YukEdebiyatKasımAralık2021
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Kasm-Aralık 2021 - Yıl 1 Sayı 2
Emrah Kurul
Atölyeleri yazdı.
Bu yük hepimizin!
Adnan Gerger Oğuz
Atay’ı yazdı.
Başyazı: “Kadınlarımız”
Huban Seda Aras yazdı.
İki Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi
“Cibali’deki kiralık evimizde babamın çalışma odasına giden koridorda,
ciğerci dükkânının önünde yalanan kediler gibi koca Orhan
Kemal’in kapısına bakıyordum. ”
Işık Öğütçü
“Bu çalışmanın amacı, son dönem öykü birikimimiz
üzerine eleştirel bakış geliştirirken mümkünse yazarokur
birlikteliğinde katkılar sunmaya çalışmaktı.”
Ömer Kaya
“Yük Edebiyat’ın ikinci sayısından itibaren tefrika
geleneğini sürdürmek, Türk edebiyatına
aciz bir katkı sunmak amacıyla ‘Kilim’i
yayınlamaya başlıyoruz. Cümle geçmiş
ustalara saygıyla ve
haddimiz olmayarak.”
Uğur Demircan
Adnan Gerger—Ayla Burçin Kahraman—Deniz Longa—Deniz Saatkaya Eldam—
Emrah Kurul—Ercan y Yılmaz—Esra Özkaya—Huban Seda Aras—Hüseyin
Kılıç—Işık Öğütçü—Menderes Doğan—Mesut Barış Övün—Nurhan Suerdem—
Osman Usta—Ozan Çetin—Ozan Demir—Ömer Kaya—Öztekin Düzgün—Rabia
Uğurlu—Tan Doğan—Turgay Yıldırım—Turgut Say—Uğur Demircan
Sayfa 2
Bu Sayıda Neler Var?
KÜNYE
Yayın Yönetmeni:
Emrah KURUL
Yayın Kurulu:
Emrah KURUL
twitter.com/kurul_emrah
Uğur DEMİRCAN
twitter.com/ugurdemircan_tw
Turgay YILDIRIM
twitter.com/turgay_yldrmm
Hüseyin KILIÇ
twitter.com/hikayeparcasi
Ömer KAYA
twitter.com/kyby04
Huban Seda ARAS
twitter.com/hubansedaaras
Rabia UĞURLU
twitter.com/RabiaUgurlu444
Kapak/Mizanpaj:
Uğur DEMİRCAN
ugurdemircan.blogspot.com
Kapak ve İç Fotoğraflar:
Aydın Akburak
instagram.com/aydin.akburak
Arka Kapak Resmi:
Fatma Yıldırım
instagram.com/fatimbow
Desenler:
Feyza Ayten
İletişim:
yukedebiyat@gmail.com
twitter.com/yukedebiyat
instagram.com/yukedebiyatdergisi
yukedebiyat.wordpress.com
Dergiye gönderilen yazılar Yayın Kurulu
onayından sonra takip eden üç sayı
içinde yayımlanabilir. Yayımlanmayacak
yazılar hakkında geri bildirim yapılmaz.
Yayımlanan her türlü eserin içeriğinden
yazarın kendisi sorumludur.
03—Başyazı, Kadınlarımız, Huban Seda Aras
04—Anı, Çikolatadan Aydınlığa, Işık Öğütçü
07—Öykü, Anne Adayı On Bir Kadın, Nurhan Suerdem
11—Öykü, Annen Sana Nasıl Seslenirdi, Deniz Saatkaya Eldam
16—Şiir, Kırmızı, çok kırmızılar varken, Ercan y Yılmaz
18—Öykü, Tuhaf Bir Hikâye, Ayla Burçin Kahraman
24—Şiir, Sabaha Karşı İzmir’de, Mesut Barış Övün
25—Şiir, En Çok Gri, Emrah Kurul
26—Eleştiri, Oğuz Atay’ı Oğuz Atay’ca Anlayabilmek, Adnan Gerger
32—Deneme, Edebiyatımızda Birkaç Mesele, Emrah Kurul
36—Sunuş, Tefrika Yayıncılık, Uğur Demircan
37—Tefrika Roman, Kilim—Tefrika No:1, Uğur Demircan
42—Öykü, Hatşepsut, Rabia Uğurlu
48—Öykü, Huzur Hakkı, Hüseyin Kılıç
58—Tanıtım, Üç Kitap, Ozan Çetin
62—İnceleme, “Apartman Kâmil” Üzerine, Ömer Kaya
66—Öykü, Adam İsmail, Huban Seda Aras
78—Öykü, Tepetaklak, Turgay Yıldırım
84—Şiir, Havariye Sır Verme, Osman Usta
85—Öykü, Bu Sefer Güldürmedi, Deniz Longa
93—Şiir, Nasıl Tutayım Seni, Ayda Majid Abadi, Çeviri: Turgut Say
94—Öykü, Voltran’ın Işın Kılıcı, Menderes Doğan
98—Şiir, Bildiren Zaman, Öztekin Düzgün
100—Öykü, Hipnoz, Ozan Demir
103— Şiir, Makyör, Tan Doğan
105—Öykü, Ansız, Esra Özkaya
106— Yük’lem, Emrah Kurul, Ömer Kaya
108—
YÜK Ede biyat
Sayfa 3
Kadınlarımız
K
adınlarımız.
Hep arka
planda oldukları
varsayılan,
öne çıktıklarında
ise değişen devirlerin
öncüsü kadınlarımız.
Hayatın
her alanında olduğu
gibi sanatta da varlar.
Ayak izlerine, gezdiğimiz
her yerde rastlayabiliriz.
Kimi zaman “ A t e ş t e n
Gömlek” giyip ülkenin zor gününde
öncülüğüyle önümüze
ç ı k a r , k i m i z a m a n s a
“Muhaderat” ile kadın problemlerine
el atarlar. Ne yazarlarsa
yazsınlar hep “Vatanım
İçin” derler.
Aşk için aşk ile de yazarlar.
“Hicran Gecesi”nde evlatlık
olup aşka düşer, “Aşk
Budur” der; karşılıksız aşkı
ruh haline dönüştürürler.
Leylâ’dan geçip de Mevlâ’yı
buldurur kahramanlarına çoğu
zaman, kadınlarımız. Bazen
Doğu-Batı sorunsalına el atar,
“Batmayan Gün” ile devam
ettirirler eserlerini.
Kimi zaman kaçmak gerekir.
Yaşadığımız ortamlardan,
hayattan. Bunu da
“Yaşayan Ölü” ile verir okurlara
kadın yazarlar. Tarihe, sosyal
konulara önem verirler. Titizlikle,
ince görüşleriyle, yaşadığımız
şu günlere inat farklı
bir dönem yansıtırlar bizlere.
Kadınlıklarından olsa
gerek inanmak isterler hayallerindekine
ve bu yüzden ellerinin
değdiği her yer güzelleşir.
Gerçekçilik yakalarına yapışsa
bile hayat onları savursa bile
“Fosforlu Cevriye” ve niceleriyle
gerçekçi kurguda, kadın
bakış açısını yansıtırlar bize.
Amaçları gölge olmak değil,
kimlik kazanmaktır aslında.
Ben varım, buradayım diye bağırmak
yerine ürettikleriyle
kimliklerini kazanırlar.
“Şafak” der başka bir
kadın yazarımız. Toplum ve
gerçekçilik temasında anlatır,
örgütsel olayları. İç sesler, çatışmalar,
geçmişe dönüşler havada
uçuşur. Çünkü kurgu adı
altında kendilerinden parçalar
yansıtır yazarlarımız. “Korsan
Çıkmazı” tam da bu yönde bir
eser olur. İç diyaloglar, yazarın
kendi iç yalnızlığını anlatır.
Kadınlarımız zor hayatlar
yaşar. Her biri farklı dünyalardan
gelip ortak paydada buluşma
çabası verirken bazıları
dayanamaz zorluklara. Psikolojik
sorunları baş gösterir. Bu
da farklı özgün eserlerin ortaya
çıkmasını sağlar. Bunun en
iyi örneklerinden biri de
“Çocukluğun Soğuk Geceleri”dir.
“Yaz Düşleri Düş Kışları”
ile düşlerinin peşine düşenler
de vardır tabi. Hayatın bir
amacı da düşleri gerçekleştirmek
değil mi zaten?
Ve son olarak “Bir Dinozorun
Anıları” ve “Bir Dinozorun
Gezileri” ile kendi hayatını,
bakış açısını, düşüncelerini,
anılarını içtenlikle anlatır büyük
bir ustamız.
Adını, eserlerini anmadığım
yaşayan, yaşamayan birçok
kadın yazarımız var edebiyata
damgasını vuran. Sadece
evlerinde oturmayıp gördüklerini,
göreceklerimize katıp anlatan.
Bu kadın yazarlarımızı
dünyaya tanıtmakta zorlanmış
olsak bile bizlerin okumuş/
okuyor/okuyacak olmamız
büyük bir şans. Sadece evlerinde
oturmayıp hayata katılan
tüm kadınlara selam olsun.
Edebiyatla –iyi edebiyatla-
kalın.
Huban Seda Aras
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 4
Çikolatadan Aydınlığa
Işık Öğütçü
İ
nsanın belleğinde
yer etmiş güzel
anılar vardır. Zaman
zaman bunları
düşünür, geçmişe döner
ve yitirdiklerinizi
anımsarsınız. Benim
de böyle anılarım içinde
kuşların getirdiği
çikolata var.
Hatırlıyorum o
yıllarda herhalde beş
altı yaşlarındaydım.
