatandaş 381 gün otobüs kullanmadı. Bunun
sonucunda birçok otobüs şirketi büyük zarara
uğradı. Kararlı mücadele meyvelerini
vermeye başlamıştı. Mücadeleye olan inanç
ve odaklanma duygusu yuvarlanan kartopu
etkisi yaratarak, gün geçtikçe etkisini genişletti.
Bu noktada hareketin bilinçli bir şekilde
örgütlenmesi ve etkisinin ülke geneline
yayılması gerekiyordu. Amerikan Yurttaş
Hareketi, kilisede vaiz olarak görev yapan
26 yaşındaki Martin Luther King hareketin
başına geçirdi. Martin Luther King’in iyi
bir vaiz, etkili bir anlatıcı olması hareketi
daha etkili hale getirdi. Bu duruma kayıtsız
kalmayan Associated Press haber ajansının
olayları günbegün yayınlamaya başlamasıyla
bu haklı baş kaldırış tüm ülkede duyuldu.
Martin Luther King önderliğinde gün
geçtikçe daha fazla taraftar bulmaya başlayınca
baskı, linç girişimi arttı. Hatta yıldırma
hareketleri, Martin Luther King’in
evine bomba koymaya kadar uzanmıştı. Bu
olaydan sonra binlerce öfkeli siyahî vatandaş
Martin Luther King’in evinin önünde
toplanıp bu harekete destek vermeye başladı.
Martin Luther King, öfkeli kalabalığa: “Buraya
silahlarıyla gelen varsa evine götürsün.
Silahı olmayan silah edinme peşinde olmasın,
şiddete şiddetsizlikle karşılık vereceğiz.
Beni durdursalar bile bu hareket durmayacak.”
şeklindeki sözleri zafere yaklaşmanın
en can alıcı noktasıydı. Siyah ve beyaz rengin
birbirini tamamladığı, birlikte daha güzel
olduğunu şiddetin karşısına tam zıttı olan
şiddetsizliği çıkararak zıtların birbirine nefes
aldırdığını bir kez daha kanıtlamış oldu.
Haklı mücadele mutlu bir şeklide sona
ermişti. Boykot 20 Aralık 1956 günü bitirildi.
1964 yılında Sivil Haklar yasası çıkarıldı.
Hem toplumsal hem de siyasi haklar, hiçbir
şiddetin gölgesi olmadan gözyaşları içinde
kazanılmış oldu. Belki de Rosa Park o gün
yorgun ve dalgın olmasaydı, yıllarca ezilmişliğin,
haksızlığa uğramanın yıkıcı ateşi altında
olmasaydı altmış beş yıl önce yaşananları
ve kazanılan mücadelenin haklılığını 20.
yüzyılın sonlarında ya da 21.yüzyılda belki
öğrenebilecektik. Kıvılcımı yakan Rosa Park
o günlerde ne kadar perdenin arkasında kalsa
da Rosa Park gibi suflör olmasaydı ayakta
alkışlanan mücadeleyi insanlık izleyemeyecekti.
Suflör, oyuna her zaman perde arkasından
yön verir.
ÜLKEMDE KADIN
Cemal Durmaz
Ülkemde kadın olmanın zorluklarından
bahsedilir. Çile çektiğinden, çok çalıştığından,
çok çalıştırdığından, çocuk doğurmasından,
çocuk büyütmesinden, ev işlerinden
vb. gibi sıralayabiliriz zorlukları.
Daha doğrusu kadın olmanın zorluklarını
yine, kadınların bu yakınmalarından
anlıyoruz belki. Ama bir de günümüzde şu
gerçek var ki kadın şiddeti ve cinayetleri.
Kadın olmak, yukarıda saydıklarımızdan
mı ibaret?
Bu sorunun cevabını tarih kitaplarını
araştıranlar görecek ki bizim ülkemizin kadınları
birer kahramandır. En az erkekler kadar
mertlik göstermişler, en az erkekler kadar
kahramanlıklar yapmışlar, en az erkekler
kadar başarılı olmuşlardır.
Ya günümüzde, birçok işletmenin başında
kadın yöneticileri görmek mümkündür.
Hem de gayet başarılı kadın yöneticiler.
Bunun yanında birçok işletme sahibinin
kadın olduğunu, hatta sadece erkeklere
has olduğu söylenen mesleklerde bile başarılı
kadın işletmecileri görebiliyoruz.
Ülkemde kadın olmak aslında kolay
ama şu ön yargılar olmasa, en sevmediğim
‘saçı uzun aklı kısa’ gibi deyimler olmasa, kadına
şiddet, kadın cinayeti olmasa, kadına iş
için tüm destekler aile ve devlet tarafından
sağlansa, sağlanıyorsa da daha da arttırılsa,
kadına olan sevgimiz hiç bitmese… Ülkemde
kadın olmak çok kolay olacaktır.
Kadın şiddetleri önlense, kadın cinayetlerinde
halkın vicdanının rahatlamasını sağlayan
etkili ve caydırıcı cezalar verilse, kadın
olmak ülkemde gerçekten çok kolay.
Tarihimizden beri kadına; anne, üreten
evi idare eden, sevgi dolu, şefkatli, sahiplenen,
koruyan vb. gibi duygular yüklenmemiş
midir? Annelerimize, kız kardeşlerimize, ablalarımıza,
teyze, hala ve yengelerimize hep
bu duygular ışığında saygı göstermedik mi?
Onları başımızın üzerinde tutmadık mı?
Ne oldu da günümüzde kadın olmanın
zorluklarından söz eder olduk.
31
Ne oldu da kadınlar ülkemizde eşit hakları
olmadığını düşünmeye başladı.
Gerçekten bizim ülkemize ne oldu.
Gerçekten insanlarımız saygı ve sevgi
gibi sahiplenme ve koruma, vicdan ve adalet
duygularını ne zaman yitirdi.
İşte konuşmamız gereken bu duygular.
İnsanların mevcut erdemler ile arasının ne
olduğu, hangi erdemleri yitirdiği.
Erdemleri yitirdiği gibi aramayanlar var
mı? Neden bu haldeyiz?
Topyekûn tüm halk kendimize özümüze
dönmeli. Tekrar kadınlarımıza gereken
saygıyı göstermeli, özellikle adalet ve vicdan
duygularımızı, erdemlerimizi geliştirmeli,
bu konular üzerinde gerekirse toplumu bilinçlendirici
çalışmalar bir an önce yapılmalı.
Ülkemde kadın olmak onlara güzel hissettirmeli.
Kadın ve erkeği ile birlikte hep
beraber bu güzel ülkede mutlu olmayı başarmak
için çok çalışmalı ve mutlu olmalıyız.
İYİ BİR ŞARKI, İYİ BİR MÜZİK SİZE
HER DUYGUYU HİSSETTİREBİLİR!
Alp Yenier Söyleşisi
Ercan AKARSU
“Sessizlik ve bir gitar olsun, yeter” diyor
tanınan besteci Alp Yenier. Birkaç cümleyle
sizlere bu sohbetin öneminden söz etmek
isterim. Nasıl ki yazmak için bir kalem ve
kâğıda ihtiyaç duyuyorsam, nasıl ki yazmadan
evvel yükselmek için usta düşünürlerin
sayfalarını çeviriyorsam işte tam da satırlara
dökeceğim an gelip çattığında, kulaklarım
hüzünlü bir müzik arıyor; bir masaldan alıp
başka bir masalın ortasına bırakacak kadar
duygu yüklü bir soundtrack listesi çalsın istiyor.
Kısaca ben de Alp Yenier dinlemeden
yapamayanlardanım.
“Masumlar Apartmanı” dizisini izlemeyen
çok azdır sanırım. Safiye’yle Gülben’i,
Gülben’le Esat’ı, İnci’yle Han’ı ve tabi Safiye’yle
Naci’yi izlerken bizleri başka âlemlere
götürüp bırakan bir başka sihirli dokunuş da
Alp Yenier’in besteleridir. O yoğun çalışma
programı arasında #BirazSohbetEttik
Paylaştıkları için nasıl teşekkür etsem…
Alp Bey bizleri ekrana kilitleyen birçok
dizinin müziklerini siz hazırlıyorsunuz.
Her şeyden evvel Alp Yenier’in ilk
bestesini, kime ve neden yaptığını merak
ediyorum.
16 ya da 17 yaşlarındaydım. Liseye gidiyordum.
Bir gün rahmetli babam bana,
rahmetli dedemin “Unuttum” isimli bir şiirini
okutmuştu. Etkisinde kalmıştım. Gitarımı
aldım ve bestelemeye başladım. İlk
denememdi sonuçta ve tam bilmiyordum
olup olmadığını. Ardından hemen o zaman
gitar dersi aldığım Ali Sezgin öğretmenime
dinlettim. Kendisi de bana “Besteciliğe karşı
çok natürel bir yeteneğin var. Büyük ihtimal
sen besteci olacaksın.” demişti ve bir anlamda
cesaret vermiş, yolumu çizmişti. Şu anda
bunları konuşurken yeniden aklıma getirdiniz.
Bakarsınız yeni bir projede kullanırım
“Unuttum”u. Bu vesileyle bana o ilk bestemi
yaptıran şiiri de gündemime alayım.
“Uçurum” dizisiyle birlikte reklam
müziği hazırlarken, dizi ve sinema müzikleri
ne yöneldi iş. Bu süreçten biraz bahseder
misiniz? Hangisi sizi daha iyi hissettiriyor?
İkisi bambaşka bunu söyleyebilirim.
Ama aynı zamanda çok da alakalı olabiliyor.
Reklam sektörü büyük okul bence bir müzisyen,
besteci için. Niye? Çünkü çok kısa sürede;
4-5 saniye içinde akılda kalıcı bir melodi
bulmanız gerekiyor. Rahmetli hocam
Melih Kibar’ın yanında asistanlık yaptığım
5 senede; jingle nasıl yapılır, ajanslarla nasıl
çalışılır öğrenme fırsatım oldu ve sonrasında
200’den fazla jingle yaptım. Sonra
zamanla yoğunluk olarak film ve dizi müziğine
kaydım. İşin esası “görüntü üzerine
müzik yapmak!” Beni heyecanlandıran bu.
Benim için “Uçurum” elbette önemli
bir dönüm noktası oldu. Hikâyesinden
rejisine, oyunculardan müziğine çok özel
bir işti.
“Masumlar Apartmanı” dizisinin
birbirinden harika müzikleri var. Bir
soundtrack albüm geliyor, diyebilir miyiz?
Teşekkür ederim. Evet, soundtrack
albümü tamamlandı. Kapağı da hazır…
Birkaç kâğıt işleri kaldı, onları da hallediyoruz.
Şubat bitmeden, en geç Mart’ın ilk
haftasında albüm dijital platformlarda yayınlanacak.
Dizinin jenerik müziğini tamamladığınızda
muhtemelen birkaç seçenek arasından
belirleniyordur. Karar aşamasına
gelindiğinde son nokta ne oluyor genelde?
Zaman zaman alternatif müzikler de
hazırlıyorum ama çoğunlukla yükseldiğim
32
bir tema yakalarsam onun üstüne gidiyorum.
Sonra yapımcımıza ve yönetmenimize
dinletiyorum tabi, onun üstünden ilerliyoruz
ve işin en başından, sona erinceye kadar
ki kısımda fikir alışverişinde bulunuyoruz.
Mesela Masumlar Apartmanı’nın jenerik
müziği enteresandır. Onu yarım saatte besteledim.
Yönetmenimiz Ç. Vila Lostuvalı’yla
konuşurken “Böyle şeyleri çok seviyorum”
diyerek bana bir şeyler dinletti. Dinlediğim
parçada da sadece piyano vardı. Ardından
stüdyoya geldim. Piyanoya oturdum, bestemi
yapıp kendisine gönderdim. “Ne yapmışsın
sen? Harika olmuş!” dedi. Sonra Onur
Güvenatam’a gönderdik ve çok beğendi.
Böylelikle bir yarım saat içinde dizinin jenerik
müziği bestelenmiş oldu.
Karakter müziklerinin iyi bir algı yaratıp
daha da unutulmaz hâle geldiklerini
düşünüyor musunuz? Örneğin; Safiye ve
Naci’yi izlerken dinlediğimiz müzik gibi...
Elbette karakter temaları çok önemli;
onlarla bütünleşip onların yolculuklarını anlatıyorlar.
Bir süre sonra karakterlerin kendi
enstrümanları bile oluyor:) Bazen karakter
sahneye girmeden temayı seyirciye dinletiriz
ve o karakterin geleceği hissini vermiş oluruz.
Önemli bir şey bu. Çok severim. Safiye
& Naci teması da onlara çok yakıştı.
Dizinin geçtiğimiz bölümlerinde izleyeni
iyi hissettiren bir Beyoğlu sahnesinde
siz de rol almıştınız. Nasıl bir tecrübe oldu
size?
Ahh… Evet! Uygulayıcı yapımcımız
beni aradı. Yönetmenimize bir sürpriz yaptık.
Çok keyifliydi. Daha önce de bazı yapımlarda
kamera karşısında çalmışlığım var. Birçok
programa çıktık. Tabi dizi seti bambaşka
bir şey, başka bir özveri var orda. 1-2 dakikalık
sahne için saatlerce çalışılıyor. O gece
de yağmurluydu hatta ama çok eğlenmiştik.
Her bestenizin sizde muhakkak farklı
yeri vardır. İçlerinde en çok hangi jeneriği
işte bu Alp Yenier Müziği olarak tırnak içine
alırsınız?
“Günahkâr” kısa ömürlü bir iş oldu ama
jeneriğini çok severim. İçime sinen bir müzikti.
“Uçurum”, “Fazilet Hanım ve Kızları”
da kesinlikle kariyerime yön veren çalışmalar
oldu. Ama “Masumlar Apartmanı”nın
müziği beni için apayrı oldu diyebilirim sanırım.
Notalar hayatınızda, tam olarak nerede?
Her yerde! Bizim hayatımızda notalar
ve müzik o kadar büyük bir yer kaplıyor ki
bunu sırf iş olarak söylemiyorum. Ben bu
işle meşgulüm ama müzikle düşünmeye de
alışkınım. Örnek vermek gerekirse eşimle
veya bir arkadaşımla tartıştığım zamanlarda
bile piyanonun başına geçip oturabiliyorum.
Bu kesinlikle bir sitem değil; her zaman değil
tabi ama bazen o duyguları hemen notalara
dökmek istiyorum. Yaşadığım durumlardan
kaynaklı ortaya çıkan çok temam var benim.
İlla ayrılık gibi büyük duygulardan bahsetmiyorum.
Küçük bir tartışma bile aklıma bir
şeyleri getirip ilham kaynağı haline dönüşebiliyor.
Dolayısıyla hayatımda nota hep var.
İyi ki de var! Çok şükür…
Her geçen gün daha enteresan hâle gelen
şu yeryüzünde, sizin gibi isimlerin sanat
adına uğraşıları, umut etmemizi sağlıyor.
Peki, siz üretirken neler yaşıyorsunuz?
Üretirken bir hazne var içimde ve o hazneden
eksilip bitiyor biriktirdiklerim. O hazneyi
yeniden doldurmak da yine inişli çıkışlı
yaşamla elbette ama bir de takdir ve sevgiyle
mümkün oluyor. Her yaptığımız beğenilecek
diye bir kural yok muhakkak ama insanların
beğenilerini bizlere sunmaları çok önemli,
anlamları çok büyük… Yeniden üretmeye sebep
oluyor. Çünkü o TV deki yayın, sinemadaki
gösterim, bizim bir nevi “konserimiz”
aslında. Konser deyince öne çıkmak gibi anlaşılsın
istemem bir benzetme sadece, dinleyiciyle
buluşma diyelim :) Hikâyeye, görsele
eşlik eden müzikleri biz de orda sunuyoruz
insanlara. Yayından sonra sıkı takipçilerden
yorumlar gelmeye başlıyor ve inanın inanılmaz
büyük mutluluk oluyor bana. Yaptığınız
işin insanlara ulaşması; evde tek başınıza, bir
koltukta, karanlıkta yaptığınız bir bestenin,
iç dünyanızın bir sürü insana dokunması,
size teşekkür olarak dönmesi, ne kadar güzel
denmesi tarif edilemeyecek kadar özel ve
güçlü bir duygu. Benim müziğimle düğünde
ilk dansını yapan bir çift, benim bu işi niye
bu kadar severek yaptığımı hatırlatıyor bana.
Çok teşekkür ediyorum o güzel insanlara.
Üretebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum.
Temennim ömrümün sonuna kadar
böyle üretmeye devam edebilirim ve bunun
olması için de elimden gelen her şeyi yapıyorum.
Senaryoların etkisinde ne kadar kalıyorsunuz?
Senaryonun etkisinde kalıyorum. Çünkü
bizde patron öyküdür. Öyküye müzik-
33
lerle eşlik ediyoruz. Ama senaryoda yaşananlardan
söz ediyorsak, çok ağır sahneler
dışında etkisinde kaldığım olmuyor günlük
hayatımda. Mesela dün akşam “Kardeşlerim”
dizisinin ilk bölümü yayınlandı ve bazı
kısımlarında o acıları görüp sahnenin içine
girmek isteyince çok zorlandım.
Müziklerinizi hazırlarken çalışma ortamınızda
“Olmazsa Olmaz” listeniz var
mı?
Sessizlik ve bir gitar. Bana bunlar lazım.
Peki müziklerini hazırladığınız bir
dizi yayından erken kaldırıldığında bu durum
size ne hissettiriyor? Yarım kaldığına
inanıyor musunuz?
Elbette bu çok da hoşlandığımız bir durum
değil. Emek büyük; sırf ben değil, tüm
çalışanlar… Yapımcı ciddi yatırımlar yapıyor,
oyuncular, yönetmenler gece gündüz
çalışıyorlar, sette ter döken onlarca, yüzlerce
emekçi söz konusu ve dizinin yayından kaldırılmasıyla
birlikte elbette ki hepimiz hayal
kırıklığı yaşıyoruz. Fakat bu işin de gerçeği
bu. Reyting almak için yapılan projeler bunlar.
Yaptığınız işin seyircide bir karşılığı olmazsa,
bir anlamı olmuyor. Dolayısıyla bu
sisteme de alıştık artık.
Müziğin insanlara olan etkisinden söz
edecek olursak, Alp Yenier’in vereceği mesaj
ne olur?
Belki klişe gelecek ama vereceğim mesaj
“sevgi” olur. Müzik sevgiyi iletiyor. Her zaman
bu örneği veriyorum ben: Sezen Aksu
dinleyen metalciler de, arabeskçiler de var bu
ülkede. Sırf Sezen Aksu’yu övmek için söylemiyorum
bunları. Kendisini çok severim
fakat mesele şu: İyi bir şarkı, iyi bir müzik
size her duyguyu hissettirebilir. ”Sevgi” bu
duyguların başında geliyor kanımca. Hatta
her şeyde bu böyledir ya. Masumlar Apartmanı’nda
da görüyoruz; Safiye’yi, Gülben’i,
hepsini sevgi kurtaracak, sevgi iyileştirecek.
Hep böyle bu. Bütün problemler de sevgisizlikten
çıkmıyor mu zaten. Her yer sevgiyle
dolsun istiyorum.
KAYIP HİKÂYESİ ÖMRÜMÜZÜN
Adem Özbay
Âdem, dedemden miras. On aylık oğlunu
sırtında taşırken dünyaya getirdiği ikinci
oğlunu, eltisinin hırçın kollarına terk ettiğinde;
annemin çaresizliğinden müphem bir
yalnızlıkta beni kaybettiğini gören dedem
için cennetten kovulmuş bir Âdem’imdir
ben. İğreti bir beşiğin içinde açlığında ve
ne olursa olsun hiçbir ihtiyacında gözyaşı
dökmemeyi öğrenirim hemen sonraları.
Ağlamanın ve dövünmenin tek bir faydası
gelip dokunmaz alnıma müşfik elleriyle.
Koskocaman bir dünyada yalnızlığa boğulan
Âdem’den sonra bir metrelik beşikte uçsuz
bucaksız bir yalnızlıktır payıma düşen. O
zamanlar hudutlarında fiyakalı haydutların
dolaştığını keşfedemem henüz. Yalnız, nasıl
acınır bir insana okurum insanların gözlerinden.
Bir bakışıyla teselli veremeyeceğine
inanan kadınlar kendi çocuklarından bile
çoklukla sakındıkları sütlerini uzatırlar hemencecik
ağzıma. Çünkü açlık, kudurmuş
bir nefer gibi saldırtır bebekleri ve yaralar
sarar meme uçlarını. Onlarca sütannem nerden
bilebilirlerdi ki yıllar sonra insanların
acımayı yitirip sadece sahtekâr kelimeleriyle
yanı başımda tesellide olacaklarını.
Elbet bilemezlerdi.
Ben de bilemezdim.
