28.06.2022 Views

g-dergi-sayi1-temmuz-ağustos-eylül2022-son

1

1

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

1

Ön


ÇIĞ DERGİSİ

Yoldaşlar

İnsanlık kendi geleceğine günümüzdeki gibi karamsar bakmadı.

Emperyalist, kapitalizmin dünyamızın en ücra köşelerine doğru hızla yayılıyor.

Latin Amerikadan Güney Asyaya, Avrupadan Balkanlara, Kuzey Afrikadan bölgemiz

Orta Doğuya..., hızla oluşturulan bu girdabın içine doğru sürüklenmektedir. Öyle

gözüküyor ki bu girdaptan hiç bir bölge kendini kolay kolay kurtaramayacak.

Covid19 Pandemisinin de gösterdiği gibi dünya sanki bir Titanik Gemisi, en

üsttekiler en alttakilerin yukarı çıkmasına müsaade etmiyor.

Krizi Bölgemizde; savaşlar, göz yaşı ,doğanın talanı, kısaca güçlü olanın zayıfa

yönelik şiddetini iliklerimize kadar yaşayarak hissediyoruz.

Devlet politikası haline gelen kadına ve LGBT’lilere yönelik şiddet ve

ötekileştirilmeye çalışılan dini ve ulusal azınlıklar üzerindeki asimilasyon amaçlı

baskı ve terör saldırılarıyla bölgemiz Orta Doğu toptan orta çağ karanlığına

gömülmek isteniyor.

Emperyalist kapitalizmin yeni dünya düzeniyle halklarımıza köleliği dayattığını ve

oturtmaya çalıştıkları denge ile dünyamızda bir efendilerin bir de kölelerin olduğu

sömürü sistemini perçinlemeye çalıştıklarına şahitlik ediyoruz.

Bizler, böylesi bir süreçte özellikle Kürt Ulusal Mücadelesi (KUKM) ile

yoldaşlaşmış, tıkanan ve açılmaya muhtaç yeni bir sürecin önünü açarak, devrim ve

sosyalizm mücadelesine katkı sunmak için bir araya gelen örgütlü örgütsüz

devrimci demokratlar, aydınlar ve ilericiler olarak içinde bulunduğumuz sürecin

politik ve ideolojik sorunlarını tartışmak, tartıştırmak hep birlikte çözüm yolları

üreterek var olan mücadeleye katkı sumak amacıyla ÇIĞ dergisini çıkartmaya karar

verdik.

A - Çıkaracağımız dergi kesinlikle faşizme karşı mücadelede var olan diğer siyasi

yapıları kendine alternatif değil aksine müttefiği olarak görür.

B- Dergimiz kesinlikle aynı düşüncede olanların değil, ayrı ayrı düşüncelerde

olanların ,faşist,ırkçı,gerici olmayan tüm kişi kurum parti ve örgütlere açıktır.

C- Dergimiz hiç bir siyasi yapının ajitasyon propaganda ya da seksiyon

örgütlenmesi değildir.

D- Dergimiz faaliyetleri eleştiri ve özeleştiri mekanizmasını esas alır kim olursa

olsun devrimci eleştirinin üzerinde değildir.

Dergimiz üç kişilik bir yazı kurulu ve bu yazı kuruluna bağlı meclis organından

oluşmaktadır.

E- yazı kurulunun önerileri meclis sayfasında tartışılarak mümkün olduğunca

bütün meclisin ortaklaşması sağlanarak kararlaşmaya gidilir.

G- Dergimiz kendini yazar ve taraftarlarının aidat ve bağışlarıyla finansa eder

F- Dergimiz kendi bünyesinde panel, konferans, miting gibi siyasal etkinlikleri

düzenler

2

ÇIĞ DERGİSİ YAZI KURULU


İÇİNDEKİLER

3


ANKARA - BONN ARASI YAPILAN İNSAN TİCARETİNİ 50.YILI

Yıllarca ,yönettiği halkların sırtından saltanat sürdüren Osmanlı İmparatorluğu

kendisi gibi zalim, sömürgeci Avrupa devletleriyle savaşa tutuşup çökerken,

Osmanlı despotizminden arta kalan yeni yetme zenginleri ve onların paşaları

tarafından başta Kürtler olmak üzere Ermeniler, Rumlar, Pontuslar... ve diğer dini

ve ulusal azınlıkların kanları üzerine inşa ettikleri T.C devletinde, emekçi halk

yığınları hiç bir zaman söz sahibi olmadı.

Kemalist diktatörlük devlet imkanlarıyla yarattığı varlıklı kapitalist zümre ve

onların paşalarıyla içeride baskıcı despot, dışarıda ise el göğüs pençe yalak bir

politika izleyerek, tarihi bin yıllık geçmişi olan bir halkı batıya benzetmeyi

özendiren, kendine dair ne varsa onlardan utanmasını sağlayarak kişiliksiz, sadece

kendilerine biat eden, yaratıklar sürüsü haline getirmeye çalıştılar.

Bu politikalar kuruluşundan günümüze değin ağır bir sömürüye eşlik eden devlet

terörüyle birlikte sürdürülüyor.

Bu devletle geniş halk yığınlarını bir birlerine bağlayan bir pamuk ipliği bile yok. Bu

devletin hiç bir döneminde demokrasinin kırıntısına dahi rastlanmamaktadır. Bu

devletin mayasında hiç bir zaman halkın demokratik katılımının zerresine bile

rastlanmamaktadır. Dedelerimizden, ninelerimizden dinlediğimiz efsane ve

hikayelerden insanların devlet kurumu olarak tanıdıkları tek makam karakollardır.

Bunun için hastalandıklarında gittikleri doktorlara korkudan şikayetlerini

anlatamayan, nüfus memurunun karşısında heyecanlanıp çocuğunun ismini yanlış

yazdıranları duyuyorduk.

Onlar bu terör ve baskı rejimlerini sürdürebilmek ve emperyalist ağa babalarının

isteklerini eksiksiz yerine getirebilmek için baskıların en katmerlisinin karşısında

bile sesi çıkmayan koyun sürüleri istemektedirler.

Bunun için en ufak hak arama iradesi çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Biriken

toplumsal sorunların çözümüne yönelik politikalar geliştirme vs. gibi yöntemler ne

4


Osmanlının

geleneğinde ne de devamı olan T.C nin yönetim Anayasasında vardı.

Bu anlamda 1950’lerin ortalarına doğru kır yoksullarının başlattığı göç dalgasının

büyük metropollerin etrafında oluşturduğu varoşlaşma yeni yetme Kemalist

diktatörlüğü ve emperyalist işbirlikçilerini tedirgin etmeye başladı.

İkinci paylaşım savaşında harabeye dönen başta Almanya olmak üzere diğer Avrupa

ülkelerinin yeniden inşası için Ankara ve Bonn arasında başlayan insan ticareti

anlaşması 1960’ların başında diğer Avrupa ülkeleriyle de imzalanarak büyük insan

göçünü başlatarak kendilerini tehdit eden işsizler ordusunu Avrupa emperyalizmine

pazarlama her iki tarafında işine yaramış oldu. Genç cumhuriyet kısmen de olsa

biriken işsizler ordusundan kurtulurken Almanya savaştan sonraki yeni

Almanya’nın yeniden inşası için ucuz sağlıklı genç iş gücüne kavuşmuş oldu.

Gelenler misafir işçi statüsünde ve tamamı erkek ve sağlıklı olma koşulu ile bir kaç

yıl sora geri dönme koşuluyla geldiler.

Ama kimse dönmedi.

İlk gelenlerimiz işçi barakalarına yerleştirilerek kimsenin çalışmadığı en ağır işlerde

çalıştırıldık.

Buralara gelirken hiç birimiz ellerimizi kollarımızı sallayarak düğüne bayrama gelir

gibi gelmedik.

Karılarımızı, çocuklarımızı,Analarımızı,babalarımızı bırakarak geldik, aileler

parçalandı, Kimilerimiz iş kazalarında kimilerimiz de sağlıksız koşullarda çalışırken

yakalandığımız meslek hastalıkları sonucunda can verdik.

Almanya 1970’lere doğru yarattığı yapay krizi bahane göstererek yüz binlerce işçiyi

işten çıkararak geldikleri ülkelere geri göndermeye çalıştı, işten çıkarılanlar diğer

Avrupa ülkelerine gittiler. Avrupa ülkelerini kurtuluş olarak gören bizler her türlü

geri dönüş teşviklerini reddederek ailelerimizi getirmeye başladık. 1980 ‘erin

başında çalışma ve oturma sorunlarının çözülmesinden sonra dil ve uyum sorunları

yaşanmaya başlandı. 1990’larda Berlin Duvarının yıkılmasıyla sisteminde

körüklemesiyle artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı 23 Kasım 1992 Mölln’de 29

Mayıs 1993 Solingen’de kanlı katliamlara dönüştü.

Emperyalist kapitalizmin doğal hastalığı olan işsizlik ekonomik krizin baş

sorumlusu olarak gösteriliyorduk. Ne bizi satanların ne de bizleri satın alanların

bulunduğumuz ülkelerin dilini öğretip bizleri sosyal yaşamın içine dahil etme diye

bir dertleri yoktu bizler işimiz bitince geri dönecektik fakat evdeki pazarlık çarşıya

uymadı.

Kıvrık etekli ceketleri, süveter kazakları ellerinde tesbihleri, kafalarında dört köşe

şapkalarıyla neredeyse birinci kuşaktan eser kalmadı, ikinci kuşak ise kısmen de

olsa kendi ayaklarının üzerinde durmayı başardı.

Kurulan dernekler vakıflar siyasi parti ve örgütler içerisinde yer alarak hayatın

bütün alanlarında kendilerini hissettirmeye başladılar. Bu durum sorunların

çözüldüğü anlamına gelmiyor aksine işçi barakalarından çıkıp iş kuran

üniversitelere giden ev alıp önceden kendini öcü gibi görenlerle komşuluk yapan

ikinci kuşağında iddia edildiği gibi kısmen sorularını çözdüğü ve topluma entegre

olduğu söylentileri gerçeği yansıtmıyor.

Geçmişte işçi barakalarında ya da gettolardaki sorunlar ikinci kuşağın var olduğu

bütün alanlara yansıyarak ve ağırlaşarak kendini hissettirmeye devam ediyor.

Bu gün halen daha çeşitli dernek ve vakıfların sunduğu istatistikler Avrupa

5


ülkelerinde milyonlarla ifade edilen T.C pasaportluların yaşadığını iddia ediyor.

Doğal olarak bizlerin buralarda yabancı olmamızdan kaynaklanan sorunlarımız

katmerleşerek devam ediyor.

Sorunlarımız iddia edildiği gibi dil sorunu yada uyum sorunu değil, sorunlarımız

sınıfsaldır, içinde bulunduğumuz süreç devrim ve karşı devrim cephesinin

alabildiğince berraklaştırıp en kör gözlerin bile içine batarcasına sokuyor.

Dünyamızın hangi coğrafyasında olursak olalım emperyalist kapitalizmin içinde

bulunduğu buhranın yarattığı girdap hepimizi hızla içerisine doğru çekiyor.

İçinde bulunduğumuz süreç nerede olursak olalım hiç birimize eskisi gibi yürüme

şansı bırakmıyor. Çözülmesi gereken hangi toplumsal sorun olursa olsun, karşımıza

devrim sorunu olarak çıkıyor.

6


ORTA ASYA VE ÇİN'İN BÖLGE ÜZERİNDEKİ SİYASETİ ÜZERİNE BİR

KOMPLO TEORİSİ...

Çin, pek de uzak olmayan bir gelecekte Çin savaş gemilerinin ABD'nin kapısında

belireceğini duyurdu. Çin Donanmasının yakında dünya genelindeki ABD ana

karasındakiler de dahil olmak üzere, ABD Donanma üslerinin yakınlarında faaliyet

göstereceğini duyurdu.

10 seneye kalmadan Çin Donanmasının dünya genelinde faaliyete başlaması

kaçınılmaz ve ABD ile Çin arasındaki askeri gerilimin doruk noktasına çıkması da

kaçınılmaz gözüküyor. Çok kutuplu dünyanın geri dönüşü ve dünya liderliğinin el

değiştirme ihtimali önümüzdeki yıllarda ciddi askeri gerilimleri hatta çatışmaları

doğurması oldukça büyük bir olasılık. Dünyada Çin merkezli yeni bir sistem

uygulanacaktır ancak, bu sistemin 3. Dünya Savaşından sonra hayata geçirileceğini

düşünüyorum. ‘’Dünya hakimi olma hayali’’ çok yeni bir hayal değil aslında.

Milattan Önce Çuo hanedanlığına dayanan bir büyük projedir. Komünizm ile

birlikte Çin artık, Çin'in sınırları dışındaki Çin' e ait olduğu iddia edilen toprakları

geri alma ve o toprakları Çin'le bütünleştirme, onları Çin hakimiyetine tekrardan

kazandırmanın zamanı geldiğini inanıyorlar.

Peki çok kutuplu bir dünyaya doğru giderken bu dünya Sovyet ve Amerikan

kutuplaşması dönemindeki gibi mi olacak? Elbette ki hayır. Çünkü, Çin'in idari

yönetiminde ve devlet aklında olan şey şudur: Çin'in ele geçirdiği her toprak

parçasında hakimiyetinin Çinlilerin elinde olduğu, söz hakkının Çinli yöneticilerde

olduğu bir sistemle yönetilmelidir. Ben 2 yıl önce Çin'in Orta Asya’yı işgal edeceğini

ve Orta Asya'da Çin nüfusunu artıracağını söylediğinde insanlara biraz Ütopya

gelmişti. Gerçek olan şey de şudur ki; Orta Asya'nın toplam nüfusunun 72.000.000

olması ve bu Çin için aslında Televizyon önünde eşitlenmesi gereken bir çekirdek

tabak gibi. Bu teoreme şimdi insanlar yavaş yavaş düşünmeye başladılar. Ben,

ileride Rusya'nın Kazakistan'da, Ukrayna ve Moğolistan'da toprak talep edeceğini,

bu toprakların tarihi Rus çarlığını ait olup Sovyetler Birliği döneminde eşit olmayan

bir şekilde paylaşıldığını iddia ederek bu ülkelere askeri müdahalede bulunacağını

da söylemiştim.

Bana bu teorilerin neye dayandırdığı ve tezimin ne olduğunu soran arkadaşlarıma

şöyle izah etmiştim: Amerika ne kadar Çin istenmiyorsa Rusya'da o kadar Çin'i

istemez. Çünkü, Çin, bir gün Rusya'nın hakim olduğu alana, Çin'in; siyasi, askeri ve

ekonomik olarak akmaması mümkün değildir. Büyük bir enerjiye ihtiyaç vardır ve

bu enerji de bu yerlerden geçmekte bu yüzden de buraya bir müdahale mümkün

elbet. Ayrıca olayın tarihi boyutu da var. Çin'in tarihi kaynaklarında her zaman Orta

Asya kendi toprağı olarak gösterilmiştir. Bugün Çin'in tüm Asya Halklarıyla

mücadele etmek gibi bir lüksü ve imkanı yoktur.

Çin, bu perspektifte şöyle bir strateji geliştirdi: Pakistan'ın yanına çekme, Vietnam’ı

kontrol altına alma, Kuzey Kore'yi dost görme, Endonezya ile ticari ilişkilerini had

safhaya çıkartma ve bu ülkeyi kendisine borçlandırma, borcunu ödeyemeyecek

duruma getirme, Malezya’yı turistik bir bahçe olarak görme, Hindistan'ı bölgede

olabildiğince pasifize etme ve Pakistan üzerinden Hindistan'ı askeri olarak

7


yıpratma, Keşmir sorunu ile Hindistan'ı uluslararası arenada zayıflatma... Tüm

bunlar, Çin'in şu anda dünyaya Diplomasi olarak yutturduğu proje olarak sürüyor.

Çin'in İran'la 400 milyar dolarlık anlaşması aslında, İran'ın Çin'in ayakları altında

ezme politikasıydı çünkü, bu şartlarda bugünkü mevcut durumda İran'ın bu parayı

100 yılda geri ödemesi mümkün gözükmüyor. Üstelik ödenmemesi bir yana daha da

fazla Çin'e borçlanıyor. Çin, bu sistem ile İran’ı devre dışı bırakmış sayılıyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nin Mevcut durumda Çin’i durdurması biraz mümkün

gözükmüyor çünkü, ABD Son 20 yandan çok fazla yayıldı ve çok fazla askeri

harcamaları yaptı. Oysa ki Çin içten daha fazla güçlendi. Belki 21 ve 22 Yüzyıl Çin'in

dünyaya hakim olup dünyanın Çin'e karşı birlik olduğu bir üyzyıl olabilir ama, şunu

unutmamak gerek ki hakimiyet kimden gelirse gelsin; adil, eşit, paylaşımcı olmadığı

sürece asla başarılı olamayacaktır. Sadece belirli bir dönemde parlar, belirli bir

dönemde hakimiyetini sürdürür sonra da tarih sahnesinden silinip gider. Örnekleri

çokça var: Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Abbasiler, Emeviler, Rus

Çarlığı, İngiliz Krallığı... ve daha niceleri.

8


TARİHSEL KÖKLERİYLE ŞİDDET VE ATAKLAR HALİNDE DEVAM

EDEN SOMUT GÖRÜNÜMLER

İnsanlık tarihi, vahşi sonuçlar doğuran şiddet olaylarıyla doludur. Kuşkusuz ki hiç

ama hiç biri sebepsiz değildir. Durduk yere kimse şiddete başvurmaz. Şayet refleks

kapsamı yada oyun olarak yapılanlar dışındaysa. Yine aklından zoru yoksa, hiç

kimse ‘’canım istedi ve şiddet uyguladım’’ vs demez.

Yeni doğan bebeklerin ilk ağıtları karşısında popolarına vurarak onları uyarmaları

ve kendilerine gelmelerini sağlamada da bir şiddeti görüyoruz. Bu bağlamda şiddete

verilen anlam yada içeriklerine yönelik de öteden beri tartışmalar sürgit devam

etmiştir.

Geçmişten bugüne özellikle saldırganlıklar, savaşlar, işgaller, kıyımlar, katı ve sert

yaklaşım ve pratikler gündemimizi daha çok meşgul etmektedir. Orta Doğu’da,

Afganistan’da, Yemen’de, dört parça Kürdistan’da, Türkiye’de, Libya’da,

Ukrayna’da, Donbas ve Lugansk’ta, Kırım’da yaşanılanlar da elbette şiddet

olgularını ihtiva etmektedir. Ki hangi tarihte ve nerede olursa olsun şiddete tekabül

eden olguların tarihsel temelleri ve kökleriyle birlikte nedensiz olmadıkları

bilinmelidir. Buradan hareketle insanlık tarihi boyunca- tıpkı canlıların yaşamını

sürdürmeleri için bitki türleri de dahil diğer canlılara yönelik gerçekleştirilen şiddet

olgusunu ayrı bir tartışma konusu olarak bir kenara bırakarak ilerleyişimizi

sürdürelim. İşte tam da böylesi bir ayraç karşısında haklı ve haksız şiddetleri

görüyor ve yaşıyoruz. Haklıların haksızlara, haksızların haksızlara, haksızların

kendi aralarındaki şiddet politikaları karşısında, ilk elden sömürü ve zulüm ve

paylaşım mücadeleleri ve savaşları aklımıza gelmektedir. Her şeyin ama hemen her

şeyin daha ilk anlarından itibaren eşitsiz gelişme yasaları düzleminde şiddet

olgusunun devrede olduklarını görebiliyoruz. İlkel Komünal toplumun bağrında

9


bizzat haksız şiddet olgularının filizlenerek eşitsiz gelişmelerin boy verdiklerini ve

peşi sıra aile, özel mülkiyet, sınıflar ve devletlerin bugünlere kadar icra edildikleri

bir gerçektir. Ve içerisinden geçtiğimiz süreçte şiddetin çok daha kapsamlı ve

sistematik hale geldiğini kim inkar edebilir. O halde köklerden başlayarak

bugünlere doğru adımlarımızı ilerleterek şiddet olgusunu ele alacak olursak.

Anlam itibariyle şiddet, bir canlı ve insandan tutalım da, grup, topluluk, sınıf, ulus,

cins, inanca mensup kesimlerin psikolojik, fiziksel, sınıfsal, ulusal, cinsel, inançsal,

ekonomik yönden zarar görmesi yada acı çektirilmesi veya bu yönde olası gelişmeler

için baskı ve tehdit, zulüm ve sömürü temelinde özgürlüğün belli amaçlar

doğrultusunda engellenmesini de içeren fiziksel, psikolojik, sınıfsal, cinsel, ulusal,

inançsal, sözsel veya ekonomik açıdan her türlü anlayış, tutum ve tavır olarak

nitelendirilebilir.

Tarihsel bağlamda sınıfsal kökleriyle ele aldığımızda, karşımıza örgütlü şiddet

çıkmaktadır. Zira ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, köle sahibi ve köle,

burjuvazi ve proletarya, düşman ve halk olarak sınıfların varlığı ve sınıf

çelişkilerinden inceltilerek bugünlere kadar örgütlü şiddetin yoğunluklu olarak

sürdüğünü görüyoruz. Tabi ki ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökleri

düzleminde ilk süreçlerde soya (gens) göre örgütlenme olarak çok küçük birimler

halindeki pre sınıflar gerçekliği ile birlikte organize işler halinde örgütlü şiddetin

pey der pey geliştiğini vurgulayabiliriz. Bu trend sürekli olarak insanın kendi

emeğinden de aynı doğrultuda uzaklaşması ve bununla beraber yabancılaşması da,

doğru orantıda zirve üstüne zirve yapmasını doğurmuştur. Geçmişten bugüne, en

örgütlü ve sistematik şiddetin en modernize halinin, bizzat devlet şiddeti olduğu

gerçekliğini vurgulamadan geçemeyiz. Bu durum, devletin sınıf eksenli niteliği ile

de doğrudan ilişkili, bir egemenlik ve baskı aracı olmasından kaynaklanmaktadır.