Tadını bildiğim fakat
daima yeme fırsatı bulamadığım,
genellikle
bayramdan bayrama
kavuştuğum çikolatayı
o gün yemeyi arzu
ediyordum. Cibali’deki
kiralık evimizde babamın
çalışma odasına
giden koridorda,
ciğerci dükkânının
önünde yalanan kediler
gibi koca Orhan
Kemal’in kapısına bakıyordum.
Çok aşina olduğum
bir sesi duymak
için bekliyordum. Ses
gelmedikçe sabırsızlanıyor,
babamın beni
unutmuş olduğuna
ihtimal veriyordum.
Çocukluk bencilliği
işte, sadece kendimi
Sayfa 5
düşünüyordum.
Oysa babam, inancı
uğruna ezilenlerin
zabıt kâtibi olarak
sessizlerin seslerini
duyurmak
adına, onların daha
iyi yaşam sürmeleri
uğruna bedeller
ödeyerek,
engeller aşarak
mücadelesini yazarak
sürdürüyordu.
Alnının teriyle,
kursağına hakkı
olmayan bir tek
kuruş dahi girmeden
kazandığını
daha iyi bir yaşam
için harcamıyordu.
Ama bunları
gelin de bana anlatın.
Çikolatayı özlüyor,
koşullar ne
olursa olsun onu
yemek istiyordum.
Ve sonunda babamdan
duymak
istediğim ses,
“Oğlum, gel bak
kuş sana ne getirdi?”
O kuşun ne
getirdiğini daha
önceden çok iyi biliyordum.
Yıldırım
hızıyla odasına
girmemle, divanını
örten siyah Siirt
battaniyesi üzerinde
duran çikolatalı
gofreti elime almam
bir anda
olurdu. Heyecanla,
nefes nefese
kâğıdı güzelce
açar, sanki elimden
onu alacaklarmış
gibi büyük bir
hazla, tadını çıkara
çıkara ama bu
mutluluğun çok
kısa süreceğini bilerek,
gözlerim yumuk
yumuk yerdim.
Çabuk bittiğine
kızar, neden bir
kamyon dolusu yiyemediğime
hayıflanır,
parlak kâğıdına
bulaşmış, erimiş
çikolatasını da
bir güzel yalardım.
Ağzım, burnum
çikolata içinde kalırdı.
Ç i k o l a t a y ı
doya doya yaşarken
Orhan Kemal’in
beni izlediğini
bilmezdim.
Duygularımın nasıl
dalgalandığını,
yazar önsezisi ile
bütün çocukların
bu durumda neler
hissedebileceklerini
düşünüyordu
sanırım.
Yıllar sonra
bir çocuğun çikolata
hasretini, yazdığı
“Çikolata” öyküsünde
ölümsüz
kıldığına tanıklık
ediyordum, “ Kırmızı
kâğıtlı ellilik
bir çikolatayla çıktılar
dükkândan,
önce kırmızı kâğıdı
yırtılıp atıldı,
sonra gümüş kağıt.
Daha sonra da
bölüşüldü, başlandı
yenmeye. Çok
mu tatlıydı acaba?
Tam gidecekti,
kaldırım, kaldırımın
dibi, kaldırımın
dibinde kırmızı
kırmızı yanan
yırtık çikolata
kâğıtları, ufacık bir
toptu buruşuk gümüş
kâğıt. Çevresine
kuşkuyla baktı.
Görülüp aç gözlü,
arsız denmesinden
korkuyordu.
Çikolatayı
doya doya
yaşarken
Orhan
Kemal’in
beni
izlediğini
bilmezdim.
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 6
Eğildi, gümüş kâğıdın
buruşuk topunu
aldı. Topmuş gibi, buruşuk
kâğıdı havaya
attı tuttu attı tuttu.
Atıp tutarak bir sokak,
bir sokak daha,
daha sonra daha bir
başka sokak. Kimsenin
olmadığı bir anda
gümüşten topu açtı,
çikolata bulaşıklarını
yaladı, yaladı…”
Bugün de pek
çok konuda hasret çeken
çocukların olduğunu
biliyorum.
Unutulmasın ki sabırla
lamba tutarak gölgede
kalmayı tercih
edenler, aydınlık Türkiye’nin
bu hasretliklerini
bitirecek, böylece
yazarlar da çikolataya
hasret çocukların
değil, bilimde, sanatta
başarıya ulaşmış
gençlerin hikayelerini
yazacaklar. Orhan
Kemal güzel
günler için şunu
s ö y l e m i ş t i r ,
“Dünyaya baksınlar,
masmavi gökyüzü,
yaprak yüklü
ağaçlar, çocukların
gözlerinde
umut, güneşin sıcaklığı...
Her şey
insanı mutlu kılmak
için ellerinden
geldiği kadar çaba
gösteriyor. Bütün
suç düzensiz toplumda...
Düzensiz
toplumu, düzenli
toplum haline getirmek
için çaba
harcamak, herhalde
ölmekten çok daha
insanca.”
Kara günün kararıp
unutmamak
gitmeyeceğini
Umut insanda…
Eylül 2021
lazım.
YÜK Ede biyat
Sayfa 7
Anne Adayı On Bir Kadın
Nurhan Suerdem
1
Yataktan kalkar kalmaz
banyoya gitti. Çişini temiz
kaba yaparken gülümsüyordu.
Bir gün
önce eczaneden aldığı
testi paketinden çıkarttı.
Elini okşar gibi üstünde
gezdirdi. Emici ucu çişe
batırdı, iyice ıslandığına
emin olduktan sonra kapağı
kapatıp usulcacık
cam rafın üzerine koydu.
Beklerken hadi inşallah,
diye söylendi.
Çizgi kalınlaştığında yaşasın
Ali’ye kardeş geliyor;
akşama kutlarız, dedi.
2
Yataktan kalkar kalkmaz
banyoya gitti. Çişini
temiz kaba yaparken
heyecanlıydı. Bir gün
önce eczaneden aldığı
testi güç bela paketinden
çıkarttı. Elleri titriyordu.
Emici ucu çişe
batırdı, iyice ıslandıktan
sonra kapağı kapatıp
granit tezgâha koydu.
Beklemeye başladı.
Kontrol panelinde renk
pembeye döndüğünde
kalbi küt küt atıyordu.
Çizgi belirirken gözleri
parladı. Harika… Hamileydi.
O da çok sevinecek,
diye düşündü.
3
Yataktan kalkar kalmaz
banyoya gitti. Çişini temiz
kaba yaptı. Bir gün
önce eczaneden aldığı
testi paketinden sakince
çıkardı. Emici ucu çişe
batırdı, iyice ıslandıktan
sonra kapağı kapatıp lavabonun
yanındaki beyaz
dolaba koydu. Beklemeye
başladı. Kontrol
panelinde renk pembeye
döndü, bir çizgi belirdi.
Hamileydi. Böyle olacağını
biliyordum zaten,
dedi. Ona da haber versem
mi acaba, diye düşündü.
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 8
4
Yataktan kalkar kalmaz
banyoya gitti. Çişini temiz
kaba yaparken
gözleri sulandı. Bir gün
önce eczaneden aldığı
testi elleri titreyerek
yırttı. Allahım, nasıl bir
adaletin var, bir taraftan
alıyorsun bir taraftan
veriyorsun… Emici
ucu çişe batırdı, iyice
ıslandıktan sonra kapağı
kapatıp tezgâha koydu.
Bekledi. Yatalak
onca insan varken onu
almak niye? Kontrol
penceresindeki çizgi
kalınlaştı. Sevineyim
mi, üzüleyim mi, bilmiyorum
diye mırıldandı.
5
Yataktan kalkar kalmaz
banyoya gitti. Çişini temiz
kaba yaparken çocuk
isteyip istemediğimden
emin değilim,
diye düşündü. Bu evliliğin
sürüp sürmeyeceğinden
de. Bir gün önce
eczaneden aldığı testi
isteksizce yırttı. Emici
ucu çişe batırdı, iyice
ıslandıktan sonra kapağı
kapatıp kutunun üstüne
koydu. Bekledi.
Yok yok, en iyisi aldırmak…
Kontrol paneli
pembeye dönmüş, belli
belirsiz bir çizgi oluşmuştu.
Hadi bakalım,
her şey gibi bu da belirsiz!
6
Yataktan kalkar kalmaz
banyoya gitti. Çişini temiz
kaba yaptı. Bir gün
önce eczaneden aldığı
testi özenle yırttı. Emici
ucu, ne yapalım inceldiği
yerden kopar,
diyerek çişe batırdı. İyice
ıslandıktan sonra kapağı
kapatıp mermer
tezgâha koydu. Bekledi.
Anne olmak istiyorum.
Bu kadar! Kontrol
panelindeki kalın çizgiyi
görünce yüreği hopladı.
Görür o, dört ay
söylemem olur biter.
Kıyamet nasıl kopuyormuş,
anlar o zaman!
YÜK Ede biyat
Sayfa 9
7
Yataktan kalkar kalmaz
banyoya gitti. Çişini temiz
kaba yaparken Allahım
hadi bu sefer dualarımı
kabul et, diye yalvardı.
Bir gün önce eczaneden
aldığı testi aceleyle
yırttı. Emici ucu çişe
batırdı, iyice ıslandıktan
sonra kapağı kapatıp
çatlak lavabonun kenarına
koydu. Bekledi. Beni
deli etti, çocuk diye. Bu
sefer kesin, boş yere mi
gecikti adetim? Çubuk
da çıkacak... Çıkmadı...
Birazdan kapıya dayanır,
çocuk var mı çocuk
diye. Yok çocuk, yok,
yok!