Ağlamayı erkeklik raconuna yakıştıramadığımdan
değil, özgürce ağlamam gerektiği
zamanlarımda unutturulduğu için beceremezdim
başlarda. Önce siyah beyaz Türk
filmlerinde başladım ağlamaya. Ayrılmak
zorunda kalan iki aşığın figanları, annesinden
ya da babasından koparılan çocuğun
hıçkırıkları, kötü adamların bile yeri geldiğinde
nasıl da mert olduklarını izledikçe
gözpınarlarım cesaret buldu. Ağladım. Sonra
haberlerde ağlamaya başladım. Oralarda
bir yerlerde kurşunu bedeninden sakınan bir
çocuğun son çabalarına, titrek ve minnacık
elleriyle çöplüklerde ekmek arayan sokak çocuklarına,
sapıklıklarına özürlü öğrencilerini
alet eden bir öğretmenin inadına balkondan
düşen küçük bir çocuğu kurtaran gencin
parlayan gözlerine de ağlamaya başladım.
Hiç utanmadan hem de.
Kitaplar okudum ağladım.
Masallar okudum ağladım.
Şiirler okudum ağladım.
Bir de Kevakib’e...
Kevakib. Gelişinin üzerinden yıllar
geçti. Gelişini hesaplamamı mazur görün.
Gidişinden sonra yitirdiğim sadece uykularım
olmadı. Saat hesabını da tutamaz oldum.
Saatin tiktaklarını bıraktım şimdilerde, memurlara
ve vapur bekleyicilerine. Bu hesapsızlığım
biraz da ondan kalan bir miras gibi.
Hiç saati sormadı bana. Gerçi kolumda sorulacak
bir saatimde yoktu. Onun da yoktu.
Lakin benim ilk derslere genellikle geç kalmama
rağmen onun hocadan sonra derse
girdiğine hiç şahit olmadım. Sanki içinden
saniye saniye zamanı hesaplıyor gibiydi. En
uzun günü, bahar bayramını, gezegenlerin
aynı hizaya geldikleri günü ve tabii ki sevenlerin
gününü hep ondan öğrendim ben. Doğum
günüm on iki Nisan’ın, aslında ne güzel
bir gün olduğunu onun içimi ışıtan gözleri
ve kâbuslarıma diyet yeryüzüne saldığım
gülücükleri eşliğinde hediye kazağını aldığımda
anladım ilkin. Ama tahmin edersiniz,
ben ona hiç doğum günü armağanı alamadım.
Hep unuturdum ve o da hiç hatırlatmazdı.
Bilirdi babamın ancak ev kirasına ve
yol parasını karşılayacak kadar harçlık gönderebildiğini.
Benim aksime hiç ayıplamazdı
babamı. Sonraları otostopu keşfetmiştik
ev arkadaşlarımızla. Eğer o dudaklarımızı
yalarken ateş denizlerine düşmüş İbrahimler
gibi olduğumuz sabahın soğuk ayazında
beklemeye cesaretliysek ve gariban öğrencilik
yapmış bir arabalı bizi davet ederse sıcacık
arabasına, yüz metre maratoncuları gibi
davete koşar, iki bilet parası da kâra geçerdik.
İşte o otostoplardan sonra artırdığım paralarla
kantinden birer tost yemiştik ilkin. Ellerim
titremişti onları ona verirken.
Öylesine güzel yemişti.
Öylesine mesut olmuştuk.
Sonra Kevakib, seni çok sevdim. Evet,
sevdim ki ağladım yokluğunda. Tekrar bir
gülüşüne şahit olmak için ömrünün arta
34
kalan yıllarından çoktan vazgeçtim. Gidişinle
peşin sıra götürdüğün mavi ıtırları, mavi
yalnızlığında serazat ardıçları, ağır kanatları
yüzünden uçamayan albatrosun şarkılarını
ve daha nice şu ‘dünya telaşesi’ dedikleri
hengâmenin ortasında çırpınırken kimi
zaman usul usul, kimi zaman iri puntolarla
göğsüme salıverdiğin çığlığını, hıçkırıklarını,
tebessümünü, türkü ve ağıtlarını hepsini,
ama hepsini yazıyorum buraya. Yazıyorum
ki okuyan herkes nasıl ki suya bakınca aksi,
yankısı vurur insanın, öylesine bana ayna
tuttuğunu bilsinler. Hoş, bilseler de çok bir
şey değişmeyecek. Olmayışına denk düşen
‘yok’ kelimesi yerinde duracak sözlüklerde.
Ben yıldızları yine sensiz gözleyeceğim. Yine
sensiz makarna pişireceğim sevimsiz mutfağımda,
yine solgun renkleriyle bir kazağı
alıp koynuma öyle sabahlayacağım. Yazıları
pek okunmasa da kaybedenler kulübü üyeliği
saydığım bileti ve quizlere çalışırken ellerinle
karaladığın kâğıtları en kutsal metinler
gibi ihlâsla okuyacağım defalarca. Lakin gün
be gün hüzün biriktirirken sararıp solan bir
kalbe söyletmeyeceğim unutuluşun tatlı yalanlarını.
Yenilgilere bileneceğim inadına.
İnadına Kevakib, inadına ağlayacağım yokluğuna...
Evet, her dem ağlayıp tüketeceğim gözyaşını...
Elinden bir füzeden bile daha hızlı giden
kâğıt uçağını alıp da itinayla yapılıp tıpatıp
benzetilmiş bir oyuncak uçak verilen
çocuğa çok büyük bir hainlik yapılmış olmaz
mı? Hı, sorayım size...
Çıldırasıya özlediğimde, rüyama misafir
olup da ilk kez başımı yasladığımda kucağına,
söylediklerim hep aklımda Kevakib:
aynı yıldızlarla yarenlik edip bir gece
yarısı...
yaşama eğilen sadece benim kalbim değil,
biliyorsun...
sen, senin kalbin nasıl...
hala o kalabalık, tıkış tıkış limanında
yerim var değil mi...
benim limanım seni fırtınalarda bile taşımayı
biliyor..
Biliyorum.
‘Ve güldün rengârenk yağmurlar
yağdı
İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı
Yaralı bir ceylan gözleri kadar sıcak
Yaralı bir ceylan kalbi gibi içli bir
sesin var’
‘Hayat ne garip değil mi? Bir masalı
aramak, belki de tamamlamak üzere
yola çıkıyor insan, didikliyor kalbini
boyuna. Derken... Sürpriz: Kurt masalı.
Bir kurt varmış, mini mini kuzucukları
afiyetle midesine indirmiş. Hepsi bu kadar
işte. Bütün hikâye(miz) bu hakikatte.
Kurtlar dolanıyor ortalıkta. Pençeleri
sivri mi sivri. Oysa sesi annemizin, yârimizin,
toprağımızın sesine ne de çok
benziyor. Evlerimize girip çorba tasımızı
deviriyor, kitaplarımızı yırtıyor, lambalarımızı
kırıyor. Bizi aç, bizi sıcak kelimelere
hasret, bizi zifiri karanlıkta bırakıyor.
Sürüklendiğimiz yollara taş yerine
ekmek ufalamışız besbelli Hans ve Gratel
gibi. Şimdi dönüş yolu muğlâk, dönüş
yolu ikircikli. Kutsal ateş umuduyla
çıktığımız dağlardan inerken yolumuzu
yitirmişiz bu yüzden. Her ağaç ardından
kötü kalpli kurdun kıpırtısı var adeta.’
Peki, soruyorum size: Her şey bir
masaldan ibaretse neden iyiler galip
gelmiyor hayat maceralarının sonunda?
Neden be, neden?..
Kevakip mi? Tıpkı o eski bir masaldaki
gibi: Kayığa bindi, yanına beni aldı
ve açıldı.
Ben mi? Tıpkı eski bir şarkıdaki
gibi: Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.
Daha çok şeyler anlatırdım size, lâkin
belleğimden Kevakib yazmaya yarayacak
üç sesli üç sessiz harfi yitirdikten
beri, devasa dalgaların mavi fırtınalar
barındıran bağrında kaybettiğim bir
hikâye bu.
Unutkanlığın galip geldiği bir çocukluk
hatırası gibi.
Belki senin de bir kayıp hikâyen
vardır: Hepimizinkinden biraz az ya da
biraz çok. “Yaz gelince heveslenir bitersin
/ Güz gelince yaylalara göçersin / Bilmem
niçin boynun eğri tutarsın / Senin
derdin benden beter menevşe.” deki gibi.
Kim bilebilir ki senin de kalbinde,
haritası gözyaşlarında gizli bir gömülü
hazine misali hikâyelerinin olmadığını...
Anlatmaya dilinin yanaşmadığı.
Ya da yâd etmeye, kalbinin dayanmayacağı...
HAYIR
Öznur Balaban
(Afra Gül)
Hayır dedi kadın!
Hayır, hayır!
Her şey vaktinde güzeldir
Bahar vaktinde
Kış vaktinde
Gül vaktinde güzeldir
Nergis vaktinde
Hayır, dedi kadın
Hayır, hayır sakın dönme
Sevildiğinde sevginin kıymetini bilmeyenin
yeri yok yüreğimde
Hayır, dedi kadın
Çok sevmiştim evvelinde
Yutkunduğum nice acı bekleyiş
Geçip giden kimsesiz zaman
Ama işte bende taş değilim
Bir yanım su bir yanım çamurdan...
Hayır, dedi kadın
Yüz kere bin kere
Sayısız kere hayır!
Her şey vaktinde güzeldir.
Yağmur vaktinde,
Güneş vaktinde…
Gönül yıkılmadan, yürek incinmeden güzeldir
Sıcakta güzeldir rüzgârın saçlarını öpmesi
Ve
Üşürken güzeldir yanan ateş
Ya kül olmuşsan
Ey sen!
Yanan ateşe su döken
Sevildiğinde sevginin kıymetini bilmeyenin
Yeri yok yüreğimde
Evetleri tükettim
Hayır, hayır sakın dönme...
Öznur Balaban ( Afra Gül)
35
KADIN OLMAK,
ANNE OLMAK…
Sevilay ZORLU
İnsan yaşamının doğumdan itibaren
cinsiyet (gender) ve cinsellik (seks) çerçevesinde
örgütlendiği söylenebilir. Kimlik
(identity) bir bütündür. Birbirinden kavramsal
olarak ayrılabilen bireysel ve sosyal iç içe
iki parçası vardır. Sosyal kimlik kişinin toplumdaki
yeri ve onun için tanımlanmış rollerden
oluşur. Kişisel olanı ise kendi iç ruhsal
süreçlerini barındırır. Kimliğin parçalarından
biri olan cinsel kimlik (gender identity)
ise kişinin ait olduğu cinsi bilme hissidir. “
Ben kadınım…” diyebilmek.
Büyük olasılıkla kendinizi birkaç rolde
görüyorsunuz. Örneğin birinin kızı, öğrencisi,
çalışanı, işvereni, dostu, kardeşi, sevgilisisiniz.
Belki annesiniz gün boyu evde iş dönüşü
yolları gözlenen… Ya da zaman zaman
hayatınıza giren insanlarda olumlu, olumsuz
derin izler bıraktınız fark etmeden. Hiç birimiz
yalnızca bir kişi sayılmayız. Biriken
yaşantılarımız ve bireysel özelliklerimiz bir
araya gelerek bizi farklı yapar. Ailenizin diğer
üyelerinin bile size benzemediğini hissedebilirsiniz.
Bu farklar bazı açılardan sorun
olabilirler ama farklarımız aynı zamanda en
değerli varlıklarımız da olabilirler. Becerilerinizi
ve özelliklerinizi bilmeniz kendinizi
en iyi biçimde kullanmanız açısından çok
önemlidir. Her zaman çok sessiz ya da çok
konuşkan, çok saldırgan ya da çok edilgen
olduğunuzu düşünmüş olabilirsiniz. Ya “çok
sessiz olma” özelliğinizle iyi bir dinleyici, çok
konuşkanlığınız sayesinde iyi bir iletişimci
olduğunuzu keşfederseniz? Agresif bulduğunuz
özellikleriniz, önderlik nitelikleri olabilir.
Çok edilgen olmanız sizin çok yüreklendirici
ve destekleyici bir insan olduğunuz
anlamına gelebilir. Kişilik özelliklerinizi bir
palet üzerindeki farklı renkler olarak düşünebilirsiniz.
Her biri uygun koşulda işe yarayacaktır.
Yeni seçenekler ve yeni çözümler
görme yeteneğinizi arttırabilirsiniz. Çözüm
üretmek kadınların, annelerin doğal yeteneği
değil midir aslında? Kendiniz hakkında
daha bilinçli ve daha bilgi sahibi olmanız,
başarınızı, etkinizi ve özgüveninizi arttırabilir.
Yakın ilişkilere zaman bulamama pahasına
başarılı olmak çok ağır bir bedeldir.
Bu nedenle bir kadının yol haritası ve varış
noktası resmi, aile ve arkadaşları ile de ilgili
bölümler içermelidir. İnsan olmanın gereği
sizinde sınırlarınız, kapasiteniz zorlanabilir.
Öfke duygusu, aynı bir dur işareti gibi,
çıkacak sorunlara karşı sizi uyarır. Frene
zamanında basmak, düşüncelerinizin duygularınıza
yetişmesini mümkün kılar. Dur
işaretini görmezden gelmek tehlikeli olabilir.
Harekete geçmeden önce kendinizi anlamaya
çalışmanız, genellikle çok daha iyi ve
güvenli bir stratejidir. Psikoterapide kognitif
yaklaşımda “kendini gerçekleştiren kehanet”
diye bir kavram vardır. Bir şeyi yapabileceğinizi
düşünürseniz yaparsınız; yapamayacağınızı
düşünürseniz haklı çıkarsınız. Hızlı ve
doğru kararlar verebildiğinizde bir kadın, bir
meslek sahibi, bir anne, ortak ya da arkadaş
olarak tüm gücünüzü daha iyi kullanabilirsiniz.
Sonuç olarak iyi kararlar vermek size
tam olarak kendiniz olma özgürlüğünü ve
yaşamın yarattığı güçlüklere başarıyla göğüs
germe gücünü verecektir.
KADIN VE CİNSELLİK
Ergenlikten erişkinliğe geçiş ile hormonal
ve duygusal olarak yaşanan çalkantılı
dönemden daha durgun ve dingin bir döneme
geçilmiş olur. Ergenliğin biyolojik gelişimi
sosyal açıdan erişkinlikte tamamlanır.
Ergenliğin bitmesi ile fiziksel değişiklikler
oluşmuş olur artık kadınlık hormonları belli
bir döngü ve düzen içinde salgılanmaktadır.
Kadın sağlıklı bir ergenlik dönemi yaşamışsa
kendi vücudunu daha çok tanıyordur.
Mastürbasyonla haz almayı öğrenmiş ve ilk
cinsel deneyimlerini yaşamıştır. Ülkemiz ve
benzeri ülkelerde kadınların ilk cinsel deneyimleri
genellikle erişkinlik döneminde
evlendikleri ilk gece yaşanmaktadır. İlk gece
pek çok açıdan zorlukları içerir. Kimi yörelerde
kadının yaşamını altüst edebilecek bir
gecedir. En iyi olasılıkla da bütün beklentiler
arasında herkesin dikkati çiftin üzerindeyken
yaşanmaya çalışılan bir cinsellik vardır.
İlk cinsel deneyimler sorunsuz atlatılabilirse
sonrasında düzenli bir cinselliğin yaşandığı,
zamanla kadının kendisini daha çok tanıdığı
ve haz almasının arttığı bir cinsel aktivite
dönemi yaşanabilir. Cinsellik öğrenilen
bir eylem olduğundan erişkinlik döneminde
cinselliğin sağlıklı bir şekilde yaşanması
cinsel hazzın giderek artmasını sağlayacaktır.
Kadının cinsellik ile ilgili olumlu algıları
cinselliğin gelişim sürecini hızlandırır.
Erişkinlikle birlikte kadının toplumdaki
yeri ve sorumlulukları da değişmektedir.
36
Bu dönemde düzenli partner ilişkilerinin
kurulması ile kadının yaşamında toplumsal
ve cinsel rolüne özgü değişiklikler olur.
Erişkinlik dönemi kadının cinselliği rahat
yaşayabildiği, cinsel olarak aktif olduğu bir
dönemdir. Gebelik erişkinlik döneminde kadın
cinselliğini etkileyen en önemli olgudur.
Gebelikte cinsellik konusunda bugüne dek
pek çok farklı inanç ve uygulamalara rastlanmıştır.
Ülkemizde de gebelik sırasında cinsel
ilişki en azından pek hoş karşılanmayan bir
durum olarak görülmektedir. Cinselliğin,
cinsel birleşmenin bebeğe zarar verebileceği,
cinsel birleşmenin erken doğum veya düşüğe
yol açabileceği gibi önyargılar yaşanmaktadır.
Sorunlu bir gebelik olmadığı sürece
(ki sorunlu pek çok gebelikte bile) cinsellik
ve cinsel birleşme bebeğe zarar vermez, haz
alan annenin kendisini daha iyi hissedeceği
ve cinsellik çifti birbirine yakınlaştıran bir
eylem olduğu için annenin daha huzurlu
olmasını sağlayabileceği düşünülmektedir.
Gebelikte cinsel yaşamın olmazsa olmazı
cinselliği kadının belirlemesi gebeliğin uzman
hekim tarafından takibinin yapılıyor
oluşudur.
PEKİ YA ANNE OLMAK, KARAR
VERMEK VE ANNELİĞİ YAŞAMAK…
“Anne olana dek kendimi sıcak, verici
ya da duyarlı bir insan olabilecek kapasitede
göremiyordum. Çocuk doğurmaya korkuyordum,
çünkü onlara ihtiyaçları kadar
mükemmel bir anne olamamaktan korkuyordum.
Anne olmanın yaşadıkça öğrenile-
bileceğini bilmiyordum. Hissettiğim şefkat
ve sevgiyi dışarı çıkarabilmek harika bir deneyimdi.
Bebeğimi ilk kucaklayışımdan itibaren
her geçen gün onunla öğrendim hayatı…
Geliştim, değiştim ve büyüdüm… Adeta
kendi geçmişimdeki eksiklikleri, yaşanmamışlık
duygularını onunla onardım…”
Kadınlar “bebek istemek”ten bahsederken;
ortalama iki yıl bebeklik ve 15 – 20 yıl
süren bireyselleşme sürecinin sorumluluğunu
da üstlenmişlerdir. Aslında “on yıllar
boyunca fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarının
çoğu için bana bağımlı olacak birini istiyorum”
dedikleri duyulmaz… Hamilelik sınırlı
sürede, doğum birkaç saatte biter. Annelik
on yıllarca sürer.
Anne olmak, insanın bedenini ve duygularını
güçlü bir biçimde yaşaması anlamına
gelebilir. Sadece fiziksel ve bedensel
değişiklikler değil aynı zamanda karakter
değişikliği de yaşarız. Sabır, fedakârlık ve bir
insanı topluma kazandırma özelliklerimizin
içimizde olduğunu fark ederiz.
Çocuk sahibi olmanın toplumsal bedelleri
dengelenmelidir. Günümüzde kadınlar
doğum yaptıkları zaman sadece işlerinden,
gece uykularından, arkadaşlarıyla geçirdikleri
zaman gibi pek çok bireysel faaliyetlerinden
vazgeçmek zorunda kalmazlar. Aynı
zamanda kültürümüzün buyrukları altında
bir anne ahlaki açıdan ve doğru şekilde kendini
ifade eden olmalıdır. Anneler çoğu zaman
işi ve çocuklarının bakımı ve geçirdiği
kaliteli zaman arasında toplumca yaratılan
çatışmayla karşılaşır. Hangi çözümü üretirse
üretsin, kendini parçalanmış ve bir alanda
başarısız hissedebilir. Tam zamanlı anne ve
ev hanımı olanlar da sıkıldıklarından, yeterince
özgür olamamanın zorluklarından yakınabilirler.
Anne olmayı, anne olmamayı seçmiş
ya da henüz karar vermemiş olabilirsiniz.
Bu seçeneklerin farklı unsurları hakkında
duygularınızı incelemeniz yararlıdır. Genel
olarak sizinkinden farklı bir seçim yapan
kadınlara karşı tavırlarınız neler? Kendinizi
onlardan ya da onları sizden daha iyi bir konumda
mı görüyorsunuz?
Bazı insanlar büyük hırsları hayatlarının
hedefleri edinirler. Bazıları kederle sarmalanır,
yalnızca huzur, ayrılma ve acıdan
kurtulma hayalini kurarlar. Bazıları hayatını
başarı, zenginlik, güç ve gerçeğe adarlar.
Diğerleri kendini aşmayı araştırır ve kendilerini
bir amaç ya da bir varlığa kaptırırlar.
Hayatlarımız da seçimlerimizdir.
Uzm.Dr. Sevilay ZORLU
Psikiyatrist & Psikoterapist
www.antalyaterapipsikiyatri.com
www.antalyacinselterapi.com
KAHRAMAN TÜRK KADINI:
KILAVUZ HATİCE
İlker SARI
Kurtuluş savaşının kazanılmasında önemli rol oynayan Türk kadınları, Türklüğün
şanına yakışır kahramanlıklar yapmışlardır. Kurtuluş Savaşındaki kahraman kadınlarımıza
baktığımızda, kadınlarımızın bu ülke için ne kadar yararlı olduklarını görüyoruz.
