Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Ocak - Şubat 2021 Sayı: 17
ISSN: 2564 - 7059
ALİ HAYDAR GENÇ • BAKİ DEMİRTOSUN • BÜŞRA İNCE ATAK • ELVİN MUTALİBOĞLU • ÖZLEM ÇAYIR • FATMA TUNA •
FİLİZ TAPINÇ • FURKAN ŞİŞMAN • MERYEM SILA ŞAHİNER • HAMZA AKARSU • BEYZA YAZICIOĞLU • ÖZLEM TEZCAN •
SELİM HAKAN ÜLKER • ULAŞ ŞAFAK • ÜVEYİS İBRAHİM ÖNER • OGÜN PEÇENEK • ASİTÂNE • BESTE BEKİR • AZER
GÜDEN • SİBEL SENA DEMİR • YAKUP DİKER
Üveyis İbrahim Öner
1
Editör
Editör
Ogün PEÇENEK
Yazı İşleri Sorumlusu
Üveyis İbrahim ÖNER
Redaksiyon
Furkan ŞİŞMAN
Kapak Tasarım
Ayşe Gül TEZCAN
Tasarım
Muhammed ÖÇAL
Yayın Kurulu
Ogün PEÇENEK
Keziban Ertuğrul YILDIRIM
Üveyis İbrahim ÖNER
Muhammed ÖÇAL
İletişim
edebisandigim2016@gmail.com
Facebook: @edebiyatsandigim
Instagram: @edebiyatsandigim
Twitter: @SandDergisi
Ali Haydar Genç
Baki Demirtosun
Büşra İnce Atak
Elvin Mutaliboğlu
Özlem Çayır
Fatma Tuna
Filiz Tapınç
Furkan Şişman
Meryem Sıla Şahiner
Hamza Akarsu
Beyza Yazıcıoğlu
Özlem Tezcan
Selim Hakan Ülker
Ulaş Şafak
Üveyis İbrahim Öner
Ogün Peçenek
Asitâne
Beste Bekir
Azer Güden
Sibel Sena Demir
Yakup Diker
Dergimize yazı göndermek için
edebisandigim2016@gmail.com
2 Küpeşte
3 Bazı Şeylere Mektup
5 Türkümsün
7 Sen Ne Yıl Yaşattın Bizlere Dünya
8 Farkındalık Tutsağı
9 Nerde O Eski Limon Kolonyası
11 Kiraz Ağacı
12 Cavit Ondokuzoğlu "Artık Sizden Biriyim"
15 Gizemli Dört
16 Nedir Bu Edebiyat?
17 Nereye Gittiğini Bilmeyen Kuşak
19 Maviye Boya
20 Bir Anlam Katmıyorsun Artık Satırlarıma
21 Alternatif Bir Son
23 Bir Hemşirenin Kollarında Öldüm
25 Şehir Teslim Oldu
26 Anne Değil Telefon.
28 Aşkı Diri Tutan Duygu: Özlemek
30 Bir Şişe Hüzün
31 Ressamın Şiiri
32 Göç Bahçesi
Yazıların sorumluluğu sahibine aittir.
EDİTÖRDEN
Biz umuda yelken açan çocuklarız.
Katmer katmer büyüyen iç seslerimizin inadına başımız dimdik yürüyoruz. Güneşli, neşeli
günlerin hayalini pranga yaptık bileklerimize. Sözlerimiz sağır etti dilsizleri biliyoruz. Şu
kalbimizle aklımız arasında kalan boyun boşluğumuzda düğümlenen çaresizliği, bir tutam
şiirle yutkunmaya yeminli neferleriz.
Yorgunuz, asırlardır daldığım şu deryada bana yazılmış bir parça umudu bulmaya geliyorum.
Üstüm başım söz içinde…
Bizler uzun süre yoktuk kıymetli Edebiyat Sandığım ailesi, bizleri özlediğinizin farkındayız.
Bizler de aynı aşkla sizleri özledik. Yaşadığımız bu zor günlerde pandemik odalarımızda
kavuşmanın umuduyla geleceği düşledik hepimiz.
Bu sayımızda pandemi edebiyatının yanı sıra umutlu yarınların hayalini de kuruyoruz.
Anlamlı ve dolu dolu duygular içerisinde umuda sarılabilmeniz umuduyla…
Alevi düştü rıhtımın orta yerine umudun, sandığımızdan.
Bir sonraki sayıya kadar esen kalın.
Selam ve muhabbetle
ÜVEYİS İBRAHİM ÖNER
1
DENEME
Ali Haydar GENÇ
KÜPEŞTE
Her an, başka bir anın peşinden sürüklenir. Her anın, her kısmı bir parça gerçeklikle
kapına dayanır. Değiştiremediğin düşünceleri, geliştirmeye de yeltenemezsin. Neresinden
tutarsan tut bu eğikleşen gökyüzüne göstereceğin milyon çabaya rağmen; sabitlenir tüm evren.
Ben tavanın ardındakileri görebilmek, bu ciğerime saplanan boşluğu duyduğum her sesten
uzaklaşarak doldurmaya çabaladıkça hayat gösterdi ki değil boşluk, değil ardındakilerin
görüntüsünün flu hâle gelişi; istediğim her netliğin ve gerçekliğin sonunda kapıma yine aynı
hüzün çıkardı. Kilitlediğim bütün kapıların anahtarlarını parçaladığım halde istediğim ilk an
çıkabiliyordum. Eğer kapanların ve kafeslerin kendilerince bir dili olsaydı biliyordum ki onlar
da bu düşüşlere bir tekme vurma gayretinde olmazlardı. Bilseydim yaşanılanların görüntüsü
ve gürültüsünde parçalanacaktı tüm anılarım ve kaybolacaktı kaybetmekten korktuklarım;
yanaşmazdım hiçbir uçuruma. Uzatmazdım ayaklarımı suya, bağırmazdım ses tellerimden
utana sıkıla ve dayanmazdım bunca zorluğa inat yaşamaya. Birikerek ilerleyen bir kar kütlesinin
ortasında çalkanıp sonumu göremeden giderken; çarpma etkisine takılmadım hiç. Ben kütlemin
büyümesine, büyüdükçe her şeyden daha çok uzak kalmaya, uzaklaştırılmaya ve uzak durulacak
hale geliyor oluşuma takıldım.
Bir balığın kancasından, bir kuşun bağrından ya da bir çiçeğin en zarif dalından geriye
kalınca bir parça acı, bir parça sancı; hangi kütleyle, hangi sona yaklaştığımın önemi kalmıyor.
Önceleri, kendi asırlarımdan, aklımın şafağa başkaldırışından, geceyi tenhalaştırmalarından
çok önceleri tüm bunların sonunu ve başını kestirebiliyordum. Ortalara geldikçe bocalıyordum,
sonlara doğru dağılıyordum, başlangıcı göremeden yitiyordum. Şimdi artık hiçbir şeyden
emin değilim. Kök salsam yeryüzüne çürür giderim. Yeşerip uzasam kesilir en keskin
yerinden bileklerim. İnsan kendine biçtiği kaftanı, giyebilme cesaretini göstermek istiyor tüm
mağlubiyetlere inat; çöken bütün kara bulutlara bir aydınlık aydınlatmak istiyor. Tekerleri
patlamış araba gibi, ben kütlesi git gide büyüyen kar taneleri gibi, yokuşun yokuşundan inerek
hızlanan tüm acılar gibi sıyrıldım her şeyden. Sıyrıldım kendimden, kendime olan güvencimden,
inancımdan, inancıma ket vurulan kederlerden, kederimi süsleyen keşkelerden ve keşkelerimi
her daim sırtıma vuran kamberliğimden öte bir köy yok artık. Varıyla yoğuyla şu karmaşık ve
karamsar ruhuma ektiğim tüm ekinler, hasadı gelmeden kesilmeye mahkûm. İyisi mi, iyisini
düşünmeye yeltenmeden, rotayı da belirlemeden, demirleri de hiçbir zaman denize indirmeden
gitmek. Gökyüzünün yeryüzünü sıkıştırdığı, güneşin dağları kaldırdığı, suyun denizi öptüğü,
umudun ayağına sıkıldığı, geminin dümenini söküldüğü düzenden, öylece gitmek.