8
Yataktan kalkar kalkmaz
banyoya gitti. Çişini
temiz kaba yaparken
sırasıydı sanki, diye düşündü.
Bir gün önce eczaneden
aldığı testin paketini
yırttı, attı. Emici
ucu çişe batırdı, iyice ıslandıktan
sonra kapağı
kapatıp ahşap tezgâha
koydu. Bekledi. Kontrol
panelinde renk pembeye
dönüp çizgi kalınlaşınca,
olacak iş değil, bu rolü
kapacağım diye o kadar
uğraştım durdum.
Al başına belayı şimdi,
diye söylendi.
9
Yataktan kalkar kalkmaz
banyoya gitti. Çişini
temiz kaba yaparken
canı sıkkındı. Bir gün
önce eczaneden aldığı
testi paketinden çıkartırken
zorlandı. Emici ucu
çişe batırdı, iyice ıslandıktan
sonra kapağı kapatıp
çamaşır makinesinin
üstüne koydu. Beklemeye
başladı. Kontrol
panelinde renk pembeye
döndü. Çizgi kalınlaştı.
Allahım bu yaştan sonra,
çoluk çocuğa rezil
olacağım, neredeyse kızım
doğuracak, iş mi
şimdi, diye mırıldandı.
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 10
10
Yataktan kalkar kalmaz
banyoya gitti. Çişini temiz
kaba yaparken tırnaklarını
kemiriyordu.
Bir gün önce eczaneden
aldığı testin paketini
hırsla yırttı. Emici ucu
çişe hışımla batırdı, iyice
ıslandıktan sonra kapağı
kapatıp lavabonun
sabunluğuna sertçe
koydu. Elleri belinde
beklerken yüzü dalga
dalga kızardı. Çizgi
netleştiğinde testi fırlatıp
attı. Fayansa çarpıp
yere düşen testin sesi,
duvarı
yumruklayan
11
Yataktan kalkar kalmaz
banyoya gitti. Çişini temiz
kaba yaparken tedirgindi.
Bir gün önce
eczaneden aldığı testi
paketinden çıkartırken
bocaladı. Emici ucu çişe
batırdı, iyice ıslandıktan
sonra kapağı kapattı.
Ayna önündeki
kırık plastik rafa koydu.
Bekledi. Kontrol
panelinde renk pembeye
dönüp çizgi kalınlaşınca,
çığlığı duyulmasın
diye ağzını kapattı.
Korkuyla etrafına bakındı.
Ne yapacağım,
elinin sesine karıştı.
beni yaşatmazlar şimdi
diye ağlamaya başladı.
29 Ocak 2018 tarihli Ekmek ve Gül
Gazetesinde yayımlanmıştır
YÜK Ede biyat
Sayfa 11
Annen Sana Nasıl Seslenirdi?
Deniz Saatkaya Eldam
M
utfak masasında
oturmuş ekmeklerin
kızarmasını
bekliyoruz. Sabahın
köründe nasıl bu kadar
bakımlı olabiliyor, platin
sarısı saçları maşalı,
göz makyajı kusursuz.
Nereden, nasıl bulduysa
annemin yıllar önce ördüğü
dantel örtüyü bulmuş,
masaya sermiş, üstüne de
cam kestirmiş. Uzun kırmızı
ojeli tırnaklarını camın
üstünde tıkırdattı.
“Böyle bir güzelliğin
sandık diplerinde çürümesine
izin veremezdik
öyle değil mi ama.”
Biz diyor, biz kimsek.
İkimizi kast ediyor
olamaz, belki babamla
kendinden bahsediyordur.
Ben asla o “bizin” içinde
olmayacağım, bunu o platin
kafasına soksa iyi olur.
“Sabahları kahvaltıda
annenin ördüğü masa
örtüsüyle bize eşlik etmesi
hoşuna gider diye düşündüm.”
Sesindeki yapmacık
kibarlık, abartılı neşe sinirimi
bozuyor. Kalktı, kırıtarak
pastırmalı yumurta
sahanını ocaktan aldı, masanın
ortasına koydu.
“Pastırma sevdiğin
gibi az çemenli.”
Bu kadar kısa zamanda
beni tanıdığını sanıyor,
sevdiğim şeyleri bildiğini.
Elimi masanın kenarından
sarkan örtünün üstünde
gezdirdim, çiçeklerin
kabartılarında. Yetiştiremediğimiz
o on dört
motif, örtünün bu sırası
hep eksik kalacak. Hastaneye
tığ ve ip getirmemiz
için yalvarmıştı annem.
Sesi kulaklarımda çınladı.
“Bak şimdi, el üstü
alıp üç seferde çıkıyorsun,
iki zincir çekip üç sıra sık
iğne devam ediyorsun. İşte
bu kadar basit.”
“Kaç motif gerekiyor
demiştin.”
“İki yüz seksen
dört.”
“Çokmuş anne, hayatta
bitiremeyiz.”
“Yarı yarıya yaptık
mı doğum gününe kadar
hazır olur.”
Eksik sıradaki son
çiçek motifini tuttum, avucumun
içinde ezdim.
“Lütfen bunu çıkardığın
yere geri koy.”
Bir an duraksadı,
hangisinden başlayacağına
karar veremiyor gibi
zeytine, peynire, reçele
baktı. Fıstık ezmesini aldı,
kavanozun arkasındaki
etiketi inceliyor.
“Bunlara neden şeker
ilave ederler anlamam,
o kadar zararlı ki.”
“Hayat çok tatsız da
ondan.”
Komik bir şey söylemişim
gibi kahkaha attı,
ekmeğine bir parça tereyağı
sürdü, benim gülmediğimi
fark edince hemen
sustu. Annemin giymeye
kıyamadığı ipek sabahlığın
içinde hayat ona çok
tatlı tabii. Ameliyatından
sonra almıştı, artık memelerim
yok ama ipek bir sabahlığım
var demişti, sonra
babamla yatakları ayırmış
bir daha hiç birleştirmemişlerdi.
Sutyenlerinin
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 12
hepsini küvete doldurup
yakmıştı. Beni banyonun
kapısında dehşet içinde
seyrederken bulunca hemen
çark etti, bir kahkaha
attı. “Kahrolsun sutyenler,
memelere özgürlük.
Hadi gel kendimize
bol çikolatalı bir kek yapalım,
sonra da saçlarımızı
öreriz, harika bir
mor boya buldum ikimize
de çok yakışacak. Arka
taraftan bir tutam mı
yoksa bizim gibi kadınlara
yakışacak bir cesaretle
ön taraftan bir tutam mı?
Ne dersin?”
Ekmeğine bir parça
bal sürdü. Sabahlığın
açık yakasından görünen
memelerine baktım, her
fırsatta sergilemekten kaçınmadığı,
kadınlığını
haykıran kocaman memelerine.
Babamın o memeleri
avuçladığı tuhaf
bir sahne belirdi gözümde,
ağzımdaki yudum
büyüdü, boğazımdan
geçmedi. Hem harika
seksi memelere hem ipek
sabahlığa hem de babama
sahip olduğu için ondan
nefret ettim. Sabahlığı
da örtüyü bulduğu
yerden çıkarmış muhtemelen.
Evde küçük bir
fare gibi dolanıyor, benim
varlığından bile haberdar
olmadığım bütün
deliklere girip çıkıyor,
gün yüzüne çıkmaması
gereken, ona ait olmayan
şeyleri bulup çıkarıyor.
Çayımdan bir yudum aldım.
“Hiç makineye atmazdı,
hep elinde yıkardı.”
Pastırmalı yumurtaya
uzandı. “Neyi, masa
örtüsünü mü?”
“Hayır, sabahlığı.
Onu da bulduğun yere
bırak lütfen.”
Çatalın ucundaki
yumurtayı ağzına götürmedi,
tabağına bıraktı.
“Benden hoşlanmamanı
anlıyorum,” dedi.
“Ama ben hiçbir şeyi
değiştirmek… Yani onun
izlerini silmek falan istemiyorum.”
Bıçağımla pastırmalı
yumurtanın ortasından
bir çizgi çekip ikiye
böldüm, biraz önce bozduğu
tarafı ona doğru
çevirdim, kendi tarafımdaki
bütün parçadan
gözlerimi ayırmadan,
“Silemezsin zaten” dedim.
Annemin şezlonguna
sadece başı gölgede
kalacak şekilde uzanmış,
o saçma sapan moda dergilerinden
birini okuyor,
arada bir bir pareo, şort
veya bikini modeli gösterip
fikrimi soruyor. Hep
aynı cevabı veriyorum,
“Güzelmiş.” Bu yaz turkuaz
mavi çok modaymış,
gözlerime çok yakışırmış,
üstelik bu rengin
enerjisi de inanılmaz
yüksekmiş, moduma çok
iyi gelecekmiş, siyah giymekten
artık vazgeçmeliymişim.
İlgisizliğimi,
onu görmezden, duymazdan
gelmemi umursamıyor,
sesinde hep aynı
abartılı heyecan, sanki
birisi onu sürekli neşeli
olması için maaşa bağlamış.
Olduğum yerde terliyorum,
her şeyi, herkesi
kavurup yakan güneş
onu zerre rahatsız etmiyor.
Yarım saatte bir aktarda
özel olarak hazırlattığını
söylediği bir yağı
bütün vücuduna hiçbir
milimetresini atlamadan
itinayla sürüp cildine
güzelce yediriyor. Güneşin
altında bronzdan
bir heykel. Bu kez dergi-
YÜK Ede biyat
Sayfa 13
yi yüzünden indirmeden
arkasından konuştu.
“Çarşıya harika bir
dövmeci açılmış, adam
gerçek bir sanatçıymış.
