g-dergi-sayi1-temmuz-ağustos-eylül2022-son
1
1
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
1
Ön
ÇIĞ DERGİSİ
Yoldaşlar
İnsanlık kendi geleceğine günümüzdeki gibi karamsar bakmadı.
Emperyalist, kapitalizmin dünyamızın en ücra köşelerine doğru hızla yayılıyor.
Latin Amerikadan Güney Asyaya, Avrupadan Balkanlara, Kuzey Afrikadan bölgemiz
Orta Doğuya..., hızla oluşturulan bu girdabın içine doğru sürüklenmektedir. Öyle
gözüküyor ki bu girdaptan hiç bir bölge kendini kolay kolay kurtaramayacak.
Covid19 Pandemisinin de gösterdiği gibi dünya sanki bir Titanik Gemisi, en
üsttekiler en alttakilerin yukarı çıkmasına müsaade etmiyor.
Krizi Bölgemizde; savaşlar, göz yaşı ,doğanın talanı, kısaca güçlü olanın zayıfa
yönelik şiddetini iliklerimize kadar yaşayarak hissediyoruz.
Devlet politikası haline gelen kadına ve LGBT’lilere yönelik şiddet ve
ötekileştirilmeye çalışılan dini ve ulusal azınlıklar üzerindeki asimilasyon amaçlı
baskı ve terör saldırılarıyla bölgemiz Orta Doğu toptan orta çağ karanlığına
gömülmek isteniyor.
Emperyalist kapitalizmin yeni dünya düzeniyle halklarımıza köleliği dayattığını ve
oturtmaya çalıştıkları denge ile dünyamızda bir efendilerin bir de kölelerin olduğu
sömürü sistemini perçinlemeye çalıştıklarına şahitlik ediyoruz.
Bizler, böylesi bir süreçte özellikle Kürt Ulusal Mücadelesi (KUKM) ile
yoldaşlaşmış, tıkanan ve açılmaya muhtaç yeni bir sürecin önünü açarak, devrim ve
sosyalizm mücadelesine katkı sunmak için bir araya gelen örgütlü örgütsüz
devrimci demokratlar, aydınlar ve ilericiler olarak içinde bulunduğumuz sürecin
politik ve ideolojik sorunlarını tartışmak, tartıştırmak hep birlikte çözüm yolları
üreterek var olan mücadeleye katkı sumak amacıyla ÇIĞ dergisini çıkartmaya karar
verdik.
A - Çıkaracağımız dergi kesinlikle faşizme karşı mücadelede var olan diğer siyasi
yapıları kendine alternatif değil aksine müttefiği olarak görür.
B- Dergimiz kesinlikle aynı düşüncede olanların değil, ayrı ayrı düşüncelerde
olanların ,faşist,ırkçı,gerici olmayan tüm kişi kurum parti ve örgütlere açıktır.
C- Dergimiz hiç bir siyasi yapının ajitasyon propaganda ya da seksiyon
örgütlenmesi değildir.
D- Dergimiz faaliyetleri eleştiri ve özeleştiri mekanizmasını esas alır kim olursa
olsun devrimci eleştirinin üzerinde değildir.
Dergimiz üç kişilik bir yazı kurulu ve bu yazı kuruluna bağlı meclis organından
oluşmaktadır.
E- yazı kurulunun önerileri meclis sayfasında tartışılarak mümkün olduğunca
bütün meclisin ortaklaşması sağlanarak kararlaşmaya gidilir.
G- Dergimiz kendini yazar ve taraftarlarının aidat ve bağışlarıyla finansa eder
F- Dergimiz kendi bünyesinde panel, konferans, miting gibi siyasal etkinlikleri
düzenler
2
ÇIĞ DERGİSİ YAZI KURULU
İÇİNDEKİLER
3
ANKARA - BONN ARASI YAPILAN İNSAN TİCARETİNİ 50.YILI
Yıllarca ,yönettiği halkların sırtından saltanat sürdüren Osmanlı İmparatorluğu
kendisi gibi zalim, sömürgeci Avrupa devletleriyle savaşa tutuşup çökerken,
Osmanlı despotizminden arta kalan yeni yetme zenginleri ve onların paşaları
tarafından başta Kürtler olmak üzere Ermeniler, Rumlar, Pontuslar... ve diğer dini
ve ulusal azınlıkların kanları üzerine inşa ettikleri T.C devletinde, emekçi halk
yığınları hiç bir zaman söz sahibi olmadı.
Kemalist diktatörlük devlet imkanlarıyla yarattığı varlıklı kapitalist zümre ve
onların paşalarıyla içeride baskıcı despot, dışarıda ise el göğüs pençe yalak bir
politika izleyerek, tarihi bin yıllık geçmişi olan bir halkı batıya benzetmeyi
özendiren, kendine dair ne varsa onlardan utanmasını sağlayarak kişiliksiz, sadece
kendilerine biat eden, yaratıklar sürüsü haline getirmeye çalıştılar.
Bu politikalar kuruluşundan günümüze değin ağır bir sömürüye eşlik eden devlet
terörüyle birlikte sürdürülüyor.
Bu devletle geniş halk yığınlarını bir birlerine bağlayan bir pamuk ipliği bile yok. Bu
devletin hiç bir döneminde demokrasinin kırıntısına dahi rastlanmamaktadır. Bu
devletin mayasında hiç bir zaman halkın demokratik katılımının zerresine bile
rastlanmamaktadır. Dedelerimizden, ninelerimizden dinlediğimiz efsane ve
hikayelerden insanların devlet kurumu olarak tanıdıkları tek makam karakollardır.
Bunun için hastalandıklarında gittikleri doktorlara korkudan şikayetlerini
anlatamayan, nüfus memurunun karşısında heyecanlanıp çocuğunun ismini yanlış
yazdıranları duyuyorduk.
Onlar bu terör ve baskı rejimlerini sürdürebilmek ve emperyalist ağa babalarının
isteklerini eksiksiz yerine getirebilmek için baskıların en katmerlisinin karşısında
bile sesi çıkmayan koyun sürüleri istemektedirler.
Bunun için en ufak hak arama iradesi çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Biriken
toplumsal sorunların çözümüne yönelik politikalar geliştirme vs. gibi yöntemler ne
4
Osmanlının
geleneğinde ne de devamı olan T.C nin yönetim Anayasasında vardı.
Bu anlamda 1950’lerin ortalarına doğru kır yoksullarının başlattığı göç dalgasının
büyük metropollerin etrafında oluşturduğu varoşlaşma yeni yetme Kemalist
diktatörlüğü ve emperyalist işbirlikçilerini tedirgin etmeye başladı.
İkinci paylaşım savaşında harabeye dönen başta Almanya olmak üzere diğer Avrupa
ülkelerinin yeniden inşası için Ankara ve Bonn arasında başlayan insan ticareti
anlaşması 1960’ların başında diğer Avrupa ülkeleriyle de imzalanarak büyük insan
göçünü başlatarak kendilerini tehdit eden işsizler ordusunu Avrupa emperyalizmine
pazarlama her iki tarafında işine yaramış oldu. Genç cumhuriyet kısmen de olsa
biriken işsizler ordusundan kurtulurken Almanya savaştan sonraki yeni
Almanya’nın yeniden inşası için ucuz sağlıklı genç iş gücüne kavuşmuş oldu.
Gelenler misafir işçi statüsünde ve tamamı erkek ve sağlıklı olma koşulu ile bir kaç
yıl sora geri dönme koşuluyla geldiler.
Ama kimse dönmedi.
İlk gelenlerimiz işçi barakalarına yerleştirilerek kimsenin çalışmadığı en ağır işlerde
çalıştırıldık.
Buralara gelirken hiç birimiz ellerimizi kollarımızı sallayarak düğüne bayrama gelir
gibi gelmedik.
Karılarımızı, çocuklarımızı,Analarımızı,babalarımızı bırakarak geldik, aileler
parçalandı, Kimilerimiz iş kazalarında kimilerimiz de sağlıksız koşullarda çalışırken
yakalandığımız meslek hastalıkları sonucunda can verdik.
Almanya 1970’lere doğru yarattığı yapay krizi bahane göstererek yüz binlerce işçiyi
işten çıkararak geldikleri ülkelere geri göndermeye çalıştı, işten çıkarılanlar diğer
Avrupa ülkelerine gittiler. Avrupa ülkelerini kurtuluş olarak gören bizler her türlü
geri dönüş teşviklerini reddederek ailelerimizi getirmeye başladık. 1980 ‘erin
başında çalışma ve oturma sorunlarının çözülmesinden sonra dil ve uyum sorunları
yaşanmaya başlandı. 1990’larda Berlin Duvarının yıkılmasıyla sisteminde
körüklemesiyle artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı 23 Kasım 1992 Mölln’de 29
Mayıs 1993 Solingen’de kanlı katliamlara dönüştü.
Emperyalist kapitalizmin doğal hastalığı olan işsizlik ekonomik krizin baş
sorumlusu olarak gösteriliyorduk. Ne bizi satanların ne de bizleri satın alanların
bulunduğumuz ülkelerin dilini öğretip bizleri sosyal yaşamın içine dahil etme diye
bir dertleri yoktu bizler işimiz bitince geri dönecektik fakat evdeki pazarlık çarşıya
uymadı.
Kıvrık etekli ceketleri, süveter kazakları ellerinde tesbihleri, kafalarında dört köşe
şapkalarıyla neredeyse birinci kuşaktan eser kalmadı, ikinci kuşak ise kısmen de
olsa kendi ayaklarının üzerinde durmayı başardı.
Kurulan dernekler vakıflar siyasi parti ve örgütler içerisinde yer alarak hayatın
bütün alanlarında kendilerini hissettirmeye başladılar. Bu durum sorunların
çözüldüğü anlamına gelmiyor aksine işçi barakalarından çıkıp iş kuran
üniversitelere giden ev alıp önceden kendini öcü gibi görenlerle komşuluk yapan
ikinci kuşağında iddia edildiği gibi kısmen sorularını çözdüğü ve topluma entegre
olduğu söylentileri gerçeği yansıtmıyor.
Geçmişte işçi barakalarında ya da gettolardaki sorunlar ikinci kuşağın var olduğu
bütün alanlara yansıyarak ve ağırlaşarak kendini hissettirmeye devam ediyor.
Bu gün halen daha çeşitli dernek ve vakıfların sunduğu istatistikler Avrupa
5
ülkelerinde milyonlarla ifade edilen T.C pasaportluların yaşadığını iddia ediyor.
Doğal olarak bizlerin buralarda yabancı olmamızdan kaynaklanan sorunlarımız
katmerleşerek devam ediyor.
Sorunlarımız iddia edildiği gibi dil sorunu yada uyum sorunu değil, sorunlarımız
sınıfsaldır, içinde bulunduğumuz süreç devrim ve karşı devrim cephesinin
alabildiğince berraklaştırıp en kör gözlerin bile içine batarcasına sokuyor.
Dünyamızın hangi coğrafyasında olursak olalım emperyalist kapitalizmin içinde
bulunduğu buhranın yarattığı girdap hepimizi hızla içerisine doğru çekiyor.
İçinde bulunduğumuz süreç nerede olursak olalım hiç birimize eskisi gibi yürüme
şansı bırakmıyor. Çözülmesi gereken hangi toplumsal sorun olursa olsun, karşımıza
devrim sorunu olarak çıkıyor.
6
ORTA ASYA VE ÇİN'İN BÖLGE ÜZERİNDEKİ SİYASETİ ÜZERİNE BİR
KOMPLO TEORİSİ...
Çin, pek de uzak olmayan bir gelecekte Çin savaş gemilerinin ABD'nin kapısında
belireceğini duyurdu. Çin Donanmasının yakında dünya genelindeki ABD ana
karasındakiler de dahil olmak üzere, ABD Donanma üslerinin yakınlarında faaliyet
göstereceğini duyurdu.
10 seneye kalmadan Çin Donanmasının dünya genelinde faaliyete başlaması
kaçınılmaz ve ABD ile Çin arasındaki askeri gerilimin doruk noktasına çıkması da
kaçınılmaz gözüküyor. Çok kutuplu dünyanın geri dönüşü ve dünya liderliğinin el
değiştirme ihtimali önümüzdeki yıllarda ciddi askeri gerilimleri hatta çatışmaları
doğurması oldukça büyük bir olasılık. Dünyada Çin merkezli yeni bir sistem
uygulanacaktır ancak, bu sistemin 3. Dünya Savaşından sonra hayata geçirileceğini
düşünüyorum. ‘’Dünya hakimi olma hayali’’ çok yeni bir hayal değil aslında.
Milattan Önce Çuo hanedanlığına dayanan bir büyük projedir. Komünizm ile
birlikte Çin artık, Çin'in sınırları dışındaki Çin' e ait olduğu iddia edilen toprakları
geri alma ve o toprakları Çin'le bütünleştirme, onları Çin hakimiyetine tekrardan
kazandırmanın zamanı geldiğini inanıyorlar.
Peki çok kutuplu bir dünyaya doğru giderken bu dünya Sovyet ve Amerikan
kutuplaşması dönemindeki gibi mi olacak? Elbette ki hayır. Çünkü, Çin'in idari
yönetiminde ve devlet aklında olan şey şudur: Çin'in ele geçirdiği her toprak
parçasında hakimiyetinin Çinlilerin elinde olduğu, söz hakkının Çinli yöneticilerde
olduğu bir sistemle yönetilmelidir. Ben 2 yıl önce Çin'in Orta Asya’yı işgal edeceğini
ve Orta Asya'da Çin nüfusunu artıracağını söylediğinde insanlara biraz Ütopya
gelmişti. Gerçek olan şey de şudur ki; Orta Asya'nın toplam nüfusunun 72.000.000
olması ve bu Çin için aslında Televizyon önünde eşitlenmesi gereken bir çekirdek
tabak gibi. Bu teoreme şimdi insanlar yavaş yavaş düşünmeye başladılar. Ben,
ileride Rusya'nın Kazakistan'da, Ukrayna ve Moğolistan'da toprak talep edeceğini,
bu toprakların tarihi Rus çarlığını ait olup Sovyetler Birliği döneminde eşit olmayan
bir şekilde paylaşıldığını iddia ederek bu ülkelere askeri müdahalede bulunacağını
da söylemiştim.
Bana bu teorilerin neye dayandırdığı ve tezimin ne olduğunu soran arkadaşlarıma
şöyle izah etmiştim: Amerika ne kadar Çin istenmiyorsa Rusya'da o kadar Çin'i
istemez. Çünkü, Çin, bir gün Rusya'nın hakim olduğu alana, Çin'in; siyasi, askeri ve
ekonomik olarak akmaması mümkün değildir. Büyük bir enerjiye ihtiyaç vardır ve
bu enerji de bu yerlerden geçmekte bu yüzden de buraya bir müdahale mümkün
elbet. Ayrıca olayın tarihi boyutu da var. Çin'in tarihi kaynaklarında her zaman Orta
Asya kendi toprağı olarak gösterilmiştir. Bugün Çin'in tüm Asya Halklarıyla
mücadele etmek gibi bir lüksü ve imkanı yoktur.
Çin, bu perspektifte şöyle bir strateji geliştirdi: Pakistan'ın yanına çekme, Vietnam’ı
kontrol altına alma, Kuzey Kore'yi dost görme, Endonezya ile ticari ilişkilerini had
safhaya çıkartma ve bu ülkeyi kendisine borçlandırma, borcunu ödeyemeyecek
duruma getirme, Malezya’yı turistik bir bahçe olarak görme, Hindistan'ı bölgede
olabildiğince pasifize etme ve Pakistan üzerinden Hindistan'ı askeri olarak
7
yıpratma, Keşmir sorunu ile Hindistan'ı uluslararası arenada zayıflatma... Tüm
bunlar, Çin'in şu anda dünyaya Diplomasi olarak yutturduğu proje olarak sürüyor.
Çin'in İran'la 400 milyar dolarlık anlaşması aslında, İran'ın Çin'in ayakları altında
ezme politikasıydı çünkü, bu şartlarda bugünkü mevcut durumda İran'ın bu parayı
100 yılda geri ödemesi mümkün gözükmüyor. Üstelik ödenmemesi bir yana daha da
fazla Çin'e borçlanıyor. Çin, bu sistem ile İran’ı devre dışı bırakmış sayılıyor.
Amerika Birleşik Devletleri'nin Mevcut durumda Çin’i durdurması biraz mümkün
gözükmüyor çünkü, ABD Son 20 yandan çok fazla yayıldı ve çok fazla askeri
harcamaları yaptı. Oysa ki Çin içten daha fazla güçlendi. Belki 21 ve 22 Yüzyıl Çin'in
dünyaya hakim olup dünyanın Çin'e karşı birlik olduğu bir üyzyıl olabilir ama, şunu
unutmamak gerek ki hakimiyet kimden gelirse gelsin; adil, eşit, paylaşımcı olmadığı
sürece asla başarılı olamayacaktır. Sadece belirli bir dönemde parlar, belirli bir
dönemde hakimiyetini sürdürür sonra da tarih sahnesinden silinip gider. Örnekleri
çokça var: Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Abbasiler, Emeviler, Rus
Çarlığı, İngiliz Krallığı... ve daha niceleri.
8
TARİHSEL KÖKLERİYLE ŞİDDET VE ATAKLAR HALİNDE DEVAM
EDEN SOMUT GÖRÜNÜMLER
İnsanlık tarihi, vahşi sonuçlar doğuran şiddet olaylarıyla doludur. Kuşkusuz ki hiç
ama hiç biri sebepsiz değildir. Durduk yere kimse şiddete başvurmaz. Şayet refleks
kapsamı yada oyun olarak yapılanlar dışındaysa. Yine aklından zoru yoksa, hiç
kimse ‘’canım istedi ve şiddet uyguladım’’ vs demez.
Yeni doğan bebeklerin ilk ağıtları karşısında popolarına vurarak onları uyarmaları
ve kendilerine gelmelerini sağlamada da bir şiddeti görüyoruz. Bu bağlamda şiddete
verilen anlam yada içeriklerine yönelik de öteden beri tartışmalar sürgit devam
etmiştir.
Geçmişten bugüne özellikle saldırganlıklar, savaşlar, işgaller, kıyımlar, katı ve sert
yaklaşım ve pratikler gündemimizi daha çok meşgul etmektedir. Orta Doğu’da,
Afganistan’da, Yemen’de, dört parça Kürdistan’da, Türkiye’de, Libya’da,
Ukrayna’da, Donbas ve Lugansk’ta, Kırım’da yaşanılanlar da elbette şiddet
olgularını ihtiva etmektedir. Ki hangi tarihte ve nerede olursa olsun şiddete tekabül
eden olguların tarihsel temelleri ve kökleriyle birlikte nedensiz olmadıkları
bilinmelidir. Buradan hareketle insanlık tarihi boyunca- tıpkı canlıların yaşamını
sürdürmeleri için bitki türleri de dahil diğer canlılara yönelik gerçekleştirilen şiddet
olgusunu ayrı bir tartışma konusu olarak bir kenara bırakarak ilerleyişimizi
sürdürelim. İşte tam da böylesi bir ayraç karşısında haklı ve haksız şiddetleri
görüyor ve yaşıyoruz. Haklıların haksızlara, haksızların haksızlara, haksızların
kendi aralarındaki şiddet politikaları karşısında, ilk elden sömürü ve zulüm ve
paylaşım mücadeleleri ve savaşları aklımıza gelmektedir. Her şeyin ama hemen her
şeyin daha ilk anlarından itibaren eşitsiz gelişme yasaları düzleminde şiddet
olgusunun devrede olduklarını görebiliyoruz. İlkel Komünal toplumun bağrında
9
bizzat haksız şiddet olgularının filizlenerek eşitsiz gelişmelerin boy verdiklerini ve
peşi sıra aile, özel mülkiyet, sınıflar ve devletlerin bugünlere kadar icra edildikleri
bir gerçektir. Ve içerisinden geçtiğimiz süreçte şiddetin çok daha kapsamlı ve
sistematik hale geldiğini kim inkar edebilir. O halde köklerden başlayarak
bugünlere doğru adımlarımızı ilerleterek şiddet olgusunu ele alacak olursak.
Anlam itibariyle şiddet, bir canlı ve insandan tutalım da, grup, topluluk, sınıf, ulus,
cins, inanca mensup kesimlerin psikolojik, fiziksel, sınıfsal, ulusal, cinsel, inançsal,
ekonomik yönden zarar görmesi yada acı çektirilmesi veya bu yönde olası gelişmeler
için baskı ve tehdit, zulüm ve sömürü temelinde özgürlüğün belli amaçlar
doğrultusunda engellenmesini de içeren fiziksel, psikolojik, sınıfsal, cinsel, ulusal,
inançsal, sözsel veya ekonomik açıdan her türlü anlayış, tutum ve tavır olarak
nitelendirilebilir.
Tarihsel bağlamda sınıfsal kökleriyle ele aldığımızda, karşımıza örgütlü şiddet
çıkmaktadır. Zira ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, köle sahibi ve köle,
burjuvazi ve proletarya, düşman ve halk olarak sınıfların varlığı ve sınıf
çelişkilerinden inceltilerek bugünlere kadar örgütlü şiddetin yoğunluklu olarak
sürdüğünü görüyoruz. Tabi ki ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökleri
düzleminde ilk süreçlerde soya (gens) göre örgütlenme olarak çok küçük birimler
halindeki pre sınıflar gerçekliği ile birlikte organize işler halinde örgütlü şiddetin
pey der pey geliştiğini vurgulayabiliriz. Bu trend sürekli olarak insanın kendi
emeğinden de aynı doğrultuda uzaklaşması ve bununla beraber yabancılaşması da,
doğru orantıda zirve üstüne zirve yapmasını doğurmuştur. Geçmişten bugüne, en
örgütlü ve sistematik şiddetin en modernize halinin, bizzat devlet şiddeti olduğu
gerçekliğini vurgulamadan geçemeyiz. Bu durum, devletin sınıf eksenli niteliği ile
de doğrudan ilişkili, bir egemenlik ve baskı aracı olmasından kaynaklanmaktadır.
