LENA 0
Lena; internet üzerinde yayımlanan edebiyat, sanat, kültür ve fikir içerikli bir dergidir. Hiçbir kurum ve kuruluşa bağlı değildir. Her hakkı saklıdır.
Lena; internet üzerinde yayımlanan edebiyat, sanat, kültür ve fikir içerikli bir dergidir. Hiçbir kurum ve kuruluşa bağlı değildir. Her hakkı saklıdır.
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
LENA
KASIM 2022
SAYI-0
#edebiyatıkıskanma
BELKİ
YORULAN BİR
ŞİİRİN AYAK
DEĞİŞTİRMESİ
Ala Ala Hey - Ece Ayhan
Ve belki aşkımız sınıfsız
bir dünyanın armağanı
olur / Herkesi sınıfsız bir
âşkla seven çocuklara
GRASS (2018)
Öylesine gizlenmiş, kuytu
ve pek fazla müşterisi
olmayan bir kafede yazar
olmadığımı iddia ederken
tüm gün yazı yazmaktan
kendimi alıkoyamıyorum.
04
ALA ALA HEY
E C E A Y H A N
05
BU LEVELİ HERKES GEÇEMEZ
E L İ F A H İ
06
BELKİ
E D İ Z S E R V A N E R D İ N Ç
07
VEDA
S E Z E N U L U E R
14
BİR RÜYA İÇİN AĞIT
İ R E M K A R A C A L I
15
MİTRA
F İ K R E T Ç E L İ K
İÇİNDEKİLER
16
20
22
24
GRASS (2018)
G Ü L A Y I Ş I K
YALNIZLIK, İNSAN OLMAK, SORU İŞARETLERİ
Y Ü C E L
ARGE ÇALIŞMALARI
S E R H A T U Y S A L
ANTİ-ÖDİPUS KAPİTALİZM VE ŞİZOFRENİ
E M R E M E T E
LENADERGİ
Genel Yayın Yönetmeni
Fatma Elif Okumuş
Melike Ceren Koçar
Yayın Koordinatörü
Efe Eroğlu
Kapak Çizimi
İbrahim Odabaşı
Tasarım
Melike Ceren Koçar
İçerik
Sezen Uluer
Editör
Fatma Elif Okumuş
Son Okuma
Ahmet Sadettin Günebakan
İLETİŞİM
lenadergi@gmail.com
lenadergi
EDİTÖR NOTU
Sıfır! Var olmayanı simgeleyen ve hepimizin aklına yokluk olarak
kazınmış cebirsel bir değer. Lena-0 ise başlangıcı ve bitişi olmayan,
varlığa zıt bir imgeden türettiğimiz yeni bir başarı; olmayandan
oluşturduğumuz, susmaları bağırdığımız, en kör noktamızdan
renklendiğimiz yeni bir sayı.
Yaklaşık üç yıldır yüzlerce insanla tanışarak yazdığımız, çizdiğimiz ve
tutkumuzu amatör çabalarla ilerlettiğimiz bir oluşum Lena. Her
seferinde "Lena yalnızca dergi değil; O, bizden biri." diyerek andığımız
ortak çabamızın ürünü. Düşünce coğrafyamızı bir hayli dolu tutarak
bizi büyüten, gayretimizin son bulduğu her an alev misali sönmek
üzereyken bir anda gürleşip parlayabilen bizden biri.
Sıfır'ız!
Çünkü "biz" kalmadı,
alevimiz söndü.
Peki şu anda neden buradayız?
İnsan, kronik olarak "daha"sını arayan bir varlıktır. Hayatın her
noktasında arayışlarımız devreye girer. Aşk, sevgi, tutku ve bizi
berhudar kılan diğer bilumum kavramların daha fazlasını istemek ve
bunların merkezinde kendini aramak insanın doğasında vardır. Bizler
de bunun farkındalığıyla, aslımızı ortaya koyma gayesindeyiz. Duygu
ve durumlarımızı ortak paydada size sunma isteğimiz ve bunu
yapacağımız yollar konusunda arayışlarımızla karşınızdayız.
Hep yüz yüze bakıyoruz.
Sıfır! Çünkü bu, yorulan bir şiirin ayak değiştirmesi.
ALA ALA HEY
Ey erkek Şehrazat! Suriye mantığı
Aydınlık bir el yazısını buruşturan
Ey son taksitlerini yatıranların kentindeki okuyucu!
Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı
Bütünleyemez mi sanıyorsunuz çalışır bir şiir kara
Yukarda parçalanmış yüzleri
Türkiye mezarlığının derinliklerinden çıkarıp
İşte rıh ve hokka!
Zulme karşı hadisler derleyen baba ve
Koşarlı ayaklarıyla oğul
Mahmuzlu bir su üstü gemisi sığlığa oturmuştur
Uzun ölülerin gömülmeleri uzamış denizlerdeyse
Hiç bitmez
Yorulan bir şiirin ayak değiştirmesi
Ala ala hey! Artık şarkı olacak
Şiirin döndermesine genç hallaçlar ve
Kuş bakışlı çocuklar karşılık veriyorlar
Salarak gürlüklerine göğün uçurtmalar, hurra!
Ece Ayhan
BU LEVELİ HERKES GEÇEMEZ
Ellerinizle boyadığınız bu süs benim, izleyin.
Kuruluyorsunuz protokole -kuruyun-
Kahkahalarınızın boyu sahilleri boylar mı?
Boylasın.
Kah kah inecek merdivenlerden ayakları, havanızın.
Sözlerinizle yıktığınız bu ev benim değil, sizin
Başınıza yıkılıyor pozisyon alın -cenin-
Çaldığınız malzemeden akşam yemeği çıkar mı?
Çıksın.
Tak tak vurulacak kapılarının tokmağı, kafanızın.