Şiddet ve baskı aracı olmayan bir devlet, ne geçmişte, ne bugün gösterilemez,

gelecekte de devlet olarak gösterilemeyecektir. Proletarya diktatörlüğü tasavvurunu

da bu temelde kavramalıyız. Zira diktatörlüğün nitelik olarak farklılaşması

karşısında şiddetin de niteliği değişmekte ve zora karşı zorun rolünün işlevi de ona

göre karşılık bulmaktadır. Bir burjuva diktatörlüğü ile bir demokratik halk

diktatörlüğü yada proletarya diktatörlüğünün bir ve aynı şeyler olmadıkları gibi,

nitelik olarak birbirlerine zıt olduklarını da kavramak durumundayız. Keza burjuva

diktatörlükleri bizzat sömürülen ve ezilenlere karşı bir öz ve nitelik taşırken,

demokratik halk diktatörlükleri ve proletarya diktatörlükleri ise bizzat ezen ve

sömürenlere karşı bir öz ve nitelik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunların

içerisinde bazı biçimsel benzerlik yada aynılıklar taşısa da, asla özü ve nitelikleri bir

ve aynı olmadıkları gibi, amaç ve hedefleri de bir ve aynı değildir. Burjuva

diktatörlükleri kapitalizmi ve emperyalizmi sürekli var etmek isterken, demokratik

halk diktatörlükleri ve proletarya diktatörlükleri ise sınıfsız ve sömürüsüz

komünizme doğru ilerlemenin zorunlu geçiş aşamaları olarak uygulandıkları

gerçeğinin altını çizmeden geçemeyiz.

Diğer yandan tekleşme, tek tipleştirme, benzetme, ötekileştirme ve kutuplaştırma

anlayışı ve çizgilerin sürgit devam etmesiyle birlikte, şiddetin dozajı da sürekli daha

sistemli ve artma halinde olmuştur. Hangi tür şiddeti ele alırsak alalım, eninde

sonunda planlı ve sistemli devletlerin örgütlü şiddeti ile şu veya bu şekilde ilintili

olduğu sonucuna varmaktayız. Aile içerisindeki erkek babanın kadına şiddetinde de

olduğu gibi, karşımıza örgütlü erkek- devlet- baba gerçekliği çıkıvermektedir.

10


Çünkü bizzat erkek devletinden beslenmektedir. O halde bin yıllardır süren ve

bugün çok daha stratejik ve örgütlü devlet şiddetinin, hakim şiddet kaynağı

olduğunu kabul etmeliyiz. Hemen her alanda örgütlü devlet şiddetinin

yansımalarını görmek mümkündür. Sadece devletin temel kurumlarında değil, aynı

zamanda toplumun en küçük gözeneklerine kadar örgütlü erkek devletinin

çelişkileri ve şiddetinin azda olsa uzantıları söz konusudur. Ki örgütlü erkek devlete

hakim egemenlik odakları sadece acı kuvvetle de değil, aynı zamanda geleneklerin

ölü ağırlığıyla da örtüşen ve onları içleştirerek kendisi haline getiren şiddet

parçacıklarına dönüşmektedir. Öyle ki geleneklerin ölü ağırlığı, yaşayan on

milyonların beynine Ağrı dağı kadar çökme durumundadır. Bunun yarattığı

düşünsel ve fiziksel basıncın, örgütlü erkek devlet şiddetiyle doğrudan alakalı

olduğu gerçekliğini bilerek hareket etmek zorundayız.

Tabular ve Şiddet

Tabuların çoğu, inanç olarak ortaya çıkarlar. Tapınır vaziyette statükolar

oluşturulur. İnsanlığın ilk süreçlerinde tabular genellikle bilmemeden ve bununla

bağlantılı korku ve pasiflik sonucu gelişmiştir. Bilgisizlikten bilmeye doğru yelken

açıldıkça, tabular da değişime uğramak durumunda kalmıştır. İnanç olarak ortaya

çıkan tabular kapsamında ideoloji, din, gelenekler, aile ve aşiret, hanedanlık,

milliyet, köy ve mahalle, kültürel uygulamalar, cinsel tercihler, örgüt ve partiler, yaş

ve kuşak farklılıkları, meslekler, spor takımları gibi alanlar bir hassasiyet yani daha

fazla duyarlılık gerekçesi olabilmektedir. Burada şiddet unsuru olarak, hemen

dayatma olgusu karşımıza çıkmaktadır. Ya uyacaksın, ya zorla uydurulacaksın ya da

uymadığın taktir de ortadan kaldırılacaksın anlayışı ve politikası dayatılmaktadır.

Devletlerin anayasalarından tutun da partilerin tüzüklerine kadar daha çok,

zorunluluklar gerçeğini karşımıza çıkarmaktadır. Kaldı ki zorunluluklar dünyasında

yaşamaktayız. Buradan baktığımızda, neredesin tabuları olmayan insan, grup, parti

ve hareket, takım, aile ve aşiret, din ve mezhep, ulus ve milliyet, birlik ve platform,

devlet ve toplum yoktur. Ve özellikle de diyalektik ve tarihsel materyalizme, yani

bilime daha fazla kapalı olan kesimlerde bu durum daha çoktur. Güvensiz, hoş

görüşüz, anti- demokratik, tekçi ve iktidarcı anlayış ve çizgi savunucularında,

tabuların ve tabi ki şiddetin daha fazla ve yoğun olduğunu görebiliyoruz.

Alabildiğince eleştiriye kapalı, eleştiriye misilleme ile karşılık veren, içten hesapçı,

demokratik tartışma kültüründen oldukça uzak, sekter ve baskıcı, ben merkezci ve

tekçi hegemonik anlayış ve pratik politikalarıyla daha çok tabucu oldukları kadar,

meclisimizin içerisinde, hiç de doğru olmayan daha fazla şiddet eğiliminde

olduklarını görebiliyoruz. Pek tabi ki bütün bunların sonucu olarak, birleştirici değil

dağıtıcı, geliştirici değil tasfiyeci, çoğulcu değil tekçi ve grupçu, demokratik değil

anti- demokratik, halkçı değil diktatör, kitleselleştirici değil marjinal hale getirici

gibi daralma ve yozlaşma durumları da at başı sürgit devam etmektedir. Bütün bu

olumsuzluklar, mülkiyet ilişkileri ve daha doğrusu özel mülkiyet ve ihtiraslar

karşısında teslim olmalar ve acizlikler olarak da değerlendirilebilir. Hal böyle

olunca şiddet unsurları da harekete geçmekte ve önü alınamaz pervasızlıklar ortaya

çıkmaktadır. Hem de öyle böyle değil, insanın yedi ceddi ve fikirlerine karşı inkar,

imha ve her tarafta yok etme yönelimiyle psikolojik, sosyal ve kültürel kırıma tabi

tutulmaktadır.

Tarihin akışı içerisinde belli süreçler için geçerli ve doğru olan fikirler, araçlar,

planlar ve programlar, teoriler ve pratik politikaları, idealize ederek mutlaklaştırma

11


anlayışı ve çizgilerinin bir sonucu olarak, tabu ve şiddete başvurulduğunu da

vurgulamak isteriz. Öyle ki her şey aile ve aşiret- im için, her şey vatan- millet ve

devlet- im için, her şey ırkım için, her şey örgüt ve parti- m için, her şey de her şey

diyerek fetişist tezlerin, tepe takla tarihin çöplüğüne atıldıkları, bizzat yaşanmış

tarihsel gerçeklikler ile kanıtlıdır. Genel olarak meta fetişizmi dediğimiz bu

durumun, tersten tasfiye olarak sürekli tekleşme ve yozlaşmaya yol açtığını

belirtmeliyiz.

Tabuların en zararlı yanları, özgür irade ve düşünme cesaretimizi kırmasıdır.

Oldukça katı, kalıpçı, mekanik ve asla değiştirilemez, statik ve statükocu, onlara

dokunulamaz, erişilemez, koyu ve tek renkli doğmalar ve tabular ile zaten özgürce

düşünemediğimiz gibi, raydan çıkma korkusuyla da kuşatma ve esriklik söz

konusudur. Tabulara karşı çıkmanın faturası, şiddetin üst türevi yada son hali

diyebileceğimiz ölüme kadar varmaktadır. Hatta yedi ceddine kadar adeta soyunu

tüketmeye kadar toplumsal sürü bağışıklığı düzleminde inatlaşarak şiddet üstüne

şiddete gidilebilmektedir.

İnsan ve toplumsal yaşamımızı temelden etkileyen stratejik ve merkezi bir sorun

olarak çeşitli şiddet biçimleri söz konusudur. Bunların belli başlılarını kısa özetler

halinde ifade edecek olursak;

Doğaya Şiddet, Kendine ve Her Şeye Şiddettir

Uzay, evren, doğa, canlılar, insan, birey ve toplum, düşünce ve sosyal yaşamı da

içeren her şey, güneş sistemi merkezli diyalektik materyalizmin yasalarına göre

komünal bir işleyişe sahiptir. Birbirini ötekileştiren değil, tam aksine biri birine

diyalektik olarak bağlı ve her birinin kendi özgüllüklerini de içererek, bütünün birer

parçası olarak yerlerini almaktadırlar. Normal doğal şartlarında doğa, uzay, insan,

kadın, cinsler, canlılar, bireyler ve toplumlar ile uyumlu ve komünal bir karaktere

sahiptirler. Ancak gelin görün ki egemen eril sınıfların varlığı ve sınıf çelişkilerinin

bir sonucu olarak, komünal ekolojinin maddi varlık ve yaşam gerçekliği de gittikçe

uyumsuz ve birbirine zarar veren hale gelmiştir.

En başta doğaya karşı şiddettir. Hava, su, toprak, canlılar, uzay, doğa, madenler,

dağlar, ormanlar, denizler, ırmaklar, hayvanlar yani en küçük mikro

organizmalardan en büyüklerine kadar maddi varlıklar ve daha sayabileceğimiz her

şeyin komünal doğasına karşı, özellikle insanın ve özel mülkiyetin ortaya çıkışı

temelinde sınıflar ile birlikte sömürü ve zulüm eksenli şiddetin de çehresi

değişmiştir. Yaşam alanlarından tutun da nefes aldığımız havaya kadar, doğanın

diyalektiğine yönelik, büyük bir suikast hali ile karşı karşıyayız. Bir avuç sömürücü

egemenin, aşırı kar hırsı ve ihtirası karşısında, doğa ile birlikte tüm insanlığında

adım adım yok oluşuna doğru süreç işlemektedir. Emperyalist- kapitalizmin doğa

kırımına yönelik bu felaketine karşı, doğanın isyanı da daha belirgin hale gelmiştir.

Ani iklim değişiklikleri, havanın aşırı ısınması, seller, depremler, yangınlar ve daha

bir çok gelişme ile bu durumu pekala görmek mümkündür.

Beri yandan doğadaki canlılara karşı şiddetin, öylesine pervasızlaştığına şahit

oluyoruz. Ki Emperyalist- kapitalist burjuva hegemonyanın aşırı tüketim kültürü

üzerinden, canlılara yönelik büyük bir kıyım ve kırımı görüyoruz. Zevk ve haz haline

gelen bu tüketim kültürü, adeta canlı türlerine karşı katliam ve soykırım

düzeyindedir. Dini ritüeller ve gelenekler, karnaval ve eğlenceler, adına spor

12


denilerek yalan söylenip safari halindeki av ve zevk partilerine kadar burjuva haz

kültürü özel olarak teşvik edilmektedir. Canlılara karşı ağır işkence ve kıyımlardan

kıyım beğenilen politikalar, özel mülkiyetin aşırı kar hırsı ve yoz kültürün somut

görünümleri itibariyle, yoğun bir şekilde sürmektedir. Doymak bilmez burjuva

iştahın, derin bir yozlaşma halinde yaşamımızı stratejik olarak tehdit ettiğini ve

artık çekilmez hale geldiğini belirtmek gerek. O arabaya bağlanıp sürüklenen köpek

yada ezilen yavrusu, kuyruğu kesilen ve işkence edilerek katledilen kedi, toplu

kıyımdan geçirilen koyun ve diğer hayvanlar, av partileriyle dağlar ve ormanlarda

bir kuytu da kıstırılan o güzelim canlılar ve daha nicesi, vahşetin sadece görünen

ufak yüzleridir. Görünmeyen, duyulmayan ve bilinmeyen de ise, çok daha fazlası,

daha çok vahşeti ve şiddeti barındırmaktadır. Emperyalist- kapitalist şiddet

unsurları, kendinden olmayan her şeye ama her şeye karşı topyekûn seferberlik

halindedir. Daha fazla kar ve rant, daha fazla ihtiras, daha fazla tüketim, daha çok

haz halinde emperyalist- kapitalist sermayenin artı değer yasası, her şeye ama her

şeye tüm şiddetiyle sistematik saldırılarını pervasızca sürdürmektedir.

Kadına ve LGBTİQ+’ lara Karşı Şiddet

İnsanlığın ilk olarak ayaklar altına alınması, cins kırımıdır. Kadın ve LGBTİQ+’lar,

erkek cinsinin egemenliği altında özel mülkiyetin ilk kölesi olarak şiddete maruz

kalmışlardır.

Ve tarihten bugüne bu durum, şiddeti artarak hala devam eden objektif nesnel bir

gerçeklik olarak sürmektedir. Kadın ve LGBTİQ(Lezbiyen, Gay, Biseksüel,

Transeksüel, İnterseksüel, Quer)+’lara yönelik cins kırımı, erkekleşmiş burjuva

devletin de temel bir harcıdır. Emperyalist- kapitalist burjuva devletler başta olmak

üzere, buna endeksli bütün özel mülkiyet temeli üzerinden yükselen bir avuç azınlık

diktatörlüklerin, psikolojik ve fiziksel şiddet unsurlarını da kullanarak varlıklarını

devam ettirdiklerini görüyoruz. Bununla birlikte sadece acı kuvvetle değil, aynı

zamanda geleneklerin ölü ağırlığıyla da yönettiklerini vurgulamalıyız. Öyle ki bizzat

eril zihniyet üzerinden şekillenen köleci, feodal, burjuva bin yılların birikimi ve

tecrübesiyle, şiddetin her türlü aparatını kullanmaktadırlar. Doğa kırımına paralel,

kadın ve LGBTİQ+ kırımı ile iç içe geçen bir toplumsallık söz konusudur. Emek

sermaye çelişkisi içerisinde, bu durumun özel bir yeri ve önemi olduğu

tartışmasızdır. Emeğe yabancılaşma ile birlikte doğa ve ezilen cinslere de

yabancılaşma, bütün bunlara yönelik şiddetin nicelik ve niteliğine de deparlar

arttırarak bugünlere kadar gelinmiştir.

Kadınlar ve LGBTİQ+’lara şiddetin yaşanmadığı bir an ve bir gün, neredesin yoktur.

Töre cinayetlerinden, taciz ve tecavüze, psikolojik şiddetten katliamlara, cinselsınıfsal

ve toplumsal roller üzerinden tam bir stratejik kuşatma ve hegemonya

sürgit devam etmektedir. Bütün tarihsel kökleriyle patriarkal sömürü ve zulüm

günceldir, temeldir, stratejiktir. Emperyalist- kapitalist sömürü ve zulüm

perspektifli haksız savaşların şiddetine en çok maruz kalanların, kadınlar ve

LGBTİQ+’lar ve çocuklar olduğu gerçekliği orta yerde durmaktadır. Aynı şekilde her

türlü gerici savaşın saldırgan zulmünde esas hedefe oturtulanların, yine kadınlar ve

LGBTİQ+’lar olduğu bilinmektedir. IŞİD’ in Şengal’de Ezidi kadınlarına yönelik

vahşeti, hala belleklerimizde tazeliğini korumaktadır. Taliban’ın iktidarı yeniden ele

geçirmesiyle, aynı durum yaşanmaktadır. Kaldı ki, bizzat ABD başta olmak üzere

uluslararası emperyalist- kapitalist hegemonyanın işgal, ilhak, sömürü ve zulüm

politikalarından yine en çok etkilenenlerin, kadınlar ve LGBTİQ+’lar, çocuklar ve

13


yaşlılar olduğu gerçeğinin, özel olarak altını çizmemiz de gerekiyor.

Göğün yarısını hatta daha fazlasını oluşturan kadınlar ve LGBTİQ+’lar, insanlık

tarihinden bugüne, şiddetin esas hedefi olmuşlardır. Ezilenin ezileni olarak

nitelendirilmesi ve tarif edilmesi, hiç de sebepsiz değildir. Hemen her şeyin

erkekleştiği bir zihniyet, ideoloji, felsefe, plan ve program, hükümet ve iktidar,

devlet ve sistem, örgüt ve parti, kültür ve politika koşullarında, zulüm ve sömürü

şiddetinden şiddet beğen dercesine, egemenlik odakları hakimiyetlerini

sürdürmektedirler. Kadınlar ve LGBTİQ+’lar, erkek egemenlik sistemine karşı,

şiddetinizle asla barışmayacağız diyerek, zorunlulukları fethetmelidirler. Yarım

kalmış da değil çeyrek devrimler tarihi karşısında, her alanda zulüm ve sömürünün

kökleriyle birlikte ortadan kaldırılması hedefiyle, öz irade ve öz yaşam temelinde

ekolojik komünal toplumsallığın inşa edildiği demokratik ve özgür bir gelecek için,

kadın ve LGBTİQ+’ların, daha fazla özneleşmesi ve belirleyici merkezi ve temel,

stratejik öncü ve önder hale gelmesi zaruridir.

Ezilen Ulus ve İnançlara Yönelik Şiddet

Tekçi her türlü düşünce ve eylem, obje ve kurgu, plan ve program, hedef ve yöntem,

araçlar ve politikaların oklarını yönelttiği hususlardan ezilen ulus ve inançlar da

nasibini almaktadır. Ulus devlet paradigmasının bir sonucu olarak, diğer ulus ve

milliyetlere karşı bir zor aygıtı olarak şiddeti görüyoruz. Özellikle birden fazla ulus

ve milliyetin bulunduğu coğrafyalar da, bu şiddetin daha belirgin olduğunu ifade

edebiliriz. Hakim ulusun hakim sınıfları, diğer ulus ve milliyetlere karşı inkar ve

imha konseptli şiddetin türlü aparatları kullanmaktadırlar. İnkar, katliam ve

soykırımlar tarihi olarak geçen ulus devletçi emperyalist- kapitalizmin, modernitesi

de kanlı ve iğrençtir. Dünyanın hemen bütün kıtalarında yaşanan kıyım ve

kırımların, bizzat emperyalist- kapitalist burjuva uygarlıkçı paradigmanın, yok edici

vahşi şiddetiyle doğrudan ilişkili olduğunu bilmeliyiz. Soykırımdan geçiremedikleri

ulus ve milliyetleri ise, ulus devletçi kapitalizmin burjuva medeniyetçi asimilasyon

ve kültürel soykırımlara tabi tutulduklarını vurgulamalıyız. Sömürge, yarısömürge,

ilhak, işgal, yeni sömürge ve daha farklı sömürü biçimleri üzerinden

ekonomik politikalarda dahil, özel savaşın tam da merkezinde duran psikolojik

savaşlar, algı operasyonları, manipülasyonlar ve daha bir çok yol ve yöntemleriyle

bir fiil şiddet aygıtları iç içe geçirilerek, tam bir egemenlik hedeflenmektedir.

Sermayenin dinamikliğinden kaynaklı doymak bilmeyen genişleme ve yayılma

siyasetiyle, şiddetin de anormal normal hale getirildiğini görebiliyoruz.

Yine aynı şekilde bir inancın tabu haline getirilip, diğer inançlara yada

inanmayanlara karşı toplu kıyım operasyonları da göstermektedir ki, hala din ve

inanç kisvesi altında tekçi- monolitik anlayış ve çizgi fanatikleri varlıklarını devam

ettirmektedirler. Xlu Xlu Klan örgütünden, Selefilere, Katolik Roma papalığından,

El- Kaide, Müslüman Kardeşler, IŞİD, El Nusra, HŞT, Boko Haram, Taliban... irili

ufaklı örgüt ve hareketlerin merkezinde bizzat şiddet aygıtının olduğunu

vurgulamak durumundayız.

Haklı ve Haksız Şiddet Bağlamında, Demokratik ve Devrimci Görevlerimiz

Yukarıda önemle altını çizdiğimiz hususlara ilişkin, bugün insanlığa ve bunun

içerisinde özel bir yere ve öneme sahip devrimci ve komünistlere ciddi görevler

düşmektedir. Hangi alanda, hangi coğrafya ve bölgede, hangi yerelde ve parçada

olursa olsun emperyalizmin, kapitalizmin, faşizmin ve her türden gericiliğin

şiddetine karşı, isyan etmek ve karşı şiddeti geliştirmek, doğru demokratik ve

14


devrimci, meşru bir haktır. En küçüğünden en büyüğüne, sömürü ve zulmün olduğu

her yere yönelik, öncelikle insan olmamızın gereği pratik görevlerimiz vardır.