Kimi zaman askerlerimize erzak taşırlarken, kimi zaman cephelerde kahramanlıklar
göstererek kadınlarımızın kilit noktalardaki önemini ve ne kadar saygı değer olduklarını
görmekteyiz.
İşte onlardan bir tanesi: Kılavuz Hatice.
Adana ve yöresinde Fransızlara karşı verilen mücadelede yer alan ve Milis Kuvvetlerine
katılan Kılavuz Hatice; 8 Mayıs 1920’de Milli Kuvvetler Pozantı’ya taarruza
başladığında, kritik bir duruma düşen Fransızları kandırarak onlara kılavuzluk etmiştir.
Hatice Hanım, kılavuzluk yaptığı Fransızlara yanlış yol göstererek Karboğazı’na
sokmuş ve boğaza sıkışan Fransızlar Türk askerine esir düşmüşlerdir. Kılavuz Hatice
sayesinde 44 kişilik Kuvâ-yi Milliye grubu sıkışan Fransızları çapraz ateş altına alarak,
650 er, 23 subayı esir almış, iki top, 8 makineli tüfek, bin kadar silah, 13 kadana, 90 katırı
ele geçirmiştir.
Bu olayların ardından, Mustafa Kemal Paşa’dan şu telgraf gelmiştir:
“Devamlı başarılarınızı tebrik eder, size ve kahraman Kuvâ-yi Milliyemize selam
ve teşekkür ederim.”
İnternette dolaşan şişman yapılı bir “Kılavuz Hatice” betimlemesi var. Bu çalışmanın
Kılavuz Hatice ile uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Gerçek Kılavuz Hatice
orijinal fotoğrafından ressam İlker Sarı tarafından resmedildiği gibidir.
Eser Adı : KILAVUZ HATİCE
Sanatçı : İlker SARI
Teknik Bilgiler. 70x100 cm, Monotipi 1/1
Yapım Yılı: 2019
37
Türkiye Sinemasında Kadın,
Şiddet ve Aşk
Osman Tatlı
Sinema genel olarak toplumun kültürel,
siyasi yapısından, özel olarak yönetmenin yaşam
biçiminden ve dünya görüşünden etkilenmesiyle
şekillenir ve anlam kazanır. Sinema bu
anlamı daha öteye taşıyarak, toplumu ve bireyi
etkileyerek şekillendirir ve anlam kazandırır.
Böylece sinema ve toplum birbirini etkileyerek
belirleyici roller edinirler. Sinemanın görsel ve
işitsel yönü algıda daha derin izler bırakarak
değişimi hızlandırmaktadır. Dolaysıyla sinemanın
etki ve belirleyiciliği toplumun sinemayı
etkilemesinin çok önündedir.
Sinema içinde bulunduğu dönemi yansıtmasıyla
ayna görevi görür. Tabii hiçbir zaman
birebir bir yansıma olmadığı gibi yansıyanlar
yönetmenin penceresinden görünenlerdi. Türkiye
sineması da her dönem toplumun kültürel
ve siyasi gelişmeleri beyazperdeye aktarmıştır.
Aktarılan en önemli konulardan biri de kadın,
kadına yönelik şiddet ve paralelliğinde aşktır.
Türkiye sinemasında kadının ve şiddetin
yerine değindikten sonra son dönem filmlerinden
örnek çalışmalara değinerek günümüz
Türkiye sinemasında kadının yerini izah etmeye
çalışacağız. Filmlerde şiddet kavramına değinirken,
şiddetin türlerine yani şiddetin kaynağına
değinip konuyu izah edeceğiz. Bunlar:
Fiziksel şiddet, duygusal şiddet, ekonomik şiddet,
cinsel şiddettir. Şiddeti oluşturan nedenler
belirgin olsun olmasın filmlere yansımıştır.
Çünkü şiddet nedensiz değildir. Nedenler şiddeti
doğurur. Nedenler şiddetin anlaşılmasını
kolaylaştırır. Tabii hiçbir neden şiddeti meşrulaştırmaz
ama şiddetin nedenlerini bilmek
çözümü kolaylaştırmaktır. Bir de filmlerdeki
şiddetin kökenlerini, seyircinin bilmesi önemlidir.
Filmlerin anlaşılması, bir anlama oturtulması
ve şiddetten kaçınmak için nedenlerin
bilinmesi gerekmektedir.
1960-1970 yılları arasında Yeşilçam melodram
filmlerinde iki kitap kadın vardı: Vamp
kadın/kötü kadın ve anne kadın/melek kadın.
Vamp kadın cinselliği ve erkeksi yönü
temsil eder. Hırçın, saldırgan, kurnaz, sert,
komplocu ve aile karşıtı bir rolü vardır. Erkeğin
bir aile babası ya da başkasına ait (âşık) olması
umurunda değildir. Bencil kişiliğin belirgin
özelliği arzuladığı erkeği ve erkeğin ekonomisini
elde etmektir. Sarışındır. Baştan çıkarıcıdır.
Bedenini kullanır. Bakımlıdır. Salon kadınıdır.
Hemcinsine karşı acımasızdır, ezmekten zevk
alır. Sözde sevdiği erkekle duygusal/romantik
bir ilişki yaşamayı düşünmez. Dişiliği ile erkeği
kendine bağlamaya çalışır.
Vamp kadının karşısında hanım hanımcık
olarak tanımlanabilecek anne/ev kadını
vardır. Kocasına ailesine bağlı, sadakatli; pasif,
çekinen dişiliği/cinselliği ön planda olmayan,
bakım ve giyiminde özensiz, kocasının gölgesinde
kalmış, sevdiği erkeği memnun etmek
üzerine kurulu bir anlayışa sahip kadın tipidir.
Sürekli acı çeken, ağlayan, çaresiz, teslimiyetçi
yapısıyla varlığı yok hükmündedir.
Yeşilçam sinemasında melodram filmlerinde
ya iyi ya da kötü kadın vardır. İyi kadın
mükemmel ve kusursuzdur. Melek olarak
tanımlanır. Mazlumdur. Hakkı hep yenilir.
Dışlanmasına, itip kalkılmasına, sokağa atılmasına,
çocuklarının elinden alınmasına ve
tokat atılmasına rağmen iyiliğini terk etmez ve
en sonunda kazanır, mutlu olur. Kötü kadın ise
onca kurnazlığına ve zekiliğine rağmen kaybeder.
Kötü kadının hiç takdir edilecek bir tarafı
yoktur. Adeta insanın bütün kötülüğünü üzerinde
toplamıştı. Kötü kadın aile kurma derdi
olmadığından aile kurumuna karşıdır ve çocukları
sevmez.
Melodram filmlerinde kadın cinsiyet olarak
yoktur. Kadın gerçekliği filmlere yansımamıştır.
Kadın, erkeğin gölgesinde hatta bir nesnedir.
Özne değildir. Çünkü kendi kararlarını
verememekte, başının çaresine bakamamaktadır.
Erkeğin ağızdan çıkan sözlere göre hareket
etmektedir. Kadın iradesinin görülmediği bu
filmlerde kadına yönelik duygusal ve fiziksel
şiddet de fazlasıyla kendini hissettirmektedir.
Duygusal şiddet kadının kadına ve erkeğin
kadına şeklinde görülür. Fiziksel şiddet daha
çok erkek tarafından uygulanmaktadır. Bu
da tokat, kolunda tutup sürüklemektir. Böyle
durumlarda kadın kendini ifade etmekten
uzaktır. Erkeğin baskın hâkimiyeti ve erkeğin
kadına inanmayışı nedeniyle kadın varlığı silikleşmiştir.
Erkeğin otoritesini kabul eden kadın,
kadın kimliğinden uzaktır.
Melodram filmlerinde romantik aşk fazlasıyla
kendini hissettirse de abartılı ve gerçeklikten
uzak flörtleşmeler ve diyaloglar filmlere
hâkimdir. Aşk, keder, üzüntü, acı, gözyaşı ile
eşleşmiştir. Diyaloglardaki şiirsel ifadeler çoğu
zaman itici gelir. Seyirci beyazperdedeki aşkta
kendini bulamaz. Filmlerin aşka dair algıları
kısa süreli hatta anlıktır.
1980’lerden sonra arabesk filmlerde de
benzer içerikler kendini tekrar eder. Ancak
sinemadaki kadın algısı değişir. Kendini arayan,
kimliğini ve cinsiyetini bulmaya ve ortaya
koymaya çalışan bir kadın vardır. Buradaki kadın
yalnızdır, çalışandır. Hayatın yükü altında
ezilmiş ve içine kapanmıştır. Anlaşılma sorunu
yaşar. Yine erkekler tarafından ezilir, hor görülür.
Taciz ve cinsel istismara fazlasıyla maruz
kalır. Tecavüz ve fiziksel şiddet görülmesinin
yanında kadın kendi cinselliğini ilk defa iradesiyle
ortaya koyar ama yine de kadın bedeni
ile vardır. Kişiliği ve iradesi yoktur. Daha çok
arada kalmıştır. Özgür değildir, özgürlüğünü
erkekler sınırlamıştır. Dirense de bu yıllarda
kadın özgürlüğünü elde etmede başarısızdır.
Mücadelesi sonraki yıllarda yeni kuşağa örnek
olur. Kadın bedel öder ve ilk defa kadın bedel
ödemeyi göze alır. Sonuçların bütün olumsuzluklarına
rağmen çırpınmaya devam eder ama
yine de çoğu zaman teslim olur. Kültürel ve
sosyal yapının görünmez normlarını kıramaz.
Türkiye sinemasının erotik/porno döneminden
sonra kadın bedenin/cinselliğinin en
çok kullanıldığı ve suiistimal edildiği dönemdir
de diyebiliriz. Kadının dişiliği ve bedeni
filmlerde kendini fazla hissettirir ve erotizme
kaçan sahneler fazladır. Feminist akımların
etkileri hissedilse de kadın kimliği ve cinsiyeti
filmlere yansımaz. Filmlerdeki erkek egemenliği
fiziksel ve duygusal şiddetle kendini gösterir.
Kadınlardaki aşk yalnızlık ve cinsel eksenlidir.
Son döneme doğru ise kadın cinsiyeti
filmlerde kendini fazla hissettirmeye başlasa
da istenen yeterlikte değildir. Kadın hala tercih
edilendir. Kadının tercihleri ve kadının sesi
daha gür çıksa da kadın hala kimliğini bulabilmiş
değildir. Beklentileri erkek üzerine kurmakta,
erkeğin sözü ve tavrı kadının üzerinde
etkilidir. Kadının taleplerini çoğu zaman erkek
belirlemektedir.
Kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüz
seyirciyi rahatsız edici boyutta devam etmektedir.
Filmlerde erkeklik anlayışı kadının kendi
arayışının önüne geçmektedir. Çünkü kadın
hala kendini erkeğe beğendirme ve kabullendirme
uğraşı içindedir. Bunu gerek dişiliği gerekse
bedeniyle yapmaktadır. Kadın hala filmlerde
kendini düşüncesel, duygusal bir varlık
ve kimlikle ifade edememektedir. Varlığı hala
erkeğin etrafında dönmektedir. Kadının dünyasını
erkek işgal ettiğinden karşımızda daha
çok duygusal şiddet görülmektedir. Bağırma,
hakaret, aşağılama, küfür ve arada fiziksel şiddet
şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Aşağıda son dönem filmlerinde kadın
cinsiyetini, kimliği ekseninde kadına yönelik
bakış açısını ve şiddet örneklerini izah ederek
günümüz sinemanın ve sinemanın gözünde
toplumda kadının yerini görmeye çalışacağız.
Serdar Akar’ın: Barda, Gemide filmlerine değinecek
ve karşılaştıracağız. Yönetmenin iki
filmdeki bakış açısının ve karakter seçimin
benzerliğinin yanında kadına yönelik şiddetin
seyirciyi rahatsız edecek kadar fazla olması
filmleri seçme tercihimiz oldu.
38
Barda, Gemide Filmlerinde
Kadın Şiddeti ve Aşk Özlemi
Gemide(1998) filminde hayata tutunamamış,
gemideki hayatlarının dışında bir hayatları
olmayan, umutsuz, karamsar, yarınsız,
alkol ve esrar içen, kadınsız ve kadınlara dair
fantezileri olan, sürekli küfür eden, birbirine
güvenmeyen, birbirine hakaret eden bir kaptan
ve üç tayfanın erkeklik dünyasında bir yabancı
kadını kaçırmaları ve bu eksendeki olayları
içermektedir.
Film tam bir erkek filmidir. Dört erkeğin
dünyasına odaklanan kamera erkeklerin kendi
aralarındaki muhabbetlerine dönük gerçekliği
yansıtmaktadır. Erkek muhabbetlerinin
erotizm üzerine gelişen şehvet ve tatminlik
görüntüleridir. Dört erkeğin bakış açısında kadın
sadece şehvet aracıdır. Kadın bir tatminlik
nesnesidir. Kadın, bu erkekler için cinsellikten
başka bir anlam ifade etmemektedir.
Gemideki dört erkeğin hayatında kadın
yoktur. Cinsel açlıkları fazlasıyla ekrana yansımaktadır
ki cinsel açlıklarını porno film izleyerek,
erotik dergilerle ve muhabbetlerle gidermeye
çalışmaktadırlar. Tabii bu yetersizlik
cinsel açlıklarını giderememektedir.
Kaçırdıkları ve hayat kadını diye düşündükleri
kadını ağzını, ayaklarını, kollarını bağlayarak
önce fiziksel şiddete maruz bırakırlar.
Kadına bağırıp çağırarak da duygusal şiddetin
yanında kadına taciz ve tecavüzde bulunurlar.
Kadın Türkçe konuşmasını bilmese de
kendi dilinde bile taciz ve tecavüzlere isyan etmez,
direnmez. Adeta durumu kabullenir. Kadın
pasiftir hatta kendisine yapılan taciz ve tecavüzlere
rağmen onlarla alkol alır. Kadın dört
erkeğe uyum sağlar, uysallığı ve direnmeyişi
fazlasıyla kadın cinsiyetine terstir. Her ne kadar
hayat kadını olarak düşünülse de kadının
kız olması durumu daha da tuhaflaştırmaktadır.
Aslında kadın hayat kadını değildir. Velev
ki hayat kadını olsa da taciz ve tecavüzü kabullenmesi
bir kadının var oluşuna terstir.
Erkeklerin kendi aralarındaki kavgaları
kadın üzerinedir ve kadına kimin daha çok
tecavüz edeceğine yöneliktir. Erkekler öyle
onursuz ve hasiyetsizdir ki Boksör lakaplı tayfa
sürekli kadına âşık oldum demesine rağmen
zorda kaldığında kadını paylaşmayı teklif eder.
Burada aşk şehvetle bir tutulmuştur. Şehvet
aşkın gölgesinde bütün çirkinliğiyle kendini
gösterir. Erkeklik şehvetle eş değer gösterilmiştir.
Kadına yönelik duygusallık ya da sevgi
görülmez. Zaten dört erkeğin böyle bir derdi
de yoktur.
Gemide filmi eğitimsiz, sıradan, işçi, topluma
ayak uyduramamış, ötekileştirilmiş ve
yoksul erkeklerin kadına yönelik şiddete daha
fazla meyilli olduğunu göstermektedir. Bu
yaklaşım ve anlayış yönetmenin 2006 yılında
gerçek bir olaydan yola çıkarak çevirdiği Barda
filminde de görülmektedir. Oradaki kötü karakterlerde
ötekileştirilen, tutunamamış, eğitimsiz,
geleceği olmayan, maddi yetersizliği altında
ezilmiş erkeklerin orta ve üstü maddiyata
sahip kızlara ve erkeklere uyguladıkları şiddet
karşımıza çıkmaktadır.
İki filmin ikinci önemli noktası da filmdeki
kızların, kız olması vurgusudur. Toplumda
tarafından önemsenen, değer olarak görülen
hatta kutsal kabul edilen kızlığa atıflar vardır.
Gemide filminde hayat kadını bile kız çıkar ve
tecavüzcüler paniğe kapılır. Barda filminde de
tecavüzcüler bu duruma şaşırır. Onlara göre
erkeklerle çıkan her kız cinsellik yaşamıştır.
Yönetmen bu anlayışa adeta itiraz edercesine
iki filminde de bu yanılgıyı yıkmaya çalışmaktadır.
Barda filmi şiddet sahnelerinin bol olduğu
ve kadına yönelik şiddetin nedenlerinin
sorgulandığı, kadınların mağduriyetini dile getirmektedir.
Ne kadar kadın cinsiyeti konusunda imgeler
içerse de erkeğin son dönemde bile belirleyiciliği
çok net ifade edilmektedir. Son
dönemde kadının özgür ve iradesiyle kararlar
verdiğine dair davranışlar filmlere yansısa da
aslında bunun çokta gerçekçi olmadığını filmin
ilk dakikalarda görüyoruz. İlişkiyi yani
tercih edilenin hala erkek olduğunu, aslında
kadının tercih yaptığını zannettiğini görüyoruz.
Nail ve Nil’in ilk birbirlerini gördüğü kareden
önce erkekler, barın girişinde içeri girecek
kızın “kime” olacağına dair konuşmaları erkeğin
egomanyasının devam ettiğini, kadının
hala tercih eden olmadığını görüyoruz. Bu da
kadının hala varlığını ortaya koymadığını, erkeğin
üstünlüğünü bilinçaltında kabul ettiğini
göstermektedir. Erkek etken, kadın edilgendir.
Bardaki şiddet öncesinde dikkat geçen ve
kadına yönelik şiddeti içeren kürtaja yönetmenin
tepkisidir. Bu, kürtaj karşıtı bir ifadenin
yanında erkeğin kadını kabullenmesi ve evlilik
için hamileliğin gerekliğidir. Cinselliği yaşayan
gençler yarına dair evlilik ciddi anlamda
düşünmezken hamilelik, evlilik için bir neden
olarak görülür. Bu aynı zaman erkeğin kadını
sahiplenmesi, ortada bırakmamasıdır. Erkek
burada da kollayıcıdır. Kadın erkeğin kanatları
altında olmayı istemektedir. Tabii sağlıksız ko-
39
şullarda kadına yapılan müdahalenin şiddetsel
boyutu da gösterilmektedir.
Gençler, cinselliği tabulaştırmadan kendi
aralarında rahatlıkla konuşabilmekte ve cinselliği
yaşamada bir engelleri yoktur. Bu konuda
yeterince özgürdürler ve hoşlanmaları, anlaşabilmeleri
yeterlidir. Geleceğe dair umutları
vardır.
İyi gençler aşk ve flörtü bütün yönleriyle
yaşarken, avamdan erkeklerin imrenerek kendilerini
izlemesine ve özentileriyle karşılaşıyoruz.
Kendini kadınlar tarafından dışlanmış ve
kabul edilmeyeceğini düşünen avam/yoksul
erkekler uzaktan sevgililerin öpüşmelerine,
koklaşmalarına, yani oynaşlarına bakarak iç
geçirirler. İşte bu iç geçirme bir kine, nefrete ve
düşmanlığa dönüşmektedir.
Sınıf farkı ötekileştirilme nedenidir. Yaşanamayan
hayata duyulan özlem, hak edilmesi
gereken ama bu haktan mahrum bırakılmış
hayat aradaki şiddetin gerekçesidir. Özlemi
duyulan ise kadındır. Kadınla flörttür. Zenginlerin
para ile istediği kadını elde etmesine bir
isyandır erkeklik gururu. Tutunamamışlar da
kendilerine ait kadınlar istemektedirler.
İşte bu anlayış barda kadına yönelik her
türlü şiddeti doğurur. Kadınlar bağlanır, sözlü
ve fiziksel tacize mazur kalır. Jiletle doğranarak
tecavüz edilir. Kadınlar burada da korkak davranır
ve direnç göstermezler. Sessizlik barda
olduğu kadar filmin sonunda da vardır. Kadın
sessizdir. İsyanı görülmez. Suçlulara verilecek
cezanın ne olacağının sözcülüğünü yine erkek
yapar. Kadın kendisini ifade etmekte yoksundur.
Yine ikinci plandadır.
Kadının değeri bedeniyle var olan filmin
bakış açısında kadın özne ve nesne olma arasındadır.
Orta sınıf, kadını özne olarak kabul
ettiği yanılgısını yanında avam sınıfın kadını
nesne yani sadece cinsellikten ibaret olarak
gördüğünün de yanılgısını bize vermektedir.
Yönetmen kadına şiddetin adresini işsiz
güçsüz, eğitimsiz, yoksul vb. nedenlere dayandırmaktadır.
Kadına yönelik şiddetin zenginlerin
yapmadığını, kadını kolladığını ima etmektedir.
Yönetmen burada ötekileştirme yoluna
gitmiştir ve sınıfsal ayrımcılığa başvurmuştur.
Zenginlerin kadına şiddet uygulamadığı anlayışının
bir kandırmaca olduğunu güncel haberlere
yansıyan kadına yönelik şiddet örnekleri
göstermektedir. Kadına yönelik şiddetin
eğitim ve maddiyat dinlemediği gerçeği varken
bütün suçu bir kesime atmak haksızlıktır.