Elif Ahi
BELKİ
Gözlerin şiire elzem bir mısra
Saçların rüzgârın kalbine asi
Şimdi umut bir hançerdir zulamda
Öyleyse gel birlikte intihar edelim sevgilim
Gülüşlerimizi yüzlerinde taşısın güneş ruhlu çocuklar
Belki beyhude altınları unutur
Ve çocuklara gönül verir kapitalizm
Belki sevgi doğar kötü kalplerin dağlarından
Belki balıkların elleri kırılmaz barajlar uğruna
Ve belki aşkımız sınıfsız bir dünyanın armağanı olur
Herkesi sınıfsız bir âşkla seven çocuklara
Tabutlarımızı taşır mı dersin bulutların omuzları
Ve toprak ananın sosyalistçe dudakları
Bizi bağrına hümanizm diye basar mı
Boş ver sevgilim
Her evde tabaklardan yemekler taşsın da
Her gönülde sevmekten ve sevilmekten sevgi aşsın da
Biz idamın kucağına koşarak gideriz
Ediz Servan Erdinç
VEDA
Ayın 23'ü. Ölüm yıl dönümü. Kimin? Annemin. Ne
yapmalıyım? Mezarına gidip bildiğin birkaç duayı
okumalısın. Başka hiçbir şey yok mu? Diğer insanlar
bunları yapıyorsa bir bildikleri vardır. Siyah elbisemi
giymeye gidiyorum. Bekliyorum seni burada. Geldim,
nasıl olmuşum? Mezarlığa giden bir insan gibi. Yola
çıkalım, annem bekler. Sahiden seni yukarıdan izlediğini
mi düşünüyorsun? Tam olarak düşünmüyorum ama içimi
rahatlatıyor. Bırak bu gereksiz şeyleri. Tamam, bıraktım.
Vicdanını rahatlatmak için bu kadar yol gitmemize gerek
var mı? Bilmiyorum, gidiyoruz ya işte. Evde de dua
okuyabilirdin. Annem için yerine getirmem bir görev
varsa bunu en iyi şekilde yapmalıyım. Daha fazla bir şey
söylemek istemiyorum, Tanrı aşkına nerede bu
mezarlık? İlerideki sağdan dönünce karşımıza çıkması
gerekiyor yani en son geldiğimde oradaydı. En son ne
zaman geldin? Annemin öldüğü gün. Neler hissediyordun
o gün? Hiçbir şey, daha doğrusu bir şey hissetmem için
bana zaman tanınmadı. Etrafımda sürekli insanlar vardı,
onlarla konuşmak zorundaydım çünkü annemin nasıl
öldüğünü merak ediyorlardı. Peki, annen nasıl öldü?
Uykusunda. Öyle de güzel gülüyordu ki öldüğüne bin
şahit gerekirdi. Hep istediği şekilde bir ölüm onu bulmuş
olduğundan içim bir nebze de olsa duruluyor. Sağa mı
dönüyorduk? Ah, evet. Buraya gelmekten uzun zamandır
kaçtığım için adımlarımı geri geri atıyorum. Hâlâ
dönebiliriz, biliyorsun değil mi? Hayır
dönmeyeceğiz. 15 numaralı sıraya gidiyoruz.
Annenin mezarını yaptırdın mı? Hayır. Onca mezar
arasından nasıl bulacağız onu? Sırasında bir tek onun
mezarı isimsiz. Nasıl yani, annene mezar yaptırmadın
mı? Annemin öldüğüne hâlâ inanmadığım için mezar taşı
yaptıramadım. Her gördüğümde içimde hâlâ yaşayan
annemi öldürecektim çünkü. Ben de buna cesaret
edemedim. Seni anlıyorum. İşte 15 numaralı sıraya
geldik. Sanırım en sondan iki önceki mezar. Evet. Seni
yalnız bırakayım.
-Anne, ben geldim. Bunca zamandır nerelerde
olduğumu merak etmişsindir. Senin ölmüş olduğuna hâlâ
inanamadığım için kaçıyordum buradan. Seni kalbimde
yaşatsam da her gün odama beni uyandırmaya
geleceğini hayal ediyorum. Beni sinir etmeni, kızdırmanı
daha sonrasında gelip yanağımdan öpmeni çok özledim.
Her gün sormaktan asla bıkmadığın o sorulara agresif bir
şekilde cevap vermeyi çok özledim. Tek bir konuda
şikayetim yok o da seni sevdiğimi sana belli edebilmiş
olmamdır. Belki çoğu zaman seni sürekli öpmemden
şikayetçi olsan da bunu sevdiğini biliyorum. Sen benden
fiziksel olarak uzaklaşalı tam olarak 10 yıl oldu. On
sekizdim, yirmi sekiz oldum. Bana hep “Ben seni yalnız
bırakacağım, bunu istemeden yapacağım biliyorsun.
Hayatı tek başına yaşamak zorunda kalacaksın.” derdin.
Öyle de oldu. Seninle yapacağımız daha o kadar çok şey
varken senin bir kuş misâli başka diyarlara göç etmen
benim yapayalnız bir şekilde hayatıma devam etmeme
sebep oldu. Sana bunun için kızmıyorum. Ölüm eninde
sonunda gelecekti, bunun farkındayım. Tanrım neden
tam da anneme bu kadar ihtiyacım varken beni ondan
mahrum bıraktın? Beni ondan daha çok sevdiğin için mi?
Hâlbuki ikimiz de annemi paylaşabilirdik. Neden bu kadar
bencilsin? Neden en sevdiğim insanı benden bir çırpıda
alıp gittin? Hayır anne, Tanrıya hesap sorabilirim. Beni
büyütürken inancıma baskı yapmasan da en az senin
kadar inançlı biri olmamı istedin. Biliyorsun ki ben
sorgulayıp da cevap alamadığım şeylere inanmam.
Bazen seni de yoldan çıkartır, sorgulamanı sağlardım.
Aslında bu yönden birbirimize benziyoruz. Dini günlerde
yapılması gerekenleri söylerdin ama ben yapmazdım. Ta
ki bugüne kadar. Öldüğünden beri kendimi suçlu
hissediyorum. O gün evde seninle beraber kalmalıydım,
senin başında bekleyip sana yemek yedirip ilaçlarını
vermeliydim. Fakat ben seninle tartışmamızdan hemen
sonra çantamı alıp evden sinirle çıktım. Çıkmamalıydım.
