26.09.2022 Views

Sinemasever Üretimi Artist Dergisi Dördüncü Sayı!

Artist Dergisinin dördüncü sayısı; yeni tasarımlarımız, büyük bir başarıya imza atarak Türkiye'de üvey evlat muamelesi gören politik mizah türünde Sen Ben Lenin adlı filmi çeken yönetmen Tufan Taştan ile yaptığımız röportaj ve yazar ekibimizin hazırladığı birbirinden farklı sinema yazıları ile karşınızda! Diğer sayılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: https://www.yumpu.com/user/artistdergisi

Artist Dergisinin dördüncü sayısı; yeni tasarımlarımız, büyük bir başarıya imza atarak Türkiye'de üvey evlat muamelesi gören politik mizah türünde Sen Ben Lenin adlı filmi çeken yönetmen Tufan Taştan ile yaptığımız röportaj ve yazar ekibimizin hazırladığı birbirinden farklı sinema yazıları ile karşınızda!

Diğer sayılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
https://www.yumpu.com/user/artistdergisi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

ARTİST

sinemasever üretimi bir sinema dergisi

RÖPORTAJ

Yönetmen Tufan

Taştan ile

FİLM/DİZİ

İNCELEMELERİ

Yazarlarımızın

Seçkileri

KORKU

TEKNİKLERİ

Korkunun

Anatomisi

FİLM YAPIM VE ELEŞTİRİ TOPLULUĞU


İÇİNDEKİLER

EDİTÖRÜN SUNUMU

RÖPORTAJ: TUFAN TAŞTAN

DİZİ İNCELEMESİ: THE BEAR

FİLM ÇÖZÜMLEMESİ: BLOW UP

KORKU SİNEMASI TEKNİKLERi

ELEŞTİRİ: GÜZEL OĞLUM

PİNOKYO'NUN SİNEMA YOLCULUĞU

GÜNEY KORE GERİLİM YAPIMLARI

ELEŞTİRİ: KUTUP ÇİZGİSİ AŞIKLARI


SANATIN IŞIĞIYLA

KARANLIKTAN AYDINLIĞA

S

inema tükenmez bir kaynaktır. Teknoloji denilen nimetin kafasını ufak bir hareketle

dışarıya çıkarmasıyla Fransız Louis ve Auguste Lumiere kardeşler zekasını ve

tutkularını kullanarak Sinematograf adlı aygıtı icat etti. Aygıt, bundan tam 123 yıl önce

tren garına kuruldu ve yolcular inmeye başladı. İşte tarihteki ilk sinema filmi de böyle

çekilmiş oldu. Tam o günden bugüne zaman zaman tıkanıp engebelli yollara giren fakat

her seferinde o yollardan daha güçlük çıkıp kendine çağ atlatan sinema, günümüzde

insan için nefes almak kadar tanıdık ama bir o kadar da önemli bir konumda.

Şu an ise pandeminin sosyal hayata etkisi, sinema

salonlarının ekonomik krizlerden etkilenmesi,

insanların film izleme alışkanlıklarının değişmesi ve bu

sebeple de dijital platformların bu alanda varlığını

iyiden iyiye hissettirmesi sinemanın gelişimi adına biz

sevenlerini oldukça endişelendiren etmenlerden...

Özellikle ülkemizde bu olumsuz etkiyi

çok net bir şekilde görebiliyoruz en

basitinden bir biletin en az 50 liradan

başladığını düşünürsek ayda bir kere

sinemaya gitmek bile çoğumuz için

bir lüks haline geldi.

Öncelikle, hiçbir zaman bahanelere sığınmayan ve ne olursa olsun bitirmeyi

hedeflediği o yolu yürüyen bir kahramanın evlatları olduğumuzu hatırlamalıyız.

Bize gereken motivasyonu bulduktan sonra sinemaya sıkı sıkı sarılarak onu kendi

hayatımıza, çevremize, ülkemize ve dünyamıza yaymak adına yapabileceklerimizi

görev olarak bilmeliyiz. İşte Artist Dergisi varlık ve vizyonunu bu noktada buluyor!

Bu vesileyle de bu derginin çıkmasında katkıda bulunan yazar ve tasarımcı

arkadaşlarıma, bizimle röportaj yapmayı kabul eden kıymetli büyüklerime

teşekkürlerimi sunarım. Yaptığımız işin, sayılara veya görüntülere takılmadan ne

kadar kıymetli olduğunun farkında olacağız. Bu farkındalıkla çıkan Eylül sayımızda

sizleri yönetmen Tufan Taştan ile yaptığımız keyifli röportaj dışında yazar ekibimizin

kaleminden çıkan analizler, eleştiriler, sinema dosyaları ve çok daha fazlası bulunuyor.

Keyifli okumalar diler, sinema ve sağlıcakla kalmanızı temenni ederim.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 2


öğrenİm hayatı

Osmangazi Üniversitesi Fizik

öğretmenliği bölümünü ve Ankara

Üniversitesi Uzay Bilimleri

bölümünü yarıda bıraktıktan sonra

2008 yılında girdiği Ankara

Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya

Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden

mezun oldu ve 2010 yılında

başladığı İletişim Fakültesi çift ana

dal programını başarıyla

tamamladı.

BİRÇOK PROJE BİRÇOK İŞ

Birçok tiyatro ekibinde oyuncu,

yönetmen ve dramaturg olarak

çalışmış; çeşitli dergiler ve

gazeteler için kültür-sanat alanında

yazılar kaleme almıştır. Üniversite

yıllarında çalışmalarına başladığı

Yapım-eki’ni şirketleştirerek;

senarist, yönetmenlik ve

yapımcılığını üstlendiği Tersi ve

Yüzü(2009), Sessiz Sinema(2010), Ve

Jülyet (2011), +Değer(2012) gibi kısa

filmlere ve DİSK ortaklığında Bir

Uzun Havadır Direniş(2012) adlı

belgesel filme imza atmıştır.

Birçok ödül kazanan yönetmen son

olarak 48. Uluslararası Antalya Altın

Portakal Film Festivali’nde ‘Pitch’

adlı yarışmada Birincilik Ödülü

almıştır. Mayıs 2012’de proje

sahipliğini üstlendiği, Ankara’nın

modern sanatlar merkezi

CerModern bünyesinde, sinema ve

audiovizüel sanatlar faaliyetlerini

kapsayan CAVA Enstitüsü’nün

Yapım-eki adına Program

Yönetmenliğini ve İcra Kurulu

Üyeliğini sürdürmektedir.

TUFAN TAŞTAN

A R T İ S T D E R G İ S İ / 3


RÖPORTAJ

TUFAN TAŞTAN

1) İlk olarak biraz eskilerden konuşmak istiyorum. Sinemaya olan merakınız ve ilginiz ne

zaman ve nasıl başladı? Şu an yaptığınız iş çocukluğunuzdaki bir hayalden mi geliyor?

Çocukluğa kadar inmek biraz zorlama olur sanırım bilinçli olarak lise yılları demek daha doğru.

Özelinde sinema değil ama sanat ile kurduğum ilişki ortaokuldaki müsamereleri saymazsam lise

çağımda tiyatro ile başladı. Sonra da sırasıyla edebiyat, müzik ve sinema ile devam etti. Sanat ile

kurduğum ilişki de amacım hep derdimi paylaşmak, hikayelerimi anlatmaktı. Sinema benim için

sanatın diğer disiplinlerini de içinde barındıran en büyüleyici sanattı.