İki filmde kadına yönelik şiddetin bütün
yönleri ve aşksız bir hayat işlenirken kötülüğün
kaynağının yoksullara yüklenilmesi filmlerin
gerçekliğini ve tarafsızlığını yitirdiğinin göstergesidir.
Filmler kadına yönelik erkeklerin acımasız
tavrını ve bakış açısını sembolize etmesi ve
kadının hala cinsiyet kimliğine kavuşmadığını
göstermesi açısından önemlidir. Kadın hala
özne olamadığı gibi bedeniyle var olmaya çalışmaktadır.
Mustafa Özçelik
KADIN VE ATEŞ
Sarı bir başağın rüyasından
Ocak başında
Gelecek kurar bir kadın
Kadın ki anadır
İnce uzun bir nehirden geçmiştir
Köprü ortasında bekleyip
Sulara bırakmıştır bütün hikâyesini
Uyusa kıyametler kopar gözlerinde
Çocuğunun ağladığı gece
Çocuk uyur ve kadın
Evin rüzgârlı eteklerinde
Bir hasreti kuşanıp
Karşı dağlara bakar
Gidip de gelmeyen var
Hangi iklimden ses bekler, bilinmez
Kadın ki anadır
Sevdasıdır yiğidinin
Bir ninni tutturur
Bir türküye sığınır
İçinin düşmanlarına karşı
Burası dünya.
Gece gece gece
Burası dünya ve biz artık çok sıkıldık.
Oyun bitti, zifiri karanlıkta belalar uçuşuyor
Dünyanın yalanları, uçakları ve bombaları arasında solup giden ömrümüzü
Kuşa çeviren yasalardan, yönetmeliklerden, nizamnamelerden sıkıldık
Telefon seslerinden, akıp giden televizyon görüntülerinden,
bilgisayar tıkırtılarından, gazete hışırtılarından
Alıp başımızı gitmek istiyoruz
Alıp başımızı sana gelmek istiyoruz
Sana gelmek
Sana gelmek, orada kalmak istiyoruz
Çok unuttuk hatırlamak istiyoruz
Başımızın okşanmasını, gözyaşımızın silinmesini, kolumuza girilmesini istiyoruz
Yağmurunu ve meleklerini yeniden istiyoruz
Rüzgârın sesini, ırmağın sesini,
Dağların dağ, denizlerin deniz, kadınların kadın, çocukların çocuk
Erkeklerin erkek, ekmeğin ekmek, nanenin nane olduğu bir dünyayı yeniden isterken
Seni istiyoruz aslında Bunu söyleyemiyoruz
40
TOPLUMUMUZDA KADININ
YAŞAMSAL DEĞERİ
Etem Sevik
Sevgili Okurlar,
Diğer toplumlarda olduğu gibi bizim toplumumuzun saygıdeğer
kadınları da aile içinde anne, eş, abla, kardeş vb. rolleri başarı ile
sürdürürken aldıkları görevlerde akıllı, birleştirici, yapıcı tutum ve
özellikleri ile her üstlendikleri işin üstesinden gelen ve karşılaştığı
birçok soruna birden çok çözümler getiren kaliteli insanlardır. Dediğim
gibi kadınlar yapıları gereği mücadeleci, sabırlı, fedakârdırlar.
Bu açıdan erkeklerle birlikte sürdürdükleri aile ve iş yaşamında doğası
ve yetenekleri ile çocuklarını büyüten, ev işlerinde görev alan
bunlarla birlikte hayatın her alanında başta eğitim, sağlık, ticaret,
hizmet sektörü, hukuk, sanayi… Her sektörde eşsiz çalışma azim ve
kararlılıkları ile yer alan kadınlarımız, kendilerinin, çocuklarının ve
ülkemizin geleceğini kuran eşsiz insanlardır. Nitekim günümüzde
kadınlar aile geçimine en az erkekler kadar ekonomi sağlamaktadır.
KADINLARIN günümüzde iş yaşamında aktif olarak daha fazla
yer alması çok iyi bir şeydir. Ancak bu durum kadınları birçok zorlukla
da baş başa bırakmaktadır. Meselakadınların çalıştırılmaması,
şiddet görmesi, aşağılanması geri kalmış ülkelerde sıkça görülen
kabul edilemez durumlardır. Sözgelimi ülkemizde de neredeyse her
gün yazılı ve görsel medya da yer bulan sözlü, duygusal, fiziki şiddet
veya taciz gibi cinsel içerikli şiddet vakaları kadınların karşılaştığı
istenmeyen durumlardır.
KONUYA bu kötü gerçek üzerinden baktığımızda toplumsal
hayatımızda kadınlara gerekli değerin verilmesi kadın-erkek eşitliğinin
her anlamda sağlanması bakımından önemlidir. Bir ülkenin
devlet yapısının ve hukuk kurallarının modern çağın eşitlikçi bakış
açısına uygunluğu kadınlara verilen değerle de ölçülebilir. Kadın ve
erkek her alanda ve her konuda eşittir. Bu nedenle kadınların hakları
kısıtlanmadan onlara her türlü imkândan faydalanma hakkı verilmelidir.
ONUN İÇİN kadınlar toplumumuzda aslında erkeklerle her
konuda eşit haklara ve özgürlüklere sahip bulunarak baş tacı edilmesi
gereken birinci sınıf bireylerdir. Nihayet kadınlar fiziksel olarak
çok güçlü olmasalar bile temelde varlıkları ile toplumu manevi
olarak ayakta tutan erkeklerle beraber toplumu yaşatan kimselerdir.
ÖZETİN ÖZETİ: Kadınlar en başta insandır. Başta gelen insani
özellikleri olarak duygusaldır,
vicdanlıdır, cefakârdır, fedakârdır,
çalışkandır. Kadınlar insan olmanın
gerektirdiği pek çok yüce
insani değeri doğuştan sahip olarak,
dünyaya gelmiş insanlardır ve
erkeklerle birlikte toplum içinde
yaşamaktadır. Bu sebeple kadınlara
her zaman her konuda gerekli
önem ve değeri vermeli ve deyim
yerindeyse kadınları el üstünde
tutmalıyızdır.
ÖNEMLİ değerimiz kadınlarımızı
anlattığım bu güzel yazımı,
Ülkemizin kurucusu Ulu Önder
M. Kemal Atatürk’ün, kadınların
modern, ileri ve gelişmiş bir
toplumda olması gereken, hak
ettikleri yeri anlatan çağ açan şu
çok güzel söz dizeleri ile bitireyim
efendim.
“Ey kahraman Türk kadını,
sen yerde sürüklenmeye değil,
omuzlar üzerinde göklere yükselmeye
layıksın.” “Dünyada her
şey kadının eseridir. Kadınlarımız
eğer milletin gerçek anası olmak
istiyorlarsa, erkeklerimizden çok
daha aydın ve faziletli olmaya çalışmalıdırlar.”
“Milletimiz güçlü
bir millet olmaya azmetmiştir.”
Ulu Önder M. Kemal Atatürk.
41
TEK TAŞ
Şener İşleyen
/Aşk… Ey aşk! Sen ne menem bir şeysin?
Taşın, toprağın hasret…/
Çalmaya başladığı melankoli yemek
müziği, ortamdaki soğuk havayı bıçak gibi
kesmişti. Kafasını hafifçe yan masaya doğru
çevirdi ve gözleri Kavita’nın gözleriyle tanıştı.
O, belki Sinan bakmadan önce de oradaydı
ama daha önce nasıl olup da fark edememişti?..
Demek ki yeni gelmişti yoksa fark
etmemesi imkânsızdı böylesi bir güzelliği.
Simsiyah ve beline kadar uzanan saçlarının
arasından görünen yüzünde, garip ve
tatlı bir gülümseme ile parıldayan gözleri,
ona bakıyordu. Bu ani göz göze gelmenin
ardından Kavita’nın dudakları titriyor, ışıkta
parlayan gözlerinde konuşulmamış kelimeler,
aralarındaki birkaç metrelik mesafede
derinliklere akıyordu.
Giyimlerine ve yaşlarına göre öğrenci
olmaları muhtemeldi ama öğrenciler için
lüks denilebilecek bu restoranda ne işleri
vardı ki? Hem de böylesi bir ortamda yüksek
sesle tartışıyorlardı. Sonradan öğrendiğine
göre ders çalışıyorlarmış. Staj yaptıkları işletmenin
sahibi onları yemeğe davet etmiş
ve elmas türü pırlanta makasla mı, bıçakla
mı yoksa suyla mı kesilir konusunu tartışıyorlarmış.
Tanıştıktan sonra Kavita anlatmış
bunları ona. İşte o soğuk ve sert tartışma
sürerken bir anda en hararetli yerinde kesilivermiş.
Ta ki o melankolik kanun taksimi
başlayıncaya ve Sinan’la Kavita, göz göze gelinceye
kadar... O andan sonra sanki her şey
ve herkes sus pus olmuş.
Buselik makamındaki tellerden çıkan
sesler, Kenan’ın parmak uçlarındaki yüzüklerin
dokunmasıyla su üzerinde yüzen kuğular
gibi akıp gidiyordu artık kulaklara…
Yarım saat süren taksim boyunca ne burgu
ne diğer perdeler ne mızraplar ne de geçişler
arasındaki makasları, hareket ettirmemişti
Kenan. Buselik makamının dokuz teliyle dokuz
ayrı parçayı icra etmişti, öylece Kavita’ya
bakarak.
Kanun taksimi bittikten sonra Kavita’nın
yüzünde beliren gülümsemeyle donup
kalmıştı Sinan, adeta büyülenmişti. Kavita
ise bir yandan gülümseyerek ona bakıyor bir
yandan da sağ elini çenesine dayamış, yüzük
parmağındaki kehribar taşlı yüzüğü başparmağıyla
çevirip duruyordu. Bilerek mi yapıyordu
bilinmez ama bu hareketi Sinan’ın
dikkatinden kaçmamıştı.
Arkadaş gurubu hesabı ödeyip kalkarken
Sinan da kanununu çantasına koyup arkalarından
çıkmıştı hemen. Onların bindiği
lüks arabanın peşinden bir taksiye atlayıp,
takip etmesini istemişti şoförden. Öndeki
araçta bulunan Kavita, aracı süren patronunun
hemen yanına, aracın sağ ön koltuğuna
oturmuştu. Kendisini ona fark ettirmek istiyordu
Sinan.
Taksi şoförüne; “Bas gaza, sağına geçmeye
çalış ve tam yanına geldiğinde yavaşla!”
diye talimatlar veriyordu. Bunun kuralsız
bir hareket olduğunu söyleyen şoföre de
çıkışıyordu bir taraftan. “Gerekirse makas
at kardeşim, önünü kes aracın, o sağdaki kız
beni fark etsin yeter. Ceza yersen öderim
ben. Şimdi dediklerimi yap!”
Defalarca yanına gelerek, kâh geçip kâh
geride kalıp, sağ camdan dışarıyı izleyen Kavita’yla
kaç kez göz göze geldiğini tek tek saymış
ve o gözleri iyice hafızasına kaydetmişti.
Tek amacı bu değildi elbette… Kavita’nın
kaldığı yeri öğrenmekti asıl niyeti. Nihayet
sıradan bir öğrenci yurdunun önüne geldiklerinde,
Kavita arkadaşlarıyla beraber indi
lüks arabadan. Arkasına dönüp baktığında,
sarı renkli ticari taksinin biraz geride park
etmiş olduğunu görünce, arkadaşlarına; “Siz
geçin içeri, ben birazdan geliyorum” diyerek
araca doğru yürümeye başladı. Onu gören
Sinan da hemen arabadan inerek, ona doğru
ürkek adımlarla ilerliyordu.
* * *
Tanışmalarının üzerinden bir yıl geçmişti.
Hindistanlı bir kız olan Kavita, öğrenci
değişim programı kapsamında Türkiye’de bir
üniversite kazanmış ve okuduğu Jeoloji Mühendisliği
bölümünü ancak geçer notlarla
okuyarak zar zor son yılına gelmişti. Alttan
da çok dersi vardı. Ailesi çok varlıklı olmayan
Kavita, güzelliğini kullanarak zengin iş
adamlarıyla arkadaşlık kuruyor ve onlardan
tırtıkladığı paralarla eğitimine devam ediyordu.
Bu sayede bir öğrenci için lüks sayılabilecek
bir yaşam sürüyordu. Ancak Sinan’la
tanıştıktan sonra bu durumuna son vermişti.
Çünkü Sinan, onu çok seviyor ve onun parasal
ihtiyaçlarını karşılayarak okulunu bi-
42
tirmesine gayret ediyordu. Kendi durumu da
pek iç açıcı olmamasına rağmen geceleri restoranlarda
yaptığı müzikle geçimini sağlıyor,
hem ihtiyar anne babasına bakıyor hem de
liseye giden iki kardeşini okutuyordu.
Kavita’yla tanışmasından sonra ona
olan sevgisi ve hayranlığı günbegün artmış
ve bu sevgi, yerini engel olamadıkları bir
aşka bırakmıştı. Onun sonu gelmez istekleri
ve lüks ihtiyaçlarına dahi sesini çıkarmıyor
ve sabahlara kadar birkaç restoranda çalışarak
hem ailesine hem de Kavita’ya bakmaya
çalışıyordu.
Niyeti belliydi… Kavita okulu bitirdikten
sonra onunla evlenecekti. Bu durumu
Kavita’ya da söylemişti. O da itiraz etmemişti.
Hatta okulunu zamanında bitirebilmesi ve
zayıf derslerini geçebilmesi düşüncesiyle ona
özel ders vermesi için birini dahi ayarlamıştı.
Sosyal medyada gezerken keşfet sayfasında
başka bir ilde ve başka bir üniversitede
Jeoloji Mühendisliği bölümünü birinci olarak
bitiren Musa’nın paylaşımını görmüştü
Sinan. Hemen özelden yazarak, onunla irtibata
geçmiş ve kız arkadaşına internet üzerinden
özel ders verip veremeyeceğini sormuştu.
Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik
koşullar sebebiyle hemen iş bulamayacağını
düşünen Musa’yla yapılan uzun pazarlıklar
sonucunda, oldukça yüksek bir ders saati
ücreti karşılığında teklif kabul edilmişti. Sinan,
hemen Kavita’ya durumu anlatmış ve
Musa’nın hesabına, bir yıl boyunca yüz saat
ders vermesi karşılığında peşin yatan para
sonrası, internet üzerinden haftada birkaç
saat sürecek olan özel dersler başlamıştı.
Kavita, bütün zayıf ve düşük olan notlarını,
bu derslerde Musa’dan öğrendiği bilgiler
sayesinde yükseltmişti. Dünyayı kasıp kavuran
salgın hastalık nedeniyle üniversitesinde
uzaktan öğretim başlamış ve sınavlara da internet
üzerinden girme zorunluluğu getirilmişti.
Bu durumu da fırsata çeviren Kavita,
Musa’dan sınavlara kendisi yerine girmesini
istemişti. Musa, bunun için ek ücret isteyince
de durumu Sinan’la konuşup, konuşulan
ücretin yine hesaba peşin olarak yatırılmasını
sağlamıştı. Salgın nedeniyle eskisi gibi
pek sık görüşemeseler de arada bir yapılan
telefon görüşmeleri neticesinde Sinan, Kavita’nın
tüm isteklerini yerine getirmeye
devam ediyordu. Onun sonu gelmez istek-
leri sonucunda ailesine götürdüğü kazanç
azalmış ve kardeşlerinin okul ihtiyaçları bile
karşılanamaz olmuştu artık. Ki bu yüzden
önceleri başarılı olan kardeşlerinin dershane
ücretlerini aksatmaya başlamış, onlar derslerinden
geri kalır olmuşlardı. Anne ve babasının
kronik rahatsızlıkları nedeniyle kullanmaları
gereken ilaçları bile artık alamıyor ve
onların hastalıkları daha da artıyordu. Ama
bütün bunlara rağmen Sinan’ın önceliği,Kavita’nın
okulunu başarıyla ve zamanında bitirmesiydi.
Kavita, Musa’ya sınavlara giriş için kullandığı
internet şifresini vermiş ve kendisi
yerine onun sınavlara girmesini sağlamıştı.
Hâlbuki Musa’nın anlatımıyla zaten notlarını
yükseltiyor ve derslerini geçebiliyordu.
İçinde bir türlü bitmeyen açgözlülük, ihtiras
ve vurdumduymazlık, bir başka ailenin ve
başka öğrencilerin hakkına tecavüzü masum
gösteriyordu ona. Aşk… Ey aşk! Sen ne menem
bir şeysin? Taşın, toprağın hasret…
Musa, Kavita’ya; uzaktan işledikleri
her ders sonunda, nezaket icabı, kendisinin
de bizzat tanımadığı ama bu işe vesile olan
kişiye muhabbeti ve vefası gereği “Sinan’a
selam söyle!” demeden bitirmiyordu dersi.
Gerçi tanıştıkları ilk yazışma ve para konusu
hakkında yaptıkları görüşmeler haricinde,
Sinan’la hiç görüşmemiş ve konuşmamıştı.
Sosyal medyadan bile takip etme gereği duymamışlardı
birbirlerini.
Kavita, son sınavını da Musa’nın sayesinde
başarıyla verip, alacağı diploma sevincini
onunla paylaştığında, yine bir “Sinan’a
selam söyle!” muhabbeti sonrası Musa,
duyduklarına şaşırmıştı. Çünkü Kavita bu
son görüşmede; “Ya sen sürekli selam gönderiyorsun
Sinan’a ama biz onunla ayrıldık,”
demişti.
Aldığı paranın karşılığını vermenin
tarifsiz huzuru olsa da Musa, bu son duydukları
karşısında rahatsız olmuştu. Çünkü
Sinan, daha ilk yazışmalarında Kavita’ya
olan duygularını Musa’ya açıklamış ve okul
sonrası onunla evlenmek istediğini de söylemişti.
Hatta Sinan’ın, Kavita’nın ihtiyaçları
karşısında kendi ailesini ve kardeşlerinin
eğitimini dahi aksattığını biliyordu. Aklını
tırmalayan merakla Sinan’a yazmaya karar
verdi. “Merhaba,” ile başlayan girizgâh sonrası,
hemen konuya gelmek istercesine sordu.
“Kavita ile neden ayrıldınız?”
Uzun uzun anlatılan hazin aşk hikâyesini
dinledikten sonra, ondan aldığı tüm paraları
geri iade etme ihtiyacı hissetmişti Musa
ve öyle de yapmıştı…
* * *
“Nazlıydı! O, şahikasıydı tüm güzelliklerin.
Bense ona yasaklı deli, kör, aptal, mecnunu
onun olduğu evrenin. Beline kadar
uzanan simsiyah saçları, zirvesinden eteklerine
kadar inen ormanlarıydı sanki Everest’in.
Gözleri… Ah simsiyah, doğuştan sürmeli,
çekik… Sanki benden başkası görmesin
beyazını, siyahının tonunu benden
başkası görmesin diye kısıyor bellerdim.
Doğunun gizemiondan, Batının güzelliği
onun hamurundan. Yürürken sanki ayakları
durur, toprak kayardı altından. Bana öyle geliyor
ki taptığı Brahman görseydi onu, yerle
bir olurdu sarayından tahtından… Ne sevgisi
âşıkların sevgisine benziyordu ne de kini
zalimlerin zulmüne. Ben sevgisine de ram
olmuştum, zulmü de kabulümdü ölümüne…
Aah! Ah ki zaman bir gün hüznü vurdu.
Benim için tüm oklar, tüm zamanlar, tüm
âşıklar ve yelkovan onu gösterirken onun
yüreğindeki akrebin zehri, sinsice benim
kalbimde durdu. Hâlbuki meleklerin duasına
ben yazmıştım onu. Her gün ona; ‘En
güzel sensin!’ diye seslenen, gümüş sırma
kaplı aynadaki perisi bendim. Yanacakken
cehennemî ateşlerde o, bedenine su taşıyacak
karınca ben, sıratta onu taşıyacak burak
bendim. Yusufî kuyularda yalnız kalmışken
o, ışığı ben, ümidi ben, dudağındaki duası
bendim.
Ben, onun tenine benziyor diye bulutları
buğday sarısına boyarken kalbime düşen
damlalarla, o gün doğumu ve gün batımlarında,
başkaca çirkin şairlerin aşk şiirlerine
ağlıyormuş. İsteseydim ağlamasını ve hatta
acıdan kıvranmasını, sevmeye müsaade eder
miydim kalbime? Ona yalandan ağlayacağı
onlarca yakışıklı şiir yazardım en afilisinden…
Aktıkça Hint kınaları ve sürmeleri, bir
yenisini daha, bir daha, bir daha… O tazelemeden
makyajını, unuturdu zaten yalandan
satırları. Ama ben ona hiç yalan söylememiştim,
hiç sahte şiir yazmamıştım ki!
Gelecekte doğacak altın saçlı çocuklarımızın
adını bile kırık kanunumun nağmelerindeki
nakaratlara koymuştum. Hayal
ettiğimiz pembe panjurlu evin penceresine
koyacağımız çiçekleri de Alsancak’taki çingene
çiçekçi ablaya ayırtmıştım ya; ‘Az kaldı…
Az kaldı, aman gözlerin gibi bak!’ diyerek.