Geri dönmeliydim. Aslında geri dönecektim ama beni
biliyorsun gururuma yediremezdim geri dönmeyi. Birkaç
saat sonra seni tamamen unutmuştum. Neden kavga
ettiğimizi bile zar zor hatırlıyordum. Yani artık eve
dönebilirdim. Ne de olsa diğer zamanlarda da olduğu gibi
birbirimize sarılıp özür dileyecektik, öyle değil mi? Eve
doğru adımlarımı göreceklerimden habersiz bir şekilde
atıyordum. Her zaman kapıyı kendi anahtarımla açmama
rağmen o gün senin açmanı istediğim için zile bastım.
Birkaç saniye bekledim ve içeriden ses gelmiyordu.
Şansımı tekrar denemek üzere zile bir kez daha bastım.
Yine ses yoktu. Daha fazla zorlamanın anlamı yoktu,
kapıyı kendim açtım ve içeri girdim. Sana seslenmek
istedim ama içimden bir ses bunu yapmamam gerektiğini
söyledi ve ben de yapmadım. Salona girdiğimde seni
yerde baygın bir şekilde gördüm. Yüzün bembeyazdı,
nefes almıyor oluşunu fark etsem bile yanına yaklaşıp
nefesini dinlemeyi denedim, hiçbir belirti yoktu. Etrafıma
şöyle bir göz attım ve ilaçlarını, her gün eksiksiz bir
şekilde içmen gerektiği aksi takdirde ölümüne sebep
olan, içmediğini fark ettim. Beklenmedik bir zamanda
kansere yakalanman ikimizi de çok üzmüştü. Ama yine
de moralimizi bozmadık ve birbirimizi sürekli motive ettik.
Doktorlar durumunun beklenenin aksine kötüye gittiğini
söylüyordu buna paralel olarak da moralimiz düşüyordu.
Sana yardım etmem gerekirken seninle kavga edip seni
üzüyordum çünkü benim annem kanser olmamalıydı.
Kanser olmandan seni suçluyordum. Ve senin ilaçlarını
almayıp bir nevi intihar ettiğin günün sabahında da kavga
etmiştik. Bu sefer sana söylememem gereken şeyleri de
söylemiştim. “Ölüp ölmeyeceğim beni hiç ilgilendirmiyor
artık. Ölsen bile mezarına gelip bir çiçek dâhi bırakmam.”
dediğimi hatırlıyorum. Sözümü tutamayıp sana en
sevdiğin çiçeklerden, menekşelerden, getirdim. Sen de
bana rest çekip neler olabileceğini merak ettiğin için,
yaşayacak çok da güzel günlerin kalmadığın için,
umudunu tamamen kaybettiğin için alman gereken lanet
olası ilaçları içmedin. Ve şu an buradayız. Seninle daha
fazla zaman geçirip sana moral vermem gereken
zamanlarda başka insanlarla birlikte olduğum için senden
özür diliyorum. Seni alttan almam gereken zamanlarda
sana karşı çıkıp çileden çıkardığım için senden özür
diliyorum. Seni daima seveceğim. Şu an sana elveda bile
edemiyorum çünkü sensiz geçen her günün gecesinde
rüyama geliyorsun. Eve gidince buluşalım anneciğim.
Fazla uzun sürdü. Konuşmamız gereken konular
birikmişti. Eve mi gidiyoruz? Evet, uyumak istiyorum.
Uyumak için fazla erken değil mi? Hayır, misafirim var.
Misafir mi, neyse bugün yeterince şeyi sorguladım.
Annenle konuşmak sana iyi geldi mi? Sanırım on yılın
acısını çıkardık bu yüzden kendimi bir kuş gibi hafif
hissediyorum. Onu seni gördüğünü ve dinlediğini
inanıyor musun? Eve gidince bunu anlayacağım. Şu
karşıdaki apartmanda oturuyordun, değil mi? Evet. İşte
geldik. Kapıyı açmam için bir saniye verir misin? Tabii.
Her seferinde bu kapıyı açmak için bu kadar zorlanmak
durumunda mıyım? Bilmiyorum da evin ne kadar
dağınıkmış. Annemden sonra tüm alışkanlıklarımı
kaybettim. Sen uyuyacaksan daha fazla konuşup da
uykunun gitmesini sağlamayayım. Uykumda konuşursam
beni umursama, tamam mı? Tamam.
Gözlerini kapattıktan birkaç saniye sonra o tanıdık ses
kulaklarında yankılanmıştı. Annesinin seslendiğini anladı
ve tam bir şey söyleyecekken annesi sözünü kesti:
“Seni bugün görünce bir an tanıyamadım. Ne kadar
büyümüşsün, kendi ayaklarının üstünde durabilmeyi de
başarmışsın. Sana sürekli engel olsam da her işine ben
koşsam da seni büyümüş bir şekilde görmek beni çok
mutlu etti. Sana kızmıyorum kızım, birbirimizi ne kadar
sevsek de anlaşamadığımız o kadar nokta vardı ki
bunların üstünü hep kapatmak istesem de sen buna
karşı çıkıyordun. Daha fazla kansere dayanamadım,
daha fazla acı çekmekten korkuyordum ve bu yüzden
erken davranıp kendi fişimi kendim çektim. Burada
suçlanması gereken biri varsa o da benim. Sakın benim
için kendini suçlama. Seni çok seviyorum kızım. Her
daim seni izliyorum ve dinliyorum.”
Şarkı: Anathema,
One Last Goodbye
Sezen Uluer
BİR RÜYA İÇİN AĞIT
Bir çocuk için oyuncak diledim
En gizli sırları meydana çıksın istedim
Şu burjuvanın başındaki iki büyük kulak mıydı
Yoksa benim kafam dönüyor muydu dumandan
Büyükler oynamaz oyuncakla
İllaki bir çocuk lazım bana
Kimse kalmamış burada
Ben ve şu domuz dışında
Kendini bilmez adamları öldürmek gerek
Kuzum dur yapma dedi, tilki
Kurt gelmeden önce.