2
ŞİİR
Baki DEMİRTOSUN
BAZI ŞEYLERE MEKTUP
Herkesi sık sık seni çok seyrek
Annemi haftada bir arıyorum
Sana tuttum ha bu makam ha bu mülk
Zeytinin canına okudum buğdaya gün gün anlattım
Beter haberleri uzaklara
Seni bir dikişte kendime
Ey kalbimi çar çur eden ahu
Ekmeğe yemin kaşlarına teslimiz
Oturduğun yerde başlıyor dünya
Oturduğun yerde bitiyor dünya
Ayaklarına çamur sesine yumuşağım
Karşında çeyrek bir adam
Sıksan avucunun içinde yaşayabilen
Mesela serçe en çok bir fiske
Suça konu bazı şeyler var
Sende bulunmam bahane
Devlet şirktir mesela
Susmak kalabalık
Ellerin ayakların gömleğin bluzların
Sus payı gülümsemen
Asla diyen herkes haşat
Bari rujunu koklat be korkak
Şimdi kura çeksek ya da bir yerlerini pay etmeye kalkışsak
Çok belli İsrafil uykudan fırlayacak
Kapımıza balya balya adam yığılacak
Altımızdaki toprak sağa sola nazlanacak
Oturunca çok uslu bir eşya
Mesela tas mesela tef mesela tuzlu bir damla
Nar ağzına hayran incir tenine kurban
Çık bir kıyak
Dibimiz düşüyor
Sonumuz teneke
Adımıza piyango vursa
Serin yerlerine içimiz
Mıhlandığımız yer kaşların
Keşke sırtını sabunlayabilsek
Tembel yaka iki tişört alabilsek LC Waikikiden
Biliyorum bütün bunlar fazla saçma
Ama biz bu yerin mağduruyuz
Burada içimize kaçtı dünya
Çık biraz gel yukarılara
Bilmenin aptalıyız biz
3
Özlemek yenilmektir
Kavuşmak düzene ayak uydurmaktır
Aşk dersen oturur ağlarım
Aşk deyince ödüm kopuyor
Bu hayvan şehvet
Bu zavallı istek
Türkiye haritası çıkıyor bak
Tutup bir yol geldik
Reyhan kokuyordun ıtır konuşuyordun
Aşk demişken
Bir kerpiç durmadan suya koşuyor
Sustum bu defa çok başka
Bu defa göğsümde kaldı ellerim
Yastık bozuldu yatak dirildi
İçimin ağzı açık kaldı
Dağılmış kavunlara benziyordu tenin
Ellerini bir çırpsan kurtuluyordu birkaç Suriye
Hani yaprak gibi açardın ağzını
Hani yavaş hani dingin
Bir yerlerinden düşüyorduk
Sonra talan
Sonra feryat
Sonra figan
Nefsimiz küs hevesimiz daime biraz daha
Milim şaşmıyor şeytanımız
Hani canımız çekse memeler çöl
Ne zaman niyetlendiysek, şıp çekiyor ağzını gavurun kızı
Oturduğumuz sandalye mızmızmız
Önümüze şeytan çişi iki çay bıraktılar
Garson yavrum yanlış taraftasın
Peş peşe üç kere aynı şarkıyı çaldılar
Gücümüz yetmedi dördüncüsüne
Dersimizi kaptık hani
Sessizlik paylaştıkça azalan bir sermayedir
Konuşmak yalaka
Evvela şekli düzeltmeli
Kabul sıkı dayaklar yedik zamanında
Gerçek acılar çektik
Bana göre şimdiki kızlar hin
Ve ağızları kadife
Kimine göre 3 numara çocuk
Kimine ton isyan
Kakır kakır gülen
4
ŞİİR
Büşra İnce ATAK
TÜRKÜMSÜN
Şiirler yazayım diyorum;
Biraz kuşlar, biraz kelebekler katarım.
Belki ırmaklar, dağlar, ovalar…
Hatta akan sular, açan çiçekler...
Biraz gökkuşağı, biraz gökyüzü…
Sahi; gökyüzü mavilik,
Gökyüzü gülüşün,
Gökyüzü sen…
Lakin yetmez gökkuşağındaki renkler;
Göğsündeki Kırmızı beyazın şanına...
Yere göğe sığmayan,
Ayına, yıldızına, nazına…
Hilâline, çehresine kurban oluna…
İstiklâli uğruna canın feda, canım feda...
Zirâ yetmez bu coğrafya; bu dağlar,
Vatanımın toprağına…
Düşündeki Turan Sevdasına…
Kaç şiir, kaç mısra, kaç dize,
Veyahut kaç destan yeter heybetine?
Yetmez yağızlığına…
Yetmez Türk’ün deli kanına…
İşte Sen Türksün, Türkümsün…
Dağlardan kıskandığım;
Barut kokusuna sevdalandığım,
Turan düşüne; vatan gülüşüne vurulduğum…
Hırçınlığına, fırtınasına, intikam hırsına;
Ama mütemadiyen intikam hırsına tutulduğumsun…
Sen beklenensin,
Sen en çok beklediğimsin...
Zira Türk beklenendir;
Ve Türk hep gelendir…
Vaktinde, güneş gibi açan,
Yeri geldiğinde yağmur olup yağan
Ama her koşulda güven veren.
Her şartta sığınak
Her şartta koruyacak…
5
Sen beklediğim, en çok sevdiğim…
Emanetlerin sahibine emanetim…
Yuvam, ülkem, memleketim.. .
Sabrım, mükâfatım, özel harekâtım...
En özelim; çok, çok özlemim…
(Suriye'de görev yapan eşim Muhammed'e ithafen ️)
6
HİKAYE
Elvin MUTALİBOĞLU
SEN NE YIL YAŞATTIN
BİZLERE DÜNYA
Yarından yeni yıl başlıyor elbet
O zaman geçirek geçmişi özet
Şimdi geç karşıma sen bi dikkat et
Sana diyeceğim sözlere dünya
Sen ne yıl yaşattın bizlere dünya
Nasıl geçti bu yıl aklım almıyor
Bunu anlatmaya dilim varmıyor
Ancak senin hâlin de bozulmuyor
Bi utan koyduğun izlere dünya
Sen ne yıl yaşattın bizlere dünya
Nazar eyle beyazlayan tellere
Dert yüküyle kırdığın o bellere
Bir parça ekmeğe muhtaç ellere
Bak yerde sürünen dizlere dünya
Sen ne yıl yaşattın bizlere dünya
Çok dudak ağıtta, çok gözler yaşta
Ölüm adileşmiş, millet telaşta
Bir yan hastalıkta, bir yan savaşta
Dikkat! sana bakan yüzlere dünya
Sen ne yıl yaşattın bizlere dünya
Kalpler buz bağlamış, ateşe hasret
Koca şehit olmuş, yar eşe hasret
Evde tutsak kalan, güneşe hasret
Gam gelmiş dağlara, düzlere dünya
Sen ne yıl yaşattın bizlere dünya
7
ŞİİR
Özlem ÇAYIR
FARKINDALIK TUTSAĞI
Susuyordu tilki,
Sararmış yapraklar vardı üzerinde.
Konuşsa, bir bağırsa belki de bu kış bitecek…
Ruhu,
Ne kadar da puslu…
Kelimeler diye düşündü,
Sahi, ceplerinde bir mızıka mıydı hatıraları.
Güldü,
Sahte olan ne varsa, her şeye kusarcasına;
Sonra durdu,
Koşmanın âlemi yoktu,
Zaten yıllardır yerinden kımıldamamışken…
Korku yoktu içinde,
Ya yanlış anlaşılırsa düşleri,
Ya sevdikleri, kelimelerini algılayamazsa;
Ya anlayanı; tek bir deliyse ruhundaki,
Hayır, olmamalıydı…
Susmaktan, yerinde saymaktan daha kötüydü bu,
Tilki olmak, bir farkındalık olsa da
O her zaman büyük bir balıktı
Sularında kaybolan.
Denizkızı vardı, görmüştü;
Kendi sularında dibe batarak bir ölümdü, sonu.
Karada delirdiği soğuk bir kış gecesi değil!
8
HİKAYE
Fatma TUNA
NERDE O ESKİ LİMON
KOLONYASI
Limon kolonyasının kokusu sırtına bindirir taa çocukluğumdaki bayramlara götürürdü
beni, damağıma da bir şeker tadı yapıştırır parlak ambalajını da koyardı minik avcuma, illa ki
kelebek yapar kıyamazdım atmaya. Bayram bitince rengârenk hışırdayan kelebeklerim olurdu
ve iple bağlardım bir uçurtma kuyruğunu andıracak şekilde. Öyle ömürlerinin bir günlük
olmasına da razı olmazdı gönlüm. Epey dururdu ninemin kerpiç evinde. Süzülmekte olan
yoğurdun kesesiyle aynı çiviyi kullanırdık. Bir de kınalarım vardı tabi arifeden yakılan olmazsa
olmazlardan, nasıl desem katmer kadar mühim, yaprak sarması kadar gerekli, kırık leblebili
baklava kadar da güzel. Kına dediysem öyle eline sürülüp geçilen değil, iplerle kartonlarla
ellerime bir sanat eseri nakşederdi büyüklerim. Bir de güzel sarılırdı eski tülbentlerle kat
kat."Boksör oldum yihu" der filmlerde gördüğüm hamleleri taklit ederdim."Yat gari, kınalaan
dökülü bak herkesin eline giree gara gara, seninkine girmez güleele yârin şekee toplamaya
gittiğinizde. Kına yakınca köpek ürmeden yatılır" derdi ninem. Karabaşın havlaması elimdeki
kınalarda bir titreşim etkisi mi oluşturup dökerdi, yoksa gelip ellerimi mi yalardı çocuk aklımla
azıcık sorgulardım içimden. (İçimden çünkü pek de dışımızdan soru soramazdı bizim kuşak,
ah çocuk erkil toplumlara denk gelemedi çocukluğumuz) Neyse anlam veremediğim bu tehdit
işe yarardı hep, teslim olurdum, ne de olsa o bir nine, vardır bi bildiği. Yani nine dediysem
çocuk gibi, mizah ustası bi kadındı aynı zamanda. Her sözüme verdiği kafiyeli karşılıkları not
etmediğim için öyle üzgünüm ki. O masalları, manileri, yakımları... Karanfilin moruna ben
ölüyom senin zoruna diye başlayıp gülerek bitirdiği sözleri...
Çoğunu da kendisi uydururdu okuma yazma bilmemesine rağmen.
Müthiş anıları vardı...
Çok ilginç bir kadındı her yönüyle, yası da yastı, coşkusu da coşku, öfkesi de öfkeydi,
sevgisi de sevgi. Belki de hiç onun kadar içi dışı aynı olan da yoktu. Esprisi de espriydi hani.