Şiddet ve baskı aracı olmayan bir devlet, ne geçmişte, ne bugün gösterilemez,
gelecekte de devlet olarak gösterilemeyecektir. Proletarya diktatörlüğü tasavvurunu
da bu temelde kavramalıyız. Zira diktatörlüğün nitelik olarak farklılaşması
karşısında şiddetin de niteliği değişmekte ve zora karşı zorun rolünün işlevi de ona
göre karşılık bulmaktadır. Bir burjuva diktatörlüğü ile bir demokratik halk
diktatörlüğü yada proletarya diktatörlüğünün bir ve aynı şeyler olmadıkları gibi,
nitelik olarak birbirlerine zıt olduklarını da kavramak durumundayız. Keza burjuva
diktatörlükleri bizzat sömürülen ve ezilenlere karşı bir öz ve nitelik taşırken,
demokratik halk diktatörlükleri ve proletarya diktatörlükleri ise bizzat ezen ve
sömürenlere karşı bir öz ve nitelik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunların
içerisinde bazı biçimsel benzerlik yada aynılıklar taşısa da, asla özü ve nitelikleri bir
ve aynı olmadıkları gibi, amaç ve hedefleri de bir ve aynı değildir. Burjuva
diktatörlükleri kapitalizmi ve emperyalizmi sürekli var etmek isterken, demokratik
halk diktatörlükleri ve proletarya diktatörlükleri ise sınıfsız ve sömürüsüz
komünizme doğru ilerlemenin zorunlu geçiş aşamaları olarak uygulandıkları
gerçeğinin altını çizmeden geçemeyiz.
Diğer yandan tekleşme, tek tipleştirme, benzetme, ötekileştirme ve kutuplaştırma
anlayışı ve çizgilerin sürgit devam etmesiyle birlikte, şiddetin dozajı da sürekli daha
sistemli ve artma halinde olmuştur. Hangi tür şiddeti ele alırsak alalım, eninde
sonunda planlı ve sistemli devletlerin örgütlü şiddeti ile şu veya bu şekilde ilintili
olduğu sonucuna varmaktayız. Aile içerisindeki erkek babanın kadına şiddetinde de
olduğu gibi, karşımıza örgütlü erkek- devlet- baba gerçekliği çıkıvermektedir.
10
Çünkü bizzat erkek devletinden beslenmektedir. O halde bin yıllardır süren ve
bugün çok daha stratejik ve örgütlü devlet şiddetinin, hakim şiddet kaynağı
olduğunu kabul etmeliyiz. Hemen her alanda örgütlü devlet şiddetinin
yansımalarını görmek mümkündür. Sadece devletin temel kurumlarında değil, aynı
zamanda toplumun en küçük gözeneklerine kadar örgütlü erkek devletinin
çelişkileri ve şiddetinin azda olsa uzantıları söz konusudur. Ki örgütlü erkek devlete
hakim egemenlik odakları sadece acı kuvvetle de değil, aynı zamanda geleneklerin
ölü ağırlığıyla da örtüşen ve onları içleştirerek kendisi haline getiren şiddet
parçacıklarına dönüşmektedir. Öyle ki geleneklerin ölü ağırlığı, yaşayan on
milyonların beynine Ağrı dağı kadar çökme durumundadır. Bunun yarattığı
düşünsel ve fiziksel basıncın, örgütlü erkek devlet şiddetiyle doğrudan alakalı
olduğu gerçekliğini bilerek hareket etmek zorundayız.
Tabular ve Şiddet
Tabuların çoğu, inanç olarak ortaya çıkarlar. Tapınır vaziyette statükolar
oluşturulur. İnsanlığın ilk süreçlerinde tabular genellikle bilmemeden ve bununla
bağlantılı korku ve pasiflik sonucu gelişmiştir. Bilgisizlikten bilmeye doğru yelken
açıldıkça, tabular da değişime uğramak durumunda kalmıştır. İnanç olarak ortaya
çıkan tabular kapsamında ideoloji, din, gelenekler, aile ve aşiret, hanedanlık,
milliyet, köy ve mahalle, kültürel uygulamalar, cinsel tercihler, örgüt ve partiler, yaş
ve kuşak farklılıkları, meslekler, spor takımları gibi alanlar bir hassasiyet yani daha
fazla duyarlılık gerekçesi olabilmektedir. Burada şiddet unsuru olarak, hemen
dayatma olgusu karşımıza çıkmaktadır. Ya uyacaksın, ya zorla uydurulacaksın ya da
uymadığın taktir de ortadan kaldırılacaksın anlayışı ve politikası dayatılmaktadır.
Devletlerin anayasalarından tutun da partilerin tüzüklerine kadar daha çok,
zorunluluklar gerçeğini karşımıza çıkarmaktadır. Kaldı ki zorunluluklar dünyasında
yaşamaktayız. Buradan baktığımızda, neredesin tabuları olmayan insan, grup, parti
ve hareket, takım, aile ve aşiret, din ve mezhep, ulus ve milliyet, birlik ve platform,
devlet ve toplum yoktur. Ve özellikle de diyalektik ve tarihsel materyalizme, yani
bilime daha fazla kapalı olan kesimlerde bu durum daha çoktur. Güvensiz, hoş
görüşüz, anti- demokratik, tekçi ve iktidarcı anlayış ve çizgi savunucularında,
tabuların ve tabi ki şiddetin daha fazla ve yoğun olduğunu görebiliyoruz.
Alabildiğince eleştiriye kapalı, eleştiriye misilleme ile karşılık veren, içten hesapçı,
demokratik tartışma kültüründen oldukça uzak, sekter ve baskıcı, ben merkezci ve
tekçi hegemonik anlayış ve pratik politikalarıyla daha çok tabucu oldukları kadar,
meclisimizin içerisinde, hiç de doğru olmayan daha fazla şiddet eğiliminde
olduklarını görebiliyoruz. Pek tabi ki bütün bunların sonucu olarak, birleştirici değil
dağıtıcı, geliştirici değil tasfiyeci, çoğulcu değil tekçi ve grupçu, demokratik değil
anti- demokratik, halkçı değil diktatör, kitleselleştirici değil marjinal hale getirici
gibi daralma ve yozlaşma durumları da at başı sürgit devam etmektedir. Bütün bu
olumsuzluklar, mülkiyet ilişkileri ve daha doğrusu özel mülkiyet ve ihtiraslar
karşısında teslim olmalar ve acizlikler olarak da değerlendirilebilir. Hal böyle
olunca şiddet unsurları da harekete geçmekte ve önü alınamaz pervasızlıklar ortaya
çıkmaktadır. Hem de öyle böyle değil, insanın yedi ceddi ve fikirlerine karşı inkar,
imha ve her tarafta yok etme yönelimiyle psikolojik, sosyal ve kültürel kırıma tabi
tutulmaktadır.
Tarihin akışı içerisinde belli süreçler için geçerli ve doğru olan fikirler, araçlar,
planlar ve programlar, teoriler ve pratik politikaları, idealize ederek mutlaklaştırma
11
anlayışı ve çizgilerinin bir sonucu olarak, tabu ve şiddete başvurulduğunu da
vurgulamak isteriz. Öyle ki her şey aile ve aşiret- im için, her şey vatan- millet ve
devlet- im için, her şey ırkım için, her şey örgüt ve parti- m için, her şey de her şey
diyerek fetişist tezlerin, tepe takla tarihin çöplüğüne atıldıkları, bizzat yaşanmış
tarihsel gerçeklikler ile kanıtlıdır. Genel olarak meta fetişizmi dediğimiz bu
durumun, tersten tasfiye olarak sürekli tekleşme ve yozlaşmaya yol açtığını
belirtmeliyiz.
Tabuların en zararlı yanları, özgür irade ve düşünme cesaretimizi kırmasıdır.
Oldukça katı, kalıpçı, mekanik ve asla değiştirilemez, statik ve statükocu, onlara
dokunulamaz, erişilemez, koyu ve tek renkli doğmalar ve tabular ile zaten özgürce
düşünemediğimiz gibi, raydan çıkma korkusuyla da kuşatma ve esriklik söz
konusudur. Tabulara karşı çıkmanın faturası, şiddetin üst türevi yada son hali
diyebileceğimiz ölüme kadar varmaktadır. Hatta yedi ceddine kadar adeta soyunu
tüketmeye kadar toplumsal sürü bağışıklığı düzleminde inatlaşarak şiddet üstüne
şiddete gidilebilmektedir.
İnsan ve toplumsal yaşamımızı temelden etkileyen stratejik ve merkezi bir sorun
olarak çeşitli şiddet biçimleri söz konusudur. Bunların belli başlılarını kısa özetler
halinde ifade edecek olursak;
Doğaya Şiddet, Kendine ve Her Şeye Şiddettir
Uzay, evren, doğa, canlılar, insan, birey ve toplum, düşünce ve sosyal yaşamı da
içeren her şey, güneş sistemi merkezli diyalektik materyalizmin yasalarına göre
komünal bir işleyişe sahiptir. Birbirini ötekileştiren değil, tam aksine biri birine
diyalektik olarak bağlı ve her birinin kendi özgüllüklerini de içererek, bütünün birer
parçası olarak yerlerini almaktadırlar. Normal doğal şartlarında doğa, uzay, insan,
kadın, cinsler, canlılar, bireyler ve toplumlar ile uyumlu ve komünal bir karaktere
sahiptirler. Ancak gelin görün ki egemen eril sınıfların varlığı ve sınıf çelişkilerinin
bir sonucu olarak, komünal ekolojinin maddi varlık ve yaşam gerçekliği de gittikçe
uyumsuz ve birbirine zarar veren hale gelmiştir.
En başta doğaya karşı şiddettir. Hava, su, toprak, canlılar, uzay, doğa, madenler,
dağlar, ormanlar, denizler, ırmaklar, hayvanlar yani en küçük mikro
organizmalardan en büyüklerine kadar maddi varlıklar ve daha sayabileceğimiz her
şeyin komünal doğasına karşı, özellikle insanın ve özel mülkiyetin ortaya çıkışı
temelinde sınıflar ile birlikte sömürü ve zulüm eksenli şiddetin de çehresi
değişmiştir. Yaşam alanlarından tutun da nefes aldığımız havaya kadar, doğanın
diyalektiğine yönelik, büyük bir suikast hali ile karşı karşıyayız. Bir avuç sömürücü
egemenin, aşırı kar hırsı ve ihtirası karşısında, doğa ile birlikte tüm insanlığında
adım adım yok oluşuna doğru süreç işlemektedir. Emperyalist- kapitalizmin doğa
kırımına yönelik bu felaketine karşı, doğanın isyanı da daha belirgin hale gelmiştir.
Ani iklim değişiklikleri, havanın aşırı ısınması, seller, depremler, yangınlar ve daha
bir çok gelişme ile bu durumu pekala görmek mümkündür.
Beri yandan doğadaki canlılara karşı şiddetin, öylesine pervasızlaştığına şahit
oluyoruz. Ki Emperyalist- kapitalist burjuva hegemonyanın aşırı tüketim kültürü
üzerinden, canlılara yönelik büyük bir kıyım ve kırımı görüyoruz. Zevk ve haz haline
gelen bu tüketim kültürü, adeta canlı türlerine karşı katliam ve soykırım
düzeyindedir. Dini ritüeller ve gelenekler, karnaval ve eğlenceler, adına spor
12
denilerek yalan söylenip safari halindeki av ve zevk partilerine kadar burjuva haz
kültürü özel olarak teşvik edilmektedir. Canlılara karşı ağır işkence ve kıyımlardan
kıyım beğenilen politikalar, özel mülkiyetin aşırı kar hırsı ve yoz kültürün somut
görünümleri itibariyle, yoğun bir şekilde sürmektedir. Doymak bilmez burjuva
iştahın, derin bir yozlaşma halinde yaşamımızı stratejik olarak tehdit ettiğini ve
artık çekilmez hale geldiğini belirtmek gerek. O arabaya bağlanıp sürüklenen köpek
yada ezilen yavrusu, kuyruğu kesilen ve işkence edilerek katledilen kedi, toplu
kıyımdan geçirilen koyun ve diğer hayvanlar, av partileriyle dağlar ve ormanlarda
bir kuytu da kıstırılan o güzelim canlılar ve daha nicesi, vahşetin sadece görünen
ufak yüzleridir. Görünmeyen, duyulmayan ve bilinmeyen de ise, çok daha fazlası,
daha çok vahşeti ve şiddeti barındırmaktadır. Emperyalist- kapitalist şiddet
unsurları, kendinden olmayan her şeye ama her şeye karşı topyekûn seferberlik
halindedir. Daha fazla kar ve rant, daha fazla ihtiras, daha fazla tüketim, daha çok
haz halinde emperyalist- kapitalist sermayenin artı değer yasası, her şeye ama her
şeye tüm şiddetiyle sistematik saldırılarını pervasızca sürdürmektedir.
Kadına ve LGBTİQ+’ lara Karşı Şiddet
İnsanlığın ilk olarak ayaklar altına alınması, cins kırımıdır. Kadın ve LGBTİQ+’lar,
erkek cinsinin egemenliği altında özel mülkiyetin ilk kölesi olarak şiddete maruz
kalmışlardır.
Ve tarihten bugüne bu durum, şiddeti artarak hala devam eden objektif nesnel bir
gerçeklik olarak sürmektedir. Kadın ve LGBTİQ(Lezbiyen, Gay, Biseksüel,
Transeksüel, İnterseksüel, Quer)+’lara yönelik cins kırımı, erkekleşmiş burjuva
devletin de temel bir harcıdır. Emperyalist- kapitalist burjuva devletler başta olmak
üzere, buna endeksli bütün özel mülkiyet temeli üzerinden yükselen bir avuç azınlık
diktatörlüklerin, psikolojik ve fiziksel şiddet unsurlarını da kullanarak varlıklarını
devam ettirdiklerini görüyoruz. Bununla birlikte sadece acı kuvvetle değil, aynı
zamanda geleneklerin ölü ağırlığıyla da yönettiklerini vurgulamalıyız. Öyle ki bizzat
eril zihniyet üzerinden şekillenen köleci, feodal, burjuva bin yılların birikimi ve
tecrübesiyle, şiddetin her türlü aparatını kullanmaktadırlar. Doğa kırımına paralel,
kadın ve LGBTİQ+ kırımı ile iç içe geçen bir toplumsallık söz konusudur. Emek
sermaye çelişkisi içerisinde, bu durumun özel bir yeri ve önemi olduğu
tartışmasızdır. Emeğe yabancılaşma ile birlikte doğa ve ezilen cinslere de
yabancılaşma, bütün bunlara yönelik şiddetin nicelik ve niteliğine de deparlar
arttırarak bugünlere kadar gelinmiştir.
Kadınlar ve LGBTİQ+’lara şiddetin yaşanmadığı bir an ve bir gün, neredesin yoktur.
Töre cinayetlerinden, taciz ve tecavüze, psikolojik şiddetten katliamlara, cinselsınıfsal
ve toplumsal roller üzerinden tam bir stratejik kuşatma ve hegemonya
sürgit devam etmektedir. Bütün tarihsel kökleriyle patriarkal sömürü ve zulüm
günceldir, temeldir, stratejiktir. Emperyalist- kapitalist sömürü ve zulüm
perspektifli haksız savaşların şiddetine en çok maruz kalanların, kadınlar ve
LGBTİQ+’lar ve çocuklar olduğu gerçekliği orta yerde durmaktadır. Aynı şekilde her
türlü gerici savaşın saldırgan zulmünde esas hedefe oturtulanların, yine kadınlar ve
LGBTİQ+’lar olduğu bilinmektedir. IŞİD’ in Şengal’de Ezidi kadınlarına yönelik
vahşeti, hala belleklerimizde tazeliğini korumaktadır. Taliban’ın iktidarı yeniden ele
geçirmesiyle, aynı durum yaşanmaktadır. Kaldı ki, bizzat ABD başta olmak üzere
uluslararası emperyalist- kapitalist hegemonyanın işgal, ilhak, sömürü ve zulüm
politikalarından yine en çok etkilenenlerin, kadınlar ve LGBTİQ+’lar, çocuklar ve
13
yaşlılar olduğu gerçeğinin, özel olarak altını çizmemiz de gerekiyor.
Göğün yarısını hatta daha fazlasını oluşturan kadınlar ve LGBTİQ+’lar, insanlık
tarihinden bugüne, şiddetin esas hedefi olmuşlardır. Ezilenin ezileni olarak
nitelendirilmesi ve tarif edilmesi, hiç de sebepsiz değildir. Hemen her şeyin
erkekleştiği bir zihniyet, ideoloji, felsefe, plan ve program, hükümet ve iktidar,
devlet ve sistem, örgüt ve parti, kültür ve politika koşullarında, zulüm ve sömürü
şiddetinden şiddet beğen dercesine, egemenlik odakları hakimiyetlerini
sürdürmektedirler. Kadınlar ve LGBTİQ+’lar, erkek egemenlik sistemine karşı,
şiddetinizle asla barışmayacağız diyerek, zorunlulukları fethetmelidirler. Yarım
kalmış da değil çeyrek devrimler tarihi karşısında, her alanda zulüm ve sömürünün
kökleriyle birlikte ortadan kaldırılması hedefiyle, öz irade ve öz yaşam temelinde
ekolojik komünal toplumsallığın inşa edildiği demokratik ve özgür bir gelecek için,
kadın ve LGBTİQ+’ların, daha fazla özneleşmesi ve belirleyici merkezi ve temel,
stratejik öncü ve önder hale gelmesi zaruridir.
Ezilen Ulus ve İnançlara Yönelik Şiddet
Tekçi her türlü düşünce ve eylem, obje ve kurgu, plan ve program, hedef ve yöntem,
araçlar ve politikaların oklarını yönelttiği hususlardan ezilen ulus ve inançlar da
nasibini almaktadır. Ulus devlet paradigmasının bir sonucu olarak, diğer ulus ve
milliyetlere karşı bir zor aygıtı olarak şiddeti görüyoruz. Özellikle birden fazla ulus
ve milliyetin bulunduğu coğrafyalar da, bu şiddetin daha belirgin olduğunu ifade
edebiliriz. Hakim ulusun hakim sınıfları, diğer ulus ve milliyetlere karşı inkar ve
imha konseptli şiddetin türlü aparatları kullanmaktadırlar. İnkar, katliam ve
soykırımlar tarihi olarak geçen ulus devletçi emperyalist- kapitalizmin, modernitesi
de kanlı ve iğrençtir. Dünyanın hemen bütün kıtalarında yaşanan kıyım ve
kırımların, bizzat emperyalist- kapitalist burjuva uygarlıkçı paradigmanın, yok edici
vahşi şiddetiyle doğrudan ilişkili olduğunu bilmeliyiz. Soykırımdan geçiremedikleri
ulus ve milliyetleri ise, ulus devletçi kapitalizmin burjuva medeniyetçi asimilasyon
ve kültürel soykırımlara tabi tutulduklarını vurgulamalıyız. Sömürge, yarısömürge,
ilhak, işgal, yeni sömürge ve daha farklı sömürü biçimleri üzerinden
ekonomik politikalarda dahil, özel savaşın tam da merkezinde duran psikolojik
savaşlar, algı operasyonları, manipülasyonlar ve daha bir çok yol ve yöntemleriyle
bir fiil şiddet aygıtları iç içe geçirilerek, tam bir egemenlik hedeflenmektedir.
Sermayenin dinamikliğinden kaynaklı doymak bilmeyen genişleme ve yayılma
siyasetiyle, şiddetin de anormal normal hale getirildiğini görebiliyoruz.
Yine aynı şekilde bir inancın tabu haline getirilip, diğer inançlara yada
inanmayanlara karşı toplu kıyım operasyonları da göstermektedir ki, hala din ve
inanç kisvesi altında tekçi- monolitik anlayış ve çizgi fanatikleri varlıklarını devam
ettirmektedirler. Xlu Xlu Klan örgütünden, Selefilere, Katolik Roma papalığından,
El- Kaide, Müslüman Kardeşler, IŞİD, El Nusra, HŞT, Boko Haram, Taliban... irili
ufaklı örgüt ve hareketlerin merkezinde bizzat şiddet aygıtının olduğunu
vurgulamak durumundayız.
Haklı ve Haksız Şiddet Bağlamında, Demokratik ve Devrimci Görevlerimiz
Yukarıda önemle altını çizdiğimiz hususlara ilişkin, bugün insanlığa ve bunun
içerisinde özel bir yere ve öneme sahip devrimci ve komünistlere ciddi görevler
düşmektedir. Hangi alanda, hangi coğrafya ve bölgede, hangi yerelde ve parçada
olursa olsun emperyalizmin, kapitalizmin, faşizmin ve her türden gericiliğin
şiddetine karşı, isyan etmek ve karşı şiddeti geliştirmek, doğru demokratik ve
14
devrimci, meşru bir haktır. En küçüğünden en büyüğüne, sömürü ve zulmün olduğu
her yere yönelik, öncelikle insan olmamızın gereği pratik görevlerimiz vardır.