Haksız ve anti- demokratik şiddet unsurları ve gelişmelere karşı direnip mücadele

etmek, işin bir yanını oluşturmaktadır. Diğer yanı ise, bu sömürü ve zulmün yerine,

demokratik ve özgür bir yaşam için mücadele ediyor oluşumuzdur. Aksi taktir de bir

ayağı çukurdan hiç çıkmayan vaziyetimiz karşısında, haksız şiddetin yeniden ortaya

çıkması kaçınılmazdır. Bu temelde zulüm ve sömürünün olduğu her yerde, isyan

etmek meşru ve demokratik bir haktır. Bir avuç sömürgen sınıf egemenliğinin en

örgütlü aygıtı olan devlet ve onun temel bileşkesi ordu- polis vs. baskı araçlarına

karşı, demokratik hak ve görev olarak, şiddetin zorunluluğu vardır.

Halk ile düşman ve halk ile halk arasındaki çelişkilerin çözüm yöntemi bağlamında

da şiddeti ele almak durumundayız. Halk ile düşman arasındaki çelişkilerin çözüm

yöntemi, genel olarak barışçıl da ve şiddet dışı da değildirler. Daha ziyade şiddet

üzerinde vuku bulur ve ancak şiddet sonucu çözüme kavuşurlar. Halkın kendi

arasında yada halk içi çelişkilerin çözüm yönteminde ise şiddet, asla çözüm yöntemi

olmamalıdır. Eleştiri, ikna ve değişim dönüşüm temelinde barışçıl mücadele esastır.

Bütün bunları kapsayan genel bir hususa değinerek ilerleyişimizi sürdürelim. Eğer

doğru olmayan yöntemler ve araçlar ile çelişkileri çözmek ısrarında olursanız,

uzlaşır yada barışçıl olan çelişki, pekala uzlaşmaz yani antagonist ve tabi ki şiddete

kadar varacak hale gelebilir. Ancak uzlaşmaz ve şiddet ile çözülebilir çelişkilere

yönelik, uzlaşır ve barışçıl mücadelede ısrar ederseniz de, yine sizin akıbetiniz ya

tasfiye yada terbiye ile başkalaşmaktan kendinizi kurtaramazsınız. Elbette şiddet ile

şiddet dışı unsurları bir arada kullanmanız gereken süreçler ve gelişmeler olabilir ve

olacaktır da. Bizlerin burada esas mücadele yöntemi itibariyle, şiddet mi yoksa

şiddet dışı yani barışçıl mücadele yöntemi yada mücadele biçimleri mi olduğuna

açıklık getirmek için vurgulama gereği duymaktayız.

Bir önemli yanlış kavrayışın da altını çizerek eşelemek isteriz. Her türlü savaşa ve

şiddete karşı olmak, açık ki, bizzat sömürü ve zulüm üzerine kurulu burjuva

diktatörlüğün yada onun bir biçimi olan faşist gericiliğin kullandığı argümanlardan

biridir. Özellikle Ukrayna’da, Donbas ve Luhansk; Kırım’da yaşanan savaş ile

birlikte salt savaş karşıtlığı altında, önemli bir kafa karışıklığının geliştirildiğini de

vurgulamak isteriz. Ki bunun bizzat dünya genelinde merkezileşmiş tekelci sermaye

düzeni emperyalist kapitalizm tarafından özel savaşın önemli bir halkası

bağlamında psikolojik savaş stratejisi olarak geliştirildiğini de belirtmeden

geçemeyiz. Kuru bir savaş karşıtlığının elbette bir anlamı ve önemi olmakla birlikte,

bizzat o savaşları çıkaran sistemi ve hegemonyayı hedeflemeyen bir ufkunda,

görünmez ve belirsiz olarak şaşkın ördek misali ufuksuzluğunu belirtmeliyiz. Daha

açıkçası vitrindeki Ukrayna ile Rusya arasındaki mevcut görünen haliyle savaşın

salt durdurulması bağlamındaki bir anlayışın çok da büyük bir anlam ifade

etmediğini vurgulamak gerek. Aksine hem Ukrayna’daki oligarklara hem de

Rusya’da ki oligarklara karşı devrimci iç savaş yürütülerek gerçek savaşın da

sonlandırılabileceği gerçekliğini görmemiz gerekiyor. Çünkü Ukrayna’da da

Rusya’da da devlet erkini elinde bulunduran egemenlik odakları ezen ve sömüren

sınıflar ve bunların klikleri oldukları müddetçe haksız savaşın son bulmayacağı gibi

gerçek barışa da erişilemeyeceğini kavramak zorundayız. Bundan ötürü Ukrayna ve

Rusya egemenleri arasındaki savaşın, aynı zamanda ABD, AB, Çin, emperyalist

kapitalist blokların da bir hegemonya savaşı oldukları ve tabi ki hangi parçada

15


cereyan ederse etsin içerisi ve dışarısıyla bizzat halk kitlelerini doğrudan olumsuz

etkiledikleri ve hedefledikleri gerçekliğini de görmek durumundayız. Bir kere

merkezi ve stratejik, temel ve örgütlü şiddetin esaslı kurumsal mekanizması olan

devletin, toplumun hemen bütün kesimlerine karşı baskı ve zor aygıtlarını

kullanarak egemenliğini ayakta tuttuğunu belirtmek isteriz. Hal böyle olunca,

toplumsal sınıflara ve halklara karşı, şiddetin vazgeçilmez bir unsur olarak

kullanılageldiğini söylemeliyiz. Gönüllü ve demokratik temellerde iktidara

gelinmediği ve egemenlik icra edilmediği için, baskı ve cebrin de, hükümranlık için

vazgeçilmez unsurları olduğu gerçekliğini görmeliyiz. Emeğin, en doğal ve insani

yaşam hakkının ve daha sayabileceğimiz hemen her şeyin aşırı kar hırsı temelinde

gasp edildiği, sömürüldüğü, zulme ve gadre uğratıldığı koşullar gerçekliğinde,

şiddetin her türlüsüne karşı olmak adına, bütün bunlara karşı en demokratik,

sonuna kadar meşru ve devrimci şiddeti, asla görmezlikten gelemeyiz ve yok

sayamayız. Elbette normal doğal şartlar gerçekliğinde, tabi ki hiçbir şiddeti

benimsemediğimiz gibi, hiçbir şiddet unsurunu da kullanmamalıyız. Fakat daha

önce de önemle vurguladığımız gibi, zorunluluklar dünyası ve sistemleri karşısında,

demokratik ve devrimci şiddeti zorunlu olarak kullanmak zorunda olduğumuzu

vurgulamak durumundayız. Gerçek barışı da getirecek bir yaşam ve toplumsal

sistem için, gerçekten mücadele etmek ve savaşmak zorundayız.

Devrimci savaşsız, gerçek barışın da elde edilemeyeceği bilinmelidir. Bütün

savaşlara hayır denilerek ezilen ve sömürülen geniş on- yüz milyonlar ve milyarların

son derece demokratik ve haklı direnişi, mücadelesi ve savaşına karşı olmak da

neyin nesidir?

Aynı şekilde ezen ve sömüren bir avuç azınlığın bir o kadar haksız ve hiç de meşru

olmayan karşı- devrimci savaşına karşı, tabi ki direnmek, mücadele etmek ve

savaşmak da bir o kadar doğal haktır ve görevdir. Asla hasır altı edilemeyecek bir

şey vardır ki, gerçek barışın da elde edilebilmesi, kesinlikle gerçek bir savaş ile

mümkün olacağı zorunluluğudur. Haksız savaşı çıkaran bir avuç egemenlik odakları

ve sistemlerine karşı, direnişsiz, mücadelesiz ve savaşsız bir dünya tasavvur

edenlerin, boş bir ütopya içerisinde oldukları bilinmelidir. Dişlerimiz, tırnaklarımız

ve kanlarımızla gerçek savaşarak, ezilen ve sömürülen çoğunluğun gerçek barışını

da kendi ellerimizle kazanacağımız gerçekliğini kavramak zorundayız. Papatya

sevenler dernekleri ve suya sabuna dokunmadan zalimlerin yarattıkları haksız ve

kirli savaşların önüne geçilemeyeceği orta yerde durmaktadır. O halde yeni

Vietkonglar, yeni Kawalar olmalıyız. Gerçek barışın da, militan çizgi savaşçıları

olarak nitelikli temsiliyle ancak elde edilebileceği gün gibi ortadadır. Faşizme ve her

türden gericiliğe karşı mücadele ve savaşımızın, emperyalist- kapitalizme karşı

mücadele ve savaşımız ile iç içe geçtiği ve bir bütünlük içerisinde olduğunu

yeterince kavramalıyız.

Temel insan haklarını, kadını ve LGBTİQ+’ları, doğa ve canlıların haklarını gözeten

ekolojik komünal bir paradigmayı yaşamsal hale getirmeliyiz. Küçükten büyüğe,

basitten karmaşığa, somuttan soyuta, kendimizden çevremize, içeriden dışarıya

doğru adım adım- tedricen- bunu pratikleştirmeliyiz. Bunun için köklü bir zihniyet

değişimine ihtiyacımız olduğu tartışmasız bir zorunluluktur. Bunu başarmak için de

köklü bir zihniyet(kültür) devrimlerine ihtiyacımız olduğu bilinmeli ve durmaksızın

buna göre harekete geçmeliyiz. Zira, şiddetin her türlüsünü tarihsel, sınıfsal, cinsel,

ulusal, inançsal vb. kökleriyle ortadan kaldırmak ve ekolojik komünal bir öz yaşam

16


için bizim devrimimiz, kesinlikle kültür devrimi niteliğinde bir devrim olacaktır. Ve

sayısız kültür devrimleri ile azami hedefimize ulaşacağız. Bu bağlamda, üzerinde

yükseleceğimiz böyle bir paradigmanın temel ve merkezi, esas ve stratejik değerini

kavramalıyız.

Sömürüsüz, sınıfsız ve şiddetsiz bir dünya ve yaşam için; tüm sınıf farklılıklarına,

bunların dayandığı bütün üretim ilişkilerine, bu temelde yükselen tüm gerici değer

yargıları- ilişkiler ve geleneksel fikirlere karşı her yönüyle devrimleri sürdürme

kararlılığıyla seferber olalım.

Şiar Atakan (24 Nisan 2022)

ZİNDANLARDAKİ MÜCADELEYİ DESTEKLE!..

İşciler!.. Emekciler!..

Yıllardır , aşağılanmanın, horlanmanın en katmerlisini yaşayan bizler! Gerçek

kurtuluşumuzun kendi topraklarımızda yürütülen faşizme karşı mücadelenin

desteklenmesinden geçtiğini biliyoruz.

Faşizme karşı mücadelede en önde koşanlarımız ya ölümsüzlüğe ulaştı ya da

faşizmin zindanlarında direniyor. Faşizm toplumsal mücadelenin kabardığı, atağa

geçtiği her dönem sürekli olarak cezaevlerine saldırıp ,devrimci tutsakları

etkisizleştirerek toplumsal muhalefetin önünü kesebileceğine inanmıştır.

Diktatör Erdoğan’ın başında bulunduğu AKP-MHP faşizmi, tarihin tanıdığı bütün

faşist diktatörlükler gibi tekçidir. Tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek din, tek partiden

sonra , kendisi gibi düşünmeyene, kendisi gibi yaşamayana, kendisi gibi olmayana,

kadınlara,LGBT li bireylere emeğe, farklı halklara, inançlara, çeşitliliğe düşmandır.

Kendisine itiraz edene, eleştirene, biat etmeyene tahammül edemez. Özgürlüğü

çağrıştıran, ima eden her şeye saldırıp, yok etmek ister. Faşizm toplumu,

toplumsallaşmayı, insanlaşmayı yıkma, yok etme girişimidir. Tek tipleştirme

faşizmin insani olana saldırısıdır.

Temel amacı olan toplumu teslim alma hedefine ulaşabilmek için, AKP-MHP

faşizmi tıpkı kendinden öncekiler gibi yıllardır zindanlarda tuttuğu devrimci

tutsaklara saldırarak toplumun tüm kesimlerine korku salmaya çalışıyor . Kendine

biat etmeyen herkesi hapishanelere dolduruyor. Öncelikle demokrat, özgürlükçü,

devrimci, yurtsever parti ve örgütleri hedefleyen, ardı arkası kesilmeyen tutuklama

terörü ile binlerce insan tutsak ediliyor. Faşizme ve onun uygulamalarına karşı

çıkan herkesi, mücadeleci gençleri, kadınları, aydınları, emek-demokrasi güçlerini

mahkemeleriyle yıldırmaya çalışan faşist AKP-MHP koalisyonu, dışarıda kalanları

da, hapishane korkusuyla etkisizleştirmek istiyor.

OHAL ve KHK terörüyle tüm toplumu cendere altına alan Tayyip Erdoğan

yönetimindeki faşist hükümet, on binlerce kamu emekçisini iki satırlık KHK’larla

işsiz bırakıyor, sömürgeci devletin suçlarına ortak olmak istemeyen demokrat halkçı

aydınları üniversitelerden sürüyor. OHAL kanunlarıyla sermaye için her türlü

yasayı, silah zoruyla çıkartıyor. Binlerce işçiyi tek kalemde işinden ediyor.

17


Faşist tutuklama terörü ile hapishanelere doldurulan on binlerce politik tutuklu,

binlerce, devrimci, demokrat yurtsever, şimdi faşizmin zindanlarında gayri insani

uygulamalarına karşı onur ve özgürlük adına direniyor. Faşist AKP/MHP

koalisyonu,zindanlarda direniş kararlılığı ile karşılanıyor.

Bizler Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiyeli ve Kürdistanlı emekçiler olarak,

zindanlardaki bu onurlu direnişin sürdürücüsü tutsakların yanındayız. Onların,

talepleri bizim taleplerimizdir!..sergiledikleri direnişin bulunduğumuz bütün

alanlarda sesi, eli ,ayağı olacağız .

Bu anlamda ÇIĞ dergisi olarak dışımızdaki bütün güçlere çağrımızdır !..

Devrimci tutsakların bu onurlu mücadelesi hepimizin mücadelesidir.

Birlikte ortaklaşalım. Devrimci tutsakların arkalarında büyük bir mücadele

deneyimi olan zindan direnişçileri, 12 Eylülcü faşist cuntanın tek tip elbiselerini

nasıl yırttıysa, şimdi de aynı kararlılıkla mücadeleyi büyüteceklerdir.

Hapishanelerde yükseltilen sadece tutsakların direnişi değildir. Onlar, tüm halklar

adına direniyor, faşist zulme karşı en önde dövüşüyorlar. Bu onurlu direnişte

devrimci tutsakları yalnız bırakmayalım. Zindanlarda hak gasplarına karşı

yürütülen mücadele dışarıdaki mücadeleyle birleşirse Avrupadan bizler beklenen

desteği Sağlayabilirsek kazanabilir. Bu nedenle, dışarıda, devrimci tutsaklara sahip

çıkmak, onların sesi soluğu olmak, devrimci demokratik tüm güçlerin onurlu

görevidir.

Başta tutsak yakınları olmak üzere, tüm devrimci-demokratik güçleri, dışarıda,

zindanlar etrafında bir direniş barikatı örmeye, faşist devlet terörüne karşı

mücadeleyi

büyütmeye

çağırıyoruz.

Zindanlara

Saldırı

Halklara

Saldırıdır!

Son derece

insani olan

hak ihlallerine

karşı devrimci

tutsakların ve

dışarıdaki kurumların mücadeleleri meşrudur, onur sembolüdür. Saldırıyı yapanlar

onur ve özgürlük düşmanlarıdır. Bu saldırıyı yapanlar, en başta devrimci tutsakların

direniş barikatıyla karşılandılar. Direniş her zindandan yükseliyor. Şimdi görev bu

direnişe her cepheden omuz vermektir.

Devrimci demokratik güçler zindanlarda sürdürülen faşist devlet terörüne karşı

seslerini yükseltecek, bu saldırılara izin vermeyecektir. Bizler, Avrupada bulunan

Türkiyeli ve Kürdistanlı işçiler öğrenciler olarak devrimci mücadelede, bu onurlu

18


direnişte devrimci tutsakların ve direnen tüm güçlerin yanındayız. Zindanlarda

direnen tüm tutsaklar yoldaşımız, onlara saldıranlar düşmanlarımızdır.

Zindanlarda kadın-erkek direnen tüm devrimci tutsakları selamlıyor, bu

mücadelenin zaferi için tüm demokrasi güçlerini harekete geçmeye, başta kadınlar

ve gençlik olmak üzere, işçi ve emekçileri “Devrimci tutsaklar Onurumuzdur”

şiarıyla dün sahip çıktık yalnız bırakmadık bundan sonrada sahip çıkacağız!..

HALİL AKYOL

AFGANİSTAN’IN KABUSU: TALİBAN

Şerwan Pişidar

Amerika Birleşik Devletleri Afganistan'daki kadınlara kaşıkla demokrasi verip

Talibana kepçeyle aldırtmıştır. Afgan kadınları Taliban'ın tamamıyla eril zihniyetli

yönetimi ile baş başa kaldıklarından artık emindirler. Aslında Afgan kadınların

çilesi 1979'da baş göstermeye başlamış, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ile birlikte

Afganistan'daki dini gruplar ve liderlerin kafirlere karşı savaş adı altında birleşip

Afgan kadınlarını şeriatta tanıştıkları 1979 yılı baskı şiddet ve erkek eril sisteminin

hakimiyetinin başladığı yıl oldu. 1989'da Sovyetler birliğini ülkeden çekilmesi ile

birlikte Afgan kadınları için hayattan kopuş noktası ve eve kapanma, gökyüzü ile

haşır neşir olmak yıllara başlamıştı. Nihayetinde 2001 yılında Amerika Birleşik

Devletleri ve koalisyon Afganistan'da Taliban iktidarını sonlandırma kararı almıştı.

Gerekçesi ise El Kaideyi koruyup kollamaktı. ABD, BM’ye baş vurdu. Buraya kadar

her şey demokratik gözükebilir. Savaş başladı ABD ve koalisyon dünün yatırımı

olan ve bu günün düşmanı Talibanı ‘yendi’ ve Amerika Afganistan'a girdi. Sonuç

olarak Taliban iktidarını sonlandırdı. 20 yıl boyunca Afganistan'da Kadınlar

çocuklar bazı haklar elde etti.

19


Her ne kadar uluslararası arenada yeterli haklar değilse de Afgan kadınları için

çoktu. Talibanın tanıdığı hakların yanında. Her şey seyrinde gidiyordu bir kaç adam

kayırma yolsuzluk hariç. Bir gece Amerikan başkanı Biden tarihi bir karar aldı.

Aldırttılar desek daha inandırıcı olur belki. Dönelim tarihi karara. ABD

Afganistan'da ayrılıyor. Normal şartlarda mutluluk veren bir karar olmalıydı

sonuçta kapitalist Co gidiyordu. Ama maalesef ne yazık ki üzgünüz, Afgan kadınları

için miladın başlangıcıydı, karanlık günler geri dönüyordu. Biden kendini haklı

göstermek adına Afgan güvenlik güçlerini suçlamayı, onların ülkeleri için

savaşmadığını ve bu savaşın Amerikan Savaşı olmadığını söyleyerek olaydan

sıyrılmıştı. Amerikan emperyalizmi için önemli olan kendi çıkarıydı. Eğer bir yerde

ABD ışığı yanmışsa bilin ki orada Amerika Birleşik Devletlerinin çıkarları vardır.

Amerikan Birleşik Devletleri iyi yalanlar ve senaryolar ile girer oraya;

demokrasi,insan hakları, kötü rejimler...Tabii bunların tümü Amerika'nın

gerçekteki amacının üstüne çekilmiş kara bir çarşaftır. Afganistan'daki bu çekilme

kesinlikle Amerika Birleşik Devletleri'nin bir planı dahilinde olmuştur. Zira

Amerika ile Taliban arasında bir anlaşma oldu. Kaçımız bu anlaşmadan haberdarız?

Amerika Birleşik Devletleri'nin neyin karşılığında Afganistan'ı tekrar Talibana

teslim etti? gibi gibi sorular. Bunların bir önemi yoktu çünkü, bir anlaşma

önemliydi ve oldu da. Şöyle bir anlaşma yaptılar, böyle bir anlaşma yaptılar

demenin tarihe ve coğrafyaya hiçbir fayda vermeyecektir.

ABD ile Taliban arasında yapılan anlaşmayı okudunuz mu? Taliban'ın şimdi neden

Afganistan'ı yeniden yönettiğini açıklıyor. ABD aslında onu teslim etti, hatta mali

destek sözü verdi. Oldukça basit bir anlaşma. Kimse şaşkın numarası yapmaya

kalkmasın bu numaraları yapanlar kesinlikle iyi niyetli değiller veya da işin

içindeler. Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülkenin birden bire çekilmesini

beklemek Amerika'yı tanımamaktadır. Geçen Şubat 2020'de Amerika Dışişleri

Bakanı Mike Pompeo Afganistan heyeti ile birlikte yani Taliban ile bir müzakere

başlatıyor, siyasi olarak müzakereler bir olaya çözüm bulmak amacıyla yapılır. Bu

antlaşma metni şöyle:

20


1- Zaman çizelgesi çerçevesinde tüm ABD ve müttefik birliklerinin tamamen geri

çekilmesi.

2 - Binlerce Taliban mahkumunun derhal serbest bırakılması

3- Yeni İslami Emirliklerini engelsiz bir şekilde inşa etmeye devam edebilmeleri için

verilen tarihe kadar Taliban'a yönelik tüm yaptırımların, vadedilen ödüllerden bir

haftaya kadar vazgeçilmesi

4- Taliban'ı bir daha tehdit etmemeye veya yeni halifeliklerinin işleyişine müdahale

etmemeye kesin bir söz.

5- Gelecekte Taliban ile dost olmak ve "ekonomik işbirliği" yoluyla yeni İslam

devletini inşa etmelerine yardımcı olmak."