2) Sen Ben Lenin, sinemamız adına tartışmasız vizyona girdiği senenin en önemli

filmlerinden bir tanesi. Daha öncesinde birçok kısa filminiz ve bir belgesel filminiz vardı.

Peki uzun metrajlı film çekmeye nasıl karar verdiniz, bu filmin çıkış hikâyesinden

bahseder misiniz?

Sinema yapmaya da bir anlatıcı olma arzusuyla başladım. İlk kısa filmimden bugüne temel

motivasyonum hep anlatmak oldu. Bazen kısa bazen uzun bir hikâye. Belirleyici olan anlatmak

istediğiniz hikâyenin hangi formata daha uygun olduğuyla ilgili. Sen Ben Lenin, yaşanmış bir

olaydan yola çıkan ve kendi gerçeğinin peşine düşen bir film. Anlattığı hikayesi ve biçimi ile uzun

metraja daha uygundu. Barış ile birlikte yola çıktığımız ilk gün, kendi içeriğini ve biçimini belirleyen

bir soruyla başlamıştık: “Peki Lenin heykeli kasabanın meydanına dikilseydi ne olurdu?” Sonra bu

sorunun cevabının peşine düştük. Lenin mi kasabayı, kasaba mı Lenin’i değiştirecek derken ortaya

kara mizah, polisiye ve politik bir film çıktı.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 4


A R T İ S T D E R G İ S İ / 5


TUFAN TAŞTAN

3) Biliyorsunuz ki dijital platformlar artık sinema alanında varlığını iyiden iyiye

hissettiriyor hatta bazı kesimler bunun sinemaya ve sinema salonlarına zarar verdiğini bile

düşünüyor. Sizin de Sen Ben Lenin filminiz dijital platformlar aracılığıyla da seyirciyle

buluştu. Bir çok insan da bu sayede filmlerinizi izleme fırsatı buldu. Bu konu hakkında

olumlu ya da olumsuz düşünceleriniz nelerdir?

Dijital platformlar ve sinema salonları arasında yıllardır bir çekişme yaşanmaktaydı. Gelişen

teknolojinin yanı sıra pandemiyle birlikte bu yarışı dijital kazanmaya başladı. Sinemanın yerini tutar

mı derseniz elbette ki hayır. Fakat yaşadığımız tüketim çağında dijital insanlar için daha cezbedici

ve konforlu bir alan sunuyor. Artık kumanda seyircinin elinde! Sinemaya gitmek bir ritüel gibi sosyal

bir aktivite iken dijital ile evinizin içine giren bir sinema deneyiminden bahsediyoruz. Bu ikisi bence

çok farklı şeyler. Elbette dijitalin sunduğu olanaklarla birlikte daha çok seyirciyle

buluşabiliyorsunuz, biz bunu deneyimledik fakat bu buluşmanın ne kadar etkileşimli olduğu bir

muamma. Maalesef ki bu durum büyük bir paradoks.

4) Siz ve sizin gibi değerli bazı yönetmenlerimizin geçmişine baktığımızda üniversitede ilgili

bir bölümden ziyade mühendislik vb. bölümlerden mezun olup sonrasında sinemayla ilgili

eğitim aldıklarını görüyorum. Sizce bu neden kaynaklanıyor, iyi bir sinemacı olmak için

üniversitede ilgili bir bölümde okumak ne kadar önemli? Son olarak, üniversitede iki bölüm

değiştirdikten sonra iletişim fakültesinde çift anadal yapmışsınız, bu değişiklikleri nasıl

değerlendiriyorsunuz?

Bence sanatın herhangi bir disipliniyle uğraşmak için onun okulunu okumaya gerek yok. Okul

sadece sizin teorik olarak altyapınızı güçlendiriyor. Ben kendi adıma biraz karışık bir üniversite

süreci geçirdim. Evet en sonunda DTCF Tiyatro Bölümü’nü ve çift anadal ile İletişim Fakültesi’ni

bitirdim. Bu bölümler benim okumalarımı yönlendirdi, birikimimi geliştirdi fakat yönetmen olmak

için illa gerekli olduğu kanısında değilim. Farklı bir bölüm okuyup dışarıdan bu okumalar da

yapılabilir. Mesela dünyayla kuruduğunuz ilişkiyle, küfenizde taşıdığınız hikayelerle ilgili neden ve

neyi anlatmak istediğinizde cevap.

5) Sen, Ben, Lenin gerçek bir olaydan ortaya çıkıyor. Fakat tabii ki bir kurmacanın ürünü

hatta sizin söyleminizle heykelin çalınmasının ardından neler olduğunun peşinden gitmeye

çalıştığınız için “kurmacanın kurmacası” diyebiliriz. Buradan yola çıkarak aslında daha

genel bir noktaya değinmek istiyorum; yaptığınız işlerde “gerçek” nerede konumlanıyor ve

sizin için nasıl bir önem arz ediyor?

Evet Sen Ben Lenin gerçek bir olaydan yola çıkıyor ve ilk filmde (çekemediğimiz ve kitap olarak

basılan hikâyede) bir kurmaca yaratıyor fakat sonra ikinci film o yarattığımız kurmacanın

kurmacası oluyor. Gerçekle aranıza mesafe koymanın bir mecburiyet olduğunu düşünüyorum...

Kameranın kayıt tuşuna bastığınız an kendi gerçeğinizi yaratmaya başlıyorsunuz. O andan itibaren

benim için her şey kurmaca. Yönetmenin dünyasına konuk oluyor seyirciler, yönetmenin yarattığı

gerçeğin içine giriyor. Benim yarattığım gerçek ise aslında derdim olan bu dünyayla ilgili göstermek

istediklerim. Kendime, kendi derdimi anlatabileceğim bir alan yaratıyorum.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 6


A R T İ S T D E R G İ S İ / 7


TUFAN TAŞTAN

6) Tutkunun sizin içi tanımı ve işlevi nedir? Ben eminim benim gibi birçok genç arkadaşım

özellikle şu kötü günlerde özellikle gelecek kaygısı sebebiyle kendi tutkusunu bulmakta

oldukça zorlanıyor. Bulanlar da kendi tutkusuyla ilgilenecek güç ve zaman bulamıyor. Bu

konuda biz gençlere tavsiyeniz nelerdir?

Bu filmi 6 yıllık bir süreçte yapabildik. Bu filmin çekilebilmesi sorduğunuz sorunun cevaplarından

biridir, tutkunun sonucudur. Benim için tutku önce inanmak sonra inandığınız şey için gereken irade

ve cüreti gösterebilmektir. Bu filme önce ben inandım, sonra Barış, sonra Zeynep derken oyuncular,

film ekibimiz, yapımcılar... Eğer bir hikâyeyi gerçekten anlatmak istiyorsanız zaman ya da emek

sizin için bir kıstas olmaz. İnandığınız hikâyenizi paylaşmak için ikisini de yaratırsınız, yoktan var

edersiniz. Mesela önce sizin inanmanızda. Benim temel motivasyonum da bu; derdimi paylaşmak,

inandığım hikayeleri bir şekilde dillendirmek, anlatmak.

7) Kuşkusuz filminiz sinema salonlarında hak ettiği ve olması gereken değeri görmedi.

Fakat bunun biz sinemaseverlerden dolayı değil de Türkiye’deki sinemaları tekelinde

bulunduranlar yüzünden olduğunu biliyoruz. Zira bu durumdan biz de oldukça şikayetçiyiz

çünkü bu tür izlemek istediğimiz filmler çok az salonda gösterim şansı buluyor. Siz bu

konuda ne düşünüyorsunuz bu tek düze tekelcilik nasıl son bulabilir?

