25.02.2022 Views

Kelâm

Editörün Notları Kıymetli Okuyucular, Zamanın su gibi akıp gittiği, ve kendisi ile birlikte bizleri de sürüklediği bu çağda , içine sığınıp düşünebileceğimiz bir boşluğa her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Bizler edebiyatın bu noktada, insana kaçacak bir sığınak olduğunu düşünüyoruz. Bu sayımızda da edebiyatın hayatımızdaki yerini, işlevini “Edebî Hayat” başlığı altında incelemeye çalıştık. Bunun yanı sıra sanatçı arkadaşlarımızın eserleri ve birbirinden farklı ögeler ile dergimizin içeriğini genişlettik. Yeni yazılarda ve sayılarda buluşmak dileğiyle... Gülcan Bıçak

Editörün Notları
Kıymetli Okuyucular,
Zamanın su gibi akıp
gittiği, ve kendisi ile
birlikte bizleri de
sürüklediği bu çağda , içine
sığınıp düşünebileceğimiz
bir boşluğa her
zamankinden daha çok
ihtiyacımız var. Bizler
edebiyatın bu noktada,
insana kaçacak bir sığınak
olduğunu düşünüyoruz. Bu
sayımızda da edebiyatın
hayatımızdaki yerini,
işlevini “Edebî Hayat”
başlığı altında incelemeye
çalıştık. Bunun yanı sıra
sanatçı arkadaşlarımızın
eserleri ve birbirinden
farklı ögeler ile dergimizin
içeriğini genişlettik.
Yeni yazılarda ve sayılarda
buluşmak dileğiyle...
Gülcan Bıçak

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

KELAM

S A Y I 2 Ş U B A T 2 0 2 2

EDEBÎ

HAYAT

Ruh, yazının icadından beri ölümsüz

Cemil Meriç


HAYAT VE EDEBİYAT

Hayatın en önemli gerçeği samimiliktir. Bu itibarla, hayat

ile bağı olan edebiyat, mutlaka samimi bir edebiyattır

denilebilir. Hayatı en gizli, en karışık yönleriyle anlatmayan,

duygularımızı tıpkı hayatta olduğu gibi saf ve derin bir şekilde

duyurmayan, elemlerimizi, felaketlerimizi, açık açık yansıtmayan

bir edebiyat, hayat ile ilgisiz ve sahte bir edebiyattır. Öyle

bir edebiyat, kelimeleri dizip, onları işleyen pek hünerli

kuyumcular çıkarabilir. Belki onlar çok süslü, çok göz alıcı

şeyler yapabilirler. Fakat, ne yazık ki bütün bu sahte ürünler

muntazam kış bahçelerinde yetişen iri yapraklı, parlak renkli

çiçeklere benzer. Uzaklığından dolayı bize çok çekici, çok

harikulade görünen o meçhul sıcak iklimlerin bu göz kamaştıran

ürünleri nasıl açık bir havaya, sert bir rüzgara dayanamazsa,

hayat ile ilgisi olmayan böyle bir edebiyat da zamanın sonsuz

kasırgaları önünde süpürülüp gitmeye mahkumdur. Halbuki bedii

his, hislerimizin en ilahi ve en samimisidir. Akşam rüzgarı ile

inleyen bir çam ormanının karanlık hışırtıları ne kadar tabii

ise, ruhun güzellik karşısında duyduğu hisler de hayatın en derin

ve anlaşılmaz köşelerinden birdenbire fırlayıp çıktığı için, her

şeyden çok samimidir.

2


İşte bunun gibi milletler için de “güzel” ve “iyi”

telakkilerinden daha “milli” hiçbir şey yoktur. Bir toplumu

başkalarından ayırmak isterseniz onun din ve ahlak hakkındaki,

güzellik hakkındaki samimi duygularını arayınız. Çünkü bunlar

doğrudan doğruya ruhundan koptuğu için hayatının en samimi

taraflarıdır.

Yüksek ve hakiki sanat asıl ona derler ki, hayatı bütün

genişliği ve bütün samimiliğiyle okuyucuya duyurabilsin. Ancak

yapmacığın bittiği yerde sanatın başlayabileceğini, nedense,

hala anlayamadık!

Mehmet Fuat KÖPRÜLÜ

3


Editörün Notları

Kıymetli Okuyucular,

Zamanın su gibi akıp

gittiği, ve kendisi ile

birlikte bizleri de

sürüklediği bu çağda , içine

sığınıp düşünebileceğimiz

bir boşluğa her

zamankinden daha çok

ihtiyacımız var. Bizler

edebiyatın bu noktada,

insana kaçacak bir sığınak

olduğunu düşünüyoruz. Bu

sayımızda da edebiyatın

hayatımızdaki yerini,

işlevini “Edebî Hayat”

başlığı altında incelemeye

çalıştık. Bunun yanı sıra

sanatçı arkadaşlarımızın

eserleri ve birbirinden

farklı ögeler ile dergimizin

içeriğini genişlettik.

Yeni yazılarda ve sayılarda

buluşmak dileğiyle...

Gülcan Bıçak

2

5

7

9

12

16

18

20

22

26

28

30

32

34

36

37

38

40

BU SAYIDA

HAYAT VE EDEBİYAT

EDEBÎ HAYAT

EDEBİYAT VE İNSAN

ANADOLU VE EDEBİYAT

EDEBİYAT VE MEDENİYET

KALEMİN UCU

RENKLERİN SUSKUNLUĞU

ORHAN KEMAL

BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE

NE ACI ŞİİR ÖZLEMEK SENİ

KEDER

BİR İSTANBUL SABAHI

RİVÂYET

İNSAN HİKÂYESİ

NÜKTE

ESKİCE

TARİHTE BİR GÜN

OKUYUCU NOTLARI

4



Peki edebiyat hayatımızın neresinde? Bize nasıl eşlik ediyor ve bize ne gibi

faydalar sağlıyor? Aslında edebiyat hayatın tâ kendisi olmakla beraber dünden

bugüne hep bizimle birlikte yaşamış birçok konuda bizi bilinçlendirmiş ve doğru

adımlar atmamızı sağlayarak bize yol gösterici olmuştur. Tarihten birkaç örnek

verecek olursak eğer: 13. yüzyılda Yunus Emre; Anadolu’nun İslamlaşmasına ve

Türkleşmesine yazdığı şiirlerle büyük katkıda bulunmuştur. 16. yüzyılda Fuzuli

insanları aşkın doruklarına çıkarıp, “Aşk ıstırabı insanı olgunlaştıran, yücelten

kutsal bir ıstıraptır. İnsan, derece derece yükselerek Allah'a kadar ulaşan,

maddi haz ve karşılıklardan uzak bir aşka bağlanmalı ve bu aşkın ıstırabını

çekmelidir. Ancak böylece olgunlaşır ve gerçek insan, olgun insan haline gelir.”

diyerek insanların aşka olan bakış açılarının büyük ölçüde değişmesini

sağlamıştır. 19. yüzyılda Tevfik Fikret yazdığı şiirlerle dönemin siyasi

yapısındaki bozukluklara ve baskıcı rejime karşı halkı bilinçlendirmeye

başlamıştır aynı zamanda o siyasi yapının bir yansıması olarak İstanbul’daki

karamsar havayı şehri kötü bir kadına benzettiği “Sis” şiirinde “Örtün, evet, ey

felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir.” gibi mısralarla gözler önüne sermiştir.