Bu anlaşma her şeyi bu kadar net anlatırken, her şey bu kadar gün yüzündeyken

bizim ‘solcular’, bizim ‘sosyalistler’, bizim ‘devrimciler’..., neden Talibanı bir

kahraman gibi gösterme ve onu bir devrimci olarak topluma lanse etme

derdindeler? Yani devrimin ve devrimciliğin en büyük özelliği Amerika yenmek mi?

Amerika birçok kez yenildi. Amerika en büyük yenilgisini 1927'de bir kara Borsa

Baronuna tattırdı. Bu baron devrimci mi?

Taliban'ın kısa tarihine inmek gerekirse Taliban'ın tarihi şöyledir;

Taliban 1990’lı yıllarda Pakistan'da bir medresede kuruldu. Net bir tarih vermek

gerekirse 1994-95 yılları arasında kurulmuştur. 1997 de Pakistan’dan bazı din

adamlarını yanına alarak Afganistan'da iktidarı ele geçirmiştir. Aslında Talibanı

yaratan Amerika ve Arap piyasası yani vahabi zengin şeyhler. Eğer Amerikanın

siyasi desteği, Amerika’nın parası, Amerika’nın istihbaratı, Amerika’nın Orta doğu

ve Orta Asya’ya yönelik uzun vadeli planları ve programları olmasaydı, bütün

bunlar olmazdı. Amerika'nın sosyalizmi yıkmak için oluşturduğu Yeşil Kuşak yani

Cihat kuşağı tam anlamıyla Pakistan Afganistan üçgeninde başarılı bir şekilde

oluşturuldu ancak, Amerikan Birleşik Devletleri'nin Sovyetleri yıkma Sovyetleri

dağıtma hedeflerinin dışında Çin’i ve Hindistan'ı dengeleme amacıyla kendisinin

gelecekte dönebileceği bir bölge bırakmak istedi, bu bölge en elverişli olarak

21


Afganistan'dı onun gözünde. ‘’Amerika, Afganistan’ı sömürmek için işgal etmiştir‘’

diyen insanların tamamı bence kocaman bir yalan söylüyor. Çünkü, Afganistan'da

sömürecek yeraltı ve yerüstü doğal kaynakların neredeyse tamamı ulaşılması zor ve

maliyetli. Amerikanın burada bulunmasının sebebi; burada bir karakol kurmak,

burada bir kaos ortamı yaratmak. Kapitalist toplumun mantığına göre hiçbir

menfaatin olmadığı veya gelecekte menfaat getirmeyen bir yere gidip milyarlarca

dolar harcanmaz. Böyle bir şeyin imkanı yoktur. Bence burada ABD harcadığı tüm

imkanlara rağmen amacına ulaşmış görünüyor. Kapitalizmin zafer anlayışı

kendisine göre farklılık göstermektedir. Bugün tüm Dünyanın ‘’Amerika

Afganistan'da yenildi, Amerika Afganistan'dan kaçtı, Amerika Afganistan’ı bıraktı

Taliban kazandı’’ gibi söylemlerin, Kapitalizm açısından hiçbir önemi yoktur.

Çünkü, kapitalizm kendi bulunduğu pozisyona göre zaferi adlandırır. Bugün sizin

yenilgi dediğiniz olay belki kapitalizm açısından büyük bir zaferdir! Taliban

konusunda Amerikan kapitalizmi bana göre büyük bir zafer elde etti. Çünkü,

Avrasya coğrafyasına büyük bir sorun bırakıp ve çözülmesinin neredeyse savaştan

geçtiği kandan ve gözyaşından öteye gidemeyen bir trajediye dönüştürdü. Bu ülke

için Rusya ve Çin düşünsün çünkü, onları kendi içinde küstürdüğü onlarca etnik

grup, onlarca toplum vardır. Bunlar elbette yanı başlarında kaynayan bir kazandan

bir kepçe sıcak su alıp düşmanın yüzüne doğru atmayı ve böylece düşmanı yıkmak

isteyecekler, bu onlar için bir fırsattır. Amerika, Çin Rusya ve en önemlisi İran'ın

tam da ayaklarının altına bir Taliban bombası bırakarak gitti. Afganistan'daki

kadınların durumu, çocukların durumu Amerika için birkaç trajediden öteye

geçmeyecektir. Çünkü, Amerikan emperyalizmi amacına gözyaşı dökerek

ulaşmıştır. Amerika için gözyaşı dökülmeyen hiçbir başarı sona ulaşmamıştır. Siz

yine de Taliban'ı devrimci olarak görmeye devam edin çünkü, kapitalizmin sizi de

uyuşturduğunu görmek istediğiniz değil de göstermek istediklerini size gösteriyor.

Ve siz de bu masallarla uyuyorsunuz. Sizi, Talibanın küçük kardeşleri uyandırdığı

zaman anlarsınız… selam ve saygılarımla.

MARKSİZMİ ANLAMAK VE SAVUNMAK

Marksizm‟ i anlama noktasında „„Marksistlerde‟‟

sorun var. Bu sorun hem

geçmişin, hem de bugünün sorunu olarak yaşanıyor. Uzun bir zaman dilimine

uzanan değişmenin ne olduğu, kapitalist sistem içinde değişimin nelere yol açtığı ve

insan dünyasında nasıl etkili olduğu, neyin değiştiği sorusu anlam kazanıyor.

Değişim ve dönüşüm olayını niyetten bağımsız olarak düşünmek daha rasyonel ve

mantıklı bir yaklaşım olur. Teknolojideki devasa gelişimin ve değişimin insan

dünyasında, özellikle toplumun çalışan kesiminde ne gibi değişimlere yol açtığını

anlamak, bu espri içinde yeniyi üretmenin önemi inkâr edilemez.

22


Genelleşmiş klasik Marksist „yandaşlığı‟

aşılamadan, bir anlamda var olanla

hesaplaşmadan Marksizm adına yeniyi aramak, toplumsal olaylarda söz sahibi

olmak, sadece beyhude bir çaba olacak gibi görünüyor. Resmi burjuva ideoloji

karşısında başarısız olan Marksizm, etkisiz bir güç haline geldi. Uzun bir tarihsel

sürece eşlik eden, her geçen zaman diliminde kendisine ait problemleri aşamadan

yürüyen Marksist solun çıkmazı, özgün terimlerle buluşarak derinleşti. Bugün

Marksizm‟ in krizi temelsiz değildir. Marksizm‟

in krizini, kapitalizmin gelişiminden

ve değişmesinde bağımsız olarak düşünmek mümkün görünmüyor. Klasik

“Marksizm‟

in yandaşları" üzerinde fazla çalışmadıkları ve yeninin üretiminde

yetersiz kaldıkları tam da bu alandır. Günümüz koşullarına uzanan Marksizm‟

in

bunalımı, daha önce yaşanmışı Marksizm‟

in bir iç problemine benzetmek sorunlu

bir espri olur. Zaman ve mekan olgusunda yaşanan değişimleri çok dar sınırlar

içinde düşünmek, evrensel eşitlikçi bir dünyanın ideolojik vizyonuna uygun

değildir. Kapitalist sisteme karşı muhalif bir eylem olma noktasında büyük bir

toplumsal düşüş yaşayan “Marksist muhalefet”, ideolojik olarak da bir yenilgi almış

durumda. “Komünist rejim” üzerinde yürüyen gerçeğe yakın manipülasyonlara,

„„Komünistler‟‟

yeni ideolojik argümanlarla yanıt veremedi. Kapitalist sistemin

ideolojik aygıtlarını ustaca anladı, yorumladı ve etkili sonuçlar aldı. Gündelik

yaşamın ekonomik ve sosyal problemleri üzerinde komünistlerin açıklamaları

popülist ve pragmatik bir yetersizlik üzerinde yapılınca, ezilenlerin dünyasında

taraftar bulamadı. “Pragmatik ve dar bir Marksizm” solun dünyasında farklı

dejenerasyonlara yol açtı. Marksizm deki sorun devrim yapmış ülkelerin kapitalist

sisteme entegre olmasını aşmış durumda. Uygulama alanındaki sosyalizm,

kapitalist sisteme yenilmiş olması acı bir realitedir. Fakat Marksist hareketin

problemleri, uygulama alanındaki sosyalist uygulamaları aşmış durumda. Kapitalist

sistemin gelişmesinde ve ilerlemesinde ortaya çıkan problemler, burjuva sınıfın

toplumda yarattığı ideolojik ve politik ağırlık yeniden sorgulanmalıdır. Marksist

muhalefetin sistem içinde toplumsal bir ağırlığının kalmadığı bir süreç yaşanıyor.

Bu realiteye neden olan olguları incelemek, yeni teorik analizler yapmak Marksist

aydınların görevidir. Somut koşulların yeniden sorgulanmasını hedef alan bir

çalışma mutlaka devreye alınmalıdır. Sosyalizmi ütopik bir değer olmaktan

çıkarmak için, yapılması gereken toplumsal değişimleri Marksist bir perspektif

içinde yeniden yorumlamak olmalıdır. İdeolojik olarak insan geleceğine yeni bir

açılım verilmelidir. Bugün eski klasik argümanlarla Marksizm‟

i savunmak mümkün

görünmüyor. Tüm sistemi inceleyen ve değerlendiren bir yöntem üzerinde hemfikir

olmak, ileriye gitmenin ilk koşuludur. Bu noktada inançla gerçek arasındaki ilişkiyi

doğru tespit etmek önemlidir. Marks‟

ın kapitalist sistemle ilgili ekonomik ve politik

olarak yazdıklarında bir sorun görünmüyor. Tersine Kapitalist sistemde artı değer

sömürüsünün ve özel mülkiyetin yarattığı ayrıcalıklar teorik ve politik söylemler

yeni bir düşünme ve mücadele cephesi yarattı. Kapitalizme karşı mücadelede ilkeli

ve uzlaşmaz bir politika izleyen Marks, Kapitalizmin her aşamasında ideolojik

23


çizgisini yeni argümanlarla besledi. Kapitalist sistemin işçi sınıfını ve toplumun

yoksul kesimlerini maniple eden değerlerine karşı, yeni argümanlarla savaş açtı.

Yaklaşık iki asır önce Kapitalist gelişmenin hızla insan dünyasına yayılmaya

başladığında, insan dünyasında görülen değişiklikleri ve emek sömürüsünü anlatan,

kapitalist sömürünün vahşi gerçeğini analiz eden Marks, ayrıca dinin insan

dünyasında, özellikler yoksulların yaşam tarzında etkili olduğunu gördü. Marks'ın

kapitalizme karşı mücadelesinde, ekonomiyi ve dini bir diyalektik bütünlük içinde

yorumladı, sonuçlar çıkardı. Güne ve geleceğe ilişkin politik iddialarını o günün

toplumsal gerçeği üzerinde üretti. Kapitalist sisteme karşı, kendi toplumsal dünya

anlayışını geliştirdi. Marks güne ve geleceğe ilişkin yeni bir vizyon ürettikçe,

Avrupa'da istenmeyen biri oluverdi. Marks kapitalizmin ekonomik ve politik

değerlerini zaman zaman anlatırken onu acımasız ve zalim bir sistem olduğunu

büyük bir deha örneği göstererek izah etti. “Kapitalizm gölgesini satmadığı ağacı

keser” aforizmasında devasa bir anlatım gücü ve felsefi derinlik vardır. Bu ideolojik

tespite daha fazla ne eklene bilinir ki. Marks kapitalist sistemi sorgularken,

“dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir” tespitiyle önemli başka bir şeye

ışık olmaya çalışıyor. “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde

yorumlamışlardır ‟‟, oysa sorun onu değiştirmektir, diyor. Kendi sosyal pratiğinde

tamda bu gerçeğe uyum bir hayat tarzı yaşayan Marks, kendisiyle, rakipleri arasına

bu felsefenin değerleri üzerinde ciddi tartışma pratiği yaşadı. Marks'ın teorik

çizgisiyle-pratiği arasında tam bir uyum yaşandı. Kapitalizmi Marks‟

tan daha iyi

anlatan bir başka bilim adamı bulunmadı hala. Marks kapitalist sistemle ilgili

söylediği her cümlede derin ideolojik bir felsefe bulunuyor. İşte çarpıcı bir örnek

daha Komünistlerin teorisi tek bir cümlede toplanabilir: Özel mülkiyetin

lağvedilmesi”. Marks'ı anlamak için büyük bir entelektüel olmak gerekmiyor. Özel

mülkiyetin varlığı, sahip olmanın ve kötülüklerin egosu içinde düşünüldüğünde,

insanın ilk elde “Özel mülkiyetin lağvedilmesi” fikrini geliştiren Marks, kapitalist

üretimde de insanoğlu, kendi elinden çıkma ürünler tarafından yönetilir” argümanı

ile, kapitalizmin insan dünyasında nasıl etkili olduğunu bu çarpıcı anlatımıyla

kapitalizmi savunanlarla arasındaki uzlaşmaz çizgiyi derinleştirdi. Zaman içinde

para, metalar gibi insanların da değerlerini belirleyen, herkesin üzerinde bir güç

gibi görünmeye başlar. Artık para bir tanrı gibidir. Karl Marks, bilimsel

düşünmenin ve öngörünün zirvesi diyebileceğimiz bu tespitine eklenecek ne olabilir

ki. Gelinen süreçte paranın insan dünyasında devasa yarattığı dejenerasyonu daha

geniş verilerle anlatmak bugünün Marksistlerinin işi olmalı. Marks‟

ın ürettikleri,

yalnızca kendi çağın dehası ile sınırlı değildir. Bugünde Marksizm insana yol

gösteriyor. Marks'tan sonra dünya kendi diyalektiği içinde devasa değişimler

yaşayarak ilerledi. Şimdi Marksistlerin dünyasındaki temel problem ve yetmezlik

tamda buradan ortaya çıkıyor. Marks'ı anlamak, bugün yaşananları anlamak ile eş

anlamlıdır. Günümüz dünyasında ki değişmeleri ve gelişmeleri anlamayanlar,

Marksizm‟

i eksik anladıkları sonucu çıkar. “İnsanoğlu önüne çıkan sorunlara

24


çözüm arar” diyen Marks, kendi tarihinin zaman diliminde ve hayatının sonuna

kadar insanın yaşadığı sorunlara çözümler üretti, üretmeye çalıştı, yol gösterici

oldu. Kapitalist sisteme karşı mücadelede, Marks‟

ta çok şey aramak doğru bir

yöntem değildir. Marks‟

ın temel prensibi, kapitalist sistemle ideolojik ve politik

olarak uzlaşmamak oldu. Kapitalizme karşı mücadelede bu ilke asla terk

edilmemeli. Kapitalizme karşı mücadele konusunda, Marksistler yaşadıkları öznel

koşulları değerlendirerek „„somut koşulların-somut tahlil ‟‟ politika ve mücadele

biçimleri üretmeliler. Bugün kapitalizme karşı mücadele nasıl olmalıdır sorusuna

yanıt, Marks‟

ta alıntılar aramak yöntem olarak doğru değil. Kapitalizm yeni bir

sürece evrilirken, kendi çelişkilerini de insan dünyasına yansıtmaya çalıştı,

çalışıyor. Küreselleşme ne kadar çok yaygın hale geliyorsa, kendi değerlerini taşıyan

kültürü de etkili hale getiriyor. Küreselleşmenin yarattığı toplumsal çelişkiler,

egemen sınıfın çıkarlarını koruma noktasında gelişiyor. Kapitalist sistem, ezilen ve

sömürülenleri boyunduruk altına almış durumda. Kapitalist-Emperyalist sistem,

dünyayı kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden inşa etmeye çalışıyor. Bugünün

kapitalist, Emperyalist sistemi, bir iki asır öncesi kapitalist sistemle mukayese

edilmeyecek kadar gelişme gösterdi. İnsan dünyasının her alanında egemen olan

kapitalist sistem, düne göre daha etkili bir örgütlü güce sahip. İşçi sınıfının ve

toplumun diğer çalışanların emek gücü, düne göre çok daha verimli durumda.

Emek gücünün yarattığı zenginlik çok eşitsiz bir şekilde dağılıyor. Sömürünün

niteliği değişmeyen tek şey oldu. Bugün bir saat emek gücünün yarattığı zenginlik,

yarım asır önceki üç saate eşit durumda. Teknolojik gelişmeler iş gücünün verimini

arttırırken, zamandan kazanılan avantajlar, işçi sınıfına ve diğer çalışan emekçilerin

sömürülmesinde burjuva sınıf için bir zenginlik aracı oluyor. Çalışanların hayatında

bir zenginliğe, yada pozitif değişikliğe yansımıyor. Burada bir paradoks görülmüyor.

Çünkü burjuvazinin geleneksel sömürüsü aynı yöntemle devam ediyor. Emek

verene ve zenginlik üretene en azı veriliyor. Emeğin acımasızca sömürüldüğü

gerçeğine bir kez daha tanıklık ediyoruz. Sistem içinde bir sınıfın, yani burjuva

sınıfın teknolojik ve sosyal gelişimin yarattığı avantajları hala tek başına hakim

olduğu gerçeği ile bir kez daha acı şekilde yüzleşiyoruz. Teknoloji her alanda yeni

bir tarihsel sürecin gelişmesine, değişmesine ve ilerlemesine neden oluyor. Çok

önceden ön görülmeyen değişmelere imza atıyor. İnsan dünyasında görülen

değişimler, çarpıcı bir biçimde insanı insana yabancılaştırıyor. Bunun ne anlama

geldiğini yazının değişik bölümlerinde anlatmaya çalışacağım. Kapitalist sistem

bilim ve teknoloji alanında yeni hikayeler yazmaya devam ediyor. Teknolojik

devrimin yeni bir aşaması yaşanıyor insan dünyasında. Teknolojinin gelişim boyutu

ile birlikte devasa sorunlar yaşanıyor. Elimizdeki telefon özgürlüğümüzü kısıtlayan

ve nerede olduğumuzu istediği zaman haber veren bir alettir. Gizlilik kurallarını

tamamen legalleştiren araçlar hızla insan dünyasına yayılıyor. Marksistler kendi

alternatiflerini oluşturma noktasında sınıfta kaldı. “Katı olan her şey buharlaşıyor,

kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar yaşamın gerçek

25


koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor. Modern burjuva

toplumu, böylesine kudretli üretim ve mübadele araçlarının bir araya getirmiş olan

bu toplum, yer altı güçlerini kontrol edemez bir büyücüye benziyor”. Marks‟

ın bu

cümleleri üzerinde iki asra yakın bir zaman geçti. Katı olan tek şey kalmadı.

Kapitalizmin doğuşunda ve sonrasında yaşam koşulları insanları birbirleriyle

yüzleşmeye zorlarken, bugün insanları birbirinden uzaklaştırıyor ve diyaloglarını

zayıflatıyor. Ama kapitalist sistem devasa bir güce erişerek, burjuva sınıf geleceğini

yenilmez kılmaya çalışıyor. Yenilmez gücünü, insana ideolojik olarak kabul ettirmek

için bolca manipülasyon yapıyor-yaptırıyor. Modern burjuva toplum, yerini barbar

bir burjuva toplumuna bıraktı. Sistemin ürettiği silahlar insanı yok edecek düzeyde.

Bugün ki kapitalist sistem büyük değişiklikler yaşayarak ve yaratarak ilerliyor.

Dünya ne Marks‟ ın, ne de Lenin‟

in bıraktığı dünyadır. Kapitalist sistemin

teknolojide bir devrim gerçekleştirdiği tartışılacak bir durum değildir. Teknolojideki

devrim insan dünyasında yarattığı değişmeler ve gelişmeleri anlamadan politika

yapmak Marksizm değildir. Geçmiş; şimdi ve gelecek arasında doğru bir diyalektik

bağ kurulamasa, değişmelerin nelere yol açtığını anlamak imkansız hale gelir.

ESKİ TARİHİ BİRAZ KURCALAYALIM

Genel anlamda teknolojinin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Başından beni

teknoloji insanın fonksiyonel ihtiyaçlarını gidermek ve kendilerini çevrenin

etkilerinden korumak için ortaya çıkmıştır. Binlerce yıllık insanlık tarihinde, ilk

çağlarda, Rönesans‟ a, Endüstri çağına, 20. Yüzyıl‟

a ve nihayet günümüze kadar

müthiş bir ilerleme ve gelişme gösterdi. Ama 21. Yüzyılın teknolojisi çok spesifik

değerler taşıyor ve insanı düşünme alanında yeni bir devrimle yüzleştiriyor.

Tarihsel gelişmelerdeki dönüm noktalarında yaşanan değişmeler, geldikleri anda

yarattıkları ilerlemeler insan dünyasındaki değişmelerde etkisi çok sonra

anlaşılıyor. Ama bu tespitimiz 21. Yüzyılda çok doğru görülmüyor. Her yeni bilim ve

teknoloji insan dünyasına kendi değerleriyle kısa bir zamanda toplumda vücut

buluyor. İnsan dünyasında ki, her teknolojik gelişme, tarihsel değişikliklere yol

açarak yeni sosyal ilişkiler ağını geliştiriyor. Zamanla birlikte, insan bilinci doğayı

ve çevreyi düşünmek zorunda kaldı. Belki dünkü teknoloji ile değil, ama günümüz

teknolojisiyle doğa ve insan geleceği risk altında olduğu gerçeği kabul gördü. İnsan

dünyasında yaşanan felaketler, bilim ve teknoloji ışığında çözümler arandı ve

aranıyor. Doğayı koruma, yok etme paradoksu aynı felsefenin farklı varyantları

olarak düşünüldüğünde, bugünkü teknolojinin problemli boyutunu anlamak zor

olmasa gerek. Bilimde ve teknolojide görülen hızlı dönüşüm ve değişim, gelecek

dünyanın ve insan kimliği hakkında bir dizi teorik tez, argüman ve problem ileri

sürülüyor, bunlar birer öngörü olarak tartışılıyor. Bilimin ve Teknolojinin hızlı

değişimini, düne göre, insan beyni daha erken alıyor, yorumluyor. Bu da insan

26


beyninin nasıl hızla değiştiğini ve algılama yeteneğinin hızla ileri gittiğini

gösteriyor.