Ben çanları çalar giderim küçük adam.
Bir rüyadan şehir çıkma
Pek anlamlı şeyler görmedim
Dahileri kandırmaya çalışmam
Ah, küçük adam anlasana beni
Ne ben cinim ne de sen adam
Bir ağıt yaktı bir kadın
Ki kadındır yapar, dedik hep bir ağızdan
Bir rüya için ağıt.
İrem Karacalı
MİTRA
Binlerce yıldır birikir durur
Hasat zamanı gelmedi mi
Artık bunca hüzünlerin?
Üstelik sarp kayalıklarda,
Güneşin elleri de üstünde.
İçimizde olup bitenleri,
Sessizliğe bürünmüş çığlıkları
Bitap düşmüş bedenlerimizden
Bilenmiş bir bıçak gibi ellerinle
Kesip atsan, alsan artık Mitra.
Fikret Çelik
GRASS (2018)
…
İki yıl, on yıl ve yolcular kondüktöre sorar:
Bu yer neresi?
Şu an neredeyiz?
Ben çimenim.
İzin verin çalışayım.
(Grass, Carl Sandburg, 1918.)
Bir insanın zihninde, benim zihnimin ortasındayız.
İnsanların içeceklerini yudumlayıp sohbet ettikleri bir
kafenin içindeyiz yalnızca. Günlük konuşmaların sükûneti
arasında her an yükselebilecek belli belirsiz bir gerilim
mevcut. Ortak tanınan ölü bir insanın varlığının
soğukluğu çöküyor konuşmalara, yer bulabildikçe. Bir
ikilinin çekimi sırasında tercih edilen açı ve kamera
ayarlarıyla; yüzünü göremediğimiz adamın suçlamaları,
kadının varlığının silinmesini tehdit edercesine adamın
sırtı netleştikçe kadın bulanıklaşıyor. Ölümle iç içe.
Detaylara hakim değiliz ama ardında kalanlar ölümün
anlamını arıyorlar. Birilerini suçluyorlar. O nasıl devam
edecek. Birbirlerine anlatacakları çok şeyleri var. Çok
fazla. Yine de bir ölünün pahasına mutlu olmaya
çalışıyorlar, saygınlıklarını korurken.
Ölümden sonra var olduğuna inandığımız bir
gerçeklikteyiz, yüzleşiyorum bir şeylerle. Yanı başımda
duran diğer ölü insanlarla beraber. Her şey aynı anda.
Tüm olasılıklar var ve aynı anda gerçekler. Çimendeki
insanların benim hayal gücümün dışında var olup
olmadıkları belli değil, ama gerçekten önemli değil. Ben
çimenim, hepsini örtüyorum. Her şey mümkün ve olası.
Zaman ve mekan yok aslında. Gerçekliğin nahif bir
tezgahında, hayaller şekilleniyor yeni yeni motiflerle.
[Fanny and Alexander (1982)]
Öylesine gizlenmiş, kuytu ve pek fazla müşterisi
olmayan bir kafede yazar olmadığımı iddia ederken tüm
gün yazı yazmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Bir
yerlerde paylaşmıyorum ama sadece her gün yapacak
bir şeye sahip olmayı sevdiğim için, bir şeye sahip
olmanın güzelliğinden dolayı yazmaya devam ediyorum.
Ama bir yazar olarak sınırlarım var, kendimden
kurtulamadığım gibi. Aynı malzemeyi kullanmaya devam
ediyorum. Zor. İlerleyemiyorum. İlişkilere dahil olmadan
saf, güçlü, değerli, ucuz ve çekici duygulardan uzak
durup başkalarının acılarını dinliyorum. Ve şimdi onları
özlüyorum. Sonunda, insanlar duygulardır. Bu
karşılaşmalara katılıp onların yansımalarına izin verebilir
ya da tüm karmaşadan uzak durup hiçbir tehlikeyi göze
almadan geri çekilebilirim ama etrafımdakiler hakkında
yazmak kendi deneyimlerimi sığlaştırıp kendime karşı
sağırlaştırıyor mu beni? Duyamıyor muyum? Duyulmuyor
mu? İnsanlar kendi sojularını içip yükseliyorlar.
Düşüyorlar. Ben onları izliyorum, sadece izliyorum.
Duygusal inişleri, çıkışları. Hepsi yanı başımda. İçilen
kahveler. Gülüşmeler, gözyaşları, çığlıklar. Saksıların
başında yakılan sigaralar. Hüzünlüyüm.
Önce ne yapacağını bilemezken kararsız bir halde,
aklındaki dengesiz düşüncelerle agresif ve gergin bir
şekilde merdivenden inip çıkan kadının hareketleri
birbirini tekrarladıkça sarf edilen çabadan sonra
negatifliğin yerini hafif bir gülümsemeye ve coşkuya
bırakması gibi filmde de birbirini tekrar eden olaylar
silsilesi ve çiftlerden sıyrılıp tek başına kalan A-reum’un
bir yerlerden duyduğu müziği takip etmesinden sonra
kafeye geri döndüğümüzde; insanlar arası gerilimin yerini
bir sonbahar akşamı içilen soju etrafında dönen sohbetin
tatlılığına bırakmış halde buluyoruz. O müziğin A-
reum’un zihninde ne yaptığını bilmiyoruz ya da gerçeklik
zemininde nasıl bir etkisi olduğunu. İnsanlar belki de
sadece müziğin akışına ayak uydurmaya çalışıyorlardır.
Anlatıdan kopup müziğin yükselen ve düşen ritmini
yakalamaya çalışıyorlar belki de, tüm gerçeklik bundan
ibarettir.
Böylece insanlar bir araya gelir, duyguları birleşir ve
birbirlerine güç verirler. Hayatları iç içe geçmiş ve şimdi
yan yana duruyorlar. Bu gizlice sokulan soju neden bu
kadar güzel görünüyor? Ben de bir yudum çalmak
istiyorum. Benim şansım ne zaman gelecek? Onlar
neden bu kadar samimi davranıyorlar? Bu gerçek mi?