Bi çeşmeye, fırına gitsin millet toplanırdı başına."Ayşala geldiii Ayşala geldiii!" Hem güldürür
hem düşündürürdü. Herkes hissesini alır giderdi. Alaycı, işgüzâr,kibirli bir üslûp kullanan illa
ki pişman olurdu pratik zekâlı ninemin ve topluluğun karşısında,kalanların kimi kıs kıs güler
kimi kahkaha atardı. Nasreddin hoca gibi kadın."Sen tasarlamışsın da keserlenmemişsin"gibi
laflarının gün görmemişliği onun diliyle son bulurdu zira.
İzlediğim bir filmdeki bir şamana benzetiyordum onu; öğretileri, doğayla hayvanlarla olan
irtibatı, sezgiselliği, inancıyla sentezlenmiş ritüelleri... Namaz kılan bi şaman gibi. Tabi onun bu
teşbihten hiç haberi olmadı iyi ki. Güzel dualar ederdi hâlâ aklımda; yorulanı yolda bırakma,
bunalanı bunda bırakma, daralanı darda bırakma... Başkalarına, dünyanın diğer ucundaki hiç
tanımadıklarına dua edecek kadar da engin yürekli bi kadındı rahmetli. Meteorolojiye karşıydı
yalnız, nine yarın hava yağmurluymuş diyince onlar ne bilsin, Allah bilir der çıkar gökyüzüne
bakardı. Kendince bir takvimi vardı, o vakte göre eker biçerdi, gün dönümü vs gibi.
9
Düş gördüm ben, amcan gelcek derdi gelirdi. Horoz öttü baban arayacak derdi arardı.Her
hayvanına ayrı güzel adlar verirdi.
Komşunun ineği bi türlü doğuramamış buzağı da inek de ölmek üzereyken; ineğe
sezaryenle doğum yaptırıp ustaca dikişler atarak, ineği de yavrusunu da ayağa kaldıracak kadar
veteriner kıskandıran bir kadın.
Daha neler neler... Kapılarımızı genellikle içeriden sürgülediğimiz, hiç deneyimlemediğimiz
bu süreçte; bazı anıları zihnimde, kalbimde hapsetme bencilliği ve üşengeçliğinden sıyrılıp
kalemle vuslata erdirmek,oğluma da atalarından anlamlı miraslar bırakmak istedim.
Şimdilerde ise dostlar limon kolonyası beni güzel yerlere, zamanlara götürmüyor.
Artık bir bayram gibi de kokmuyor, ilkyardım çantası gibi kokuyor. Şeker tadı da
bırakmıyor damağımda, aksine yakıyor.Suçu yok çağrışımların...
Görmediğim şeyleri öldürüp hayatta kalmak için kullandığım bir savaş materyali gibi şu
an. Don Kişot'un yel değirmenleri misâli...
Ah limon kolonyası! Söylesene o kerpiç evdeki neşeli bayramlardan, bu maskeli savaşlara
nasıl geldin sen?
10
ŞİİR
Filiz TAPINÇ
KİRAZ AĞACI
Gölgesi, düşmüş ağacımın gövdesi üstüne
Suya böyle hasret değildi bu ağaç
Güneşi bu denli sevmezdi
Bir canlılık gelirdi, görünce
Altmışında bir ağaçtı
Kırk sene öncesine giderdi.
Gölgesi, düşmüş ağacımın gövdesi üstüne
Kışa hazırlanırken cümlesi
Bu yaza adım atmış gibi çiçeklenirdi
Hep bir tuhaftı bu öyle
Bir ona düşkündü, bir ona çiçeklenirdi böyle.
Gövdesinde bir kuvvet peydah olurdu
Sanki tüm memleket gelse yıkılmadan taşırdı.
Memleket kışa hazırlanırdı
Bizim ağaç umulmadık zamanda çiçek açardı.
Saf değil bizimki, elbet biliyor
Biliyor yarın dökecek pembe çiçeklerini
Kim bilir bir daha ne zaman
Çiçekli geçirecek günlerini.
Sesini, kuşların sesine benzetirdi
Yüzünü, döndü mü kabuğunun çatlağına
Bir ışık belirirdi gövdesinde, iyileşirdi.
Arada sırtını yaslardı bizim ağaca
Koca ağaç tüy kadar hafif olurdu
Ona atılan taşların ağırlığını unuturdu.
Bizim ağacın meyvesi pek meşhurdu
Herkes meyvesine vurgundu
O çiçeklerini sever, çiçeğiyle meşguldü
Bundandı onu görünce kışın ortasında bile çiçeklemesi
O başka türlü bakardı bizim ağaca
Başka türlü severdi, öyle ki
Bir kiraz ağacı o kadar sevilirdi ancak.
11
RÖPORTAJ
Furkan ŞİŞMAN
CAVİT ONDOKUZOĞLU
"ARTIK SİZDEN BİRİYİM"
Cavit Ondokuzoğlu dergimiz için konuştu:
“Artık sizden biriyim”
Evet, çoook heyecanlıyız!
Büyük gün bugün. Tüm dünyayı etkisi altına alan Cavit Ondokuzoğlu ile buluşacağız.
Bizimle buluşmayı kabul etmesi sandığımızın aksine zor olmadı. Şaşırdık, genç adamdık bize/
bizden bir şey olmazdı. (oluyormuş) Cavit Ondokuzoğlu dergimize konuk oluyormuş. Mutluyuz,
mutluluğumuzu sarılarak kutladık. eNBiAey’deki kaslı adamlar gibi omuz selam verdik
birbirimize. Tokalaştık. Kolay mı Cavit Ondokuzoğlu Bey ile görüşecektik Şu ana dek kimse
yüzünü görmemişti, bazıları ona inanmıyordu. Biz ise adeta dört gözle Cahit Ondokuzoğlunun
dergimize geleceği anı bekliyorduk.
Cavit Bey gelmiş, geleli çok olmuş. Deminki sarıldığımız anı bölmek istemedim, dedi.
Geldi o da sarıldı. Ben, Ogün (Peçenek) Üveyis ve Cahit Ondokuzoğlu Isparta'nın meşhur
gülünden yapılan güllaç gibi kat kat sarılmış, Cavit Ondokuzoğlunun dergimize teşrifini
kutluyorduk.
Üveyis bir sigara uzattı. Cavit Bey almadı, röportaja başlamak için bu sigara ikramı önden
ısınma turlarıydı. Cavit Ondokuzoğlu’nun ikram edildiğinde almadığı sigarayı önce Üveyis
sonra ben sonra Ogün… Sonra sonra tüm diğer dergi çalışanları derken Cavit Bey ;
-Evet, şimdi sigaranız ikramını alabilirim, dedi.
Cavit Bey demin döndüğümüz sigaradan derin bir nefes aldı içine. Isparta'da dergimizin
işlerini görmek için bir pasaj arasında tuttuğumuz basık, bohem ve meftun mekânı, Cavit Bey'in
sigarasının ucundaki turuncu köz aydınlatıyordu. Çok bekletmeden sorulara başlamalı. Cavit
Bey ile aynı mekânda olduğumuzu çabuk unutmuş, dünyaca ünlü yıldızı odamızda saklıyorduk.
Yıldız bu, gitmek ister… Başka dergilere, başka kâğıtlara, kalemlere, ofislere, ortak kullanılan
herhangi bir yere, gelmeyen otobüslerin durağına, bankamatiklere, paralara, kredilere, kedilere,
başka bedenlere, reklamlara… Her yere gitmek ister. O yüzden onun dünyadaki ve Türkiye'deki
gezisine izin vermek adına sözü çok uzatmadan röportaja sorularıma başlamalıyım.
Üveyis, röportaja başlamadan önce demin şarja taktığı telefonunu şarjdan çıkarttı. Telefon
“guluubik” etti. Bu ses, 21.yüzyıl insanına hiç yabancı değildi. Telefon; beni, Cavit Bey’i ve
Ogün’ü birlikte resimledi. Üveyis, daha samimi pozlar vermemizi istedi. Üveyis’in “akıllı”
telefonu gülüşlerimizi görsün ve bizi mutlu sansın diye maske denen “gereksiz” şeyi çıkardık.
Cavit Bey, bu maskesiz yüzlerimizi görünceye ciddi halinden biraz ödün verdi ve tebessüm etti.
Kayıt başladı minvalinde başparmağı hariç diğer dört parmağını avuç ayasında dokunduran
Üveyis bana baktı. Röportaj artık başlamıştı.
Merhaba, Cavit Ondokuzoğlu Edebiyat Sandığı’m dergisine hoş geldiniz. Öncelikle
isminizle başlayalım. Nereden geliyor bu isim? çünkü eşine pek rastlanmıyor da.
12
Efendim, öncelikle tüm tedbirsizler gibi beni kabul ettiğiniz ve sıcak sohbetinize beni
de dahil ettiğiniz için teşekkür ederim.İsmime birçok mânâ veren oldu. Beni Bill Gates ile
ilişkilendiren oldu ama ben bir Batılı değil Doğuluyum. Hemşehriniz Cahit Zarifoğlu gibi
bende Cavit Ondokuzoğlu. O beyefendi ile tek farkımız o acz bir kuldu, bense aciz olduğunuzu
hatırlattım ve görünüşe göre bunu hatırlatmak için biraz daha aranızda kalacağım.
İsmim Cavit. Bazı yerde Covid diye görüyorsunuz, o yanlış. Ebubekir yerine “Aboubakar”
diyen Batı medyası işte. Her Doğulu gibi ben de bir neden değil sonucum. Yıllarca beni
suçlayacaksınız biliyorum ama beni siz oluşturdunuz. Adımı da siz koydunuz.
