Yazın-8
ARNAVUTKÖY ANADOLU LISESI ELEKTRONIK OKUL DERGISI - 2021 GÜZ DÖNEMI- 1. SAYIYAZINe-Dergi“Sonbahar sanattır, digerlerimevsim…”Cemal Süreya
- Page 2 and 3: ARNAVUTKÖYANADOLU LİSESİYARATICI
- Page 4 and 5: DIBACEGüz dönemine ağaçtan dü
- Page 6 and 7: S A N A T I N M E V S I M I S O N B
- Page 8 and 9: OKULMÜDÜRÜMÜZLERÖPORTAJ-Merhab
- Page 10: ARNAVUTKÖYANADOLU LİSESİGeleceğ
- Page 13 and 14: Eylül romanının incelemevideosun
- Page 15 and 16: Bir eflatun doğdu cumhuriyetin dah
- Page 17 and 18: YARATICI YAZARLIK KULÜBÜAŞİYAN
- Page 19 and 20: Which “bird nest“ is so could b
- Page 21 and 22: Z kuşağı çocukları teknolojiye
- Page 23 and 24: DİPÇE“Roma İmparatorluğu’nu
- Page 25 and 26: Korkma, sönmez bu şafaklarda yüz
- Page 27 and 28: İstanbul yıllarında, memuriyetin
- Page 29 and 30: Candan Erçetin - Onlar Yanlış Bi
ARNAVUTKÖY ANADOLU LISESI ELEKTRONIK OKUL DERGISI - 2021 GÜZ DÖNEMI- 1. SAYI
YAZIN
e-Dergi
“Sonbahar sanattır, digerleri
mevsim…”
Cemal Süreya
ARNAVUTKÖY
ANADOLU LİSESİ
YARATICI
YAZARLIK KULÜBÜ
YAZARLAR
Anıl AYDOĞDU
Semanur KARABULUT
Doğa Kayra EFEOĞLU
Bünyamin YAŞAR
Demet BEDİR
Helin GÜLERYÜZ
Melisanur EDİK
İlayda TANIKOĞLU
Elif ÇETİN
Muhammet Ali DUYURUCU
Sevde Nur TOSUN
Sultan DOĞAN
Nurşah AYÇİL
Aslı Medine TAYAN
Resim
Melisa Nur Edik
Esmanur ÇELİK
Fotoğraf
Elif Büşra OK
Nisa ÖZKAN
Editör
Yunus YİĞİT
İÇİNDEKİLER
DİBACE ..............................................................
SONBAHAR GELİYOR ŞİİRİ..............................
sanatın mevsimi sonbahar.........................
aal tanıtım videosu ...................................
Okul müdürümüzle röpoRtaj....................
aal TANITIM METNİ ......................................
EYLÜL ROMANI İNCELEMESİ .............................
DOĞU’NUN YEDİNCİ OĞLU KARAKOÇ............
AŞİYAN MÜZESİ..................................
A WİNDOW ON THE PEACE MELANCOLİA ........
SADECE BİR KUŞAK MI.............................
LAVİNİA...................................
DİPÇE ..........................................
İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ.....................
MEHMET AKİF ERSOY...................................
DIBACE
Güz dönemine ağaçtan düşen bir yaprak gibi düşen “Yazın” dergisi
çıkmış bulunmaktadır sayın okuyucular. Dergimiz adını yazmaktan alıyor.
Kelime anlamına bakarsak pek bir büyüsü yok lakin ekibimiz için anlam
ifade eden bir isim. Dergiyi Arnavutköy Anadolu Lisesi çıkarmakta, emeği
geçen isimleri dergi kapağında görmüş olacaksınız.
Yazın ekibi olarak dergiyi çıkarmakta asıl amacımız siz değerli okurlarımıza
az da olsa bir seyler katmak, keyifli zaman geçirmenizi sağlamaktır.
Edebiyatımızda “Akbaba, Papirüs, Çınaraltı” gibi önemli dergiler
vardır. Tabi o seviyede bir dergi çıkarmamız mümkün değil ama en azından
güzel bir edebi eser ortaya koydugumuza yürekten inanıyoruz.
“Yazın” dergisinin hedefi her yeni sayısında bir tık seviye yükselterek,
deneyim kazanarak ilerlemektir. Dergimiz elektronik dergi olup herhangi
bir basımı olmayacaktır. Sebebi ise biraz modern çağa uymak, biraz da
pandemi sürecinden ötürü. Bu sayı “Yazın” dergisinin henüz birinci sayısıdır.
Çıkarmayı hedeflediğimiz ilkbahar sayısıyla tekrardan siz okurlarımızın
karşısına çıkmayı amaçlıyoruz.Peki ben kimim?
Ön sözü yazan kim?
Dergi içeriğinde beni şiirlerimle, şair kimliğiyle tanıyacaksınız. Yazmayı
çok seven birisi olduğumdan dolayı ön söz görevini de ben üstlenmiş
bulunmaktayım. Kendi çapımda iyi yazdığımı düşünürüm lakin siz
okurların düşüncesi daha önemli, umarım beğenirsiniz. Ekibimizin fotoğraf,
video çekimleri, hikaye, makale, müzik ve şiir gibi farklı alanlarda
çalışmaları olacaktır.
İyi okumalar dilerim.
SONBAHAR GELIYOR
Upuzun bir yolda yürüyorsun usulca,
Nedir bu düşünceli halin anlat bana.
Sonbahar mı sıkıyor içini?
Yoksa ölümü mu hatırlatır,
Bu mevsim sana?
Kulak ver bu anlattıklarıma.
Sende bir ağaçtasın,hayat ağacında,
Sende düşeceksin ağaçtan,
Bir yaprak misali,
Sen de tadacaksın elbet,
Her nefsin tattığı gibi.
Sonbahar mı hatırlatır ölümü sana,
Dökülen yapraklar bir ders verir mi şahsına?
Kondun ama göçüceksin bu diyardan,
Bir daha hiç dönmemek şartıyla.