20. yüzyılda ise Nazım Hikmet yazdığı Kuvayı Milliye Destanı’nda: “Ateşi ve

ihaneti gördük. Dayandık, Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te” gibi dizelerle Kurtuluş

Savaşı dönemindeki direnişi ve Kurtuluş Savaşı’nın önemini insanlara aşılamayı

başarmıştır. Kısaca her dönemde yazarlar ve şairler yaşadığı toplumun

karakteristik özelliklerini eserlerinde sergilemiş ve ait oldukları toplumu

yanlışlara karşı bilinçlendirmiştir.

Tıpkı bir ağaç gibi yığılımı gelişerek köklerini dört bir yana salmış olan

edebiyat hem bizim toplumumuzda hem de başka toplumlarda dün olduğu gibi

bugünde büyük bir ilgi görmektedir örneğin sadece kitap satışlarını dikkate

aldığımızda dünyanın dört bir yanında insanların azımsanmayacak derecede

okuduğunu ve durmadan yeni eserler ortaya çıkardığını görmekteyiz.

Velhasılıkelâm apaçık ortadadır ki edebiyat insanların içinden çıkmış,

insanlarla birlikte yaşayan fakat insanlar gibi ölümlü olmayan bir sanat dalı

olarak varlığını sürdürüyor ve şüphesiz sonsuza dek sürdürecektir.

Ferhat BALKAYA

Fatma SARI

6



Edebiyatın ana teması insandır. Edebiyat, insana yeryüzünde ne kadar insan

varsa o kadar ayrı mizaç ve kişilik olduğunu gösterir. Wolfgang Iser’a göre, bir

edebiyat yapıtının anlamı metin içinde hazır bir şekilde bulunmaz, metindeki

bazı ipuçlarına göre okur tarafından okuma süresinde yavaş yavaş kurulur.

Okuduğumuz herhangi bir kitabın bir sayfasında kendimize rastlamamızın veya

gördüğümüz bir tabloda hoşumuza giden bir noktanın olması ortaya konulan her

eserin bir insan tarafından, insana insanı anlatmasıdır.

Edebiyatın işlevleri hususunda bilgi vermek, ahlak bakımından eğitmek,

milliyetçilik duyguları uyandırmak, zevk vermek gibi özellikler sayılabilir. Bazı

estetikçilere göre bunlardan bir tanesi edebiyatın asıl kendine özgü işlevidir ve

sanatı yapan özelliğin bu işlevde aranması doğrudur. Söz konusu işleve, estetik

haz, okuyucuda heyecan uyandırmak gibi adlandırmalar yapılabilir. Edebi

eserlerin büyük bir bölümü, insanları çeşitli bakımlardan eğitmek amacıyla

yazılmıştır. Türk edebiyatında Yunus Emre birçok şiirini ve Risaletü’n-Nushiyye

(Öğüt Kitabı) adlı eserini, Mevlana Mesnevi’sini,Nabi Hayriyye’sini, Namık Kemal

tiyatro eserlerinin çoğunu, Ahmet Mithat romanlarını, Tevfik Fikret Haluk’un

Defteri ve Şermin adlı eserlerini, Mehmet Akif Safahat’ını, Hüseyin Rahmi

romanlarını ve daha pek çok şair ve yazar, eserlerini hep insanlara nasıl

yaşanılması, nelere değer verilmesi gerektiğini öğretmek amacıyla yazmışlardır.

Edebiyatın eğitim, ahlak ve sosyal faydayı değil de güzellik amacını izlemesini

isteyen de çoktur. Örneğin Divan edebiyatımızda şairlerin hemen hepsi,

yazdıkları şiirlerde sosyal bir amaç peşinde kşmamışlar, sanat ve hünerlerini

göstererek padişahların ve devlet adamlarının hoşuna gitmeye çalışmışlardır.

Servet-i Fünun dönemi şair ve yazarları da genellikle ‘sanat için sanat’ ilkesini

savunarak, eserlerinde eğitim amacı gütmezler. Daha sonraları Ahmet Haşim de

bütün gücüyle bu ilkeye bağlı kalır.

Edebiyat hangi amaç doğrultusunda ele alınacak olursa olsun, faydacı bir

özelliği olduğu aşikâr. Fakat edebiyatın ne işe yaradığını anlayabilmek için

öncelikle onu belirli kalıplardan çıkarmamız gerekiyor.

Gülcan BIÇAK

8



“Hayata sanat aynasından bak!’’ Tolstoy’a ait olan bu cümle kendi

hayatını anlamlandırmaya çalıştığı, iç savaşını satırlara döktüğü ‘İtiraflarım’

adlı eserinde geçer. Esasında çok yerinde ve manidardır. Öyle ki Halide Edip

Hanım’ın ‘Ateşten Gömlek’ adlı başyapıtında işgal altında olan şehrin

insanları hayatta kalabilmek için sanata sığınmışlardır. Bu gösteriyor ki

sanat bir toplumun en zor döneminde hayata tutunmak için kavradığı

kudretli eldir. Edebiyat için düşünüldüğünde ise, sanatçının görevi tam da

burada başlıyor. Sanatçı o eli uzatan, okurunu hayata bağlayan kişi olmalıdır.

Bu gerçekten kaçış kapısı değil aksine gerçeğe açılan bir kapıdır. Sanatçı

mükevvenatın, kâinatın sırrını anlayan ve açık açık olmasa da onu paylaşan

kişidir. Edebiyatçı ve eseri ne kadar topluma yakınsa o kadar bu sırra hâkim

kabul edilir.

’Fırtınayı andıran orkestra sesleri

Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,

Istırap çekenlerin acıklı nefesleri

Bizde geçer en yanık bir musiki yerine

Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken

Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz

Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken

Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz’’

Faruk Nafiz’e ait olan bu mısralar, Türk aydını için sanatın Anadolu’yu

anlatması gerektiği üzerine yazılmış. Oysa Anadolu burada bir

eğretilemedir, ondan kasıt, kültürün ve uygarlığın asıl sahibi, milletin

efendisi olan beli kıvrılmayan köylüdür, toplumdur.