Kapitalizmi yıkmadığımız sürece son bulmaz, bulamaz. Tekelleşme bu sistem için tüm dünyada bir

sonuç. Kendi içinde serbest piyasayla çelişse de kaçınılmaz bir durum. Sadece sinemada değil tüm

mecralarda var. Elbette bu durum hem yaratıcıları hem seyircileri etkiliyor. Maalesef tekelleşen

dijital platformları da güçlendiriyor ama bu durumdan sistem değişikliği dışında bir kurtuluş

olduğunu düşünmüyorum. Önerebileceğimiz tüm yöntemler sadece pansuman işlevi görecek geçici

olarak bir tedavi sunacak ama sonuç asla değişmeyecek. Çünkü kontrol onların elinde.

8) Politik ve polisiye bir kara mizah yapmak hem meşakkatli hem de sinemamızda zor

yakalanan iş. Bundan sonraki filmlerinizde aynı çizgiden etmeyi düşünüyor musunuz yoksa

bizi farklı türde yeni filmler mi bekliyor, kısacası mümkünse biraz gelecek planlarınızdan

bahseder misiniz?

Anlatacağım tüm hikâyelerin politik olacağı kesin ama biçimini ve türünü belirleyecek olan o

hikâyenin içeriği olacak. Bu konuda hep çok geniş düşünmekten yanayım. Kendime sınırlar

çizmenin doğru olmadığı kanısındayım... Barış ile birlikte ikinci filmimizin senaryosunu yeni bitirdik.

Amacım önümüzdeki yıl o filmi çekebilmek. Yapım çalışmaları için şimdiden kolları sıvıyoruz.

Bakalım süreç bize neler gösterecek.

9) Bizim de Film Yapım ve Eleştiri adlı sinema topluluğumuzda sinemanın yapım kısmına

ilgi duyan birçok arkadaşımız var. Bizim gibi film çekmek isteyen sinemacı adaylarına

vereceğiniz tavsiyeler nelerdir, bu alanda tutkumuzu körükleyip kendimizi geliştirmek için

ne yapabiliriz?

Sırf yapmak için film yapmak bence anlamsız. Anlatacağınız hikayeyle aranızda bir bağ olması

gerek. Bu nedenle ilk tavsiyem inanmak olacak. Neden o filmi yapmak istediğinizi, neden o hikâyeyi

anlatmak istediğinizi ince eleyip sık dokumanız lazım. Siz anlatacağınız hikâyeye inandıktan sonra

gerisi bir şekilde geliyor. Bu gelişi hızlandırmak için bol bol okumak ve izlemek gerek. Gerisi

lafügüzaf.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 8


A R T İ S T D E R G İ S İ / 9


TUFAN TAŞTAN

10) İşinizi severek yaptığınız çok aşikâr (zaten buna bir iş olarak bakmadığınıza eminim).

Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz, başarınızın ve oluşturduğunuz kaliteli eserlerin sırrı bu

mu? Halihazırda sevmeyeceği mesleğin bölümünü okuyan çoğu gence bu konuyla ilgili bir

tavsiyeniz var mı?

Sanat ile uğraşmak ve iyi bir anlatıcı olmak için okuduğunuz bölümün hiçbir geçerliliği yok. Elbette

o bölüm sizin kişisel gelişiminize, dünyaya bakışınıza bir katkı sunacak ama sanat ile aranızdaki

bağı ne kuvvetlendirecek ne de güçsüzleştirecek. Hatta farklı bir bölüm okuyor olmanın deneyimi

eminim ki sanatınıza daha iyi teneffüs edecek. Mesele sizin hangi hikâyeyi neden ve nasıl anlatmak

istediğinizde!

11) Sinema yolculuğunuza “çok büyük katkısı oldu” dediğiniz filmler var mı, varsa birkaç

tanesinden bahsedebilir misiniz? Bunun dışında film izlemenin yönetmenlik noktasında

sizce nasıl bir etkisi mevcut?

Hangi filmi, hangi dönemde, hangi türde ve hangi yönetmenle diye sınıflandırıyorum. İyi filmlerin de

olduğunu bildiğim Hollywood’dan ukdeyle baktığım Ortadoğu Sineması’na, bağımsız Avrupa’dan

kendine has Nordik Sinama’ya... Kendimi ve kendi sinemamı bugüne kadar izlediğim filmlerin ve

okuduğum kitapların bir sonucu olarak görüyorum. O serüvenden iyi ve kötü bulduklarımla bir

sonuç olarak ben sinema yapmaya başladım. Elbette bu benim bilinçli olarak değil bir süreç olarak

geçirdiğim ve geçirmekte olduğum bir aşama. Sanki hiç bitmeyecek! Bitmemesi dileğiyle…

12) İlk filmin yolculuğu için başta ne tahayyül etmiştiniz akabinde neyle karşılaştınız?

Filmlerinizin izleyicide bu kadar karşılık bulacağını öngörmüş müydünüz?

Hayal ettiğinizi tam anlamıyla gerçek kılmak diye bir şey sinemada imkânsız. Mesele hayalinizdeki

filme ne kadar yaklaştığınızla ilgili. Ben de eldeki imkanlar/imkansızlıklarla hayalimdekine

olabildiğince yaklaştığımı düşünüyorum. İlk film yapmak özellikle politik film gerçekten zor bir

süreç. Biz bu zorluğun altından dayanışmayla kalktık. İzleyiciyle buluşmak ise bir sonuç,

biriktirdiğiniz emek bir şekilde karşılığını buluyor.

13) Bildiğiniz üzere, filme ilham olan Lenin büstü, kaldırıldığı belediye deposundan

kayboldu. Akçakoca Belediye Başkanı Okan Yanmaz, “Mutlaka bulmaya çalışacağım” dedi.

Bu haberden sonra filminiz tekrar gündeme geldi, sizin bu ironik konu hakkında

düşünceleriniz nedir?

Hayat sanatı taklit eder! Gerçekten ilk söylediğimiz cümle bu oldu Barış ile. Filmde yarattığımız

kurmaca, ironik bir şekilde gerçekle temas etti. Biz de şaşkınız!Temennim, filmimizin başındaki

kurmacadan etkilenen bu gerçek olayın sonu da umarım bizim filmin sonu gibi biter. Lenin

heykelinin bulunması ülkenin karanlık tarihideki bir olayla yüzleşmesiyle paralel olarak ilerler.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 0


Katılımınız ve cevaplarınız için çok

teşekkür ederiz. Sinemamıza hali hazırda

vermiş olduğunuz ve ileride vereceğiniz

emekler için minnettarız. Bir gün sizi

okulumuzda ağırlamak dileğiyle...

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 1


SON ZAMANLARDAKİ EN

STRESLİ DİZİ: THE BEAR

YAZAN: EGE BUKET

Günümüzde aşçılık, restoranlar ve restoranların içindeki mutfak ortamını konu alan

yapımlar; ‘Masterchef’ ya da Gordon Ramsey’nin ‘Hell’s Kitchen’ programları gibi reality

showlar olmuştur. Fakat, bu yarışma programlarında gördüğümüz, mutfakların gergin ve

stresli ortamlarını sinema ve televizyonlarda şu ana kadar çok rastlamamıştık ta ki Haziran

ayının 23’üne kadar.