Ne demek istediniz biraz açar mısınız?
Efendim, ben neden çıktım, neden yayıldım? Biliyorsunuz, daha gencim (1 yaşında).
Biraz kanı deliyim yani… (Cavit Bey’in yüzünde bir gülümseme oldu, belli ki katıldığı partileri
düşünüyordu)
…
Her genç gibi kaynaşmayı seviyorum, nerede bir âlem varsa hemen oraya geliyorum.
Siz Türkler nasıl diyor “Kambersiz düğün olmaz hani” işte artık “Cavitsiz düğün olmaz.”
diyeceksiniz. Beni dışlamaya çalışmayın zira biraz arsızım (sizin gibi) Doğu’yu düşünmeden
küçük bir refah içinde yüzen Batı’yı düşünün. Mesela benim doğumuna vesile olan yarasa yiyen
adamı bir düşünün. Neden yedi bu hayvanı?
Neden yedi?
Aaajlııık çok kötü bir şey de ondan. Yıllar önce -1800'lerde- Afyon Savaşları’nda Çinli
gençleri hatırlarsınız. Batılılar halkı açlıkla terbiye etmeye çalıştı. Çinli insanda ne yapsın? Eline
ne geçse onu yedi. Bir Türk abazası atasözü derya “Nefes alsın, yeter!” diye
Siz cinsel açlığın Asya ise normal açlığın ülkesi olduğundan “Nefes alsa yeter.” diyor ve
yarasayı da yılanı da yarasada yaramasada yiyoruz, haliyle bu sağlıksız ortamı bize mecbur
bırakan Batı şimdi kendi yarattığı virüsle baş edemiyor
Peki ya orta sınıf bizim suçumuz ne? Bizim hayatımızı da mahvettin be Cavit
Ondokuzoğlu
Hahaha orta sınıfta çözemediğim bir şeylik var, demişti Marx.
Orta sınıf, sınıf atlamak için kendinden alt sınıfın yarattığı ucuzluğu kullanıyor ve kendini
mutlu hissediyor. Yani pek de masum değilsiniz. Bizim Asya’nın açlığı üzerinden yükseliyorsunuz.
Yani masum değilsiniz hiçbiriniz. Ha vardır bazı masumlar belki. Eeee…Kurunun yanında yaş
da yanıyor. Yalnız dikkat ederseniz Türkiye'de o kadar yayıldım ve o kadar halktan biri oldum
ki habire atasözü, deyim falan kullanıyorum. Galiba tüm dedelerinizi öldürdükten sonra yeni
Dede Korkut ben oluyorum. Misafirperverliğiniz için teşekkür ediyorum.
Madem deyimlerden anlıyorsunuz şöyle sorayım: Türkiye'den ve dünyadan ne zaman
elinizi eteğinizi çekeceksiniz?
Sen ve senin gibiler maskenizi burnuna çekmedikçe gitmeyeceğim.
13
Bizden ne istiyorsun?
Bana ait olanı: doğayı.
Ne yapmamız lazım gitmen için?
Temizlik-maske-mesafe (Eline siyah keçeli bir kalem alıp yanağına ben çizdi, Sağlık
Bakanını taklit ediyor)
Bu bahsettikleriniz mega-şehirlerde imkansız değil mi?
Haklısın, zaten cevap da tam da burada gizli. Tüm insanlar köye gitmeli, köy kalkınmada
öncelenmeli.
Sizce bundan sonra bizi ne bekliyor?
Onun üzerinde “on dokuz” vardır.(Müdessir 30)
Peki, madem ilk emri “Oku” olan kitaptan örnek verdiniz. Okurlarımıza kitap tavsiyeleriniz
neler?
Hayat böyledir, çok takılmasınlar. Şimdi bu sorun var (ben/Cavit Ondokuzoğlu varım)
yarın başka bir sorun gelecek. O zaman beni de unutacak, bugünleri arayacaksınız. Ama
şunu söylemeliyim ki dünyanın sıkıntılarla dolu olduğunu ve bu sıkıntılarda yeni neşeler
çıkarılabileceğini zaten okuyanlar bilir. Madem herkes artık evdeartık okumaya daha fazla
vakit var. Birkaç kitap önereceğim:
Kolera Günlerinde Aşk (GabrielGarciaMarquez)
Veba – (Albert Camus)
ve çocuklar için iki kitap daha var
ismini hatırlamıyorum ana fikrini hatırlıyorum: “Fatih Terim’den nefret ediyor Pirlo” ha
bir de Futbol’un Kralı (Ogün Peçenek) bu kitapları okuyabilirsiniz.
Sohbetimiz için teşekkür ederiz Cavit Bey, Sizin gibi dünyaca ünlü birine ulaşmak ve
sizinle bu deneyimi yaşamak için ne yapmalıyız?
Televizyon dizilerini örnek alın, ona buna vıcık vıcıksarılın. Evinizde misafirler ağırlayın,
maske takmayın. Siz beni aramayın ben size bu davranışlardan sonra hemencecik kavuşacağım
öhoohoohohoo (röportajımızın yazarı öksürüyor)
14
HİKAYE
Meryem Sıla ŞAHİNER
GİZEMLİ DÖRT
Takvimde herhangi bir ayın rastgele seçilmiş bir gününde, akrep ile yelkovanın ebelemece
oynadığı, benim bu oyuna katılmak için birini ebelediğim bir saatin bir dakikasına bir saniyeliğine
dokunduğum anda ne olacak sizce?
Çorabıma geçirdiğim parmak arası terlik ile ekmek almaya giderken hemen yanımda duran
ve göz göze geldiğim teyzenin az önce bastonu yere düştüğünde, onu yerden kaldırıp teyzeye
uzatan gelecekteki sevdalım veya otobüs durağında otobüsü beklerken, yerde birikmiş yağmur
suyunu o sırada bindiğim otobüse sıçratan kamyon şoförüne, koridor tarafının ön koltuğunda
oturan kadının tepki göstermesi ile birlikte otobüsün hareket edip biraz yol aldıktan hemen sonra,
arkamdan hızlı adımlar ile geçerek inmek için orta kapının açılmasını isteyen, beş yıl sonraki iş
arkadaşım. Davet edildiğim bir tekne partisinde, topuklu ayakkabımın ayağıma vurmasından
dolayı herhangi bir yere oturmak için oturaktaki kitabı yana ittiğimde kitabın sahibinin on yıl
sonra bir mülakatta da rakibim olduğu bu belirsiz tesadüflerin bana nasıl sonuçlar getireceğini
tahmin edemediğim bir şans mı?
Şans, bir büyülü kelime mi? Ben bu büyülü kelimenin anlamını biliyor muyum? Mesela
kırmızı ruj sürülmüş dudaklarımdan çıkıyor mu bu kelime? Kendisini beğendirmek için
süslenip püslenip mi çıkıyor karşıma? Ya da pasaklı, dağınık bir şekilde mi? Bir parkta otururken
kafasına kuşun pislemesi ile birlikte kalan son parasına, Milli Piyango bileti alan amcaya mı
şans getiriyorsun? Yoksa annemin sabah uyandığında temiz havayı içine çekmesi için perdeyi
açtığında cama yapışan uğur böceğini gören anneme mi şans getiriyorsun? Peki, hep iyi olarak
mı çıkıyorsun karşıma? Mesela karşı kaldırımdaki küçük kızın, kara kedinin önünden geçtiğini
görünce şanssızlık getirdiğini düşünüp saçını üç kere çekmesi ile kendisini sana karşı mı
koruyor? Yan apartmanda oturan üniversite öğrencisinin asansöre bindiğinde evinin on üçüncü
katta olmasına rağmen on üçüncü katta inmemesi, on ikinci katta inip bir kat merdivenle çıkması
ya da on dördüncü katta inip bir kat aşağı inmesi, o da mı küçük kız gibi şansızlık getirdiğini
düşünüp kendine bir koruma kalkanı oluşturuyor? Adını anmam için deniz dalgalarının
getirdiği deniz kabuğunun kumlarda çırpınışı mısın yoksa o kumların mutluluğu mu ya da
eline o deniz kabuğunu alıp çırpınışları da mutluluğu da umursamayan denizin dalga sesini
dinlemek için deniz kabuğunu kumlardan çekip alan bir adam mı? Bu sessizlik, bu bağrışlar ne
demek? Bu sessizlik ve bu bağrıştada ne var? Birbirinden bağımsız, ama iyi ama kötü ortak bir
noktada kesişen öncesi sonrası belirsiz uçsuz bucaksız, yaşamın sunduğu şans mı var?
Bazen gökyüzünde parlayan ışıklarını etrafına neşe ile saçan enerji veren bir güneş, bazen
esip gürleyen hiddetiyle kızan huzursuzluk veren bir bulut ya da ikisinin atışması ile dışından
heybetli görünümlü mağaradan düşen bir taş misali ben ve oradan bana gülümseyen dünyanın
herhangi bir yerinde saklanmış kilometrelerce uzağımdaki dört harfinden akan gözyaşlarını, dört
yaprağına bürümüş bir şekilde ya nefesini ya zehrini bana dokunduracak olan yonca. Hikâyemi
tamamlamak için gözlerimi ağlayarak açtığım gülerek kapatmak istediğim bu dünyada, nefesin
ile beni büyüleyip ayaklarımıyerden mi keseceksin yoksa zehrin ile gözümü korkutup dipsiz
bir kuyuya mı atacaksın? Peki, onlara ne yapacaksın nefesini mi zehrini mi dokunduracaksın?