10


‘’Ülkede kültürle uğraşan sanatçılar yoktu. Toplum düşüncesi uykuda; cehalet ise

zirvedeydi. Bunun yanı sıra nüfus artışıyla birlikte yoksulluk da artıyor, devlet

gücü zayıflıyor, ahlâkî, fikrî ve ticari hayat yok olma tehlikesi yaşıyordu. Halkı

uyandırmak durumunda olanlar ve az-çok eğitim görmüş kişiler ise macera

romanları okuyarak zevkten dört köşe oluyorlardı."

Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesi’nde de altını çizdiği bir büyük

sorunda aydın olan insanın, sanatçının toplumun sorunlarından uzak

kalışıdır.

Anadolu’yu anlamayan bir aydın bu millete fayda sağlayamaz. Bu

topluma faydası dokunmayacak aydın dimağın bir yabancıdan farkı

yoktur. Onun içindir ki Anadolu’yu anlamak çok büyük önem taşır.

Edebiyat, rengârenk vitrinli, ışıklı düz caddelerden ziyade Ay’ın

aydınlattığı dağda, Güneş’in kavurduğu tarlada gezmelidir. Bir takım

tozpembe salon hikâyelerini değil, Bolu’da Köroğlu’nu, Giresun’da

Feride’yi, Ağrı Dağı’nda Ahmet’i, Çukurova’da İnce Memed’i,

İstanbul’da ise İflahsızın Mehmet’i anlatmalıdır. Edebiyatın ve

edebiyatçının toplumun kanayan yarasına parmak basmak, bu yarayı

gözler önüne sermek ve mümkünse buna çare üretmek gibi kutsal bir

görevi vardır. Edebiyat toplumsal olduğu kadar edebiyattır.

Kadir KADAKAL

11



Sanatın ortamını yitirmesi, bir bütün olarak toplumun, bir kültür ve

medeniyet bunalımı içerisinde bulunduğunun ispatıdır. Bunalımsa

daha çok aydınların bir şaşırması, apışması şeklinde anlaşılmalıdır.

Aydının yaşadığı büyük tereddüt, inanç sarsıntısı, içinden çıkamadığı,

altından kalkamadığı sorunların saldırısına uğramasıdır bunalım. Bu

bir sara nöbetidir. Bir kriz halidir. Bunalan aydının bir iç

dalgalanmasıdır. Ve ülkenin bütün kurumlarını, düzenini, insanını

etkiler. Sanatın ilgi görmemesi, önemsenmemesi bu genel bunalımın

olağan sonucudur. Daha doğrusu, sanatın ortamını yitirmesi, bu genel

bunalımın olağan sonuçlarından biridir.

Tanzimatla birlikte, milli yapımızla hiçbir yakınlık belirtmeyen bir

ayrı medeniyet düzenine girme çabaları, geçirdiğimiz krizin kök

sebebidir. Tanzimat bir medeniyetin ve onun bir tezahürü olan

devlet düzeninin, millet hayatında yüzyıllarca süren bir oluşuma

dayandığı gerçeğinin bir tarafa itilmesi hareketidir ve bugüne

kadar süregelen bunalımın başlangıç tarihidir. Tanzimat’tan bu

yana düzenin kurumları gibi, aydınlar da bir ayrı medeniyete göre

şartlandırılmıştır. Hiçbir içtimai dayanağı olmayan ve hiçbir ilmî

esas taşımayan bu zorlama, değiştirilen kurumlarla birlikte aydını

da bunalıma sürüklemiştir. O tarihten günümüze kadar geçirilen

değişimler, devrimler esasta Tanzimat hareketinin uzantısı olduğu

için bu bunalım gittikçe büyüdü, çoğaldı. Bir buçuk asra yakındır

bir başka cins aydın imal etmek için çaba gösterilmiş,

değiştirilemeyen, değiştirilmesi de imkânsız olan halkla, bu

okumuşlar arasında derin bir uçurum açılmıştır.

13


Böylesine ters şartlandırılmış bir neslin ortaya koyacağı sanatın da yine

halkla ilişki kuramayacağı tabidir. Bin yıldır bağlı bulunduğumuz bir

medeniyete ve onun sanat geleneğine aykırı olarak kurulmaya çalışılan

bu şartlanmış sanatın millî esprimize aykırı oluşu, sanatçı ile milleti ve

dolayısıyla edebiyatla okuyucuyu birbirine küstürmüştür.

Tanzimat’tan sonra edebiyatımızın, sanat geleneğimizi kendi esasları

üzerinde geliştirmekten çok, batıya yönelmesi, okuyucu ile sanatçı

arasındaki ilişkilerin kopmasında önemli rolü olmuştur. Hâlbuki yaygın

kanaat, Tanzimat’tan sonra halkla sanat arasında bağ kurulmuş olduğu

merkezindedir ve daha önceki dönemimiz edebiyatının ancak bir

zümreye hitap ettiği, geniş halk kitlesiyle temas halinde olmadığıdır. Bu

kanaat yanlıştır. Tanzimat sonrası sanatının aktif politika içerisinde

bulunması, onun aktüalitede olması bu sanatın millete mal olduğu,

benimsendiği anlamını taşımaz. Burada yeri gelmişken, sanatın, isterse

davası halkçılık olsun, millî vakıaya, kendi milletinin medeniyetine

dayanmadıktan sonra; yani sosyal problemlere cevabı yine kendi

bünyesi, varlığı içerisinde aramadıktan sonra, milletçe gereken ilgiyi

göremeyeceğini söyleyelim.

Aslında, sanatın aydın olmayan geniş halk kitlelerindebüyük ilgi

görmesi mümkün değildir. Bu dünyanın her yerjnde böyledir. Büyük

sanat, daima belli bir zümre, bir aydın sınıf tarafından okunmuştur,

sevilmiştir, tutulmuştur. Edebiyatın ortamını yitirmesi, okuyucuyu

bulamaması, bu aydın sınıf tarafından okunmaması, ilgi görmemesi

şeklinde anlaşılmalıdır. Şimdi bu gerçeğe dayanarak, çok önemli bir

noktaya temas etmek istiyoruz.

14


Tanzimat sonrası düzen gerçek aydını yetiştirecek nitelikte olmamıştır.