Herkes onu konuşuyor,
öve öve bitiremiyor.
Biz de
Leopar
gidip birer
desenli plaj
çantasının
içinde
dövme yaptırsak
mı, ne dersin?”
Derginin kapağında
fosforlu
aynı
pembe su
onun gibi boş
boş bakan
termosu, alıp mankene baktım.
kapağını
“Dövme
açtım, tam
içine
mi ne dövmesi?”
Derginin arkasından
konuş-
tükürecekken
vazgeçtim, maya devam
çok klişe,
etti. Bir an kapaktaki
boş bakışlı
daha yaratıcı
manken
bir intikam
konuşuyor
sandım.
bulmalıyım. “Anneni hatırlatan
bir şey
mesela, ne bileyim küçük
bir viyolonsel, bir nota ya
da sol anahtarı olabilir.”
Dergiyi yüzünün
önünden indirip sol memesinin
üstünü gösterdi.
“Buraya bir yere örneğin,
kalbimizin tam üstüne.”
Siyah tişörtümün
altına sakladığım memelerime
dokundum, üstlerindeki
falçata kesikleri sızladı.
İstemiyorum onları,
kesip alsınlar. İnsanın
kendi bedeniyle ilgili karar
verebilmesi için on sekiz
yaşı beklenmemeli.
Hatta insan daha yaşarken
memelerini bağışlayabilmeli,
belki bir yerlerde
onlara benden daha çok
ihtiyacı olan biri vardır.
Annesi meme kanseri olan
küçük bir kız mesela.
Çantamdan kulaklıklarımı
çıkarıp taktım.
“Annemi hatırlamak
için dövmeye ihtiyacım
yok. Tek istediğim
huzur içinde müzik dinleyip
biraz kestirmek. Saçma
fikirlerini, moda tavsiyelerini
kendine sakla lütfen.”
Müziğin sesini sonuna
kadar açtım, gözlerimi
kapadım.
Annem şezlongundan
kalktı, bikinisinin üstünü
çıkarıp birden koşmaya
başladı. Plajdaki
şaşkın bakışlara aldırmadan
memelerini hoplata
hoplata koşuyor, ben de
peşine takıldım. Arkama
dönüp bakıyorum, o. Platin
saçlarını savurarak
yaklaşıyor, arkasında da
babam. Babam hangimizin
peşinde, annemin mi,
benim mi, onun mu. Annemin
önce sağ, sonra sol
memesi düştü, memelerinden
kurtulunca daha
hızlı koşmaya başladı,
rüzgâr gibi, yetişemedim,
çaresizce kaybolup gidişini
seyrettim. Babam, annemin
memelerini elimden
alıp ona verdi.
Gözlerimi açtım,
şezlong boş, hafif bir akşam
meltemi çıkmış, yerde
moda dergisinin sayfaları
hafif hafif havalanıyor.
Leopar desenli plaj
çantasının içinde fosforlu
pembe su termosu, alıp
kapağını açtım, tam içine
tükürecekken vazgeçtim,
çok klişe, daha yaratıcı bir
intikam bulmalıyım. Şimdilik
içine biraz deniz suyu
doldurmakla yetindim
ama daha büyük bir şeyi
planlamanın vakti çoktan
geldi de geçiyor bile. Babam
ne diye annemin memelerini
ona verdi ki, bir
yolunu bulup geri almalıyım.
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 14
Sabahtan beri elinde
toz bezi ortalıkta dolanıp
duruyor, üstünde parlak
yeşil bir elbise, aç bir çekirge
gibi oradan oraya
sıçrayıp duruyor, dikkatimi
dağıtıyor. Şimdi de
konsolun üstündeki çerçevelerin,
bibloların ince ince
tozunu almaya başladı.
Evin içindeki bu bitmek
bilmeyen hareketi beni deli
ediyor, sürekli etrafımda
dolanıyor, bir şeyler soruyor.
“Bu işi senin yapman
gerekmiyor ki,” dedim.
“Kadına söylemen
yeterli.”
Çerçevelerden en
büyüğünü aldı, toz beziyle
kabartmalarının kıvrımlarını
büyük bir dikkatle sildi.
“Kadın çok sallapati,
hiç dikkat etmiyor, her şeyin
yerini karıştırıyor, değiştiriyor.
Nikâh fotoğrafı,
sana hamile olduğu fotoğraf,
sonra bir yaş doğum
günün, okulda ilk günün,
konser fotoğrafları da sağ
tarafa. Bu kadar basit aslında
ama bir türlü öğrenemedi
işte, her seferinde
karman çorman ediyor
hepsini.”
Güya hatıralarımıza
kıymet veriyor, üç hafta
sonra göreceğim ben seni,
babama imzayı attırınca,
bakalım o çerçevelerin biri
kalıyor mu. Şimdi hep bir
şov, hep bir tiyatro.
“Ne ben ne annem
umurunda, bunu ikimiz
de gayet iyi biliyoruz. Babamı
kandırabilirsin ama
beni asla.”
Cevap vermedi, toz
almayı bıraktı, annemin
son konser fotoğrafını inceliyor.
Başını hafif eğmiş,
annemin gülümsemesine
karşılık vermek ister gibi o
da gülümsüyor. Ona fırsat
vermeden yarın bütün fotoğrafları
toplamalı. Annemin
koyu kestane saçından
alnına düşen perçemi
çekmek ister gibi elini fotoğrafta
gezdirdi, sonra
bana döndü.
“Kaşların aynı
onunki gibi, gür ve biçimli,
kadınlar böyle kaşlar
için ne paralar harcıyor bir
bilsen.”
İşi gücü güzellik,
makyaj, moda. Sanki on
yedi yaşında olan ben değilim
de o. Evcilik takımlarımı
çıkarsam oynar, babamla
yaptığı da bu değil
mi zaten, evcilik oynamak.
Barbie evleniyor. Elindeki
çerçeveyi son bir kez sildi,
tam yerine, konser fotoğraflarının
en sonuna milimetrik
bir hesap yapar gibi
eğilip bakarak yerleştirdi.
Doğduğum gün annemin
kucağında çekilen fotoğrafı
eline aldı.
“Annen sana nasıl
seslenirdi? Bebeğim, aşkım
prensesim?”
Soruyu sorar sormaz
panikledi, ileri gittiğini
anladı, sorduğu sorunun
aramızdaki gergin ipi
bir bıçak gibi kesebileceğinin
farkında, göz göze gelmemek
için tek toz zerresi
kalmadığı halde aynı yerin
tozunu alarak meşgul görünmeye
çalışıyor. Cevap
vermedim en az onunki
kadar tuhaf bir soru buldum,
sordum.
“Memelerin doğal
mı, silikon mu?”
“Silikon.”
Bunu beklemiyordum,
böyle kolayca itiraf
edeceğini yani. Gülümsedi
memelerini altından kavrayıp
birleştirdi.
“En büyük boy,
damla protez.”
Bir de detay veriyor.
Bunu sorduğuma memnun
gibi gülümsemeye de-
YÜK Ede biyat
Sayfa 15
vam ediyor. Canını acıtmak
istiyorum, ne kadar
yanlış bir karar verdiğini
anlamasını.
“Bebek olunca ne
yapacaksın, bu plastik
şeylerle mi emzireceksin
onu?”
Doğum fotoğrafına
tekrar baktı, gülümsemesi
yüzünden yavaş yavaş silindi,
gözleri gölgelendi.
Elbisesini sıyırdı, dantelli
külotunu indirdi, tam orasında,
bir kasığından ötekine
uzanan uzun pembe
bir çizgi, taze dikiş izleri.
“Ben de tam değilim.
Bir bebeği emzirmek
için memelerim var ama
onu taşıyacak bir… Bir
…”
Öylece bakakaldım,
bir türlü tamamlayamadığı
cümleyi zihnimde tamamladım,
“Bir rahmim
yok.” Koltuktan kalktım,
bir iki adım atıp önünde
durdum, tişörtümü çıkardım.
Toz bezini bıraktı,
yüzü durgun, ifadesiz, bakışlarını
annemin aynanın
önünde uzun uzun seyrettiği
boşluklarına koymak
istediğim, varlığından acı
duyduğum ama bir türlü
kesip atamadığım ama
falçatayla lime lime ettiğim
memelerimin üstünde
gezdirdi. Onun altı, benim
üstüm çıplak, bir süre
birbirimizi seyrettik. O
külotunu yukarı çekerken
ben de tişörtümü giydim.
“Hadi gel kendimize
bol çikolatalı bir kek
yapalım.”
“Ekim Ayı Meme Kanseri Farkındalık Ayı”
Detaylı bilgi için tıklayınız
Yıl 1 Sayı 2
Kırmızı, çok kırmızılar varken
Ercan y Yılmaz
13
böyle devam ederse
rüzgâr bir kaplumbağayla taşınacak
yağmur bir ipe tutunarak
ezgi derler
sallanacak
böyle devam ederse
bulut, çok bulut varken
kırmızı, çok kırmızılar varken
annemiz
yeni iplerle kendini örecek
14
her gün karşı pencerelerden
birbirini susuz bırakan
iki çift göz
yorgun anlarında en çok
merak eder
bulundu mu
ötelerde su
15
yavaş yavaş ölme isteği
aslında bu benim değil
sadece bana biçilen su
aniden de olabilir
kim bilir belki öyledir su
yaş kalmak da nedir
çatır çatır yanmak varken
kuru
Tuhaf Bir Hikâye
Ayla Burçin Kahraman
“
Siparişleri getirdim
abla,” dedi. Nefes
nefese. Kot şortunun
üstünde siyahları griye
dönmüş beyaz çizgili bir
tişört, güneş karası teninde
hafif bir klor kokusu.