İLAHİ GÜÇ, BİLİM VE TEKNOLOJİDİR

21. Yüzyılda insanların günlük hayatında teknoloji kavramı artık alışılmış bir

kavrama dönüştü. Teknoloji dendiği zaman her birey birçok şey konuşabilir ve

anlatabilir. Teknolojinin konuşulan fiziksel özelliğidir; Hardware (donanım), daha

çok. Halbuki teknolojinin bir başka kuramsal; yazılım (Software), boyutu da var.

İnsanlar daha çok teknolojinin fiziksel özelliği üzerinde bilgi sahipler. Çünkü

teknolojinin fiziksel özelliği araçları kapsar. En basit örneği elimizdeki telefondur.

Teknolojideki evrimin gelişim bir diyakronik bütünlük içinde düşünmek gerekiyor.

Tarihin biraz gerisine gidelim, bilimin ve teknolojinin ürettiği ürünler insan

dünyasında devrimler yarattığı gerçeğiyle yüzleşiriz. Bu gelişmeleri birden fazla

başlık altında toplamak mümkündür. Amacımız geçmiş insan toplumunun

yaşadıkları tarihsel evreleri ve ekonomik problemleri anlatmak değil. Bilimde ve

teknolojide yaşanan evrimin ve dönüşümün kısa bir özetini yapmak olacaktır.

„„Doğaüstü‟‟

bir şeyden söz edeceksek, bunun bilimden ve teknolojiden başka bir

şey olmadığını görüyoruz. Bilim ve teknoloji alanında kimi sektörler vardır ki bu

sektörlerde görülen yenilikler, insan toplumunun ilerlemesinde kaldıraç görevi

görmüşlerdir. Örneğin inşaat alanında yaşananlar, her çağın akışı içinde insan

hayatını kolaylaştırmış ve insana her aşamada zaman kazandırmıştır. Ancak işin bir

27


başka boyutunu mutlaka görmek gerekiyor. Teknoloji geliştikçe küreselleşme hız

kazanırken, kapitalist kültür ve düşünme tarzı insana empoze edilirken, diğer yanda

sömürüyü kabul gören bir insan yaratılmaya çalışıldı. Kapitalizm her alanda

örgütlenme ve yayılma üstünlüğünü ele geçirdiği bir realite olduğu bilinmelidir.

Teknolojik gelişmeyle devreye giren sermaye, global olarak halkları sömürge ağı ile

denetim altına almıştır. Doğa ve insan kaynakları acımasız bir sömürü altında

bulunuyor. Bugün; küreselleşme önüne geçilmez bir tehlike oluşturmaya devam

ediyor. I-Malzeme alanındaki gelişmeler; ilginç ve hızlı olmuştur. Betonun atası

sayılan dövülmüş kil veya yanmış kireç taşının ilk kullanımı milattan önce 1300

yıllarda olduğu iddia edilir. Çelik‟

in ilk kullanım alanına girmesi ise milattan önce

1800’lü yıllara dayansa da, inşaat sektörünün temeli sayılan donatılı beton ve yapı

çeliği 19. Yüzyılın ortalarında Avrupa ve Amerika‟

da kullanılmaya başlandı. Daha

önce yapımı haftalar hatta aylar sürebilen bir yığma taş istinat duvarı, bir ve üç gün

içerisinde donatılı beton ile yapılmaya başlandı. İnsana devasa bir zaman

kazandıran her bilimsel ve teknolojik gelişme, bugün insanı başka bir evreye

taşıyor. Teorik yazılımlar arttıkça, pratik değerler içinde yeniyi üretmek daha kolay

oldu. Bugün kullanılan ve yapı mühendisliğinin temeli sayılan teoriler, 16 ve 19

Yüzyılları Eüler, Bernoulli, Newton gibi sayısız bilim adamı tarafın hazırlandı ve

uygulandı. Bilim ve teknoloji geliştikçe insan hayatına değişik boyutlarda yansıdı.

Teknoloji geliştikçe iş gücünün verimi katlanarak artıyor. Peki, çalışanlar artan

zenginlikte nasıl bir pay alıyor. İşte bu soruya yanıt tek değişmeyen şey oldu. 2-

Bilim ve Teknoloji 18-19-20. yüzyılda işsizlik yaratmıyordu. Tersine yeni iş alanları

hızla vesile oluyordu. Zaman zaman kapitalist sistemde tıkanmalar göreceli olsa da,

bunlar kısa bir zaman diliminde aşıldı. İş gücüne olan ihtiyaç daha fazla arttı.

Teorik analizler pratiğe yansıyınca yapı davranışı, malzemeye olan ihtiyaç,

gerilimler, deplasmanlar, kuvvetler daha doğru ve daha hızlı hesaplandı. Bu “daha

doğru” hesaplarla birlikte, daha önce bir ve iki metre olan taş duvar kalınlıkları otuz

kırk santime, bir metre olan kolon çapları yirmi ve otuz santimetreye inmeye

başladı. 19 ve 20. Yüzyılda teknoloji geliştikçe iş gücüne olan ihtiyaçta azalma

olmadı. Ağır ve yorucu olan işler yeni teknoloji ile çok yorucu olmaktan çıktı belli

oranda. Kapitalizmin gelişim evresinde teknoloji hızla gelişime, yenilenme ve

değişim yaşadı. Bu ilerleme çalışanların dünyasında değişik bir iş disiplini yarattı. İş

saatinde kazanılan zaman patronun daha çok sömürmesine aracı oldu. 3-Teknolojik

ilerleme kendi diyalektiği içinde zenginleşerek insan dünyasında etkili olmaya

başladı. Her yeni teknoloji, insan dünyasında paradoksal sonuçlar yaratarak

geliştiği ise bir başka gerçek oldu. Aslında “kapitalizm insanı evrimin doğal bir

sonucu olarak” gelişti ve etkili bir ekonomik sistem olmaya başladı. Çalışma

dünyasında etkili olan 19. Yüzyıl‟

ın ortalarında icat edilen hidrolik (su basıncı) ve

Pnomatik (hava basınçlı) makinaların üretilmesi insan dünyasında yeni bir

dönemin başlangıcı diye biliriz. Bu araçlarla birlikte kazı yapmak, malzeme taşımak

önemli bir gelişme oldu. İnsana en çok zaman kaybettiren ve en fazla zaman emek

28


gücü gerektiren işler, çok daha hızlı ve daha az iş gücüyle yapılmaya başlandı. Yıllar

sürebilen kazılar, haftalarla ölçülmeye başlandı. Bilim, ne kadar yeni teknoloji

geliştirse, iş gücüne olan ihtiyaç bir o kadar büyüdü. 20. Yüzyıl ile birlikte vinçler

(matkap vs.), beton mikserleri, elektrikli aletler ve belki de bunlar arasında en

önemlisi içten yanmalı motor icat edildi. İçten yanmalı motor ve bunun taşıdığı

yaratıcılık (traktör, buldozer vs.), el arabalarını, kürekleri kazmaları ve hayvan

kullanımını azalttı veya ortadan kaldırdı. Yani her yeni teknoloji, eski teknolojiyi

tavsiye ederek gelişiyor. İnsan dünyası yeniden şekilleniyor. Elbette teknolojinin

gelişimi sadece bu yazdıklarımla sınırlı değildir. Kısaca anlatmaya çalıştım

teknolojik devrimin sürekli bir nitelik alarak ilerlediğin anlatmaktır. Bugün ise

temel sorun; Kapitalist, emperyalist sistemi felsefi, ideolojik, ekonomik, kültürel ve

politik olarak yenide bir değerlendirmesini yapmak önemli hale gelmiş durumda.

Böylece Komünizm insan dünyasında yeniden anlam kazanır. Peki bunların

toplamda etkisi ne oldu? Şöyle örnekleyeyim: İlk çağlardaki malzeme (beton, çelik,

vs.) eksikliklerinden, bilim ve teknolojik yetersizlik ve imkansızlıklardan dolayı,

donemin büyük (ama günümüz şartları için göreceli olarak kolay) inşaat projeleri

genel anlamda en ucuz iş gücünü, neredeyse sınırsız kullanarak, insanı çalışma

şartlarını makulün da ötesinde zorlayarak yapıldı. Bu dönemin en çarpıcı örneği

olan, ve dünyanın ayakta kalan en eski, yedi harikasından biri olan, Giza‟

daki yüz

kırk dört, metre yüksekliğindeki büyük Mısır Piramidi, yunan tarihçi Herodotos‟

a

göre yüz bin işçi tarafından, yirmi yılda (M.Ö. 2560-2540) inşa edildi. Bugünkü

bilim adamları ise, kullanılan iş gücün yirmi bin işçi ve yirmi yıl olarak tahmin

ediyorlar. Günümüzde hala bu çalışan emekçilerin işçi mi yoksa köle mi olduğu

tartışma konusu. Ancak kim olursa olsunlar, dönemin şartları gereği karın

tokluğuna, çok uzun çalışma saatleri boyunca, kol gücüne dayanarak çalıştıkları

aşikar. İtalya‟ nın Pisa şehrinde bulunan ve yapımı M.S. 1172‟

de tamamlanan, elli

yedi metre, yüksekliğindeki ünlü Pisa Kulesi‟

nin yapımı tam yüz doksan dokuz yıl

sürdü. Kutsal Vatikan şehrindeki ünlü Aziz Peter Bazilikası, M.S. 1506 yılında, yüz

kırk dört yıllık inşaat sürecinden sonra tamamlandı. Amerika‟

nın New York

şehrindeki Hürriyet Heykeli, sekiz yıllık inşaat sonunda M.S. 1875 yılında bitti. Yine

bu şehirde dönemlerinin en yüksek binaları olan üç yüz on dokuz metre

yüksekliğindeki Chrysler binası ile üç yüz seksen metre yüksekliğindeki Empire

State Binası iki yıllık inşaat süreçlerinin ardından 1928 ve 1929 yıllarında

tamamlandı ve son olarak, günümüzdeki en yüksek bina olan, yaklaşık sekiz yüz

otuz metre yüksekliğindeki Dubai‟ deki Burj Khalifa‟

nın yapımı iki yıl sürdü.

Görüldüğü gibi zamanında inşa edilmesi mümkün bile olmayan yapılar artık iki üç

yıl içerisinde inşa edilmeye başlandı. Sekiz yüz elli yıl önce yüz doksan dokuz yıl

süren, yüz elli yedi metre yüksekliğindeki kule inşaatları (Pisa Kulesi), günümüzde

iki üç yılda tamamlanan sekiz yüz otuz metre yüksekliğindeki inşaatlara dönüştü

(Burj Khalifa). Bu arada insana, daha doğrusu insan gücüne ne oldu? En kısa haliyle

özetlersek: Burada asıl kazanan emekçi değil, işveren oldu. yirmi yıllık teorik/ütopik

29


bir çalışma süreci düşünelim. Emekçi açısından bakarsak, eski çağlarda yirmi yıl

boyunca sadece 1 büyük inşaat yaparken (Mısır Piramitleri), şimdi aynı sürede

sayısız işlerde çalışabilir. Ama emek karşılığı olarak bunun bir pozitif yansıması

yok. Yirmi yıl boyunca, normal kazancın neyse onu alacak. Yani çalışan açısında

değişen bir şey olmuyor. Yaratılan zenginlikleri üretim araçlarını elinde bulun

egemen sınıfın hesabına akıyor İşveren açısından bakarsak yirmi yıl boyunca sadece

Mısır Piramitlerinin inşaatını bitirmek yerine, aynı sürede Chrysler binası, Eyfel

Kulesi, Empire State Binası ve Burj Khalifa‟

yı bitirebilir. Bunlardan edilecek

kazancı varın siz hesap edin. Teknolojin tarihi böyle bir sarmal içinde ilerleyerek

gelişti. Bugünkü dijital ve nanoteknoloji ise teknoloji dünyasında bir başka devrim

olduğunu gerçeğini görmek zorundayız. Teknolojinin ilerleme hızına yetişme ve

onun yaratığı değişikleri anlamak zaman alıyor. Son olarak söz konusu edilmesi

gereken bir başka noktaya ise, hesaplama alanındaki gelişmeler olan bilgisayar

teknolojisi olacak. Bu noktadaki gelişmeler başlı başına birçok kitap konusu olmaya

açıktır. Bilgisayarların ortaya çıkmasıyla, hesap kapasitesi ölçülmeyecek derecede

arttı. Daha önce deprem ve rüzgar yükü altında bir binanın tepkisini incelemek

aylar sürerken, günümüzdeki bilgisayarlarla bu işlem dakikalarla sınırlı hale geldi.

Teknoloji devasa bir sıçrama yaparken, gelişen bilim ve teknoloji insan dünyasında

etkisi ne oldu. Bu soruya yanıt başlı başına inceleme konusu. Düne göre; daha

yorucu olmayan iş alanları oluşmaya başladı. Ama teknolojiden doğan avantajları ve

zenginlikleri egemen sınıf tek taraflı sahip oldu. Her teknoloji kendi tarih içinde

etkili sonuçlar bırakmıştır. Teknolojik değişmeler insanın hikayesi ile başladığını,

her geçen zaman diliminde bir devrim yarattığı anlamak zor değildir. İnsan

dünyasında ki her tarihsel sürecin „kaderini‟

belirleyen bilim ve teknoloji oldu. Ama

her çağda teknoloji ve bilim egemenlerin tekelinde oldu. Teknolojik gelişmelere baz

hazırlayan bilim oldu. Teknoloji her çağda bilimsel ilkeleri üzerinde gelişti kendisini

yeniledi. Her çağda teknoloji insan hayatında kısa-uzun vadeli etkilerde

bulunmuştur.

MARKS: BEN MARKSİST DEĞİLİM

30


Ben Marksist değilim, Marks'ın bu cümlesini söylendiği konjonktürden koparılarak

yapılacak bir yorum ve değerlendirme rasyonel ve mantıklı olamaz. “Ben Marksist

değilim” reaksiyonu bir tarihsel sürecin hikayesidir. Marksizm adına tamamen

yabancı fikirlerin konuşulduğu, ancak bolca Marks'ın isminin kullanıldığı bir

sürecin aynası olarak düşünülmeli. Lenin’in, Marks'tan sonra “çarpıtılmamış bir

Marksizm bulmak için arkeolojik kazılara girmek gerekir” derken bir olgunun

sürekliliğinden söz ediyor. Marksizm’in tarihi aynı zaman da, Marksizm’in

çarpıtılma tarihidir. Marks bugün yaşasaydı acaba, kendisini temsil edenler

hakkında nasıl bir kanaate varırdı, nasıl bir yorumda bulunurdu. “Ben Marksist

değilim” cümlesinde daha ağır bir değerlendirme yapar mıydı? Belki de çok ağır

konuşurdu, belki de gözlerini kör, kulaklarının sağır olmasını isterdi. Peki şimdi

hangi radikal sola Marksist diyebiliriz. Bütün radikal Solun kendisini

M/L(Marksist, Leninist) gördüğü, her örgütün diğerini Anti-Marksist diye

düşündüğü bir gerçekte var ayrıca. Bugün bir radikal sol örgüte veya partiye

Marksist demek için hangi ideolojik, politik argüman üzerinden değerlendirmeler

yapabiliriz. Radikal solun tarihi oldukça komplike ve karmaşık. Elbette bunun

birden fazla önemli teorik açıklaması olmalı ve olacaktır. Marksizm bir çağın ürünü

olarak doğduğu doğru, ama ortaya çıkış değerleri ile sınırlı değildir. Nasıl ki

burjuvazinin ideolojik formasyonu temelsiz değilse, Marks'ın fikirleri ve vardığı

teorik sonuçlar da nedensiz değildir. Marksizm’i terimler üzerinden yorumlamak ile

başlayan saldırı cephesi, tartışma alanını değersizleştiren yozlaştıran bir süreç uzun

zamandır örgütlü bir şekilde devam ediyor. İki evrensel dünya görüşü arasında

hüküm süren kavganın temelinde sınıf çıkarları ifade buluyor.

31


Bu gerçek üzerinden yapılacak tartışmalar, günümüz dünyasında adı yanlış konmuş

kimi teori ve pratik değerler üzerinde yeniden tartışmak ilginç olacaktır. Geleneksel

burjuva ideolojisi üzerinde inşa edilen kapitalist sistemin tek alternatifi, Marks'ın

bıraktığı ideolojik espri oldu. Kapitalizme karşı mücadele bağlamında, Marksist

solun rutin söylemleri bir çözümsüzlük süreci yarattı. Dün ve bugün Kapitalizme

karşı olmanın çok basit, çok daha anlaşılır motifleri var. Ancak anti-kapitalist

cephede görülen çözümsüzlük, söz konusu olan tarihsel bir sürecin kesiti gibi

düşünülemez. Elbette kapitalizme karşı ideolojik ve politik sayısız eleştiri Marksist

dünyada yapıldı. Kapitalizmin eleştirisi, kapitalistlerin dünyanın efendisi olmayı

engelleyemedi. Marksizm bir “Tanrı ideolojisi değildir” esprisi olmadığından,

Marksist kavramlar altında dünyayı anlama üzerinde yürüyen süreç, Sekter, tutucu,

dar ve ilkel gelişmelere vesile oldu. “Marksist aydınların” Lenin sonrası süreç

üzerinde güçlü analizler üretmede sınıfta kaldığı gerçeğini anlamak önemli. Soyut

olarak Marksizm’in “dört köşe” bilimselliği üzerinde dogmatik kalıplarla örülmüş

bir kültür ve düşünme tarzı yaratıldı. “Marksizm’in çözemeyeceği bir tarihsel

gelişme ve toplumsal olay olmaz esprisi, solun ucuz yorumlarına ve

değerlendirmelere sürükledi. “Marksist düşünmenin çözemeyeceği bir problem

yoktur güveni, solun tarihinde bir dizi ironilere açık oldu. Devrim yapmış ülkelerin

arasında ortaya çıkan sorunlar üzerinde çok kötü bir tartışma geleneği yaşandı.

Kavramlar üzerinde kirli bir çatışma ve hesaplaşma tarihe kötü birer örnek olarak

yazıldı. Çağı yeni değerleriyle anlamak ve açıklamak noktasında düşülen

başarısızlık, bugün ağır bir kaosun yaşanmasına neden oldu. Radikal sol, sudan

çıkmış balık gibi çırpınıyor. Solun dili de deforme oldu. Her ideoloji kendi dilinin

sözcüklerini de üretmek zorundadır. Yoksa yeni sürecin bütün gelişimi ve değişimi

yakalanamaz. Bugünün teknoloji dünyasında yaşanan devasa değişimler, bir asır

öncesi kelimelerle anlatmak zordur. Burjuva ideolojinin kültürel değerlerine karşı,

Komünizmi savunmak asıl olarak zor bir sınav değildir. İnsanların sınıf temelinde

ayrışması, insan dünyasında ki en derin ve anlamlı çelişkidir. Komünizm, kapitalist

sistemin yargılanmasıyla başlayan süreç oldu. Ancak bugün kapitalizme karşı çapsız

teorik çıkışlar, yaşanan süreci daha da komplike hale getiriyor. Kapitalizm

güçlendikçe, radikal sol bir o kadar zayıfladı. Bu tarihsel çelişkiyi hangi paradoksla

(çelişki), açıklamak mümkün. Kapitalist sistem doğuşunda kullandığı bütün

hümanist değerlere ve söylemlere tamamen yabancı bir noktada duruyor.

Kapitalizm doğuşundan bu güne kadar büyük değişimlerden geçti. Kapitalist

sistemin yeniden analizi den kaçmak mümkün görünmüyor. Modernizmin insana

karşı suç işleyen bir politik sürece evrildiğini görmeliyiz. Bugüne kadar yaşanan

süreç, kapitalizmin üstünlüğü ile sonuçlanmıştır. Bu bir tespitten çok, bir gerçeği

ifade ediyor.

Radikal sol, paradoksal (çelişki) olarak ezik ve yenik bir tarih yaşıyor. Marksistler,

yada radikal sol teorik ve politik argümanlarını yenilemek zorunda. Örgütlenme

stratejisini yeni koşullara göre belirlemeli. Sistemin eleştirisi yeniden yapılmalıdır.

32


İnsanlığın küresel bir kuşatma altında olduğu gerçeğini anlamak, kapitalist sistemle

uzlaşmanın mümkün olmadığının altını çizmek, bugün için her şeyden çok daha

önemli olduğunu görmek önemlidir. ‘Sosyalizmi’ yenilgiye uğratan bir sistem

karşısında, yeni teorik argümanlarla çıkmak, yeni politik analizler yapmaktan

kaçamayız. Somut durumun analizini merkeze koyan bir düşünce, kapitalist

dünyayı anlayabilir. İnsanın geleceğini etkileyecek bir dizi olumsuz gelişme hızla

insan dünyasına monte ediliyor. Bugünkü kapitalist sistem, ne 19.yüzyılın, nede 20.

Yüzyılın kapitalist sistemi değildir. insan dünyasının her alanında devasa

değişmeler yaşanıyor. Kapitalist sistem kendini korumaya çalışırken, yıkıcı

faaliyetlerine devam ediyor. Kapitalist sisteme karşı mücadelede hala eski

argümanlardan ısrarcı olanlar, yenilgiye abone olanlardır. Eski düşünme yöntemi,

yeni bir perspektif (derinlik) yaratılmasının önünde engel olarak duruyor.