23 Haziran’da çıkan ve çıktığı gibi sükse yapan ‘The Bear’ dizisi ritmiyle, stresli ortamıyla,

karakterlerin arasındaki gerginliklerle ve arka planda akan hüzünlü ve depresif hikayesiyle

size bir oturuşta bitirebileceğiniz çok özel bir deneyim sunuyor.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 2


DİZİ ELEŞTİRİSİ: THE BEAR

Dizi Carmen (Jeremy Allen White) adında, dünyanın en büyük restoranlarında çalışmış olan bir

şefin kardeşinin intiharından sonra ona miras kalan Chicago’daki küçük bir sandwich

dükkanın başına geçmesiyle başlıyor. En büyük hedefiyse bu ufak dükkanı daha kaliteli ve

başarılı bir yer yapmak. Fakat bunu yapmak için büyük bir çaba sarf ediyor. Öncelikle o

dükkanın çalışanları Carmen’ı ilk başta ciddiye almıyorlar ve Carmen, onların düzenini

bozmaya başladıkça çalışan daha da inat ederler ve gün geçtikçe aralarındaki gerilim artar. En

sonundaysa Carmen, yaptığı yemeklerin kalitesiyle ve restorana daha fazla müşteri gelmeye

başlamasıyla çalışanlar tarafından sevilmeye başlar ve yavaş yavaş dükkanı hizaya getirir.

Özellikle de genç ve yetenekli şef olan Sydney’de dükkanda çalışmaya başlayınca Carmen

biraz daha rahatlar. Ama önünde iki tane daha büyük engel vardır, birincisi her şeyin eskisi

kalması gerektiğini savunan ve aşırı inatçı olan, kardeşinin en yakın arkadaşı Richie, ikincisi

ise kardeşinin intihar etmeden önce restorana taktığı borçlardır. Carmen daha kardeşinin

intiharını atlatamamışken, çalıştığı yerdeki kaotik ortam ve restoranın borçları da üst üste

binince psikolojisi iyice bozulan Carmen soluğu rehabilitasyon topluluklarında alır ve kendi

hayatını bir düzene koymaya çalışır.

Özellikle de genç ve yetenekli şef olan Sydney’de dükkanda çalışmaya başlayınca

Carmen biraz daha rahatlar. Ama önünde iki tane daha büyük engel vardır, birincisi her

şeyin eskisi kalması gerektiğini savunan ve aşırı inatçı olan, kardeşinin en yakın arkadaşı

Richie, ikincisi ise kardeşinin intihar etmeden önce restorana taktığı borçlardır.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 3


'X' SİZİ EĞLENDİRMEK İÇİN ÖLÜYORLAR

Dizinin dikkat çeken noktalarından biri sahici olması. Dizinin yaratıcılarının diziyi bir sette

çekmek yerine gerçek bir dükkanda çekmeleri ve iki başrolünde aşçılık eğitimi almış olup

dizideki çoğu yemek sahnesinin gerçek olması gerçekten hoş detaylar. Fakat dizinin en büyük

alameti farikası ise yazının başında da değindiğim kaotik ortamı. Mutfakta sürekli birbirine

bağıran çağıran insanlar, bozulan makinalar ve yetişmeyen siparişler eşliğinde oluşan bu

keşmekeş ortam dizide harika bir biçimde resmedilmiş.

Dizide anlatılan en özel şeylerden biri ise insanların ulaşmak istediği hedeflere giderken

yaşadıkları zorluklar ve motivasyonları ne kadar düşse de ya da çalıştıkları ortam ne kadar

zorlayıcı olsa da her zaman yılmamak gerektiği ve her seferinde daha çok çalışmak gerektiğini

göstermesidir. Mesela dizide tatlılarla uğraşan Marcus hep yeni şeyler deneyen ve bu yaptığı

tatlılarla Carmen’ın takdirini kazanmayı amaçlayan birisidir. Fakat bir gün dükkandaki

makinayı bozmasıyla ve üstüne bir de Carmen’dan küfür yedikten sonra önlüğünü çıkarır gider

fakat daha sonra tekrar gelip aynı şekilde devam etmesi bunun en büyük örneğidir.

Başka değinilmesi gereken bir nokta ise dizinin 7. Bölümünün plan-sekans şeklinde çekilmiş

olmasıdır. Yani hiç kesme işlemi olmadan tek bir sahneymiş gibi çekilmiştir. Bu kadar kaosun

ve keşmekeşliğin olduğu bu diziyi bu şekilde çekmek gerçekten harika bir başarıdır.

Son olarak da dizi hakkında bir fun-fact vermek gerekirse, dizi yayınlandıktan sonra

Chicago’daki birçok İtalyan sandwich’i satan dükkanlara yoğun bir ilgi artışı olmuş ve

birçok restoran sahibi de hala diziye teşekkür etmektedir. Yazımı sonlandırırken de

sizleri, dizinin 6. Bölümünün sonunda çalan, Sufjan Stevens’ın ‘Chicago’ şarkısı

eşliğinde sizi diziyi izlemeye davet ediyorum.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 4


HAYATINI DEĞİŞTİREN FİLMLER

Rahatsız edici filmler dendiğinde akla gelen

yönetmenlerden bir diğeri de Almodovar. The

Skin I Live In, Kika, Talk to Her gibi yapımlarla

sinema dünyasına ismini kazımış olan yönetmen,

Billy Wilder’ın yönettiği ve başrollerinde Marilyn

Monroe, Tony Curtis ve Jack Lemmon’ın yer

aldığı Some Like It Hot filminin hayranı.

Almodovar’ın film listesinde dram, komedi ve

gerilim gibi birçok türden eser var. The Night of

the Hunter, All About Eve, Midnight ve Leave Her

to Heaven bu listede üst sıralarda yer alıyor.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 4


FİLM ÇÖZÜMLEMESİ:

BLOW UP

YAZAN: ZEYNEP TOZLU

Blow Up filmi, Michelangelo Antonioni'nin yönettiği 1966 yapımı bir filmdir.

Filmde, toplumsal olayları pek umursamayan, apayrı bir dünyada yaşayan

Thomas'ı ve başından geçenleri konu alıyor. Başarılı bir fotoğrafçı olan Thomas

aynı zamanda kadınların göz bebeğidir, kadınlar onun foto modeli olmak

istemektedir. Thomas da elbette ki bu ilginin farkındadır ve bu onun egosunu

tatmin etmektedir, oldukça çapkındır ve tutkulu bir hayatı vardır. Fotoğrafını

çektiği kadınlara asılır, her zaman kendi istekleri olsun ister, modeller hata

yaptığında onları azarlar. Özetle, kendisine bir egemenlik kurmuştur.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 5


BLOW UP FİLMİ ÇÖZÜMLEMESİ

Blow Up'un esas konusu Thomas'ın, hayal ürünü olup olmadığı belirsiz bir cinayete tanık

olması gibi gözükse de altyapıda yer verilen pekçok konu filmin esas öyküsünü

oluşturmaktadır. Örneğin filmin ilk sahnesinde ve ileriki bir iki sahnesinde daha fabrikadan

çıkan işçileri, bir yandan da gürültüyle bağırarak koşuşturan pandomim sanatçılarını

görüyoruz. Filmin ortalarına doğru ise halkın eylem yaptığı bir sahne var. Antonioni,

filmlerinde insanların içinde kapalı bir şekilde duran kutuyu açar ve gerçekleri gözler önüne

serer. Protesto sahnelerinin işaret ettiği o dönemin toplumsal olaylarıdır. Gelişen teknolojinin

ve şehirleşmenin, sanayileşmenin insanlar arası iletişimi koparması, tüketimin aşırılığı,

çalışma temposu ve koşullarının sonucu olarak hayata yabancılaşma, ben kimim sorusunun

cevaplanamıyor oluşu...