Elindeki poşetleri alarak
tezgâhın üzerine bıraktım.
Cüzdanımı bulup
yanına geldiğimde meraklı
gözlerini evin içindeki
eşyalarda gezdiriyor. Çıkardığım
parayı uzattım,
aldı, bir çırpıda hesaplayıp
elini cebine attı.
“Üstü kalsın,”
“Sağ ol abla,” dedi
tarazlı sesiyle, dudağının
kenarını ısırarak.
“Emin abiye söylemiştim
ama, o niye gelmedi.
Marketin çırağı mısın?”
“Yok abla, dayımın
havuz kenarında işi vardı
da. Beni yolladı servise.”
“Emin abinin yeğeni
misin? Adın ne senin?”
“Ramazan,” Bakışları
tişörtümün yakasında. İnce,
uzun elleriyle saçlarını
düzeltti yüzüme bakmadan.
Tişörtümün askılarını
geriye itip huzursuz gülümsedim.
Çocukta beni
rahatsız eden bir şey var.
Gözleriyle elleri arasında
tuhaf bir uyumsuzluk. Çocuk
kalmakla olgunlaşmak
arasında bir yerlerde
sıkışıp kalmış gibi.
“Teşekkürler Ramazan,”
diyerek kapıyı kapattım.
Arkasından bakmak
için perdeyi araladım.
Kış boyu yağan yağmurlar
camlarda ince bir
kireç tabakası oluşturmuş,
dışarısı görünmüyor. Pencereyi
açtım. Su sesine karışan
çocuk çığlıkları, gülme,
ağlama, konuşma sesleri.
Anlaşılan herkes burada.
Karşı bahçedeki İbrahim
amcalar, yanda Dilek
Hanım ve kızları, üst
tarafta site yöneticisi Erol
amcalar, onların hemen
altında Pelinler. Tüketme
ve kirletme sezonu çoktan
açılmış.
Pencereden uzaklaşıp
kapıyı açtım. Veranda boş.
Babam, sezon sonunda
toplayıp içeri almış her
şeyi. Yemek masası, sandalyeler,
köşedeki bambu
salıncak. Her yer toz içinde.
Duvar badanası kavlamış,
kalebodur derzleri
pamuk bağlamış. Bir an
önce başlamak lazım. Salonun
ortasına yığılmış
sandalyeleri çekip masayı
YÜK Ede biyat
Sayfa 19
sürükleyerek dışarı çı-
mış gülümsüyor.
“Doğru mu duy-
kardım. Bütün evi sü-
“Korktun mu kız?”
duklarım?” dedi.
pürüp sildim. Yatak
“Dalmışım.”
“…”
odasına gidip valizim-
“Geldin demek so-
“Ne oldu kuzum
deki kıyafetleri dolaba
nunda. ”
ya? İyiydiniz siz.”
Emin abinin,
yerleştirdim. Lavabolar,
camlar, balkonlar
derken akşam oldu.
Gir demeye kalmadan
içeri yürüyüp köşedeki
sandalyeye otur-
“…”
“Aman, iyi yaptın
kız. Boşadın kurtuldun.
bıyıkları yeni
terlemiş yeğeni.
Hava karardığında kolumu
kıpırdatacak halim
kalmamış. Birkaç
du. Yıllar tenini koyulaştırmış,
saçlarının
rengini açmış. Yine de
Suratsızın tekiydi. Ailesi
desen sonradan görme.
Çoluğun çocuğun
Ramazan.
Üzerindeki
lokma atıştırıp duşa
genç kızlığındaki kadar
yok, nesine dayanmalı?
çizgili tişörtten
girdim. Banyodan çıktığımda
yorgunluğum
göz kapaklarıma otur-
güzel, yüzmeyi, bisiklete
binmeyi, akşam ebesi
olmayı öğrendiğimiz
Mis gibi işin var kızım.
Ye iç gez.”
“Artık çalışmıyo-
tanıdım onu.
Kumsalı siteye
du iyice. Odama gidip
kendimi yatağa attım.
Ertesi sabah yan
günlerdeki kadar neşeli.
“Dün uğrayacak-
rum. İşten de ayrıldım.”
Bir süre sustuk iki-
bağlayan dar
yoldan arka
sitede öten horozun sesiyle
uyandım. Denizden
esen meltemin per-
tım. Çocuklardan fırsat
bulamıyorum ki. Üç
küçük canavar. Biri acı-
miz de. Keyifli bir sohbeti
devam ettirir gibi
kıkırdadı.
tarafa doğru
yürüyor.
deyle oynaşmasını izle-
kıyor biri susuyor. İs-
“Boş ver kız. Tak-
Tedirgin bir
dim bir süre. Mutfağa
inip çaydanlığı ocağa
tekleri hiç bitmiyor vallahi.
Denizi, havuzu
ma kafana.” Cebinden
bir lastik toka çıkarıp
hali var.
koyduğum sırada gü-
derken. İnanır mısın
saçlarını topladı.
naydın diyen ince bir
gözümü
açamıyorum.
“Haberin
oldu
sesle irkildim. Pelin.
Yazlık değil yorgunluk
mu? Hani şu Almancı-
Çocukluk
arkadaşım.
olmalı adı.” Bacak ba-
ların evi vardı ya. On
Başını pencereden uzat-
cak üstüne attı.
altı numara. İşte onu
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 20
Dilek abla aldı. Oğluna.
Gelin arıza çıkarmış ama.
Taşınmayacakmış. Her
yaz aynı yerde tatil yapmam,
diyormuş. Herkes
ben mi, annesinin dibinden
ev alıp otursun. Doyamadım
senelerdir şu siteye,”
Kahkaha atıp devam
etti.
“Tülinler İtalya’da,
yaz sonu ancak dönerler.
Cemile teyzenin gözleri
iyice bozulmuş, burnunun
ucunu göremiyor. Erol
amca da tam çökmüş. Beli
bükülmüş, cebi ilaçla dolmuş
ama yöneticiliği yerinde
maşallah. Her şeye
söyleniyor. Havuzun suyunu
sıçrattınız, çimlere
bastınız, çiçekleri kopardınız.
Kurallar, kurallar.”
Pelin Israrla konuşuyor.
Nefes almadan. Gidenler,
gelenler, ev satıp
eşya değiştirenler. Herkesten
ve her şeyden haberi
var. Senenin dört ayını burada
geçiren site sakini
olmak bunu gerektirir.
Anlattıklarının hiçbiri ilgimi
çekmiyor. Ara sıra başımı
sallayarak dinliyor
gibi yapıyorum. Arada
kolumu itekleyip tek kelimelik
de olsa karşılıklar
vermemi bekliyor. Vermiyorum.
Bir süre sonra o da
sustu. Aramızdaki sessizlik
uzayınca, gözlerini yere
devirerek bozulduğunu
belli etti.
“Neyse tatlım, Çocuklar
uyanmıştır. Kahvaltı
isterler şimdi.” Kıpırdandı.
“Çay içseydin,” dedim
nezaketen. Kaşlarını
kaldırdı, “Başka zaman.”
diyerek ayağa kalktı. Tam
gidecekken durup,
“Kapıyı pencereyi
açık bırakma, çamaşırlarını
da dışarı asma,” dedi.
“O niye?”
“Bu sene tuhaf şeyler
oluyor sitede. Telden çamaşırlar
çalınıyor. İlle de
kadın çamaşırları,” İki elini
ağzına siper ederek
“külot, sutyen” dedi fısıltıyla.
Bir şey söylememi
beklemeden,
“Konuşuruz yine, hadi
ben kaçtım. Bana bak
yalnız kalma, uğra sen de,
laflarız,” diyerek gitti. Samimi
bir gülümseme takınmaya
çalışarak tamam,
dedim.
Uğramaya niyetim
yok. Buraya yalnız kalmak
için geldim. Yaşadıklarımdan,
gördüklerimden kaçmak
istiyorum. Beni sıkan,
boğan ne varsa hepsini
arkamda bıraktım. Kocamı,
işimi, çevremde dost
maskesiyle dolaşan herkesi.
Pelin gittikten sonra
kahvaltımı yapıp geceden
yıkadığım çamaşırları astım.
Rüzgâr, teldekileri
şişirip söndürmeye başladığında
sitenin çamaşır
hırsızı geldi aklıma. Başkasının
giyilmiş çamaşırını
kim ne yapsın? Pelin,
Sayfa 21
oldum olası abartmayı sever.
Yine tuhaf bir hikâye
anlattı işte. Sitedeki çocukların
garip oyunlarından
biri muhakkak. Çocukken
kapıların önünden
çaldığımız terlikleri havuza
atışımız geldi aklıma.
Sonra bir gün Erol amcanın
bizi yakalayışı, kapı
kapı gezdirip özür diletişi.
Gülümsedim. İnsan yalnız
çocukken yaptığı hatalara
gülebiliyor galiba.
Öğleye doğru birikmiş
aidatları ödemek için
yöneticinin evine gittim.
Kapıyı karısı Cemile açtı.
Gözlük camının arkasındaki
küçülmüş gözlerini
iyice kısarak,
“Kimsin,” dedi.
“ Cemile teyze benim,
Vildan. Saime’nin kızı.”
“Vildan, kızım sen
misin? Hoş geldin. Buyur
içeri geç, annenler yok
mu?”
“Sağ olasın, girmeyeyim
hiç. Yalnız geldim
ben. Onlar ay sonu gelecekler.
Aidat ödeyecektim,
Erol amca yok mu? ”
“Buralardaydı, uyuyup
kaldı mı ki bir yerlerde?”