Haksız ve anti- demokratik şiddet unsurları ve gelişmelere karşı direnip mücadele
etmek, işin bir yanını oluşturmaktadır. Diğer yanı ise, bu sömürü ve zulmün yerine,
demokratik ve özgür bir yaşam için mücadele ediyor oluşumuzdur. Aksi taktir de bir
ayağı çukurdan hiç çıkmayan vaziyetimiz karşısında, haksız şiddetin yeniden ortaya
çıkması kaçınılmazdır. Bu temelde zulüm ve sömürünün olduğu her yerde, isyan
etmek meşru ve demokratik bir haktır. Bir avuç sömürgen sınıf egemenliğinin en
örgütlü aygıtı olan devlet ve onun temel bileşkesi ordu- polis vs. baskı araçlarına
karşı, demokratik hak ve görev olarak, şiddetin zorunluluğu vardır.
Halk ile düşman ve halk ile halk arasındaki çelişkilerin çözüm yöntemi bağlamında
da şiddeti ele almak durumundayız. Halk ile düşman arasındaki çelişkilerin çözüm
yöntemi, genel olarak barışçıl da ve şiddet dışı da değildirler. Daha ziyade şiddet
üzerinde vuku bulur ve ancak şiddet sonucu çözüme kavuşurlar. Halkın kendi
arasında yada halk içi çelişkilerin çözüm yönteminde ise şiddet, asla çözüm yöntemi
olmamalıdır. Eleştiri, ikna ve değişim dönüşüm temelinde barışçıl mücadele esastır.
Bütün bunları kapsayan genel bir hususa değinerek ilerleyişimizi sürdürelim. Eğer
doğru olmayan yöntemler ve araçlar ile çelişkileri çözmek ısrarında olursanız,
uzlaşır yada barışçıl olan çelişki, pekala uzlaşmaz yani antagonist ve tabi ki şiddete
kadar varacak hale gelebilir. Ancak uzlaşmaz ve şiddet ile çözülebilir çelişkilere
yönelik, uzlaşır ve barışçıl mücadelede ısrar ederseniz de, yine sizin akıbetiniz ya
tasfiye yada terbiye ile başkalaşmaktan kendinizi kurtaramazsınız. Elbette şiddet ile
şiddet dışı unsurları bir arada kullanmanız gereken süreçler ve gelişmeler olabilir ve
olacaktır da. Bizlerin burada esas mücadele yöntemi itibariyle, şiddet mi yoksa
şiddet dışı yani barışçıl mücadele yöntemi yada mücadele biçimleri mi olduğuna
açıklık getirmek için vurgulama gereği duymaktayız.
Bir önemli yanlış kavrayışın da altını çizerek eşelemek isteriz. Her türlü savaşa ve
şiddete karşı olmak, açık ki, bizzat sömürü ve zulüm üzerine kurulu burjuva
diktatörlüğün yada onun bir biçimi olan faşist gericiliğin kullandığı argümanlardan
biridir. Özellikle Ukrayna’da, Donbas ve Luhansk; Kırım’da yaşanan savaş ile
birlikte salt savaş karşıtlığı altında, önemli bir kafa karışıklığının geliştirildiğini de
vurgulamak isteriz. Ki bunun bizzat dünya genelinde merkezileşmiş tekelci sermaye
düzeni emperyalist kapitalizm tarafından özel savaşın önemli bir halkası
bağlamında psikolojik savaş stratejisi olarak geliştirildiğini de belirtmeden
geçemeyiz. Kuru bir savaş karşıtlığının elbette bir anlamı ve önemi olmakla birlikte,
bizzat o savaşları çıkaran sistemi ve hegemonyayı hedeflemeyen bir ufkunda,
görünmez ve belirsiz olarak şaşkın ördek misali ufuksuzluğunu belirtmeliyiz. Daha
açıkçası vitrindeki Ukrayna ile Rusya arasındaki mevcut görünen haliyle savaşın
salt durdurulması bağlamındaki bir anlayışın çok da büyük bir anlam ifade
etmediğini vurgulamak gerek. Aksine hem Ukrayna’daki oligarklara hem de
Rusya’da ki oligarklara karşı devrimci iç savaş yürütülerek gerçek savaşın da
sonlandırılabileceği gerçekliğini görmemiz gerekiyor. Çünkü Ukrayna’da da
Rusya’da da devlet erkini elinde bulunduran egemenlik odakları ezen ve sömüren
sınıflar ve bunların klikleri oldukları müddetçe haksız savaşın son bulmayacağı gibi
gerçek barışa da erişilemeyeceğini kavramak zorundayız. Bundan ötürü Ukrayna ve
Rusya egemenleri arasındaki savaşın, aynı zamanda ABD, AB, Çin, emperyalist
kapitalist blokların da bir hegemonya savaşı oldukları ve tabi ki hangi parçada
15
cereyan ederse etsin içerisi ve dışarısıyla bizzat halk kitlelerini doğrudan olumsuz
etkiledikleri ve hedefledikleri gerçekliğini de görmek durumundayız. Bir kere
merkezi ve stratejik, temel ve örgütlü şiddetin esaslı kurumsal mekanizması olan
devletin, toplumun hemen bütün kesimlerine karşı baskı ve zor aygıtlarını
kullanarak egemenliğini ayakta tuttuğunu belirtmek isteriz. Hal böyle olunca,
toplumsal sınıflara ve halklara karşı, şiddetin vazgeçilmez bir unsur olarak
kullanılageldiğini söylemeliyiz. Gönüllü ve demokratik temellerde iktidara
gelinmediği ve egemenlik icra edilmediği için, baskı ve cebrin de, hükümranlık için
vazgeçilmez unsurları olduğu gerçekliğini görmeliyiz. Emeğin, en doğal ve insani
yaşam hakkının ve daha sayabileceğimiz hemen her şeyin aşırı kar hırsı temelinde
gasp edildiği, sömürüldüğü, zulme ve gadre uğratıldığı koşullar gerçekliğinde,
şiddetin her türlüsüne karşı olmak adına, bütün bunlara karşı en demokratik,
sonuna kadar meşru ve devrimci şiddeti, asla görmezlikten gelemeyiz ve yok
sayamayız. Elbette normal doğal şartlar gerçekliğinde, tabi ki hiçbir şiddeti
benimsemediğimiz gibi, hiçbir şiddet unsurunu da kullanmamalıyız. Fakat daha
önce de önemle vurguladığımız gibi, zorunluluklar dünyası ve sistemleri karşısında,
demokratik ve devrimci şiddeti zorunlu olarak kullanmak zorunda olduğumuzu
vurgulamak durumundayız. Gerçek barışı da getirecek bir yaşam ve toplumsal
sistem için, gerçekten mücadele etmek ve savaşmak zorundayız.
Devrimci savaşsız, gerçek barışın da elde edilemeyeceği bilinmelidir. Bütün
savaşlara hayır denilerek ezilen ve sömürülen geniş on- yüz milyonlar ve milyarların
son derece demokratik ve haklı direnişi, mücadelesi ve savaşına karşı olmak da
neyin nesidir?
Aynı şekilde ezen ve sömüren bir avuç azınlığın bir o kadar haksız ve hiç de meşru
olmayan karşı- devrimci savaşına karşı, tabi ki direnmek, mücadele etmek ve
savaşmak da bir o kadar doğal haktır ve görevdir. Asla hasır altı edilemeyecek bir
şey vardır ki, gerçek barışın da elde edilebilmesi, kesinlikle gerçek bir savaş ile
mümkün olacağı zorunluluğudur. Haksız savaşı çıkaran bir avuç egemenlik odakları
ve sistemlerine karşı, direnişsiz, mücadelesiz ve savaşsız bir dünya tasavvur
edenlerin, boş bir ütopya içerisinde oldukları bilinmelidir. Dişlerimiz, tırnaklarımız
ve kanlarımızla gerçek savaşarak, ezilen ve sömürülen çoğunluğun gerçek barışını
da kendi ellerimizle kazanacağımız gerçekliğini kavramak zorundayız. Papatya
sevenler dernekleri ve suya sabuna dokunmadan zalimlerin yarattıkları haksız ve
kirli savaşların önüne geçilemeyeceği orta yerde durmaktadır. O halde yeni
Vietkonglar, yeni Kawalar olmalıyız. Gerçek barışın da, militan çizgi savaşçıları
olarak nitelikli temsiliyle ancak elde edilebileceği gün gibi ortadadır. Faşizme ve her
türden gericiliğe karşı mücadele ve savaşımızın, emperyalist- kapitalizme karşı
mücadele ve savaşımız ile iç içe geçtiği ve bir bütünlük içerisinde olduğunu
yeterince kavramalıyız.
Temel insan haklarını, kadını ve LGBTİQ+’ları, doğa ve canlıların haklarını gözeten
ekolojik komünal bir paradigmayı yaşamsal hale getirmeliyiz. Küçükten büyüğe,
basitten karmaşığa, somuttan soyuta, kendimizden çevremize, içeriden dışarıya
doğru adım adım- tedricen- bunu pratikleştirmeliyiz. Bunun için köklü bir zihniyet
değişimine ihtiyacımız olduğu tartışmasız bir zorunluluktur. Bunu başarmak için de
köklü bir zihniyet(kültür) devrimlerine ihtiyacımız olduğu bilinmeli ve durmaksızın
buna göre harekete geçmeliyiz. Zira, şiddetin her türlüsünü tarihsel, sınıfsal, cinsel,
ulusal, inançsal vb. kökleriyle ortadan kaldırmak ve ekolojik komünal bir öz yaşam
16
için bizim devrimimiz, kesinlikle kültür devrimi niteliğinde bir devrim olacaktır. Ve
sayısız kültür devrimleri ile azami hedefimize ulaşacağız. Bu bağlamda, üzerinde
yükseleceğimiz böyle bir paradigmanın temel ve merkezi, esas ve stratejik değerini
kavramalıyız.
Sömürüsüz, sınıfsız ve şiddetsiz bir dünya ve yaşam için; tüm sınıf farklılıklarına,
bunların dayandığı bütün üretim ilişkilerine, bu temelde yükselen tüm gerici değer
yargıları- ilişkiler ve geleneksel fikirlere karşı her yönüyle devrimleri sürdürme
kararlılığıyla seferber olalım.
Şiar Atakan (24 Nisan 2022)
ZİNDANLARDAKİ MÜCADELEYİ DESTEKLE!..
İşciler!.. Emekciler!..
Yıllardır , aşağılanmanın, horlanmanın en katmerlisini yaşayan bizler! Gerçek
kurtuluşumuzun kendi topraklarımızda yürütülen faşizme karşı mücadelenin
desteklenmesinden geçtiğini biliyoruz.
Faşizme karşı mücadelede en önde koşanlarımız ya ölümsüzlüğe ulaştı ya da
faşizmin zindanlarında direniyor. Faşizm toplumsal mücadelenin kabardığı, atağa
geçtiği her dönem sürekli olarak cezaevlerine saldırıp ,devrimci tutsakları
etkisizleştirerek toplumsal muhalefetin önünü kesebileceğine inanmıştır.
Diktatör Erdoğan’ın başında bulunduğu AKP-MHP faşizmi, tarihin tanıdığı bütün
faşist diktatörlükler gibi tekçidir. Tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek din, tek partiden
sonra , kendisi gibi düşünmeyene, kendisi gibi yaşamayana, kendisi gibi olmayana,
kadınlara,LGBT li bireylere emeğe, farklı halklara, inançlara, çeşitliliğe düşmandır.
Kendisine itiraz edene, eleştirene, biat etmeyene tahammül edemez. Özgürlüğü
çağrıştıran, ima eden her şeye saldırıp, yok etmek ister. Faşizm toplumu,
toplumsallaşmayı, insanlaşmayı yıkma, yok etme girişimidir. Tek tipleştirme
faşizmin insani olana saldırısıdır.
Temel amacı olan toplumu teslim alma hedefine ulaşabilmek için, AKP-MHP
faşizmi tıpkı kendinden öncekiler gibi yıllardır zindanlarda tuttuğu devrimci
tutsaklara saldırarak toplumun tüm kesimlerine korku salmaya çalışıyor . Kendine
biat etmeyen herkesi hapishanelere dolduruyor. Öncelikle demokrat, özgürlükçü,
devrimci, yurtsever parti ve örgütleri hedefleyen, ardı arkası kesilmeyen tutuklama
terörü ile binlerce insan tutsak ediliyor. Faşizme ve onun uygulamalarına karşı
çıkan herkesi, mücadeleci gençleri, kadınları, aydınları, emek-demokrasi güçlerini
mahkemeleriyle yıldırmaya çalışan faşist AKP-MHP koalisyonu, dışarıda kalanları
da, hapishane korkusuyla etkisizleştirmek istiyor.
OHAL ve KHK terörüyle tüm toplumu cendere altına alan Tayyip Erdoğan
yönetimindeki faşist hükümet, on binlerce kamu emekçisini iki satırlık KHK’larla
işsiz bırakıyor, sömürgeci devletin suçlarına ortak olmak istemeyen demokrat halkçı
aydınları üniversitelerden sürüyor. OHAL kanunlarıyla sermaye için her türlü
yasayı, silah zoruyla çıkartıyor. Binlerce işçiyi tek kalemde işinden ediyor.
17
Faşist tutuklama terörü ile hapishanelere doldurulan on binlerce politik tutuklu,
binlerce, devrimci, demokrat yurtsever, şimdi faşizmin zindanlarında gayri insani
uygulamalarına karşı onur ve özgürlük adına direniyor. Faşist AKP/MHP
koalisyonu,zindanlarda direniş kararlılığı ile karşılanıyor.
Bizler Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiyeli ve Kürdistanlı emekçiler olarak,
zindanlardaki bu onurlu direnişin sürdürücüsü tutsakların yanındayız. Onların,
talepleri bizim taleplerimizdir!..sergiledikleri direnişin bulunduğumuz bütün
alanlarda sesi, eli ,ayağı olacağız .
Bu anlamda ÇIĞ dergisi olarak dışımızdaki bütün güçlere çağrımızdır !..
Devrimci tutsakların bu onurlu mücadelesi hepimizin mücadelesidir.
Birlikte ortaklaşalım. Devrimci tutsakların arkalarında büyük bir mücadele
deneyimi olan zindan direnişçileri, 12 Eylülcü faşist cuntanın tek tip elbiselerini
nasıl yırttıysa, şimdi de aynı kararlılıkla mücadeleyi büyüteceklerdir.
Hapishanelerde yükseltilen sadece tutsakların direnişi değildir. Onlar, tüm halklar
adına direniyor, faşist zulme karşı en önde dövüşüyorlar. Bu onurlu direnişte
devrimci tutsakları yalnız bırakmayalım. Zindanlarda hak gasplarına karşı
yürütülen mücadele dışarıdaki mücadeleyle birleşirse Avrupadan bizler beklenen
desteği Sağlayabilirsek kazanabilir. Bu nedenle, dışarıda, devrimci tutsaklara sahip
çıkmak, onların sesi soluğu olmak, devrimci demokratik tüm güçlerin onurlu
görevidir.
Başta tutsak yakınları olmak üzere, tüm devrimci-demokratik güçleri, dışarıda,
zindanlar etrafında bir direniş barikatı örmeye, faşist devlet terörüne karşı
mücadeleyi
büyütmeye
çağırıyoruz.
Zindanlara
Saldırı
Halklara
Saldırıdır!
Son derece
insani olan
hak ihlallerine
karşı devrimci
tutsakların ve
dışarıdaki kurumların mücadeleleri meşrudur, onur sembolüdür. Saldırıyı yapanlar
onur ve özgürlük düşmanlarıdır. Bu saldırıyı yapanlar, en başta devrimci tutsakların
direniş barikatıyla karşılandılar. Direniş her zindandan yükseliyor. Şimdi görev bu
direnişe her cepheden omuz vermektir.
Devrimci demokratik güçler zindanlarda sürdürülen faşist devlet terörüne karşı
seslerini yükseltecek, bu saldırılara izin vermeyecektir. Bizler, Avrupada bulunan
Türkiyeli ve Kürdistanlı işçiler öğrenciler olarak devrimci mücadelede, bu onurlu
18
direnişte devrimci tutsakların ve direnen tüm güçlerin yanındayız. Zindanlarda
direnen tüm tutsaklar yoldaşımız, onlara saldıranlar düşmanlarımızdır.
Zindanlarda kadın-erkek direnen tüm devrimci tutsakları selamlıyor, bu
mücadelenin zaferi için tüm demokrasi güçlerini harekete geçmeye, başta kadınlar
ve gençlik olmak üzere, işçi ve emekçileri “Devrimci tutsaklar Onurumuzdur”
şiarıyla dün sahip çıktık yalnız bırakmadık bundan sonrada sahip çıkacağız!..
HALİL AKYOL
AFGANİSTAN’IN KABUSU: TALİBAN
Şerwan Pişidar
Amerika Birleşik Devletleri Afganistan'daki kadınlara kaşıkla demokrasi verip
Talibana kepçeyle aldırtmıştır. Afgan kadınları Taliban'ın tamamıyla eril zihniyetli
yönetimi ile baş başa kaldıklarından artık emindirler. Aslında Afgan kadınların
çilesi 1979'da baş göstermeye başlamış, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ile birlikte
Afganistan'daki dini gruplar ve liderlerin kafirlere karşı savaş adı altında birleşip
Afgan kadınlarını şeriatta tanıştıkları 1979 yılı baskı şiddet ve erkek eril sisteminin
hakimiyetinin başladığı yıl oldu. 1989'da Sovyetler birliğini ülkeden çekilmesi ile
birlikte Afgan kadınları için hayattan kopuş noktası ve eve kapanma, gökyüzü ile
haşır neşir olmak yıllara başlamıştı. Nihayetinde 2001 yılında Amerika Birleşik
Devletleri ve koalisyon Afganistan'da Taliban iktidarını sonlandırma kararı almıştı.
Gerekçesi ise El Kaideyi koruyup kollamaktı. ABD, BM’ye baş vurdu. Buraya kadar
her şey demokratik gözükebilir. Savaş başladı ABD ve koalisyon dünün yatırımı
olan ve bu günün düşmanı Talibanı ‘yendi’ ve Amerika Afganistan'a girdi. Sonuç
olarak Taliban iktidarını sonlandırdı. 20 yıl boyunca Afganistan'da Kadınlar
çocuklar bazı haklar elde etti.
19
Her ne kadar uluslararası arenada yeterli haklar değilse de Afgan kadınları için
çoktu. Talibanın tanıdığı hakların yanında. Her şey seyrinde gidiyordu bir kaç adam
kayırma yolsuzluk hariç. Bir gece Amerikan başkanı Biden tarihi bir karar aldı.
Aldırttılar desek daha inandırıcı olur belki. Dönelim tarihi karara. ABD
Afganistan'da ayrılıyor. Normal şartlarda mutluluk veren bir karar olmalıydı
sonuçta kapitalist Co gidiyordu. Ama maalesef ne yazık ki üzgünüz, Afgan kadınları
için miladın başlangıcıydı, karanlık günler geri dönüyordu. Biden kendini haklı
göstermek adına Afgan güvenlik güçlerini suçlamayı, onların ülkeleri için
savaşmadığını ve bu savaşın Amerikan Savaşı olmadığını söyleyerek olaydan
sıyrılmıştı. Amerikan emperyalizmi için önemli olan kendi çıkarıydı. Eğer bir yerde
ABD ışığı yanmışsa bilin ki orada Amerika Birleşik Devletlerinin çıkarları vardır.
Amerikan Birleşik Devletleri iyi yalanlar ve senaryolar ile girer oraya;
demokrasi,insan hakları, kötü rejimler...Tabii bunların tümü Amerika'nın
gerçekteki amacının üstüne çekilmiş kara bir çarşaftır. Afganistan'daki bu çekilme
kesinlikle Amerika Birleşik Devletleri'nin bir planı dahilinde olmuştur. Zira
Amerika ile Taliban arasında bir anlaşma oldu. Kaçımız bu anlaşmadan haberdarız?
Amerika Birleşik Devletleri'nin neyin karşılığında Afganistan'ı tekrar Talibana
teslim etti? gibi gibi sorular. Bunların bir önemi yoktu çünkü, bir anlaşma
önemliydi ve oldu da. Şöyle bir anlaşma yaptılar, böyle bir anlaşma yaptılar
demenin tarihe ve coğrafyaya hiçbir fayda vermeyecektir.
ABD ile Taliban arasında yapılan anlaşmayı okudunuz mu? Taliban'ın şimdi neden
Afganistan'ı yeniden yönettiğini açıklıyor. ABD aslında onu teslim etti, hatta mali
destek sözü verdi. Oldukça basit bir anlaşma. Kimse şaşkın numarası yapmaya
kalkmasın bu numaraları yapanlar kesinlikle iyi niyetli değiller veya da işin
içindeler. Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülkenin birden bire çekilmesini
beklemek Amerika'yı tanımamaktadır. Geçen Şubat 2020'de Amerika Dışişleri
Bakanı Mike Pompeo Afganistan heyeti ile birlikte yani Taliban ile bir müzakere
başlatıyor, siyasi olarak müzakereler bir olaya çözüm bulmak amacıyla yapılır. Bu
antlaşma metni şöyle:
20
1- Zaman çizelgesi çerçevesinde tüm ABD ve müttefik birliklerinin tamamen geri
çekilmesi.
2 - Binlerce Taliban mahkumunun derhal serbest bırakılması
3- Yeni İslami Emirliklerini engelsiz bir şekilde inşa etmeye devam edebilmeleri için
verilen tarihe kadar Taliban'a yönelik tüm yaptırımların, vadedilen ödüllerden bir
haftaya kadar vazgeçilmesi
4- Taliban'ı bir daha tehdit etmemeye veya yeni halifeliklerinin işleyişine müdahale
etmemeye kesin bir söz.
5- Gelecekte Taliban ile dost olmak ve "ekonomik işbirliği" yoluyla yeni İslam
devletini inşa etmelerine yardımcı olmak."