Hayat, o ablanın baktığı avuçlarımdaki
çizgiler kadar gerçekmiş demek ki… Üç vakte
kadar mutlu olacaksınız derdi ve bilirim
yalan söylerdi.
O çok mutlu mu şimdi bilmem?! Ama
geçen ayırttığımız çiçekleri gördüm çiçekçide…
Solmuş, kurumuş, çürümüştü benim
mutluluğum ve hayallerim gibi...
Nazlıydı! Benim gözümde o, kelebek
kadar narin, gelincik kadar hassastı. Ama
ben onun için, bir üçüncü dünya ülkesi istatistiğiymişim…
Meğer ölümüm bile onun
için, ‘aşktan ölen, kehribar bakışlı bir genç”
isimli bitirme teziymiş.
43
Şimdi dünyanın, onun nefesinin koktuğu
vakitlerinden sesleniyorum ona. Söyle…
Görüşürsen söyle ona! Tezi olumsuz, ölmedim,
çünkü yaşıyorum inadına. Kadehimi
kaldırıyorum yalanlarına, onun sahte hayatına…
Aşkı ziyan ettiği münzevi vakitlerimde,
sureti meçhul bir kâbusa döndü cemâli artık!
Öyle tanıyabildim onu… Meğer despot,
kalpsiz, ruhsuz bir sultanmış, anlamamışım,
aldanmışım…
İdam kararımı okurken öğrendim dudağından,
gerçek adının Sultan olduğunu…
Belkıs’ın altın kubbeli sarayından kovulmuş
Süleyman gibi, kuşların ağıtlarından öğrendim
kalbinin Belkıs sarayı olduğunu…
Sodom’un, Gomore’nin,Semud’un, Pompei’nin
üzerlerine dökülen kızgın lavlardan
püskürttü üzerime. Atıldım, sürgün edildim,
zindanlara düştüm gözlerinden. Kirpiklerine
kurulmuş mancınıklardan fırlattı beni
nefret ateşlerine. Yasaklandım teninden, ellerinden,
dudağından. Ben de ona yasakladım
hayatımı artık. Girmesin ki kovulmasın
bulunduğu yalancı cennetten gerçek dünyaya
diye…
Heyhat! Hâlbuki ben, nikâh memurunun
yılışık ağzından çıkacak bağlılık sorusuna
cevap verirken takacaktım tektaşı parmağına…
Yahu biz onunla imamın üst üste
üç kez perçinleyeceği kabulle çıkacaktık Sevr
dağına… Şeytanı taşlayacaktık, Arafat’tan
toplayacağımız minicik taşlarla… Ama o,
bütün bunlara ait bağlılık yeminlerimi bozdurdu
ya! Helal olsun ona ve bütün yalanlarına
inandığım için yazıklar olsun bana…
“Kehribar bakışlım, pırlanta kalplim!”
derdi bana… Söyle Sultan Kavita’ya! Ben de
öğrendim kehribarın bıçakla, pırlantanın
suyla kesildiğini ve öğrendim umutlarım
gibi upuzun saçların, köhne bir makasla kesildiğini…
Bahsetmesin n’olur; olmazlardan,
imkânsızlardan. Bahsetmesin sakın bana;
anasından, babasından, inandığı Hindu dininden,
Budha’nın hoşgörü mezhebinden…
Ben tüm dünyayı karşıma almışken
onunkilerin hepsi yalandı, hepsi boş mazeretlerdi
biliyordum. Çok çabaladım, çok
uğraştım değişecek, inadından dönecek, nazından
vazgeçecek diye. Anamı, babamı karşıma
aldım ben ‘Müslüman değil!’ diye. Kardeşlerimi
üzdüm, sevdiğim onlardan önce
okulunu bitirsin diye…
Ama son buluşmamızda; yüzüme o ilk
günkü gülümsemesiyle bakıp, ‘Sen bir yaz
aşkıydın ve bittin!’ dediğinde, elbet kardeşlerimin
dershane ve anne-babamın son ilaç
parasıyla alarak cebimde getirdiğim tektaş
yüzüğü, atmazdım Ege’nin soğuk sularına.
İnanmasaydım eğer ondaki tek taşın, kalbi
olduğuna…”
K’ADINDIR İNSAN
Nil Didem Şimşek
Hacı Bektaş Veli’ye sormuşlar;
-Kadıncık Ana eşin mi?
Bektaşi yanıtlamış:
-Eşim değil “Eşitim”.
Aşk bir sazsa sazın kendisi de teli de kadındır.
Kâinatın özünde cinsiyet yoktur aslında;
insan vardır. Öyle bir gün gelir ki sevenle
sevilen ayak basar dünya toprağına. Ad
verme merasimi sonunda Âdem olana erkek,
Havva olana kadın denilir ve böyle başlar
dilden dile anlatılacak olan macera. Günler,
aylar, yıllar, asırlar geçer ancak ne hikmetse
birbirlerinin dilini bir türlü çözemezler. İki
dil vardır artık dünyada, öyle ki diğer bütün
diller de bu iki dilden türer: Âdemce ve Havvaca.
İşte o gün bugündür bu iki dilin birbirinden
çektiğini yaratılmış olan başka hiçbir
varlık çekmemiştir.
Bu iki insandan süzülen duygular, düşünceler,
hayaller ve bin bir türlü öz şu dünyada
masallara, şiirlere, öykülere daha nicesine
ilham kaynağı olmuş da birbirlerine bir
türlü yâr olamamışlar. Haklarında neler yazılıp
söylenmiş hepsini bilmek çok zor ama
bir şey var ki hep merak konusu olmuş bu
arada: Kim daha üstün?
“Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde
Hakk’m yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok
Noksanlıkla eksiklik senin görüşlerinde”
Tabii cevap bulmak kimsenin harcı değil,
sır Tanrı’da. Öyle olunca velîler almışlar sazı
ellerine. Hem teline vurmuşlar aşkın hem
gölgesine. Üstünlük arayışından nemalananlar
olduğu gibi bu arayıştan yara alanlar da
olmuş muhakkak. Gerçek muhabbette Yaradan’dan
sual olunmaz elbette. O’nun nazarında
Âdem de özdür Havva da; noksanlık
da yok fazlalık da.
Zamanında öyle güzel nefesler gelmiş ki
şu mübarek Anadolu’ya, her biri birbirinden
merdane. Onlardan biri de Hacı Bektaşi Veli’dir.
Bin bir nezaketle oluşturduğu Kadıncık
Ana’dan günümüze gelen kadınların yaşamlarında
hep çetin bir mücadele egemen olmuş.
Çünkü nedensiz bir tanımlama girmiş
akıllara, zihinlere.
Hâl böyle olunca
bizim aziz velîler bu
derdi dert etmişler
ve bulmuşlar da bir
çare. Havva kadına
direnmeyi öğretmişler,
direnirken
bile güzel düşünebilmeyi.
Sabır doğmuş
bu direnişten
ama sineye de çekmemişler
haksızlıkları;
onlar da vurmuşlar
sazın teline.
Halk edebiyatında
ozanlar anıldığında
Havvalar da gelir akla. Sözel kültürün
egemen olduğu toplumlarda edebiyat, özellikle
de şiir, toplumsal belleğin hafızasıdır ve
sözel kültürün taşıyıcısı da genellikle kadınlardır.
Ninni, masal, ağıt gibi halk edebiyatı
türlerinin pek çok örneğinin kadınlar tarafından
oluşturulduğu ve masal anaları gibi
kadın aktarıcılar tarafından yayıldığı görülür
1 . Masallar kışın yorganı, yazın gölgesidir.
Kadınlar da o yorganın öreni ve o gölgenin
toprağına su dökendir.
Ataerkil bir toplumda hem kadın hem de
ozan olarak varlığını sürdürmenin zorluğu
nedeniyle kadın halk ozanlarının birçoğu
ortaya çıkamamıştır. Hâlbuki 15. yüzyıldan
itibaren cönklerde Alevi-Bektaşi kadın şairlere
de rastlanır 2 :
“15. yüzyılda Hafız Hatun, Leylâ Hatun;
16. yüzyılda Lima Hatun, Havva Hatun,
Durriye Hatun;
17. yüzyılda Sakine Hatun, Latife Hanım;
18. yüzyılda Sakine Hatun, Leyla Hatun,
Kaduncuk Hatun, Meryem Hatun;
19. yüzyılda Şah Sultan, Nazmiye Hatun,
Şerif Bacı, Nehri Bacı, Hayriye Bacı, Afife
Bacı, Havva Ana ve diğerleri…”
Eşitlikten söz ederken adları geçen bu
güzel goncaları, gülleri, yaseminleri, laleleri
1 Adıgüzel, F. B. (2016). Edebiyat Eğitiminde
Unutulmuş Kadın Yazarlar. Yaratıcı Drama
Dergisi, 9(18), 17-31.
2 Alkaç, N. (2013). Edebiyyât-ı kadîmenin tâife-i
nisvâsı/Osmanlı kadın şair(e)leri. Erciyes
Aylık Fikir ve Sanat Dergisi, 30-33.
44
nicesini de bilmek, anlamak ve hatta uzun
uzun haklarında düşünmek gerekir. Kadın
sadece süsünü püsünü görmek için aynaya
bakan değildir; noksanını bilmek için nefsinden
vazgeçendir. Öyleyse bir kadın insanı
anlatmak için söz’e gerek yoktur; o sözün
kendisidir.
Cumhuriyet’in ilk yılları gelir. Her alanda
mücadele rüzgârları esmektedir…
“Halide Edib Adıvar, Halide Nusret Zorlutuna,
Şükufe Nihal, Güzide Sabri Aygün,
Müfide Ferit Tek;
1930- 40 arası yıllar Kerime Nadir, İsmet
Kür, İnci Asena, Nezihe Araz;
1960’lı yıllar Nezihe Meriç, Emine Işınsu,
Peride Celal;
1970’li yıllar Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal,
Güney Dal, Pınar Kür, Gülten Akın, Demir
Özlü, Aysel Özakın, Afet Ilgaz, Füruzan,
Gülseli İnal, Ülker Akçakoca, Türkan İldeniz,
Meral Üner, Ayla Ora;
1980’li yıllar Latife Tekin, Ayla Kutlu, Buket
Uzuner, Erendüz Atasü, Nazlı Eray, Tezel
Özlü, Perihan Mağden, Nilgün Marmara,
Lale Müldür, Birhan Keskin;
1990’lı yıllar İnci Aral, Oya Baydar, Ayşe
Kulin, Aslı Erdoğan’dır”3.
Yıllar geçer ama yollar bitmez. Kadın
insanın söyleyecekleri, anlatacakları, büyü-
3 Yılmaz, A. (2012). Geçmişten günümüze kadın
şairlerin konumuna genel bir bakış. 21.
Yüzyılda Eğitim ve Toplum. C.1., S.2, Yaz 2012,
46-63.
tecekleri, sarıp sarmalayacakları, öğretecekleri
vardır daha. Nasıl ki gerektiğinde Âdem
erkekle at binmiş, silah kullanmış; yetmemiş
yuvasını da sağaltmış. Âdem işi Havva işi
diye iş gücünü bölmek çok sonraları icat olmuş.
Atatürk devrimleri sayesinde kadınlar
birçok hakka yeniden kavuşmuş. Havva kadını
cesaretlendiren Büyük Önder’in rehberliğinde
toplumda görünmez olmaya başlayan
Türk Havvalar artık doktorluk, öğretmenlik,
pilotluk, avukatlık, mimarlık, gazetecilik gibi
meslekleri erkeklerin tekelinden almış:
Türkiye’nin ilk kadın doktoru: Safiye Ali
İlk kadın avukatı: Süreyya Ağaoğlu
İlk kadın mimarı: Leman Cevat Tomsu
İlk kadın bakanı: Türkân Akyol
İlk kadın pilotu: Bedriye Tahir Gökmen
İlk kadın savaş pilotu: Sabiha Gökçen
İlk kadın öğretmeni: Fatma Refet Angın
İlk kadın ralli pilotu: Sâmiye Cahid Morkaya
İlk kadın gazetecisi: Selma Rıza Feraceli
İlk kadın tiyatro oyuncusu: Afife Jale
İlk kadın arkeoloğu: Jale İnan
İlk kadın heykeltıraşı: Sabiha Bengütaş
İlk kadın polisi ve okçusu: Betül Diker
İlk kadın futbol hakemi: Lale Orta
Ve Türkiye’nin ilk kadın Sümeroloğu: Muazzez
İlmiye Çığ
Bu harika Havvalar için yazılacak sayfalar
dolusu hayretler var aslında. Ülkesine
gerçek anlamda hizmet etmiş ve bir meselesi,
ülküsü olan kadınlar... Bir nevi o mesleklere
analık etmiş kadınlar onlar. Ta Havva’dan
başlayıp Kadıncık Ana’yla devam eden büyük
bir fikrin mensupları…
Şimdilerde “eşitlik” diye bağıran biz kadınlar
uzun uzun ve hassasiyetle düşünmeliyiz.
Eşitliği bozanlar kimler? Eşitliği kuran
da bozan da bizleriz aslında. Temsil ettiğimiz
insan olma direnişini sosyal medyada çiğ
paylaşımlarla sanal dünyanın nesnesi haline
getirerek yerle bir edemeyiz. Marie von
Ebner Eschenbach’ın da söylediği gibi dünyada
ilk kadın okumayı öğrendiğinde kadın
problemi ortaya çıkmıştır. Kadının bilinçli
ilk direnişi edebiyat/yazı ile karşılaşmasıyla
başlar. Varoluş timsallerimizin üstünü kendimizin
örttüğü sanal dünyayla ilişkilerimizi
dengelemek ve eşitliği tekrar kuracağımız
bir direnişi KALEM’le başlatmamız gerekir.
Bizim yegâne enstrümanlarımız saçımızın
rengi, dudağımızın ruju, gözümüzün farı değildir.
Sazımız kalemimiz olabilir bizim… Sözümüz,
nefesimiz, sabrımız, sevgimiz hepsi
sazımız bizim…
Çünkü adımız insan bizim.
YEŞİL KAPI
Uzun zamandır özlemle beklediğimiz karın, pencereme vuran seslerine karışan, dışarıdaki
çocukların kahkahası eşliğinde son sayfalarını çevirdim Yeşil Kapı’nın.
Yeryüzü kadar bir hüzün gökyüzü kadar bir yalnızlık hissinin içinde kaybolarak...
Hayatımın birçok noktasına kesişim yaptığı için mi yoksa her bir karakterin yüzlerini
her bir mekânın tınılarını kelimelerin arasında bulduğum için mi bilmem ama Yeşil
Kapı bana içsel bir yolcuğun kapısını da araladı sayfalarında…
Beyrut’u okurken Marakeş’teydim. Londra’yı okurken New York’ta. Dicle’yi Füsun’u
ne kadar da çok iyi tanıyordum. Egolu patron Murat yanı başımdaydı, Bahadır’lar sokağın
dört bir yanına dağılmıştı.
Ankara’daki küçük bilgisayar dükkânımın her anı doluşuverdi gözlerime. Yusuf ’un
İngiltere macerasına giderken ailesiyle yaşadığı diyalogları ne kadar çok yaşamıştım ailemle.
Yusuf ’un hacı babası bizi şaşırtırken benim babam evlatlıktan kovmakla durdurmaya
çalışırdı beni. Şimdi babamla aramızdaki sohbetlerde o günler espri konusu olsa
da o zamanlar nasıl da içimi burkardı.
Farklı bir cinsle tercihinin olduğunu keşfettiğinde düştüğü kuyusundan gelip geçecek
kervancıları nasıl gözlerse, hepimiz de Yusuf gibi kaybolmuyor muyduk hayatın
dehlizlerinde. Sığındığımız her kucağın paramparça olduğuna şahit olmuyor muyduk
her defasında.
Yine de insanın hayatına devam edebilme yeteneği hayranlık verici bir şekilde etrafımızı
kuşatıyordu. Her dem yeni bir başlangıca koşabiliyoruz yüreğimizdeki büyük
sancılarla. Yusuf gibi...
Yeşil Kapı romanı İstanbul’da başlayıp Kıbrıs, Lübnan, İngiltere hattını dolaşıp yine
İstanbul’da sonlanıyor. Hiç sonlanmayacak hikâyeleri içinde barındırarak...
Hem hikâyesini anlatıyor hem de güzelliklere sürüklüyor okuru. Jeita mağarasının
muhteşemliğine götürüyor örneğin. Sonra Birhan Keskin’in mısralarının zarifliğine. Elton
John’un plaklarından süzülüveren içli melodileri.
Kimi neden nasıl sevdiğimizi değil o sevgide kendimizi nerde bulduğumuzun
önemli olduğuna işaret düşüyor. Tetiği bize çektirenlerin aslında bizi sadece bir piyon
olarak kullandıklarını anlatıyor. Her insanın kendi macerasının başka insanların maceralarıyla
kurduğu ortak kümenin bize nasıl bir evren sunabileceğini resmediyor.
Bir çocuğun masumluğunun bize yeni bir hayat bahşedilmesinin büyüsüne dokunuyor.
İnançlarımızın her ne olursa olsun ruhumuzun acılara iyi gelebileceği bir anın var
olabileceğini gösteriyor bize.
Yeşil Kapı sizlere nasıl kapılar aralar bilmem ama bendekiler bunlardı.
Klişe bir laf olarak iyi ki kitaplar var deyip geçemeyeceğim kadar güzeldir bazı kitaplar.
Benim için de Yeşil Kapı onlardan biri oldu.
İyi ki kelimeler var...
Ve onlara hayat veren sahici harflere, içtenlikle annelik yapan iyi yazarlar...
45
Çiçekler Vazoya Değil Kök Salacak
Toprağa İhtiyaç Duyar
Ya İnsanlar?
Özlem Tanrıverdi
Devedikeni, papatyagiller familyasından bazı dikenli bitkilerin
ortak adıdır. Genellikle yol kenarlarında ve ekili olmayan tarlalarda
yetişir. Devekengeli, meryemanadikeni, sütlükengel olarak da bilinir.
Bu bitkinin bir diğer özelliği ise İskoçya’nın ulusal sembolü olmasıdır.
İskoçya’yı işgale gelen İskandinavlar pusuya yatmışken, aralarından
birinin devedikenine basıp bağırması ve pusuyu İskoçlara belli
etmesi üzerine, çiçek İskoçya’nın sembolü hâline gelmiştir. Merak
etmeyin bu yazı, bir çiçeğin belgesel metni olmayacak, daha mühim
bir meselemiz var.
Şimdi, metnin ilk cümlesine hatta ilk kelimesine gidelim. Devedikeni.
Kaçımız bu çiçeğe dokunmak, onu koparmak istemiştir ya
da seveceğim derken ellerinin arasında onu yıpratmıştır? Eminin ki
hiçbirimiz. Neden? Çünkü yaradılışı gereği kendini dış etkenlerden
koruyan güçlü bir savunma mekanizmasına sahip. Tıpkı İskoçya’da
sembolleştiği durumdaki gibi… Aynı soruyu bir de aynı aileye mensup
olan papatya için soralım. Bu defa cevap; “birçoğumuz” hatta
büyük bir olasılıkla “hepimiz” olacaktır. Bu durum ne yazık ki insan
doğasında da böyledir. Yaradılışı gereği naif olan kadınlar, insanoğlunun
en çok ezilen, hırpalanan, hor görülen cinsidir. Sebebi; fiziksel
olarak bir devedikeni gibi güçlü bir mekanizmaya değil papatya
gibi narin bir yapıya sahip olmasıdır. Bu, aynı zamanda, tıpkı büyük
balığın küçük balığı yemesi gibi bir durum… Dahası da var. Bu dişi
insanoğlu, duygusal bakımdan da zayıf… Bunun da etkisiyle eril insanoğlu
tarafından, hatta kimi zaman ise hemcinsi tarafından hor
görülür. Anlayacağınız üzere konumuz “Kadına Şiddet” fakat bu durum
buz dağının görünen kısmı.
Bu konuyu ele almamızdaki amaç farkındalık yaratarak kadın
sığınma evlerinin çoğaltmak değil. Çünkü bu, dalından koparılan
bir çiçeği suya bırakmak gibi geçici bir çözüm olur. Nasıl ki bir kuş
kafeste değil de ait olduğu doğada kanatlarını kullanabilirse insan da
bağlı olduğu aile ortamında insani duygularını tam anlamıyla yaşamalıdır.