Gerçek olsaydı çok güzel olurdu.
Gülay Işık
yalnızlık, insan olmak ve soru işaretleri
okuyacağınız metin çok soru soracak ve size hiçbir şeyin
cevabını vermeyecek. sadece zihninizde ve kalbinizde
doğru yerlere doğru soru işaretleri bırakacak. iyi
okumalar.
yalnızlık insanın tek başına kaldığı her an mı? yoksa
kalabalıkken tek başına kalmak mı? tek başımıza
olduğumuzu düşündüğümüz çoğu anda yanılıyor olabilir
miyiz? aslında yalnızlığı kafamızda biz mi yaratıyoruz?
kalabalık neyi ifade ediyor? ve yalnızlık neyi? insanları
kaybetmek hangi noktada “kayıp” oluyor? insan
kaybetmenin bir kazancı var mı? ve hangi noktada insan
kendisiyle kalıyor? insan hangi noktada bireysellikten
kalabalığa ait olduğu noktaya geliyor? bir düzine soru
işareti çıkar buradan, çıkacak da. sanırım bir tane bile
cevap bulmak için çok kez yalnız kalmak gerekiyor. peki,
acaba bir “yeterincesi” var mı bunların? yani yeterince
yalnız kalınca ne olacak? yeterince kalabalıkta ne
oluyor? hiç düşünüyor muyuz etrafımızda insanlar
dönerken kalabalığın manasını veya hiç düşünüyor
muyuz bir barda tek başımıza içerken, sahilde tek
başımıza yürürken yalnızlığın üzerine? bir de tabii bunun
evrimsel bir boyutu var. insan sosyal bir canlıysa
doğamıza aykırı mı yalnız olmak? tek başımıza kalınca
özümüzü aradığımız anlar neden bize fayda sağlıyor gibi
geliyor o zaman? insan bireyselse inandığımız sosyal
kalabalığın bir parçası değil miydik bugüne dek? aile,
arkadaşlar ve işimizden edindiğimiz sosyal bağlar
tamamen bizim yeni dünya düzenimizin getirdikleriyse?
ya bunlara biz isteyerek inandıysak, hiçbir yere ait
değilsek özümüzde? aslında hiç yalnız kalmıyorsak, ya
hep yalnızsak? bir koloninin parçası olan arılar gibi de
olabiliriz, sadece kendisinden sorumlu olan bir kartal gibi
de. bizler tüm bu canlılar gibi doğaya aitiz ama
kurduğumuz düzende kendimizi diğer insanlara ve
metalara o kadar bağladık ki (veya ben böyle sanıyorum)
günümüzün insanı olarak özümüzdeki insanı
anlayamıyoruz. inanın tüm bunların tamamını
bilmiyorum. bir insan olarak insanın üzerine düşünmek
nasıl bu kadar zor olabilir, bu kadar mı yabancıyız
kendimize? ömrümüz boyunca sorular sormakta ve
cevaplar aramaktayız. hepsi bu kısacık hayatı anlamak
ve ne yaşadığımızı bilmek için. belki de hiç
anlaşılamadan bitecek bir hayat, farazi bağlarımız ve
malum yalnızlıklarımız üzerine...
yücel
ARGE ÇALIŞMALARI
Yutuk dilli karaborsadan parçalar çalınıyor gün boyu
Herkesçe kabul gören normalize kabuslar birer düş
kırıklığına dönüşmek için izin istemiyorlar
Gerçekleşmesi güç yapay adımlar yeni yeni icat
edilmeye başlandı
Uzak kaldı sesler bedenime
Yapaylıktan arınmış ARGE çalışmaları birer örnek
topladılar kafamın içinde yer eden seslerden
Sessizlikten başka ne kalabilir insana ya da şöyle mi
denilmeli
Fabrikasyon ayarlı insan personelleri
İlk taşı günahsız olan atsın denildi
Bunu diyen çarmıha gerildi
Ne kadar sistemik kodlarda yanlışlık yapıldı denilse de
ARGE çalışmaları durmadı
Daha çok gerideyiz yüzyıllardan modernize edilmeli
yutuk dilli karaborsalar
Bir çamaşır makinesi titreşiminde arandı insan beyninde
unutulan sesler
İnce tiz bir frekansla kayboldu tarıma elverişli insan
bataklıkları
Genç kalmak istenilen ruhlar için çok geç kalındı
Yudum yudum alındı tanrıdan kefaret
Geri ödemesini kredi kartlarına taksit yapılan ibadetlere
böldüler
Bir sonsuzluk çöktü bu kara merhemli şehre
Doğmak bilmeyen güneşin batışı arzulanıyor birkaç kuytu
köşede
Doğumunu hatırlayamadığımız anıların nasıl da çıkmıyor
batışı yüreklerden
Yine de olsun modernleşiyoruz her geçen yüzyıl geri
kalmış olsak da
Dramatize etmeye gerek yok günleri bir tiyatro oyunu
havasında her gün
Absürt bir trajedi daha ne olsun yaşamak için normalize
edilen kabuslarımız da var
Fabrikasyon ayarlı insan personelleri
İlk taşı günahsız olan atsın denildi
Bunu diyen de çarmıha gerildi
Serhat Uysal
ANTİ-ÖDİPUS KAPİTALİZM VE ŞİZOFRENİ
Arzu Makineleri
İnsan var olduğu sürece üretmeye mecbur kalacaktır.
Sanayi inkılabı ile gelen derin değişimden sonra süreklilik
haline gelen üretme modelleri, paranın
kaynağı haline gelmiştir. Bu durum 20.
yüzyılın başları itibarıyla yıkım
getirmeye başlamıştır. Günde 15 saat
çalışma düzenlerinin olduğu yerde
mutluluk olamazdı. Kazanmak ve
yaşamak için birçok kötü işte çalışmaya
mecbur bırakılan insanlar birer arzu makinelerine
dönüştüler. Eğer makine olmazsa
üretemezdi, bu da aç kalacağı
anlamına geliyordu. Sanayi
inkılabı öncesi dönemde
makinelerin denetimsizce
insanlara karşı bir eğilimi yoktu.