15
DENEME
Hamza AKARSU
NEDİR BU EDEBİYAT?
Kimine göre bomboş bir uğraş, kimine göre ise hayat felsefesi.
Çağlar boyunca süre gelen edebiyat kavramı birçok evreden geçmiştir. Kimi zaman konu,
kimi zaman üslup birçok kez değişip, yenilenmiştir.
Peki, size göre edebiyat boş vakitlerde uğraşılabilecek bir uğraş mı?
Yoksa yüksek bir ciddiyet ile üzerinde durulması gereken bir meslek mi?
Edebiyatın çok kapsamlı ve geniş bir kavram olduğu kanısındayım.
Yani şöyle ki bir memur da edebi eser üzerinde çalışabilir, bir kurye da aynı şekilde.
Edebiyat bir nevi insanın dünyaya bakış açısıdır. Kimi mavi görür bu esrarengiz dünyayı
kimi gri.
Kısacası sen bir balıkçı teknesini sadece denizin üstünde yüzen bir odun parçası olarak
görürsün. Bir başkası ise o balıkçı teknesini gözlemleyip bir şaheser yaratır.
Günümüz popüler kültüründe birçok yeni yazar türedi ülkemizde. Özellikle bu zorlu
salgın döneminde eline kalem alan bir şeyler yazmaya başladı. Aslına bakarsak bu ülkemiz için
çok değerli ve umut verici bir durum.
Okuyan, yazan, araştıran bir nesil. Bilinçli bir toplum için başka ne istenir ki…
Fakat günümüzde türeyen “yeni” yazarlarımız edebiyatı tamamen bir iş, geçim kaynağı
olarak görüyor. Hâl böyle olunca bu yazarlarımız sadece belirli bir kitleye hitap etme uğraşına
giriyor.
Dini, aşkı, siyaseti mütemadiyen o kadar güzel kullanıyorlar ki, insanları kandırma
konusunda cidden çok başarılılar.
“Ben aşk konusunu ele alırım ve bu konuya fantastik şeyler eklerim lise öğrencilerine hitap
ederim” diyerek tamamen çıkar amaçlı bu işe giriyorlar. Bunun sonucunda eserleri ne kadar
sağlıklı ve besleyici oluyor? Fikirlerinizi almak isterdim.
Mamafih ortada ne edebiyat kalıyor ne sanat…
Bu durumdan en çok gençler zarar görüyor maalesef. Aşk, acı, keder, mutluluk gibi
kavramları kitaplarda nasıl görüyorlarsa beyinlerinde de öyle kalıyor, hayatlarında da o şekilde
uygulamaya çalışıyorlar.
Ülkemizde bu tür “bilinçsiz” yazarlar gün geçtikçe fazlalaşıyor. Büyük bir çoğunluğu
estetik kaygıdan uzak tamamen işin maddi kısmına odaklanıyor. Böyle olunca da yeni gelen
nesil, gençler hem hayata hem de kitaplara yanlış ve sağlıksız bir açıdan bakıyorlar.
Bütün bunları bir kenara itelim. Bu topraklar o kadar usta kalemler yetiştirmiştir ki.
O essiz İstanbul boğazını ve oradaki balıkçılık yapan insanları Sait Faik’ten;
Aşk, tutku, özlem gibi kavramları Sabahattin Ali’den;
Çukurova’nın o çalışkan, boynu bükük, ezilen insanlarını Yaşar Kemal’den daha iyi
anlatabilecek kalemler, yazarlar gelir mi tekrar bu yeryüzüne? Hiç sanmıyorum.
16
DENEME
Beyza YAZICIOĞLU
NEREYE GİTTİĞİNİ BİLMEYEN
KUŞAK
Gündemden takip edileceği üzere yeni problem ve dönüşümlerle karşı karşıya kalmakta olan
bir toplum haline geldik.
Bir yıl öncesinde daha küçük dertlerimiz büyük gelirken şimdi her şeyin üstünde bir sağlık
problemi ve ekonomik kriz peyda oldu.
Artık büyük dediğimiz problemlerin yeri değişti. Kim bilir belki sizlerin de öncelikleri benim
gibi gündemin ve krizin getirdikleriyle dönüşüme uğradı.
Dünyada ilk vaka Çin'in Wuhan kentinde 1 Aralık 2019' da ortaya çıktığı sanılan Covid-19
virüsü, Türkiye'de ise kendini 11 Mart 2020'de ülkenin bitmeyen kaosunu sollayarak gündeme
oturmuştur ve vahamet ile şaşkınlık yaratmıştır. Yeni dönemde hiçbir şeyin aynı kalmayacağı
gibi bitmeyen sansasyonel, ekonomik, siyasi ve iç çalkantıları da sessizleştirmiş; insanların
artık canıyla uğraşmasına ve aynı zamanda hayatta kalabilmek için ekstra mücadele etmesine
neden olmuştur.
Benim burada değineceğim ve hatta şikâyet edip aynı zamanda iğrenerek eleştireceğim
kısım tam da bu dönemde iş ararken karşılaştığım küstahlıklar ve özel sektörün krizi fırsata
çevirerek kol gücü ile şişik göbeğinden cüzdanlara para damlatmayı ilke edinmesidir.
Krizi eleştirenleri susturmaya çalışan yandaş halk: "Biz daha kötülerini gördük, siz bilmezsiniz,
çalışın işiniz ne, eee özel sektör acımaz, asgari ücret yeter kızım, almayıver o zaman öteberi"
gibi abuk subuk açıklamalarla karşı karşıya kaldım.
İlk şaşkınlığım, "Çalışıyorum, neden ekmek su dışında her şey fuzuli görünüyor ve neden
özgürce harcama yapamıyorum, yapamıyoruz." Neden insanlar iş yaparken harcadığı eforu
küçümsüyor? oldu.
Benim bir dönem haklarını savundukları için, savundukları hakları edinen geçmiş dönem
insanlarına hayranlığım vardı. Hâlâ var, "Ne kadar bilinçlilermiş ki haklarını savunarak
emeklerinin karşılıklarını kazanmışlar." diyorum.
Şimdiye, şu ana ve tam da bu dönemde, insanların savunması nerede? Nerede bu hakkını
bilen toplum? Onlara ne olmuş? Özel sektör, plaza dili altından insanların konforuna alıştığı
belli dönemi kullanarak nasıl küstahça emeği yok sayabiliyor? Hayretle izliyorum. Yaptığım
onlarca görüşmenin gerek kendim, gerek ihtiyaç sahiplerinin elinden tutmak adına referans
verebilmek için kollarımı sıvadığımda karşılaştığım manzaradan söz etmek istiyorum:
Kamuya girebilmek için, güçlü referans olması gerektiği gibi özel sektörde edindiğin bilgiyi
kullanmak ve dişini geçirebilmek gerekiyor. Söylenmese de dile getirilmese de ekonomik bir
buhranın kucağındayız. Hastalıkla cebelleşerek, okurken hayal ettiklerimizi gerçekleştirmek
için dirsek çürüttüğümüz sıralardan kalkıp acımasız iş hayatının kucağına düştük (ki ben 16
yaşında da çalışıp kendi paramı kendim kazanıyordum, yani o dönemde kazanan paranın
cepte kalabildiğini bizzat deneyimleyenlerdenim). İşveren bu ekonomik krizi fırsata çevirerek,
aba altından da sopa göstererek uzun saat mesai sonrası verdiği asgari ücreti nimetten
sayıyor ve hayat kalitesi istememizi küçümsüyor. Benim tepkim, halkı bu cürretsizlerin eline
düşüren, kriz anında bir planı olmayan ve yeni nesil gençleri hesaba katmayan devranın
döneceğini düşünmeden koltuğunda oturanlara. Halkın seçtikleri refah içinde yaşarken halk
17
neden sürünmekte ve neden gelecekleri özel sektörün acımasızca ve anlayışsızca biçtiği maaş
doğrultusunda sürmekte? Sırtımızdaki vergi yükü, önünü göremeyen genç nesil ve cesaretsiz
kaostan kurtulamayan Türkiye, özel sektörü denetlemeyen, çalışan halkına sahip çıkmayan,
yönetim ve verdiği asgari ücreti nimet sayan işveren... İşte mesele, işte hayat savaşı... Yeni
jenerasyonun kapıldığı bu yönü belli olmayan hayat biçimi, çaresizlik ve vahametten acilen
kurtarılmalıdır.
Otobüs durağında sohbete dahil olan bir yaşlı beyefendi konuşmamızı bölüp Türkiye'nin
cennet ve gayet de iyi şartlara sahip olduğundan bahsetti. Evet, bahsetti. Ununu eleyip
duvara asmış, zamanında rahatça cebini doldurmuş ve fırsatını bulmuş biri bizi dinlemeden
yargıladı, bağırdı ve küfür etti. İletişim denen şeyin çift taraflı olduğunu izah edemedik.
Kendince haklı olduğunu sanıyordu. Hainlikle suçladığı ama sonsuz saygı beklediği bir genç
ile karşı karşıyaydı. Özel sektör ve fırsatçılar, emek sömürücüsü insan grubu, bu ülkenin
krizini kullanarak kendilerine fırsat yaratmış sözde cumhuriyetçi tavırlarıyla emek hırsızlığına
kalkışmaktadırlar. Sosyal medya'da dramatik müzikler döşeyerek çekilmiş onlarca ağır
yoksulluk içeren video bulunmakta. Bu insanlar için bir proje, bir istihdam ve geçim kaynağı
ve psikolojik destek sağlanması gerekirken, yalnızca paylaşarak "Görün bu hayatlar da var."
gösterisi yapılıyor. Bu insanlara destek çıkılmalı ve insani şartlarda, insani mesailerde ve hak
ettikleri ücretle hayata kazandırılmalıdır.