Düzeni millî yapıya aykırı; fikir, sanat ve politika ortamı şartlandırılmış

olan bir ülkede, ciddi aydının yetişmesi ancak bir rastlantı olabilirdi. O

dönemden bu yana şartlı düzene uygun olmayan birkaç aydın

yetişebildiyse hep bu rastlantı sonucu olabilmiştir. Onlar da bu gidişi

engelleyici ve her şeyi aslına uygun olarak yeniden düzenleyici

imkândan uzak bulundurulmuşlardır. Bu baskı düzeni, tarihimize,

evrensel sanat esprimize bağlı bir neslin yetişmesini engelleyici bu

tutumunu hâlâ değiştirmemiş olduğu için ne yerli bir edebiyat

kurulabilmektedir ve ne de bu edebiyatı izlyecek, ona sahip çıkacak bir

aydın nesli yetişebilmektedir.

Bütün dava asırlarca yoğurduğumuz ve kendimizin de içinde yoğrulduğu

medeniyetimize uygun bir aydın nesli yetişmesidir. Bu nesil yetişirse,

onun ortaya koyacağı sanat, yani Tanzimat’tan beri ters olarak

şartlanmış ortama ve edebiyata karşı çıkan, farklı ve yeni bir sanat

ortaya koymaktır. Ancak o ilgi görebilir ve millete mal olabilir.

(Mehmet Akif İnan - Edebiyat ve Medeniyet Üzerine 1972)

15


KALEMİN UCU

Yazmak iletişimi sağlamak, bilgi aktarımı yapmak , saklamak amacıyla

bir araya gelmiş semboller bütünüdür. Fakat yazmak bundan mı ibarettir?

Yazmak ancak bir resmi belge veyahut sayfalarca olan ders kitapları mıdır?

Sizleri bilmem ama yazmak bana bunlar dışında her şeydir. Yazmak

benim doktorumdur en ufak canım yansa koşa koşa ona gelirim.

Kocakarıların asırlık defterindeki merhem tarifidir. Yazmak bir çocuğun

cumartesisi , ihtiyarın bayramıdır. Şu kalemi aldım mı elime hiçbirini

tanımaz heyecanım. Evvela bakarım kağıda, ne yazsam diye. Sonra kendime

isyan ederim. Yahu ne arıyorsun ? Bir Kağıdın bir kalemin var otur ister

dünyayı yaz ister geceyi. İkisini de İstemezsen bir tutam kendini yaz. Sonra

kalemim alır başını gider. Gittikçe yazar .Öyle kafasından da değil yüreğim

konuşur o yazar. Kendileri yarışırlar. Sonra bakarım ne yürek susar ne de bu

kalem durur. Tüm dertlerini bir kağıda yüklerler. Kağıdında hakkını yemem,

onca yüke gıkı çıkmaz. Yük dediysem öyle sayfalarca değil , bazen iki kelime

yan yana geldi mi dünyanın yükü oluverir. Bazen yazdıktan sonra pamuk

gibi hissederim. Derdim tasam kalmamış gibi, bazen de yorgun hissederim

koca bir yüzleşmeden haksız çıkmış gibi. Yine de pes etmem yazmaktan.

16


Yazarken içimde iki farklı insan oluyor biri tüm güçsüzlüklerimi

yazıp kurtulmamı istiyorken biri ömür boyu içimde bir gizemim olsun

istiyor. Berzah alemine kadar sırlarım Eşlik etsin , kendimle bile

paylaşmayayım istiyor. Bu isteklere ne ölçüde cevap verebilirim onu

bilemiyorum.

“Söz kulağa yazı uzağa gider.” Buradaki uzak sizin için nedir? Bir ada,

uçsuz bucaksız bir deniz, Afrika'da bir kabilenin yaşadığı yer. Hangisi?

Benim için yine hiçbiri. Defterimi kapattığım an ise hepsi. Yazımı yazdıktan

sonra ben nereye istersem oraya gider. Bazen hiç tanımadığım birine, bazen

Hiç bilmediğim bir yere , bazen de en iyi bildiğim kendime. Buna karar

vermek o anki hislerime bağlı oluyor. yazdıklarım biraz sitem oldu. Kağıda

döküldü kuş oldu ama yazmak da zaten tam da böyle bir şeydir. Yazmanın,

kendini karşılık almadan, kimse kınamadan , günah sevap, iyi kötü, güzel

çirkin kavramları olmadan anlatabileceğin tek yer olduğunu, içimde

birikenler beni yıkmadan öğrendim. En azından içimi kağıda dökmeyi,

onun bana sırdaş olabileceğini öğrendim. Yazımı Ali Fuat Başgil'in “Kişinin

kıymeti dilinin altında kalemin ucunda gizlidir. Onu söz ve yazı açığa

vurur.” sözleri ile bitirmek istiyorum. Kaleminizin ucunun hiç bitmemesi

dileğiyle.

Seher ÖZER

17


Öğretmenlikle ilgili anı

RENKLERİN SUSKUNLUĞU

Soğuk bir rüzgâr titretiyor bedenimi. Sınıfa dolan uğultu eşliğinde bahçede koşuşan

çocukları izlerken, onlarla tanıştığım ilk gün pencerenin camına aksediyor. Bursa’ya

atanmış gencecik sınıf öğretmeninin bomboş bavulu, biriken anılarla nasıl da

bedeninin ağırlığını aşmıştı. Bursa’daki öğretmenliğim esnasında Çalıkuşu’nun

Feride'siydim sanki. Sınıfım ‘sevgi’ kelimesinin yansıması olan gölgelerle doluydu.

Meslektaşlarım Öğretmenler Günü, Anneler/ Babalar Günü gibi özel günlerin

kutlanmasına alışkındır da Sevgililer Günü'nün kutlanmasına ilk kez kendimde tanık

oldum. Öğrencilerimin tahtaya özenle yazdıkları, çiçeklerle süsledikleri kutlama

yazısını silmeye kıyamamıştım. Sabah derse girerken yaşadığım bu şaşkınlığı,

teneffüste sınıfımıza gelen başka sınıftan bir öğrenci yaşıyordu:

- O sizin sevgiliniz değil ki, öğretmeniniz. Niye kutluyorsunuz Sevgililer Günü'nü?

Kulak misafiri olduğumu fark etmeksizin diğeri cevap verdi:

- O bizim sadece öğretmenimiz değil ki, o bizim sevgili öğretmenimiz.

İşte bu sevgili öğrencilerimle birlikte geçirdiğimiz anlarda mutluluk deryasına yelken

açıyor, günün sonunda içi dolu ağlarla limana yaklaşıyorduk. Üzerimdeki beyaz

gelinlikle ayrıldığım o limanda ardımda sallanan eller Sinop’a uzanan yoluma ışık

tutmuştu. Sinop’ta yeni görev yerimde gençlere, ihtiyarlara, askerlere ve mahkûmlara

okuma yazma öğretiyordum. Öğretmenler Günü'nde beni, yorgun bedenine ağır gelen

kocaman çiçeğiyle karşılayan seksen yaşlarındaki teyzemi hatırlıyorum.