Arkasını dönüp seslendi.
“Erol Bey, bak Vildan
gelmiş. Aidat verecekmiş.”
İçeri doğru yürüdü.
Birkaç dakika sonra
elinde mavi dosyasıyla
göründü Erol amca. Saçları
iyice beyazlamış. Kareli
gömleğinin altında keten
şortu, ayağında senelerdir
giydiği kahverengi bantlı
terlikleri. Tek kaşını kaldırıp
gözlüğünün üzerinden
baktı,
“Geçsene kızım kapıda
kaldın,” dedi
“Geçmesem. Çayın
altını açık bıraktım. Son
üç aylık eksikmiş galiba,”
Parayı uzattım. Aldı, saydı,
gömleğinin cebine
koydu. Makbuz koçanından
birkaç sayfa koparıp
uzattı.
“Tamamdır. Babana
selam söyle.”
“Söylerim,”
“Ha kızım, dur.
Üzüm vereyim sana. Şimdi
topladım daha. Serin
serin yersin.” Mutfağa gidip
elinde bir tabak
üzümle geldi. “ Teşekkür
edip aldım.
“Cemile teyzen börek
yapacak akşam yemeğe
gel,” dedi “Geceleri yalnız
olmaz, bizde kal,” diye
tembihledi.
“Eksik olmayın. Kalırım
evde, merak etmeyin
siz. Cemile teyzeme selamlar.”
Elimde üzüm tabağı
döndüğümde güneş binlerce
parçaya bölünüp denizin
üstüne düşmüş. Yüzüme
çarpan iyot kokusu,
çocukluğuma götürdü beni.
Sitenin bahçesine file
gerip sabahlara kadar voleybol
oynadığımız günler
geldi aklıma. Dağınık düşüncelerimi
bir kenara bı-
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 22
rakıp vitrindeki kitaplardan
birini aldım. Bütün günü
verandadaki salıncakta okuyarak,
internete takılarak,
kahve falı çevirerek geçirdim.
İkindi vakti Pelin bir
tabak ızgara yolladı. Birazını
ben yedim birazını bahçedeki
çimlerin üstünde mırıl
mırıl patilerini yalayan kedilere
yedirdim. Akşam el
ayak çekilince üst katın balkonuna
çıktım. Işıkları açmadan
köşedeki sandalyede
sessizce oturmaya başladım.
Cırcır böceklerinin dalgalarla
karışan sesi duyuluyor.
Kendimle baş başayım. Kaybettiklerimden
geriye kalan
ne varsa. Üzerimde, eskilerden
kalma tanıdık bir dinginlik.
Karanlık iyice çöktü.
Saat gece yarısını geçince
havuzun lambaları da söndü.
Bahçe aydınlatmalarının
kimi yanıyor kimi yanmıyor.
Rüzgârın esiş yönünü
anlamaya çalıştığım sırada
ay ışığının yarım yamalak
aydınlattığı sokağın başında
bir karaltı gördüm. Küpeşteye
dayanıp dikkatli baktım.
Emin abinin, bıyıkları yeni
terlemiş yeğeni. Ramazan.
Üzerindeki çizgili tişörtten
tanıdım onu. Kumsalı siteye
bağlayan dar yoldan arka
tarafa doğru yürüyor. Tedirgin
bir hali var. Yol boyunca
sürekli arkasına dönüp dönüp
duruyor. Karanlığın
içinde bir siluet gibi kayarak
kayboldu. Bu saatte ne yapıyor
bu? Neyin peşinde?
Karşısına çıkıp onu suçüstü
yakalamak istiyorum. Hemen
harekete geçmeliyim.
Nasılsa takip etmeye alışkınım.
Hayatımın son günleri
böyle geçti. Küçücük bir
şüphenin insanı nerelere götürebileceğini
biliyorum. İz
sürüp delil toplamak benim
işim. Işıkları açmadan parmak
uçlarımda merdivenleri
indim. Bahçeye çıkarak havuza
doğru ilerledim. Evlerin
arasından arka tarafa dolandığım
sırada gördüm
onu. Orada. Sitenin ihata
duvarının dibinde. Köşeye
iyice yanaşmış, etrafına bakınıyor.
Arkasına bu kadar
baktığına göre bir iş çevirmiş
olmalı. Etrafını bir kez
daha kolaçan ettikten sonra
cebinden bir şey çıkardı. Eli
ağzına gitti. Derken bir küçük
alev, kızıl bir noktaya
döndü. Hiç ses çıkarmadan
elindeki sigarayı tellendirmesini
izledim. İçine çektiği
dumanı yukarı doğru uzun
uzun üfledi. Aramızda epey
mesafe olmasına rağmen
yaptığı işten aldığı hazzı görebiliyorum.
Bu kez gördüklerim,
bir evliliğin bitmesine
sebep olacak kadar acımasız
değil. Ona varlığımı fark ettirmeden,
usulca geri döndüm.
Eve yaklaştığım sırada
verandamın arka tarafından
yere bir şey düştü. Tok bir
pat sesi. Çiçeklikteki begonvilin
yaprakları hışırdadı.
Kim var orada diye bağıracakken
vazgeçtim. Kalp atışlarım
hızlandı. Nefesimi tut-
YÜK Ede biyat
Sayfa 23
tum. Bacaklarım gergin. Az
önce hafiyelik yapan ben değilim
sanki. Cesaretimi toplayıp
yerdeki kuru dallara basmamaya
çalışarak o tarafa yürümeye
başladım.
Zifiri karanlık,
net göremiyorum.
İki büklüm,
cinsiyetsiz
bir gölge. Ufak
tefek vücuduna
rağmen hareketleri
ağır.
Karanlığın
içinde ilerlemeye
devam etti. Bir
süre sonra yavaşladı.
Bodur bir
zeytin ağacının
önünde durdu.
Dizlerinin üzerine
çöktü. Elindeki
ne? Torba mı?
İçinden bir şeyler
çıkardı. Çıkardıklarını koklamaya,
yüzüne gözüne sürmeye
başladı. Çelimsiz bedeni
öne arkaya sallanıyor. İnilti
benzeri tuhaf, hayvansı sesler
çıkarıyor. İyice yaklaştım. Yakınlaştıkça
görüntü netleşti.
Sıklaşan nefesini duyabiliyorum.
Bir suça şahit olmanın
verdiği huzursuzluğu hissediyorum.
Eve gitsem daha iyi
olacak. Tam arkamı dönüp
gidecekken bastığım kuru bir
dal çıtırdayarak sessizliği böldü.
Olduğum yere çakıldım.
O sırada önümdeki gölge başını
çevirdi. Göz göze geldik.
Erol amca? Evet o. Elinde çamaşırlar.
Göz bebekleri büyümüş,
neredeyse yuvalarından
çıkacak. Bir taraftan
ayağa
kalkmaya bir
taraftan elindekileri
saklamaya
çalışıyor. Üflesem
yıkılacak.
O an ben ne düşüneceğimi
ne
söyleyeceğimi
bilmezken o,
titreyen sesiyle,
“Vildan kızım
sen misin? Cemile
teyzen börek
yapmıştı
niye gelmedin?”
dedi.
Denizden
esen serin
bir meltem, zeytin ağaçlarının
dallarını hışırdattı.
Yıl 1 Sayı 2
Sabaha Karşı İzmir’de
Mesut Barış Övün
sabaha karşı İzmir’de
caddelerde bir temizliktir gidiyor
Mary June ve ben yorgunuz,
üstelik sonsuzca umutsuz
karanlık deniz ellerini uzatıyor
gençler küfrediyor sokakta
bir yerlerde şişeler kırılıyor
ve silah sesleri kuytularda
denizden şarkılar geçiyor
güneşi bekliyoruz biz İzmir’de
Mary June ve ben
biraz da korkarak yeni günden
bir yerlerde o büyük belirsizlik bulutu
ve üstümüzde o meşum karamsarlığımız
Mary June, ben ve Attila İlhan vapuru.
En Çok Gri
Emrah Kurul
Şair olsam, griyi severdim en çok
Çocuk rüyalarında üryan kalmış,
Çığlığını karabasanların yırttığı
Evlerin duvarlarını,
Ağaç diplerine konmuş bankların
Çivisini sonra, boyardım griye.
Bir de duluklarımı ağartan iç geçirmelerimi
Bıyıklarımı sarartan,
Tırnaklarımı yediren,
Alnıma yamru yumru çizgiler çeken geceleri.
Şair olsam işte, ucundan kıyısından
Baba katılığından sızan adamlığı
Sonra biraz da cıncık mavisi gözlerimi.
İnsanın insana tuz oluşunu
Tuzun kokusunu
Toprağın üstüne çöken arsız karları
İsli damların yalınayak kuşlarını
Şair olsam, hasbelkader
Battaniye örtülü ölülerin
Ayak başparmaklarını,
Birbirine bağlayan kendiri
Ama ille de gassalların çehresini
Üç Allahuekber’i iki selamı,
Kazmayı, küreği.
Şair olsam, kasketli, fularlı
Avuçlarını insanların, bilhassa
İşaret parmaklarını
Sonra tırnak diplerini, eklemlerini
Göğe bakışlarını, gözyaşlarını
En çok fakat, duâlarını boyardım griye.
Şair olsam işte,
Şair…
Sayfa 26
Oğuz Atay’ı Oğuz Atay’ca Anlayabilmek
Adnan Gerger
- Ne çok şey biliyor bu insanlar
Olric ?
-Herkes işine geleni biliyor
efendimiz..
12 Ekim, Oğuz
Atay’ın doğum günüydü.