Gereksinim durumunda kullanılan
bu aygıtlar her geçen gün bizleri
kontrol etmektedir. Bu üretim ve
tüketim paralelliği insanları şizofren
duruma getirmiştir. Gerçeklik algısını
yitirmeye başlayan insan her geçen
gün makinelere bağlı kalmaya mecbur
bırakılmış ve kapitalizmin derin
bataklığına gömülmüştür.
Geçen zamanda içine düştüğü durumu
kavrayamayacak hale gelen insanın duygu durumu
iyiden iyiye bozulmuş ve tek yollarının çalışmaktan ve
üretmekten geçtiği öğretilmiştir. Paranın kaynağı nasıl ki
insansa yine tüketmenin kaynağı da aynı kişiydi. Sonsuz
bir döngüye kıstırılan bu dehlizde köşeye sıkışıp kaldık
ve patron da olsan bu sistem seni eritmektedir.
“Arzudan türeyen şey ihtiyaçtır.” Kitapta böyle bir
söylem vardı. Bir telefonu ne kadar arzulayabilirsiniz?
Özellikle Iphone çılgınlığının altında yatan şizofrenik
durum nedir? Makinelerin insanlar üzerinde kurduğu bu
amansız dönemde bana öyle geliyor ki Iphone örneği en
iyi örnektir. Bu arzulama insanı şizoid duruma
sokmaktadır. Elinde çalışan ve kullanmaya elverişli bir
telefon varken yeni çıkanı arzulamak ve sürekli üst
modelleri istemek tam olarak bu duruma örnektir.
Makinelerin sonsuz gürültüsü insanları bunaltmaktadır.
Kaçmanın mümkünatı yok. Bir yere mi gideceksin,
arabaya bineceksin, bir şey mi satın alacaksın? Hemen
kredi kartını çıkarırsın. Birini mi arayacaksın? Evet, bir
makine daha. Ya da bir şey mi dinleyeceksin? Getirin
hemen makinemi! Bu sürece en iyi örnek Black Mirror
dizisindeki “Nosedive” bölümü olmuştur. İnsanlar günlük
ilişkilerinde birbirlerini telefondaki bir uygulama üzerinden
puanlıyorlar ve devam edebilmek için belli bir puanın
üzerinde olmak gerekiyordu. Nosedive kelimesinin
Türkçe karşılığı ise “dibe çakılmak” demektir. Bu, sosyal
medya bağımlısı insanlara karşılık gelmektedir. Hemen
Instagram’a girip bir gönderi at ve sayısız beğeni alarak
güdünü arzuya boğ istersen. Evet sen de bir nosedive
bireysin. Ayrıca şizofren olma yolunda kocaman bir adım
atmışsın. Bir gün birini puanlamak zorunda kalırsanız siz
de egonuzu coşturabilirsiniz, kim bilir. İşte diziden bir
kare:
Psikanaliz ve Ailecilik: Kutsal Aile
“Muayenehanenin kapısında şöyle yazar: Arzulama
makinelerini kapıda bırak; yetim ve bakir makinelerinden,
kayıt cihazlarından ve küçük bisikletinden vazgeç. Gir ve
ödipalleştirilmene izin ver.” İnsan bir şeylerden sıyrılarak
psikolojik-duygusal destek almak istediğinde en büyük
engelin ailesinden korkmak olduğunu biliriz. Sorunu
örtmeye çalışmak, ötekileştirmeye çalışırken kendini de
ötekileştirmektir. Her arzunu bırakarak, oraya girerek en
büyük yıkımlarını aşmak istediğin yerde çözüm için
başvuracağın kişi senin çözümün olmayabilir. Yine de
oraya gitmek, hedefe doğru ilerlemek büyük bir engeli
ortadan kaldırabilir. Lacan ve Freud okumalarında “Erkek
çocuğun cinsel organ fenomeni büyüdükçe
farklılaşmaktadır.” denir. Bunun temel sebebi, annesinin
küçükken yoğun ilgi duyduğu vücudunu yaşı ilerledikçe
kısıtlayıp ayıplamasıdır. Bunun karşısında ise ödipal
dönem oluşmaya başlar.
Babayı öldürme arzusu oluşurken bunun da hatalı
olduğunu öğrenince kendinden nefret etme eğilimi
oluşur. Yaşın ilerlemesi ve eğitim hayatının bitmesinden
sonra oluşacağı arzu makinesi hali için artık hazırdır.
Şizo-odipal bir birey artık iş sahasına girmiştir. Kapitalist
sistemin oyuncağı olmuştur. Bu düzenin yeni bir aile
kurmasıyla da devam etme ihtimali çok yüksektir. Kant,
evliliği bir tür “başkasının cinsel organına sahip olma”
olarak da tanımlamıştır. Bir tür bağ kurma halidir. Kişi
kimi durumlarda erkek-kadın arasında kalma şeklinde
adlandırılabilecek bir duygu durumu yaşayarak histerik
bir hale gelir.
Başka bir örnekleme de ise Nijinsky “Ben Tanrı’yım.
Ben Tanrı değilim, ben Tanrı’nın palyaçosuyum. Ben
Apis’im, ben bir Mısırlıyım, bir Kızılderiliyim, bir zenciyim,
bir Çinliyim, bir Japon’um, bir yabancıyım, bir
tanınmayanım, ben bir deniz kuşuyum ve kara
parçalarının üzerinde uçan bir taneyim.” gibi uzun bir
betimleme ve benzetme yapar. İnsan temelinde her
şeydir. Bölünmelerimizin temel sebebi doğuşumuzdan
sonra gelen hatalı argümanlarla yetiştirilme
biçimlerimizdir. Tıpkı Nietzsche’nin de “Ben bir Alman
değil bir Polonyalıyım.” demesi gibi ırksal bir ayrım da
yapılabilir. Doğduğunda Alman olan Nietzsche hayatının
geri kalanında öyle kalmak zorunda değildir.