Anıl AYDOĞDU
10/A
S A N A T I N M E V S I M I S O N B A H A R
Sonbahar sadece yaprakların
sararıp dökülmesi, yağmurun öylece
yağması mıdır? Yapraklar besin
alamadığı için mi dökülür ya da
kırmızı, sarı renge bürünmesi yeteri
kadar güneş ışığı alamadığı için mi?
Evet bunlar doğanın bir gerçeği.
Tabii ki doğru olanlar bunlar ama
sonbahar mevsimine sadece bu bakış
açısı ile bakmak doğru olmaz. Benim
için sonbahar her yıl yaşanan sanattır.
Yağan o yağmur... Birbiri ardınca
düşen kırmızWı, sarı, turuncu
yapraklar... O eşsiz toprak kokusu...
Bunlar bile sonbaharın ne kadar da
güzel olduğunu anlatmaya yetiyor.
Kimisi sonbaharın yağmurundan
kaçar, şemsiyesini açar. Kimisi
ise birkaç damlanın yere düştüğünü görsün ıslAhuzur dolar
içi. Ağaçlardan usulca süzülen yaprakların gün gelip tekrardan
yeşereceğini bilir. Yani ümit etmektir sonbahar, ümit içinde bekleyiş
biçimidir. Biraz özlemdir, hüzünle yıkanmaktır düşen damlalar
altında. Tüm bu karmaşık duyguları aynı an da hissettiren
sanattır. Cemal Süreya’nın bir sözü vardır: “Sonbahar sanattır,
diğerleri mevsim.” Ne kadar da doğru bir söz. Hangi mevsimde bulabiliyoruz
tatlı bir esinti ile yağan o yağmuru? Hangi mevsimde
kırmızının, turuncunun tonlarını bir arada görebiliyoruz? Hangi
mevsimde düşen her bir yaprakta, damlada ümidi diliyoruz?
İnsanın kalemi, kağıdı alıp bir şair ya da yazar olası
geliyor. Tarif edilemeyecek bu güzellik nasıl kağıda
dökülebilir ki gerçi. Anlatmaya kalksak beceremeyiz
belki. Bu yüzden her bir gelişinde onu yaşamalıyız. Soğuna aldanmadan
sokaklara çıkıp doğasıya ıslanıp hayal etmeliyiz.
Ardından gelecek o güneşi, yaşanacak umut dolu yarınları.
Kısaca sonbahar umuttur, içinde doğan ümit ışığıdır, huzurdur,
yarını hayal edebilmektir, huzuru yaşamaktır, sevebilmektir, sevinçtir,
her bir duyguyu bir arada yaşamaktır, eşsiz güzelliği görüp
mutlu olabilmektir, içinde biriken hüznü, çaresizliği mutluluğa çevirebilmektir,
hem hüzünlenmek hem tebessüm edebilmektir, yağmurun
şarkısını dinleyebilmektir. Sonbahar; sanattır, sanatın mevsimidir.
MELİSA NUR EDİK-10/A
ARNAVUTKÖY ANADOLU LİSESİ
Her sabah bir okulun yolunda yürümek; her gün yeniden bir hikaye yazmaktır.
OKUL
MÜDÜRÜMÜZLE
RÖPORTAJ
-Merhabalar sayın müdürüm nasılsınız?
Hüreyya Alan: İyiyim çocuklar sizler nasılsı-
nız?
-Bizler de çok iyiyiz okul dergimiz için sizinle
bir röportaj yapmak istiyoruz. Talebimizi kabul
ettiğiniz için
teşekkür ederiz.
-Ne zamandır bu okuldasınız?
Hüreyya Alan: 6 yıldır bu okuldayım.
-Önceden ne olmak istiyordunuz?
Hüreyya Alan: Önceden eczacı olmak istiyordum
lisedeki hayalimdi.
-Müdürlük mesleğine nasıl ulaştınız?
Hüreyya Alan: Üniversitede felsefe bölümü oku-
dum. Öğretmen olarak atandım. Öğretmenlik
kazandıktan sonra müdür yardımcılığı sınavına
girdim. Oradan da müdürlük sınavına girdim
böylece müdür oldum.
-Ana branşınız nedir?
Hüreyya Alan: Ana branşım felsefe bölümü.
-Kaç yıl öğretmenlik yaptınız?
Hüreyya Alan: 20 yıl öğretmenlik yaptım.
-Kaç yıldır müdürsünüz?
-Okulumuz sizin için ne ifade ediyor?
Hüreyya Alan: Çok şey ifade ediyor. İyi ki bu-
raya gelmişim iyi ki sizler varsınız.
-Ne gibi hedefleriniz var?
Hüreyya Alan: Hedeflerim çok büyük. Arnavutköy’de
okulumuzu 1. yapmak büyük ihtimalle
başardığımızı düşünüyorum. Daha
sonra Gaziosmanpaşa’daki Gaziosmanpaşa
Anadolu Lisesi ve Suat Terimer Anadolu Lisesi
gibi okulumuzun seviyesini o dereceye
çıkartmak onlarla yarıştırmak. 3. aşamada
da Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi ve Beşiktaş
Anadolu Lisesi veya Şişli Anadolu Lisesi,
Nişantaşı Anadolu Lisesi gibi ünlü liselerle
yarışmak hedefim.
-Günün kaç saati okuldasınız?
Hüreyya Alan: Sabah 7’den akşam 7’ye kadar
okuldayım. Toplam 12 saat aşağı yukarı.
-İkili eğitim hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hüreyya Alan: İkili eğitim Türkiye’nin bir
yarası. Hiçbir okul hiçbir öğrenci ikili eğitimle
eğitim görmemeli.
-Okulumuzun akademik başarısını arttırmak
için ne düşünüyorsunuz?
Hüreyya Alan: 10 yıldır müdürüm.
Hüreyya Alan: Bu öğrencilerin seviyesi ile ilgili bir
olay aslında. Bir de öğretmen kalitesi ile alâkalı.