Mahcubiyetimi anlatmaya çalıştığım sırada tebessüm dolu dudaklarından kelimeler

titreyerek dökülmüştü:

- Hoca hanım kızım, ömrümüzde ilk defa bir öğretmenimiz olmuş, bırak bugünün

tadını biz de çıkaralım.

18


Çalıkuşu Sinop’taki cezaevinden, askeriyeden sallanan eller; yaşlılarımızın

dilinden dökülen dualar eşliğinde Somalili öğrencilere Türkçe öğreten bir okula

konmuştu. Kastamonu’nun bu şirin ilçesinde Türkiye ve Somali bayrakları

yanyana dalgalanıyor, öğretmenlerce okunan İstiklal Marşı'mızdan sonra Somali

Millî Marşı yüz on erkek öğrenci tarafından coşkuyla okunuyordu. Tek kelime bile

Türkçe bilmeyen bu öğrencilerin zaman geçtikçe marşımıza aynı coşkuyla eşlik

ettiklerini, şakalaşıp, tartıştıklarını hatta programlar düzenlediklerini gördükçe

dalların meyveye durmasının mutluluğunu yaşıyordum. Somalili öğrencilerim,

Kastamonu’daki son günlerinde beni okulun kapısında takım elbiseleriyle

karşılamış, tüm gün kendimi bir balonun prensesiymişim gibi hissettirmişlerdi. İşte

o gün öğrencilerimden biri usulca yanıma yaklaştı.

- Renklerimiz farklı fakat bize çok iyi davrandınız, teşekkür ederiz, dedi. Ben de

aynı ses tonuyla karşılık verdim:

- Renklerimiz farklı mı? Ama ben bunu hiç fark etmemiştim.

Şimdi her biri İstanbul’un çeşitli üniversitelerinde tıp, uluslararası ilişkiler,

öğretmenlik eğitimi alıyor. Geçtiğimiz yaz Kadıköy sahilindeki buluşmamızda çay

servisi yapan beyefendi akıcı konuşmaları sebebiyle kendilerini tebrik ettiğinde

öğrencilerimin bakışları üzerimde toplandı. İçlerinden Sait, beyefendinin övgü

dolu konuşmasına karşılık verdi:

- Bizi değil öğretmenimizi tebrik edin öyle ki biz Türkçeyi ondan öğrendik.

Sevginin konuştuğu yerde renklerin sustuğunu da...

Berru ULUSOY

19


Orhan Kemal

Mehmet Raşit Öğütçü, tercih ettiği adıyla Orhan

Kemal 1. Dünya savaşı henüz başlamışken, 15

Eylül 1914’te Adana’da doğdu. Bebeklik ve ilk

çocukluk yılları insanlık tarihinin bu karanlık

dönemine denk gelmişti. Bereketli Adana’nın kirli

Fransız postalları tarafından işgali üzerine ailesi

ile beraber Anadolu’nun farklı bölgelerine göç etti.

Babası Abdulkadir Öğütçü aktif bir siyasetçiydi ve

ve bu nedenle çeşitli sebeplerden 11 ay hüküm yemiş akabinde ailesini de

yanına alıp önce Suriye ardından Beyrut’a giderek, burada yaşamını

sürdürmüştü. Orhan Kemal hayatının bu yıllarını ‘’Baba Evi’’ adlı otobiyografik

eserinde anlattı. Daha sonra lise öğrenimini yarıda bırakarak tek başına

Adana’ya döndü. Çalıştı kendi ayaklarının üzerinde durmayı başardı. Edebi

hayatına çok büyük katkıları olacak bu dönemini ‘’Avare Yıllar’’ ile

ölümsüzleştirdi.

Orhan Kemal esasında toplumun yetiştirdiği bir kalemdi. Büyük sıkıntılar çeken

bir ailede, vatanından uzak büyüyen ama yüreğinde hep vatan sevgisi besleyen;

doyduğu şehre değil doğduğu şehre aidiyet duyan bir gençti.

Nazım Hikmet’e hep bir yakınlık duyan yazar, gençliğinde onun şiirlerini okur

başucuna onun kitaplarını koyardı. Ona öykünerek yazdığı şiirlerle doluydu

defteri. Askerliğini yaparken Marksizm üzerine düşünmeye başladı nitekim o

dönem Nazım Hikmet’in kitaplarının sansüre uğradığı yıllardı. Bu düşünceleri bir

şekilde tezahür etti ve 5 yıl hapisle cezalandırıldı. Hayatının baharında aldığı bu

ceza onun için bir kâbustu, üstelik evli ve bir kız çocuğu babasıydı Orhan Kemal.


Ancak kader cilvesini ona karşı yapmıştı. Bursa Cezaevi’nde Nazım Hikmetle

tanıştı ve cezasının 3,5 yılını burada onunla geçirdi. Anılarını ‘’Nazım Hikmet’le

3,5 Yıl’’ adlı eserinde yazdı. İlkin cezasını kâbus olarak değerlendirdiyse de bu

hadise onun düşünce hayatının dönüm noktası olmuştu. Nazım Hikmet onu şiir

üzerine değil öykü üzerine ehemmiyet vermesi konusunda öğütleyerek Türk

Edebiyatı’na eşi benzeri olmayan bir kalem kazandırmıştı. Adanalı emekçinin,

Anadolu’da ki beli bükülmez köylünün, İstanbul’un cefalı fabrika işçilerinin sesi

oldu. Onların sorunlarını ve sıkıntılarını, çoğunun göz ardı ettiği gerçeği, bir tokat

gibi okurunun yüzüne vurdu. O artık edebiyatımızın ‘’Üç Kemal’’ inden biriydi.

Orhan Kemal’in kitaplarını okurken bir gerçekle karşı karşıya olduğunuzun

farkına varırsınız. Daha ilk birkaç sayfasında sizi geçmişe, bir tarlada kavurucu

Güneş’in altına bazen de fabrika dumanıyla sarılmış bir şehrin sokaklarına

götürür. Bu sizi sarıp sarmalar ve uzun süreli bir tesirin altına sokar. ‘’Bereketli

Topraklar Üzerinde’’ kendini bu tesire, akıcı ve yer yer hüzünlendiren yer yer

gülümseten bir hikâyeyle bırakmak isteyenler için nadide eserlerden birisi.