Yönetmen Antonioni, diğer filmlerindeki karakterler gibi Blow Up’ta da ben kimim ve

burada ne yapıyorum sorusunun yanıtını arar. Filmdeki bütün yan olayların çıktığı ortak

nokta iletişim kopukluğudur. Kısacası kentli insanların yaşamını gözler önüne sermiştir.

Bunların haricinde, Antonioni daha pekçok konuyu filmeyedirmiştir. Thomas'ın model

kadınlarla ilişkisi, erkek egemen topluma vurgu yapmaktadır.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 6


FİLM ANALİZİ

Blow Up'ta uzun planlar dolayısıyla ölü zamanrlara da sıklıkla rastlanıyor. Antonioni'nin

kamerası da yer yer dinamik ve geniş planlara da pek çok kez yer verilmiş. Bu geniş

planlarve dinamik kamera filmin ve yönetmenin üstüne okuduğum makalelerden yaptığım

çıkarımlara göre karakterin şehirle olan ilişkisini bize aktarıyor. Mesela araba sahnesinde

Antonioni, şehrin hızını ve binaların sıkışmışlığını hissettirmek için kamerasını

hareketlendirmiştir fakat bazı sahnelerde kamera sabittir. Örneğin; karakterin içsel

çatışması, gerçeği sorgulaması söz konusuysa. Aynı zamnda filmde tanrısal bakış açısını da

görüyoruz. Örneğin; final sahnesinde Thomas kosskoca bir yeşilliğin ortasında tek

başınadır. Bu da gerçeğin, evrenin sonsuzluğu içinde kendini üstün zanneden bir insanın

aslında bir kum tanesi kadar küçük olduğunu gösteriyor bize.

Blow Up, gelişen dünyayı, toplumsal baskıyı, yozlaşmayı derinden ele alan bir filmdir fakat

filmin sonunda olaylar çözüme kavuşmaz. Bu da umutsuz gelecek görüşünün varolduğunu

işaret eder bize. Filmin sonunun bu kadar açık uçlu olmasının sebebi de budur. Umutsuzluk.

Thomas'ın çözmeye çalıştığı cinayet bir belirsizlikle sonuçlanır. Karakteirmiz ayı,nı

zamanda yenilgiye uğramıştır da diyenbilriz. Gerçeğin değişitirilemez, reddin gereksiz

olduğunu gösterir.

Filminin konu başlıkları : Yenilgi, kaçış, ölüm, intihar olan Antonioni, Blow

Up’ında finali düz bir gerçeği (cinayet oldu veya olmadı veya katil şu kişi diye

düz bir şekilde söylemektense bunu sanrılara bağlıyor.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 7


ORTADAKİ FİLMİ SEVDİYSENİZ

VISKNINGAR

OCH ROP

WOMAN

WALKS AHEAD

LADY BIRD

LITTLE

WOMEN

JANE EYRE

YANINDAKİLERE DE MUTLAKA

BAKMALISINIZ

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 8


KORKU SİNEMASINDA KULLANILAN

TEKNİKLER: NEDEN KORKARIZ?

YAZAN: DİLA LAFÇIOĞLU

Korku ve gerilim dendiğinde, genellikle,

gerilmeyi gereksiz bulan taraf ya da

bundan garip bir zevk alan taraf olarak

ikiye ayrılırız. Kimimiz artık bazı

sahnelerin klasikleştiğini, kimimiz ise

alışmasına rağmen hala benzer

sahnelerde korkarız. Peki o sahneler

“benzer” yapan nedir? Gelin gerilmemizi

sağlayan belli tekniklerden en sık

kullanılanlarına bir göz atalım.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 8


1) ARKA PLAN HAREKETİ

En kalıplaşmış tekniklerden biriyle başlayalım. Ana

karakterin yüzü size dönükken, arka planda karakterin

farkında olmadığı bir hareket meydana geldiğini

gözünüzde canlandırın. Karakterin farkında olmaması

sizi daha çok geriyor, değil mi? Sizin bildiğiniz şeyleri

bilmediği için yapabileceği onca davranış sizi korkutur

ve her an başına bir şey gelmesini beklercesine

karakteri izlersiniz.

2) YAVAŞCA DÖNME HAREKETİ

Şimdi az önce hayal ettiğiniz sahneyi devam

ettirdiğinizi düşünelim. Karakter arkasındaki hareketin

farkında olmaz fakat bir süre sonra bir şeylerden -

mesela duyduğu herhangi bir çıtırtıdan- şüphelenerek

arkasına dönmeye başlar. Fakat bu süreç o kadar yavaş

gerçekleşir ki, karakter dönene kadar siz çoktan

gerilmiş ve sıçramaya hazır bir halde bekliyor

olursunuz.

3)MÜZİK VE EFEKT KULLANIMI

En önemli ve olmazsa olmaz tekniklerden biri tabi ki

müzik seçimi. Doğru bir müzik seçimiyle, başka herhangi

bir tekniğe ihtiyaç duyulmadan bile yeterli gerilimi

yaratılabilir. Kullanılan müziğin hızı ve sesi, oluşan

gerilime karşı sizi hazırlamak ya da tam tersi

beklenmeyen bir anda şaşırtmak için kullanılabilir.

Ayrıca sessiz bir ortamda kullanılan kalp atışı, nefes

alışveriş sesleri ya da kapı gıcırtısı gibi spesifik efektler

izleyiciyi her zaman uyaran faktörlerden olmuştur.

4)BULANIK SAHNELER

Bir şeyin size doğru koştuğu, süründüğü ya da sallandığı

herhangi bir sahneyi düşünün. İyi bir kamera çekimiyle

ve doğru atmosferle yeterince gerici olabilecek bu

sahneyi, şimdi bir de bulanıkken hayal edin. Bulanık bir

kamera çekiminde, size doğru gelen şeyin ne olduğunu

bile tam olarak anlayamayacağınız için, sahne genelde

seyirci için daha korkutucu hale gelir.

Daha farklı birçok teknik olsa da, başta müzik olmak üzere bu dört farklı teknik çoğu

korku/ gerilim filminin temelini oluşturmakta. Aslında çoğumuzun bu tekniklerin

farkında olmasına rağmen hala korkuyor oluşumuz ise tamamen ayrı bir konu…

A R T İ S T D E R G İ S İ / 1 9


YAZAN: ARDA EZBERCİ

Belçikalı yönetmen Felix van Groeningen’in İngilizce dilinde çıkış filmi olan bu biyografik

drama, gazeteci David Sheff ve oğlu Nic’in yaşadıklarını perdeye en içten şekilde aktarıyor.