Marksizm’e saldırılar, Marksizm’in temel değerleri üzerinde yürüyor. ideoloji

olarak, ırkçılıkla, faşizm, radikal solla aynılaştırılıyor. Radikal sağ, radikal sol aynı

torbanın içine tutuluyor. Bu iki ideolojik çizin arasında en ufak bir analoji yoktur,

olamazda. Kapitalist sınıf toleransını faşizmden yana kullanır. Zira faşizmi

destekleyen ve kullanan bir sermaye kesimi her zaman vardır. Radikal solda şiddet,

bireysel bir çatışma değildir. Solun şiddet anlayışını idealize eden burjuva

lafazanlar, çok iyi biliyorlar ki, solun felsefesinde şiddet bir zorunluluk olmadıkça,

şiddeti yadsırlar. Kapitalizmin lafazanları, şiddet sorununa ilişkin Marksist espriyi

çarpıtıyorlar. Sol dünyasının yaşadığı kaos ve trajedi hala büyük sorun olmaya

devam ediyor. Uzun bir zaman dilimine yayılarak bugüne kadar uzanan solun

kaosu, bir tarihsel sürecin bütünüdür. Uzun bir zaman dilimidir. İnsanın bugününe

ve geleceğine ilişkin sol dünyasında elle tutulur, aydınlatıcı argümanlar üretilemedi.

Marksizm adına yazılan ne varsa, bir toplumsal değer bulamadan, etki alanı

yaratmada unutulanlar listesine girdi. İnsan dünyası, özellikler toplumun

çalışanları düne göre farklı bir tarihsel sürecin içinde bulunuyor. Somut koşulların

analizi bu bakımda önemlidir. Toplumun çalışanlarına bilinen argümanları

hatırlatmak, eski teorik ve politik tezleri savunarak bir hak arama mücadelesinde

tıkanıklık yaratacağı aşikardır. Bugünkü radikal solun, yeni döneme ilişkin

analizleri kabul görmüyor. Dar ve dogmatik metinler sol dünya da bezginlik

yaratıyor. Marksizm adına konuşanların ürettikleri, aydın dünyasında ilgi

yaratmıyor. Elbette kapitalist sistemi eleştiren binlerce metin yazılıyor, kitaplar

hazırlanıyor. Bu yazılanların önemi küçümsenmemeli. Ama bu yazılanlar etki

yaratacak alan bulamıyor. Ciddi tartışmalara vesile olmuyor. Marksizm binlerce laf

salatası altında kalmış bir hazinedir. Bu hazineye değer kazandırmak için maddi

koşullar düne göre daha fazladır. Bugünkü radikal sol, Marksizm’i ideolojik ve

politik olarak dar bir espri içinde savunuyor ve tutuyor. Dogmatik ve yüzeysel

görülen söylemler, bugünü etkileyen toplumsal hayati sorunlar karşısında çok cılız.

Sözünü ettiğim bütün Marksist dünyanın temel problemidir. Marksizm’in gelişim

süreci, aynı zamanda ona yeni şeyler ekleme olarak algılanmalı. Marks kendi

33


gelişim tarihinde, kapitalizmi ters yüz ederek ideolojik bir vizyon yarattı.

Kapitalizmin analizinde, teorik üretimin önemini yazılarıyla ortaya koydu. Marks

bilimsel çalışması sonucu insanı ilgilendiren ilginç sonuçlara ulaştı. Marksizm uzun

bir zaman insan dünyasında ortak bir dil ve düşünce oluşturdu. Marksizm’in

entelektüel katında çekiciliği zayıflamış görünüyor. Ne zaman toplumsal direnişler,

ciddi hak arayışları sokağa yansıdı mı? Marksizm yeniden konuşuluyor. Marksizm’i

yalnızca “bilimsellik esprisi” içinde gösterilmesi ve bununla sınırlandırılması,

Marksizm’e ince ve sinsi bir saldırıdır. Dost görünümlü düşmanca bir taktiktir.

Marksizm’i politik duruşundan koparmak, onun radikal vizyonundan soyutlamak

dünden bugüne uzanan ve bilinen ideolojik bir sapmadır. Bugünün dünyası

üzerinden, daha doğrusu mevcut durum üzerinden, Marksizm’i değerlendirenler ve

eleştirenler cephesi ilginç illüzyonlar üretmek zorunda kalıyor. Elbette Marksizm’de

zamanını dolduran kimi teorik tespitler varsa, aşmak zorunda olduğumuzun

bilinciyle davranılmalı. Marksizm idealsiz bir ideolojik vizyon olmadığına göre, her

yeni tarihsel gelişme üzerinde kendisini yeniden üretmek zorunda. Örneğin; bugün

sekiz saat çalışan toplumun tüm kesimleri, dört saat çalışmasını savunmak

Marksistlerin görevi olmalıdır. Dört saatlik günlük çalışma, işsizliği tümüyle yok

eder. Asgari-ücret dayatılmış yasal yoksulluk olduğu gerçeğini görmek önemlidir.

İşçi sınıfına, aslında toplumun tüm çalışanlarına sosyalizmin gerçeğini anlatan bir

program hazırlanmalı. Kapitalist ideoloji ile Marks'ın komünist esprisi arasında

identik en ufak bir benzerlik yoktur. Sosyalizmde sömürü olmadığına göre, dört

saatlik çalışma, bugünkü durumla mukayese edilemeyecek zenginlik üretir. İşçi

sınıfı kavramı yerini, başka bir kelime alacak. Emek verimi devasa zenginlik

yaratacak. Çünkü emek sömürüsü olmayacak. Yeni bir toplum kendi gerçek

değerleri üzerinde inşa edilecek. Eski ‘sosyalist’ deneylerde yaşanan yanlışları

tekrarlamak imkansız hale gelecek. İnsan bilinci kendi geleceğini üst bir bilinçle

inşa edecek. Sosyalizm bir daha yenilgi yaşamayacak. "Geriye dönüş" olmayacak.

Çünkü sosyalizmi var eden maddi ve manevi koşullar, kapitalist sistemin çok

üstünde değerler üretecek. Üretilen zenginlikler bütün topluma eşitlik ilkesi

üzerinde dağılımı sağlanacak. Bugün teorik olarak savunulan bu görüşlerin maddi

koşulları, kapitalist sistemde, düne göre çok daha olgunlaşmış durumda. Yani

dünya bugün komünizme çok daha yakın görünüyor. Kapitalizmle ideolojik olarak

uzlaşma mümkün olmayan bir ilke sorunudur Marksizm’de. Burjuva sınıfın aydın

ve entelektüel sözcüleri, ‘sosyalizmin’ başarısız deneyleri (bu deneyler mutlaka bir

tartışma konusu olmalı) üzerinde salvo (yayılım) halinde kusmanın geleneği devam

ediyor. Sosyalizm gerçek olmayacak bir boş ütopyadır demagojisi, çapsız kalıyor ve

pratik olarak bir ağırlık oluşturmuyor. Burjuva demagogların üst perdede başlayan

lafazanlıkların sonuna doğru geliyoruz. Kaşla göz arasında her gün Marksizm’e

yönelik eleştiriler, kapitalist sistemin çıkmazını örtbas etmeye yetmiyor. Marksistler

anti-kapitalizm ilkesinde düne göre çok daha tutucu olmak zorunda. Sosyalizme

geçişte ilk evre olarak bilinen Proletarya Diktatörlüğü, çok kısa zaman dilimi içinde

34


kendini yadsıyacak bir tarih olacak. Belki de insan Proletarya Diktatörlüğüne ihtiyaç

duymadan sınıfsız toplumu inşa edilecek. Sınıf çatışmasını var eden eski maddi

koşullar olmayacak. Sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü gibi bir tartışmaya gerek

kalmayacak.

İnsan komünizmin örgütlenmesinde belki de farklı bir vizyon geliştirecek. Burada

sabit doğruların olmayacağı gerçeğini anlamak önemlidir. Yeni bir kültür ve yaşam

tarzı yaratmak, toplumun ortak bir konsensüsü olmalı. Elbette bu oluşum

determinist bir yöntemle olmayacak. Gönüllü bir ilke üzerinde inşa edilecek.

Gönüllülük ilkesi ilk defa toplumun gerçek iradesini yansıtacak. Gönüllülük ilkesi

en üst bir kültür ve yaşam tarzı olarak insan dünyasına yön verecek. Ben bugünkü

ve gelecekteki teknoloji üzerinde düşününce, sosyalizme giden yolu ve yöntemi

önceden somut belirlemeler yapmak bana çok gerçekçi görülmüyor. Elbette bu

noktada birçok önerme yapmak, argümanlardan bulunmak mümkün. Ancak yeni

tezleri kesin sonuç gibi sunmak tartışmaları ve yeniye ulaşmayı engeller. Yeni bir

toplum dediğimiz sömürünün bütün maddi koşullarından arındırıldığı, üretmenin

artık gönüllü bir ortak değer olduğu, yeni bir düşünme tarzının egemen olduğu bir

insan dünyasından söz ediyoruz. Gönüllü çalışma bilinci, toplumda en yüksek

yaşam bilinci olarak değer kazanacak. Toplumun vizyonu, bazı inanç ve davranışın

çok daha ilerisinde olabilir, ama geriye dönüş, hikayesinin hiçbir maddi koşulu

olmayacak. insan ihtiyaçları ve sosyal istekler konusunda toplumun dinamikleri

evrimsel bir yarış içinde yaşayacak. İnsan Komünizmde refah içinde yaşamayı ve bu

noktada mükemmel bir kolektif hizmet üretecektir. Komünizmde insanların

birbirine bağlılıkları ve sorumlulukları en üst düzeyde yaşanacak. Marksın sözünü

ettiği bizim için insan en yüksek değerdir, felsefesi insan dünyasının vazgeçilmez

ilkesi olarak yaşanacak. Yaratılan dünya ekonomik sistemi her coğrafyada aynı

değerleri yaşayacak. Yeni bir dünyaya, yani komünizme çeyrek bir zaman dilimi

kaldı. Komünist bir gelecek ütopya olmaktan çıkacak zaman bize doğru yürüyor.

Tamda bu noktada aklımıza gelecek kimi negatif hikayeler yaşanmayacak.

Komünizmde rengarenk güzellikler dünyası olacak. Çalışma zenginleşecek, insanlar

topluma zenginlik katma noktasında yüksek düzeyde bir irade ve bilinç sahibi

olacaklar. Çalışmaya dair Kapitalist sistemin ürettiği değerin hayali bile

bulunmayacak. Vatansız bir insan dünyası olacak. İnsan gittiği her yeni yerde,

gönüllü olarak çalışacak. Çalışma saatleri, o gün insan dünyasında kaç saatle

sınırlıysa, o kadar emek harcamayı gönüllü olarak yapacak

35


BİR ŞİZOFRENİN GÜNCESİ

İnsanların geleceği bilmek isteme, tahmin etme güdüsü benim her zaman en büyük

arzularımdan biri olmuştu. Bu sayede atacağım adımlarımın değerini ya da

değersizliğini anlama öngörüsüne sahip olabilirdim. Hayata dair olup bitenlere

karşı kendimi bu şekilde savunabilir gittiğim yolun doğruluğunu kavrayabilirdim.

Geleceği görüyor olsaydım belki de bu yazıları yazmıyor olacaktım ya da bu yazıyı

yazmama sebep olacak olayları. Ne olacağını bilmemek beni hep endişelendirirdi.

Bundan 1 yıl 2 yıl 5 yıl sonrasını bilmeyi o kadar çok isterdim ki nasıl bir kavganın

içinde kendime nasıl bir yer bulacağımı görmek beni biraz olsun umutlu kılabilirdi.

Aslında bazen neyin umudu diyorum kendime. Ne umudu olduğunu bile

bilmiyorum. Sadece beynime kazılan birkaç kelimeden biri gibi geliyor bana. Bir

tabu. Vakit artık çok az. Beni değiştirecek olan adımların sonuncusuna varmak

üzereyim. Bunu kendim istedim demiştim ama galiba artık bunu istemekte

zorlandığımı utanarak söyledim kendime. Korkum bu yüzden ve endişem.

Korkuyorum çünkü nasıl bir hazırlıkla karşılayacağımı bilmiyorum. Hep derim

zaten insanlar bilmediği şeylerden korkarlar. Ben de onu bilmemekten korkuyorum.

Geleceği görememekten. Bazen geleceği hayal ediyorum.

Sonra bulutların üzerindeki yoğun su damlacıkları gibi bir bir alçalıyor, gökyüzüne

süzülüveriyor hepsi. O anda bir şimşek sinirlerimin kendini bu denli suskunluğunu

sonlandırmaya yeterdi. İşte oracıkta hayat bulurum sanki. Gözlerimi tekrar

açacağımdan değil uzun süre uyuyacağım belki de. Derin bir sessizliğin vereceği o

huzuru tadacağım inancı içinde onu bekleyeceğim her adımımda. Karanlığın

içindeki karanlıktan bakacağım o aydınlık denen çukura. O çukur bana hiç aydınlık

gelmedi çünkü, kendi ışığım yok burada. Bana kalırsa kimsenin bir ışığı yok sadece

sönmekte olan bir mumun dibine bakıyoruz hepimiz. Karşına çıkan cehennem

zebanisinin bile sana acıyacağı bir haldeysen ne anlamı var ki bu ışığı sönmüşlerin.

Cehennem alevini üzerlerine doğrultarak tüm kinini kusmak varken bu korku niye!

Neden hala bu kadar korkağım! Kendi karanlığında boğulmak en acısı değil mi

zaten. Hak etmediğin bir damla bile seni kurtarmaya yeterken bile. Ama tekrar

kendimi dizginleyerek onca yılımı heba etmemem gerektiğini, sabrımın beni bir

sona getireceğini söylüyorum. Bunu bilmek, bunu kendime cesurca söylemek içimi

rahatlatıyordu. Korkuyorum ve endişeliyim. Benden çalınanları geri alma gücüm

hiçbir zaman olmayacak bunu biliyorum ve buna göre yaşamaya henüz alışmadım.

Kaplumbağanın kafasını belli belirsiz çıkarması gibi bakıyorum etrafıma. Sanki hiç

tanımadığım ve yüzünü hiç unutmayacağım birinin darbesinden kaçıyorum ve sanki

her saklandığımda da beni bulmayacakmış gibi geliyor, ne yazık. Benden

36


çalınanlardan geriye elimde hiçbir şeyim de kalmadı. Bu durumda kim benim

yerimde olmak ister ki. Kim kandırılan, sevinçten dört köşe olan bir kaplanın son

çırpınışlarını veren avının yerinde olmak ister. Hayır, hiç abartmadım.

Doğruyu söyledim. Ne zamandır kendimi kandırdığım günlerin öcünü aldım. Ben

bu kadar fazlasını da hak etmemiştim zaten. Birinin balıklara uçamadığını

anlatması gerekirdi. Çürüyen bir domatesin haline acıyan bir sinek kadar

duygularımı yitirmiştim. Elimden sadece bu kadarını yapmak geldi. Keşke daha

fazlasını kırılan düşüncelere zaman ayırmak yerine tüm gerçeği kandırılan

benliğime haykırabilseydim. Kim bilir neler değişirdi. Geleceği görseydim eğer o

ana ulaşmak için çaba harcar mıydım ya da beğenmeyip o ana gelmemek için hiçbir

şey yapmaz mıydım? Kim bilir. O an yapacaklarım ya da yapamadıklarım yüzünden

o ana gelmiş olmayacak mıydım yine? O gördüklerim benim yapacağım

davranışlarından ne kadar etkilenecekti; hiç etkilenmeyecekti. Geleceği

gördüğümde benim yapacaklarım beni er geç o ana itekleyecekti ve ne yaparsam

yapayım kendimi orada bulacaktım. Peki bunun güzel yanı yok mu? Tabi ki bu ne

gördüğüne göre değişirdi. Son adımlarımı atmak üzereyim. Değişime, evrilmeye az

kaldı. 12 aydan fazla değil. Kendi karanlığımdaki o günleri sönmekte olan mum

ışığını arayarak geçireceğim. Bir faydası olacak mı bilemem ama en azından

kendime olan saygımdan yapacağım bunu. Kuru gürültülerin bir yaprak hışırtısıyla

bile mücadele edemediği itinalı bir sessizlikte arayacağım kendimi. Kimseden bir

şey isteyemem. Ama bir kapının aralanması, bir çığın düşmesi için bir ses, volkanın

patlaması için bir etki gerek ve kimse de bana yardım edemez. Sadece bunu ben

halledebilirim.

Kimseye söylenmeyecek kadar tehlikeli ve haince bir yol. Bu acınası halimi her

düşündüğümde gözlerim doluyor kendime acımadan edemiyorum. Sokaktan geçen

kel düşünceli piç kurularının bana baktığındaki alaycı gülümsemeleri içimi kin ve

nefretle dolduruyor. Onlara bir şey diyememek yüzlerine bakıp ‘’Siktiğimin piç

kurusu…’’ diyememek ne kadar da zor. Kendimi mükemmel bir sona

hazırlamalıyım. O yüzden susuyorum. Kendimi ikna ederek içimde patlayan bu kini

anca susturuyorum. Sonra ‘’Her şeyin bir zamanı var.’’ diyorum kendime. Geçmişe

gitmek isteseydim şüphesiz çocukluğumun o masum, hiçbir şeyi umursamayan,

etrafındaki tüm pisliklerin o iğrenç düşüncelerine bakmadan çılgınlar gibi koşturan

o günlere dönmeyi isterdim. Ağaçlara tırmanışımı, topraklı sahada deliler gibi top

oynayışımı hiçbir şeyi unutmadım. Sanki günler geçtikçe de geçmiş daha yakın

geliyor. Dün gibi sanki. Her şeyden önce çocukların hep kutsal olduğuna inanırım.

Kutsal günlerim de benim en mutlu günlerimdi şüphesiz. Bu yüzden çocuklara

dokunmamam gerektiğini kutsal emanetlere zarar vermeyeceğimi her defasında

kendime tekrar ediyorum. Tekrar ediyorum çünkü benim gibi birinin duyguları her

saniye değişiyor, bir anda kendimi bunu bana yapanların kapısında bulabiliyorum.

Onların çocuklarını görüyorum ve onlara bir şey yapmamak için kendimi zor

37


tutuyorum. Onlar kutsal günlerini yaşarken o kutsallığa dokunmamın beni ne kadar

da kötü hissettireceği aklımda beliriveriyor ve ağlayarak kızımı düşünüyorum.

Onun kutsal günlerine dokunanlar benim gibi düşünmüşler midir? İçimdeki

susmak bilmeyen kin ve öfke neredeyse her gün benzer soruları sorup duruyor.

Neredeyse her gün aynı soruları cevaplarken buluyorum kendimi. İnsanların

kurduğu bu yeni dünya düzenini yeni yeni anlamaya başladım. Şu ana kadarki

yıllarımın hepsi boş mu geçti; hayır, geçmedi. Evlendim, dünyalar tatlısı bir kızım

oldu. Onlarla bir sürü güzel anılar biriktirdim. Yeni dünya düzeni diye

adlandırdığım şey insanların kendilerini yönetmek için kullandıkları bütün yapay

organizasyonların her biri. Neredeyse bütün geri kalmış ülkelerdeki kurallar,

yöneticilerin kendi düşünce ve fantezisine göre şekillenir. İnsanı olabildiğince

çirkefleştiren, korkaklaştıran, öfkelendiren, düşmanlaştıran bir düzen. Aslında ilk

başlarda yani hayatımın en güzel anlarında bu durumun hiç mi hiç farkında

değildim. Haberlerde grev yapan madencileri görürdüm; üstüne tekme atılan ya da

açlık grevinde olan mahkumları az da olsa görür duyardım ama tüm bunlar sanki

hiç yaşanmamış gibi umursamaz, kanalı hemen değiştirir ya da televizyonu

kapatırdım. O anki mutluluğumu kimsenin bozmasına izin vermezdim. Bu

adaletsizliğin canımı böyle en acı bir şekilde yakacağını bilmeden o kanalı

değiştirirdim. Şu an bile eşim ve kızım ile geçirdiğim o masum ve vurdumduymaz

günleri hem öfkeyle hem de gözlerim dolu anımsıyorum. Bu öfke kendime olan

büyük bir öfke ve bu öfkenin bana her şeyi yaptırabileceğini kendi gözlerimle apaçık

gördüm. Keşke bu yaşadıklarımı hiç yaşamamış olsaydım, dedim kendime ama

artık yaşandı ve neredeyse 15 yıl geçti üstünden. Sanki dün gibi… Her şey… yattığım

an kafamda sürekli bu düşünceler, planlar… ne zaman doğru düzgün bir uyku

çektim, hatırlamıyorum. İçim hiç soğumadı. Geçen gün yolda yürürken küçük bir

kedinin, rüzgarın etkisiyle kendisine çarptığı bir naylon pakete verdiği ani refleksi

görünce yüzümde hafif bir tebessüm oluştu. O kadar garipsedim ki kendimi!

Gülmüştüm. Kendimin de bir insan oluşunu hatırladım. Olay o kedinin o ani

hareketinin bende tebessüm yaratması değildi tabi. Gülmeyi unutmuştum. Buna

benzer bir duyguyu hapiste de yaşamıştım. O koşullarda kaldığım günlerde bir kere

hapşurmuştum ve bu duyguyu o anda da yaşamıştım. Kendime ne kadar acımıştım.