Bu anlaşma her şeyi bu kadar net anlatırken, her şey bu kadar gün yüzündeyken
bizim ‘solcular’, bizim ‘sosyalistler’, bizim ‘devrimciler’..., neden Talibanı bir
kahraman gibi gösterme ve onu bir devrimci olarak topluma lanse etme
derdindeler? Yani devrimin ve devrimciliğin en büyük özelliği Amerika yenmek mi?
Amerika birçok kez yenildi. Amerika en büyük yenilgisini 1927'de bir kara Borsa
Baronuna tattırdı. Bu baron devrimci mi?
Taliban'ın kısa tarihine inmek gerekirse Taliban'ın tarihi şöyledir;
Taliban 1990’lı yıllarda Pakistan'da bir medresede kuruldu. Net bir tarih vermek
gerekirse 1994-95 yılları arasında kurulmuştur. 1997 de Pakistan’dan bazı din
adamlarını yanına alarak Afganistan'da iktidarı ele geçirmiştir. Aslında Talibanı
yaratan Amerika ve Arap piyasası yani vahabi zengin şeyhler. Eğer Amerikanın
siyasi desteği, Amerika’nın parası, Amerika’nın istihbaratı, Amerika’nın Orta doğu
ve Orta Asya’ya yönelik uzun vadeli planları ve programları olmasaydı, bütün
bunlar olmazdı. Amerika'nın sosyalizmi yıkmak için oluşturduğu Yeşil Kuşak yani
Cihat kuşağı tam anlamıyla Pakistan Afganistan üçgeninde başarılı bir şekilde
oluşturuldu ancak, Amerikan Birleşik Devletleri'nin Sovyetleri yıkma Sovyetleri
dağıtma hedeflerinin dışında Çin’i ve Hindistan'ı dengeleme amacıyla kendisinin
gelecekte dönebileceği bir bölge bırakmak istedi, bu bölge en elverişli olarak
21
Afganistan'dı onun gözünde. ‘’Amerika, Afganistan’ı sömürmek için işgal etmiştir‘’
diyen insanların tamamı bence kocaman bir yalan söylüyor. Çünkü, Afganistan'da
sömürecek yeraltı ve yerüstü doğal kaynakların neredeyse tamamı ulaşılması zor ve
maliyetli. Amerikanın burada bulunmasının sebebi; burada bir karakol kurmak,
burada bir kaos ortamı yaratmak. Kapitalist toplumun mantığına göre hiçbir
menfaatin olmadığı veya gelecekte menfaat getirmeyen bir yere gidip milyarlarca
dolar harcanmaz. Böyle bir şeyin imkanı yoktur. Bence burada ABD harcadığı tüm
imkanlara rağmen amacına ulaşmış görünüyor. Kapitalizmin zafer anlayışı
kendisine göre farklılık göstermektedir. Bugün tüm Dünyanın ‘’Amerika
Afganistan'da yenildi, Amerika Afganistan'dan kaçtı, Amerika Afganistan’ı bıraktı
Taliban kazandı’’ gibi söylemlerin, Kapitalizm açısından hiçbir önemi yoktur.
Çünkü, kapitalizm kendi bulunduğu pozisyona göre zaferi adlandırır. Bugün sizin
yenilgi dediğiniz olay belki kapitalizm açısından büyük bir zaferdir! Taliban
konusunda Amerikan kapitalizmi bana göre büyük bir zafer elde etti. Çünkü,
Avrasya coğrafyasına büyük bir sorun bırakıp ve çözülmesinin neredeyse savaştan
geçtiği kandan ve gözyaşından öteye gidemeyen bir trajediye dönüştürdü. Bu ülke
için Rusya ve Çin düşünsün çünkü, onları kendi içinde küstürdüğü onlarca etnik
grup, onlarca toplum vardır. Bunlar elbette yanı başlarında kaynayan bir kazandan
bir kepçe sıcak su alıp düşmanın yüzüne doğru atmayı ve böylece düşmanı yıkmak
isteyecekler, bu onlar için bir fırsattır. Amerika, Çin Rusya ve en önemlisi İran'ın
tam da ayaklarının altına bir Taliban bombası bırakarak gitti. Afganistan'daki
kadınların durumu, çocukların durumu Amerika için birkaç trajediden öteye
geçmeyecektir. Çünkü, Amerikan emperyalizmi amacına gözyaşı dökerek
ulaşmıştır. Amerika için gözyaşı dökülmeyen hiçbir başarı sona ulaşmamıştır. Siz
yine de Taliban'ı devrimci olarak görmeye devam edin çünkü, kapitalizmin sizi de
uyuşturduğunu görmek istediğiniz değil de göstermek istediklerini size gösteriyor.
Ve siz de bu masallarla uyuyorsunuz. Sizi, Talibanın küçük kardeşleri uyandırdığı
zaman anlarsınız… selam ve saygılarımla.
MARKSİZMİ ANLAMAK VE SAVUNMAK
Marksizm‟ i anlama noktasında „„Marksistlerde‟‟
sorun var. Bu sorun hem
geçmişin, hem de bugünün sorunu olarak yaşanıyor. Uzun bir zaman dilimine
uzanan değişmenin ne olduğu, kapitalist sistem içinde değişimin nelere yol açtığı ve
insan dünyasında nasıl etkili olduğu, neyin değiştiği sorusu anlam kazanıyor.
Değişim ve dönüşüm olayını niyetten bağımsız olarak düşünmek daha rasyonel ve
mantıklı bir yaklaşım olur. Teknolojideki devasa gelişimin ve değişimin insan
dünyasında, özellikle toplumun çalışan kesiminde ne gibi değişimlere yol açtığını
anlamak, bu espri içinde yeniyi üretmenin önemi inkâr edilemez.
22
Genelleşmiş klasik Marksist „yandaşlığı‟
aşılamadan, bir anlamda var olanla
hesaplaşmadan Marksizm adına yeniyi aramak, toplumsal olaylarda söz sahibi
olmak, sadece beyhude bir çaba olacak gibi görünüyor. Resmi burjuva ideoloji
karşısında başarısız olan Marksizm, etkisiz bir güç haline geldi. Uzun bir tarihsel
sürece eşlik eden, her geçen zaman diliminde kendisine ait problemleri aşamadan
yürüyen Marksist solun çıkmazı, özgün terimlerle buluşarak derinleşti. Bugün
Marksizm‟ in krizi temelsiz değildir. Marksizm‟
in krizini, kapitalizmin gelişiminden
ve değişmesinde bağımsız olarak düşünmek mümkün görünmüyor. Klasik
“Marksizm‟
in yandaşları" üzerinde fazla çalışmadıkları ve yeninin üretiminde
yetersiz kaldıkları tam da bu alandır. Günümüz koşullarına uzanan Marksizm‟
in
bunalımı, daha önce yaşanmışı Marksizm‟
in bir iç problemine benzetmek sorunlu
bir espri olur. Zaman ve mekan olgusunda yaşanan değişimleri çok dar sınırlar
içinde düşünmek, evrensel eşitlikçi bir dünyanın ideolojik vizyonuna uygun
değildir. Kapitalist sisteme karşı muhalif bir eylem olma noktasında büyük bir
toplumsal düşüş yaşayan “Marksist muhalefet”, ideolojik olarak da bir yenilgi almış
durumda. “Komünist rejim” üzerinde yürüyen gerçeğe yakın manipülasyonlara,
„„Komünistler‟‟
yeni ideolojik argümanlarla yanıt veremedi. Kapitalist sistemin
ideolojik aygıtlarını ustaca anladı, yorumladı ve etkili sonuçlar aldı. Gündelik
yaşamın ekonomik ve sosyal problemleri üzerinde komünistlerin açıklamaları
popülist ve pragmatik bir yetersizlik üzerinde yapılınca, ezilenlerin dünyasında
taraftar bulamadı. “Pragmatik ve dar bir Marksizm” solun dünyasında farklı
dejenerasyonlara yol açtı. Marksizm deki sorun devrim yapmış ülkelerin kapitalist
sisteme entegre olmasını aşmış durumda. Uygulama alanındaki sosyalizm,
kapitalist sisteme yenilmiş olması acı bir realitedir. Fakat Marksist hareketin
problemleri, uygulama alanındaki sosyalist uygulamaları aşmış durumda. Kapitalist
sistemin gelişmesinde ve ilerlemesinde ortaya çıkan problemler, burjuva sınıfın
toplumda yarattığı ideolojik ve politik ağırlık yeniden sorgulanmalıdır. Marksist
muhalefetin sistem içinde toplumsal bir ağırlığının kalmadığı bir süreç yaşanıyor.
Bu realiteye neden olan olguları incelemek, yeni teorik analizler yapmak Marksist
aydınların görevidir. Somut koşulların yeniden sorgulanmasını hedef alan bir
çalışma mutlaka devreye alınmalıdır. Sosyalizmi ütopik bir değer olmaktan
çıkarmak için, yapılması gereken toplumsal değişimleri Marksist bir perspektif
içinde yeniden yorumlamak olmalıdır. İdeolojik olarak insan geleceğine yeni bir
açılım verilmelidir. Bugün eski klasik argümanlarla Marksizm‟
i savunmak mümkün
görünmüyor. Tüm sistemi inceleyen ve değerlendiren bir yöntem üzerinde hemfikir
olmak, ileriye gitmenin ilk koşuludur. Bu noktada inançla gerçek arasındaki ilişkiyi
doğru tespit etmek önemlidir. Marks‟
ın kapitalist sistemle ilgili ekonomik ve politik
olarak yazdıklarında bir sorun görünmüyor. Tersine Kapitalist sistemde artı değer
sömürüsünün ve özel mülkiyetin yarattığı ayrıcalıklar teorik ve politik söylemler
yeni bir düşünme ve mücadele cephesi yarattı. Kapitalizme karşı mücadelede ilkeli
ve uzlaşmaz bir politika izleyen Marks, Kapitalizmin her aşamasında ideolojik
23
çizgisini yeni argümanlarla besledi. Kapitalist sistemin işçi sınıfını ve toplumun
yoksul kesimlerini maniple eden değerlerine karşı, yeni argümanlarla savaş açtı.
Yaklaşık iki asır önce Kapitalist gelişmenin hızla insan dünyasına yayılmaya
başladığında, insan dünyasında görülen değişiklikleri ve emek sömürüsünü anlatan,
kapitalist sömürünün vahşi gerçeğini analiz eden Marks, ayrıca dinin insan
dünyasında, özellikler yoksulların yaşam tarzında etkili olduğunu gördü. Marks'ın
kapitalizme karşı mücadelesinde, ekonomiyi ve dini bir diyalektik bütünlük içinde
yorumladı, sonuçlar çıkardı. Güne ve geleceğe ilişkin politik iddialarını o günün
toplumsal gerçeği üzerinde üretti. Kapitalist sisteme karşı, kendi toplumsal dünya
anlayışını geliştirdi. Marks güne ve geleceğe ilişkin yeni bir vizyon ürettikçe,
Avrupa'da istenmeyen biri oluverdi. Marks kapitalizmin ekonomik ve politik
değerlerini zaman zaman anlatırken onu acımasız ve zalim bir sistem olduğunu
büyük bir deha örneği göstererek izah etti. “Kapitalizm gölgesini satmadığı ağacı
keser” aforizmasında devasa bir anlatım gücü ve felsefi derinlik vardır. Bu ideolojik
tespite daha fazla ne eklene bilinir ki. Marks kapitalist sistemi sorgularken,
“dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir” tespitiyle önemli başka bir şeye
ışık olmaya çalışıyor. “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde
yorumlamışlardır ‟‟, oysa sorun onu değiştirmektir, diyor. Kendi sosyal pratiğinde
tamda bu gerçeğe uyum bir hayat tarzı yaşayan Marks, kendisiyle, rakipleri arasına
bu felsefenin değerleri üzerinde ciddi tartışma pratiği yaşadı. Marks'ın teorik
çizgisiyle-pratiği arasında tam bir uyum yaşandı. Kapitalizmi Marks‟
tan daha iyi
anlatan bir başka bilim adamı bulunmadı hala. Marks kapitalist sistemle ilgili
söylediği her cümlede derin ideolojik bir felsefe bulunuyor. İşte çarpıcı bir örnek
daha Komünistlerin teorisi tek bir cümlede toplanabilir: Özel mülkiyetin
lağvedilmesi”. Marks'ı anlamak için büyük bir entelektüel olmak gerekmiyor. Özel
mülkiyetin varlığı, sahip olmanın ve kötülüklerin egosu içinde düşünüldüğünde,
insanın ilk elde “Özel mülkiyetin lağvedilmesi” fikrini geliştiren Marks, kapitalist
üretimde de insanoğlu, kendi elinden çıkma ürünler tarafından yönetilir” argümanı
ile, kapitalizmin insan dünyasında nasıl etkili olduğunu bu çarpıcı anlatımıyla
kapitalizmi savunanlarla arasındaki uzlaşmaz çizgiyi derinleştirdi. Zaman içinde
para, metalar gibi insanların da değerlerini belirleyen, herkesin üzerinde bir güç
gibi görünmeye başlar. Artık para bir tanrı gibidir. Karl Marks, bilimsel
düşünmenin ve öngörünün zirvesi diyebileceğimiz bu tespitine eklenecek ne olabilir
ki. Gelinen süreçte paranın insan dünyasında devasa yarattığı dejenerasyonu daha
geniş verilerle anlatmak bugünün Marksistlerinin işi olmalı. Marks‟
ın ürettikleri,
yalnızca kendi çağın dehası ile sınırlı değildir. Bugünde Marksizm insana yol
gösteriyor. Marks'tan sonra dünya kendi diyalektiği içinde devasa değişimler
yaşayarak ilerledi. Şimdi Marksistlerin dünyasındaki temel problem ve yetmezlik
tamda buradan ortaya çıkıyor. Marks'ı anlamak, bugün yaşananları anlamak ile eş
anlamlıdır. Günümüz dünyasında ki değişmeleri ve gelişmeleri anlamayanlar,
Marksizm‟
i eksik anladıkları sonucu çıkar. “İnsanoğlu önüne çıkan sorunlara
24
çözüm arar” diyen Marks, kendi tarihinin zaman diliminde ve hayatının sonuna
kadar insanın yaşadığı sorunlara çözümler üretti, üretmeye çalıştı, yol gösterici
oldu. Kapitalist sisteme karşı mücadelede, Marks‟
ta çok şey aramak doğru bir
yöntem değildir. Marks‟
ın temel prensibi, kapitalist sistemle ideolojik ve politik
olarak uzlaşmamak oldu. Kapitalizme karşı mücadelede bu ilke asla terk
edilmemeli. Kapitalizme karşı mücadele konusunda, Marksistler yaşadıkları öznel
koşulları değerlendirerek „„somut koşulların-somut tahlil ‟‟ politika ve mücadele
biçimleri üretmeliler. Bugün kapitalizme karşı mücadele nasıl olmalıdır sorusuna
yanıt, Marks‟
ta alıntılar aramak yöntem olarak doğru değil. Kapitalizm yeni bir
sürece evrilirken, kendi çelişkilerini de insan dünyasına yansıtmaya çalıştı,
çalışıyor. Küreselleşme ne kadar çok yaygın hale geliyorsa, kendi değerlerini taşıyan
kültürü de etkili hale getiriyor. Küreselleşmenin yarattığı toplumsal çelişkiler,
egemen sınıfın çıkarlarını koruma noktasında gelişiyor. Kapitalist sistem, ezilen ve
sömürülenleri boyunduruk altına almış durumda. Kapitalist-Emperyalist sistem,
dünyayı kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden inşa etmeye çalışıyor. Bugünün
kapitalist, Emperyalist sistemi, bir iki asır öncesi kapitalist sistemle mukayese
edilmeyecek kadar gelişme gösterdi. İnsan dünyasının her alanında egemen olan
kapitalist sistem, düne göre daha etkili bir örgütlü güce sahip. İşçi sınıfının ve
toplumun diğer çalışanların emek gücü, düne göre çok daha verimli durumda.
Emek gücünün yarattığı zenginlik çok eşitsiz bir şekilde dağılıyor. Sömürünün
niteliği değişmeyen tek şey oldu. Bugün bir saat emek gücünün yarattığı zenginlik,
yarım asır önceki üç saate eşit durumda. Teknolojik gelişmeler iş gücünün verimini
arttırırken, zamandan kazanılan avantajlar, işçi sınıfına ve diğer çalışan emekçilerin
sömürülmesinde burjuva sınıf için bir zenginlik aracı oluyor. Çalışanların hayatında
bir zenginliğe, yada pozitif değişikliğe yansımıyor. Burada bir paradoks görülmüyor.
Çünkü burjuvazinin geleneksel sömürüsü aynı yöntemle devam ediyor. Emek
verene ve zenginlik üretene en azı veriliyor. Emeğin acımasızca sömürüldüğü
gerçeğine bir kez daha tanıklık ediyoruz. Sistem içinde bir sınıfın, yani burjuva
sınıfın teknolojik ve sosyal gelişimin yarattığı avantajları hala tek başına hakim
olduğu gerçeği ile bir kez daha acı şekilde yüzleşiyoruz. Teknoloji her alanda yeni
bir tarihsel sürecin gelişmesine, değişmesine ve ilerlemesine neden oluyor. Çok
önceden ön görülmeyen değişmelere imza atıyor. İnsan dünyasında görülen
değişimler, çarpıcı bir biçimde insanı insana yabancılaştırıyor. Bunun ne anlama
geldiğini yazının değişik bölümlerinde anlatmaya çalışacağım. Kapitalist sistem
bilim ve teknoloji alanında yeni hikayeler yazmaya devam ediyor. Teknolojik
devrimin yeni bir aşaması yaşanıyor insan dünyasında. Teknolojinin gelişim boyutu
ile birlikte devasa sorunlar yaşanıyor. Elimizdeki telefon özgürlüğümüzü kısıtlayan
ve nerede olduğumuzu istediği zaman haber veren bir alettir. Gizlilik kurallarını
tamamen legalleştiren araçlar hızla insan dünyasına yayılıyor. Marksistler kendi
alternatiflerini oluşturma noktasında sınıfta kaldı. “Katı olan her şey buharlaşıyor,
kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar yaşamın gerçek
25
koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor. Modern burjuva
toplumu, böylesine kudretli üretim ve mübadele araçlarının bir araya getirmiş olan
bu toplum, yer altı güçlerini kontrol edemez bir büyücüye benziyor”. Marks‟
ın bu
cümleleri üzerinde iki asra yakın bir zaman geçti. Katı olan tek şey kalmadı.
Kapitalizmin doğuşunda ve sonrasında yaşam koşulları insanları birbirleriyle
yüzleşmeye zorlarken, bugün insanları birbirinden uzaklaştırıyor ve diyaloglarını
zayıflatıyor. Ama kapitalist sistem devasa bir güce erişerek, burjuva sınıf geleceğini
yenilmez kılmaya çalışıyor. Yenilmez gücünü, insana ideolojik olarak kabul ettirmek
için bolca manipülasyon yapıyor-yaptırıyor. Modern burjuva toplum, yerini barbar
bir burjuva toplumuna bıraktı. Sistemin ürettiği silahlar insanı yok edecek düzeyde.
Bugün ki kapitalist sistem büyük değişiklikler yaşayarak ve yaratarak ilerliyor.
Dünya ne Marks‟ ın, ne de Lenin‟
in bıraktığı dünyadır. Kapitalist sistemin
teknolojide bir devrim gerçekleştirdiği tartışılacak bir durum değildir. Teknolojideki
devrim insan dünyasında yarattığı değişmeler ve gelişmeleri anlamadan politika
yapmak Marksizm değildir. Geçmiş; şimdi ve gelecek arasında doğru bir diyalektik
bağ kurulamasa, değişmelerin nelere yol açtığını anlamak imkansız hale gelir.
ESKİ TARİHİ BİRAZ KURCALAYALIM
Genel anlamda teknolojinin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Başından beni
teknoloji insanın fonksiyonel ihtiyaçlarını gidermek ve kendilerini çevrenin
etkilerinden korumak için ortaya çıkmıştır. Binlerce yıllık insanlık tarihinde, ilk
çağlarda, Rönesans‟ a, Endüstri çağına, 20. Yüzyıl‟
a ve nihayet günümüze kadar
müthiş bir ilerleme ve gelişme gösterdi. Ama 21. Yüzyılın teknolojisi çok spesifik
değerler taşıyor ve insanı düşünme alanında yeni bir devrimle yüzleştiriyor.
Tarihsel gelişmelerdeki dönüm noktalarında yaşanan değişmeler, geldikleri anda
yarattıkları ilerlemeler insan dünyasındaki değişmelerde etkisi çok sonra
anlaşılıyor. Ama bu tespitimiz 21. Yüzyılda çok doğru görülmüyor. Her yeni bilim ve
teknoloji insan dünyasına kendi değerleriyle kısa bir zamanda toplumda vücut
buluyor. İnsan dünyasında ki, her teknolojik gelişme, tarihsel değişikliklere yol
açarak yeni sosyal ilişkiler ağını geliştiriyor. Zamanla birlikte, insan bilinci doğayı
ve çevreyi düşünmek zorunda kaldı. Belki dünkü teknoloji ile değil, ama günümüz
teknolojisiyle doğa ve insan geleceği risk altında olduğu gerçeği kabul gördü. İnsan
dünyasında yaşanan felaketler, bilim ve teknoloji ışığında çözümler arandı ve
aranıyor. Doğayı koruma, yok etme paradoksu aynı felsefenin farklı varyantları
olarak düşünüldüğünde, bugünkü teknolojinin problemli boyutunu anlamak zor
olmasa gerek. Bilimde ve teknolojide görülen hızlı dönüşüm ve değişim, gelecek
dünyanın ve insan kimliği hakkında bir dizi teorik tez, argüman ve problem ileri
sürülüyor, bunlar birer öngörü olarak tartışılıyor. Bilimin ve Teknolojinin hızlı
değişimini, düne göre, insan beyni daha erken alıyor, yorumluyor. Bu da insan
26
beyninin nasıl hızla değiştiğini ve algılama yeteneğinin hızla ileri gittiğini
gösteriyor.