Çok yönlü bir olay var burada yani sadece öğrencinin
başarılı olması yetmez aynı zamanda iyi bir öğretmen
kadrosunun olması ve ailenin ekonomik sosyolojik ko-
şullarının da iyi olması gerekiyor.
-Kariyerinizde gelecek planınız var mı?
Hüreyya Alan: Kariyerdeki gelecek planım meslek ola-
rak okul müdürlüğünden sonra ilçe müdürlüğü veya
Ankara’nın merkezinde daire başkanı olmak.
-Okulumuzda yapmak istediğiniz
etkinlikler nelerdir?
Hüreyya Alan: Okula yapmak istediğim etkinlikler
bana kalsa spor etkinlikleri bilim, şenlikleri, Erasmus
projesi hatta ve hatta fizik öğretmenlerinin iknâ edebilirsem
kendi elektriğini karşılar duruma getirebil-
mek bu gibi faaliyetler ve etkinlikler yapmak isterim.
-Gerçekleştirebilecekleriniz hangisi?
Hüreyya Alan: Yani spor etkinlikleri okul bahçesinde
sınıflar arası müsabakalar futbol, basketbol müsabakaları
yapabiliriz münazara, bilgi yarışması yapa-
biliriz. Bizim gerçekleştirmekte zorlanacağımız şey
okulun kendi enerjisini karşılayacağı rüzgâr gülü
yapmak.
-Z Kuşağının geleceği belirlemekteki
rolü ne olacaktır?
Hüreyya Alan: Şu Z kuşağı denilen şey bana göre
safsata. Öyle bir kuşak yok. Kuşaklar arasında tabi ki
farklar var. Her kuşak kendi yüzyılı kendi asrına göre
yaşar. Buna uygun fikirler geliştirir. Şu anda internetin
olduğu, bilgiye ulaşmanın kolay olduğu bir çağ-
da Z kuşağının hızlı yaşaması bilgiye hızlı ulasması
tabi ki onlardaki değişikliği hızlandırmaktadır. Onu
da anne ve babalar anlayamamaktadır ve buradan
uyumsuzluk doğmaktadır. Ancak bana göre Z kuşağı
harika bir kuşak! Gerçekten dünyayı değiştirebilecek
bir kuşak olarak
görüyorum.
-Okulumuza ne gibi katkıda
bulundunuz?
Hüreyya Alan: Saymakla bitmez. Hatta oku-
lun sitesinde var. okul için yaptıklarım okulu
tanıyalım bölümünde var. Yani kütüphanesin-
den tutun bahçenin asfaltlanması, sıraların,
perdelerin yapılması okulun boyası, çatının
yapılması, öndeki ağaçlar, arkadaki ağaçlar
bahçede bir tane bile ağaç yoktu. Hepsi ben
tarafından yapıldı.
-Gençlere Tavsiyeleriniz nedir?
Hüreyya Alan: Çalışsınlar, çalışsınlar, ça-
lışsınlar... Neden derseniz biz Almanya’da
yaşamıyoruz, biz Japonya’da yaşamıyoruz,
biz Amerika’da yaşamıyoruz. Onlar kadar iyi
olabilmemiz için ya da dünyayı yöneten bir
toplum olabilmemiz için çok çalışmamız
gerekiyor.
-Bu okulda yaptığınız en iyi şey nedir?
Hüreyya Alan: Okula yaptığım en iyi şeylerden
bir tanesi okul kütüphanesinin yapılması.
4280 tane kitap var orada ve her öğrenci-
nin istediği an ona ulaşabiliyorlar. Kitaplar
pahalı olduğu için Türkiye’de her aile bunu
alamıyor bu açıdan da okul kütüphanesinde
olması ve çok zengin içerikli olması benim
için çok önemli
iyi ki de yapmışım.
-Bize zaman ayırıdğınız için teşekkür ederiz.
Hüreyya Alan: Ben de sizlere teşekkür ederim
gençler.
Başarılar.
SULTAN DOĞAN
MELİSA NUR EDİK
10/A
ARNAVUTKÖY
ANADOLU LİSESİ
Geleceğin Dünyasında Sen de Yerini Al
Okulumuz 2010 yılında Arnavutköy
Anadolu Lisesi olarak Eğitim-Öğretim
vermeye başlamıştır.
İlk mezunlarını 2014 yılında veren
okulumuz; 2021-2022 Eğitim-Öğretim
yılına1634 öğrencisiyle devam etmektedir.
Amacımız; Öğrencilerimizi ilgi,
yetenek ve başarılarına göre yüksek
öğretim programlarına hazırlamak ve
öğrencilerimizin yabancı dili, dünyadaki
bilimsel ve teknolojik gelişmeleri
izleyebilecek düzeyde öğrenmelerini
sağlamaktır.
Ayrıca genel ahlak kurallarını çok iyi
benimseyen, paylaşımcı, kendi çıkarları
için değil, toplum bilinciyle çalışan bireyler
yetiştirebilmektir.
Çalışmalarımızda, öğrencilerimizin
zekâlarını en üst düzeyde
kullanabilmelerini hedefliyoruz.
Bilgiyi değil; bilgiyi elde etme yollarını
öğretiyoruz. Her öğrencimize sosyal
statü ayrımı yapmaksızın eşit
yaklaşımımızla onların özgüvenlerini ön
plana çıkartıyoruz.
Biliyoruz ki kendine güvenen, girişimci,
sosyal
bireyler toplumu daima daha üst
seviyelere taşıyacaktır.
EYLÜL
Eylül, Servet-i Fünun dönemi
yazarlarından Mehmet Rauf tarafından
kaleme alınan ve Türk edebiyatının ilk psikolojik
romanı olarak kabul edilen eserdir.
1900 yılında Servet-i Fünun dergisinde
yayımlanan eser 1901 yılında kitap halinegetirilmistir.
Eylül romanının inceleme
videosunu, okulumuz 10-A sınıfı
Semanur KARABULUT tarafından
dinlemek için linke tıklayınız.