O anki halimin acıklığı, çaresizliğim bile kendi kendimi yiyip bitirmeme neden

olmuştu. Sürekli kendime zarar veriyordum. Kolumu çiziyor, parmağımı acımasızca

ısırıyordum. Böylelikle acımın dinmesini sağlıyordum. Bir zavallıydım. Korkağın

tekiydim. Kendisine bile acımaktan midesi bulanan pisliğin ta kendisiydim. Şeytan

bile halime acırdı. Keşke geçmişe dönebilseydim. Bunu her gün hayal etmeyi

kafamdan bir türlü atamıyorum. Biricik eşimin saçlarını okşarken, kızımın

şampuanlı kokusunu içime çekerken buluyorum bir anda kendimi. Sırf kızımla o anı

hayal etmek için girdiğim bir marketin temizlik bölümünde kızımın kullandığı

şampuanın kapağını açıp koklamıştım. Gözlerim bir anda dolmuştu ve birkaç

dakika öylece kalmıştım. Sonra market görevlisi beni dürttükten sonra oradan

38


uzaklaşmıştım. Hepimiz bir gün öleceğiz. Bunun kaçınılmaz bir son olduğunu

hepimiz biliyoruz. Ölümün bir kader olduğunu ve bu kaderin insanların seçimleri

doğrultusunda gerçekleşmediğini düşünürdüm yani bana bu şekilde öğretilmişti ya

da ben kendimi bu şekilde düşünmenin daha kolay ve anlaşılabilir olduğuna ikna

etmiştim. Ama bu koca bir yalan. Kendimizi ya da başkalarını kandırmanın,

ölümlerden sorumluluk almamanın alçakça, haince bir yolu. Ben bu hainliği

yapmayacağıma dair eşim ve kızım üzerine yeminler ettim. Ailemin bir anda yok

olmasına neden olan ve bunda parmağı olan herkesi günü geldiğinde kendi

ellerimle yargılayacağıma dair tüm benliğime yeminler ettim. Onların gerçek

cezasını ben vereceğim, dedim. Varlığım sırf bu gün için alev alev yanıyor, sırf bu

günün hayalini kuruyordum. Hapiste kaldığım 14 yıldan sonra her şeyin değişmiş

olduğunu gördüm. Bu kadar yıldan sonra farklı yüzler görmek, gökyüzüne bakarken

özgür adımlarla nefes almak, kuşa, ağaca, böceğe dokunmak 5 yıl içinde yaşadığım

en güzel duyguydu. Özgürlük nedir? Diye sorsalar onlara şu cevabı veririm.

Özgürlük, hiçbir baskı olmadan bir insanın, istediği kişilerle birlikte aldığı her

nefes, istediği her yere attığı her adım, her bakıştır. Fakat yanılmışım. Koskoca 5

yıldan sonra hiçbir şey değişmemiş. İnsanlar yine mutsuzlaşmış ve neredeyse

birbirlerini boğazlayacak duruma gelmiş. Hapisten yeni çıkmama rağmen bunu

hissediyordum. İlk başlarda evime girememiştim. Sokakta kaldım. Banklarda

yattım. Evime girecek cesaretim yoktu. Daha sonra araba almak için biriktirdiğimiz

parayı almak için eve gittim. Sokağın ucundan ileriye doğru baktım. Kimse yoktu.

Herkes ya işine gitmişti ya da ev işiyle uğraşıyordu. Kapının önüne vardım. Evimin

balkonundan sanki meleğimin elbise asışını izliyordum. Bunu gördüğüme yemin

edebilirdim. Sonra yan binadan Gül ablanın bana baktığını gördüm. Yüzünü

ekşiterek içeri girdi. Hiçbir şey söylemedi. Zaten ben de bu yaşadıklarımın yanında

onun bu tavrını önemseyecek değildim. Sonra evime girdim. Her şey bıraktığımız

gibiydi. Küçük masanın üstünde duran çekirdek kabukları, balkona bıraktığımız

sandalyeler, kızımın ödevi için yaptığımız sarkaç, meleğimin getirmeyi unuttuğu

yeşil çiçek desenli tişört… Burada kaldığım her saniye kendimi kötü hissediyordum.

İçimde ayyuka çıkan bu huzursuzluk neden beni bu denli öfkelendiriyordu ki! Bir an

önce buradan çıkmalıydım; gittikçe boğuluyordum çünkü. İki dolabın arasındaki

kasadan 60 bin lirayı çantaya koydum ve sırtlayarak evden zorda olsa çıkmayı

başardım. Hiddetimden kalbim hızla atmaya devam ediyordu. Merdivenden hızlıca

indim. Dışarı çıkarken alt kattaki komşum peşimden gelerek ‘’Ne yüzle buraya

gelirsin?’’ diye bana seslendi. Eşim ile çok sıkı arkadaştı ve bu yüzden ona

kızmamam gerektiğini söyledim kendime. Fakat o devam etti. ‘’Nasıl kıydın o eşin

ve zavallı kızına.’’ Arkamı döndüm yüzüne bakmak için. ‘’Sen bir katilsin!’’ diye

yüzüme haykırdı. Dayanamadım. Elimi kadının boynuna dolayarak duvara

toslattım. Gözlerim dönmüştü. Bu kadın kim oluyordu da bana böyle şeyler

söyleyebiliyordu. Kadının yüzü kıpkırmızı olmuştu nefes alamıyordu ama benim

umurumda bile değildi. Ben, zaten katildim! Ve birini daha öldürmenin ne önemi

39


vardı. Sonra kızı bir hışımla evden çıkarak çığlık atmaya başladı. Bırakmıyordum

elimi, bırakamıyordum. O küçük kızın gözyaşlarını görmesem belki kadını

öldürebilirdim. Elimi boynundan çektim ve çekmemle kadın derin bir nefes aldı.

Etrafımda toplanan kalabalık beni ikna etme konuşmalarını bırakmıştı ve yeni

gelenlerde merakla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kimileri de yaşadığım o

kaosun travmanın canlı bir tanığı olmak için can atıyordu. Aradan sıyrılan birini

fark ettim. Bu sevdiğim ve saydığım birisiydi. Asım abi. Yanıma yaklaştı ve bana,

‘’Biliyorum, çok zor şeyler yaşadın ama burada kalamazsın. Buradaki insanlar senin

birini bu sokakta istemezler. Sen de git bu evi sat ve kendine başka yerlerde yeni bir

hayat kur.’’ dedi. Belli ki bu konuşma için benim gelmemi beklemişlerdi. Çoğu bana

bakıyordu. O iğrenç suratların böylesi masum bir yüze uzun süre bakmasını midem

kaldırmadı ve onlara dönerek, ‘’Alın ev sizin olsun! Kalacak yeri olmayan birisine

verin. Zaten ben de çok fazla yaşayacağımı düşünmüyorum; hayatın insana ne

getireceği hiç mi hiç belli değil. Sanmayın bu durum sadece benim için böyle. Bu

hepiniz için de geçerli. Dilerim bir gün siz de bu duruma düşersiniz ve kimseye

kendinizi anlatamazsınız.’’ dedim ve oradan ayrıldım. İstediğim olmuştu. Amacıma

varmıştım! Eski evimdeki işimi bitirmiştim. Geriye düşünmem gereken çok şey

vardı. Ama aklımı bir türlü toparlayamıyordum ve odaklanmam gerekiyordu. Böyle

durumlarda yapacağım tek bir şey vardı; Kendimi bir süre bu planlardan uzak

tutmak. Bunu istemesem de yapacaktım. Bunu kendimi dışarıdan görmek için

kullanabilirdim. Kendimden uzaklaştım. Hiç bilmediğim, görmediğim sokaklardan

yürüdüm. Yarattığım kara deliğin içimde oluşturduğu büyük boşluk benim

felaketim olacaktı. Bunun bilincinde yürüdüm ayaklarım kendiliğinden durana dek.

Durduğum an varlığımı sorguladım; kimdim ben, neredeyim, bu insanlar kim...

Türbülansımda salladım kısa bir süreliğine. Anlaşılan içimdeki boşluk peşimi rahat

bırakmayacaktı. Hayata olan susuzluğumu dindirmeyecekti. Korkuyordum. Bunu

kendime cesurca söyledim. Neden korktuğumu da söyledim; ya başarısız olursam ,

ya piç düşüncelerin bana verdiği görevi tamamlamadan fark edilirsem. Dikkatli

olmalıydım. Bir süre parkta ebeveynleriyle oynayan çocukları izledim. Gülüşlere

daldım. Hiç kimsenin yüzünden gülücükler eksik olmamalı dedim kendi kendime.

Kendim için demedim, çünkü ben lanetlenmiştim. Uyandırılmıştım. Herkesin

yaptığı şeyleri ben de yapmıştım ama seçilen ben olmuştum, lanetlenen. Temiz

havayı içime çekmek beni iyi hissettiriyordu. Bankın rahatsız edici koltukları ise bir

lükstü benim için ve karşımdaki mutlu insanları izlemek. Yıllar bana bir şeyler

öğretmişse o da hayatı çok fazla önemsememen gerektiğidir. Bu çocukların yaptığı

tek şey de buydu. Benden daha olgunlar, daha büyümüşlerdi. Onların yerinde

olmayı, geçmişime dönmeyi çok isterdim. Bir Cumartesi günü kadar yalnızdım,

kayıptım, öfkeliydim. Her gecenin karanlığı kadar aya sitemliydim. En güzel

rüyadan uyandırılmıştım. Bu fırtınanın dinmesini beklemek yapabileceğim tek şey

olmalıydı. Ama birinin kandırılan bu bedenlere tüm gerçeği en derinden haykırması

gerekmez miydi? Onlara gördüğü bu rüyanın koca bir yalandan ibaret olduğunu

40


söylemesi, gerçek çok uzakta değil, hemen yanı başınızda demesi gerekmez miydi?

Fakat bir insanın sesi ne kadar dürüst çıksa da dinlemeyi unutanlar için anlamsızdı,

boşa çekilmiş kürekti. Karanlık onlara en sevdiği masalı çoktan anlatmıştı ve

kimsenin kurtaramayacağı zehirli kelimeler ruhlarına çoktan tesir etmişti. Kimse

için yapabileceğim bir şey yoktu. Çaresizce dinlediğim o sözlerin ardındaki

sessizliğe sustum sadece. Sustum çünkü elimden başka bir şey gelmiyordu. Sustum

çünkü elim kolum bağlıydı. Bir kaç günü böyle geçirdim. Her ne kadar kafamdaki

düşünceleri kısa süreliğine unutmaya çalışsam da çok fazla beceremiyordum. Ben

de kendimi çok zorlamadım bu konuda. Sonuçta ben ve düşüncelerim bir bütündük.

Onları parçalayıp kendimden koparamazdım. On beş yıllık emeğimi saçma bir

harekete kurban veremezdim, bu yüzden dikkatli ve olabildiğince sakin

görünmeliydim şimdilik. Hayatı sorgulayan, düzeni paramparça olmuş birinin

görüntüsü şimdilik iyi gidiyordu. Onlara hemen şimdi kanlı bir isyanın önderliğini

yapacak acılı, öfkeli biri gibi göstermek beni, tüm yaşadıklarımı bir kalemde silmek

olurdu. Bu yüzden geleceği görerek hareket etmeliydim. Hapisten çıkalı tam bir yıl

geçmişti ve benim şu ana kadar yaptığım tek şey insanları gözetlemekti. Amaçsızca

dolaştım; sokaklarda, parklarda, alacağım intikam düşüncelerinde. Kışı otellerde

geçirdim. Yazı arabamda. Param vardı ama paramın yeteceği zaman kısıtlıydı. Hızlı

olmalıydım. O adamı ve o adamla birlikte çalışan, bu işte kimin parmağı varsa

onları gebertmeliydim. Kanlarında boğmalıydım. Adını söylememe gerek yok.

Buralarda herkes onu tanırdı. Sürekli bir yerlere gider, aynı yerde iki günden fazla

kalmazdı. Tedbirden değil. O günlerini kadınlarla, alkolle, uyuşturucuyla geçirirdi.

Bunu bilmeyen yoktu. Adını taşıyan giyim mağazası vardı, Şirinyer’in göbeğinde.

Servet ölmek için bana yalvaracaktı. Gözlerime bakıp nasıl bir şeytan yarattığını

görecekti. Servet zengin biriydi, kolundaki rolex saat, bindiği Audi A-6, yatıp

kalktığı beş yıldızlı oteller her şeyi anlatıyordu. Bu kadar zengin olmayı elbette

uyuşturucu satarak yapıyordu. Bundan kesinlikle emindim. Tüm bunları onu uzun

süre izleyerek yaptım. Ama bir süre onları izlemeyi bıraktım. Çünkü Servet benim

hapisten çıktığımı öğrenmiş olmalıydı, yani bu ihtimalin doğduğunu düşündüm.

Bunu düşünmemin sebebi; dosyamın savcısını onunla görüşürken gördüm. O anda

elim ayağım boşalmıştı. Vücudum istemsizce titremeye başlıyordu. Kendimi ayakta

tutacak bir güç bulamamıştım. Hiddetimden saklandığım ağaca sırtımı dönerek

yere oturabildim. Onlar işbirliği içindeydi. Bunu nasıl görememiştim, nasıl bu kadar

aptal olabilirdim. Kendime öfkemden elimi ısırıp koparmaya çalıştım. İçime doğru

haykırdım. Sonra düşündüm ki bunu bilmek bana bir şeyi değiştirme fırsatı

vermeyecekti. Eşimin ve biricik kızımın ölümü her halükarda benim üzerime

yıkılacaktı ve hapiste işkenceyle geçen günler tekrar yaşanacaktı. Yüreğim intikam

aleviyle yanıyordu.

41


O anda karşılarına çıkıp iki el ateş etmeyi öyle çok istemiştim ki, tüm hayatımı

bunun için harcamaya hazırdım. Ama bir silahım yoktu. Olsa da oraya giderken

onları ıskalarsam ikinci bir şansım da olmayacaktı çünkü Servet sürekli yanında iki

iri yarı korumasıyla geziyordu ve şoförü de dahildi buna. Beni tek hamlede yere

sererlerdi. O günden sonra Servet’i izlememeye karar verdim ve bir kaç gün sonra

ne kadar hayati ve yerinde bir karar verdiğimin farkına vardım. Bir gün evime yakın

bir yerde yürüyordum. Evim Akıncılar Mahallesindeydi. Hemen karşısında süper

market vardı. Marketin hemen yanında da bir park vardı. Eşimle sabahları bu parka

gelir, beraber yürüyüş yapardık. Yıldız’la birlikte yürüyüş spor yapmaya bayılırdım.

İçimdeki bu denli huzursuzlukla tekrardan yürümeye başladım. Ayaklarım sanki

yürümek istemiyordu ama bunu yapmalıydım, en azından bundan sonra

yapacaklarım için her şeyle tekrar yüzleşebilmeliydim. Birlikte yürüdüğümüz

sokaklardan geçtim. Şirinyer Lisesinin çıkış saatindeki kalabalığın içine girdim. Yol

kenarlarında, pencere denizliğinde oturmuş tembel şişko kedileri gördüm.

Bahçelerinden dışarı yönelen yeni dünya meyvelerinden kopardım. Ben böyle

duygulu düşünceler ve kırık kalbimle yürürken çevremden soyutlanmıştım sanki. O

an bir araba önüme çıksa fark edeceğimden emin değildim. Bana bir şeyler

oluyordu. Bunu hissedebiliyordum. Kalbim sanki en derinlerinden çatırdıyordu. İlk

kez böyle oluyordu. Hiç anlamıyordum. Kalp krizi değildi ya da başka bir şey.

Derken en derinlerimden bir ses duydum. “Birisi seni izliyor!” dedi. Hemen sağıma

soluma baktım. Kimseyi göremedim. Ellerim ayaklarım boşalmıştı. Ne olduğuna

dair en ufak bir fikrim yoktu. Yıldız’ın sesiydi bu, eşimin. Kalbim nasıl da atıyordu.

Karşıdan gelen birisinin bu çarpıntıları duymaması imkansızdı. Söylediği

sözcüklerin ne anlama geldiğine bakmamıştım bile. Onun sesini arıyordum.

Neredeyse unuttuğum ses tonu geçmişimi bana kısa süreliğine geri getirmişti.

“Sakın arkana bakma.” diye uyardı Yıldız’ın sesi. Ben ise çoktan bakmıştım.

Afallamıştım. Kendimde değildim. Ne olduğunu anlamıyordum yada neden

42


olduğunu. Arkama baktığımda Servet’in adamlarından birinin beni takip ettiğini

gördüm. O da benim ona baktığımı gördü. Bir iki saniye göz göze geldik. O beni

tanıyordu ama benim onu tanıdığımı bilmiyordu. O an nasıl bu kadar soğukkanlı

olup o iri cüsseli adama hiçbir hissiyat vermeden tekrar yoluma devam ettiğimi

bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey vardı, Yıldız hala benimleydi, beni terk

etmemişti. Demek Servet beni takip etmesi için bir adamını yollamıştı. Benim onun

için ne yapacağımı ya da yapmayacağımı öğrenmek istiyordu. “Bu sefer başka

adamını yollayacak.” dedi Yıldız. Sesinin rengini her bir tınısını nasıl da özlemiştim.

Her konuştuğunda onu bir süre sonra yanıtlıyordum çünkü sesini özlemiştim,

unutmuştum. “Neden?” diye sordum. “Çünkü onu gördün, dikkat çekmek istemez,

bu yüzden görevi devredecektir.” dedi Yıldız. “Neden buradasın, neden bana yardım

ediyorsun?” dedim. Metro istasyonuna doğru ağır aksak yürüyordum. Etrafımdaki

insanların bana deli gözüyle bakmamaları için konuşurken kimsenin geçmemesine

özen gösteriyordum. Hoş, deli demeleri çok umurumda da değildi pek ama bu uzun

bir süreçti. Bu yemek yeterince soğuduktan sonra yenmeliydi. Bu yüzden dikkat

çekecek bir davranışta bulunmamın planlarımı bozabileceği görüşündeydim. “Hiç

gitmemiştim ki...” dedi. Duygulanmıştım. Bir hayaletin sesine hala aşıktım. Yıldızla

birbirimize verdiğimiz bir sözdü. Ölüm ancak bizi ayırabilirdi, demiştik birbirimize.

Geçmişime gidemiyordum ve o bir parçasıyla bana gelmişti. Şu an bu parkta

otururken bile gözetlendiğimi görebiliyorum. Eğer 15 yıl önce mahkeme salonunda

Servet’i öldüreceğime dair nutuklar atarak mahkeme başkanına küfretmeseydim,

belki daha az hapis yatardım ve şu anda da beni izleyen kimse olmazdı. O an ki

öfkemi durdurmam imkansızdı, bunun için hiçbir zaman pişmanlık duymadım.

Bütün planım öldürmek üzerine kuruluydu. Öldürecektim, başka çıkar yolu yoktu,

üstelik yalnız değildim. Yıldız benimleydi. Her şeyin sonunda ona kavuşacaktım.

Yitip giden, kırık dökük düşüncelerin esiri olmuştum. Sahibimden çok da şikayetçi

değildim. Bana huzuru, dinginliği, özgürlüğü altın tepside vadediyordu. Ama her

şeyin bir bedeli olduğu gibi bunun da vardı. Bu düşüncelerimin bir kölesiydim artık

ve benden neyi istiyorsa yapacaktım. Avına kilitlenmiş bir yılandan çaresizce kaçıp

tünelinde gölgesini bile ardında bırakan sıçan kadar karanlığa gömülmüştüm.

Kendi karanlığında boğulmak en acısı, en ihanet dolu olanı değil miydi zaten?

Cehennem alevini üzerlerine doğrultarak tüm kinimi o solucan torbasından

çıkarmak varken korkmak niyeydi? O fani bedenler en azından bir kez de olsa

dünyanın kaç kıta ve denizden oluştuğunu görebileceklerdi. Her şeye rağmen,

Çürümüş, leş kokan bulanık insan denizinde ışıl ışıl parlayan bir yıldız, kara

bulutlarının arasından yeryüzüne usulca süzülen bir ışıktım ben, dedim kendime.

Sabah ışıkları araba camına vurur vurmaz uyanmıştım. Boynum fena tutulmuştu.

Bu koltuklardan birini söküp ayaklarımı uzatarak yatabilirdim. Yapılacaklar listeme

eklenmişti. Kafamı sağa sola hareket ettirdim. Uyku sersemliğinden başımı

taşımakta zorlanıyordum. Başımda bir bela da vardı. Onu halletmeliydim. Sürekli

gözetleyen, o pişkin ve ukala suratıyla hatırladığım Servet’e bilgi veren adamı benim

43


izimi sürerken zaman kaybediyor ve öfkeleniyordum. Onu atlatmamın bir yolunu

bulmalıydım. Yıldız benimle değildi. Eğer burada olsaydı bana mutlaka yardımcı

olurdu. Korkularım bedenimi bir kurtçuk gibi kemiriyor. ‘Yaşlı bir adamın

düşüncelerinin ağırlığında kaybolup kendisini tüm varlığıyla unutması ne acı olsa

gerek.’ diye düşünürdüm. Oysa bunun onun için bir korku değil, bir kurtuluş olması

gerekmez mi? Ne de olsa hatırlamayacağın, ruhunun en derinlerine umarsızca

gömdüğün o sinsi anılar sana ne kadar acı verebilir ki? Seni cüzzam gibi saran, her

günün sessizliğe gömülen karanlığında düşüncelerine hançer gibi saplanan acı dolu

iç çekişlerin olmadan, bembeyaz düşlerde, ışıklar şehrinde özgürce uçmak varken

neden zor olanı seçesin? Nedensizce atılan her adım gerçeğe ve sonunda yine

kendine ulaşacak olan dervişlerin son durağı olacaktı. Gerçeği ve hayalleri bir arada

yaşamak bir delilik ya da bir acizlik miydi? Zavallı yaşlı adam... Yoksa zavallı olan

biz miydik? Bu düşünceler denizinde yol alırken neyin doğru yada yanlış olduğuna

karar vermez çok zordu benim için. Hele ki sürekli duyguları değişen birisi için bir

ifade kestirmek olanaksızdı. Arabadan indim. İki yüz metre ilerisindeki simitçiden

bir simit ve meyve suyu aldım. Hemen oracıkta yolun yan tarafındaki duvardan

bariyerin üstüne oturdum. Ufukta deniz manzarası vardı. Havada bir kaç kuş vardı.