Başrolleri Steve Carell ve Timothee Chalamet paylaşıyor ve bu ikilinin uyumu muazzam

seviyede. Gerek aile içinde yaşanan mutlu anlardaki doğallık gerekse oğlunun yaşadığı zor

anlarda yanında bulunmak isteyen endişeli baba rolü ile Steve abi döktürüyor ve açıkçası

herkesin aklına komedi ile kazınmış bir oyuncunun drama işinde de bu seviyede oynuyor

olması takdir edilesi. Timothee ise jenerasyonunun en iyi oyuncularından olduğunu her işinde

kanıtlamaya devam ediyor. Rol ve film seçimlerinde çok esnek olması da çok özel kılıyor

kendisini Dune’da prens, Little Women’da çaresiz aşık ve Beautiful Boy’da metamfetamin

bağımlısı bir genç olarak görüyoruz ve hepsinde de o inandırıcılığı bize vermeyi başarıyor.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 2 0


FİLM ELEŞTİRİSİ

Filmin cast seçiminde ise ilgimizi çeken bir durum var. Amy Ryan da bu filmde bulunuyor ki

kendisini The Office Holly olarak tanırız. Bildiğiniz üzere Micheal (Steve Carell) ve Holly

dizide evleniyorlardı ancak bu filmde görünen o ki ilişkilerini yürütememişler ve çocukları

olduktan kısa bir süre sonra ayrılmışlar. Olaylı bir ayrılık olmaması ve hala görüşüyor

olmaları kalplerimize su serpse de yine de beraber olmadıklarını görmek bizleri üzdü. Tabii

ki dizi ve film birbirine bağlı değil ve işin esprisindeyiz ancak bu ikiliyi yıllar sonra ekranda

birlikte oynarken görmek yüzlerimizi gülümsetmeye yetti.

Beautiful Boy, oğlunu bağımlılığın pençesinden kurtarmak için umutsuz bir babanın yürek

burkan hikayesini anlatıyor şeklinde özetlenebilir ancak bundan çok daha fazlası. Beyaz

perdede ve tabii hayatın kendisinde pek sık rastlayamadığımız sıcaklıkta baba oğul ilişkisi

ve duygularını açıkça aktarabilen iki erkek bireyin yansımasına şahit olmak gibi ilgi çekici

bir deneyim de sunuyor. Bu samimi baba oğul ilişkisini özellikle bizimki gibi geleneksel

tabulara bağlı yaşamayı görev kabul etmiş toplumlar yüzünden pek de

gözlemleyemediğimiz için izleyici olarak beklenmedik seviyede pamuk gibi oluyoruz

izlerken bu sahnelerde. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği içindeki bir ortamda bulunmanın

herkese yüklediği gereksiz saçmalıkları düşünmeye itiyor bu film izlerken. -Tabii ki ataerkil

bir toplumda ve çürümüş zihinlerin çoğunlukta olduğu bir ülkede kadınların yaşadığı sorun

ve sıkıntıların farkında olan hiçbir insan erkeklerin içinde bulunduğu durumdan mağduriyet

yaratmamalı ve yaratamaz da.-

A R T İ S T D E R G İ S İ / 2 1


FİLM ELEŞTİRİSİ: BEAUTIFUL BOY

Bu eşitsizliği düzeltmenin yolu erkeklerin bilinçlenmesi ancak bunu da bizim gibi ülkelerde

sağlamak çok zor farkındayım. Erkek kendisine bahşedilen güçlü, duygusuz ve aklına esen

her şeyi yapan model olarak yetiştirildiği sürece yozlaşıp korkunç bir canavara

dönüşmesine ışık tutuluyor sadece. Bu yüzden bu filmdeki ilişkiyi çok değerli buluyorum.

Hem baba hem oğul olarak karakterlerimiz o kadar kırılgan ki. Gerçek hayat böyle bir şey

çünkü. Bu filmdeki en değerli sahnenin baba ve oğulun başından ne geçerse geçsin

birbirlerine içten şekilde sarılıp “her şey” (seni her şeyden çok seviyorum kastederek)

demeleri olduğunu düşünüyorum çünkü büyüklerimiz tarafından içini doldurmadan sadece

baskı için kullanılan “aile” kavramının özü bu saf sevgiden geliyor sadece.

Sinemada ve günlük hayatta çoğunlukla anne-oğul ve baba-kız temelli dramalara şahit

oluyoruz ancak bu filmdeki ilişki o kadar gerçek ki bir an için tüm kalıpları unutup sadece

ebeveyn-evlat ilişkisine odaklanıyorsunuz ve bu açıdan çok değerli bir film olduğunu

düşünüyorum. Tabii ki sanat için sanat ve filmin böyle bir konuyu aktarma zorunluluğu yok

ancak güzel tarafı da burada aslında film bunları anlatmıyor o karakterlerin normali

şeklinde yansıtıyor ve filmi izlerken hiçbir karakterin cinsiyet temelli davranmadığını

görmek böylesine üzücü ve dram temelli bir filmin değerini de çok üst seviyelere taşıyor.

Bu ay itibariyle canımız Mubi koleksiyonuna eklenen bu güzel filmi aynı zamanda Amazon

Prime sayesinde de izleyebilirsiniz ve bana soracak olursanız kesinlikle de izlemelisiniz.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 2 2


PİNOKYO’NUN SİNEMA YOLCULUĞU

YAZAN: BERKAY KARAASLAN

Pinokyo! Bu ismi duymayanınız var mı? Sanırım hayır. Herkesin iyi kötü bildiği,

çocukluğuna yön vermiş karakterlerden biri Pinokyo. Ve ustası Geppetto , 1881 yılında

İtalyan yazar Carlo Collodi‘nin eseri ‘’Pinokyo’nun Serüvenleri’’ adlı çocuk kitabı ile ilk

kez hayatımıza girdi Pinokyo veya orijinal haliyle ‘’Pinocchio’’. Bir çoğumuz çocukken

bu kitabı veya elden geçirilmiş versiyonlarını okudu. Veya bugünkü konumuz olan

sinema filmlerini izledi.

Hepimiz belki de Pinokyo sayesinde yalan söylemekten korktuk... Burnumuz uzar diye. Öyle

ya da böyle Pinokyo günümüze kadar gelen ikonik bir tahta çocuk oldu. Pinokyo’nun kitaplara

olan etkisi kadar sinemaya da etkisi bir hayli çok. Dediğim gibi çok çeşitli Pinokyo

uyarlamaları çıktı bugüne kadar. Pinokyo, ilk defa 1911 yılında Dünya’daki ilk filmlerden olan

‘’The Adventures of Pinocchio ‘’ ile sinemaya merhaba dedi. Ve bundan sonrada bu

merhabaların ardı arkası kesilmedi.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 2 3


SİNEMA YOLCULUĞU: PİNOKYO

İrili ufaklı çeşitli yapımların yanı sıra, benzersiz

ve deneysel de birkaç uyarlama filmi oldu

Pinokyo’nun. Bunlara örnek olarak 3000 yılında

geçen 2003 yapımı Pinokyo 3000 veya 1996

yapımı korku – gizem filmi olan Pinokyo’nun

İntikamı. Ve son olarak da yine bu yıl 9 Aralık’ta

çıkacak olan Guillermo del Toro’dan gelecek

olan Pinokyo yapımı gibi gibi...