Yapıtlarıyla
yaşayan Oğuz Atay’ın
87.yaşı kutlu olsun. Peki, bu
ülkede edebiyatta kurgusuyla,
anlatımıyla ve içeriğiyle
‘Çağdaş Roman’ anlayışının
temelini atan, geliştiren
yazarların arasında en
önemli isimlerinden biri
olan Oğuz Atay, hak ettiği
şekilde anıldı mı? Bu sorunun
çerçevesini daha da genişletelim.
Oğuz Atay, yeterince
bu ülkede anlaşılıyor
mu yoksa anlaşılması engelleniyor
mu?
Bu sorulara yanıt vermeden
isterseniz Oğuz
Atay’a kulak verelim:
“Romanın kahramanı
halkı içinde duyar ama halkın
bütünüyle onu anlaması
mümkün değildir. Bununla
birlikte onun kendilerine
yabancı olmadığını bilirler.
Kahraman onlardan bir şeyler
taşıdığını bilir, ama onda
fazlalıklar da vardır, kahraman
bilinçlidir. Yoksunluğun
erdemlerini bilir. Ne
yazık ki yoksunluk içinde
yetişenlerin çoğu, halka yabancılaşma
çabası içindedirler.
Toplumcu olanların çoğu
böyledir. Küçük hesapların
peşindedirler. Aslında
ünlü olmak ve rahat bir yaşantıdır
umdukları. Dergiler
çıkarırlar, aslında burjuvazinin
hizmetindedirler. Ulaşamayacaklarını
düşündükleri
güzellikleri de kötülerler…
Bunlar da kahramandırlar,
yaşantıları olmayan kahramanlar,
insan taklitleri. Geçmişte
de örnekleri vardır.
Korku düzenin vazgeçilmezliğine
inanırlar bilinçli
ya da bilinçsiz olarak. Yeteneksizdirler.
Romanın bir
kahramanı da yaşantısı
renkli, ama bunun üstüne
çıkamayan bir yarı aydındır.
Duyarlılığı kararsızdır, halktan
uzaktır. Bir başkası da
her şeye olumsuz öfke duyar,
halka hırslanır. Yabancılaşmayı
bilinçli olarak ister.
Romanda, birey olma
düzeyine gelememiş olanlar,
tek bir insan gibi değil,
bir sürü olarak –biraz destansı-
anlatılacak. Onlar zaman
boyutunun da biraz
dışındadırlar. Geçmişteki
örneklerinden çok farklı değildirler.
Oysa tek kahramanlar
yer yer diyalektik bir
sıçrama gösterirler zaman
boyunca. Kendi toplumlarının
damgasını sürüye oranla
daha çok taşırlar. Yalnız
bunlar da toplumun evrensel
korkusuna yabancı değillerdir.
Bu korkunun bilincine
varmış olsalar bile hareketlerinde
çoğu zaman onun
etkisinden kurtulamazlar.
Bu bakımdan olumsuz tiplerdir.
Bir de her dönemin
başarılı kahramanları vardır.
Bunların çoğu uzlaşımcıdır
ve sürü tipinin becerikli örnekleridir.
Bir de devlet var
tabii. O da kolektif kahramandır.
Sıçrama gösterdiği
ender zamanlarda başarısızlığa
uğrar. Bizim insanımız
da başka türlüdür, devleti-
YÜK Ede biyat
Sayfa 27
miz de. Onda tesadüfî olan,
rasyonel olmayan, keyfi unsurlar
çoktur. Batıya benzemez.
Sıcak bir görünüm alır
aklın dışına çıktıkça; fakat
bizde insana da devlete de
güvenmeye gelmez; pahalıya
mal olur sonra... (i)
“Aydınımız ülkesinde
kendini yabancı hissediyor.
(Dostoyevski’den örnekler)
ülkemizi sevmiyoruz, kaçıp
gitmek istiyoruz. Kötü yöneticiler,
halkla ilişki kurmasını
becerebildiği halde, biz
halkı sevmediğimiz için kendimizi
ülkemizde istenmeyen
bir misafir gibi hissediyoruz.
Bu yüzden onu tanımak,
onun derinliğini, ruhunu
hissetmek istemiyoruz.
…Bazımız batıdan
korkuyoruz, bazımız doğudan
ve en çok halktan kopuyoruz.
Halkın içinden gelen
aydınlar bile hemen burjuvalaşıyor,
burjuvalara kendini
beğendirmek için romanlarında,
hikâyelerinde yarım
yamalak öğrendiği görülmemiş
burjuva biçim önceliklerine
özeniyor ya da halkının
şivesini taklit ederek halkını
burjuvaya turistik bir eşya
gibi satmaya kalkıyor. İstiyor
ki burjuva halkın acılarını,
topraksızlığını, susuzluğunu,
tıpkı duvarına astığı
kilim, çorap, boyunduruk
gibi karşısına alıp seyretsin.
Çarıklı erkânıharplik yapıyor
yani. Köylü ve işçi ve
küçük memur ve yani ezilenler
adına yapılan edebiyata
kültür heyecanı biriktiren
rahatı yerinde burjuva sahip
çıkıyor. Böylece şehirli aydın
gibi, köyden gelen aydın da
köklerinden kopuyor, bir
salon serserisi, bir meyhane
gezgini oluyor. Oysa halk
artık kendini tanıma, kendi
bilincine varma, kendi ruhunu
çözümleme çabası içindedir,
buna başlamıştır. Aydın
halkın öncüsüdür gibi bir
söz vardır; oysa artık aydın
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 28
kendi halkının yapmaya
başladığı atılımların gerisinde
kalmaya başlamıştır. İlerici,
gerici her türlü akımların
tekelini ellerinde tutan
bir küçük yarı-aydın çetesi,
yıllardır kendini yenileme
gerçeğini duymadığı için
bugün artık yerini kaybetmemek
için ancak bezirgân
oyunlarıyla ayakta durmaya
çalışmaktadır. Yıllardır halkı
ve aydın potansiyelini hor
gördüğü için kendini geliştirmek
için parmağını oynatmamıştır.
Bugün haksız
olarak gasp ettikleri yerler
gerçek sahiplerini beklemektedir.
Halkın evrensel
ruhuna inanan, onu derinliğine
tanımaya çalışan gerçek
bir aydın topluluğu bu
kültür gangsterlerinin yerini
almazsa toplumun, çağın
çok gerisinde kalacaktır
Türk edebiyatı. Birbirilerine
ödül dağıtan, oyunun kurallarını
bozmaya cesaret edemeyen
bu kuru kalabalık
aslında tek bir kütledir; ilericilik-gericilik
kavgası görünüşte
bir çekişmedir. İlericiler,
yerlerinde kalmak için
değil namuslu bir sosyalistin,
sahtekâr bir bezirganın
yapmayacağı oyunlarla uğraşırlar,
kendilerini övenlere
pay verirler. Ne yazık ki,
halkın değerlerine sahip çıkmaya
çalışanlar da – kendilerine
bir isim vermedikleri
halde- gerici ya da sağcı denilen
ve orta çağın karanlığında
yaşayan zavallılardır.
Sanat sanat içindir- sanat
toplum içindir kısır çekişmesine
karşı sanat insan
içindir parolasıyla çıktıkları
halde insanın, gerçek insanın
farkında değillerdir.
Gerçekten korkak bir karanlık
içindedirler. Yaşamaktan,
eğlenmekten korkarlar.
İnsanı, özellikle kadını tanımaktan
korkarlar. Dünya
nimetlerini çağ dışı boş
inançlar yüzünden teperler.
Aslında bir ruh hastasının
tepkisidir bu; daha doğrusu
reddettikleri nimetlere kapılmaktan
korkan bozuk
ruhların tepkisidir bu. Bu
yüzden sosyalizmi ahlaksızlık
sanırlar, bu yüzden emperyalizm
ile sosyalizmi birbirine
karıştırırlar. Allah için
bazı sosyalistlerimiz de özel
yaşantılarıyla onlara hak
verdirecek durumdadırlar.
Bir sosyalist eleştirmenimizin
dediği gibi, ‘Türk solu
geç kalkar çünkü bir gece
önce sabaha kadar içmiştir’
bu insanlardan Türk halkı
artık bir şey beklememeli.
Üçkâğıtçılıkla ne devrim
olur, ne de ümmeti İslam
kurtulur. Bunlar çürüyen et,
dökülen diş gibidirler. Bayrak
yaptıkları inançlarına
rağmen, aslında inançsızdırlar.
Kim hangi kapıdan ekmek
yiyorsa, o kapının kulluğunu
etmektedir.”(ii)
Bu alıntıda görüldüğü
gibi Oğuz Atay, asla toplumculuğu
reddetmez, aksine
toplumcu geçinip de toplumculuğun
maskesi altına
sığınanları deşifre eder ve
eleştirir… Çünkü bu ülkede,
kapitalizmin albenili ruhunun;
hangi düşünceye
sahip olursa olsun sayıları
balık kadar çok olan ve çoğunluğu
oluşturan kaypak
aydınları çok kolay ele geçirdiğini
bilir, Oğuz Atay.
Emperyalizmin hem düşünce
hem de bir yaşam tarzı
olarak bu ülkede, diğer ülkelerden
çok daha kolay düşünceleri
çok kolay etkilediği
ve hatta saptırdığı hatta
kendini inkâra kadar götürdüğü
gerçeğini görmüş, açık
dille getirmiştir. Yapıtlarının
tümünde bir anlamda tutunamayanlarla
omurgasızları
en açık şekilde anlatmıştır,
anlatmaya çalışmıştır ama
Atay’ın tek sorunsalı, öyle
dendiği gibi kendini şatolarda
oturduğunu hissederek
halka tepeden bakanları yani
küçük burjuvalarla pısırık
YÜK Ede biyat
Sayfa 29
ve eyyamcı halkı eleştirmek
değildi. Günümüzde Oğuz
Atay’la ilgili eleştirilerde düşülen
yanlışlık budur.