Cinsiyet ayırtları yaparken belirli ifadelerde bulunuruz
ama unutmamak gerekiyor ki bu ayrımlar yetiştirilme
biçimleri ve toplumdan gelmektedir.
“İstatiksel veya molar olarak heteroseksüeliz, ama
bilmeden veya farkında olmadan bizzat homoseksüeliz
nihayetinde temel ya da moleküler olarak
transseksüeliz.” İşte bu basit ayrım aslında kitapta da
belirtildiği gibi böyle yapılmalıydı.
Yabanıllar, Barbarlar ve Uygar İnsanlar
Kodlanıyoruz. Hiç durmadan bir ürünün hedefi haline
geliyoruz. Dürtülerimiz yaşadığımız çağda ne
gerekiyorsa ona göre kodlanmış şekilde bütünleşmiş
haldedir. Devlet seni bir tür satın alma aygıtı olarak
görür. Çünkü bir sistemin veya şirketin oluşumu satın
alma üzerine kuruludur. Hiçbir yer yok ki parasız
döngüde kalabilsin. Tüm ücretsiz işlerde veya
uygulamalarda ürün insandır. Sizden aldıkları verileri
işleyerek size bedava başlığı altında birçok şey vaat
ederler. İşte uygar insanın oluşumuna hoş geldiniz.
Toplumsal kalıpların seni bir kaba koyması ve o kaba
incelikle şekil vermesi çok da zor bir iş değildir. Yunan
medeniyetinde varlığını sürdüren ve mitolojilerinin dahi
ana kaynağı olan ensest faktörü insanın ağır bir tabusu
olmuştur.
“Ensest arzulanır, çünkü yasaklanmıştır. Ensest yasağı
ödipal bir teslimi ima edecek, onun bastırılışından ve geri
dönüşünden doğmuş olacaktır.” İşte bu ifade ediliş,
yasaklanan olgunun tekrar ortaya çıkışını temsil
etmektedir. Baskılanmış çalışma sistemleri insanı kendi
içine kapatır ve ona ağır darbeler vurur. Arzunun yasak
olduğu yerde ödipal bir çatışmanın başlayacağı barizdir.
Çünkü bilgisiz ve para politikasının ana koşul olduğu
yerde insanın dürtüleri hiçe sayılarak aslında hiç ortada
bile olmayan, hiçe saydığı yasakları meydana getirir.
Onu ilkel yok oluşuna doğru sürüklemiştir. Kabaca
bireylerin arzu makinesi haline getirilmesi kaçılmazdır.
Üretim sistemi doğrudan tüketimi desteklemektedir.
Burada tükenen aynı zamanda insanın kendisi olmuştur.
Kapitalizm bireyleri ödipal duruma getirir.
“Üçgenleştirilmiş küçük bir mikrokozmos olarak her bir
insan; narsisistik ego, ödipal özneyle özdeşleşir.”
Şeklinde geçen bu cümle bunun en kısa tanımı olabilir.
Nihayetinde çalışma sistemleri insanların her türlü
arzusuna kökünden müdahale eder, devlet sistemi ona
göre düzenler ve ortaya modern insan çıkar.
Sermayenin ölü emek olduğu belirtilirken “yaşayan
emeği” emmekle var olan ve emdikçe bu emeği yaşayan
bir vampire benzer, deniliyor. Bu uzun bir döngüdür.
medeniyetinde varlığını sürdüren ve mitolojilerinin dahi
ana kaynağı olan ensest faktörü insanın ağır bir tabusu
olmuştur.
“Ensest arzulanır, çünkü yasaklanmıştır. Ensest yasağı
ödipal bir teslimi ima edecek, onun bastırılışından ve geri
dönüşünden doğmuş olacaktır.” İşte bu ifade ediliş,
yasaklanan olgunun tekrar ortaya çıkışını temsil
etmektedir. Baskılanmış çalışma sistemleri insanı kendi
içine kapatır ve ona ağır darbeler vurur. Arzunun yasak
olduğu yerde ödipal bir çatışmanın başlayacağı barizdir.
Çünkü bilgisiz ve para politikasının ana koşul olduğu
yerde insanın dürtüleri hiçe sayılarak aslında hiç ortada
bile olmayan, hiçe saydığı yasakları meydana getirir.
Onu ilkel yok oluşuna doğru sürüklemiştir. Kabaca
bireylerin arzu makinesi haline getirilmesi kaçılmazdır.
Üretim sistemi doğrudan tüketimi desteklemektedir.
Burada tükenen aynı zamanda insanın kendisi olmuştur.
Kapitalizm bireyleri ödipal duruma getirir.
“Üçgenleştirilmiş küçük bir mikrokozmos olarak her bir
insan; narsisistik ego, ödipal özneyle özdeşleşir.”
Şeklinde geçen bu cümle bunun en kısa tanımı olabilir.
Nihayetinde çalışma sistemleri insanların her türlü
arzusuna kökünden müdahale eder, devlet sistemi ona
göre düzenler ve ortaya modern insan çıkar.
Sermayenin ölü emek olduğu belirtilirken “yaşayan
emeği” emmekle var olan ve emdikçe bu emeği yaşayan
bir vampire benzer, deniliyor. Bu uzun bir döngüdür.
Kişinin içinden çıkamadığı bu üretim-tüketim dengesi
kişiyi böylece içine çekmektedir. Kapitalizm büyük
cahiller ister. Ona bilge kişiler gerek değildir. Çünkü bilgi
sahibi bireyler uzun çalışma saatlerini, bu tarz aile
ilişkilerini ve böyle bir sistemi kabul etmezler. İçine
girseler dahi bir şeyleri değiştirmek için büyük bir emek
harcarlar.
Şizoanalize Giriş
Kitapta şöyle bir kısımla karşılaşıyoruz: “Kapitalizm;
ilkel zulüm sistemiyle bile ölçülemez bir zulümle, despotik
terör rejimiyle bile ölçülemez bir terörle tanımlanır.