Bu benzetme çocuklar ve çocuk esirgeme kurumları için de
geçerli. Temel amaç; gerek psikolojik, gerekse fiziksel şiddeti engellemek,
önlemek, çare aramak, çözüm bulmak…
Evsizlere yurt olmak onların yemek, tuvalet barınma gibi en temel
ihtiyaçlarını karşılamaktan başka ne işe yarayabilir ki? Bu çözüm
yeterli mi? Elbette değil. Tehdit edici unsur ya
da unsurlar bulunup, çözülerek doğalarında
yaşamlarını sürdürmeleri sağlanmalı, ötekileştirmek
değil. Çünkü bu ilerde psikolojik
sorunlara da yol açar. Fakat bu sorunları yaşayan
bütün insanlara ulaşmak da zor…
“Peki, ne yapmalıyız?” kısmına gelecek
olursak. Bir çocuğa kitap okuma alışkanlığı
kazandırmak isterken bile sözden ziyade gözlemin
daha etkili olduğunu hepimiz biliyoruz
ve bir bireyin davranışının temelinde aileden
aldığı eğitimin yattığını da aile içi eğitimin
önemini de. Peki, ya o aile ne kadar eğitimli,
ne kadar bilinçli?
Ne yazık ki ailemizi seçemiyoruz öyle değil
mi? Bunda da adaletsizlik yok mu? Peki,
bu durumda ne yapmalıyız? Biri babalığın ne
demek olduğunu, çocuğa yaklaşım tarzının
nasıl olması gerektiğini, eşlerin birbirine müdahalesindeki
o sınırın ince çizgisini şanslıysa
ailesinden ya da okuduğu bölümün derslerinden
görüp öğrenirken diğerleri nereden edinmeli?
Zaten bunun çaresi bulunsa bu yuvalara
gereksinim de azalacak. Çözüm basit aslında.
“Aile Eğitimi” adı altında bütün vatandaşların
zorunlu eğitim alması… Bu eğitimler ile
bireyler anne baba olmayı deneme yanılma
yöntemiyle keşfetmez. Bir çocukla nasıl iletişim
kurması gerektiğini önceden bilir. Böylece
yanılma sürecinde bir bireyin geri dönüşü
çok zor olan psikolojik sağlığı da güvene alınır.
Sağlıklı aile ortamında büyüyen çocuklar
demek, sağlıklı toplum demek.
46
Covid-19’da Kadın
Yeşim Mutlu
“Yeryüzünde gördüğümüz her şey, kadının eseridir.” - Mustafa
Kemal Atatürk
Zorlu günlerden geçiyoruz. Bir yıldır pandemiyle birlikte evlerdeyiz.
Her gün, her gece, her sabah, her an farklı duygularla yaşama
uyum sağlamaya çalışıyoruz. Bireysel olarak, hepimiz kendi düşüncelerimizden
ve eylemlerimizden sorumluyuz. Sorumluyuz da maske,
mesafe, hijyen derken günler boyut değiştirmiş durumda.
Kısıtlı zamanlarda kısıtlı hayatların içindeyiz. Nefes almak ne
büyük özgürlükmüş. “Zorluktan değişim gelir.” derler, belki de o
yüzden hepimiz çevrim içi yaşamaya alıştık. Tüm dünyayı etkileyen
koronavirüs salgını ve salgının beraberinde getirdiği çok uzun süreli
karantina süreci Türkiye‘de ve dünyada kadınları daha derinden etkiledi.
Dünya genelinde sağlık ve hizmet sektöründe çalışanların %70
i kadın. Uzaktan çalışma (evden) iş modeline geçmeyle birlikte hem
çalışanların ( erkek kadın ayırmaksızın), okullarda eğitime ara verilmesi
ve yine çevrim içi eğitim, ev içerisinde ev işleri ve sorumlulukların
artmasıyla kadınların sorumlulukları daha da arttı. Erkekler
salgın öncesine göre biraz daha fazla ev işi veya çocuk bakımı yapsa
da kadınların iş yüklerindeki artış, onların hem iş yaşamlarını hem
de sağlıklarını olumsuz etkileyecek oranda fazlalaşmış durumda.
Sağlık ve hizmet sektöründe çalışan kadınlar gibi ev içerisinde
de kadınlara olan bağımlılık arttı. Pandemi, toplumun virüs ile mücadelesinde
tüm kadınların üzerinde baskıyı arttırdı.
Yapılan araştırmalar:
• Artan ev işleri ve çocuk/yaşlı/hasta bakımı nedeniyle karşılaşılan
zorluklar
• Uzaktan/evden çalışma ile beraber artan iş yükü (çalışma
saatlerinin artması)
• Endişe, psikolojik stres, tükenmişlik
• Evden iletişim ve bilişim teknolojilerine kısıtlı erişim
• Karantinanın etkisiyle ev içi şiddetin artması
• Salgın döneminde ücret/gelir yetersizliği (kaynak UN WO-
MEN) yönündedir.
Düşünün ki Birleşmiş milletler (BM), yeni tip koronavirüsle
(Covid-19) ilgili yeni verilerin, dünyada her 8 ülkeden yalnızca birinin
kadınları sosyal ve ekonomik etkilere karşı koruyacak tedbirler
aldığını ortaya koyduğunu bildirdi. (Eylül 2020)
Belki de bu sebeple olacaktır ki BM Kadın Birimi, 2021‘in 8
Mart Dünya Kadınlar Günü’nde 2021 8 Mart Dünya Kadınlar Günü
küresel temasını Kadın Liderliği: “COVID-19 dünyasında eşit bir geleceğe
ulaşmak.” olarak açıkladı.
“Dünya Kadınlar Günü kadınların sosyal, ekonomik, kültürel ve
politik başarılarını kutlayan küresel bir gündür. Gün aynı zamanda
kadın eşitliğini hızlandırmak için bir eylem çağrısıdır.” .
Her yıl olduğu gibi bu yılda Dünya Kadınlar Günü’nde bir kadın
ayrımcılığa, tacize, eşitsizliğe veya baskıya maruz kaldığı sürece çok
kadının bu durumla karşılaştığını ya okuyacağız ya da dinleyeceğiz.
Oysa toplumsal cinsiyet eşitsizliği kadınların maruz kaldıkları şiddetin
önde gelen nedenidir ve hemen her şiddet türünde etkilidir.
Kadınların hikâyelerini anlatan ve onların sanat, tarih, bilim, iş
ve kültür alanlarındaki başarılarını onurlandıranlara teşekkürler. Ya
diğerleri? Ne zaman aile içi şiddet yasalarına, kamuoyunun farkındalığına
ve yasal korumalara erişime rağmen, kadınların öldürülmesi
son bulacak?
Hepimiz cinsiyet önyargısına ve eşitsizliğe meydan okumayı seçebiliriz.
Hepimiz kadınların başarılarını aramayı ve kutlamayı seçebiliriz.
Toplu olarak kapsayıcı bir dünya yaratmaya hepimiz yardımcı
olabiliriz.
İyi yaşam ve iyi yaşam hakkı herkesindir. İster kadın ister erkek
tüm hakların en temel olanı yaşamdır.
Sevgi, saygı, sağlık ile…
47
SYLVİA PLATH VE GÜNLÜK
Esra Algan
Kişinin yaşadıklarını, duygu ve izlenimlerini
belli bir kurgu olmaksızın tarih belirterek
anlatmasıyla oluşan yazı türüne günlük
denir. Günlükleri diğer edebi türlerden
ayıran özelliği, günü gününe tutulmasıdır.
Bu yazılar yazan kişiye ilişkin ayrıntılı bilgi
edinmemizi sağlar ve yaşamından izler taşır.
Günlükler öznel, derin, içten ve ruhun derinliklerinden
kopup gelen kurgudan uzak
yoğun düşüncelerin toplamıdır.
Günlüğün tarihsel gelişimini edebi nitelik
kazanmasından önceki ve sonraki dönem
olmak üzere iki aşamada inceleyebiliriz. Tarihte
ilk defa Romalılar kamu kuruluşlarında
edebi nitelikten uzak bazı önemli bilgileri
kabaca not almak için kullanmışlardır.
Günlükler, 1950 yılında Nurullah
Ataç’ın bir gazetede günlük yazıları yazmasından
ve yoğun ilgi çekmesinden sonra
önem kazanmaya başlamıştır. Nurullah Ataç
bu yazılarına başlık olarak, “Günlük” yerine
“Günce” söylemini kullanarak bu söylemi
yazın hayatımıza kazandırmıştır.
Trajik yaşamı ve intiharıyla tanınan
Amerikalı yazar Sylvia Plath, “Günlükler”
adlı eserinde bir kadının iç dünyasındaki gizemi
satırlara döküp, içsel devinimlerle arzuların
ve mantığın kesiştiği o ince çizgide
mutluluğu sorgulayarak inandığı gerçekleri
tüm içtenliğiyle ortaya koyuyor. Toplumun
kadına bakış açısını eleştirdiği satırlarla, dayatılan
evlilik modelini onaylamasa da evliliğin
özendirici yönü ile sanatın vazgeçilmezliği
arasında gelgitler yaşıyor. Aslında onun
merak ettiği, bir evliliğin içinde tüm güzelliklerin
barındırılıp barındırılmamasıydı.
Evlilik için sanattan vazgeçilmesi gerekir
miydi ya da kendi gibi sanata duyarlı, evliliği
başarılı yürütebilecek bir aday var mıydı? Bu
yolda, attığı yanlış adımla sorunlu bir evliliğin
kapısını aralamıştı aslında. Erkekliğin
salt arzudan sıyrılıp duygularla beslenerek
davranış imgesiyle bütünleşmiş haline özlem
duyuyordu. Belki de bu, ona kadınlığını
hissettirecek en büyük ödüldü. Bir kadının
değer görmeye duyduğu özlemin kokusunu
satırlarından hissediyoruz...
Sylvia Plath...
«Sadece içimde susmak istemeyen bir
ses olduğu için yazıyorum.»
«Burada, iri yastıklarla donatılmış koltukta
oturuyorum; dışarıda cırcır böcekleri
gıcırdıyor, vızıldıyor, cıvıldıyor. Kütüphanede,
zemini eski kitap ciltlerinin rengindeki
düz, kare taşlardan yapılma ortaçağa özgü
mozaiklerle kaplı, en sevdiğim odadayım...
Pas rengi, bakır, kahvemsi portakal, koyu
kahverengi, kestane. Ve bir de derisi soyulup
altındaki gülünç pembe, ebruli kumaşı açığa
çıkan kestane rengi rahat deri sandalyeler var.
Yağmurlu günlerinizi doldurabileceğiniz dost
canlısı, kalın ciltleriyle kitaplar raflara dizili.
İşte, yüzümde bana özgü olduğunu sandığım
bölük pörçük gülümsemeyle burada oturuyorum:
“Kadın dediğin saçlarının bir telinden
kırmızı cilalı tırnaklarına kadar bir zevk makinesi,
dünyanın bir taklidi değil de nedir?”
Derken aklıma üst katta yatmış uyuyan güzel
çocuklu aile geliyor, “Kendini üremenin o
zevkli çarklarına, bir erkeğin evin içindeki rahat,
teskin edici varlığına teslim olmak, daha
iyi değil mi?” Yüzü, rüzgârda savrulup giden
küller gibi bembeyaz Liz’i anımsıyorum; kırmızı
rujlu dudakları sigarasında iz bırakıyor;
dolgun göğüsleri siyah, dar hırkasının altına
gizlenmiş. “Ama günün birinde bir adamı
ne kadar mutlu edebileceğini bir düşünsene.”
demişti bana. Evet, düşünüyorum ve bir yere
kadar her şey yolunda. Ama sonra her şeyi
tepetaklak ediyorum ve aklım zihnimin gerisindeki
E.’ye kayıyor, beyzbol maçı izlerken ya
da televizyon seyrederken veya yeşil ve altın
sarısı pırıltılar saçan bira kutuları ve küllükler
yerlerde, erkek arkadaşları ile açık seçik bir
espiriye kahkahalarla gülerken düşünüyorum
onu. Dönüp dolaşıp yine kendime varıyorum,
burada böyle oturan, yüzen, boğulan,
arzudan bezmiş halde. Gelenekleri felaket
doğuracak etkiler bırakmaksızın kırmak için
fazla vicdanlıyım; yalnızca gıpta ederek sınıra
kadar dayanabilir, ben arzudan sırılsıklam ve
daima yarıda kalmış halde kendimi randevudan
randevuya sürükleyip dururken, hiçbir
kuşkuya mahal vermeksizin cinsel açlığını
giderebilen erkeklerden nefret, nefret, nefret
edebilirim. Bütün bunlar beni hasta ediyor.
Evet, körkütük sana âşıktım; hâlâ da öyleyim.
Daha önce hiç kimse içimde böylesine
şiddetli bir fiziksel coşku yaratmamıştı. Seni
yüreğimden koparıp attım çünkü gelip geçici
bir gönül eğlencesi olmaya katlanamazdım.
Bedenimi ellerine teslim etmeden önce, fikir-
48
lerimi, zihnimi, hayallerimi teslim edebilmeliyim. Oysa senin bunlardan
hiçbirini alacağın yok.
Bu eşini bulmaya çalışma-sınama, deneme-yanılma oyununda
çok fazla acı var. Ve ansızın bunun bir oyun olduğunu unuttuğunu
fark ediyorsun ve gözyaşları içinde her şeyden vazgeçiyorsun.
Eğer düşünmeseydim, çok daha mutlu olurdum; eğer cinsel
organa sahip olmasaydım, mütemadiyen gergin hislerin eşiğinde
dokunsan ağlayacak halde olmazdım.
Bir zamandan sonra evlilik ve çocuk fikrine ısınırım sanıyorum.
Kendini beğenmiş, duygusal bir şüpheyle kendini ifade etme
çabam arzularımı yiyip bitirmezse tabii. Evlilik de kendini ifade
etmenin bir yolu elbette ama sanatın, yazıların yalnızca evlenir evlenmez
kuruyup gidecek cinsel arzularımın vücut bulmuş haline
dönmezse. “O”nu bulabilirsem... Zeki ama aynı zamanda fiziksel
anlamda da çekici ve iyi görünümlü erkeği. Bu birleşimi ben sağlayabiliyorsam,
aynısını bir erkekte de neden beklemeyeyim?
Sinir sisteminin mekanizması ne kadar da karmaşık ve zor.
Ahizenin diğer ucundan oluşan cızırtılı bir ses ta rahim duvarlarına
umudun tatlı ürpertisini gönderebiliyor; bütün o kablolar boyunca
sert, küstah ve samimi gelen sesinin tınısı bağırsak yolunu
sıkıştırabiliyor. Bütün o meşhur şarkılardaki “Aşk” sözcüğünü “Arzu”yla
değiştirseler, gerçeğe çok daha yakın olabilirler.”
Kendi dizelerimle Sylvia’yı anlatmam gerekirse:
Ölüme ölesiye sevdalı
Yaşama bunca âşık olabilir mi insan?
Kendini boşluğa çeken ölüm çığlıklarıyla kaleminin cılız
dokunuşları baş etmeye çalıştı. İstemsiz attığı ölüm adımlarında
kurtuluş çağrısını zamanında duyuramadı. Aslında o duygu derinliğinde
boğulan ve anlaşıldıkça nefes alabilen bir yazardı. Ne
yazık ki öldükten sonra anlaşıldı.
Ahmet Yalçınkaya
Kadın
Rabbim,
elbette hikmeti var
şu nazik çiçeği yaratmanın
idrak gücü ver bu yorgun faniye
huzurunu yaşat anlamanın
duru bir su akışına bıraksan
severse solmayan bir gül her an gonca
açmak bilmez yazık olur bülbüle
onda beyaz bazen karadır bazen beyaz
güneş zayıf ay soluktur yüzüne bakılınca
ondadır kanatsız uçmanın formülü onda
bulutlara merdivensiz çıkmanın
yaprağından yere çakılma riski yüksek
başka çare yok fakat kadife dokunuşa
yolu çetin gözlerine akmanın
“Bugün ağustosun ilk günü. Hava sıcak, buğulu ve nemli. Yağmur
yağıyor. Bir şiir yazasım var. Ama ret mektuplarından birinde
ne yazdığını anımsıyorum: Sağanak yağmurun ardından, YAĞ-
MUR isimli şiirler yağar ülkenin dört bir yanından.
Benim için, şimdi sonsuzdur, sonsuzsa durmadan değişir,
akar, erir. Hayatsa şu andır. Geçip gittiğinde artık ölmüştür. Ama
her yeni anda sil baştan başlayamazsın. Ölmüş olana göre yargılamak
zorundasın. Tıpkı bir bataklık gibi... daha en başından
umutsuz. Bir öykü, bir resim biraz merak uyandırabilir ama yeterince
değil, yeterince değil. Şu andan başka hiçbir şey gerçek değil
ama ben yüzyılların ağırlığı altında boğulduğumu hissediyorum.
Tıpkı şimdi benim yaptığım gibi, bir zamanlar, yüzyıl önce
bir kız yaşıyordu. Şimdi ise ölü. Ben şimdiyim ama biliyorum, ben
de göçüp gideceğim. Zirvedeki o an, ani bir parıltı gelir ve seni alıp
götürür, sonrası süregelen bataklık. Ama ben ölmek istemiyorum...”
GÜNLÜKLER - SYLVİA PLATH
ÇEVİREN: Merve Sevtap ILGIN
Temmuz 1950 - Temmuz 1953
49
VAR OLAN
KADINLARA
Sevgigül Çelik
Türk Dil Kurumu kadını ikiye ayırmış.
Birinci anlamı ‘erişkin dişi insan’ iken diğeri
‘evlenmiş ya da kızlığını yitirmiş dişi insan’
dır. Teşekkür ederiz ki iki kavramda da bizi
insan yerine koymayı başarabilmişler. Peki,
neden bizler artık belirli alanlarda insan yerine
konulmuyoruz? Oysaki TDK ve hatta
birçok kurum bunu hoş görmüşken. Ve bizleri
insan yerine koymayan sadece erkekler
değil, hemcinslerimiz de bu kümenin içinde.
İtilen, kakılan ve hor görülen kadınlara bunu
yapan bir kadın olabiliyor çoğu zaman.
Bu iki kavramın dışına çıkarmak isterim
sizi. Kadın sadece insan veya kızlığını kaybetmiş
kişi değil. Bu hayatta olmanı sağlayan,
şuan olduğun yaşa getiren, gözyaşlarını
silen ve kahkahalarının sebebi olan da aynı
zamanda. Karnını doyuran, seni uyutan ve
tüm kötülükler karşısında seni koruyan da…
Ama ne yazık ki artık bunları umursanmaz
hale geldiniz. Kadınları bile bile ayaklarınız
ile en dibe ittiniz. Oysaki bizler “Ey kahraman
Türk kadını, sen yerde sürüklenmeye
değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye
layıksın.” diyen bir kahramanın evlatlarıyız.
Bunu unutmamalıyız.
Oysa biraz oturup düşünsek ne kadar
yüce bir varlıktan dünyaya ilk adımı attığımızı
anlayabiliriz. Bir kadın dokuz ay acılara,
sancılara katlanarak dünyaya bir insan
getiriyor. Bu insan büyüyor, öğreniyor, gelişiyor…
İşte ben bazı anlar bunları düşündükçe,
bir kadın olarak kadınlarıma yapılanları
yanlış buluyorum. Bazen hakları, bazen
hayatları ellerinden alınıyor.
Sokakta yürürken en çok kadınların ne
yaptıklarına bakarım. Galiba bir kadın olarak
içgüdüm bunu bana yaptırıyor. Yüksek
sesle gülen, arkadaşlarıyla çimlerde uzanan,
çocuğuyla koşturan veya bir erkeğin elini
tutan kadınları izlerim çoğunlukla. Hepsi,
gerçekten gülerek yaşarlar o anları. Acılarından
belki uzaklaşmış belki de tamamen def
etmiş olarak yaşarlar o anı. Bu beni mutlu
eder. Hele bir de bir şeyleri başarmış, hayallerinin
peşinden gitmiş bir kadına rastlayınca
sebepsiz bir mutluluk ve bazense gözyaşı
ele alır beni. Çünkü çoğu kadın bu hayatta
hayallerini gerçekleştiremeden, mutlu olamadan
ve sevilemeden ölür. Evet, ölür. Bu
çok acı değil mi?
50
Çok ufak bir çocukken, her şeyden
habersiz ve bilgisiz olduğum o zamanlarda
Türkçe öğretmenim bana kadın olmanın
birkaç zorluğundan bahsetmişti. O zamanlar
bile aynı zorlukları yaşayan kadınlar, günümüzde
yine aynı sorunlarla karşı karşıya.
Beni karşısına alıp anlattıkları sayesinde ben;
bugün hayallerinin peşinden giden, direnen
ve insanlara kadın, erkek ayrımı yapmadan
saygı duyan bir birey olmuştum. Öğretmenime
göre ‘her kadın kendi geleceğini kendi
kurmalıydı’ ve ben onu dinleyip bu yaşıma
kadar gelebilmiştim. Şimdi de ben bir kadın
ve ilerinin öğretmeni olarak gördüğüm,
her çocuğuma bunu aşılamak için uğraşıyorum.
Her kadın kendi geleceğini kurmalı
ve kendini büyütmeliydi. Ataerkil düzeni
bozamazdık belki ama kendi düzenimizi biz
kurabilirdik.
Seneler geçti ve ben hala kendi geleceğini
kuran kadınlardan ilham aldım. Annem,
Türkçe öğretmenim ve nice kadın sayesinde
ileriye gülümseyerek bakıyorum.