Bu bir toplumsal sorun eleştiri yazısıdır. Kendi ütopyamdan bahsedersem roman olacak kadar
iyi yaşama hakkına sahip insan olduğunu düşünüyorum. Ekonomiyi sömürenlerin elinden
denetimle almaları gerektiğini düşünüyorum.
Genç nesil mutsuz,
Genç nesil umutsuz,
Genç nesil kırgın,
Genç nesil devraldığı neferi taşıyamayacak kadar sorunla boğuşuyor.
Genç nesile ve bu ülkede yaşamaya çalışanlara lütfen haklarını hatırlatın.
Sömürülen Hayat Sizin Hayatınız.
Türkiye Cumhuriyetinin Hakkı Hukuku Bilen Vatandaşlarına ...
18
ŞİİR
Özlem TEZCAN
MAVİYE BOYA
İnsanlara anlatamazsın Delya.
İnsanlar anlamazlar.
Onlar sadece kendi boş fikirlerini dünyanın tek doğrusuymuş gibi anlatıp inandırmaya
çalışırlar.
Onlar için gökyüzü siyahsa o herkes için öyle olmak zorundadır.
İnsanlar siyah kalplerinden göğün mavisini göremezler.
Sonsuz mavi tonunun bir tanesine bile şahit olamazlar.
Onlar kalpleri kör kişilerdir.
Oysa mavi.
Mavi tüm güzel duyguların, tüm doğruların rengi Delya.
Kalbini maviye boya.
19
ŞİİR
Selim Hakan ÜLKER
BİR ANLAM KATMIYORSUN
ARTIK SATIRLARIMA
Bir anlam katmıyorsun artık satırlarıma,
Kanatsız bir kuşa benziyor yüreğin,
Kuşlar kanatsız uçamaz bilirsin.
Sen bundan böyle kalbimde depremlere uğramış bir şehirsin.
Bir anlam katmıyorsun artık satırlarıma,
Çürük bir zeytin ağacına benzer yüreğin,
Çürük ağaç meyve veremez bilirsin.
Sen bundan böyle kalbimde manzarası olmayan bir denizsin.
Bir anlam katmıyorsun artık satırlarıma,
Yere düşen begonvil yaprağına benzer yüreğin,
Yere düşen yaprağın üstüne basarlar bilirsin.
Sen bundan böyle kalbimde yıldızı olmayan bir gecesin.
Bir anlam katmıyorsun artık satırlarıma,
Sevgisiz bir adamın ruhuna benzer yüreğin,
Sevgisiz bir adam dünyaya kör bakar bilirsin.
Sen bundan böyle kalbimde kalemi olmayan bir şairsin.
Sen bundan böyle kalbimde şairi olmayan bir şiirsin...
Sen bundan böyle kalbimde herkes gibisin.
Sen bundan böyle kalbimde değilsin...
20
HİKAYE
Ulaş ŞAFAK
ALTERNATİF BİR SON
Bana soran olursa kapkaranlık hatta giderek daha da karanlıklaşan bir odanın içindeyim.
Ahşap kolonlar, çok eski hapishanelerin betondan sütunlarını andırıyor. Sütunlar üzerine
sinmiş ağlama sesleri en az beş yıllık. Gözyaşlarının şeffaflığına gizlenmiş anılar, sadece
dikkatli bakanlara önemli şeyler anlatıyor. Arkamda ise anlatılanları görmeyen küçük
bir kalabalık var. Saygıdan sesi çıkmayan ama içlerinde kıyametler kopan bir kalabalık.
İçinde kıyametler kopan bu odanın, en kötü yanı ise gökyüzünü gösteren bir penceresinin
olmaması. Burayı gördüğüm an da hapishaneye benzetmem bu yüzdendi. Buraya gelmeden
önce de gökyüzüne bakmayan insanların kendilerini dünyanın karanlığına kaptırdığının
farkındaydım. Karşımda, hepimizden yüksekte birkaç kişi oturuyor. Odaya gelmeden bütün
duygularımı geride bırakmış olmasaydım, o adamların yüksekte oturması bile sinirlenmem
için yeterli olurdu. Şimdi ise tüm anılarımı bütün o ağırlığıyla içimde saklıyorum. Büyük bir
sessizlik başlıyor, herkes bekliyor, ben bekliyorum. Bir olaydan insanların hayatı sonsuza
kadar etkilenecek olduğunda ilk kural bekletilmek oluyor.
Savcının beni köşeye sıkıştıracak sorular sormasını, hâkimin gözlerini büyük bir dikkatle
üstüme dikmesini ve karşı taraf avukatının gururla savunma yapmasını bekliyorum. Beni
savunması için bir avukat istemediğimi de çok net hatırlıyorum. Biliyorum ki bir anneme bir
de Tanrı’ya göre haklıyım bu salonda. Yarım saat sonra nerede olacağımla ilgilenmiyorum.
Yanımda kimler olacağıyla, kimlerin güleceği ve kimlerin ağlayacağıyla ilgilenmiyorum.
Annemin kısık sesle gelen hıçkırıkları ortamın ciddiyetini fark etmemi sağlıyor. Bir de gülünç
şeyler varmış gibi gülümseyen karşı taraf... Gülümsemeler annemin hıçkırıklarından daha
fazla yakıyor canımı. Bir ortamda ağlayan kişiler varsa mutlaka gizliden gizliye gülen insanlar
da her zaman oluyor. Sabrım tükenmeye başlıyor, buraya gelene kadar ki düşüncelerimden
uzağım, yaşanmış olan her şey bu salonun dışında kaldı. Hayatımın en önemli konuşmasını
yapmak için bana sorulacak tek bir soruyu bekliyorum. Bu gecenin hapishanede biteceğini ve
müebbetle cezalandırılmış bir kadının üzerinde dolaşacak gözleri şimdiden görebiliyorum.
Artık dışarda dolaşmaya, yalandan neşeler görmeye, mutluymuş gibi davrananları izlemeye
tahammülüm kalmadı. Eğer bir “öteki dünya” varsa bunu o duvarlar arasında beklemeye
razıyım. Şimdi salon biraz daha hareketlenmeye başladı. Sakinliğimi bozmadan oturmaya
devam ettim. Savcının gururlu hareketleri bir şeyler sormaya hazırlandığını gösteriyordu.
Annem ağlıyor, ben dinliyorum, insanlar merakla gözlerini gezdiriyordu, karar çoktan
verilmişti. Yine de savcıyı dikkatle dinlemeye başladık. Savcı yüksek ve ürkütücü bir sesle
konuşmaya başladı: “Bu davaya gelmeden önce eğitimlerini iyi şekilde tamamlamış üç doktor
arkadaşımla hâkim beyin kızının tahlillerini inceledik. Onlar, işine yeni başlamış bir doktorun
bile bu tahlillerden ölümcül bir hastalık çıkmayacağını, belki biraz ağır bir ilaç tedavisi ile ya
da ikinci bir ameliyatla bu hastalığın tedavi edilebileceğinde hemfikirler. Hâkim bey ve kızına
yalan söylediğiniz ve kızı ölüme sürüklediğiniz suçunu kabul ediyor musunuz?” Beklediğim o
an sonunda gelmişti. Mutlu muyum? Yoksa gururlu mu? Veya üzgün! Duyguları hatırlamaya
çalışmak sadece zaman kaybıydı. Acele ediyordum. Hayatımın en önemli konuşmasını
yapacağımı bilmek garipti. Her yerden fısıltılar geliyordu ve bir tanesine kulak kabartsam
oradan çıkamayacağımdan korkuyordum. Fısıltıları bastıracak şekilde konuşmaya başladım.
“Doktorluk eğitimimi oldukça iyi bir şekilde tamamladım. Üniversite hayatım bittiği zaman
doktor olmamın önünde hiçbir engel yoktu. Doktor olduktan sonra altı yıl hiçbir hastamda
21
ölümcül hatalar yapmadım. Babam, mesleğinde saygıyı hak eden, komutanları tarafından
sevilen bir Türk askeridir. Kardeşimle beraber işimizi en iyi şekilde yapmayı öğrenerek
büyüdük. Kardeşim şu an bir öğretmen adayı, annem ise ev hanımı. Bu durumda iyi bir
mesleği olmayan ailedeki tek kişi annem gibi görünse de bir doktor, bir öğretmen ve bir
Türk askeri sorumluluğunu alarak aslında en kutsal mesleğe sahip kişidir ve bu salonda
beni haksız görmeyen tek kişi annemdir. Savcı beyin, kızının ölümüne sebep olduğun hâkim
bey diye bahsettiği kişi ise, onlarca yanlış karar vermiş ve ülkesini terk etmiş bir hâkimdir.