DOĞU’NUN YEDİNCİ OĞLU
KÖŞE
Sen geldin benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin
Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir
yağmurdu
Bulutlar geldi altında durduk
Konuştun güneşi hatırlıyordum
Gariptin yepyeni bir sesin vardı
Bu ses öyle benim öyle yabancı
Bu ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı
Sen geldin benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin
Sezai Karakoç
22 Ocak 1933 tarihinde dünyaya gelen Sezai Karakoç,
16 Kasım 2021 tarihinde aramızdan ayrıldı.
Bir eflatun doğdu cumhuriyetin daha ilk yıllarında.
Tarihin taşlara yazıldığı kent Diyarbakır’da. Sezai
Karakoç onun adı. Çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle
ilçelerinde geçen Sezai Karakoç, ilkokulu 1944’de
Ergani’de bitirdi. Daha sonra Maraş ortaokuluna
kayıt oldu 1947’de burayı bitirerek Gaziantep’te
yatılı lise eğitimine başladı, 1950’de mezun oldu.
Lise hayatı boyunca felsefeye ilgi duydu ve felsefe
okumak istediği için İstanbul’a gitti. Kendi parasıyla
okuyamayacağını anlayınca parasız yatılı bölümü
bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girdi.
Şayet sınavı kazanmazsa felsefe öğrenimi görecekti.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
kazanarak başladığı yüksek öğrenimini 1955’de
fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamladı.
Daha sonra İstanbul’da Gelirler kontrolörlüğü yaptı
ama birçok kez istifa etti 1973’ten bu yana hiçbir resmi görev almadı. İstanbul’da Diriliş
Dergisi’ni kurdu, 1990 yılında ise “Güller Açan Gül Ağacı” sembolüyle Diriliş Partisi’ni kurdu.
Yedi yıl Partinin Genel Başkanlığını yürüttü. Ancak Parti 1997’de iki genel seçime girmediği
için kapatıldı. 2006 yılında kültür bakanlığı özel ödülü gibi birçok ödül kazandı ama hiçbir
ödülünü almadığı söylenir. Ve Sezai Karakoç tüm bunlardan sonra şiirlerine odaklanır.
Onun şiiri metafizik bir şiirdir. Şair kendinden memnun olmalı: “Eser’in şairini
sevinçle titretmesi demek bu. Şair eserini sevmeli...”(1988, s.83) Memnunluk
ilkesinin temeli, sevinçtir. Yaşama sevinci değil “yaşatma sevincidir.” Kitaplarında
geçmez ama 16 yaşında yazdı ilk denemesini Sabır, “kader dokudu kilim; ser
odaya!” der bu yazısında. Usta derler ona. Ustanın bir sözü de şudur: “Peygamber
çiçeğinin aydınlığında ara/Sana doğru uzanan ellerimi.” Bu yazısını bir yılbaşı
gecesinde yazar, bense bembeyaz bir gökyüzüne bakarken bir gece yazıyorum bunu.
Çok sevilir Mona Roza şiiri, ne anlatır bu şiir ne hissettirir? Tek güldür onun aşkı
ama çok güzel bir gülün bile ömrü sayılıdır. Usta gülleri çok seviyormuş galiba değil
mi? Alev alev sardı etrafını aşk ama bir türlü kavuşamadı Beyaz gülüne. Onun için
ölüm son değildi ve vefat etti bir güz günü, onu sadece insanlar değil doğa da andı
dökülen yapraklarıyla. Bir mayıs çiçeği olarak doğdu, bir güle aşık oldu, bir güz
yaprağı olarak gitti ve o benim için bu soğuk karlı gecede ellerime düşen bir kar tanesi.
Mehmet Ali ÇAĞIRIR-10/A
AŞİYAN MÜZESİ
Aşiyan Müzesi 1905 yılında
yapılmaya başlamış olup 1906
yılında kullanılmaya hazır hale
gelmiştir. Tevfik Fikret’in de
1906 ve 1915 yılında yaşamını
sürdürdüğü bilinen bu ev,
Tevfik Fikret’in vefatından
sonra bir süre kullanımda
kaldıktan sonra maddi
geçim sıkıntısı nedeniyle eşi
tarafından öğrenciler için
kalma yeri olarak kiraya verilmiştir.
Daha sonrasında Hasan Ali Yücel ve Lütfi Kırdar tarafından
bu sanat dolu evin müzeye çevrilmesi kararı alınmıştır. Bu kararın
alınmasının ardından 1945 yılında Tanzimat Edebiyatı ve Edebiyat-ı
Cedide döneminin önemli sanatkâr isimlerinin eşyaları sergilenmek
üzerine toparlanmıştır. Ve yine 1945 senesinde müze Edebiyat-ı
Cedide ismiyle ziyarete açılmıştır. Tevfik Fikret’in mezarı da 1961
senesinden sonra bu müzeye defnedilmiş ve müzenin adı Aşiyan
Müzesi olarak değiştirilmiştir. Şu anda da Tevfik Fikret’in yaşadığı
bu ev Aşiyan Müzesi olarak insanların ziyaretine açıktır.
Tevfik Fikret, oturduğu bu evin mimarisini kendisi yapmış ve
Farsçada “yuva” anlamını taşıyan aşiyan kelimesini eve uygun
görmüştür.
YARATICI YAZARLIK KULÜBÜ
AŞİYAN MÜZESİ GEZİSİ
A WINDOW ON THE PEACE AND MELANCHOLIA
Which “bird nest“ is so could be more interesting than? Is there anyone
know Aşiyan? What does it mean? İt is the museum where the
grave of Aşiyan Tevfik Fikret is.
I think this museum is carries on the spirit of Tevfik Fikret. He
is a writer of melancholia and revolution of literature. He is not only
poet also he architect,teacher,writer etc. Even he drew a Aşiyan’s
plan. When I see this house view of the window, I think that man is
wonderful. Please wait and think, a window on the peace.