İLAHİ GÜÇ, BİLİM VE TEKNOLOJİDİR
21. Yüzyılda insanların günlük hayatında teknoloji kavramı artık alışılmış bir
kavrama dönüştü. Teknoloji dendiği zaman her birey birçok şey konuşabilir ve
anlatabilir. Teknolojinin konuşulan fiziksel özelliğidir; Hardware (donanım), daha
çok. Halbuki teknolojinin bir başka kuramsal; yazılım (Software), boyutu da var.
İnsanlar daha çok teknolojinin fiziksel özelliği üzerinde bilgi sahipler. Çünkü
teknolojinin fiziksel özelliği araçları kapsar. En basit örneği elimizdeki telefondur.
Teknolojideki evrimin gelişim bir diyakronik bütünlük içinde düşünmek gerekiyor.
Tarihin biraz gerisine gidelim, bilimin ve teknolojinin ürettiği ürünler insan
dünyasında devrimler yarattığı gerçeğiyle yüzleşiriz. Bu gelişmeleri birden fazla
başlık altında toplamak mümkündür. Amacımız geçmiş insan toplumunun
yaşadıkları tarihsel evreleri ve ekonomik problemleri anlatmak değil. Bilimde ve
teknolojide yaşanan evrimin ve dönüşümün kısa bir özetini yapmak olacaktır.
„„Doğaüstü‟‟
bir şeyden söz edeceksek, bunun bilimden ve teknolojiden başka bir
şey olmadığını görüyoruz. Bilim ve teknoloji alanında kimi sektörler vardır ki bu
sektörlerde görülen yenilikler, insan toplumunun ilerlemesinde kaldıraç görevi
görmüşlerdir. Örneğin inşaat alanında yaşananlar, her çağın akışı içinde insan
hayatını kolaylaştırmış ve insana her aşamada zaman kazandırmıştır. Ancak işin bir
27
başka boyutunu mutlaka görmek gerekiyor. Teknoloji geliştikçe küreselleşme hız
kazanırken, kapitalist kültür ve düşünme tarzı insana empoze edilirken, diğer yanda
sömürüyü kabul gören bir insan yaratılmaya çalışıldı. Kapitalizm her alanda
örgütlenme ve yayılma üstünlüğünü ele geçirdiği bir realite olduğu bilinmelidir.
Teknolojik gelişmeyle devreye giren sermaye, global olarak halkları sömürge ağı ile
denetim altına almıştır. Doğa ve insan kaynakları acımasız bir sömürü altında
bulunuyor. Bugün; küreselleşme önüne geçilmez bir tehlike oluşturmaya devam
ediyor. I-Malzeme alanındaki gelişmeler; ilginç ve hızlı olmuştur. Betonun atası
sayılan dövülmüş kil veya yanmış kireç taşının ilk kullanımı milattan önce 1300
yıllarda olduğu iddia edilir. Çelik‟
in ilk kullanım alanına girmesi ise milattan önce
1800’lü yıllara dayansa da, inşaat sektörünün temeli sayılan donatılı beton ve yapı
çeliği 19. Yüzyılın ortalarında Avrupa ve Amerika‟
da kullanılmaya başlandı. Daha
önce yapımı haftalar hatta aylar sürebilen bir yığma taş istinat duvarı, bir ve üç gün
içerisinde donatılı beton ile yapılmaya başlandı. İnsana devasa bir zaman
kazandıran her bilimsel ve teknolojik gelişme, bugün insanı başka bir evreye
taşıyor. Teorik yazılımlar arttıkça, pratik değerler içinde yeniyi üretmek daha kolay
oldu. Bugün kullanılan ve yapı mühendisliğinin temeli sayılan teoriler, 16 ve 19
Yüzyılları Eüler, Bernoulli, Newton gibi sayısız bilim adamı tarafın hazırlandı ve
uygulandı. Bilim ve teknoloji geliştikçe insan hayatına değişik boyutlarda yansıdı.
Teknoloji geliştikçe iş gücünün verimi katlanarak artıyor. Peki, çalışanlar artan
zenginlikte nasıl bir pay alıyor. İşte bu soruya yanıt tek değişmeyen şey oldu. 2-
Bilim ve Teknoloji 18-19-20. yüzyılda işsizlik yaratmıyordu. Tersine yeni iş alanları
hızla vesile oluyordu. Zaman zaman kapitalist sistemde tıkanmalar göreceli olsa da,
bunlar kısa bir zaman diliminde aşıldı. İş gücüne olan ihtiyaç daha fazla arttı.
Teorik analizler pratiğe yansıyınca yapı davranışı, malzemeye olan ihtiyaç,
gerilimler, deplasmanlar, kuvvetler daha doğru ve daha hızlı hesaplandı. Bu “daha
doğru” hesaplarla birlikte, daha önce bir ve iki metre olan taş duvar kalınlıkları otuz
kırk santime, bir metre olan kolon çapları yirmi ve otuz santimetreye inmeye
başladı. 19 ve 20. Yüzyılda teknoloji geliştikçe iş gücüne olan ihtiyaçta azalma
olmadı. Ağır ve yorucu olan işler yeni teknoloji ile çok yorucu olmaktan çıktı belli
oranda. Kapitalizmin gelişim evresinde teknoloji hızla gelişime, yenilenme ve
değişim yaşadı. Bu ilerleme çalışanların dünyasında değişik bir iş disiplini yarattı. İş
saatinde kazanılan zaman patronun daha çok sömürmesine aracı oldu. 3-Teknolojik
ilerleme kendi diyalektiği içinde zenginleşerek insan dünyasında etkili olmaya
başladı. Her yeni teknoloji, insan dünyasında paradoksal sonuçlar yaratarak
geliştiği ise bir başka gerçek oldu. Aslında “kapitalizm insanı evrimin doğal bir
sonucu olarak” gelişti ve etkili bir ekonomik sistem olmaya başladı. Çalışma
dünyasında etkili olan 19. Yüzyıl‟
ın ortalarında icat edilen hidrolik (su basıncı) ve
Pnomatik (hava basınçlı) makinaların üretilmesi insan dünyasında yeni bir
dönemin başlangıcı diye biliriz. Bu araçlarla birlikte kazı yapmak, malzeme taşımak
önemli bir gelişme oldu. İnsana en çok zaman kaybettiren ve en fazla zaman emek
28
gücü gerektiren işler, çok daha hızlı ve daha az iş gücüyle yapılmaya başlandı. Yıllar
sürebilen kazılar, haftalarla ölçülmeye başlandı. Bilim, ne kadar yeni teknoloji
geliştirse, iş gücüne olan ihtiyaç bir o kadar büyüdü. 20. Yüzyıl ile birlikte vinçler
(matkap vs.), beton mikserleri, elektrikli aletler ve belki de bunlar arasında en
önemlisi içten yanmalı motor icat edildi. İçten yanmalı motor ve bunun taşıdığı
yaratıcılık (traktör, buldozer vs.), el arabalarını, kürekleri kazmaları ve hayvan
kullanımını azalttı veya ortadan kaldırdı. Yani her yeni teknoloji, eski teknolojiyi
tavsiye ederek gelişiyor. İnsan dünyası yeniden şekilleniyor. Elbette teknolojinin
gelişimi sadece bu yazdıklarımla sınırlı değildir. Kısaca anlatmaya çalıştım
teknolojik devrimin sürekli bir nitelik alarak ilerlediğin anlatmaktır. Bugün ise
temel sorun; Kapitalist, emperyalist sistemi felsefi, ideolojik, ekonomik, kültürel ve
politik olarak yenide bir değerlendirmesini yapmak önemli hale gelmiş durumda.
Böylece Komünizm insan dünyasında yeniden anlam kazanır. Peki bunların
toplamda etkisi ne oldu? Şöyle örnekleyeyim: İlk çağlardaki malzeme (beton, çelik,
vs.) eksikliklerinden, bilim ve teknolojik yetersizlik ve imkansızlıklardan dolayı,
donemin büyük (ama günümüz şartları için göreceli olarak kolay) inşaat projeleri
genel anlamda en ucuz iş gücünü, neredeyse sınırsız kullanarak, insanı çalışma
şartlarını makulün da ötesinde zorlayarak yapıldı. Bu dönemin en çarpıcı örneği
olan, ve dünyanın ayakta kalan en eski, yedi harikasından biri olan, Giza‟
daki yüz
kırk dört, metre yüksekliğindeki büyük Mısır Piramidi, yunan tarihçi Herodotos‟
a
göre yüz bin işçi tarafından, yirmi yılda (M.Ö. 2560-2540) inşa edildi. Bugünkü
bilim adamları ise, kullanılan iş gücün yirmi bin işçi ve yirmi yıl olarak tahmin
ediyorlar. Günümüzde hala bu çalışan emekçilerin işçi mi yoksa köle mi olduğu
tartışma konusu. Ancak kim olursa olsunlar, dönemin şartları gereği karın
tokluğuna, çok uzun çalışma saatleri boyunca, kol gücüne dayanarak çalıştıkları
aşikar. İtalya‟ nın Pisa şehrinde bulunan ve yapımı M.S. 1172‟
de tamamlanan, elli
yedi metre, yüksekliğindeki ünlü Pisa Kulesi‟
nin yapımı tam yüz doksan dokuz yıl
sürdü. Kutsal Vatikan şehrindeki ünlü Aziz Peter Bazilikası, M.S. 1506 yılında, yüz
kırk dört yıllık inşaat sürecinden sonra tamamlandı. Amerika‟
nın New York
şehrindeki Hürriyet Heykeli, sekiz yıllık inşaat sonunda M.S. 1875 yılında bitti. Yine
bu şehirde dönemlerinin en yüksek binaları olan üç yüz on dokuz metre
yüksekliğindeki Chrysler binası ile üç yüz seksen metre yüksekliğindeki Empire
State Binası iki yıllık inşaat süreçlerinin ardından 1928 ve 1929 yıllarında
tamamlandı ve son olarak, günümüzdeki en yüksek bina olan, yaklaşık sekiz yüz
otuz metre yüksekliğindeki Dubai‟ deki Burj Khalifa‟
nın yapımı iki yıl sürdü.
Görüldüğü gibi zamanında inşa edilmesi mümkün bile olmayan yapılar artık iki üç
yıl içerisinde inşa edilmeye başlandı. Sekiz yüz elli yıl önce yüz doksan dokuz yıl
süren, yüz elli yedi metre yüksekliğindeki kule inşaatları (Pisa Kulesi), günümüzde
iki üç yılda tamamlanan sekiz yüz otuz metre yüksekliğindeki inşaatlara dönüştü
(Burj Khalifa). Bu arada insana, daha doğrusu insan gücüne ne oldu? En kısa haliyle
özetlersek: Burada asıl kazanan emekçi değil, işveren oldu. yirmi yıllık teorik/ütopik
29
bir çalışma süreci düşünelim. Emekçi açısından bakarsak, eski çağlarda yirmi yıl
boyunca sadece 1 büyük inşaat yaparken (Mısır Piramitleri), şimdi aynı sürede
sayısız işlerde çalışabilir. Ama emek karşılığı olarak bunun bir pozitif yansıması
yok. Yirmi yıl boyunca, normal kazancın neyse onu alacak. Yani çalışan açısında
değişen bir şey olmuyor. Yaratılan zenginlikleri üretim araçlarını elinde bulun
egemen sınıfın hesabına akıyor İşveren açısından bakarsak yirmi yıl boyunca sadece
Mısır Piramitlerinin inşaatını bitirmek yerine, aynı sürede Chrysler binası, Eyfel
Kulesi, Empire State Binası ve Burj Khalifa‟
yı bitirebilir. Bunlardan edilecek
kazancı varın siz hesap edin. Teknolojin tarihi böyle bir sarmal içinde ilerleyerek
gelişti. Bugünkü dijital ve nanoteknoloji ise teknoloji dünyasında bir başka devrim
olduğunu gerçeğini görmek zorundayız. Teknolojinin ilerleme hızına yetişme ve
onun yaratığı değişikleri anlamak zaman alıyor. Son olarak söz konusu edilmesi
gereken bir başka noktaya ise, hesaplama alanındaki gelişmeler olan bilgisayar
teknolojisi olacak. Bu noktadaki gelişmeler başlı başına birçok kitap konusu olmaya
açıktır. Bilgisayarların ortaya çıkmasıyla, hesap kapasitesi ölçülmeyecek derecede
arttı. Daha önce deprem ve rüzgar yükü altında bir binanın tepkisini incelemek
aylar sürerken, günümüzdeki bilgisayarlarla bu işlem dakikalarla sınırlı hale geldi.
Teknoloji devasa bir sıçrama yaparken, gelişen bilim ve teknoloji insan dünyasında
etkisi ne oldu. Bu soruya yanıt başlı başına inceleme konusu. Düne göre; daha
yorucu olmayan iş alanları oluşmaya başladı. Ama teknolojiden doğan avantajları ve
zenginlikleri egemen sınıf tek taraflı sahip oldu. Her teknoloji kendi tarih içinde
etkili sonuçlar bırakmıştır. Teknolojik değişmeler insanın hikayesi ile başladığını,
her geçen zaman diliminde bir devrim yarattığı anlamak zor değildir. İnsan
dünyasında ki her tarihsel sürecin „kaderini‟
belirleyen bilim ve teknoloji oldu. Ama
her çağda teknoloji ve bilim egemenlerin tekelinde oldu. Teknolojik gelişmelere baz
hazırlayan bilim oldu. Teknoloji her çağda bilimsel ilkeleri üzerinde gelişti kendisini
yeniledi. Her çağda teknoloji insan hayatında kısa-uzun vadeli etkilerde
bulunmuştur.
MARKS: BEN MARKSİST DEĞİLİM
30
Ben Marksist değilim, Marks'ın bu cümlesini söylendiği konjonktürden koparılarak
yapılacak bir yorum ve değerlendirme rasyonel ve mantıklı olamaz. “Ben Marksist
değilim” reaksiyonu bir tarihsel sürecin hikayesidir. Marksizm adına tamamen
yabancı fikirlerin konuşulduğu, ancak bolca Marks'ın isminin kullanıldığı bir
sürecin aynası olarak düşünülmeli. Lenin’in, Marks'tan sonra “çarpıtılmamış bir
Marksizm bulmak için arkeolojik kazılara girmek gerekir” derken bir olgunun
sürekliliğinden söz ediyor. Marksizm’in tarihi aynı zaman da, Marksizm’in
çarpıtılma tarihidir. Marks bugün yaşasaydı acaba, kendisini temsil edenler
hakkında nasıl bir kanaate varırdı, nasıl bir yorumda bulunurdu. “Ben Marksist
değilim” cümlesinde daha ağır bir değerlendirme yapar mıydı? Belki de çok ağır
konuşurdu, belki de gözlerini kör, kulaklarının sağır olmasını isterdi. Peki şimdi
hangi radikal sola Marksist diyebiliriz. Bütün radikal Solun kendisini
M/L(Marksist, Leninist) gördüğü, her örgütün diğerini Anti-Marksist diye
düşündüğü bir gerçekte var ayrıca. Bugün bir radikal sol örgüte veya partiye
Marksist demek için hangi ideolojik, politik argüman üzerinden değerlendirmeler
yapabiliriz. Radikal solun tarihi oldukça komplike ve karmaşık. Elbette bunun
birden fazla önemli teorik açıklaması olmalı ve olacaktır. Marksizm bir çağın ürünü
olarak doğduğu doğru, ama ortaya çıkış değerleri ile sınırlı değildir. Nasıl ki
burjuvazinin ideolojik formasyonu temelsiz değilse, Marks'ın fikirleri ve vardığı
teorik sonuçlar da nedensiz değildir. Marksizm’i terimler üzerinden yorumlamak ile
başlayan saldırı cephesi, tartışma alanını değersizleştiren yozlaştıran bir süreç uzun
zamandır örgütlü bir şekilde devam ediyor. İki evrensel dünya görüşü arasında
hüküm süren kavganın temelinde sınıf çıkarları ifade buluyor.
31
Bu gerçek üzerinden yapılacak tartışmalar, günümüz dünyasında adı yanlış konmuş
kimi teori ve pratik değerler üzerinde yeniden tartışmak ilginç olacaktır. Geleneksel
burjuva ideolojisi üzerinde inşa edilen kapitalist sistemin tek alternatifi, Marks'ın
bıraktığı ideolojik espri oldu. Kapitalizme karşı mücadele bağlamında, Marksist
solun rutin söylemleri bir çözümsüzlük süreci yarattı. Dün ve bugün Kapitalizme
karşı olmanın çok basit, çok daha anlaşılır motifleri var. Ancak anti-kapitalist
cephede görülen çözümsüzlük, söz konusu olan tarihsel bir sürecin kesiti gibi
düşünülemez. Elbette kapitalizme karşı ideolojik ve politik sayısız eleştiri Marksist
dünyada yapıldı. Kapitalizmin eleştirisi, kapitalistlerin dünyanın efendisi olmayı
engelleyemedi. Marksizm bir “Tanrı ideolojisi değildir” esprisi olmadığından,
Marksist kavramlar altında dünyayı anlama üzerinde yürüyen süreç, Sekter, tutucu,
dar ve ilkel gelişmelere vesile oldu. “Marksist aydınların” Lenin sonrası süreç
üzerinde güçlü analizler üretmede sınıfta kaldığı gerçeğini anlamak önemli. Soyut
olarak Marksizm’in “dört köşe” bilimselliği üzerinde dogmatik kalıplarla örülmüş
bir kültür ve düşünme tarzı yaratıldı. “Marksizm’in çözemeyeceği bir tarihsel
gelişme ve toplumsal olay olmaz esprisi, solun ucuz yorumlarına ve
değerlendirmelere sürükledi. “Marksist düşünmenin çözemeyeceği bir problem
yoktur güveni, solun tarihinde bir dizi ironilere açık oldu. Devrim yapmış ülkelerin
arasında ortaya çıkan sorunlar üzerinde çok kötü bir tartışma geleneği yaşandı.
Kavramlar üzerinde kirli bir çatışma ve hesaplaşma tarihe kötü birer örnek olarak
yazıldı. Çağı yeni değerleriyle anlamak ve açıklamak noktasında düşülen
başarısızlık, bugün ağır bir kaosun yaşanmasına neden oldu. Radikal sol, sudan
çıkmış balık gibi çırpınıyor. Solun dili de deforme oldu. Her ideoloji kendi dilinin
sözcüklerini de üretmek zorundadır. Yoksa yeni sürecin bütün gelişimi ve değişimi
yakalanamaz. Bugünün teknoloji dünyasında yaşanan devasa değişimler, bir asır
öncesi kelimelerle anlatmak zordur. Burjuva ideolojinin kültürel değerlerine karşı,
Komünizmi savunmak asıl olarak zor bir sınav değildir. İnsanların sınıf temelinde
ayrışması, insan dünyasında ki en derin ve anlamlı çelişkidir. Komünizm, kapitalist
sistemin yargılanmasıyla başlayan süreç oldu. Ancak bugün kapitalizme karşı çapsız
teorik çıkışlar, yaşanan süreci daha da komplike hale getiriyor. Kapitalizm
güçlendikçe, radikal sol bir o kadar zayıfladı. Bu tarihsel çelişkiyi hangi paradoksla
(çelişki), açıklamak mümkün. Kapitalist sistem doğuşunda kullandığı bütün
hümanist değerlere ve söylemlere tamamen yabancı bir noktada duruyor.
Kapitalizm doğuşundan bu güne kadar büyük değişimlerden geçti. Kapitalist
sistemin yeniden analizi den kaçmak mümkün görünmüyor. Modernizmin insana
karşı suç işleyen bir politik sürece evrildiğini görmeliyiz. Bugüne kadar yaşanan
süreç, kapitalizmin üstünlüğü ile sonuçlanmıştır. Bu bir tespitten çok, bir gerçeği
ifade ediyor.
Radikal sol, paradoksal (çelişki) olarak ezik ve yenik bir tarih yaşıyor. Marksistler,
yada radikal sol teorik ve politik argümanlarını yenilemek zorunda. Örgütlenme
stratejisini yeni koşullara göre belirlemeli. Sistemin eleştirisi yeniden yapılmalıdır.
32
İnsanlığın küresel bir kuşatma altında olduğu gerçeğini anlamak, kapitalist sistemle
uzlaşmanın mümkün olmadığının altını çizmek, bugün için her şeyden çok daha
önemli olduğunu görmek önemlidir. ‘Sosyalizmi’ yenilgiye uğratan bir sistem
karşısında, yeni teorik argümanlarla çıkmak, yeni politik analizler yapmaktan
kaçamayız. Somut durumun analizini merkeze koyan bir düşünce, kapitalist
dünyayı anlayabilir. İnsanın geleceğini etkileyecek bir dizi olumsuz gelişme hızla
insan dünyasına monte ediliyor. Bugünkü kapitalist sistem, ne 19.yüzyılın, nede 20.
Yüzyılın kapitalist sistemi değildir. insan dünyasının her alanında devasa
değişmeler yaşanıyor. Kapitalist sistem kendini korumaya çalışırken, yıkıcı
faaliyetlerine devam ediyor. Kapitalist sisteme karşı mücadelede hala eski
argümanlardan ısrarcı olanlar, yenilgiye abone olanlardır. Eski düşünme yöntemi,
yeni bir perspektif (derinlik) yaratılmasının önünde engel olarak duruyor.