Bundan on iki yıl önce babamın davasıyla ilgilenen ve bunca yıl hapishanede haksız yere
ceza çekmesine sebep olan kişidir. Beni ikinci haklı bulan ise Tanrı’dır. Bunu hâkim beyin kızı
hastalanıp benim bulunduğum hastaneye getirdikleri o günden beri biliyorum. Normal bir
hastaya nasıl davrandıysam aynı şekilde tedavisine devam ediyordum. O gün, çocuklarının
başarısını yıllarca hapishanelerde ağlayarak kutlamış bir baba olarak beni doktor üniformaları
içinde görmek için ziyaretime babam geldi. Saçlarındaki beyazlara bakmaktan göz göze
gelemediğimi hatırlıyorum. Bu beyazların, bunca yılın, benim ailemin yaşadığı zorlukların bir
cezasının olmadığını bilmek sabrımı taşırdı. Hastanın tahlilleri elime ulaştığında, hastaya ve
ailesine ikinci ameliyatı da yapacağımı ama umudu kesmeleri gerektiğini söyledim. Amacım
yıllarca yaşadığım acıyı onlara yaşatmak ve bir yanlış kararın bir aileye nasıl zarar vereceğini
öğretmekti. Bunu yaptığım için pişman olmadım. Eve gittiğimde o hâkimin yaşadığı çöküşü
düşünerek seviniyordum. Aradan iki hafta geçti ve ne hâkim beyi ne de kızını hastanede
gördüm. Başka bir hastanede gerçek tahlillerini öğrendiğini ve doğru tedaviye başladığını
düşünüyordum. Tahlilleri yırttım ve çöpe atıp odamdan ayrıldım. Dışarıya çıktığımda ise bir
hareketlenme başlamıştı. Ağlayanlar, koşuşturan doktorlar, bir ambulanstan sedye ile indirilen
bir hasta ve ambulanstan inen tanıdık yüzler... Hâkim bey ve ailesi... Olaya yaklaşmak
istemeden bir doktor arkadaşımdan hâkim beyin kızının benim bulunduğum hastanenin
morguna getirildiğini öğrendim. Sebebini ilk saniyeden beri biliyordum. Hızlıca odama gittim,
masama oturup sakinleşmeyi bekledim. Hareket bile etmeden düşünüyordum. Sonuçların
bu şekilde olacağını bilsem aynı şeyi tekrar yapmazdım. Ama pişman mıyım? Bilmiyorum!
Babamın çalınan yıllarını her gün hatırlayarak ve bunun cezasız kaldığını bilerek yaşayabilir
miydim? Bilmiyorum! Şimdi sizin önünüzde tekrar düşünüyorum. “Evet haksızım.” “Peki,
yaşananlar durumu eşitledi mi? Bilmiyorum!”
Bu davanın beni ilgilendiren tarafı benim için bitmişti. Eğer gerçekten bir cennet ve
cehennem varsa benim yerim belliydi.
22
ŞİİR
Üveyis İbrahim ÖNER
BİR HEMŞİRENİN
KOLLARINDA ÖLDÜM
Bugün halsizim, biraz da yorgun
Sokak ortasında yürüyorum
Soğuk damarlarıma kadar işliyor
Bir yarım köfte aldım
Kokladım, kokmadı.
Bir dilim aldım, tat vermedi...
Ve biraz ilerde yüzükoyun düştüm.
Gözlerim bir karanlık içinde uyandı.
Bembeyazlar içinde biri yaklaştı usulca.
Bugün nasılsın? Öldüm mü!
Yaşıyordum, yaşamak her neyse.
Günler ilerliyor ben ölüyordum.
Soluk benzim camdan dışarıyı seyre daldı.
Soluk alamaz oldum birden.
Beyaz adamlar gelip gidiyordu.
Bir an oldu, yok aklımda
Neredeyim, nasılım...
Bir doktorun kollarında öldüm.
Bu çağın illet sancısında boğuldum.
Koridorlarda dolaşan hastalar vardı
Hepsinin derdi aynı.
On dokuz kodlu bir düşman
Topyekün hücum içinde saldırıyor.
Ruhumdaki sancıyı dindirememişken.
Savaş meydanına habersiz dalmışım.
Beyaz adamın kollarında öldüm.
Saçlarımı taramayı unutmuşum,
Sevdiğimin kollarına sarılmayı es geçmişim.
Gözlerimin içinde kan deryası
Ruhumun sokaklarında çatışmalar.
Soluğum kesilmiş, boğazım yırtınıyor.
Dıt sesleri geliyor kulağıma.
Odacıklar halinde koca bir kalp.
Hepsinde bir yaşam kavgası,
Bir Hemşirenin kollarında öldüm
Gözlerimin içine bakmadan
Ölüm saatimi düştü,
Eline aldığı bir kâğıda.
Hayallerimi, umutlarımı bir saate sığdırdı.
23
Hocalar gelmedi cenazeme
Yıkamadan bedenimi topyekün gömdüler.
Sonra mezarımın üstüne bir gül koydular.
On dokuz, zalim bir düşman imiş
Tanımadan vurdu gözlerimizden.
Savaşı kim kazanmış görmeden öldüm.
Ben bir hemşirenin kollarında öldüm
24
ŞİİR
Ogün PEÇENEK
ŞEHİR TESLİM OLDU
Bilemem ben arkamı döndüğümde şehrin kaç kere kuşatıldığını
terk edip gittiğim şehrin hesabını veremem
bana ne diyemem bir atın su içtiği dereden
kim bilir kaç kez kuşatıldı şehrim ben yokken.
Bu şiiri betonarme yapıların arkasına saklıyorum
üç güvercin görünce aklıma gelmez Meksika falan
ekolojik dengeleri gözetemedim şahsım ve toplum adına
ben yine bilmiyorum bu yol hangi şehirlerden geçiyor.
Geri dönememek ve gidememek arasında bir yerdeyiz.
İçimizde hep bir koşuşturmanın heyecanı.
Aklımıza arada sırada gelen şeylerin esiriyiz halbuki
Ben sınırları bilinmeyen ülkeler isterdim
Resmî hiçbir şey göstermeden geçebileceğim ülkeler
Ben keşfetmek isterdim tekrardan
Amerika’ yı,Afrika’yı,Asya’yı...
Oysa ne çok şehir feda eder insan düşünce
25
DENEME
Asitâne
ANNE DEĞİL TELEFON.
Her çağın toplum hekimleri vardır. Toplumun nabzını tutup, sıhhatini kontrol eden
toplum hekimleri. Bugün ise yaşadığımız dünyada ki toplumun nabzını tutmak, toplumun
sıhhatini kontrol etmek kaçınılmaz bir sonla bize kaldı, çünkü büyüdük. Doğruları yani
doğru bildiklerimizi, doğruluğuna güvenerek ve inanarak anlatmayı kendimize yük bilerek
büyüdük. Tabii bunları görünürde tek başımıza olmayan ve daha gerçek olanla Allah'ın (cc)
yardımı ile yapmaya niyetlendik hamdolsun. Size bunlardan neden bahsediyorum öncelikle
bunu açıklayayım. Size bunlardan bahsediyorum çünkü ben de kendimi üstte yazdığım
bölümün içinde hissediyorum. Bu hislerimi kaleme alıp, sizlerle paylaşmak istedim. Çünkü
içinde patlamaya hazır bir yanardağ ile gezen, yaşamaya çalışan, gündelik hayatın içerisinde
savruluyormuş rolünü oynayarak yalnızlığın pençesinde bu yanardağın lavlarını akıtabileceği
bir obruk arayan kardeşlerimiz olduğunu düşünüyorum ve dahi hissediyorum. Bu niyet
çizgisinin yoluna çıkarken ilk dersin insanın öncelikle kendini eğitmesi, kendini yetiştirmesi
olduğuna inanıyorum. Sonra ki adım olarak evlilik, aile ve anne kavramları üzerine durmak
istiyorum. Çünkü çocuk denen varlığın anne denen varlığın üslü bir sayısı olduğuna
inanıyorum. Anne ne ise çocuk ondan farklı ama kökü ona dayanan bir sayı ve kaçınılmaz
olarak ne kadar ona bağlı kalsa da ondan fazla bir sayıdır. Kısa da olsa annenin toplumun yapı
taşında ki değerini umarım ve inşaallah anlatabilmişimdir. Baba olmak ise yine bir kadına
yani anneye bağlıdır, o yüzden bir anneyi anlatmak ve anlamak aslında bir baba kavramını
anlamakta kolaylık sağlayacaktır. Şimdi ise deneme başlığına dikkat çekerek, "Anne değil
Telefon " açıklamasını izninizi alarak yapacağım. Neden anne değil telefon?
İnsanoğlu elinde fırsat olsa dünyaya gelen bebeğe ilk olarak konuşmayı öğretir. Buna olan
merakını ve isteğini nereden mi biliyorum. Hemen küçük bir kaç örnekle dile getirmek
istiyorum. Konuşan kuş manşeti, Allah diyen bebek, daha kundakta iken Annesi Meryem'i
kelimeler ile aklayan Hz. İsa aleyhisselam. İnsanoğlu için konuşan varlık hele ki doğal akışın
dışında konuşan her varlık dikkat çekmiştir. Bakın ne konuştuğunun ne anlattığının bir
önemi yoktur. Konuşsun yeter ki, ne yazık ki. Hz. İsa kıssası gibi mesela. Ben de bu deneme
başlığımda buna dikkat çekmek istedim açıkçası. Günümüz toplumunun ve yaşadığımız çağın
birçok hastalığı var. Bunlardan biri de telefon.