That’s so beatiful…İn my opinion he has a lot perfect poem but
none as fascinating as ‘Sis’. He was thinking of İstanbul like a person
when he writed this poem. And this poem was very beatiful so Abdülmecit
tabularise it . The painting of ‘Sis’ in Aşiyan museum now.
When I see this painting, I fell in love. I look this painting so long.
It was so meaningful for me. I felt like in the painting. Sea’s voice, in
my head .
I’m in the boat and I looking at the mosque . I don’t know what
to say just I feel very different. Finally, I want to say about a Aşiyan’s
window. To me that’s window is like autumn. When people looking
at the window they can see’s more than a view. They can see happiness,
sadness, melancholy, hurtlessness and more.
When you look at the window, you can feel like a Tevfik Fikret
You will feel that understand to him. İf you say ‘ You wrong, I feel
nothing’ wait and just want to more than what you now see. Because
thats only way at understand the writer of melancholia…
Semanur KARABULUT
10-A
Sadece Bir Kuşak Mı?
Yüzyıllarca yaşamış̧ olan insan ırkı son zamanlarda yaşayabileceği bütün zorlukları üst
üste yaşamakta. İnsanlar; dünyanın dört bir yanını saran virüs, yangınlar, depremler, ekonomik
sıkıntılar ve küresel ısınma gibi çeşitli zorlukları atlatmak için çaba sarfetmekte. Halbuki
en büyük ve her daim peşimizde olan tek sorun psikolojik çöküntülerdir. Peki bu psikolojik
çöküntüleri en ağır yaşayanlar kimler?
Psikoloji her insanda farklı etkiler gösteren zihnin ve kalbin etkisini yitirdiği, insanın
kendisi dahil birçok şeyden soğumasını hatta nefret dahi etmesini sağlayabilecek bir düşünce
yapısıdır. Ağır bir şekilde bunu belli eden topluluk ise hepinizin bildiği Z Kuşağıdır. Z kuşağı
1997-2012 yılları arasında doğmuş̧olan genç topluma verilen bir lakaptır. Z kuşağı diğer adıyla
Z jenerasyonu farklı düşünce yapılarıyla son zamanlarda oldukça adından söz ettirmiş̧,
birçok kişiden onay almış̧ fakat bazı kişilerin kınayıcı bakışlarına da mağruz kalmışlardır.
Sosyal medyada herhangi bir olaya gösterdikleri tepki geleceğin elçilerinin ne kadar
savunmacı ve hak arayışında olduklarının kanıtıdır. Kimi zaman yaşanılan cinayetlere, kimi
zaman yapılan haksızlıklara ve benzeri şeylere sosyal medyadan verilebilecek en büyük tepkileri
göstermekle kendilerini bizzat belli etmişlerdir. Yaklaşık 2 yıldır hayatımızda bulunan
virüs sebebiyle yapılabilecek aktivitelerin azalması gençleri sosyal medyayı oldukça aktif
kullanıma yöneltmekle kalmamış̧bütün insan ilişkilerini, eğitim sistemlerini ve özgüvenlerini
ellerinden almıştır. Bu nedenle Z kuşağı çocukları sosyal medyanın hakimini ele almıştır.
Z kuşağı çocukları teknolojiye ve sosyal
medyaya olan yakınlıklarından dolayı
hayatlarını hızlı yaşamaya alışmışlardır.
Yaşadıkları dönem sebebiyle özgürlüklerine
ve bağımsızlıklarına son derece önem
verirler lakin Türkiye’de istedikleri özgürlükleri
kısıtlayan birçok durum ve vaziyet
vardır.
Psikolojilerine olan etkiden bir haber
olarak yargılanmaları ve bu nedenden dolayı
kendilerini ifade etme çabasına çokça
girmeleri Z Kuşağı çocuklarını agresif göstermekle
kalmamakta, tekrar tekrar tepki
görmelerine de neden olmakta.
Özgüvenlerinin ve bağımsızlığa verdikleri
önemin nedeni Z Kuşağı çocuklarının
analitik düşünce yapılarının ve problem
çözme konusunda iyi olmalarıdır. Kendi
hayatlarında verilebilecek en doğru kararın
şahsi olarak verebileceklerini düşünürler.
Ebebeyinlerin çocukları üzerinde
kurmaya çalıştıkları hakimiyet ve ele geçirmeye çalıştıkları özel hayatları onları daha çok
yalana sürükler. Bu hiç kimsenin hatası değildir, elbet bütün anne ve babalar çocuklarının
harika bir hayat sürmesini ister ancak bu amaçlarına onları kısıtlayarak ulaşamazlar.
Yapmaları gereken ve yapmanız gereken şey her bir bireyin kendi hak ve özgürlükleri olduğunu
hatırlamak ve ona göre davranmaktır. Amaç ne kadar Ebebeyinlerin görüş̧ açısına göre
doğru olsa da Z Kuşağı çocuklarına, her hangi bir vatandaşa olduğu gibi kendi fikir ve düşüncelerini
de sormaları gerekmekte. Böylece daha anlaşılır ve daha uysal bir yaklaşımla karşılaşılır.
Z Kuşağı çocuklarının önünü̈ kesmek meyve veren ağacı kesmek gibidir. Eğer meyveden
mahrum kalmak istemiyorsanız, ağacı sıkmayın ve onu koruyun. Anlaşılmayı her insan
hak eder, tıpkı Z Kuşağının hak ettiği gibi.Z Kuşağı çocukları bir kuşaktan öte daha çok tarihi
baştan yazacak bir topluluk gibidir.
Peki sizce Z Kuşağı SADECE BİR KUŞAK MI?
Sevde Nur Tosun
10/A
HİKAYE
LAVİNİA
O hep böyleydi işte. Saklanırsa
bir ihtimal karanlığı onu bulamazdı belki
diye düşünürdü. Bilmiyordu ki nereye
giderse gitsin onun, onunla birlikte geleceğini..
Karanlığının onun bir parçası
olduğunu.. Belki de biliyordu ama yine de
son çırpınışlardı işte bunlar. İhtiyacı olmadığını
hissedene kadar saklanacaktı.