Roman bir türküyle başlar ve yine aynı türküyle son bulur:

‘’Enginli yüksekli kayalarımız

Gamınan yoğrulmuş binalarımız

Doğurmaz olaydı analarımız’’



Hikâye üç arkadaşın para kazanma umuduyla Ç. köyünden Adana’ya gitmek

üzere trene binmesiyle başlar. Ortak amaçları köye gaz ocağıyla dönmektir gaz

ocağı romanda bir metafor olarak kullanılmıştır. Üç arkadaştan İflahsızın Yusuf

daha önce Sivas’ta ırgat olarak çalışmış, evli ve iki çocuk babasıdır. Diğerlerinden

daha çok görmüş geçirmiş bir karakterdir. Pehlivan Ali ise diğer ikisinden yaşça

küçük olmasına rağmen adından anlaşılacağı üzere daha iri yarıdır. Diğer ikisine

kıyasla daha cahildir ve nişanlıdır. Köse Hasan ise bir çocuk sahibi kendi halinde

yaşamış kafasında hep köye döneceği zaman kızına alacağı toka ve tarağın

hayalini kuran genç ve cılız biridir. Ç. köyünün bağlı olduğu sancaktan olan bir iş

adamının Adana’da pamuk işleyen bir fabrika kurduğu bilgisini alan üç arkadaş

Yusuf’un sözleriyle: ‘’Köylüsüyüz, insan kendi köylüsünü atıp ele iş vermez.’’

düşüncesiyle fabrikaya varırlar ama umdukları gibi olmaz. Para, hatırın yerini de

almış en düşük yevmiyeye en sessiz, rüşvete susan işçiler çalıştırılır hale

gelmiştir. Yazar burada bir sistem eleştirisini çarpıcı bir şekilde karakterleri

üzerinden yapar. Bir şekilde fabrikada işe girmeyi başarırlar her biri farklı bir

bölüme çalışmak üzere yollanır. Orhan Kemal bu kısımda öylesine bir betimleme

kullanmıştır ki o fabrikanın soğuk havası iliklerinize kadar nüfus eder. Tabi ki

anlatımda ki bu başarı yazarın daha önce bir fabrikada ırgat olarak çalışmasından

kaynaklanmaktadır.

Köse Hasan çalıştığı bölümde aşırı soğuğa maruz kalır bundan ötürü rahatsızlanır

ve yatağa düşer. Bir lokma ekmek umuduyla zehir gibi şartlara itilen işçinin

durumu burada tesirli bir şekilde Hasan’ın durumu üzerinden verilir:

‘’ Kuru eli yastığın altına gitti, kazandığı ilk parayla kızı için alıp sakladığı yeşil saç

tokası ve kırmızı tarağı Yusuf’a uzattı. Eli yorgana düştü. Pehlivan Ali kocaman

yumruklarını sıkmış, öfkeyle bakıyordu. Hemşerisi Hasan’a değil, onu bu hale

getiren devire devrana, kahpe feleğe…

Onlar giderken Hasan yine onları kayırarak:

‘’Ne yapsınlar? Onlarınki de ekmek derdi, geçim derdi. Gözü çıksın.’’

23


Daha sonra karakterlerimizin yolu birer birer ayrılacak. İnşaatlarda, tarlalarda

süren bir ekmek derdine tanık olacak, köyden şehre gelen hayatların çeşitli

nedenlerle savruluşuna şahitlik edeceksiniz. Bu üç arkadaştan yalnızca bir

tanesi köyüne dönebilecek ve gaz ocağına sahip olacaktır. Ama o da artık

eskisi gibi değildir, gurbet onu değiştirmiş ona yeni bir kimlik kazandırmıştır:

’Sen eski sen değilsin ki. Gurbete düşersin sıla çağırır, sılana kavuşursun

gurbet el eder, şehir yerinde eyleşmeye alışan adamı köy yeri sıkar. Bir kez

yolun gurbete düştü mü yuğ elini kendi kendinden.’’

Romanda yazarın verdiği asıl alt metin bu gurbet sıla ilişkisidir. Olaylar bunun

üzerine kurulmakla birlikte, Orhan Kemal kendi yaşadığı çağda olan ve ne yazık

ki hala devam eden bir soruna dikkat çeker. Daha önce zikrettiğim gibi kendisi

sıla hasretiyle kavrulmuş bir yürek taşımıştır. Nice Yusuflar, Aliler, Hasanlar

tanımıştır. Onlardan duydukları ve kendi hissettikleriyle çok derin ve anlamlı bir

toplum eleştirisi yapar. Orhan Kemal’in davası ekmek için gurbete gitmek

zorunda kalanların davasıdır. Onun davası bereketli topraklara doymak uğruna

gelen ve yiten insanların davasıdır.

‘’Çukurova’da bahar harikadır! Gök masmavi, kırmızı topraklar yemyeşildir!

Çukurova’nın bereketli toprağına dört kilo çiğit at, seksen kütlü, yani pamuk

versin.’’

Çukurova toprakları bereketli topraklardır bu topraklar üzerinde olup da tek

derdi ekmek olan herkese bu topraklar yeter. Ancak kahramanlarımızın da

başına geldiği gibi insan hırs ve tutkuya yenik düşer ve ekmek için geldiği yerde

ekmeği unutur.

24


Daha sonra karakterlerimizin yolu birer birer ayrılacak. İnşaatlarda, tarlalarda

süren bir ekmek derdine tanık olacak, köyden şehre gelen hayatların çeşitli

nedenlerle savruluşuna şahitlik edeceksiniz. Bu üç arkadaştan yalnızca bir

tanesi köyüne dönebilecek ve gaz ocağına sahip olacaktır. Ama o da artık

eskisi gibi değildir, gurbet onu değiştirmiş ona yeni bir kimlik kazandırmıştır:

‘’Yayımlanmadan önce, çeşitli ırgat, usta, usta yardımcısını toplayarak bir gece

sabaha kadar okudum onlara. ‘Pardon’ dediler, ‘Bu bu kadar olur.’ Bütün

anlattıkların doğru. Eksik bile. Bu topraklarda öyle işler olur ki aklın durur. Sana

anlatsak bir değil beş roman çıkarırsın.’’

Edebiyatımızda her zaman emeğin, umudun, insanlığın yanında tavır alan

Orhan Kemal, bu eserinde insan eliyle kurulan çarpık düzenin insanı

yozlaştırışını en çarpıcı şekilde okurunun beğenisine sunar. O yaşanılanları

yazan, yazdıkları yaşanan bir dehadır.

‘’Enginli yüksekli kayalarımız

Gamınan yoğrulmuş binalarımız

Doğurmaz olaydı analarımız’’

Kadir KADAKAL

25


Ne acı siir .