Bizler istiyoruz ki haklarımız ve hayatımız
bizim olsun. Ne yaptığımız, ne giydiğimiz
ve hatta ne yediğimiz bizim sorunumuz
olsun. Kahkaha atabilelim ve çimlerde
uzanabilelim. Çünkü hayat, doğum ve ölüm
arasında geçen o güzel zamandan ibaret. Ve
biz kadınlar o zamanı son demine kadar istiyoruz.
Bizler, kabul görmek istemiyoruz. Çünkü
bu dünyaya iki varlık olarak geldik: Kadın
ve erkek. Erkeklerin olduğu her ortamda
bizler de olacağız, başımız dik ve gözlerimiz
parlayarak. Elimiz çekiç de tutacak çiçek de
iş tulumu da giyeceğiz mini etek de sevecek
ve sevileceğiz. Onların da çiçek bahçelerinde
koşturmaya, gülleri koklamaya ve gülmeye
hakları var.
Başaracak ve bunu dünyaya göstereceğiz.
Bunu isteseniz de istemeseniz de yapacağız.
Çünkü bizler, göğüs kafesimizde
beslediğimiz o minik serçeyi bir kartala dönüştürecek
kadar güçlüyüz. Sizler de bunu
görecek ve alkışlayacaksınız.
Ben; bugün kendim için, insanlar için
en çok da kadınlar için yaşayacağım. Var olmuş
ve var olacak tüm güzel kadınlar için.
İş Hayatında
Kadın Olmanın Zorlukları
Çeviri, Mustafa Öztürk
İş Hayatında Kadın Olmanın Zorlukları?1
Kadınlar hem bireysel yaşantılarında hem de mesleki hayatlarında
erkeklerin onların önüne çıkardığı ve ne olduğu bilinmeyen
engelleri aşmak zorundalar.
Cinsiyet eşitsizliği özellikle iş hayatında oldukça dikkat çekici
bir durumda bulunuyor. Bunun en belirgin noktalarından biri de
maaşlar konusunda, kadınlara halen erkek meslektaşlarına göre daha
az maaş ödeniyor. Hem özel hem de mesleki yaşantıları arasındaki
denge ile ilgili olarak da aynı durumun geçerli olduğunu gözlemlemekteyiz.
Birleşik Krallık’ta, gazetelerin zaman zaman ilk sayfalarında
bu konu ele alınıyor. İngiliz günlük gazetesi “The Guardian” son
zamanlarda mesleki alanda kadınların yaşadığı ayrımcılığın altını
çizdi. Benzer diplomaya sahip bir İngiliz hemşire mesleğinin ilk yılında
erkek meslektaşlarına kıyaslandığında daha az maaş almaktaydı.
Bunun tespit edilmesi ile en az bir çocuğa sahip erkek ve kadın
arasındaki maaş farkının neredeyse yüzde on dörtlere kadar çıkmış
olduğunun belirlenmesi ilginç bulunmuştu.
Brezilya’da “Plus 55” isimli internet sitesinin yapmış olduğu
araştırmaya göre söz konusu eşitsizlikler bu ülkede de devam ediyor.
Ülke başkanlığına Dilma Rousseff ’in getirilmesine rağmen kadınlar
ve erkeklerin maaşları kıyaslandığında, kadınların erkeklerin kazandığının
ancak yüzde altmış sekizi kadarını kazandığı ortaya çıkmış
bulunmakta.
Bu ayrımcılıkla savaşmak için “Financial Times” gazetesi muhabiri
Sarah O’Connor maaşların eşitsizliğinin sebepleri üzerinde daha
fazla inceleme yapılmasını talep ederken şunları söylüyor:
“Bu farklılığın neden kaynaklandığını ve buna nasıl bir çözüm
bulunacağını (ya da bulunmayacağını) ne zaman ortaya çıkaracağız.
Cinsiyetler arasındaki bu maaş farkı dile getirildiğinde ise işverenler
hemen şu tepkiyi veriyorlar: Lütfen maaş bordrolarınızı gösteriniz.”
Özel yaşam ve mesleki yaşamın birbiri ile barıştırılması
Hem anne olup hem de kariyerine devam etmesi bir kadın için
oldukça zor. Almanya’da erkekler ile kadınların ebeveynlik izni karşılaştırıldığında,
kadınların çocukları ile ilgilenmek için erkeklere
kıyasen doğumdan sonra dört misli daha fazla ebeveynlik izni kullandıklarını
ortaya koymuş. Kadınlar tarafından ebeveynlik izni için
alınan ortalama süre on üç ay, erkeklerde ise bu süre dört aydan daha
da az.
Avustralya’da yapılan bir araştırmaya göre ise iş hayatında duygusal
ilişki yaşanması durumu, hiyerarşide daha aşağı bir pozisyonda
bulunmalarından dolayı kadınlar için çok daha riskli bir durum
taşıyor. Bu araştırmayı yapan kişi RMIT de Melbourne Üniversitesinde
antropolog olarak ders veren Larissa Sandy. Kendisi bize konu
ile ilgili şu bilgileri aktarıyor:
Sahip olduğunuz cinsiyet Avustralyalı şirketlerin çoğunda yetkilerin
nasıl dağıtılacağını da belirlemektedir. Erkekler, kadınların üzerinde
sorumluluk ve güç kullanımı gerektiren tüm pozisyonların büyük
çoğunluğunu elinde tutuyor. İş hayatında yaşanan aşk ilişkileri bunun
sebebi, sonucu ve bu yetki ilişkilerinin mekanizması olabilir. Hatta bu
saydıklarımız bu şekilde yapılandırılıp biçimlendirilmiş olabilirler. Sahip
olduğumuz şirketler, erkekler için, onların arasında da elit kesime
ait olan erkekler düşünülerek tasarlanmıştır. Tarihsel sürece bakıldığında
da şirketlerin büyük çoğunluğunun erkekler tarafından domine
edilmiş olduğunu görürüz.”
Kadınlar lehine olan girişimler
Birçok hükümet, üniversite ve şirket bu eşitsizliklerle savaşmak
ve kadınlara yeni sorumluluklar verip onların kendilerini yenilemesi
için bazı programlar hazırladı.
Sektörde kadınlara yönelik işgücünü artırmak isteyen desteklere
örnek olarak Kanada, Avustralya ve İsrail’deki high-tech alanı gösterilebilir.
Burada söz konusu olan her şeyden önce yeni teknolojiler
alanında atılım yapmak isteyen birçok kadını engelleyen oto sansürü
kırmaktır. Kanada Kalkınma Bankası (BDC) yatırım şubesi kadınlar
tarafından yönetilen şirketlere 50 milyon dolar yatırım yapacağını
açıklamıştı. Şirket kuruluşu hizmetlerinde bulunan kuruluşlar kadınlar
tarafından getirilen projelere ulaşılmasını kolaylaştırıyorlar.
Blackbird Ventures şirketinin Avustralya Starmate programı, başlangıçta
var olan ve kadınların işe giriş yapmasını engelleyen bazı engeller
için seçme kriterlerini gözden geçirmeye karar verdi.
Starmate üyesi olan Samantha Wong için önyargılarla savaşmanın
bir yolu da şu olmalıdır:
“Kadınların erkekler tarafından bırakılan alanlarda şirket kurduklarını
düşünmemek gerekir, bu tamamen bilinçsizce ifade edilmiş
bir önyargıdır.”
Buna paralel olarak bazı hükümetler ise kadınlar tarafından şirket
kurulmasını desteklemektedirler. Belçika’da olduğu gibi, ülkenin
ekonomi bakanı Didier Gosuin, kadın girişimcilerin desteklenmesi
kararı almıştır. Ayrıca, şirket kurulumuna dâhil olan aktörler cinsiyet
sorunlarına oldukça duyarlıdırlar. Kadınların işletme, teknoloji,
mühendislik veya matematik gibi girişimcilikle ilgili eğitim kursları
almaları teşvik edilmektedir.
Bu kapsamda ticaret okulları, öğrenci profillerini çeşitlendirmek
adına kadına yönelik teşviklerde bulunuyorlar. Örneğin Edimbourg
Üniversitesi, adayları desteklemek için kabul süreci boyunca
bir ilişki yöneticisini işe aldı ve kadınlar için burs finansmanı planları
hazırladı. Aynı zamanda, programı öğrenmesi için daha fazla iş
kadını istihdam edildi. Bu kişilerin de öğrencilerin kendilerini takip
etmesi adına birer örnek teşkil etmeleri gerekir.
Pierre Delbosc
1 https://www.courrierinternational.com/article/travail-quelles-difficultes-pour-les-femmes-dans-lentreprise-et-quelles-solutions
(Quelles difficultés
pour les femmes dans l’entreprise...Et quelles solutions?
Fransızcadan Tercüme edilmiştir.
51
Rüya Defteri
Özcan Ünlü
1.
Sisli puslu zaman aralığında
Dünyanın en dar zaman aralığında
Sınandığımızı sanıp sınayarak
Kapı tokmaklarına vuruyoruz parmaklarımızı
İçeriden lanetli bir inleme sesiyle
İrkiliyor kulaklarımız
Oysa kulaklarımız
Her sabah en güzel müjdelere ayarlı
Tepeden tırnağa hülyalı dalgalarına
Kireçburnu’nda kilitli martıların
Susam kokulu lodoslarına
Bir tutam saç mesela bir dilim ıslak kek
Şeş beş zar şakırtıları yanında o eşsiz mahnı
“Iğdır’ın al alması”
Bütün nehir ağızlarında dudağının ıslaklığı
Sesinden uçan kırlangıçların kokusu
Gözüme çekilen buğusu nefesinin
Bak bu gece yarısı kalbime saplanan rüya
Giderken sen adımladığın kaldırımları
Altında yürüdüğün eleğimsağmayı
Dokunduğun bütün yaprakları da
Yanında götürüyorsun
O yüzden sensizken yaşadığım anlamsız
boşluk
Ortalığa sensizlik saçılınca
Ne oluyorsa biliyor musun
Birden oluyor her şey
Sıtmalı bir iskelede titreyen
Tedirgin teknelerin telaşsızlığı bile
Hatta küreklerin iş bırakma eylemi
Eni sonu bir sınama bu sınandığımız
Yoksul ülkemin şen şakrak albenisi
Aldatsa da kıyamet kopuyor o saatlerde
Alıp götürdüğün ateşler avcumda
Bu kanlı dar geçitte sabah akşam
Bitimsiz bir nöbette ah ile
Şimdi senin dudak kıvrımına iliştirdiğin
O içli gülümseme
Hangi göze armağandır
Gök kubbeyi çınlatan kahkahaların
Hangi kulağa
Bir kuğu gibi süzülen yaralı adımların
Hangi kalbe yol alır
Tuttuğun hangi fal
Kimin fincanına şölen
Şimdi senin ayak izin
Tek parantezli günler ve geceler
Boyunca büyüttüğüm dert kederli
Bir ardıç gibi düşüyor ardım sıra
Çocukların bilmediğim oyunlarına
Kelebeklerin eşsiz doğumlarına
Ağrılı ve tuhaf kabuslara her gece
Her Allah’ın gecesi bir mıhla
Çakılıyorsun
Gitme
Şimdi senin ince parmakların
Vururken si be mol
Kanun hükmünde
Vadesi bitmiş karanlık
Geçmişinle yüzleşiyorum
Hınzırca takılıyor gözüme
Sıkıca sardığın çiçek
Işıldayan gözlerin
Bir de
Pervasızca açtığın kalbini
Tutan mandalları
Umuda yatırdığım rüyalarımın
Un ufak
Zeytin yaprağı kokulu saçlarını da alıp
Gidersen bir gün
Çiy vurgunu gözlerimi de götür
Puslu bütün haritaları
Kuşpalazı hayretlerimi de
Bir vaat vardır doğar doğmaz
Kulaklarımıza okunan
52
Geçecek büyüyünce
Geçmedi çünkü masallar asılıdır zihnimize
Hiç eskimezler dönüp dururlar dünya iyisi
Bir vaat olarak kalbimizde
Senin eğilince kalbin benim parmaklarım
üşür
Nasıl bilmezsin kadife örtülü parmaklarım
Her vardiyada nöbet değiştirmesin diye
Dallarımı hırpalasa da damarından akan
Ağrılı kan bu benim ilk ve son suçum olsun
Ama yeter ki sen gitme duası dilimin
Boş verdiğimiz dolu zaman bardaklarında
Göğü parçalayan bir narayla tutuşuyorum
O yüzden ilk söylediğim yalanla
Yüzleştiriyorum işitirsin dürüstlüğümü
Uzaklardan kulağına çalınır bir türkü gibi
Ölüleri yıkamadan defnediyorlar artık
Teneşirler tüneği avare martıların
Sürpriz bir finale doğru koşuyor insanlık
Ben duruyorum salgınsa salgın sen yoksan
Neye yarar güvenli bölgede oluşum
Şimdi senin birikmiş sözlerin vardır
Sustuğun
Böyle bilmek dinlemek istiyorum kederden
O gördüğüm her neyse
Bildiğim
Bildirdiğin
Asılsız bir haber gibi
Kalsın olduğu yerde
Üzerini örten yemyeşil lotus yapraklarıyla
Kaynasın
Şimdi senden bilsem gayrı eksilen
Ne kalıyorsa geriye
Önce sesim kalıyor her yerinde
Görsen gördüklerimi
Ölesiye sarılırsın
Gölgeme ve sesime
Dünyadır Kadın
Fatma Şahin
Yaşam, mutluluk, sevinç, hüzün, gözyaşı... Nice bilinmez duygulara ve dünyalara gebedir kadın… Bazen çocuksu bakışlarında yakalarsın
hüznü, bazen fırtınalı denizlerin mağrur bakışını, bazen de tutunmak için hayata tüm yaşam ışıltısını...
Dağ gibi büyük olur şefkati, sarıp sarmalayan sevgisiyle barındırır gönül ininde... Anadır kadın, doğurandır, doğurgandır... Yüreğinde
nice sevdalara kucak açan, yaşama dört elle sıkı sıkı sarılandır. Dününü, bugününü, yarınını ilmek ilmek dokuyan, gözünün nurunu akıtandır
kadın.
Tüm zorlukları taşır omuzlarında. Zorlukları yük değil yaşamın rengi olarak benimser, boyar dokunduğu her deseni renk renk. Halide
Edib olur cephede kalemi ile savaşır, kartal olur Sabiha Gökçen gibi kanatlanır semalarda, Nene Hatun’dur kağnısı ile koşar cephelere gücü
yettiğince, cahiliye döneminde diri diri gömülen bir çocuk olur kadın…
“Ey! Kahraman Türk kadını, sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.” diyerek kadını nasıl da yüceltmiştir
Atatürk. Gelişmiş toplumların ölçüsüdür kadına toplumun verdiği değer.
Günümüzde kadın olmak, hak ettiği değeri görmek hangi ülkede olursan ol zordur. Doğuda ayrı, batıda ayrı bir kimliktir kadın. Toplumun
direttiği namus, edep, hayâ tabuları içinde, baskı altında ezilendir. Karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyen zihniyete inat
toplumda her daim yer edinmeye çalışandır.
Her şeyin yansımasıdır kadın. Bir aynadır görmek isteyene, bilmek isteyene bir akıl, sevmek isteyene bir yürek...
Derviş Taşçı
GÜLÜŞÜNE SAKLA BENİ
Gülüşüne sakla beni kadın
Yüzün güldüğünde
Günyüzü görsün yüzüm.
Biliyorsun,
Geriledikçe geriliyor çağımız
Kahkahası elinden alınıyor
Tebessüme gebe
Sokak ortasında kadınlar.
Oysa güldüğünde,
32 dişinde
72.5 milletten gelecek taşır onlar…
Gamzende bahara hazırlanan
Taze filizler var kadın
Her biri yeminli isyan gülü
Kızıl, gonca, savaşçı güller,
İnadına gülümse
Çiçek açsın düşlerin…
Gülüşünde sakla beni kadın,
Gülmüyorsa yüzün gönlünce
Günyüzü görmesin yüzüm ömrümce...
53
KADINLAR HEP Mİ ÖLÜR?
Pınar Çağlayan
Neden etraf karanlık? Neden üşüyorum? Bu kalabalık da ne? Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım, yabancılar… Neden herkes ağlıyor? Ne
güzel herkes tek yürek, yoksa bir felaket mi oldu yine? Kan kokusu, bu keskin kan kokusu da ne? Kıpırdayamıyorum! Burası çok dar, boğuluyorum
sanki anne! Gittikçe dibe dibe çekiliyorum. Çırpındıkça beni daha da aşağı bırakıyorsunuz, yapmayın! Babam; yüzü güleç, başı dik,
sus pus ama omuzları çökmüş! Ağlıyor mu o? Nefes alamıyorum anne!
Üzerime örgü saçlı oyuncak bebeğimi bırakıyorsunuz. Üşüyorum, gerçekten çok üşüyorum. Bebeğim de üşür anne! Beni neden duymuyorsun,
neden kendini yerden yere atıyorsun, dilindeki o ağıt da neyin nesi anne?
Yavaş yavaş gidiyor herkes. Hey! Nereye gidiyorsunuz? Babam beni bırakmaz ki… Ben, seni özlerim anne; tenini, sesini en çok da kokunu
özlerim. Anlamıyorum, anlamaya çalışıyorum…
Şimdi hatırlıyorum. Gökyüzünü yırtacak son çığlığımı anımsıyorum. Ben de onlardan biri mi oldum anne? Hani elde edildiğinde basit,
edilemediğinde konuşmalara meze olan!.. Hava karardığında kendi sokağında yürümeye korkan, bıçaklanan, kesilip doğranan, yakılan,
yarım kalmış mutlulukları yıkılan… Hani sevmeye yasaklı törelere, bir anlık zevke kurban verilen, geleceği cehaletin kararına kalan, okumasına
karşı koyulan… Topluluk içinde kahkahası ayıplanan, eksik etek gözüyle bakılan! Boşandı diye hor görülen, namusuyla çalışılmasına
izin verilemeyen! Çocuk doğuramamasından, doğurduğu çocuğun cinsiyetine kadar sorumlu tutulan, aşığı tarafından katledilen, uğradığı
tecavüze karşı geldi diye yok edilen! Kocaman çaresizlikleri olduğunu bilen, çaresizliği yaratan cinse karşı direnen, ölüme itilen, bir o kadar
da yaşamak için mücadele eden!
Anlamıyorum, anlamaya çalışıyorum… Ben öldüm mü anne? Kadınlar hep mi ölür?
Mehtap Ece Paralı
DİĞER YARIM SOL YANIM
Sağ yanım yaz,
Sol yanım sen dedi.
Dayanamayıp yenik düştüm soluma
Çıkmaz sokakların sonunda bekledim hayalini.
Hayalin vurdu kurduğum düşleri
Gerçek olan ve olmayanları mış ve miş etmeyi,
Yürüdüm yoluma, bazen de koştum.
Defalarca ezber ettim ama yoruldum.
Düş kurduğum sokaklarda vuruldum.
Sen diye, ben diye ve bir zamanlar biz olduk diye.
Geçmişin izleri ruhumda,
Her gece bedenim başka bir rüyada,
Anımsar seni diğer yarım sol yanımda
Gençlik ve çocukluk yaşında göremedik
Kurban ettiler bir zamanlar
Aşkımızın üzerine kurduğumuz hayalleri
Para, mal, hırs uğruna
Satılmış sevdaların şiddetine uğramaktan
Kaçınılmaz oldu ayrılık.
Yeni keşfettim bendeki seni
Hayal mi gerek?
Yaşarım ben de seni.
54
YOK OLMA EĞİMİ
Dilek Eylem TAŞDEMİR
Hasat DEMİRKAN
İnsanoğlu, yaşadığı her dönemin dinamiklerini kendi mücadelesi
sonucunda oluşturdu. Bunu kimi zaman bir savaş ile kimi zaman
ortaya çıkan yeni kanunlar silsilesiyle meydana getirdi. Fakat hiçbir
zaman bu değişim durağan halde seyretmedi, aksine günümüze yaklaştıkça
değişimin hızı artış göstererek daha marjinal bir hayatın kapılarını
araladı. İnsanın bilinç çağlarının başlangıcına gidersek bizi
o dönemlerin yoğun değer yargıları karşılayacaktır. Bu değerlerin
oluşmasının temelinde ele alınması elzem konulardan biri de birlikte
yaşama gereksinimidir. İnsanların birlikte yaşamasıyla güvenlik, barınma
ve beslenme gibi sorunların ortadan kalkması yeni bir sorunu
da gözler önüne sermiştir. Bu sorun; meydana gelen birlikteliğin nasıl
düzenli, bir arada ve yaşanabilir tutulacağıdır. Çünkü bilinçli insanın
en temel özelliklerinden biri de kendine özgü hayatını ve ailesini
koruma güdüsünün bulunmasıdır. Bu da beraberinde yeni gelenekleri
ve kuralları meydana getirmiştir. İşin aslına bakarsak bu kuralların
insan hayatında düzeni ve huzuru oluşturma konusunda büyük
katkıları olsa da çoğu kez beraberinde kişisel tercihlerin ve yönelimlerin
kısıtlamasını getirdi. Gelişen yasalar, töreler ve kültürler insanın
birey olarak yaşama becerisini de bitirdi diyebiliriz. Toplumun
herhangi bir ekonomik katmanında bulunan bir aileyi ele alalım. Bu
ailede denk geleceğimiz ilk şey, kendilerinden üst değerlerin temel
alınmasıyla meydana getirilmiş olan ailevi değerlerdir. Her bir aile,
baba veya büyükbaba tarafından çizilmiş üst değere uygun çerçeve
içerisinde bir hayat kurmaya mecburdur. Oluşan çekirdek sistem
tüm diğer sistemlerle birleşince devasa boyutta kalıplaşmış değerler
bütününü oluşturur. Toplum, oluşturduğu bu mite o kadar inanır
ve sarılır ki bunların dışında doğru bir yolun varlığını da tahayyül
edemez. Bu inanışın dışında gerçekleştirilen tüm eylemler, onlar için
açık bir tehlike arz eder. Derhal huzursuz ve tedirgin bir ortam oluşur.