Bir kadın anne olacağını öğrendiği andan itibaren yaşadığı hayatın tamamından kendini
çıkarmıştır. Çünkü artık sorumluluk dediğimiz kıyafet, onun süslenmek için ya da dikkat
çekmek için kişiliğine giydirdiği bir elbise değil teniyle uyum içinde olması gereken ona
zimmetli bir mücevherdir. Bunun bilincinde olan her kadın hayatını adamaya adım adım
başlamıştır. Ve heyecanlı, tadı damaklarda kalan, can yakmayan acı tatlı günlere giriş başlamış,
göz açıp kapatıncaya kadar geçen dokuz ay on gün yasası. İlk günler her şey normaldir, çünkü
konuşmayı bırakın olur olmaz şeylere ağlama refleksini dahi göstermeyen bir melek vardır
yanınızda. Hisleriniz, duygularınız doruk noktasındadır. O bir melek ve siz de bir meleğin
annesisinizdir... Ne yazık ki yanınızda bulunan muhteşem varlık bir meleği andırsa da nefsi
duyguları içinde terbiye ile eğitilmeyi beklediği için uyuyan bir insan yavrusu sevgili anne.
Tecrübeli olmak zorundasın, hazırlıklı olmak zorundasın ve eğitmelisin kendi kendini yoksa
senin de yanında ki nefsi duyguları uyuyan melek yüzlü insan yavrusu içinde iyi olmaz
26
hayat. Demiştim ya, konuşmak. Meleğimiz büyür ve nefsani duyguları da uyanmaya başlar,
Bilgisizdir, tecrübesizdir, bir yol bir çizgi arar kendine yavrumuz ve nefsi. İşte tam bu noktada
kast ettiğim nefsin kanseri girer devreye yani telefon, artık çocuğunuzun ilk attığı adım
televizyon, söylediği ilk kelimede telefon olur. Sorumluluk mücevherimizi takalım, telefon
kanserini devre dışı bırakıp dünya çarkının üzerimizde kurduğu nefsi doyurma oyununa
kurban olmadan, anne olalım inşaallah. Yavrumuzun ilk adımı ailesine, ilk sözü anne, hayatı
insanlığa şifa olsun inşaallah.
27
DENEME
Beste BEKİR
AŞKI DİRİ TUTAN DUYGU:
ÖZLEMEK
Özlemek... Özlemek değil midir insanı bir çıra misali yakıp kavuran? Aklını başından
alıp onu iç dünyasına hapseden?
Bir eksikliğin varlığına işaret eder özlemek. İnsan kendinde eksik olanı özler, ister. Bir
varlığın özlemini duyabileceği gibi, bir duyguyu ya da yaşantıyı da özleyebilir insan. Âdeta bir
bağımlı gibi bilincinde somutlaştırdığı bu duygunun altında ezilir, aklını ve kalbini o özlediği
şeye veya varlığa teslim eder. O kadar ki, özlem eşliğinde içinde büyüttüğü şey her ne ise,
özleyeni dış dünyaya bile kayıtsız hâle getirir.
Özlem kimi durumlarda fiziksel acı bile hissettirir insana: "Özlemek, ölmekten iki harf
fazla!" der Cemal Süreya.
Özlem, sesini duyamadıklarını, yüzünü göremediklerini anımsatır insana. Özlemek
kimi zaman şefkatidir bir annenin, bir babanın koruyucu kanatlarıdır kimi zaman. Kimi
zaman da çocukluk anılarıdır. Ne acıdır geri gelmeyecek olması bu en güzel, dertsiz çağın.
Anneannenizin naftalin kokulu dolabı; beraber çiçekleri suladığınız, ağaçlardan kayısılar,
erikler topladığınız tatlı dilli, yumuşak kalpli dedenizdir özlem.
Cahit Sıtkı Tarancı'nın "Çocukluk" isimli şiirinden çocukluğuna duyduğu özlemi
sezinlememek mümkün değildir:
"Affan Dede'ye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var, ne adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiçbir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.
Bu bahar havası, bu bahçe
Havuzda su şırıl şırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim."
Cemal Süreya ise "Hasret" isimli şiirinde sevgilisine duyduğu özlemini kısa ve öz bir
şekilde ifade eder:
"Dışarıya yağmur,
28
yüreğime hasret,
fikrime sen...
Nasıl yağıyorsunuz üçünüz birden
bir bilsen"
Özlemek ne kalabilmek, ne de gidebilmektir. Arafta kalmaktır özlemek. Çaresizliktir.
Gelmeyecek olanı bile bile beklemektir. Sınırlı vakitlerde sevgiye boğmaya çalışmaktır
sevgiliyi. Dar zamana olabildiğince cümle, duygu, şiir, şarkı sığdırabilmek için kendini
paralamaktır. Özlemek kavuşmanın acı veren imkânsızlığında sözlerin boğazınıza
dizilmesidir. Özlemek saklamaktır gözyaşlarını.
Özlemek, aklın orada olmasıdır. Yanmaktır belki de aralıksız tutuşmaktır. Dalıp dalıp
gitmektir, susmaktır özlemek. Odalara, dahası içine kapanmaktır. Elin kolun bağlı beklemektir
özlemek.
Ataol Behramoğlu "Gizlice Sevgilim" isimli şiirinde şöyle sesleniyor okuyucuya:
"Rüyalar bile geceleri bekler
Gizlice görünmek için
Yüreğimdesin, saklısında içimin
Gizlice sevgilim
Kimse bilmesin üzgünlüğümü
Taşırım ölümüm gibi bu duyguyu
En gizli kuytularında ömrümün
Bir yer var gizlice sevgilimin uyuduğu
Gizlice sevgilim, yaşam kadar acı
Canımı tutuşturan özlem gibi
Özlüyorum derin yokoluşta
Gizlice sevgilimi."
Peki diyorum bazen, özlemin aşkı diri tutmak gibi bir görevi de yok mudur? Sevenin
sevdiğinden uzakta olması değil midir ki kavuşma arzusunu, dolayısıyla aşkı daha da
alevlendiren? Sevenler kavuştuğunda güçlenmeyecek mi her şeyin bitme ihtimali? "Mutluluk
bir varış değil, bir yolculuktur" diyen Konfüçyüs'e mi kulak vermeli?
29
ŞİİR
Azer GÜDEN
BİR ŞİŞE HÜZÜN
Yolumu kaybettim girdim bir yere
Sormayın bana bugün efkârlıyım
Dökeceğim derdimi kadehlere
Varmayın bana bugün efkârlıyım
Koy büyük rakıları dize dize
Ser masaya her taraf olsun meze
Hiç durmadan içeyim eze eze
Bakmayın bana bugün efkârlıyım
Bir dediğimi iki etme hancı
Çabuk ol başıma giriyor sancı
Rahat bırak beni istemem yancı
Kızmayın bana bugün efkârlıyım
Şimdi deliler gibi içeceğim
Ağzıma ne gelirse diyeceğim
Serden geçtim yardan da geçeceğim
Uymayın bana bugün efkârlıyım
Naralarla çınlatsam buraları
Boşalınca çatlatsam bardakları
Kafam atarsa yıksam masaları
Çatmayın bana bugün efkârlıyım
Çakırkeyf halimin sorularını
Asabi sözlerimin günahını
Büyük içtiklerimin hesabını
Yazmayın bana bugün efkârlıyım
30
ŞİİR
Sibel Sena DEMİR
RESSAMIN ŞİİRİ
Renksiz bir ışığın gölgesinde
Kendini resmeden usta bir ressam
Sol elini havaya kaldırmış
Fırçasından damlayan kibriyle birlikte
Ressam çizmeye devam ediyor
Paletinden hüznü akıyor
Elleri hep soğuklara gidiyor
Ressam ne çizse sonbahara çalıyor
Ressam fırça darbelerini
Ardı ardına kalbine atıyor
Gözlerini kapatıp ruhuna dalıyor
Ruhunda koyu bir iz kalıyor
Ressam düşünüyor
Düşleri parmaklarına batıyor
Ressam resmine özenle bakıyor
Siyahlar arasından beliren siyahlar görüyor
31
KİTAP YAZISI
Yakup DİKER
GÖÇ BAHÇESİ
Hayatımın içinden geçen tüm kuşlara sesleniyorum :
Bir kanat edindim ve çırptım dünyaya karşı.
Mavi kapılı bir evimiz vardı " hani bir zamanlar "
Bir zamanlar tüm geçmiş zamanlardan güzeldi.
Dünya bir ev kapısı bazen, bunu uzunca düşündüm
Sayı saymayı öğrendim o günden sonra uzak kaldı çocukluk.
Ben uzağım kendimden ve bir mektup gibi duruyorum
Zamana boyanmış zarfımın koynunda.
Bir kadın içindeki kanı yutuyor bir sabah
Annemden emdiğim süt toprakla birleşiyor şimdi.
Değilse bugün dündü, hep uzun kırgınlıklarım oldu
Hani bir aksakallı aradım dizim her kanadığında
Benim dizim çok kanardı çocukken, sonra unuturdum
Yirmi bir yaşımda gördüm ilk defa ameliyathane denen soğuk yeri.
Başrolde yine dizim vardı bir de cerrahların eli
Annemin ellerine benzemiyorlardı.
İnsan üşüyünce Allah’ı anımsıyor bunu keşfettim orada
Keşfetmek sayılmaz öğrendim diyelim ve geçelim bunları.
Bir şiirden geçer gibi bir göç yolundan ya da tüm koşulları.
Hayatımı bir renk etmiştim bir rüzgâr alıp götürdü
Bir elimde taş ile savruldum bir elimde rüzgârla
Çünkü bir rüzgâr başlıyorsa bir kuşun kalbinde
Her renk içinde taşır başka bir rengin cesedini...
32
dünya,
BİZİ
KENDİNE
ÇEKEN BİR
KARA
DELİKTİR.