Marksizm’e saldırılar, Marksizm’in temel değerleri üzerinde yürüyor. ideoloji
olarak, ırkçılıkla, faşizm, radikal solla aynılaştırılıyor. Radikal sağ, radikal sol aynı
torbanın içine tutuluyor. Bu iki ideolojik çizin arasında en ufak bir analoji yoktur,
olamazda. Kapitalist sınıf toleransını faşizmden yana kullanır. Zira faşizmi
destekleyen ve kullanan bir sermaye kesimi her zaman vardır. Radikal solda şiddet,
bireysel bir çatışma değildir. Solun şiddet anlayışını idealize eden burjuva
lafazanlar, çok iyi biliyorlar ki, solun felsefesinde şiddet bir zorunluluk olmadıkça,
şiddeti yadsırlar. Kapitalizmin lafazanları, şiddet sorununa ilişkin Marksist espriyi
çarpıtıyorlar. Sol dünyasının yaşadığı kaos ve trajedi hala büyük sorun olmaya
devam ediyor. Uzun bir zaman dilimine yayılarak bugüne kadar uzanan solun
kaosu, bir tarihsel sürecin bütünüdür. Uzun bir zaman dilimidir. İnsanın bugününe
ve geleceğine ilişkin sol dünyasında elle tutulur, aydınlatıcı argümanlar üretilemedi.
Marksizm adına yazılan ne varsa, bir toplumsal değer bulamadan, etki alanı
yaratmada unutulanlar listesine girdi. İnsan dünyası, özellikler toplumun
çalışanları düne göre farklı bir tarihsel sürecin içinde bulunuyor. Somut koşulların
analizi bu bakımda önemlidir. Toplumun çalışanlarına bilinen argümanları
hatırlatmak, eski teorik ve politik tezleri savunarak bir hak arama mücadelesinde
tıkanıklık yaratacağı aşikardır. Bugünkü radikal solun, yeni döneme ilişkin
analizleri kabul görmüyor. Dar ve dogmatik metinler sol dünya da bezginlik
yaratıyor. Marksizm adına konuşanların ürettikleri, aydın dünyasında ilgi
yaratmıyor. Elbette kapitalist sistemi eleştiren binlerce metin yazılıyor, kitaplar
hazırlanıyor. Bu yazılanların önemi küçümsenmemeli. Ama bu yazılanlar etki
yaratacak alan bulamıyor. Ciddi tartışmalara vesile olmuyor. Marksizm binlerce laf
salatası altında kalmış bir hazinedir. Bu hazineye değer kazandırmak için maddi
koşullar düne göre daha fazladır. Bugünkü radikal sol, Marksizm’i ideolojik ve
politik olarak dar bir espri içinde savunuyor ve tutuyor. Dogmatik ve yüzeysel
görülen söylemler, bugünü etkileyen toplumsal hayati sorunlar karşısında çok cılız.
Sözünü ettiğim bütün Marksist dünyanın temel problemidir. Marksizm’in gelişim
süreci, aynı zamanda ona yeni şeyler ekleme olarak algılanmalı. Marks kendi
33
gelişim tarihinde, kapitalizmi ters yüz ederek ideolojik bir vizyon yarattı.
Kapitalizmin analizinde, teorik üretimin önemini yazılarıyla ortaya koydu. Marks
bilimsel çalışması sonucu insanı ilgilendiren ilginç sonuçlara ulaştı. Marksizm uzun
bir zaman insan dünyasında ortak bir dil ve düşünce oluşturdu. Marksizm’in
entelektüel katında çekiciliği zayıflamış görünüyor. Ne zaman toplumsal direnişler,
ciddi hak arayışları sokağa yansıdı mı? Marksizm yeniden konuşuluyor. Marksizm’i
yalnızca “bilimsellik esprisi” içinde gösterilmesi ve bununla sınırlandırılması,
Marksizm’e ince ve sinsi bir saldırıdır. Dost görünümlü düşmanca bir taktiktir.
Marksizm’i politik duruşundan koparmak, onun radikal vizyonundan soyutlamak
dünden bugüne uzanan ve bilinen ideolojik bir sapmadır. Bugünün dünyası
üzerinden, daha doğrusu mevcut durum üzerinden, Marksizm’i değerlendirenler ve
eleştirenler cephesi ilginç illüzyonlar üretmek zorunda kalıyor. Elbette Marksizm’de
zamanını dolduran kimi teorik tespitler varsa, aşmak zorunda olduğumuzun
bilinciyle davranılmalı. Marksizm idealsiz bir ideolojik vizyon olmadığına göre, her
yeni tarihsel gelişme üzerinde kendisini yeniden üretmek zorunda. Örneğin; bugün
sekiz saat çalışan toplumun tüm kesimleri, dört saat çalışmasını savunmak
Marksistlerin görevi olmalıdır. Dört saatlik günlük çalışma, işsizliği tümüyle yok
eder. Asgari-ücret dayatılmış yasal yoksulluk olduğu gerçeğini görmek önemlidir.
İşçi sınıfına, aslında toplumun tüm çalışanlarına sosyalizmin gerçeğini anlatan bir
program hazırlanmalı. Kapitalist ideoloji ile Marks'ın komünist esprisi arasında
identik en ufak bir benzerlik yoktur. Sosyalizmde sömürü olmadığına göre, dört
saatlik çalışma, bugünkü durumla mukayese edilemeyecek zenginlik üretir. İşçi
sınıfı kavramı yerini, başka bir kelime alacak. Emek verimi devasa zenginlik
yaratacak. Çünkü emek sömürüsü olmayacak. Yeni bir toplum kendi gerçek
değerleri üzerinde inşa edilecek. Eski ‘sosyalist’ deneylerde yaşanan yanlışları
tekrarlamak imkansız hale gelecek. İnsan bilinci kendi geleceğini üst bir bilinçle
inşa edecek. Sosyalizm bir daha yenilgi yaşamayacak. "Geriye dönüş" olmayacak.
Çünkü sosyalizmi var eden maddi ve manevi koşullar, kapitalist sistemin çok
üstünde değerler üretecek. Üretilen zenginlikler bütün topluma eşitlik ilkesi
üzerinde dağılımı sağlanacak. Bugün teorik olarak savunulan bu görüşlerin maddi
koşulları, kapitalist sistemde, düne göre çok daha olgunlaşmış durumda. Yani
dünya bugün komünizme çok daha yakın görünüyor. Kapitalizmle ideolojik olarak
uzlaşma mümkün olmayan bir ilke sorunudur Marksizm’de. Burjuva sınıfın aydın
ve entelektüel sözcüleri, ‘sosyalizmin’ başarısız deneyleri (bu deneyler mutlaka bir
tartışma konusu olmalı) üzerinde salvo (yayılım) halinde kusmanın geleneği devam
ediyor. Sosyalizm gerçek olmayacak bir boş ütopyadır demagojisi, çapsız kalıyor ve
pratik olarak bir ağırlık oluşturmuyor. Burjuva demagogların üst perdede başlayan
lafazanlıkların sonuna doğru geliyoruz. Kaşla göz arasında her gün Marksizm’e
yönelik eleştiriler, kapitalist sistemin çıkmazını örtbas etmeye yetmiyor. Marksistler
anti-kapitalizm ilkesinde düne göre çok daha tutucu olmak zorunda. Sosyalizme
geçişte ilk evre olarak bilinen Proletarya Diktatörlüğü, çok kısa zaman dilimi içinde
34
kendini yadsıyacak bir tarih olacak. Belki de insan Proletarya Diktatörlüğüne ihtiyaç
duymadan sınıfsız toplumu inşa edilecek. Sınıf çatışmasını var eden eski maddi
koşullar olmayacak. Sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü gibi bir tartışmaya gerek
kalmayacak.
İnsan komünizmin örgütlenmesinde belki de farklı bir vizyon geliştirecek. Burada
sabit doğruların olmayacağı gerçeğini anlamak önemlidir. Yeni bir kültür ve yaşam
tarzı yaratmak, toplumun ortak bir konsensüsü olmalı. Elbette bu oluşum
determinist bir yöntemle olmayacak. Gönüllü bir ilke üzerinde inşa edilecek.
Gönüllülük ilkesi ilk defa toplumun gerçek iradesini yansıtacak. Gönüllülük ilkesi
en üst bir kültür ve yaşam tarzı olarak insan dünyasına yön verecek. Ben bugünkü
ve gelecekteki teknoloji üzerinde düşününce, sosyalizme giden yolu ve yöntemi
önceden somut belirlemeler yapmak bana çok gerçekçi görülmüyor. Elbette bu
noktada birçok önerme yapmak, argümanlardan bulunmak mümkün. Ancak yeni
tezleri kesin sonuç gibi sunmak tartışmaları ve yeniye ulaşmayı engeller. Yeni bir
toplum dediğimiz sömürünün bütün maddi koşullarından arındırıldığı, üretmenin
artık gönüllü bir ortak değer olduğu, yeni bir düşünme tarzının egemen olduğu bir
insan dünyasından söz ediyoruz. Gönüllü çalışma bilinci, toplumda en yüksek
yaşam bilinci olarak değer kazanacak. Toplumun vizyonu, bazı inanç ve davranışın
çok daha ilerisinde olabilir, ama geriye dönüş, hikayesinin hiçbir maddi koşulu
olmayacak. insan ihtiyaçları ve sosyal istekler konusunda toplumun dinamikleri
evrimsel bir yarış içinde yaşayacak. İnsan Komünizmde refah içinde yaşamayı ve bu
noktada mükemmel bir kolektif hizmet üretecektir. Komünizmde insanların
birbirine bağlılıkları ve sorumlulukları en üst düzeyde yaşanacak. Marksın sözünü
ettiği bizim için insan en yüksek değerdir, felsefesi insan dünyasının vazgeçilmez
ilkesi olarak yaşanacak. Yaratılan dünya ekonomik sistemi her coğrafyada aynı
değerleri yaşayacak. Yeni bir dünyaya, yani komünizme çeyrek bir zaman dilimi
kaldı. Komünist bir gelecek ütopya olmaktan çıkacak zaman bize doğru yürüyor.
Tamda bu noktada aklımıza gelecek kimi negatif hikayeler yaşanmayacak.
Komünizmde rengarenk güzellikler dünyası olacak. Çalışma zenginleşecek, insanlar
topluma zenginlik katma noktasında yüksek düzeyde bir irade ve bilinç sahibi
olacaklar. Çalışmaya dair Kapitalist sistemin ürettiği değerin hayali bile
bulunmayacak. Vatansız bir insan dünyası olacak. İnsan gittiği her yeni yerde,
gönüllü olarak çalışacak. Çalışma saatleri, o gün insan dünyasında kaç saatle
sınırlıysa, o kadar emek harcamayı gönüllü olarak yapacak
35
BİR ŞİZOFRENİN GÜNCESİ
İnsanların geleceği bilmek isteme, tahmin etme güdüsü benim her zaman en büyük
arzularımdan biri olmuştu. Bu sayede atacağım adımlarımın değerini ya da
değersizliğini anlama öngörüsüne sahip olabilirdim. Hayata dair olup bitenlere
karşı kendimi bu şekilde savunabilir gittiğim yolun doğruluğunu kavrayabilirdim.
Geleceği görüyor olsaydım belki de bu yazıları yazmıyor olacaktım ya da bu yazıyı
yazmama sebep olacak olayları. Ne olacağını bilmemek beni hep endişelendirirdi.
Bundan 1 yıl 2 yıl 5 yıl sonrasını bilmeyi o kadar çok isterdim ki nasıl bir kavganın
içinde kendime nasıl bir yer bulacağımı görmek beni biraz olsun umutlu kılabilirdi.
Aslında bazen neyin umudu diyorum kendime. Ne umudu olduğunu bile
bilmiyorum. Sadece beynime kazılan birkaç kelimeden biri gibi geliyor bana. Bir
tabu. Vakit artık çok az. Beni değiştirecek olan adımların sonuncusuna varmak
üzereyim. Bunu kendim istedim demiştim ama galiba artık bunu istemekte
zorlandığımı utanarak söyledim kendime. Korkum bu yüzden ve endişem.
Korkuyorum çünkü nasıl bir hazırlıkla karşılayacağımı bilmiyorum. Hep derim
zaten insanlar bilmediği şeylerden korkarlar. Ben de onu bilmemekten korkuyorum.
Geleceği görememekten. Bazen geleceği hayal ediyorum.
Sonra bulutların üzerindeki yoğun su damlacıkları gibi bir bir alçalıyor, gökyüzüne
süzülüveriyor hepsi. O anda bir şimşek sinirlerimin kendini bu denli suskunluğunu
sonlandırmaya yeterdi. İşte oracıkta hayat bulurum sanki. Gözlerimi tekrar
açacağımdan değil uzun süre uyuyacağım belki de. Derin bir sessizliğin vereceği o
huzuru tadacağım inancı içinde onu bekleyeceğim her adımımda. Karanlığın
içindeki karanlıktan bakacağım o aydınlık denen çukura. O çukur bana hiç aydınlık
gelmedi çünkü, kendi ışığım yok burada. Bana kalırsa kimsenin bir ışığı yok sadece
sönmekte olan bir mumun dibine bakıyoruz hepimiz. Karşına çıkan cehennem
zebanisinin bile sana acıyacağı bir haldeysen ne anlamı var ki bu ışığı sönmüşlerin.
Cehennem alevini üzerlerine doğrultarak tüm kinini kusmak varken bu korku niye!
Neden hala bu kadar korkağım! Kendi karanlığında boğulmak en acısı değil mi
zaten. Hak etmediğin bir damla bile seni kurtarmaya yeterken bile. Ama tekrar
kendimi dizginleyerek onca yılımı heba etmemem gerektiğini, sabrımın beni bir
sona getireceğini söylüyorum. Bunu bilmek, bunu kendime cesurca söylemek içimi
rahatlatıyordu. Korkuyorum ve endişeliyim. Benden çalınanları geri alma gücüm
hiçbir zaman olmayacak bunu biliyorum ve buna göre yaşamaya henüz alışmadım.
Kaplumbağanın kafasını belli belirsiz çıkarması gibi bakıyorum etrafıma. Sanki hiç
tanımadığım ve yüzünü hiç unutmayacağım birinin darbesinden kaçıyorum ve sanki
her saklandığımda da beni bulmayacakmış gibi geliyor, ne yazık. Benden
36
çalınanlardan geriye elimde hiçbir şeyim de kalmadı. Bu durumda kim benim
yerimde olmak ister ki. Kim kandırılan, sevinçten dört köşe olan bir kaplanın son
çırpınışlarını veren avının yerinde olmak ister. Hayır, hiç abartmadım.
Doğruyu söyledim. Ne zamandır kendimi kandırdığım günlerin öcünü aldım. Ben
bu kadar fazlasını da hak etmemiştim zaten. Birinin balıklara uçamadığını
anlatması gerekirdi. Çürüyen bir domatesin haline acıyan bir sinek kadar
duygularımı yitirmiştim. Elimden sadece bu kadarını yapmak geldi. Keşke daha
fazlasını kırılan düşüncelere zaman ayırmak yerine tüm gerçeği kandırılan
benliğime haykırabilseydim. Kim bilir neler değişirdi. Geleceği görseydim eğer o
ana ulaşmak için çaba harcar mıydım ya da beğenmeyip o ana gelmemek için hiçbir
şey yapmaz mıydım? Kim bilir. O an yapacaklarım ya da yapamadıklarım yüzünden
o ana gelmiş olmayacak mıydım yine? O gördüklerim benim yapacağım
davranışlarından ne kadar etkilenecekti; hiç etkilenmeyecekti. Geleceği
gördüğümde benim yapacaklarım beni er geç o ana itekleyecekti ve ne yaparsam
yapayım kendimi orada bulacaktım. Peki bunun güzel yanı yok mu? Tabi ki bu ne
gördüğüne göre değişirdi. Son adımlarımı atmak üzereyim. Değişime, evrilmeye az
kaldı. 12 aydan fazla değil. Kendi karanlığımdaki o günleri sönmekte olan mum
ışığını arayarak geçireceğim. Bir faydası olacak mı bilemem ama en azından
kendime olan saygımdan yapacağım bunu. Kuru gürültülerin bir yaprak hışırtısıyla
bile mücadele edemediği itinalı bir sessizlikte arayacağım kendimi. Kimseden bir
şey isteyemem. Ama bir kapının aralanması, bir çığın düşmesi için bir ses, volkanın
patlaması için bir etki gerek ve kimse de bana yardım edemez. Sadece bunu ben
halledebilirim.
Kimseye söylenmeyecek kadar tehlikeli ve haince bir yol. Bu acınası halimi her
düşündüğümde gözlerim doluyor kendime acımadan edemiyorum. Sokaktan geçen
kel düşünceli piç kurularının bana baktığındaki alaycı gülümsemeleri içimi kin ve
nefretle dolduruyor. Onlara bir şey diyememek yüzlerine bakıp ‘’Siktiğimin piç
kurusu…’’ diyememek ne kadar da zor. Kendimi mükemmel bir sona
hazırlamalıyım. O yüzden susuyorum. Kendimi ikna ederek içimde patlayan bu kini
anca susturuyorum. Sonra ‘’Her şeyin bir zamanı var.’’ diyorum kendime. Geçmişe
gitmek isteseydim şüphesiz çocukluğumun o masum, hiçbir şeyi umursamayan,
etrafındaki tüm pisliklerin o iğrenç düşüncelerine bakmadan çılgınlar gibi koşturan
o günlere dönmeyi isterdim. Ağaçlara tırmanışımı, topraklı sahada deliler gibi top
oynayışımı hiçbir şeyi unutmadım. Sanki günler geçtikçe de geçmiş daha yakın
geliyor. Dün gibi sanki. Her şeyden önce çocukların hep kutsal olduğuna inanırım.
Kutsal günlerim de benim en mutlu günlerimdi şüphesiz. Bu yüzden çocuklara
dokunmamam gerektiğini kutsal emanetlere zarar vermeyeceğimi her defasında
kendime tekrar ediyorum. Tekrar ediyorum çünkü benim gibi birinin duyguları her
saniye değişiyor, bir anda kendimi bunu bana yapanların kapısında bulabiliyorum.
Onların çocuklarını görüyorum ve onlara bir şey yapmamak için kendimi zor
37
tutuyorum. Onlar kutsal günlerini yaşarken o kutsallığa dokunmamın beni ne kadar
da kötü hissettireceği aklımda beliriveriyor ve ağlayarak kızımı düşünüyorum.
Onun kutsal günlerine dokunanlar benim gibi düşünmüşler midir? İçimdeki
susmak bilmeyen kin ve öfke neredeyse her gün benzer soruları sorup duruyor.
Neredeyse her gün aynı soruları cevaplarken buluyorum kendimi. İnsanların
kurduğu bu yeni dünya düzenini yeni yeni anlamaya başladım. Şu ana kadarki
yıllarımın hepsi boş mu geçti; hayır, geçmedi. Evlendim, dünyalar tatlısı bir kızım
oldu. Onlarla bir sürü güzel anılar biriktirdim. Yeni dünya düzeni diye
adlandırdığım şey insanların kendilerini yönetmek için kullandıkları bütün yapay
organizasyonların her biri. Neredeyse bütün geri kalmış ülkelerdeki kurallar,
yöneticilerin kendi düşünce ve fantezisine göre şekillenir. İnsanı olabildiğince
çirkefleştiren, korkaklaştıran, öfkelendiren, düşmanlaştıran bir düzen. Aslında ilk
başlarda yani hayatımın en güzel anlarında bu durumun hiç mi hiç farkında
değildim. Haberlerde grev yapan madencileri görürdüm; üstüne tekme atılan ya da
açlık grevinde olan mahkumları az da olsa görür duyardım ama tüm bunlar sanki
hiç yaşanmamış gibi umursamaz, kanalı hemen değiştirir ya da televizyonu
kapatırdım. O anki mutluluğumu kimsenin bozmasına izin vermezdim. Bu
adaletsizliğin canımı böyle en acı bir şekilde yakacağını bilmeden o kanalı
değiştirirdim. Şu an bile eşim ve kızım ile geçirdiğim o masum ve vurdumduymaz
günleri hem öfkeyle hem de gözlerim dolu anımsıyorum. Bu öfke kendime olan
büyük bir öfke ve bu öfkenin bana her şeyi yaptırabileceğini kendi gözlerimle apaçık
gördüm. Keşke bu yaşadıklarımı hiç yaşamamış olsaydım, dedim kendime ama
artık yaşandı ve neredeyse 15 yıl geçti üstünden. Sanki dün gibi… Her şey… yattığım
an kafamda sürekli bu düşünceler, planlar… ne zaman doğru düzgün bir uyku
çektim, hatırlamıyorum. İçim hiç soğumadı. Geçen gün yolda yürürken küçük bir
kedinin, rüzgarın etkisiyle kendisine çarptığı bir naylon pakete verdiği ani refleksi
görünce yüzümde hafif bir tebessüm oluştu. O kadar garipsedim ki kendimi!
Gülmüştüm. Kendimin de bir insan oluşunu hatırladım. Olay o kedinin o ani
hareketinin bende tebessüm yaratması değildi tabi. Gülmeyi unutmuştum. Buna
benzer bir duyguyu hapiste de yaşamıştım. O koşullarda kaldığım günlerde bir kere
hapşurmuştum ve bu duyguyu o anda da yaşamıştım. Kendime ne kadar acımıştım.