Bu ortamlarda kimi zaman büyük aile kavgaları, kimi zamanda
devletlerin büyük savaşları meydana gelmiştir. Bu savaşların çıkış
noktaları genellikle değerlerin ve törelerin korunmasıdır. Dini değerler
de buna dâhil. Böylesi hassas bir ortamda, sistem içerisinde
bulunmayı reddetmiş istisnai kişiler de derhal dışarı itilir ve kendi
yalnızlığıyla baş başa bırakılır. Toplum tarafından dışlanmak istemeyen
bireyler, genel olarak bu değerleri kabul eder ve sistemin çarklarından
biri haline gelirler. Peki bu insanların, hayatlarını devam
ettirirken sağlıklı bir psikoloji ya da mu tlu bir hayat sürdüklerini
söyleyebilir miyiz?.. Kimi zaman bu mümkün olsa da çoğunlukla yoğun
tükenmişlikler ve erkenden hayatı sorgulama halleri ile karşılaşırız.
Bu sorgulayıcı anlarda ve hallerde birçok noktada bizleri umuda
fazlaca kaptıran kendimizce belirlediğimiz yasalardır. Reşit olma
yasası, evlilik yasası, mal yasası, mülk yasası ve seçme yasası… Tüm
bunlara erişmeye umut bağlarız. Ancak çoğu zaman kendi hayatımızın
doğru dürüst sahibi bile olamayız. Sanırım tüm bu alaca bulaca
durumda yaradılışımızdaki değerleri en geniş haliyle en debelendiğimiz
noktada buluverebiliriz. Üstelik kabullenilen değerlerle yanlı
bir dünyada; kinsiz, kimliksiz, günahsız ve inançsız olmak aslında
söylenilenin aksine çok da kötü bir şey değildir. Neye inandığımızın,
neye inanmayı tercih ettiğimizin bilincinde katman katman soyulan
benliğimizle süregelen mücadelede bir sandalyeyi de biz kapıyoruz.
Tüm harflerden bir cümleye varabilmeniz için kapıyı aralık bırakıyor,
yazıyı nokta ile değil tireyle bitiriyoruz-
Kitap Tanıtım
Mehtap Ece Paralı
1) Kitap adı: PEMBE FİL
2) Yayınevinin Adı: Hubatus
3) Kaç baskı yaptığı: 1.basım
4) Basım yeri ve tarihi: Bursa / 19Kasım 2020
5) Kitabın sayfa sayısı: 18 sayfa
6) Kitabın editörün adı: Mehtap Ece Paralı
7) Kitabın konusu ve teması: Çocukların hayallerinin önemi ve aile bağlarının
önermesini ile gerçekleşmesi mümkün olan hayalden gerçeğe uzanan bir
masal kitabı
8) Masal kitabının baş karakteri: Anne ve yavru fil (pembe)
9) Kitabın bir kaç satırlık özeti: Pembe olmak isteyen yavru bir fil ile annesinin
önerisiyle gerçekte nasıl pembe olabileceğini ve hayallerinin önemi anlatan
bir masal kitabı.
55
Mektup
Deniz Çömez
Mine Bahar Akkaya
BAŞKENTLER BAŞKENTİNDEN BİR MEKTUP
Sıfatsız adam,
Dayanılmaz sorgumun ertesinde, mahkemenin kararıyla yerleştirildiğim
üç metrekarelik odamın ve paha biçilemez manzaramın
nezaretinde, bu cümleleri sana yalnız sana kuruyorum. Sorgu
sarmalı hiç bitmeyecek sandım. Dünün ve evvelsi günün kök söktüren
soruları karşısında az önce vücudum dayanılabilir bir tepki
verdi. Şimdi kelimelerim daha özgür.
Daracık penceremden manzaranın keyfini sürmeyi dilerken
tepeden tırnağa üşüyorum ama titreme nöbetlerim artık yok. Tam
bu esnada sarılı olduğum toprak kırıntılı battaniyenin tüyleri gözüme
giriyor. Hayatım sisle örülmüş bir film şeridi gibi gözlerimin
önünden geçip gidiyor. Oysa sorgulandığım esnada bu durumu
yeniden yaşamıştım. Gardiyanların söylediğine bakılırsa bu elzem
bir durummuş. Anlatacak başka şeylerim olsun isterdim. Tüyleri
diken diken eden şarkıları söylemek; zavallı, kırıklarla dolu kalbime
gelecekten bir sayfa açıp acı dolu kadınlık anılarımı canlandıracak
her şeyden uzak bir yaşam sürmek isterdim. Gözyaşlarımı
içime değil sıfatsızlığının o insafsız eşliğinden kaçarak içimi huzurla
kaplayacak herhangi bir yere akıtmak, kör tabiatımın beni
yıllardan beri hazırladığı durumu tespit edebilmek ve buna önlem
alabilmek… Okumak için fırsat yaratamadığım, yarıda kalan kitabımı
tamamlayabilmek; önceliğim olmasına rağmen ertelediklerimi
hayata geçirebilmek, ele avuca sığmayan heyecanımı başka
şeylere aktarabilmek ve daha yüzlercesini belki de milyonlarcasını
gerçekleştirebilmek isterdim.
Aklıma birden Necip Fazıl’ın Nazım Hikmet’e yazdığı mektup
düştü. Bir yerinde şöyle diyordu Fazıl: “Hiçbir operatör, ameliyat
masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiçbir gardiyan;
parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiçbir hâkim
darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.” Hatta
devamında Nazım’a kızmadığını merhamet ettiğini de belirtiyordu.
Sanma ki ben sana kızmıyorum!
Sanma ki ben sana merhamet ediyorum!
Geleceğimi, umutlarımı, hayallerimi sen çalmadan evvel,
daha ben nefes alırken ruhum üzgün, yüreğim köle, hayallerim
prangalıydı. Bu doğru. Haddin değil ama izin verseydin ruhum
nefes alacaktı!
Önce bedenimi sonra umutlarımı çaldın.
Geç oldu, biliyorum. Uyandırılmış yeni tabiatımla sesleniyorum:
Sıfatsızlığında boğulacaksın!
Önce sana, sonra seni serbest bırakan hâkime ve bu karara
saygı duyan herkese son sözüm:
Toprak altında kalan bedenim, toprağın üstünde bıraktığım
hayallerim Tanrı’nın eliyle lanetiniz olsun!
“Tecavüze uğrayıp intihar eden kadınlarımıza ithafen...”
HÜKÜM
Yıkılsın önümde zulümden kale
Dayanmak mümkün mü böyle kedere
Gün olur sen de vurursun dibe
Acırsam namerdim sazın teline...
Kaç kere vurulur yürek mızrabım
Düşer mi bu can düşman sandığın
Kaderin cilvesi inse de gardım
Sözümden dönersem namert desinler...
Eziyet çektirmek dönmüşse zevke
Aldığın her nefes batar göğsüne
Mutluluk masalın düşmüşse dile
Merhamet bekleme bomboş sevgine...
Yüreğim ayaz yedi kalmadı halim
Kafalar yorgun yürek mi salim
Dayanılacak zülüm müdür be zalim
Sözümden dönersem namert desinler...
Çilenin kahrın hesabı yitti
Hayatın huzuru seninle gitti
Prangalı ayaklar, gönül firari
Kesin hüküm verildi, hikâye bitti...
56
Türk
Kadını
Mehmet Sağ
Sıddıka Zeynep Bozkuş
Eser Adı: Türk Kadını
Teknik Bilgiler: 40x60 cm / Tuval Üzerine Yağlıboya
Sanatçı : Dr. Öğr.Üyesi Mehmet SAĞ
Cennetin Saçakları
Kim çözer bir düğümü ipi incitmeyerek
Gün uyanırken kalkıyor başlar bir bir
Ve kepenkler çekilip sıyrılıyor hayat
Demek çiğnenmeli yollar gülümseyerek
Hani bir çiçeğin toprağından vurulduğu tufanlar
Değişmek öyle korkulu salıncaklarda
Hıçkırığın kahkahayla öpüştüğü an
Bir liman bir gemiden uzaklaşacak…
Ve düşürmek yastıklardan başını ve kahvelerden falı alıp
Ve düşünmek günlerden rüzgârı, mevsimlerden karı
Yanına varıp kentlerin en uzağına ve alışmak kayboluşuna sokağın
Budaksız ağaçlardan tırmanmak göğe
Aldırışsız yapraklardan adımlayıp dört yolu
Giderek dinginleşiyor sesler, kısılıyor
Kalem hızıyla değmekte şiir
Işığa, ışığa hem boşluğa
Türkler, Türk kozmogoni ve mitolojisinde dikey olarak üçe
(üst-orta-alt) bölünen evrende “Orta Dünya”da hayat bulmuştur.
Millet haline dönüşüp bir arada yaşamaya başladıkları bu “Orta
Dünya”da “Kadın” çok büyük bir değer olmuştur. Bu değeri Türkler,
Gök Tanrı İnancı çerçevesinde doğada bulunan her şeyi “Gök
Tanrı ve Gök unsurları” ile anlamlandırmışlardır. Bu anlayış, Türk
Kadınlarının sosyal yaşamına yansımıştır. Kullanılan kıyafetlerdeki
renkler, takılar, takılar üzerindeki taşlar ve taşların niteliği,
renkleri hep bir anlama sahiptir. Yine evlenme çağına gelmiş kadınların
saç modelinden tutun da dokudukları halı, kilim ve yanışlarda(motiflerde)
hep bir simgesel anlam ve mesaj taşımaktadır. Bu
mesajların, simgelerin temelinde ise “Umay Kültü” vardır. Orhun
kitabelerinde de yer alan Umay Tanrıça /Umay Ana bir “koruyucu
iye” olarak karşımıza çıkmaktadır. Evi, doğum yapacak ve yapmış
loğusa kadınları, çocukları koruduğuna inanılır. Bu inanç ile küçük
heykellerinin yapılması ve ona hediyeler sunulması bugün İslam
inancı ile türbelere gidilip çocuk dilemek, dua etmek ve buna
benzer ritüellerin temeli “Umay” kültüne dayanmaktadır. Yine çocuğun
anne karnına düşmesi ile ikizi olarak kabul edilen Umay
Ana da çocukla birlikte onu koruyan, gözeten olarak anne karnında
yer alır. “Albastı” denilen kötü ruhtan koruduğu inancı vardır.
Bugün kırmızı tülbentlerin takılması, gelinliklerin beline kırmızı
kuşak bağlanması ritüelleri buradan kaynaklıdır.
Vazgeçişler bundan ve yerinde kalmalar
Aşina bir toprağın sıcağına sarılarak
Güvenli mi güvensiz mi sorgulamadan
Çünkü sorgu sarsar imanı öyle kadercidir bir kadın
Nasıl küfreder bileziklerine
Nasıl kızılcık şerbeti tükürmez mor dudağından bir kadın
Hayır demek gülümsemeli
Ağzında cennetin saçakları…
57
LAMURE MİZAH
Göksel ERKILIÇ
İçgüdüme soruyorum karar vermek için, içgüdüm hep şunu
söylüyor bana: “Ben bilmem sen bilirsin.”...
* * *
Türkiye maganda teröründe dünya şampiyonuymuş... Aman
magandalarımız duymasın silahlı kutlama yaparlar!
Güven çok önemli bir konu, maalesef bazılarımızda tükenmiş
vaziyette. Asansör beklersin, yanınızdaki sana güvenmez, senin
bastığın düğmeye bir kez daha basar. En yakın katta ki asansöre güvenmez,
bir de diğer tüm asansörleri de düğme aracılığıyla kendisine
çağırır. Otobüste bu kişiler sana ineceklerini söyler ve düğmeye
basmanızı rica eder. Daha sonra ayağa kalkar ve senin bastığın
düğmeye tekrar da bulunur. Siz de bu tiplere karşı iç sesinizi “play”-
lersiniz…
* * *
* * *
Bir söz vardır: “Kan rüyayı bozar.” diye... Bence hepsi bozmaz...
Rüyayı bozmayanlar kan grupları: ABRH+, ARH+ kanlar rüyayı
bozmaz...
* * *
Bilinmiş bir sözümüz şudur: “Doğru söyleyeni dokuz köyden
kovarlar.” Şimdi bu söz eğer doğru ise ben yalancıyım... Çünkü daha
hiçbir köyden kovulmadım, acaba ben çok mu yalan söylüyorum?
* * *
Otel reklamlarında insanları etkilemek için şu söze başvurulur,
“500 yataklı, bir hektara kurulu otel.” Şahsen bu gibi tümceler beni
hiç etkilemez ve o oteli tercih etmemde hatırı sayılı bir sebep olmaz.
Çünkü bana sadece bir yatak kâfidir, hepsinde yatmaya çabalamam
çok saçma olur. Ayrıca Hektar olsa ne olur olmasa ne olur, sadece
bir yataktır bana yeterli olan...
* * *
Bizde “Cehenneme git!” yetmez “Cehennemin dibine git!”
olur… “Boyun posun devrilsin.” kesmez “Boyun posun devrilsin,
altında kal e mi!” olur. “Uyuz ol e mi!” yetmez “Allah sana uyuz
versin de kaşınacak tırnak vermesin!” e dönüştürülür. “Başına taş
düşsün!” yetmez “Anne kadar başına taş düşer inşallah, ne var!”
olur. “Vapur yanaşmadan atlarken vapurla iskele arasına düşesin!”
kesmez “Vapur yanaşmadan atlarken vapurla iskele arasına düşesin,
kafan patlaya beynin döküle!”ye zorlanır. “Sonsuza dek yaşayasın!”
kesmez “Sonsuza dek yaşayasın tüm sevdiklerinin öldüklerini göresin!”
olur. “Allah cızırtını vermesin!” diye ergen beddualar da vardır,
anlamsızdır ve etkisizdir. Bunu neden yazdım, beynime fazla yüklenince
cızırtı sesler geldi… “Allah seni davul etsin!” yetmeeeeezzz
“Allah seni davul etsin, beni de tokmak!” olur…
* * *
Fransız’lar inanılmaz dakiklerdir... Saati sorsanız, “On dördü
iki geçiyor” derler... Ne diye iki dakikasını işe karıştırıyorsun ki,
direk “Saat on dört” desene... Bak biz ne güzel söylüyoruz, “Saat kaç
birader? “Sekize geliyor!” “Sağ ol...” Biz de hep saatler “geliyor”dur...
Ayrıntıya takılmayız... “Ne zaman buluşacağız?” “Üçü kırk bir geçe
buluşuruz.” Böyle cevap mı verilir Fransız? Ne bu ya allasen! Biz
olsak, “Dört gibi oradayım.” deriz. Buna cevaben “Yani kaç geçe
gelirsin?” dedirtmezsin bu cevapla, “dört gibi” dedik ya!
* * *
Soruyorsun adama, “N’aber?” diye. O da sana, “N’olsun” diye
cevap veriyor. Bir umutla bir daha soruyorsun, “Nasıl gidiyor?”
diye. O da sana, “Nasıl gitsin?” diyor. Anlıyorsun ki kendi iradesinin
olmadığını ve kendisini sana teslim ettiğini. Sen ne dersen onu
yapacak… Ne mi yapmalısın bu insana karşı istikamette topuklamalısın!
Sorumluluk iyi bir şey değil!
* * *
Bizler çok oturaklı insanlarız… Oturmak bizde mühimdir...
Biz, işi gücü bırakır, birbirimizi “oturmaya bekleriz.” Ne kadar oturursak
oturalım, karşımızdakini bir türlü tatmin edemeyiz... Misal,
oturdun, yedin, içtin ve sohbet ettin... Kalkarken size şunu söylerler;
“Bu olmadı, oturmaya da bekleriz.” Ben bu eylemleri ayakta mı yaptım?
Acep ben oturaklı bir insan türü değil miyim? Bizde bir de şu
söz vardır; “kişiliği oturmuş”... Onlar nasıl bir insan türüdür derseniz,
“oturmasını kalkmasını bilen” insanlardır... Bizler oturmayı ne
de çok seviyoruz yahu!
* * *
“Babanın kanını yerde koma oğul!”
“Kaç kere yerleri silicem ana!”
“Babanın kanını yerde koma oğul!”
“Haaaaaa! Öyle desene!”
58
Karikatür
Vacip Örger
59
Kitap Tanıtımı
Halit Şengit
Müzeyyen Eser
1. Kitabın Adı: KIRMIZI MÜREKKEP
2. Yayınevinin adı: NİRENGİ
3. Kaç baskı yaptığı: 1 Baskı
4. Basım yeri ve tarihi: İstanbul, Şubat 2021
5. Kitabın sayfa sayısı: 120
6. Kitabın editörünün adı: Haldun Şeker
7. Kitabın konusu ve teması: Şiir - Deneme
8. Romanın başkarakterlerinin isimleri: —
9. Kitabın birkaç satırlık özeti:
Kimi zaman bir sevgiliye hasrete
Kimi zaman vuslata eşlik edeceksiniz bu kitapta...
Kimi zaman insana hasret
Kimi zaman eskiye özlem duyacağız beraber...
Mürekkebimiz kırmızıda olsa
Parolamız her daim mavi olacak
Umut adına , güzellik adına , huzur adına...
Kitabın Adı: BENİ SEVİN NOLUR
Yayınevi: Dorlion Yayınları
Baskı : Birinci Baskı
Basım Yeri ve Tarihi: Ankara /Çankaya Şubat 2020
Sayfa Sayısı: 94
Editör: Dorlion Editör Atölyesi
Konu: Bir Gayın Gerçek Hayat Hikayesi
Kitabın Baş Kahramanları: Muhsin, Kemal Elif ve Murat.....
Kitabın Kısa Özeti :
Toplumun ve aslında genelin yaşadığı ailevi sorunları konu
alan bu kitap, bir cami hocası tarafından tacizle başlayıp tecavüzle
devam eden olaylar örüntüsü... Yanlış kurulan YILDIRIM ailesi,
hatalı evlatlar büyütüyor. Kitap Muhsin’in hayatını, ailesinin nasıl
etkilediğini anlatıyor. Aranılan tek ve gerçek sevginin “AİLE” olduğunu
anlatan bu eser, aslında toplumun her kesimini ilgilendiren
konusuyla sosyolojik olarak da hayli dikkat çekici.
Pınar Çağlayan
KİTABIN ADI: KENDİNİ KAZANMA SANATI
YAYINEVİ ADI: AZ KİTAP
KAÇ BASKI: 1000 ADET (1, BASKI)
BASIM YER VE TARİHİ: İSTANBUL / 2019
KİTAP SAYFA SAYISI: 168
KİTAP EDİTÖR ADI: TÜLİN ÖZÇAKIR
KİTAP KONU VE TEMASI: Ezber bozan bir Kişisel Gelişim kitabı iddiasındayım. Öncelikle kitap okurların; gerek düşünce olarak gerek
enerji olarak negatiflikten sıyrılmalarını, ne istediklerine ciddi anlamda karar vermelerini, seçimlerinde yaptıkları yanlışları fark edebilmelerini,
duygu yönetimini başarabilmelerini, kendilerini tanımalarını ve yapabileceklerine inanmalarını sağlamayı hedeflemiştir.
KİTABIN ÖZETİ: Kitap 3 bölümden oluşmaktadır. Bunların ilki Hayatın İçinden, bölümüdür. Hayata dair konulara değinerek kişilerin
yalnız olmadıklarını bilmelerini sağlamak ve hayata karşı gösterebilecekleri duruştan bahsedilmiştir. Yer yer Kuran-ı Kerim’den verilen ayetlerle
ruhsal olarak güç sağlamak da hedeflenilmiştir. İkinci bölüm içeriği ilişkiler olup; duygu yönetimi, değersizlik duygusu, öfke yönetimi
gibi konulara değinilerek şiir ve kısa hikâyelerle de daha duygusal bir bölüm oluşturulmuştur. Son bölümde ise evrensel enerji konusundan
bahsedilip enerji yükseltme çalışmaları, bozulan enerji dengesini düzenleme, olumlamalarla zihinsel ve fiziksel dinginlik sağlamaya çalışılmıştır.
60
Çizer: Neslihan Kuş