Söyledim mi bilmiyorum ama karanlığından
saklanmakta olmasa da insanlardan
saklanma konusunda oldukça yetenikliydi,
küçükken saklambaç oyununu en iyi o
oynardı. E sonuçta tecrübeliydi baya bir..
Lara genelde bir kere saklandığı yere ikinci
kez saklanmazdı. Ama bu sefer ayakları
onu buraya getirmişti. Her zaman yaptığı
şeyi yapmış, ruhu gibi yere çöken bedenine
sarılmıştı. Bir nevi cenin pozisyonu
almıştı ama dönmek istediği yer çok ama
çok uzaktaydı.. Bacaklarına sarmış olduğu
küçük kolları, hıçkırıklarla sarsılan bedenini
sabit tutmaya yetmiyordu. Islak saçlarında
bir el hissedince duraksadı. Bu naif dokunuşun
kime ait olduğunu biliyordu, içi
yetmezmiş gibi şimdi de bu dokunuş tenini
yakıyordu. Kafasını yavaşça kaldırdı ve ona
şefkatle bakan kadına baktı. Bu anı daha
öncede burada yaşamıştı ama o zaman her
şey daha farklıydı. Mesela karşısında ki bedende
onun ruhunu yakan yanıklar yoktu.
Vücudundaki ateşi yağmur bile söndüremiyordu
ikisininde. Ama 15 sene önce o beden
sadece güvende hissettiriyor, huzur
veriyordu. Mesela o zamanlar yeşillikleri
örten capcanlı lavinialar solmuştu. Laviniaları
çok severdi Arya, giderken kendi ile
birlikte onlarında canlarını götürmüştü
beraberinde.. Her şey ölüydü, canlı olan
hiçbir şey kalmamıştı sanki. Hoş, o zaman
gökyüzünde parıl parıl parıldayan güneşi
kara bulutlar kapatmıştı, şimdi gökyüzü
bile ağlıyordu o naif kadının yokluğuna..
Elini kaldırıp dokunmak istedi Lara annesine,
yağmurun söndüremediği alevleri
o söndürmek istedi ama kolunu
kaldıracak gücü bulamadı kendinde..
Onun bu başarısız girişimi karşısında
sadece buruk bir gülümseme belirdi
dudaklarında Arya’nın..
Derin bir nefes aldı ve insana huzur veren
naif sesiyle, sessizliğinin içinde ki çığlıkların
nedenini sordu kızına. “Neyden saklanıyorsun
bebeğim?” Lara ağzını açtı, içindekileri kusmak
istedi. Ama tek bir kelime dahi çıkamadı
ağzından, oysa neler neler söylemek istemişti
ona. Arya bekledi, bekledi ve bekledi.. Cevap
alamayacağını anladığında kendince elinden
geldiği kadar bastırmaya çalıştı o çığlıkları.
“Her neyden saklanıyorsa saklansın, benim
güzel kızım her şeyin üstesinden gelecektir.
Bundan eminim.” Kızının gözlerinde gördüğü
ifade ile sesine de güven duygusunu yansıtmak
için elinden geleni yaparken “Güven
bana.” dedi. Güzeller güzeli kızının saçlarından
öptü. Ve son bir kez buruk ve bir o kadar
da güzel bir gülümseme bahşetti ona. Sanki
bir anlığına yağmur durmuş, lavinialar canlanmıştı.
Ama bir anlığınaydı işte, ona ayrılan
sürenin sonuna gelmişti artık Arya, yağmurun
beraberinde getirdiği sisin içinde kayboluyordu
yine. Bedeninin kontrol yetkisini sonunda
kazanmıştı Lara, bulabilmişti sesini, elini
annesinin arkasından ona yetişmek ister gibi
uzattı ama nafileydi. Arya yine yok olmuştu,
zamana bir kez daha nefret kustu içten içe..
“Güveniyorum” dedi dudaklarından bir
hıçkırık koparken. “Ben sana zaten güveniyorum
anne. Sadece..” yutkundu. “Son
verdiğin sözü de tutmalıydın. Anneler
verdiği sözleri hep tutardı. Sen demiştin
bana bunu. Neden bıraktın ki beni?” sitem
etti annesine bir kez daha, içinde büyüyen
acıyla ters orantılı olarak kısılan sesiyle..
DİPÇE
“Roma İmparatorluğu’nun baş kumandanı Titus Andronicus’un kızıydı Lavinia..
Dünyalar güzeliydi..Babasının aksine hayat doluydu..
Öldürmeyi değil, yaşatmayı severdi..
İyi kalpliydi, yardımseverdi, merhametliydi.. Titus’un savaşta olduğu birgün,
düşmanları Tamora’nın iki oğlu tarafından tecavüze uğradı..
Haber Roma’ya tez yayıldı..Titus savaştan döndükten sonra kızını kendi elleriyle
öldürdü..Şehrin uzağında bir tepeye gömdü..
Aylar sonra mezarının üzerinde bir çiçek çıktı..
O çiçeğe de Lavinia dediler..
Ölüm çiçeği demekti.
Ya da Misk çiçeği.
İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ
12
MART
1921
“Güftesi, Anadolu’da Millî Mücadele’nin devam ettiği sırada Mehmet
Âkif Ersoy tarafından kaleme alınmış şiirdir. Mehmet Akif’in
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin
yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa,
Hakk’a, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirir.
İstiklal Marşı, 12 Mart 1921’de Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi
tarafından İstiklâl Marşı olarak kabul edilmiştir. Bestesi Osman Zeki
Üngör’e aittir. Orkestrasyonu Edgar Manas tarafından yapılmıştır.”