özlemek seni

Güneş tepedeyken gülersin

Ağaçlara bakarsın gökkuşağını seyredersin

Ne güzel resim çiziyor tanrı dersin,

Sonra derin bir iç çekmeden anlarsın

Gece gelip çatmıştır kapına

Ve o zaman kendi yalnızlığına dönersin,

Şişeler dolunca izmaritlerle

Orda bir sen kalırsın bir de gece

Ve bakarsın kendi resmine iç çeke çeke,

Sonra annen gelir aklına

Ve sen resmedersin kahverengi gözlerinle

Ne acı şiir özlemek seni,

26


Annen resmeder seni sen anneni

Gece yaşarsın sevgisizlik denen cehennemi

Oysaki görmüştün anlattığı her masalda cenneti,

Ortadoğu’da yalnızlıklar böyledir

Hiç kimse söyleyemez burada özlemini

Burada insanlar yalnız şişelere damıtır derdini,

Sen daha doğmadan bellidir

Bir aydan fazla duramazsın kendi evinde

Gurbettir burada çizen senin en acı resmini,

Her duvarından acı akan bu ülkede

Yaşamak en büyük zaferdir

Mavilere yazdığın susup söyleyemediklerinle,

Neden şimdi ellerimiz cebimizde

Ve kesindir ki yüreklerimiz yerinde değil

Dolaşıyor ağlayan çocukların gözlerinde,

Lakin tükenmez kalemle çizilmiştir

Her birimizin kalbinde oturan umutları

Görüyor o da gözlerimizde

Biliyor elbet bir gün çıkacağını.

Ferhat BALKAYA

27


Keder

dört bir yanım keder

kahvaltı tabağına eklediğim

birkaç zeytin bile lüks,

içtiğim bir bardak çay bile fazla,

yalnızlığımla süslenmiş masaya

bir sandalye bile.

kışın ortasında

üzerime aldığım ceket bile fazla bana,

taş yollarda yürürken giydiğim çarıkta,

susuzluktan kururken

dudaklarıma değen bir damla su da.

uzandığım döşek,

kafamı koyduğum yastık,

bedenimi sardığım yorgan

bile istemez oldu beni artık.

yollardan yürüdükçe

28


çiçekler solar oldu,

yetişkinler kaçışır,

çocuklar ağlar.

kargalar doluştu göğe,

bulutlar kaplar oldu her yeri.

geçtiğim her yeri

leşimin kokusu bürüdü

tek bir canlının sağ kalmasına bile izin vermedi.

dört bir yanım keder

ağzımdan dökülen sözler,

bakışlarım,

duruşum.

kaçıyor insanlar bir bir

ne etsem bilmem

dört bir yanım keder.

İlayda ÖZ

29


Bir İstanbul Sabahı

Bir kış sabahı uyandım İstanbul'da.

Gök sisli, yer sisli.

Martılar, sabah telaşında,

Vapurlar, Marmara Denizi'nin gümüş sularında.

Altın güneş, bir makas gibi yarıyor tülden sisleri.

Gülhane Parkı'nın kuşları bu sabah pek mahzun, pek sessiz.

İnsanlar ise hayat-ı hervelede,

Kıyamete kadar katiyyen bitmeyecek olan bir hervele...

Martılar, insanlar, tramvaylar, vapurlar, arabalar;

O sabah, sükûta ermeyenlerdi, bu sisli İstanbul sabahında.

Ağaçlar çoktan sükûta ermişti,

Sonbaharda yapraklarını saçmıştı yerlere, tıpkı birer inci gibi.

Ama hayır, sarı yapraklar bir yakut gibi duruyordu hala, ağaçların diplerinde.

Asıl inci, onlar değildi meğer.

30


Sisin alâmeti belli oldu altın güneş, göğün tepesine çıktığında.

Öğle vakti gelmiş; asıl inciler, ortaya çıkmıştı.

Pamuktan gelinler gibi duran bulutlar, sükûtunu bozmuştu.

İnci kadar saf ve beyaz karlarını döküyordu yerlere.

Sanki pamuk bir gelinlikten dökülen inciler gibiydi kar taneleri.

Kısa süre içinde İstanbul'a, inciden bir gelinlik diktiler pamuktan gelinler.

İstanbul'un her yanını örtmüştü bu saf ve beyaz inci gelinlik.

Sis bulutu gitmemişti ama

Bu gelinliğe, tülden bir duvak olmaya karar vermişti.

Göklerde uçan grili beyazlı martılar ise gümüş bir taç olmuştu bu saf, temiz ve masum geline.

Ebrar KOÇ

31


Habib Baba Sultan 4. Murad zamanında ismi pek bilinmeyen bir Allah

dostu imiş. Yaşlı, gariban, fakir bir insanmış. Uzunca bir

Rivâyet

yolculuğun

ardından nihayet İstanbul’a varmış. Yorgunluğunu, üzerindeki tozu

toprağı temizlemek için bir hamam gitmiş. Fakat o gün hamamı Sultan

4. Murad’ın vezirleri kapatmış, sadece vezirler hamamda imiş.

Habib Baba hamama girmek isteyince hamamcı Baba’yı içeri sokmak

istememiş. Padişahın vezirleri içerideler, hamamı kapattılar ihtiyar

diyerek Baba’yı reddetmiş. Fakat Habib Baba ısrar etmiş, ”ben bu tozlu

bedenle Allah’a nasıl ibadet ederim evlat, ben böyle ibadet ederken

utanıyorum” demiş.

Hamamcı da insaflı, merhametli bir insanmış. Baba’yı kırmamış;

hamamın en sonundaki odayı göstererek; ”Baba vezirlere görünmeden

çabuçak yıkan, paradan istemem senden, yeter ki vezirler farkına

varmasınlar.”

Habib Baba çok sevinmiş, yıkanmaya başlamış. Çok vakit geçmeden

bir müşteri daha gelmiş. Onunda üstü başı tozlu, topraklı, fakir gariban

bir o kadar da cüsseli, boylu, poslu, yakışıklı biriymiş. Bakmayın fakir

biri dediğime, o adam vezirlerini kontrol etmek için kılık kıyafetini

değiştiren Sultan 4. Murad.

32


Hamamcı ilk başta içeriye sokmak istememiş padişahı. Sultan Murad ısrar

etmiş; aman hamamcı ben bu şekilde ibadet etmekten utanıyorum. Üstüm

başım toz, toprak. Lütfen izin ver yıkanayım demiş. Hamamcı dayanamamış,

padişaha da Baba’nın yıkandığı en son odayı göstermiş. ”O odada da bir ihtiyar

yıkanıyor, sende beline peştemali sar, çabucak yıkan. Aman ha sakın ola

vezirler görmeye sizi.” demiş.