O anki halimin acıklığı, çaresizliğim bile kendi kendimi yiyip bitirmeme neden
olmuştu. Sürekli kendime zarar veriyordum. Kolumu çiziyor, parmağımı acımasızca
ısırıyordum. Böylelikle acımın dinmesini sağlıyordum. Bir zavallıydım. Korkağın
tekiydim. Kendisine bile acımaktan midesi bulanan pisliğin ta kendisiydim. Şeytan
bile halime acırdı. Keşke geçmişe dönebilseydim. Bunu her gün hayal etmeyi
kafamdan bir türlü atamıyorum. Biricik eşimin saçlarını okşarken, kızımın
şampuanlı kokusunu içime çekerken buluyorum bir anda kendimi. Sırf kızımla o anı
hayal etmek için girdiğim bir marketin temizlik bölümünde kızımın kullandığı
şampuanın kapağını açıp koklamıştım. Gözlerim bir anda dolmuştu ve birkaç
dakika öylece kalmıştım. Sonra market görevlisi beni dürttükten sonra oradan
38
uzaklaşmıştım. Hepimiz bir gün öleceğiz. Bunun kaçınılmaz bir son olduğunu
hepimiz biliyoruz. Ölümün bir kader olduğunu ve bu kaderin insanların seçimleri
doğrultusunda gerçekleşmediğini düşünürdüm yani bana bu şekilde öğretilmişti ya
da ben kendimi bu şekilde düşünmenin daha kolay ve anlaşılabilir olduğuna ikna
etmiştim. Ama bu koca bir yalan. Kendimizi ya da başkalarını kandırmanın,
ölümlerden sorumluluk almamanın alçakça, haince bir yolu. Ben bu hainliği
yapmayacağıma dair eşim ve kızım üzerine yeminler ettim. Ailemin bir anda yok
olmasına neden olan ve bunda parmağı olan herkesi günü geldiğinde kendi
ellerimle yargılayacağıma dair tüm benliğime yeminler ettim. Onların gerçek
cezasını ben vereceğim, dedim. Varlığım sırf bu gün için alev alev yanıyor, sırf bu
günün hayalini kuruyordum. Hapiste kaldığım 14 yıldan sonra her şeyin değişmiş
olduğunu gördüm. Bu kadar yıldan sonra farklı yüzler görmek, gökyüzüne bakarken
özgür adımlarla nefes almak, kuşa, ağaca, böceğe dokunmak 5 yıl içinde yaşadığım
en güzel duyguydu. Özgürlük nedir? Diye sorsalar onlara şu cevabı veririm.
Özgürlük, hiçbir baskı olmadan bir insanın, istediği kişilerle birlikte aldığı her
nefes, istediği her yere attığı her adım, her bakıştır. Fakat yanılmışım. Koskoca 5
yıldan sonra hiçbir şey değişmemiş. İnsanlar yine mutsuzlaşmış ve neredeyse
birbirlerini boğazlayacak duruma gelmiş. Hapisten yeni çıkmama rağmen bunu
hissediyordum. İlk başlarda evime girememiştim. Sokakta kaldım. Banklarda
yattım. Evime girecek cesaretim yoktu. Daha sonra araba almak için biriktirdiğimiz
parayı almak için eve gittim. Sokağın ucundan ileriye doğru baktım. Kimse yoktu.
Herkes ya işine gitmişti ya da ev işiyle uğraşıyordu. Kapının önüne vardım. Evimin
balkonundan sanki meleğimin elbise asışını izliyordum. Bunu gördüğüme yemin
edebilirdim. Sonra yan binadan Gül ablanın bana baktığını gördüm. Yüzünü
ekşiterek içeri girdi. Hiçbir şey söylemedi. Zaten ben de bu yaşadıklarımın yanında
onun bu tavrını önemseyecek değildim. Sonra evime girdim. Her şey bıraktığımız
gibiydi. Küçük masanın üstünde duran çekirdek kabukları, balkona bıraktığımız
sandalyeler, kızımın ödevi için yaptığımız sarkaç, meleğimin getirmeyi unuttuğu
yeşil çiçek desenli tişört… Burada kaldığım her saniye kendimi kötü hissediyordum.
İçimde ayyuka çıkan bu huzursuzluk neden beni bu denli öfkelendiriyordu ki! Bir an
önce buradan çıkmalıydım; gittikçe boğuluyordum çünkü. İki dolabın arasındaki
kasadan 60 bin lirayı çantaya koydum ve sırtlayarak evden zorda olsa çıkmayı
başardım. Hiddetimden kalbim hızla atmaya devam ediyordu. Merdivenden hızlıca
indim. Dışarı çıkarken alt kattaki komşum peşimden gelerek ‘’Ne yüzle buraya
gelirsin?’’ diye bana seslendi. Eşim ile çok sıkı arkadaştı ve bu yüzden ona
kızmamam gerektiğini söyledim kendime. Fakat o devam etti. ‘’Nasıl kıydın o eşin
ve zavallı kızına.’’ Arkamı döndüm yüzüne bakmak için. ‘’Sen bir katilsin!’’ diye
yüzüme haykırdı. Dayanamadım. Elimi kadının boynuna dolayarak duvara
toslattım. Gözlerim dönmüştü. Bu kadın kim oluyordu da bana böyle şeyler
söyleyebiliyordu. Kadının yüzü kıpkırmızı olmuştu nefes alamıyordu ama benim
umurumda bile değildi. Ben, zaten katildim! Ve birini daha öldürmenin ne önemi
39
vardı. Sonra kızı bir hışımla evden çıkarak çığlık atmaya başladı. Bırakmıyordum
elimi, bırakamıyordum. O küçük kızın gözyaşlarını görmesem belki kadını
öldürebilirdim. Elimi boynundan çektim ve çekmemle kadın derin bir nefes aldı.
Etrafımda toplanan kalabalık beni ikna etme konuşmalarını bırakmıştı ve yeni
gelenlerde merakla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kimileri de yaşadığım o
kaosun travmanın canlı bir tanığı olmak için can atıyordu. Aradan sıyrılan birini
fark ettim. Bu sevdiğim ve saydığım birisiydi. Asım abi. Yanıma yaklaştı ve bana,
‘’Biliyorum, çok zor şeyler yaşadın ama burada kalamazsın. Buradaki insanlar senin
birini bu sokakta istemezler. Sen de git bu evi sat ve kendine başka yerlerde yeni bir
hayat kur.’’ dedi. Belli ki bu konuşma için benim gelmemi beklemişlerdi. Çoğu bana
bakıyordu. O iğrenç suratların böylesi masum bir yüze uzun süre bakmasını midem
kaldırmadı ve onlara dönerek, ‘’Alın ev sizin olsun! Kalacak yeri olmayan birisine
verin. Zaten ben de çok fazla yaşayacağımı düşünmüyorum; hayatın insana ne
getireceği hiç mi hiç belli değil. Sanmayın bu durum sadece benim için böyle. Bu
hepiniz için de geçerli. Dilerim bir gün siz de bu duruma düşersiniz ve kimseye
kendinizi anlatamazsınız.’’ dedim ve oradan ayrıldım. İstediğim olmuştu. Amacıma
varmıştım! Eski evimdeki işimi bitirmiştim. Geriye düşünmem gereken çok şey
vardı. Ama aklımı bir türlü toparlayamıyordum ve odaklanmam gerekiyordu. Böyle
durumlarda yapacağım tek bir şey vardı; Kendimi bir süre bu planlardan uzak
tutmak. Bunu istemesem de yapacaktım. Bunu kendimi dışarıdan görmek için
kullanabilirdim. Kendimden uzaklaştım. Hiç bilmediğim, görmediğim sokaklardan
yürüdüm. Yarattığım kara deliğin içimde oluşturduğu büyük boşluk benim
felaketim olacaktı. Bunun bilincinde yürüdüm ayaklarım kendiliğinden durana dek.
Durduğum an varlığımı sorguladım; kimdim ben, neredeyim, bu insanlar kim...
Türbülansımda salladım kısa bir süreliğine. Anlaşılan içimdeki boşluk peşimi rahat
bırakmayacaktı. Hayata olan susuzluğumu dindirmeyecekti. Korkuyordum. Bunu
kendime cesurca söyledim. Neden korktuğumu da söyledim; ya başarısız olursam ,
ya piç düşüncelerin bana verdiği görevi tamamlamadan fark edilirsem. Dikkatli
olmalıydım. Bir süre parkta ebeveynleriyle oynayan çocukları izledim. Gülüşlere
daldım. Hiç kimsenin yüzünden gülücükler eksik olmamalı dedim kendi kendime.
Kendim için demedim, çünkü ben lanetlenmiştim. Uyandırılmıştım. Herkesin
yaptığı şeyleri ben de yapmıştım ama seçilen ben olmuştum, lanetlenen. Temiz
havayı içime çekmek beni iyi hissettiriyordu. Bankın rahatsız edici koltukları ise bir
lükstü benim için ve karşımdaki mutlu insanları izlemek. Yıllar bana bir şeyler
öğretmişse o da hayatı çok fazla önemsememen gerektiğidir. Bu çocukların yaptığı
tek şey de buydu. Benden daha olgunlar, daha büyümüşlerdi. Onların yerinde
olmayı, geçmişime dönmeyi çok isterdim. Bir Cumartesi günü kadar yalnızdım,
kayıptım, öfkeliydim. Her gecenin karanlığı kadar aya sitemliydim. En güzel
rüyadan uyandırılmıştım. Bu fırtınanın dinmesini beklemek yapabileceğim tek şey
olmalıydı. Ama birinin kandırılan bu bedenlere tüm gerçeği en derinden haykırması
gerekmez miydi? Onlara gördüğü bu rüyanın koca bir yalandan ibaret olduğunu
40
söylemesi, gerçek çok uzakta değil, hemen yanı başınızda demesi gerekmez miydi?
Fakat bir insanın sesi ne kadar dürüst çıksa da dinlemeyi unutanlar için anlamsızdı,
boşa çekilmiş kürekti. Karanlık onlara en sevdiği masalı çoktan anlatmıştı ve
kimsenin kurtaramayacağı zehirli kelimeler ruhlarına çoktan tesir etmişti. Kimse
için yapabileceğim bir şey yoktu. Çaresizce dinlediğim o sözlerin ardındaki
sessizliğe sustum sadece. Sustum çünkü elimden başka bir şey gelmiyordu. Sustum
çünkü elim kolum bağlıydı. Bir kaç günü böyle geçirdim. Her ne kadar kafamdaki
düşünceleri kısa süreliğine unutmaya çalışsam da çok fazla beceremiyordum. Ben
de kendimi çok zorlamadım bu konuda. Sonuçta ben ve düşüncelerim bir bütündük.
Onları parçalayıp kendimden koparamazdım. On beş yıllık emeğimi saçma bir
harekete kurban veremezdim, bu yüzden dikkatli ve olabildiğince sakin
görünmeliydim şimdilik. Hayatı sorgulayan, düzeni paramparça olmuş birinin
görüntüsü şimdilik iyi gidiyordu. Onlara hemen şimdi kanlı bir isyanın önderliğini
yapacak acılı, öfkeli biri gibi göstermek beni, tüm yaşadıklarımı bir kalemde silmek
olurdu. Bu yüzden geleceği görerek hareket etmeliydim. Hapisten çıkalı tam bir yıl
geçmişti ve benim şu ana kadar yaptığım tek şey insanları gözetlemekti. Amaçsızca
dolaştım; sokaklarda, parklarda, alacağım intikam düşüncelerinde. Kışı otellerde
geçirdim. Yazı arabamda. Param vardı ama paramın yeteceği zaman kısıtlıydı. Hızlı
olmalıydım. O adamı ve o adamla birlikte çalışan, bu işte kimin parmağı varsa
onları gebertmeliydim. Kanlarında boğmalıydım. Adını söylememe gerek yok.
Buralarda herkes onu tanırdı. Sürekli bir yerlere gider, aynı yerde iki günden fazla
kalmazdı. Tedbirden değil. O günlerini kadınlarla, alkolle, uyuşturucuyla geçirirdi.
Bunu bilmeyen yoktu. Adını taşıyan giyim mağazası vardı, Şirinyer’in göbeğinde.
Servet ölmek için bana yalvaracaktı. Gözlerime bakıp nasıl bir şeytan yarattığını
görecekti. Servet zengin biriydi, kolundaki rolex saat, bindiği Audi A-6, yatıp
kalktığı beş yıldızlı oteller her şeyi anlatıyordu. Bu kadar zengin olmayı elbette
uyuşturucu satarak yapıyordu. Bundan kesinlikle emindim. Tüm bunları onu uzun
süre izleyerek yaptım. Ama bir süre onları izlemeyi bıraktım. Çünkü Servet benim
hapisten çıktığımı öğrenmiş olmalıydı, yani bu ihtimalin doğduğunu düşündüm.
Bunu düşünmemin sebebi; dosyamın savcısını onunla görüşürken gördüm. O anda
elim ayağım boşalmıştı. Vücudum istemsizce titremeye başlıyordu. Kendimi ayakta
tutacak bir güç bulamamıştım. Hiddetimden saklandığım ağaca sırtımı dönerek
yere oturabildim. Onlar işbirliği içindeydi. Bunu nasıl görememiştim, nasıl bu kadar
aptal olabilirdim. Kendime öfkemden elimi ısırıp koparmaya çalıştım. İçime doğru
haykırdım. Sonra düşündüm ki bunu bilmek bana bir şeyi değiştirme fırsatı
vermeyecekti. Eşimin ve biricik kızımın ölümü her halükarda benim üzerime
yıkılacaktı ve hapiste işkenceyle geçen günler tekrar yaşanacaktı. Yüreğim intikam
aleviyle yanıyordu.
41
O anda karşılarına çıkıp iki el ateş etmeyi öyle çok istemiştim ki, tüm hayatımı
bunun için harcamaya hazırdım. Ama bir silahım yoktu. Olsa da oraya giderken
onları ıskalarsam ikinci bir şansım da olmayacaktı çünkü Servet sürekli yanında iki
iri yarı korumasıyla geziyordu ve şoförü de dahildi buna. Beni tek hamlede yere
sererlerdi. O günden sonra Servet’i izlememeye karar verdim ve bir kaç gün sonra
ne kadar hayati ve yerinde bir karar verdiğimin farkına vardım. Bir gün evime yakın
bir yerde yürüyordum. Evim Akıncılar Mahallesindeydi. Hemen karşısında süper
market vardı. Marketin hemen yanında da bir park vardı. Eşimle sabahları bu parka
gelir, beraber yürüyüş yapardık. Yıldız’la birlikte yürüyüş spor yapmaya bayılırdım.
İçimdeki bu denli huzursuzlukla tekrardan yürümeye başladım. Ayaklarım sanki
yürümek istemiyordu ama bunu yapmalıydım, en azından bundan sonra
yapacaklarım için her şeyle tekrar yüzleşebilmeliydim. Birlikte yürüdüğümüz
sokaklardan geçtim. Şirinyer Lisesinin çıkış saatindeki kalabalığın içine girdim. Yol
kenarlarında, pencere denizliğinde oturmuş tembel şişko kedileri gördüm.
Bahçelerinden dışarı yönelen yeni dünya meyvelerinden kopardım. Ben böyle
duygulu düşünceler ve kırık kalbimle yürürken çevremden soyutlanmıştım sanki. O
an bir araba önüme çıksa fark edeceğimden emin değildim. Bana bir şeyler
oluyordu. Bunu hissedebiliyordum. Kalbim sanki en derinlerinden çatırdıyordu. İlk
kez böyle oluyordu. Hiç anlamıyordum. Kalp krizi değildi ya da başka bir şey.
Derken en derinlerimden bir ses duydum. “Birisi seni izliyor!” dedi. Hemen sağıma
soluma baktım. Kimseyi göremedim. Ellerim ayaklarım boşalmıştı. Ne olduğuna
dair en ufak bir fikrim yoktu. Yıldız’ın sesiydi bu, eşimin. Kalbim nasıl da atıyordu.
Karşıdan gelen birisinin bu çarpıntıları duymaması imkansızdı. Söylediği
sözcüklerin ne anlama geldiğine bakmamıştım bile. Onun sesini arıyordum.
Neredeyse unuttuğum ses tonu geçmişimi bana kısa süreliğine geri getirmişti.
“Sakın arkana bakma.” diye uyardı Yıldız’ın sesi. Ben ise çoktan bakmıştım.
Afallamıştım. Kendimde değildim. Ne olduğunu anlamıyordum yada neden
42
olduğunu. Arkama baktığımda Servet’in adamlarından birinin beni takip ettiğini
gördüm. O da benim ona baktığımı gördü. Bir iki saniye göz göze geldik. O beni
tanıyordu ama benim onu tanıdığımı bilmiyordu. O an nasıl bu kadar soğukkanlı
olup o iri cüsseli adama hiçbir hissiyat vermeden tekrar yoluma devam ettiğimi
bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey vardı, Yıldız hala benimleydi, beni terk
etmemişti. Demek Servet beni takip etmesi için bir adamını yollamıştı. Benim onun
için ne yapacağımı ya da yapmayacağımı öğrenmek istiyordu. “Bu sefer başka
adamını yollayacak.” dedi Yıldız. Sesinin rengini her bir tınısını nasıl da özlemiştim.
Her konuştuğunda onu bir süre sonra yanıtlıyordum çünkü sesini özlemiştim,
unutmuştum. “Neden?” diye sordum. “Çünkü onu gördün, dikkat çekmek istemez,
bu yüzden görevi devredecektir.” dedi Yıldız. “Neden buradasın, neden bana yardım
ediyorsun?” dedim. Metro istasyonuna doğru ağır aksak yürüyordum. Etrafımdaki
insanların bana deli gözüyle bakmamaları için konuşurken kimsenin geçmemesine
özen gösteriyordum. Hoş, deli demeleri çok umurumda da değildi pek ama bu uzun
bir süreçti. Bu yemek yeterince soğuduktan sonra yenmeliydi. Bu yüzden dikkat
çekecek bir davranışta bulunmamın planlarımı bozabileceği görüşündeydim. “Hiç
gitmemiştim ki...” dedi. Duygulanmıştım. Bir hayaletin sesine hala aşıktım. Yıldızla
birbirimize verdiğimiz bir sözdü. Ölüm ancak bizi ayırabilirdi, demiştik birbirimize.
Geçmişime gidemiyordum ve o bir parçasıyla bana gelmişti. Şu an bu parkta
otururken bile gözetlendiğimi görebiliyorum. Eğer 15 yıl önce mahkeme salonunda
Servet’i öldüreceğime dair nutuklar atarak mahkeme başkanına küfretmeseydim,
belki daha az hapis yatardım ve şu anda da beni izleyen kimse olmazdı. O an ki
öfkemi durdurmam imkansızdı, bunun için hiçbir zaman pişmanlık duymadım.
Bütün planım öldürmek üzerine kuruluydu. Öldürecektim, başka çıkar yolu yoktu,
üstelik yalnız değildim. Yıldız benimleydi. Her şeyin sonunda ona kavuşacaktım.
Yitip giden, kırık dökük düşüncelerin esiri olmuştum. Sahibimden çok da şikayetçi
değildim. Bana huzuru, dinginliği, özgürlüğü altın tepside vadediyordu. Ama her
şeyin bir bedeli olduğu gibi bunun da vardı. Bu düşüncelerimin bir kölesiydim artık
ve benden neyi istiyorsa yapacaktım. Avına kilitlenmiş bir yılandan çaresizce kaçıp
tünelinde gölgesini bile ardında bırakan sıçan kadar karanlığa gömülmüştüm.
Kendi karanlığında boğulmak en acısı, en ihanet dolu olanı değil miydi zaten?
Cehennem alevini üzerlerine doğrultarak tüm kinimi o solucan torbasından
çıkarmak varken korkmak niyeydi? O fani bedenler en azından bir kez de olsa
dünyanın kaç kıta ve denizden oluştuğunu görebileceklerdi. Her şeye rağmen,
Çürümüş, leş kokan bulanık insan denizinde ışıl ışıl parlayan bir yıldız, kara
bulutlarının arasından yeryüzüne usulca süzülen bir ışıktım ben, dedim kendime.
Sabah ışıkları araba camına vurur vurmaz uyanmıştım. Boynum fena tutulmuştu.
Bu koltuklardan birini söküp ayaklarımı uzatarak yatabilirdim. Yapılacaklar listeme
eklenmişti. Kafamı sağa sola hareket ettirdim. Uyku sersemliğinden başımı
taşımakta zorlanıyordum. Başımda bir bela da vardı. Onu halletmeliydim. Sürekli
gözetleyen, o pişkin ve ukala suratıyla hatırladığım Servet’e bilgi veren adamı benim
43
izimi sürerken zaman kaybediyor ve öfkeleniyordum. Onu atlatmamın bir yolunu
bulmalıydım. Yıldız benimle değildi. Eğer burada olsaydı bana mutlaka yardımcı
olurdu. Korkularım bedenimi bir kurtçuk gibi kemiriyor. ‘Yaşlı bir adamın
düşüncelerinin ağırlığında kaybolup kendisini tüm varlığıyla unutması ne acı olsa
gerek.’ diye düşünürdüm. Oysa bunun onun için bir korku değil, bir kurtuluş olması
gerekmez mi? Ne de olsa hatırlamayacağın, ruhunun en derinlerine umarsızca
gömdüğün o sinsi anılar sana ne kadar acı verebilir ki? Seni cüzzam gibi saran, her
günün sessizliğe gömülen karanlığında düşüncelerine hançer gibi saplanan acı dolu
iç çekişlerin olmadan, bembeyaz düşlerde, ışıklar şehrinde özgürce uçmak varken
neden zor olanı seçesin? Nedensizce atılan her adım gerçeğe ve sonunda yine
kendine ulaşacak olan dervişlerin son durağı olacaktı. Gerçeği ve hayalleri bir arada
yaşamak bir delilik ya da bir acizlik miydi? Zavallı yaşlı adam... Yoksa zavallı olan
biz miydik? Bu düşünceler denizinde yol alırken neyin doğru yada yanlış olduğuna
karar vermez çok zordu benim için. Hele ki sürekli duyguları değişen birisi için bir
ifade kestirmek olanaksızdı. Arabadan indim. İki yüz metre ilerisindeki simitçiden
bir simit ve meyve suyu aldım. Hemen oracıkta yolun yan tarafındaki duvardan
bariyerin üstüne oturdum. Ufukta deniz manzarası vardı. Havada bir kaç kuş vardı.