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Ruhumun senden, ilâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli
O zaman vecd ile bin secde eder –varsa- taşım;
Her cerîhamdan, ilâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arş’a değer, belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
Mehmet Akif Ersoy
Fotoğraf: Engin Akyurt
MEHMET AKİF ERSOY
Türk milletinin duygularını, milli ve manevi değerlerini,
sevinçlerini ve üzüntülerini benimseyerek şiirlerine
katan vatan şairi; Mehmet Akif Ersoy. 20 Aralık 1873’te İstanbul’da
dünyaya gelmiştir. Babası, Arnavutluk’un İpek
kazasından, “Temiz” lakabıyla anılan müderris Mehmed
Tâhir Efendi; annesi ise, kökenleri Buhara’ya dayanan
Tokatlı bir aileye mensup Emine Şerife Hanım’dır.
Mehmet Akif, babası tarafından sıkı bir ahlakçı olarak
yetişti; doğrucu, hakperest ve dürüst şahsiyetinin ilk temellerini
de baba terbiyesinden aldı. Annesi Emine Şerife
Hanım da Akif’in karakterinde derin izler bırakmıştır.
İlk tahsiline babası Tahir Efendi’den aldığı lisan eğitimiyle
başlayan Mehmet Akif, iki yıl kadar Emir Buhârî
Mahalle Mektebi’ne devam ettikten sonra, 1880’de Fatih
Mekteb-i İbtidâîsi’ne girdi. Bu sırada bir yandan da “hem
babam hem hocamdır!” dediği Tâhir Efendi’den Arapça
derslerine devam etti. İlköğreniminden sonra Fatih’te
Otlukçu yokuşunda bulunan Fatih Merkez Rüşdiyesi’ni
iki yılda bitirerek Mülkiye Mektebi’nin idadi (Lise) kısmına
kaydoldu. Akif’in Rüşdiye tahsilinde en çok lisan derslerine
temâyülü vardı. Dört lisanda da (Türkçe, Arapça,
Acemce, Fransızca) birinciydi. O yıllarda şiir tutkusu bir
sevgi halini almıştır. Şiirle arası pek olmayan Tâhir Efendi,
oğlunun bu ilgisine ses çıkarmamış, teşvik de etmemiştir.
İlk okuduğu şiir kitabı Fuzûlî’nin “Leylâ ve Mecnûn”udur.
Babasının vefatıyla -hayata bir an önce atılmak
için- Edebiyat hocalığını İsmail Safa ve Muallim Nâci’nin
yaptığı okulun yüksek kısmının ilk sınıfında iken
Mülkiye Baytar Mektebi’ne geçmiştir. O sırada Büyük Fatih
yangını sebebiyle evleri yandığından birtakım maddi
sıkıntılar çekse de okulunu başarıyla bitirmiştir. İş
hayatına atıldıktan sonra Şam havalisinin çeşitli bölgelerinde
bulaşıcı hayvan hastalıkları üzerine çalışmalar yaptı.
Ordu için gerekli alımları yapmakla görevlendirildiği Şam
ve civarında Arabistan coğrafyasını ilk defa yakından tanıma
fırsatını buldu. Ayrıca, küçük yaşta başlayıp da tamamlama
fırsatı bulamadığı hafızlığını da bitiren Mehmet
Akif, şiir ve sanat anlayışının şekillenmesinde etkili olan
halkı ve köylüleri de yakından tanıma imkanını elde etti.
Bu seyahatleri esnasında, daha sonra Resimli Gazete’de
haklarında şiir yayımlayacağı İslam dünyasının kelâm, felsefe,
tefsir ve usûl-i fıkıh alanlarında tanınmış âlimlerinden
Fahreddin er-Râzî, Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâlî, Fars edebiyatının
en büyük şairlerinden Hâfız ve Sa‘dî-i Şîrâzî gibi
isimlerin eserleriyle meşgul oldu. 1895 yılından itibaren
Gayret, Hazîne-i Fünûn, Resimli Gazete, Mekteb, Servet-i
Fünun gibi edebiyat dergilerinde imzası görülmeye başlandı.
İstanbul yıllarında, memuriyetinin yanı sıra bir
yandan da Halkalı Ziraat ve Çiftlik Makinist Mekteplerinde
kitabet-i resmiye hocalığı yaptı. II. Meşrutiyet’in
ilanının akabinde (Ağustos 1908), Ebül‘ulâ Mardin
ve Eşref Edib’le birlikte, döneminin en önemli ilmî
ve fikrî yayını olup daha sonra tüm şiir ve yazılarını
yayımlayacağı Sırât-ı Müstakim dergisini çıkarmaya
başladı. Aynı yıl, İstanbul Darülfünunu Edebiyat Şubesi
Osmanlı Edebiyatı müderrisliğine de getirildi.
Bir yandan da, kısa bir müddet heyet-i ilmiye üyeleri
arasında bulunduğu İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin
Şehzadebaşı Kulübü’nde Arapça edebî eserler okutup
Arap edebiyatı ve tercüme usulü dersleri verdi.
Mesai arkadaşına yapılan haksızlıktan dolayı
1913 Mayıs’ında memuriyetten istifa ettiği gibi, aynı
yılın sonlarında, fikir ayrılığı dolayısıyla İstanbul
Darülfünunu’ndaki görevini de bırakmak durumunda
kaldı. 1914 sonbaharında, Teşkilât-ı Mahsusa’nın
görevlendirmesiyle Berlin’e giderek, İtilaf devletleri
safında savaşıp esir düşen Müslüman askerlerin kamplarını
ziyaretle, savaş sonrasında bağımsızlık yolunda
faaliyete teşvik eden konuşmalar yaptı. I. Dünya
Savaşı sonrasındaki ağır mütareke şartları, yaşanan
işgaller ve Yunanlıların İzmir’e asker çıkarması üzerine,
Milli Mücadele hareketine katılmak için, 1920 Şubatında
Balıkesir’e giderek Kuvayı Milliyecilerle görüştü.
Burada, Zağanos Paşa Camii’yle çeşitli yerlerde
halkı birlik ve direnmeye çağıran vaaz ve konuşmalar
yaptı. Hacı Bayram Camii’ndeki ilk vaazı üzerine,
Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’deki görevinden azledildi.