Ücretlerin yükseltilmesi ve yaşamın iyileştirilmesi
gerçekliklerdir. Ama kapitalizmin, sınırlarının
genişlemesine dayanarak kendi aksiyomatiğine her
zaman yenisini ekleyebilmeye muktedir olduğu, herhangi
bir tamamlayıcı aksiyomdan türeyen gerçekliklerdir.” Bir
örneklemle açıklayalım. Bir mağazaya gittiğiniz zaman
bir ürün almak istiyorsunuz. Elinizi uzattınız ve hemen
hazır bir paketli ürünü aldınız. Bu çok kolay bir durumdur.
En ufak problemde dahi sinirleriniz gerilir ve hemen
şikayetçi olursunuz. Hafif şizoid bir eyleme girmişsinizdir
bile. Bunu ne kadar abartabilirsiniz? Yerlere kendinizi
atarak mı yoksa mağaza sorumlusuna ya da benzeri
birini aşağılayarak veya bağırarak mı yaparsınız? Burada
da şizofren durum gittikçe artmaktadır. Doğru ya, para
veriyorsunuz ve en doğal hakkınızdır. Peki, düşündünüz
mü o ürün o mağazaya gelene kadar kaç aşamadan ve
emekten geçiyor? Ürünü bir çikolata olarak ele alalım.
Birçok marka ve tat var. Maceramız Afrika ya da Güney
Amerika’da başlıyor. Yok yok, o kadar geriye gitmeyelim.
İlk aşama o ürünün yetiştirilmesi ve fabrikalara
gönderilmesidir. İkinci aşama ise yağ, şeker gibi diğer
yan ürünlerinde gelmesiyle üretim aşamasına geçilmesi,
pişirilmesi ve tedarik için paketlenmesidir. Üçüncü aşama
ise markanın ürünü dağıtım için araçlara yüklemesidir.
Burada yükleyen, ürünün yapım aşamasında çalışan,
tarım arazisinde yetiştiren ve şirket hissedarlarından
bahsetmiyorum bile. Dördüncü aşaması ise mağazalara
gelmesiyle başlıyor. Elbette önce o markanın başka bir
şirkete tedarik etmesi ile başlıyor ve satış için satış
departmanının bir raf fiyatı koyması gerekiyor. Beşinci
aşaması ise ürünün rafa gelmesi için mağazanın
deposundan mağazaya gelmesi gerekiyor. Onu da
yapacak aracı kişileri unutmayalım. Son aşaması ise
ürünün girişi ve kontrolünden sonra rafa konulması ve
satışa hazırlanışı. İşte şimdi krize girebilirsiniz. Bu kapital
sistemin seni paranla her şeyi kontrol edebilme
hissiyatına getirmesiyle kendinde böyle bir güç
buluyorsun. Ama arka planda olanlardan haberdar
olmayanlar şizofreni krizleriyle, makineleşmiş duygudurum
bozukluğundan ibaret halleriyle satın alarak yoğun
bir tatmine düşerler.
Emre Mete
BEYAZ SAYFA & BEYAZ PERDE
BİR SÜRE YERE PARALEL
GİTTİKTEN SONRA
İntihar eden Başak ve bu intiharın
çevresindeki hikayeler. Birinin ölümü,
romantize edilmediği takdirde,
yalnızca o kişinin yok olması ve geride
olduğu gibi kalanlara ifade edilebilir.
İşte tam da bu yüzden kalanları ele
alan, günlük hayatta gelecekteki bir
ölüme nasıl yaklaşıp
uzaklaşabileceğimizde vuku bulan,
birbiriyle bağlantılı ama birbirinden
bağımsız bir öykü topluluğu.
Barış Bıçakçı; kronolojisinde ortalara
yaklaşması sebebiyle aklımızı
yitirmemizi sağlayan betimlemeleri,
basitliğin içinden süzülen katman
katman cümleleri ve nahif anlatımıyla
yine kendisine kapılıp gitmemizin asıl
nedenini bize hatırlatıyor.
Hayat devam eder.
Bazı çiçekler susuzluğa
ve unutulmaya dayanır.
Hayat her zaman devam
eder, bunu
herkes bilir.
TROIS COULEURS: BLEU
Polonyalı yönetmen Krzysztof
Kieślowski filmografisinin temel
taşlarından olan Üç Renk
Üçlemesi’nin ilk kalp atışı.
Fransız bayrağı; üçlemeye renkleriyle
dokunuşta bulunurken devrimci
toplumun özgürlük, eşitlik ve
kardeşlik algılarını da nakşetmiş
olacak ki üçlemenin her halkasında –
bireyci bir yerden de olsa- buna şahit
olmak mümkün. Mavi, filmde
özgürlüğü hiç hesaba katmadığımız
bir kolundan tutuyor ve melankolinin
rengi olmasının hakkını fazlasıyla
veriyor.
Eşini ve çocuğunu kaybeden Julie’nin
geçmişin esaretinden kurtulup
bireysel özgürlüğüne ulaşma
çabasına ansızın zorunda bırakılan
yüzleşmeler beraberinde tanıklık
ediyoruz. Bu esnada bize sürekli
öksürüyor olmaktan rahatsız olan
kadın, kahveyi 5 saniyede emen şeker
ve Juliette Binoche’un feda ettiği
elleri eşlik ediyor.
“Daima tutunacak bir şeyler bulmak
gerekir.”
desteginiz - için
TEŞEKKÜRLER
G e l e c e ğ i n i z i E m i n E l l e r e B ı r a k ı n
İletişim
info@bilbasaregitim.com
Bambaşka
bir Bilbaşar
# E D E B İ Y A T I K I S K A N M A
KURTULAMAYAN
Önce bitir bu şarkıyı
Bir bardak doldur mavi
YORT SAVUL
Atlasları getirin! Tarih
atlaslarını / En geniş
zamanlı bir şiir yazacağız
ECE
AYHAN
ZAMBAKLI PADİŞAH
Şiir, ölüm ve yaşam
dolayısıyla,
Şimdi ve daima, açıktır
L E N A , K A S I M 2 0 2 2