Ama bizim bugünkü konumuz, masallardan

uyarlama olan filmler dediğimizde akla gelen ilk

stüdyo olan Disney’in yayınladığı Pinokyo

yapımları, Disney neredeyse her çocuk masalına

el attığı gibi Pinokyo’ya da el attı tabii ki 1940

yılında. Birçok insan karakterin geleneksel

çizgilerini değiştirdiği için Disney’e kızsa bile

yine de karakterin popülaritesinde büyük bir

payı olduğunu İnkâr edemez.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 2 4


SİNEMA YOLCULUĞU: PİNOKYO

1940 yapımı animasyon filmi olan Pinokyo’da çoğu Disney yapımında olduğu gibi yine müzikal

bir hava var ve film yer yer şarkılı öğüt veren sahnelere yer veriyor. Bu filmi de güzel yapan

şeylerden birisi kesinlikle bu diyebilirim. Sonuçta daha çok çocuklara yönelik bir yapım. Filmi,

arada göze çarpan mantık hatalarına rağmen yine de sevdim. Su altında nefes alan vicdanımız

gibi. 1940 yılına ait olmasına rağmen hala büyük bir zevkle izlenebilecek kaliteye sahip bir film

Pinokyo. Gerek müzikal anlatımı gerek gerçek bir çocuk saflığında olan ve gerçek çocuk gibi

hissettiren Pinokyo olsun. Filmin en sevdiğim kısmı Eğlence Adası kısmı oldu kesinlikle. Küçük

çocukların saflığını, iyiyi ve kötüyü algılayışını ve kendi yollarını çizmesini gayet güzel bir

şekilde anlatmış film. Bazı kısımlarda korku ile iyi ve kötü seçimlere zorlamalıyız gibi bir mesaj

hissettim. Umarım yanılıyorumdur.

Bundan yaklaşık 82 yıl sonra gelen yeni Pinokyo filmi nasıl mı derseniz, durumlar karışık

derim. Yakın zamanda tüm eski animasyonlarını, yeni izleyici kitlesine de sunup kabul ettirmek

isteyen Disney, tüm animasyonlarının, Live Action (Canlı Aksiyon) hallerini yapmaya başladı

biliyorsunuz. Eh, bu yapımlardan sıranın Pinokyo’ya gelmesi de kaçınılmazdı. Bugüne kadar

çıkan tüm yeniden yapım Live – action filmler maalesef pek başarılı olamadı. Ve ben de

animasyon hallerini tercih eden kesimdenim. Peki, bu yapımların bir yenisi olan Pinokyo’da

nasıl bir iş çıkarmış Disney? Hadi gelin bakalım.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 2 5


CASABLANCA

MANTAR PANOYA İLGİNÇ NOTLAR: CASABLANCA'YA SANSÜR

Nazi karşıtı teması sebebiyle film savaşın bitiminin ardından 1952 yılına dek dönemin Batı

Almanya’sında gösterime girmedi. Bu tarihten sonra gösterime girdiğinde ise ağır şekilde

sansüre uğradı ve filmden nazizme dair tüm referanslar kaldırıldı. Filmin sansürlü versiyonu

orijinalinden 25 dakika daha kısaydı ve kalan kısımdaki bazı cümleler de dublajla

değiştirilmişti. Bu versiyonda Victor Laszlo, Interpol’den kaçan Norveçli bir atom fizikçisine

dönüştürülmüştü. Filmin orijinal hâli ise Almanya’da ancak 1975’te gösterime girebildi.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 2 6


GÜNEY KORE YAPIMI GERİLİM

FİLMLERİ İNCELEME SERİSİ:

FORGOTTEN

YAZAN: RUMEYSA METİN

Sinemayla ilgilenen okurlarımız olarak bilirsiniz ki son yıllarda çok popüler olan Güney

Kore dizileri kadar Güney Kore filmleri de dünyada oldukça büyük bir izleyici kitlesiyle

buluşuyor. Birçok türü içinde bulunduran Güney Kore Sineması’nın en dikkat çeken

unsurlarından biri de gerilim filmleri. Kore yapımı gerilim filmleri başlığı altında izleyici

kitlesi geniş, yüksek IMDb puanlı ve birçok ödüle layık görülen filmlere rastlamanız gayet

normal. Biz de siz sevgili okurlarımızla birlikte bunlardan bazılarını inceliyor olacağız. Bu

sayımızda inceleme serimizin ilk bölümünü paylaşacağız. İyi okumalar dileriz.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 2 7


FİLM ELEŞTİRİSİ: FORGOTTEN

Jang Hang-jun’un yazıp yönettiği, Ha-neul Kang ve Kim Mu-yeol gibi isimlerin yer aldığı 2017

yapımı psikolojik gerilim filmi Unutulmuş (Forgotten), ailesiyle birlikte yeni bir eve taşınan

Jin-seok’ un (Ha-neul Kang) ağabeyi Yoo-seok (Kim Mu-yeol) kaçırıldıktan ve 19 gün ardından

geri döndükten sonra ağabeyinin davranışlarındaki değişimin gizemini çözmek için verdiği

mücadeleyi konu alıyor.

Bir saat kırk dokuz dakikalık süresiyle genele nazaran uzun sayılan film, temposu ve belli

aralıklarla izleyiciye sağladığı yeni bilgilerle izleyicinin merak duygusunu ve düşünsel sürecini

harekete geçiriyor. Senaryo film boyunca üzerinde fazla düşündürmeyecek minik detaylarla

asıl hikayeye dair ipuçları veriyor. Bir bilmece gibi izleyiciyi en zayıf noktasından yakalıyor;

bilinmezlik. İzlerken sürekli yeni teoriler üretiyorsunuz ve zekice kurgulanmış sahneler

teorilerinizi ivedilikle boşa çıkarıp her sekansta sizi ayrı bir çıkmaza sokuyor. Bu şekilde

filmin sonuna kadar aynı heyecan ve merakı sürdürebiliyorsunuz.

Filmin sonlarına kadar psikolojik gerilim ve gizemle yoğurulmuş serüven tüm gizemin

çözülmeye başladığı son dakikalarda yerini ağır bir drama bırakıyor. Bu, sanki iki farklı film

izlemişsiniz gibi hikayeyi başka bir boyuta taşıyor; tabii ki hikayeyi saptırmadan. Film, yoğun

duygularla beslediği izleyicisini çözülme evresinde muhteşem bir plot twist ile şoka uğratıyor.

Jin-seok’un ağabeyi ile olan çatışmasının konu alındığını düşündüğünüz film sizi çok farklı bir

ana çatışmaya götürüyor. Bir dizi gizemi çözmekle geçen sürenin sonunda her şey rayına

oturmasıyla gelen rahatlama hissi ve aynı zamanda hikayenin dramatik evriminin sağladığı

yeni duygular izleyiciyi moddan moda sokuyor.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 2 8


GÜNEY KORE YAPIMI GERİLİM FİLMLERİ: 1

Tabii bu durumda sadece senaryo değil oyunculuklar da çok etkili. Oyuncular tüm duyguları

layığıyla hissettiriyor. Cast seçimleri hikayeyle gayet uyumlu olmuş. Özellikle Ha-neul Kang

ve Kim Mu-yeol psikolojik gerilimin yanında dram, aksiyon, gizem gibi alt türleri olan bir

hikayede yer almanın zorluğunun altından başarılı bir şekilde kalkmış. Bu da oyuncuların

çok yönlülüğünü ortaya koyuyor.

Diğer sinematografik ögeleri düşünecek olursak film puslu ve koyu mavimsi görüntüsü,

yağmurda ve izbe sokaklarda çekilen sahneleri, iç mekan ve dış mekan çekimlerinde

kullanılan dramatik aydınlatmasıyla gizem ve gerilim hissiyatını ön plana çıkarıyor. Sahne

geçişleri, flash back sahnelerindeki ritmik kurgu ve müziğin uyumu filmi daha estetik

kılıyor. Özellikle, “Blue Christmas” şarkısının çaldığı sahnedeki ağır dram, gayet huzurlu

bir modu olan bu müzikle oluşturduğu karşıtlık ile büyük bir seyir keyfi sağlıyor.