Biga’dan en yüksek oyu alarak mebus seçildiğinden
habersiz olan Âkif, Meclis reisi Mustafa Kemal Paşa’nın
teklifiyle Burdur’dan mebus seçilerek Meclis’e girdi.
Mebusluğu sırasında il ve ilçelerde halka ve cephelerde
askerlere Milli Mücadele’yi teşvik eden konuşma ve vaazlar
yapmıştır, ki bunların en önemlisi, Kastamonu’daki
Nasrullah Camii’nde verdiği ünlü vaazdır. Bu vaaz ve konuşmalar,
Anadolu’da çıkmaya başlayan Sebîlü’r-reşad
mecmuasında yayımlandığı gibi, risale şeklinde de
basılarak Anadolu’ya ve cephelere dağıtılmıştır. Bütün
bu çalışma ve gayretleri, kendisinin “Milli Mücadele’nin
manevi lideri” olarak anılmasını sağlamıştır.
18 Eylül 1920 tarihinde açılan milli marş güftesi
yarışmasına, konulan mükâfatın kaldırılması şartıyla
gönderdiği ve “Kahraman Ordumuza” ithaf ettiği şiiri,
700’ü aşkın şiirden bağımsız olarak, ebedi “İstiklal
Marşımız” ilan edildi. Kanunen kaldırılması mümkün
olmayan para mükâfatı da, Mehmed Âkif merhum tarafından,
fakir İslam kadın ve çocuklarına iş öğre-
Büyük Millet Meclisi’nin ikinci döneminde,
aday gösterilmeyen Mehmet Akif, Ekim 1923’te,
dostu Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a
gitti. Bundan sonraki iki yılda yalnızca kışları
Mısır’da geçiren Akif, 1925 sonlarında gittiği bu
ülkeden vefatı öncesine dek bir daha dönmedi.
TBMM’nin bir kararıyla, 1925’te, Diyanet İşleri
Başkanlığı, Mehmet Akif’e bir Kur’an meali yapması
teklifinde bulundu. Akif, mealini tamamlamasına
rağmen, bazı çekincelerinden dolayı teslim
etmeyerek, tercüme için verilen parayı iade etti.
Mısır yıllarında ayrıca Kahire’deki el-Câmiatu’l-Mısriyye’nin
Edebiyat Fakültesi’nde Türk
dili ve edebiyatı dersleri verdi. Ve 1933 sonlarında,
Safahât’ın son kitabı olan Gölgeler’i bastırdı.
Sıkıntılarla geçen on bir küsur yıllık Mısır
hayatında Mısırlı ilim ve fikir adamlarıyla
dostluklar kuran Mehmet Akif, 1935’te rahatsızlanarak,
hava değişimi için bir ay kadar Lübnan
ve Antakya’ya gidip geldi. Hastalığının
ağırlaştığı 18 Haziran 1936’da, gözünde tüten
vatanına/İstanbul’a döndü. Cuma günü Şişli
Sağlık Yurdu ve Teşvikiye Sağlıkevi’nde ihtimam
ile tanınmış doktorlardan Prof. Burhaneddin Bey
(Osman Tugan) ve İbrahim Osman Güçer’in refakatinde
müşahede altına alındı, tedavi edildi.
Bir müddet de Mısır Apartmanı’nda kaldıktan
sonra Prens Halim Bey’in Alemdağı’ndaki
Baltacı Çiftliği’ne götürüldü. Akif, bu çiftliğe
çekilip oturmayı daha Mısır’da iken düşünmüş,
kararlaştırmıştır. Zira Akif’in son yıllarında
en büyük korkusu “Mısır’da ölmek” ihtimali
oldu. Dostları, sevdikleri ile birer birer vedalaşan
şair son nefesini, çok sevdiği İstanbul’da
Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda, Âsım gibi
en önemli eserini kendisine ithaf ettiği vefakâr
dostu Fuad Şemsi Bey’in kucağında verdi (27
Aralık 1936). Resmî makamlardan gerekli ilgiyi
görmeyen cenazesi, üniversite gençliğinin ve
halkın yoğun ilgisiyle Beyazıt Camii’nden kaldırılarak,
Edirnekapı Mezarlığı’nda defnedildi.
Aslı Medine Tayan
10-f
GÜZ MEVSİMİ ŞARKILARI
Teoman -istanbul’da Sonbahar
Mevsim rüzgârları
Ne zaman eserse
O zaman hatırlarım
Çocukluk rüyalarım
Şeytan uçurtmalarım
Mor ve Ötesi - Sonbahar
Bir nefes aldım kendime geldim ki sonbahar
Evimin önünde hüngür hüngür ağlıyor
Aynaya baktım kendime sordum, eşsiz miyim?
Ayna ağladı yalan söyleyemedi
Ajda Pekkan- Sonbahar Rüzgarı
Düşen bir yaprak görürsen
Beni hatırla demiştin
Biliyorsun seni ben
Sonbaharda sevmiştim
Candan Erçetin - Onlar Yanlış Biliyor
Puslu soğuk hava
Dökülen yapraklar
En sevdiğim mevsimdi
Sarı sonbahar, artık değil
Sezen Aksu- Sonbahar
Alır gider beni sarı rüzgârlarıyla sonbahar
Gelir anılardan bir davet çocukluğum canlanır
Bir varmış bir yokmuş diye başlardı bütün masallar
Hani nerde o masum ve daha bozulmamış rüyalar
Nilüfer - Caddelerde Rüzgar
Caddelerde rüzgar aklımda aşk var
Gece yarısında eski yağmurlar
Şarkı söylüyorlar sessiz usulca
Özlediğim şimdi çok uzaklarda
Kargo - Sonbahar
Soranlar oldu, nerde bu yalnız sonbahar?
Günler geçti sonra geldi
Sonbahar
Uyudum, uyandım
Geldi sonbahar
“Hayat, sonbaharda çıtırdayan
yapraklardan sonra yeniden başlar.”
Arnavutköy Anadolu Lisesi
Yaratıcı Yazarlık Kulübü
YAZIN
e-Dergi -1