Aç kumrular yanıma gelmeye çalışıyor, simidimden parça dileniyorlardı. Ayaklarım
boşluktaydı. “Simit yemek için güzel bir yer.” dedi simitçi. “Satmak için de.” “Canın
ucuz herhalde, oradan düşersen ölürsün.” “Sen de simit satmazsan.” “Ölürsen bir
daha simit alamazsın.” dişlerini göstermiş sırıtıyordu. “Haklısın.” “Günde 40-50
tane satıyorum. İçeceklerle birlikte idare ediyor. Sen ne iş yapıyorsun? Dur tahmin
edeyim öğretmen, muhasebeci ya da bir... mimar. Mimarlar böyle sofistik takılır
hep.” “İşim yok. Sen de bir simitçiye benzemiyorsun.” “Ne yani bir simitçinin profili
mi var.” “Yok, bir mimarınki gibi.” “Ee, arada hikaye yazarım. Bir simitçiye
benzemiyorsun derken kastettiğin buysa.” “Ben de bir mimarım, planlar çiziyorum.”
“Bir simitçiden daha fazlasıyım gördün mü?” “Gerçekten hikaye mi yazıyorsun?”
“Yaklaşık 10 tane yazdım şu ana kadar.” Yaşını sormadım. Ama yirmi beş yaşlarında
bir gençti. Belki üniversite için harçlık topluyordu, belki de bir simitçinin tatlı bir
hobisiydi. Umursamadım pek. “Anlatacağın bir hikayen vardır.” “Var muhakkak.
Nasıl bir hikaye istersin? Ama şunu söyleyeyim ben hikayelerimi parayla satıyorum
yani hikayeyi dinlemek istersen simit alman gerekecek.” “İşi çözmüşsün.” “Bu
hikayeler ile sadece iki tane satabildim. Herkes hikaye okuyacak ya da dinleyecek
kadar vakti çok görüyor.” “Şansın var ki benim bolca vaktim var.” “Bunu
görüyorum. Ne tür bir hikaye okumamı istersin?” “Tür?” Açıkçası şaşırmıştım. Bir
simitçiden bu kadarını beklemiyordum. “Fantastik, çocuk hikayeleri, bilirsin
çocuklar hikaye sever, masal...” “Fantastik mi, hayal aleminde yaşıyorsun?” biraz
bozulmuştu. “Fantastik olması neyi değiştir ki, önemli olan senin ne anlaman
gerektiği.” “Yine haklısın.” “Düşüncem böyle.” “Peki umutsuz, intikam hırsı içinde
alevlenmiş ve ölümden başka bir şey düşünmeyen bir adam için bir hikayen var
mı?” “Bu dediğin kişi sen değilsin değil mi?” “Ne fark eder?” “Simitlerim ve dolaylı
44
olarak benim için fark eder.” dedi, tebessüm ettim. Devam etti. “Maalesef böyle biri
için hikayem yok ama umudunu yitirmiş biri için bir tane hikayem var. Fantastik bir
hikaye.” yine güldüm. “Sevdin sen bu fantastik işini?” dedikten sonra simidi
bitirmiştim. Ayağa kalktım. Kıç tarafımı temizledim. Gitmek için hazırlandığımı
görünce, “Bir dahaki sefere hikayemi dinlemeni umuyorum.” dedi. Arabama doğru
yürüdüm. İşin doğrusu bu simitçiyi kıskanmıştım. Onun söyleyeceği başka bir şeyi
duymak isteyeceğimden emin değildim. Arabama binip oradan uzaklaştım. Nereye
gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum doğrusu. Yıldız kaç gün oldu benle
konuşmuyordu. Kim bilir hangi hayalet dostlarıyla konuşmaya dalmıştır diye
düşünerek tebessüm ettim. Servet’i öldürecektim başka yolu yoktu. En doğru olan
buydu. Bunu insanlık için yapacaktım. Önce beni gözetleyen birilerinin olup
olmadığından emin olmam gerekiyordu. Servet’i gözetlemeyi bıraktığımdan beri ne
yaptığını bilmiyordum. Altınevler sokağındaki Grese Hoteline pazar günleri uğrardı.
Bir kaç Pazar gelmediği olmuştu ama genellikle buraya gelirdi. Çünkü semtin en iyi
gazino kulübü bu hoteldeydi. İçip kuduracağı zamanlarını burada geçiriyordu.
Urla’da dublex villası vardı, oraya yazın uğrardı. Kışın sadece bir kez uğramıştı.
Nedenini bilmiyordum ama onun için önemli olmalıydı. Eğer ki oraya tekrar
gidecekse de bunun nedenini bulmalı ve bu durumu fırsata çevirmeliydim. Şu an
muhtemelen işinin başındaydı. Görevlendirdiği torbacılarla kendisini zehirleyecek
birilerini bulmaya çalışıyorlardı muhtemelen. Polise şikayet edemezdim çünkü
onunla kolayca anlaşırlardı. Hem bundan her türlü zarar gören ben olurdum. Evi,
adı pek bilinmeyen sokaktaydı ama oldukça lüks bir evdi. Evin kocaman düzenli bir
bahçesi ve oval şekilde de bir havuzu vardı. Evin bahçesini yakalanma pahasına
görmek isteyişimi şu an garipsiyordum. Uyuşturucu teslimatını hemen ön
sokağındaki bir apartman dairesinden yapardı. Geceleri durmadan araçlar bu
sokağa girip çıkardı. Tabii ki ne sattığını bilmeyen yoktu. Bunlar onun için çok kar
getiren iş değildi. Asıl teslimatını çekiç arabalarıyla yapıyordu. Haftada bir mutlaka
uğrardı. O arabayla hem mal getirir, hem de yükleme yapardı. İşini her zaman
sağlama alırdı. Hiç bir işte adını kullanmaz, işini savunmasız bıraktığı insanlara
yaptırırdı ama herkes her işte onun parmağı olduğunu bilirdi. İşsiz güçsüz gençleri
parmağında oynatır, az bağımlı oldular mı ona köpek gibi itaat ederlerdi. Kimse bu
pislik yerde geleceğini göremezdi. Görenlerde bir şekilde bu şehirden hatta ülkeden
kaçıp gidenlerdi. Sonunda arabayı durdurup dik uçurumlu falezlerde oturmaya
karar verdim. Ruhumu dinlendirmem kör duygularımı biraz olsun bastırmam
lazımdı. Önceden aldığım Marlboro paketimi açtım ve bir sigara çıkararak yaktım.
Ufka bakarak derinden içime birkaç yudum çektim. Sigarayı evlendiğim zaman
bırakmaya çalışmıştım ve 2 yıl sonra da bunu başarmıştım. Cezaevine girdikten
sonra bu mereti yine içmeye başladım. İçip içmememin bir anlamı yoksa neden
içmeyeydim ki? Yani kendimi uyuşturucuya, alkole vermemden iyiydi. Hatta bu
konuda kendimi tebrik bile ediyordum. Oturduğum bankın ilerisinde bel hizasında
demir koruma olmasına rağmen yine tedirgindim. Servet’in şüpheleneceği bir
45
davranışım, beni halletmesi için yeterdi. Aslında şu ana kadar beni öldürmemesi
için tek neden beni tehdit olarak görmemesiydi. Eğer ki görürse işimi o anda
bitirirdi, buna emindim. O bir mafya değildi yani en azından kendisini öyle
görmüyordu. Ama gördüğüm, tanıdığım kadarıyla kendisini büyük bir adam
bellemişti. Dokunduğu her şey kendisinin sanıyordu. Böyle düşünmeye devam
etmesini istiyordum çünkü benim en büyük kozum buydu. Hiç beklemediği bir
andı. O kadınlarla, uyuşturucuyla gününü gün ederken ben de sinsice planımı
uygulamaya devam edecektim. Aslında en büyük planım buydu. Onca yıl onu
öldürmeyi hayal ederek yaşadım ama dışarı çıkamıyordum, sokaklardan
geçemiyordum, hayalimde onun attığı sessiz adımlarının arkasından ona yaklaşıp
hunharca bıçakladığımı düşünüyordum sadece. Kırık kopuk hayallerden ibaretti
tüm her şey. Tüm günümü neredeyse orada geçirdim. Gün batımı manzarası tüm
kızıllığıyla gökyüzünü çevrelemişti. Bir kaç dakika sonra da güneş gözden kayboldu.
Hapisteyken güneşi 6 ay boyunca görmezdim. Mimarını gerçekten tebrik etmem
lazım! Binayı öyle bir yerleştirmişti ki güneşi kışın görmek imkânsızdı. Bunun için
duvara uzun bir merdiven dayamak gerekirdi. Güneş geldiği zaman da içerideki bir
kaç yaşını almış mahkum ellerini açarak, tişörtsüz öylece beklediklerini anımsadım.
Hayat gerçekten çok karmaşıktı. O adamların amacı sadece güneşi görüp,
dokunabilmekken dışarıdaki onca insanın güneşe basarak gününü geçirmesi bana
hayatın, zamanın ne kadar acımasız olduğunu hissettirmişti hep. Parçalı, tel örgülü
gökyüzü ve avlunun en tepesinde yuva yapan serçe kuşları arasındaki ironi ile 15 yıl
geçirmek hayatın karmaşıklığı ve sonsuz zaman içerisindeki bir noktaydı oysa.
İnsanların tutkulu hayalleri hayat denilen bu kavgada büyük bir hayal kırıklığı
olabiliyordu. Bununla insanın arasındaki o ipince çizgiyi gördükçe de kendimi,
hayatımı, insanları sorguladım hep. Tanrı’ya inanan birisiyim. Ona kimi zaman
öfkelensem de tüm suçun insan denen canavarda olduğunu biliyor, düşünüyordum.
Bunun için kendimi kandırmamın bana bir faydası yoktu. Onun için insanlardan
gerektiği kadar uzak durmaya çalıştım ilk başlarda. Ama hiç istediğim gibi olmadı.
Bir şekilde insanlara bulaşıyordun ve bu lanet hiç peşimi bırakmayacak gibiydi. Bitti
ve gitti. Geçmişi düşünmek bir fayda vermeyecekti. Geri dönebilmek mümkün
olmadıkça onlardan ders çıkarmak gerekirdi. Peki bir daha gelmeyecek olan hayatın
sana vereceği dersin ne önemi vardı? Hayatın çalındığında elinden hiçbir şey
yapmak gelmiyorsa neden...neden hala nefes alıyordum? Meydana çıkıp “hırsız
var!” diye bağırmak çözüm değildi. Belki de bu mumun dibine bakan biz insanlar
için hiç bir anlam bile ifade etmeyecekti. Oturduğum banktan ayağa kalktım ve
demir korkuluğa doğru yürüdüm. Ilık havadan derin bir nefes aldım. Hayat bu
kadar basit miydi aslında? Hayatta kalmak mıydı? Ölüm ve hayat... her şey sadece
iki kavram arasında gerçekleşiyordu. Bu kadar basitti. Asıl karmaşık olan insandı.
Şu an hayattaydım ve eğer bu falezden atlarsam ölecektim. Bu kadar basitti.
Atlayabilirdim, hiçbir şey umurumda olmazdı. Ne yaşadıklarım, ne de alacağım
hayat. Karşımda beliren Yıldız’ın silüetine bakıyordum. Beni çağırıyordu. Yaşamak
46
için pek iyi bir neden de yoktu. Yıldız beni çağırıyordu ve ben her şeye yeniden
başlamayı kaldıracak durumda da değildim. Yemin ederim ki atlayacaktım. Sonra
birden vazgeçtim. Neden bilmiyorum. Belki esen rüzgâr, belki yüz metre ötede
cıyaklayan martı sesiydi vazgeçmeme sebep olan şey. * Sabah yine kaç gündür
olduğu gibi arabamda uyandım. Boynum önceki günden kalan ağrısı devam
ediyordu. Falez kıyısından güneşin doğuşu çok net görünüyordu. Denize vuran ışığı
titrek parıldamasıyla ışıl ışıldı. Tutsaklığın duvarlarına yuva yapan serçe kuşu
hayatın en acı ironilerinden biriydi benim için. Güneş, tişörtsüz, yaşlı ve elleri göğe
yükselen bedenlerden mahrum kalırken onlara alaycı gözlerle tepeden bakan serçe
kuşları... Tek amacı güneşe dokunmak olan bu bedenlerden ne isterdiniz? Dışarıda
güneşe umarsızca basıp geçen binlerce insan varken, ne diye öylece onlara bakıp
ötüşürdünüz? Onların bir sonraki baharda tekrar gelecek olan güneşi beklemeleri
gerekmeyecekti oysaki. Çukurunda uyuyanlar için güneşe ulaşmanın, bulutlarda
uçmanın bir önemi yoktu pek. Parçalı gökyüzünün verdiği acınası kurtuluş, serçe
kuşunun yarattığı ironi, tıpkı yaşadığımız hayatlar gibi, hayatın karmaşıklığı ve
sonsuz zaman içinde küçücük bir lekeydi. Arabaya binip gideceğim yerin neresi
olacağını bilmemek, var olduğum bu koca boşluğun iyice derinleşmesine neden
oluyordu. Amaçsızca bir berduş gibi etrafını seyretmek bile bana hiçbir şey
hissettirmiyordu çoğu zaman. Hayata yeniden başlamak tahmin ettiğimden bile
zordu. Kuru başıma yürüdüğüm yol, attığım adım beni yoruyordu. Gözlerimde
görüyordum bunu. Bakışımda. Bazen kendime bu acıları bilerek yaşattığımı
düşünüyordum. Hayatta kaldığım her anın acı içinde geçmesini istemek belki de bir
gün hayattan kopuşumu hızlandırmak içindi. Yaşamak istemiyordum ama sanki
unuttuğum beynimin bir köşesinde saklanan bir şey bana hayatta kalmam
gerektiğini söylüyordu. Korkaklık mıydı? Ölüm korkusu muydu? Tanrı’ya olan
inancım mıydı? Emin değilim. Bildiğim, insanın kendisinden kurtulması kolay
değildi. Yine şu simitçinin yanına gittim, dünkü tezgahını kurduğu yere. Anlatacağı
hikâyeden payıma düşeni merak etmiyor değildim. Yine onun işgüzarlığına
içerlenip ona yüklü sözler harcamak da istemiyordum. Bir başka hayatı
kendiminkine rakip olarak bile görmüyordum çünkü. Bu komada ölmek üzere olan
bir kişi bile olsa öyleydi. Bitik hislerimi, karanlık ruhumu çevremdeki varlıklara
bulaştıran bir kişi olmak istemiyordum. Fakat tezgahı yerinde değildi. Dünden
erken gelmiştim. Oturduğum yerde biraz daha bekledim. Sigara yaktım. Altımdaki
boşluğa uzunca baktım. Sonra tekrar arabama binip oradan uzaklaştım. Yıldız’ın
sesini duydum o anda. Bana kimsenin beni izlemediğini söyledi. Yine geri gelmişti.
Sesini duyduğumda arabayı aniden durdurmuştum. Arkadaki takip mesafesindeki
aracın ard arda çalan korna sesiyle tekrar hareket ettim. Ona neden bu bir kaç
gündür beni yalnız bıraktığını sordum. Cevap vermedi. Sadece yaptığı her şeyin
ikimiz için olduğunu söyledi. Ne yaptığını sorduğumda yine cevap vermedi.
Kalbimde garip bir sızı vardı. Sevgi desen değil, öfke desen değil. Durulmuştum ve
sanki çok sevdiğim birini cennette bile göremeyecektim. Neden böyle hissettiğimi
47
bir yere konumlandıramıyordum. Sanki anlamlandıramadığım, beni büsbütün
saran, sessiz çığlık gibi içime dökülen gözyaşlarımdı beni bu hale getiren. Neden
benle bir hayalet gibi konuşurdun ki? Neden buradaydın, gitmek ve kalmak neden
bu kadar zordu? Aptal şizofrenin tekimiydim? Beni delirtip bir hiçliğimde
kaybolmamı mı istiyordun? Hepsini sordum. Haykırarak, bağırarak içimdeki tüm
öfkeyi dışarı kusarak sordum. Bir müddet sustu. Bana buraya gelme sebebinin
yalnızca ben olduğumu, amacıma yardım edeceğini, ruhunun bir parçasının hala
bedenime bağlı olduğunu söyledi. Sesinde tarif edemediğim bir tuzsuzluk vardı. Ölü
birinin benle konuşmasının tuhaf olmaması, bunu kendime normalleştirmem
gerçekten de bir hasta olabileceğim fikrini güçlendirdi. Bir şizofrendim ve bunu
kabullenememiştim. Sonra arabamın direksiyonunu kırıp doğruca mezarlığa gittim.
Orası oldukça sakindi. Ve kaybolan bu ruhu ait olduğu yerde olmaması bir tuhaftı.
Eğer ki gördüklerim bir hayalden ibaret değilse. Hala buna bir ihtimal veriyordum.
Acınası halimi bu şekilde göz ardı ediyordum. Mezarlığa gitmek beni oldukça
sakinleştiriyordu. Huzur buluyordum. Sanki iş çıkışı eve giderken eşimin ve kızımın
işten beni beklemesi gibiydi. Ormanın bir parçasındaki huzur içinde uyuyan,
dünyanın pisliğinden nasibini almış olan bu bedenlere imrenerek bakıyordum.
Eşimin ve kızımın mezarı başında çam ağaçlarının inceden duyulduğu kokusunu
içime çekerek dualar ettim. Ne yapacaktım, ne tarafa gidecektim? Ne yönümü
biliyordum, ne yolumu. Savruluyordum yaprak gibi, çölde yönünü kaybetmiş
bedeviler gibi. Yaptığım her davranış amaçsızcaydı. Neden bunları yaşamak, ailemi
kaybetmek zorunda kalmıştım ki? Neden bir başkası değil de ben. Güçlü değildim.
Sıradan biriydim. Elim kısa, yaşamım düzdü. Yaralandığım kadar muhtaçtım, nefes
aldığım kadar hayatta. Yediğim kadar toktum, sevildiğim kadar aşık... Ruhum kadar
özgürdüm, bedenim kadar tutsak. Ne bir adım ileri, ne de geri gidebiliyordum. Basit
bir problemi çözemeyecek kadar güçleşmişti her şey. Kolay olanı seçmek bile
imkansızdı. Öylece kuru başıma kalakalmıştım. Söyleyebileceğim tek kelime yoktu
ama haykırıyordu düşüncelerim. Ruhum tel tel sökülmüştü sanki. Dünyadan
nasibini almış, mezarda öylece yatan kemik torbalarına bakarken hala bir şansım
olduğunu düşündüm. Vakit hala vardı. Sonuçta öldüğün kadar yaşardın ve yaşam
senindi, sana aitti. Belki de özgür olduğum tek şey buydu; Uzaklarda bir yerde hiç
farkına varmadığım bir martı sesiydi ya da hala kıyıya vurmakta olan dalgalar...
48
IŞIK
Gölge, ışığı bekler hep
Işığa vurgundur
Gözler yolunu
usul usul
Gözler yolunu
ıslak ıslak
Işık, gölgeyi görmek istediğinde
Hep bir şeylerin ardına siner
Evet aramıza hep
bir şeylerin girmesi gerek
Dicle, Murat, Fırat'ı geçtim
Denizi aştım, boğulmadım
Fırtınaya göğüs geldim,
dağlarda dolandım
Yaban ormanlarını
Ve Cehennem deresini geçtim
Siyah, flu, gri;
Veyahut kahve rengi
Tanıdık bakışlarla kendini gözleyen gölge
Bir ışık demeti vardı gözlerinde
bir ışık
Pırıl pırıl
Işıl ışıl
Apaydınlık
Dar bir patikada başlıyor
Hayat hikayem
49
Yürüdük.
Yürüdükçe,
Yol yürüdü
Patika yürüdü
Ilık bir sis bulutu sardı
Kimse kimsenin yüzünü göremez oldu
Yüzsüzlük aldı başını yürüdü Artık kendi seyrinde akmıyor hiçbir şey
Ters giden bir şeyler var
Taa başından, beri susan.
birileri var
Bilmeli!
öğrenmeli!
ve öğretmelisin ki!
sen sustukça
konuşacak hep birileri...
Biri çıkıp,
Tanrımız böyle buyurdu diye
emretti
Sırtımızda taşıdık sütunları
Önce taht kurduk onlara
Yetmedi saray
Bazen tapınak
veyahut Ziggurat
Karnımız buğdaya hasretken
ambarlar kurduk onlara
Yer altından arşa uzanan ambarlar..
Bir de,
Yer altından sarımsı taşlar
Yakut veyahut elmaslar çıkardık
onlara
Sen yaşamalısın ki
Onlar yaşasın
sen ölmelisin ki
onlar yaşasın
Yani onlar
Ve hep onlar
Durdu
yüzünü ışığa döndü
ve güneş küçüldükçe
gölgeler büyüdü
Açık; mavi bir gökyüzünün altında
Kavuşmanın imkansız olduğunu
bildiğim halde Aramıza bir şeylerin girmesini beklemeden
50
Senle kızıl şafakta kavuşmak istiyorum.
Hafif bir rüzgar eser
Ve dağılır yele karşı
kızıl saçları
uçuşur tel tel
konuşur ışık.
konuşur güneş
konuşur ateş
ve susmaz
ve susmaz artık hiçbir şey
51
arka dış kapak
52
53