Aç kumrular yanıma gelmeye çalışıyor, simidimden parça dileniyorlardı. Ayaklarım

boşluktaydı. “Simit yemek için güzel bir yer.” dedi simitçi. “Satmak için de.” “Canın

ucuz herhalde, oradan düşersen ölürsün.” “Sen de simit satmazsan.” “Ölürsen bir

daha simit alamazsın.” dişlerini göstermiş sırıtıyordu. “Haklısın.” “Günde 40-50

tane satıyorum. İçeceklerle birlikte idare ediyor. Sen ne iş yapıyorsun? Dur tahmin

edeyim öğretmen, muhasebeci ya da bir... mimar. Mimarlar böyle sofistik takılır

hep.” “İşim yok. Sen de bir simitçiye benzemiyorsun.” “Ne yani bir simitçinin profili

mi var.” “Yok, bir mimarınki gibi.” “Ee, arada hikaye yazarım. Bir simitçiye

benzemiyorsun derken kastettiğin buysa.” “Ben de bir mimarım, planlar çiziyorum.”

“Bir simitçiden daha fazlasıyım gördün mü?” “Gerçekten hikaye mi yazıyorsun?”

“Yaklaşık 10 tane yazdım şu ana kadar.” Yaşını sormadım. Ama yirmi beş yaşlarında

bir gençti. Belki üniversite için harçlık topluyordu, belki de bir simitçinin tatlı bir

hobisiydi. Umursamadım pek. “Anlatacağın bir hikayen vardır.” “Var muhakkak.

Nasıl bir hikaye istersin? Ama şunu söyleyeyim ben hikayelerimi parayla satıyorum

yani hikayeyi dinlemek istersen simit alman gerekecek.” “İşi çözmüşsün.” “Bu

hikayeler ile sadece iki tane satabildim. Herkes hikaye okuyacak ya da dinleyecek

kadar vakti çok görüyor.” “Şansın var ki benim bolca vaktim var.” “Bunu

görüyorum. Ne tür bir hikaye okumamı istersin?” “Tür?” Açıkçası şaşırmıştım. Bir

simitçiden bu kadarını beklemiyordum. “Fantastik, çocuk hikayeleri, bilirsin

çocuklar hikaye sever, masal...” “Fantastik mi, hayal aleminde yaşıyorsun?” biraz

bozulmuştu. “Fantastik olması neyi değiştir ki, önemli olan senin ne anlaman

gerektiği.” “Yine haklısın.” “Düşüncem böyle.” “Peki umutsuz, intikam hırsı içinde

alevlenmiş ve ölümden başka bir şey düşünmeyen bir adam için bir hikayen var

mı?” “Bu dediğin kişi sen değilsin değil mi?” “Ne fark eder?” “Simitlerim ve dolaylı

44


olarak benim için fark eder.” dedi, tebessüm ettim. Devam etti. “Maalesef böyle biri

için hikayem yok ama umudunu yitirmiş biri için bir tane hikayem var. Fantastik bir

hikaye.” yine güldüm. “Sevdin sen bu fantastik işini?” dedikten sonra simidi

bitirmiştim. Ayağa kalktım. Kıç tarafımı temizledim. Gitmek için hazırlandığımı

görünce, “Bir dahaki sefere hikayemi dinlemeni umuyorum.” dedi. Arabama doğru

yürüdüm. İşin doğrusu bu simitçiyi kıskanmıştım. Onun söyleyeceği başka bir şeyi

duymak isteyeceğimden emin değildim. Arabama binip oradan uzaklaştım. Nereye

gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum doğrusu. Yıldız kaç gün oldu benle

konuşmuyordu. Kim bilir hangi hayalet dostlarıyla konuşmaya dalmıştır diye

düşünerek tebessüm ettim. Servet’i öldürecektim başka yolu yoktu. En doğru olan

buydu. Bunu insanlık için yapacaktım. Önce beni gözetleyen birilerinin olup

olmadığından emin olmam gerekiyordu. Servet’i gözetlemeyi bıraktığımdan beri ne

yaptığını bilmiyordum. Altınevler sokağındaki Grese Hoteline pazar günleri uğrardı.

Bir kaç Pazar gelmediği olmuştu ama genellikle buraya gelirdi. Çünkü semtin en iyi

gazino kulübü bu hoteldeydi. İçip kuduracağı zamanlarını burada geçiriyordu.

Urla’da dublex villası vardı, oraya yazın uğrardı. Kışın sadece bir kez uğramıştı.

Nedenini bilmiyordum ama onun için önemli olmalıydı. Eğer ki oraya tekrar

gidecekse de bunun nedenini bulmalı ve bu durumu fırsata çevirmeliydim. Şu an

muhtemelen işinin başındaydı. Görevlendirdiği torbacılarla kendisini zehirleyecek

birilerini bulmaya çalışıyorlardı muhtemelen. Polise şikayet edemezdim çünkü

onunla kolayca anlaşırlardı. Hem bundan her türlü zarar gören ben olurdum. Evi,

adı pek bilinmeyen sokaktaydı ama oldukça lüks bir evdi. Evin kocaman düzenli bir

bahçesi ve oval şekilde de bir havuzu vardı. Evin bahçesini yakalanma pahasına

görmek isteyişimi şu an garipsiyordum. Uyuşturucu teslimatını hemen ön

sokağındaki bir apartman dairesinden yapardı. Geceleri durmadan araçlar bu

sokağa girip çıkardı. Tabii ki ne sattığını bilmeyen yoktu. Bunlar onun için çok kar

getiren iş değildi. Asıl teslimatını çekiç arabalarıyla yapıyordu. Haftada bir mutlaka

uğrardı. O arabayla hem mal getirir, hem de yükleme yapardı. İşini her zaman

sağlama alırdı. Hiç bir işte adını kullanmaz, işini savunmasız bıraktığı insanlara

yaptırırdı ama herkes her işte onun parmağı olduğunu bilirdi. İşsiz güçsüz gençleri

parmağında oynatır, az bağımlı oldular mı ona köpek gibi itaat ederlerdi. Kimse bu

pislik yerde geleceğini göremezdi. Görenlerde bir şekilde bu şehirden hatta ülkeden

kaçıp gidenlerdi. Sonunda arabayı durdurup dik uçurumlu falezlerde oturmaya

karar verdim. Ruhumu dinlendirmem kör duygularımı biraz olsun bastırmam

lazımdı. Önceden aldığım Marlboro paketimi açtım ve bir sigara çıkararak yaktım.

Ufka bakarak derinden içime birkaç yudum çektim. Sigarayı evlendiğim zaman

bırakmaya çalışmıştım ve 2 yıl sonra da bunu başarmıştım. Cezaevine girdikten

sonra bu mereti yine içmeye başladım. İçip içmememin bir anlamı yoksa neden

içmeyeydim ki? Yani kendimi uyuşturucuya, alkole vermemden iyiydi. Hatta bu

konuda kendimi tebrik bile ediyordum. Oturduğum bankın ilerisinde bel hizasında

demir koruma olmasına rağmen yine tedirgindim. Servet’in şüpheleneceği bir

45


davranışım, beni halletmesi için yeterdi. Aslında şu ana kadar beni öldürmemesi

için tek neden beni tehdit olarak görmemesiydi. Eğer ki görürse işimi o anda

bitirirdi, buna emindim. O bir mafya değildi yani en azından kendisini öyle

görmüyordu. Ama gördüğüm, tanıdığım kadarıyla kendisini büyük bir adam

bellemişti. Dokunduğu her şey kendisinin sanıyordu. Böyle düşünmeye devam

etmesini istiyordum çünkü benim en büyük kozum buydu. Hiç beklemediği bir

andı. O kadınlarla, uyuşturucuyla gününü gün ederken ben de sinsice planımı

uygulamaya devam edecektim. Aslında en büyük planım buydu. Onca yıl onu

öldürmeyi hayal ederek yaşadım ama dışarı çıkamıyordum, sokaklardan

geçemiyordum, hayalimde onun attığı sessiz adımlarının arkasından ona yaklaşıp

hunharca bıçakladığımı düşünüyordum sadece. Kırık kopuk hayallerden ibaretti

tüm her şey. Tüm günümü neredeyse orada geçirdim. Gün batımı manzarası tüm

kızıllığıyla gökyüzünü çevrelemişti. Bir kaç dakika sonra da güneş gözden kayboldu.

Hapisteyken güneşi 6 ay boyunca görmezdim. Mimarını gerçekten tebrik etmem

lazım! Binayı öyle bir yerleştirmişti ki güneşi kışın görmek imkânsızdı. Bunun için

duvara uzun bir merdiven dayamak gerekirdi. Güneş geldiği zaman da içerideki bir

kaç yaşını almış mahkum ellerini açarak, tişörtsüz öylece beklediklerini anımsadım.

Hayat gerçekten çok karmaşıktı. O adamların amacı sadece güneşi görüp,

dokunabilmekken dışarıdaki onca insanın güneşe basarak gününü geçirmesi bana

hayatın, zamanın ne kadar acımasız olduğunu hissettirmişti hep. Parçalı, tel örgülü

gökyüzü ve avlunun en tepesinde yuva yapan serçe kuşları arasındaki ironi ile 15 yıl

geçirmek hayatın karmaşıklığı ve sonsuz zaman içerisindeki bir noktaydı oysa.

İnsanların tutkulu hayalleri hayat denilen bu kavgada büyük bir hayal kırıklığı

olabiliyordu. Bununla insanın arasındaki o ipince çizgiyi gördükçe de kendimi,

hayatımı, insanları sorguladım hep. Tanrı’ya inanan birisiyim. Ona kimi zaman

öfkelensem de tüm suçun insan denen canavarda olduğunu biliyor, düşünüyordum.

Bunun için kendimi kandırmamın bana bir faydası yoktu. Onun için insanlardan

gerektiği kadar uzak durmaya çalıştım ilk başlarda. Ama hiç istediğim gibi olmadı.

Bir şekilde insanlara bulaşıyordun ve bu lanet hiç peşimi bırakmayacak gibiydi. Bitti

ve gitti. Geçmişi düşünmek bir fayda vermeyecekti. Geri dönebilmek mümkün

olmadıkça onlardan ders çıkarmak gerekirdi. Peki bir daha gelmeyecek olan hayatın

sana vereceği dersin ne önemi vardı? Hayatın çalındığında elinden hiçbir şey

yapmak gelmiyorsa neden...neden hala nefes alıyordum? Meydana çıkıp “hırsız

var!” diye bağırmak çözüm değildi. Belki de bu mumun dibine bakan biz insanlar

için hiç bir anlam bile ifade etmeyecekti. Oturduğum banktan ayağa kalktım ve

demir korkuluğa doğru yürüdüm. Ilık havadan derin bir nefes aldım. Hayat bu

kadar basit miydi aslında? Hayatta kalmak mıydı? Ölüm ve hayat... her şey sadece

iki kavram arasında gerçekleşiyordu. Bu kadar basitti. Asıl karmaşık olan insandı.

Şu an hayattaydım ve eğer bu falezden atlarsam ölecektim. Bu kadar basitti.

Atlayabilirdim, hiçbir şey umurumda olmazdı. Ne yaşadıklarım, ne de alacağım

hayat. Karşımda beliren Yıldız’ın silüetine bakıyordum. Beni çağırıyordu. Yaşamak

46


için pek iyi bir neden de yoktu. Yıldız beni çağırıyordu ve ben her şeye yeniden

başlamayı kaldıracak durumda da değildim. Yemin ederim ki atlayacaktım. Sonra

birden vazgeçtim. Neden bilmiyorum. Belki esen rüzgâr, belki yüz metre ötede

cıyaklayan martı sesiydi vazgeçmeme sebep olan şey. * Sabah yine kaç gündür

olduğu gibi arabamda uyandım. Boynum önceki günden kalan ağrısı devam

ediyordu. Falez kıyısından güneşin doğuşu çok net görünüyordu. Denize vuran ışığı

titrek parıldamasıyla ışıl ışıldı. Tutsaklığın duvarlarına yuva yapan serçe kuşu

hayatın en acı ironilerinden biriydi benim için. Güneş, tişörtsüz, yaşlı ve elleri göğe

yükselen bedenlerden mahrum kalırken onlara alaycı gözlerle tepeden bakan serçe

kuşları... Tek amacı güneşe dokunmak olan bu bedenlerden ne isterdiniz? Dışarıda

güneşe umarsızca basıp geçen binlerce insan varken, ne diye öylece onlara bakıp

ötüşürdünüz? Onların bir sonraki baharda tekrar gelecek olan güneşi beklemeleri

gerekmeyecekti oysaki. Çukurunda uyuyanlar için güneşe ulaşmanın, bulutlarda

uçmanın bir önemi yoktu pek. Parçalı gökyüzünün verdiği acınası kurtuluş, serçe

kuşunun yarattığı ironi, tıpkı yaşadığımız hayatlar gibi, hayatın karmaşıklığı ve

sonsuz zaman içinde küçücük bir lekeydi. Arabaya binip gideceğim yerin neresi

olacağını bilmemek, var olduğum bu koca boşluğun iyice derinleşmesine neden

oluyordu. Amaçsızca bir berduş gibi etrafını seyretmek bile bana hiçbir şey

hissettirmiyordu çoğu zaman. Hayata yeniden başlamak tahmin ettiğimden bile

zordu. Kuru başıma yürüdüğüm yol, attığım adım beni yoruyordu. Gözlerimde

görüyordum bunu. Bakışımda. Bazen kendime bu acıları bilerek yaşattığımı

düşünüyordum. Hayatta kaldığım her anın acı içinde geçmesini istemek belki de bir

gün hayattan kopuşumu hızlandırmak içindi. Yaşamak istemiyordum ama sanki

unuttuğum beynimin bir köşesinde saklanan bir şey bana hayatta kalmam

gerektiğini söylüyordu. Korkaklık mıydı? Ölüm korkusu muydu? Tanrı’ya olan

inancım mıydı? Emin değilim. Bildiğim, insanın kendisinden kurtulması kolay

değildi. Yine şu simitçinin yanına gittim, dünkü tezgahını kurduğu yere. Anlatacağı

hikâyeden payıma düşeni merak etmiyor değildim. Yine onun işgüzarlığına

içerlenip ona yüklü sözler harcamak da istemiyordum. Bir başka hayatı

kendiminkine rakip olarak bile görmüyordum çünkü. Bu komada ölmek üzere olan

bir kişi bile olsa öyleydi. Bitik hislerimi, karanlık ruhumu çevremdeki varlıklara

bulaştıran bir kişi olmak istemiyordum. Fakat tezgahı yerinde değildi. Dünden

erken gelmiştim. Oturduğum yerde biraz daha bekledim. Sigara yaktım. Altımdaki

boşluğa uzunca baktım. Sonra tekrar arabama binip oradan uzaklaştım. Yıldız’ın

sesini duydum o anda. Bana kimsenin beni izlemediğini söyledi. Yine geri gelmişti.

Sesini duyduğumda arabayı aniden durdurmuştum. Arkadaki takip mesafesindeki

aracın ard arda çalan korna sesiyle tekrar hareket ettim. Ona neden bu bir kaç

gündür beni yalnız bıraktığını sordum. Cevap vermedi. Sadece yaptığı her şeyin

ikimiz için olduğunu söyledi. Ne yaptığını sorduğumda yine cevap vermedi.

Kalbimde garip bir sızı vardı. Sevgi desen değil, öfke desen değil. Durulmuştum ve

sanki çok sevdiğim birini cennette bile göremeyecektim. Neden böyle hissettiğimi

47


bir yere konumlandıramıyordum. Sanki anlamlandıramadığım, beni büsbütün

saran, sessiz çığlık gibi içime dökülen gözyaşlarımdı beni bu hale getiren. Neden

benle bir hayalet gibi konuşurdun ki? Neden buradaydın, gitmek ve kalmak neden

bu kadar zordu? Aptal şizofrenin tekimiydim? Beni delirtip bir hiçliğimde

kaybolmamı mı istiyordun? Hepsini sordum. Haykırarak, bağırarak içimdeki tüm

öfkeyi dışarı kusarak sordum. Bir müddet sustu. Bana buraya gelme sebebinin

yalnızca ben olduğumu, amacıma yardım edeceğini, ruhunun bir parçasının hala

bedenime bağlı olduğunu söyledi. Sesinde tarif edemediğim bir tuzsuzluk vardı. Ölü

birinin benle konuşmasının tuhaf olmaması, bunu kendime normalleştirmem

gerçekten de bir hasta olabileceğim fikrini güçlendirdi. Bir şizofrendim ve bunu

kabullenememiştim. Sonra arabamın direksiyonunu kırıp doğruca mezarlığa gittim.

Orası oldukça sakindi. Ve kaybolan bu ruhu ait olduğu yerde olmaması bir tuhaftı.

Eğer ki gördüklerim bir hayalden ibaret değilse. Hala buna bir ihtimal veriyordum.

Acınası halimi bu şekilde göz ardı ediyordum. Mezarlığa gitmek beni oldukça

sakinleştiriyordu. Huzur buluyordum. Sanki iş çıkışı eve giderken eşimin ve kızımın

işten beni beklemesi gibiydi. Ormanın bir parçasındaki huzur içinde uyuyan,

dünyanın pisliğinden nasibini almış olan bu bedenlere imrenerek bakıyordum.

Eşimin ve kızımın mezarı başında çam ağaçlarının inceden duyulduğu kokusunu

içime çekerek dualar ettim. Ne yapacaktım, ne tarafa gidecektim? Ne yönümü

biliyordum, ne yolumu. Savruluyordum yaprak gibi, çölde yönünü kaybetmiş

bedeviler gibi. Yaptığım her davranış amaçsızcaydı. Neden bunları yaşamak, ailemi

kaybetmek zorunda kalmıştım ki? Neden bir başkası değil de ben. Güçlü değildim.

Sıradan biriydim. Elim kısa, yaşamım düzdü. Yaralandığım kadar muhtaçtım, nefes

aldığım kadar hayatta. Yediğim kadar toktum, sevildiğim kadar aşık... Ruhum kadar

özgürdüm, bedenim kadar tutsak. Ne bir adım ileri, ne de geri gidebiliyordum. Basit

bir problemi çözemeyecek kadar güçleşmişti her şey. Kolay olanı seçmek bile

imkansızdı. Öylece kuru başıma kalakalmıştım. Söyleyebileceğim tek kelime yoktu

ama haykırıyordu düşüncelerim. Ruhum tel tel sökülmüştü sanki. Dünyadan

nasibini almış, mezarda öylece yatan kemik torbalarına bakarken hala bir şansım

olduğunu düşündüm. Vakit hala vardı. Sonuçta öldüğün kadar yaşardın ve yaşam

senindi, sana aitti. Belki de özgür olduğum tek şey buydu; Uzaklarda bir yerde hiç

farkına varmadığım bir martı sesiydi ya da hala kıyıya vurmakta olan dalgalar...

48


IŞIK

Gölge, ışığı bekler hep

Işığa vurgundur

Gözler yolunu

usul usul

Gözler yolunu

ıslak ıslak

Işık, gölgeyi görmek istediğinde

Hep bir şeylerin ardına siner

Evet aramıza hep

bir şeylerin girmesi gerek

Dicle, Murat, Fırat'ı geçtim

Denizi aştım, boğulmadım

Fırtınaya göğüs geldim,

dağlarda dolandım

Yaban ormanlarını

Ve Cehennem deresini geçtim

Siyah, flu, gri;

Veyahut kahve rengi

Tanıdık bakışlarla kendini gözleyen gölge

Bir ışık demeti vardı gözlerinde

bir ışık

Pırıl pırıl

Işıl ışıl

Apaydınlık

Dar bir patikada başlıyor

Hayat hikayem

49


Yürüdük.

Yürüdükçe,

Yol yürüdü

Patika yürüdü

Ilık bir sis bulutu sardı

Kimse kimsenin yüzünü göremez oldu

Yüzsüzlük aldı başını yürüdü Artık kendi seyrinde akmıyor hiçbir şey

Ters giden bir şeyler var

Taa başından, beri susan.

birileri var

Bilmeli!

öğrenmeli!

ve öğretmelisin ki!

sen sustukça

konuşacak hep birileri...

Biri çıkıp,

Tanrımız böyle buyurdu diye

emretti

Sırtımızda taşıdık sütunları

Önce taht kurduk onlara

Yetmedi saray

Bazen tapınak

veyahut Ziggurat

Karnımız buğdaya hasretken

ambarlar kurduk onlara

Yer altından arşa uzanan ambarlar..

Bir de,

Yer altından sarımsı taşlar

Yakut veyahut elmaslar çıkardık

onlara

Sen yaşamalısın ki

Onlar yaşasın

sen ölmelisin ki

onlar yaşasın

Yani onlar

Ve hep onlar

Durdu

yüzünü ışığa döndü

ve güneş küçüldükçe

gölgeler büyüdü

Açık; mavi bir gökyüzünün altında

Kavuşmanın imkansız olduğunu

bildiğim halde Aramıza bir şeylerin girmesini beklemeden

50


Senle kızıl şafakta kavuşmak istiyorum.

Hafif bir rüzgar eser

Ve dağılır yele karşı

kızıl saçları

uçuşur tel tel

konuşur ışık.

konuşur güneş

konuşur ateş

ve susmaz

ve susmaz artık hiçbir şey

51


arka dış kapak

52


53

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!