Sonuç olarak Unutulmuş (Forgotten) 7.4 gibi yüksek bir IMDb puanını hak etmiş

görünüyor. Ayrıca filmin içinde bu kadar ince detay olması ve süresinin gereksiz uzun

sahneler yerine tempolu bir sahne akışı ile doldurulması üzerinde çok çalışılmış bir kreatif

sürecin olduğunu ortaya koyuyor. Hangi bilgilerin neden verildiği konusunun havada

kalmaması da filmin en iyi yönlerinden biri. Eğer her dakikasına değecek Kore yapımı bir

gerilim filmi izlemek isterseniz bu filme bir şans vermenizi öneririz. Filmin sonunda ise

mendilleri hazırlayın, bizden söylemesi.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 2 9


SENARYO İPUÇLARI

1.Fikrinizi ana bir tema çerçevesinde

şekillendirin (aşk, ayrılık, savaş, adalet

vs.). Yan temalar da bulunabilir.

2.Hikaye için bir ana fikir belirleyin ve

hikaye boyunca bu ana fikri destekleyecek

seçimlere başvurun. Ana fikrinizle

seçtiğiniz aksiyonlar tutarlı olsun.

3.Hikayenin sonu başı kadar önemlidir ve

hikayenin öncelikle başını ve sonunu

belirlemek gelişme kısmında karşınıza

çıkabilecek fikir karmaşasından sizi önemli

ölçüde koruyacak ve

hikayenizindağılmasını önleyecektir.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 3 0


YAZAN: CAN TURBAY

Daha önce hiçbir filmi izledikten sonra eleştirisini yazıp yazmamak veya ne yazacağımla ilgili kafam

bu kadar karışık olmamıştı. Umarım tıpkı film gibi görünürde karışık fakat bir o kadar da güzel bir

yazı olur. Öncelikle adından da tahmin edilebileceği üzere bu romantik mi romantik, iç ısıtan bir aşk

filmi. Fakat izlemeye alışık olduğunuz tamamıyla bir çiftin ilişkisine (iyisiyle kötüsüyle ilişkinin tüm

süreçleri) odaklanan klişe bir yapım değil. Hatta bu türdeki özgün yapımlardan da oldukça farklı.

Bunun birçok sebebi olsa da filmin ''bir aşk hikayesini değil, aşkın hikayesini anlatması''. Bu aşkın

bir de bu hayattaki en nadide eser olan ''tesadüf'' ile bezelenmiş olması filmi bambaşka bir

seviyeye konumlandırıyor.

Hikayemiz, içe dönük ve sıradışı kahramanı sevgili Otto, bunaltıcı bir okul gününün sonunda hiçbir

şeyden habersiz bir biçimde tesadüf eseri Ana ile tanışır. O gün bu tanışmaya bir çocuğun topa çok

kötü bir biçimde vurmasıyla olur ve sonrası kelebek etkisinin büyüleyici hayal gücüne bırakılır. Zira

bir şekilde kendileri gibi Otto'Nun babasıyla Ana'nın annesi tanışır ve bu ebeveynler yeni bir aşka

yelken açtıkları için Otto ile Ana'nın kaderleri çoktan bağlanmış bir vaziyete gelmiştir.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 3 1


FİLM ELEŞTİRİSİ: KUTUP ÇİZGİSİ AŞIKLARI

İkisinin de fark ettikleri ilk ve belki de tek ortak noktaları, ikisinin de isimlerinin palindrom yani

tersten okunuşlarının da aynı olmasıdır. İsimlerinde başlayan bu bağ filmde yaşanan birçok

olayda zedelenir, her an kopacak duruma gelir fakat bir türlü kopmaz, kopamaz. Tesadüf

dediğimiz kader kavramının neferi buna asla müsade etmez. İşte biz de bunu izleriz filmde:

Hayatın gerçeklerinin bu aşkın bağlarını koparmaya çalışması fakat tesadüflerin buna asla izin

vermemesi.

Filmde bu bahsettiğim ana hikaye dışında hem hayatın içinden hem de duygu yüklü o kadar güzel

yan hikayeler var ki sizi ilginç bir merak ve temponun içine atıp ''ya bu olay nerden çıktı şimdi, e

bu oldu tamam da bu olandan sonra nereye bağlanacağız?'' şeklinde sordurtuyor. Ayrıca hepsi

ana hikayeyle ilgili olmasının yanında birbiriyle de görünmez bir bağla sarılmış vaziyette. Bu

hikayelerin en güzeli ve ana hikayenin temelini oluşturan ise Otto'nun isminin nereden geldiği,

bunu burada anlatmayacağım zira Otto'dan dinlemeniz ve tüm film boyunca bu hikayeden izler

görmeniz seyir zevkiniz adına çok daha iyi olacaktır.

Bunun haricinde özellikle filmin başındaki Otto ile babasının konuşmasındaki diyaloglar

Instagram'da çektiğiniz manzara fotoğraflarının altına yazmalık (kişi kendinden bilir işi). Tıpkı

film gibi biraz absürt olan bu replikler filmde söylendikten birkaç dakika sonra sizde etkisini

gösteriyor, mutlaka üzerinde düşünülmeli!

A R T İ S T D E R G İ S İ / 3 2


FİLM ELEŞTİRİSİ: KUTUP ÇİZGİSİ AŞIKLARI

İlk defa bir filmini izlediğim yönetmenimiz de Julio Madem de açılış sekansı için çok güzel bir

sahne seçmiş. Sahne bize neredeyse tüm filmi; bak benim filmim böyle karışık,

anlamlandırmakta zorluk çekeceğin, iç içe geçmiş ve tüm hikayeler birbiriyle bağlantılı

şeklinde açıklıyor. Ayrıca bu sahne foreshadowing (Önceden ima etme, filmde, olacak hakkında

okur ya da izleyiciye önceden bazı ipuçları verme, anlatım tekniğidir.) olarak kullanılıyor ki

film anlatısını da hem bu şekilde hem de bolca flashback/flashforward'lar barındırıyor.

Hikayeyi tamamlayan ve parçaları birleştiren bolca sembol de mevcut filmde. Anlatıcı ise hem

Otto hem de Ana. Biz hikayeyi ikisinin de gözünden farklı bakış açılarıyla izliyoruz. Evet film bu

yönüyle de hikayesine benzer yani oldukça karışık.

Seyirciye hiçbir zaman istediğini vermeyen, anlatmak istediğini ''al bak bu benim sana

hissettirmek istediklerim'' şeklinde değil de ''bende böyle hisler var ama çok karışık, ben

daha da karıştırıp sana aktarayım da sen bi allak bullak ol etkisinden çıkama'' şeklinde veren

filmler her zaman her yerde takdir edilmelidir zira bu yaptıkları hareket oldukça riskli olup bu

tür filmlerin bağımsız olduklarını (yani para kazanma ya da çok kişi tarafından sevilme kaygısı

çekmediklerini) göstermektedir.

Orijinal adı LOS AMANTES DEL CÍRCULO POLAR olan bu filmimiz de aynı amaçla yola çıkmış olup

kesinlikle izlenmesi gereken yapımlar arasında yerini almıştır.

A R T İ S T D E R G İ S İ / 3 3


TARIK AKAN

1949-2016

A R T İ S T D E R G İ S İ / 3 4


ARTİST

BU SAYININ YAZARLARI

EGE BUKET

ZEYNEP TOZLU

CAN TURBAY

DİLA LAFÇIOĞLU

RUMEYSA METİN

BERKAY KARAASLAN

ARDA EZBERCİ

EDİTÖR:

CAN TURBAY

DERGİ TASARIMI:

DURU TUNÇER

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!