Sultan Murad, kapıdan içeri girmiş, usulca selamını vermiş, yıkanmaya

başlamış. Bu arada içeriden vezirlerin sesleri de gelmektedir. Vezirler kendi

aralarında güzelce eğleniyorlarmış. Baba’nın gözü bir ara hamam arkadaşının

(padişahın) sırtına takılmış. Arkadaşının sırtı epey kirlenmiş. Tabi kılık kıyafet

değiştiren padişahı Habib Baba tanımamış.

Yumuşak bir sesle; ”Evladım, sırtın epey kirlenmiş, istersen sırtını keseliyeyim”

demiş. Bu teklife padişah çok ama çok sevinmiş. Çünkü ömründe ilk defa

padişah olduğunu bilmeden, sadece insan olduğu için yardım eden biriyle

karşılaşmış. Teklifi kabul etmiş padişah. Baba bir güzel padişahın sırtını

keselemiş.

Padişah teşekkür etmiş ama kuru bir teşekkürle yetinmek istemeyip, ben de

senin sırtını keseliyeyim baba, böylece ödeşmiş oluruz demiş ve Habib

Baba’nın sırtını keselemeye başlamış.

Padişah; ”Baba duyuyor musun içerideki eğlence seslerini, Şu hayatta Sultan’a

vezir olmak varmış.” Bak adamlar ne güzel eğleniyorlar demiş. Benle sen ise iki

hırsız gibi gizlice burada yıkanıyoruz.” demiş.

Habib Baba; ”Be evladım Sultan Murad dediğin kimdir? Sen asıl Alemlerin

Rabbi’ne kendini sevdirmeye bak! O seni sevince; sırtını bile Sultan Murad’a

keselettirir!”

33


• Wolfgang Amadeus Mozart

İnsan Hikâyesi

"Böyle bir yetenek 100 yıl boyunca bir

daha gelmez.”

Joseph Haydn

Kutsal Roma İmparatorluğu'na bağlı Salzburg'da doğan Mozart,

olağanüstü yeteneklerini erken yaşta göstermeye başladı. Beş yaşında

piyano ve keman konusunda yetkin hale gelmiş, beste yapmaya

başlamıştı ve Avrupalı kraliyet ailelerine konserler veriyordu. 17

yaşında Mozart, Salzburg sarayında müzisyen olarak görev yapmaya

başladı ama orada tatmin olmayınca daha iyi bir pozisyon aramak

üzere seyahatlere çıkmaya başladı. 1781'de Viyana seyahati sırasında

Salzburg'daki görevinden ihraç edildi. Bunun üzerine Viyana'da

kalmaya karar verdi. Viyana'da daha meşhurdu ama maddi

güvencesi daha azdı. En ünlü senfonilerinin, konçertolarının ve

operalarının birçoğunu ve Requiem'in bazı kısımlarını Viyana'daki

son yıllarında besteledi. 35 yaşında öldüğünde Requiem henüz

tamamlanmamıştı. Ölümüyle ilgili ayrıntılar hâlâ tartışma

konusudur.

Bestelediği 600'den fazla eserin birçoğu senfoni, konçerto, oda, opera

ve koro müziğinin zirve noktaları olarak kabul edilir. Mozart tüm

zamanların en önemli klasik bestecileri arasında sayılır ve Batı

müziği üzerindeki etkisi çok derindir. Ludwig van Beethoven ilk

eserlerini Mozart'ın gölgesinde bestelemiştir.

34


| Mozart'ın ölümünden sonra 1819 yılında

Barbara Krafft tarafından yapılan portre |


Hâkim, kaza yaparak birkaç kişinin ölümüne yol

açan bir şoförün ehliyetini iptal edince, şoför:

-Aman hakim bey, diye sızlanmış. Benim

yaşayabilmem, şoförlük yapmama bağlı.

Hâkim cevap vermiş:

-Başkalarının yaşaması da sizin şoförlük

yapmamanıza bağlı.

1Nükte

36


Eski-Ce

Şükran,

memnuniyet ve

minnet

Müteşekkir

Dağılma, bulaşma,

başkalarına geçme

Sirayet

Namütenahi

Sonsuz, ucu

bucağı ve nihayeti

olmayan

Bir işi yapan en iyi kişi,

işin ehli, uzmanı ve en

yetkili kimse

Feriştah

Mukadderat

Yazgı ve kader,

meydana gelmesi

kaçınılmaz olan durum

Görmezden gelme,

vazgeçme, dikkate

almama

Sarfınazar

37


Tarihte Bir Gün

- 21 Temmuz 1969 -

"[Bir] insan için küçük, insanlık için büyük bir adım"

Neil Armstrong

16 Temmuz günü Florida'nın Merritt Island kasabasında bulunan

Kennedy Uzay Merkezi'nden Saturn V tarafından fırlatılan Apollo

11, NASA'nın Apollo projesinin beşinci insanlı uçuşuydu. Daha

önceki uçuşlardan ikisi Ay çevresinde uçmuş ve biri Dünya

yörüngesinde Ay'a iniş manevralarını gerçekleştirmişti. Roket

tarafından fırlatılan uzay aracı üç bölüme sahipti: üç astronot ve

erzaklarının bulunduğu Komuta Modülü, yön değiştirme amacıyla

yakıt ve motorların bulunduğu Hizmet Modülü ve bunların yanı sıra

Ay Modülü. Uzay aracı fırlatma roketi tarafından Ay rotasına

sokulduktan sonra ikisi birbirinden ayrıldı ve uzay aracı üç gün

boyunca Ay yörüngesine girinceye dek yoluna devam etti. Burada

Armstrong ve Aldrin Ay Modülü'ne geçti ve Ay'ın Dünya'ya bakan

tarafında bulunan Sessizlik Denizi'ne iniş yaptı. Astronotlar araç

dışındaki iki buçuk saat da dahil olmak üzere toplamda yaklaşık

21,5 saat boyunca Ay yüzeyinde kaldı.

Ay'a ayak basarken Armstrong "[bir] insan için küçük, insanlık

için büyük bir adım" ifadesini kullandı. İniş canlı yayınla

aktarıldığından bu söz dünya çapındaki insanlar tarafından

duyuldu. Apollo 11 Uzay Yarışı'nı fiilen bitirdi ve ABD başkanı John

F. Kennedy'nin 1960'ların sonuna kadar Ay'a ulaşma hedefini

gerçekleştirmiş oldu.

38



Okuyucu Notları

“İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi

bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve

mümkünse birkaç mantıklı cümle

söylemelidir.”

- Goethe

Eser gönderimi için;

kelamdergisii@gmail.com


Fatih Abdülhakim GÜL

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!