Atay’ın önceliği, aslında halkın
sorunlarıyla ilgilenmek
onu dile getirmek ve tartışmaktı.
Yani hayata tanıklık
etmekti. İşte bu nedenle,
geçmişte ve günümüzde nice
yazarları nasıl hapishanelerde
çürüterek ona düşüncelerinin
bedeli ödettirilmeye
kalkışılmışsa Oğuz Atay
da şimdiye kadar görmezden
gelinerek ya da yanlış
yorumlanarak yalnızlığa
mahkûm edilmiştir.
G e r ç e k t e , O ğ u z
Atay’ın eleştirileri dünden
bugüne geçerliliğini korumaktadır.
Geçmişte nasıl
kültür gangsterlerini (!) eleştirmişse,
bu sözleri bugün de
aynı zihniyetin devamı olanlaradır.
Bu insanların o dönemde
olduğu gibi bugün
de Oğuz Atay’a sahip çıkma,
onu anlama gibi bir dertleri
yoktur. Amaçları, Oğuz
Atay’ı kimliksizleştirmek,
hiçleştirmek ve bir tüketim
aracı olarak kullanmak ve
isminden kendine paye çıkarmaktır.
Onun eleştirdiği
kesim ise işte bu kesimdi. Ki
bunlar edebiyatta ve toplumsal
yaşamda kendi gerçeğiyle
yarına dair estetik ve
ideolojik eleştirilerden kaçanlardı.
Dün de vardılar,
bugün de ve yarın da olacaklar.
Oğuz Atay bugün yaşasaydı;
medyanın her türlü
desteğini alan; gazetelerde
tam sayfa ilanlarda boy gösteren;
billboardlarda, sinema
ve televizyonlarda reklamlarla
afişe edilen; pop yıldızı
gibi satışa sunulan; süpermarketlerde
deterjan, saç boyası
gibi bir meta gibi indirimli
raflarda boy gösteren;
bol basımlı, düşük etiketli
ucuz, bir alana bir tanesi bedava
verilen; arabesk şarkı
sözlerinin ve imgenin ucuz
sözcüklerine sığınan günümüzün
yazarlarıyla korkak
ve küçük menfaatlerini gözeterek
yaşayan insanları,
hâlâ hantal davranan bürokrasiyi,
günlük çözümlerle
halkı uyutmaya çalışan siyasetçileri
yine eleştirir ve yerden
yere vururdu. Yani siz
sanıyor musunuz ki, Oğuz
Atay yaşasaydı; daha yazılmadan
bile göklere çıkartılan
ve magazin mantığıyla
yapılan yayınlarla, insanların
beynine kazılmak istenen
romanlara, yazarlara, sanatçılara
yani bu zor dayatmalara
bir şey demezdi. Edebiyatta
ve yaşamda gerçek değerler
görmezden gelinerek
her şeyin bir biat kültürü
çevresinde yorumlanmasına
ve bu anlayışın modern, popüler
ve çağdaş bir anlatım
içerisine saklama girişimlerine
karşı çıkmazdı. Günümüzde
artık çok dile gelmese
de bir edebiyatın endüstri
olma gerçeğine, kitapların
tekelci yayıncıların ceplerini
dolduran bir meta halini almasına
ve bu nedenle kitapların
içeriğine bakılmaksızın
edebiyat endüstrisinin mamulü
olarak algılanmasına
itiraz etmezdi. Bu durumun
kapitalist sistemin sömürü
çarklarına yeni bir dişli eklenme
durumundan başka
bir şey olmadığını hepimizden
daha iyi biliyordu, Oğuz
Atay… Bunları nereden mi
biliyorum? Oğuz Atay bana
kendisi söyledi, yapıtlarında.
Sessiz kalmadığını da hiçbir
zaman sessiz kalmayacağını
da yazarak ortaya koymuş,
çünkü. Sömürülen halkın o
sömürünün bir parçası haline
getirdiği yazarları da ster
e o t i p l e ş t i r i l d i ğ i n i
(basmakalıp düşünce) ve
keyfine göre kapitalizmin
kendi ideolojik kültürünü
yücelteceğini kitaplarında
açık açık anlatıyor. Gönül
ve bilinç gözüyle okuyun
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 30
yapıtlarını, böylece son derece
entelektüel ve politik
olarak sunulan atipik yazarlar
aracılığıyla da okurların
aldatılmasının sağlandığını;
Oğuz Atay bize o alçakgönüllü
tavırlı sözcükleriyle ve
çok net bir şekilde anlattığını
göreceksiniz. 30 Eylül
1972 tarihinde Yeni Ortam
Gazetesi’nde yayınlanan Pakize
Kutlu’yla yaptığı konuşmada
Oğuz Atay diyor
ki:
“Eleştirmenlerimizin,
daha doğrusu uzun süredir
yazmayanların dışında olanların
kafasında belirlenmiş, sınırları
çizilmiş bir roman tanımı
var sanıyorum. Bu yüzden bir
kitabı, bu ölçülere uyup uymamasına
göre değerlendiriyorlar.
Belki de benim yazdığım bir
bakıma karmaşık ve alışılmadık
sayfalar için henüz bir kalıp
bulamadılar.
Okuryazarı az olan ülkemizde
bile, okuyucular böyle
bir kitap yayımlandığını haber
alırlarsa, birçok yazarımızın
aklından bile geçiremeyecekleri
bir yetenekle daha neler neler
okuyabileceklerine inanıyorum.
Okuyucuyu yeteneksiz sayarak,
yazmak istediklerini sadeleştirme
çabasına girişenlerin
de neden oturup yazdıklarını
anlamıyorum.”
Bunları söyleyen
Oğuz Atay bugün yaşasaydı,
ona kim selam verirdi?
Ya da şöyle sorayım. Oğuz
Atay, bu yapıtlarını şimdi
yazsaydı, yayınlanır mıydı?
O gün de yayınlanmadılar,
bugün de yayınlamazlardı
(iii)
Yayınlanmazdı , çünkü…
Bir akademisyen olmasına
karşın hiçbir yapıtını
bir akademisyen gibi kaleme
almayan Oğuz Atay, hayatı,
bu ülkeyi, bu ülkede
yaşayan insanları tüm yönleriyle
sorgularken aslında
nasıl başkaldırdığını, yapıtlarında
(özellikle Tutunamayanlar’da)
o güne kadar gelmiş
geleneksel roman disiplinini
darmadağın eden, klasik
bakış açısını bir halının
üzerindeki tozları gibi silkip
atan bir içerikle yazmıştır.
Dönemin edebiyat otoritesinin
belirlediği anlayışı da
yerle bir eden anlatımı vardı.
Son derece üst bir bilinçle
ve şaşırtıcı kaleme alınmış
bu yapıtlar, yakın dönem
romancılığına da bir itirazdır.
Tutunamayanlar’da,
o güne kadar görülmemiş
yöntemle, hatta bugüne kadar
görülmemiş cesaret örgüsüyle
ele alınan konular;
zaman zaman geriye dönüşlerle,
zaman zaman dünya
edebiyatıyla, felsefeyle, zaman
zaman bir metafor değirmeninde
öğütülür gibi
karıştırılır, bu anla yüzleştirilir.
Bu girift kurgu içerisinde
Selim Işık ve Turgut Özben
isimli roman kahramanları,
okuyucuyla yüz yüze
getirilmeye çalışılır. Okuyucu
da önce kendisinden,
çevresindeki insanlardan
bahsedildiğini anlamaz.
Çünkü hayatın eleştirisi,
okuyucuya, denizin dibindeki
keşfedilmeyi bekleyen
istiridyenin içindeki bir inci
gibi sunulur. Ancak korkusuz
okuyucu ona doğrudan
ulaşabilecektir. Ama Oğuz
Atay, okuyucuya kim olduğunu
hatırlatmaya çalışsa
da okuyucu içgüdüsel bir
tavırla kendini benimsemez,
bu kahramanın öteki insan
olduğuna inanmak ister.
Kim ister ki hayata dair kuşkuları
olan korkak bir kahraman
olmayı. Ama Oğuz
Atay’ın başarısı da ve büyüklüğü
de burada kendini
gösterir. Bu kez romanın
üçüncü kahramanı olarak
karşımıza çıkan bir iç ses
olan Olric’i ete kemiğe büründürür.
Olric sayesinde
herkesin yaşadığı bunalımları,
hayata dair soruları,
YÜK Ede biyat
Sayfa 31
kaygıları, yaşananları, beklentileri,
çelişkileri bize hatırlatır.
Olric aynı zamanda
hesap sormayı da bilir. Böylelikle
rahatlayan okuyucu,
bir yere kaçamaz, sonunda
Olric’e yakalanır. Ağır kurguların
içerisinde ironiyle
karşılaşan okuyucu gevşer,
yüreklenir ve kendisinin de
bir tutunamayan olduğunu
unutur ve hatta hayattan intikam
alacağını düşünür.
Oğuz Atay, diğer yapıtlarında
da iddia edildiği
gibi kaypak aydınların buhranlarını
değil, sistemin bütün
hücrelerini yani kurumlarını
ve yöneticilerini de
herhangi bir ideolojik kalıba
dökmeden bütün çıplaklığa
bize gösterir.
“Korkuyu Beklerken”
adlı öykü kitabında ise bireyin
bozulmuş ruh sağlığını,
kendisine ve topluma yabancılaşmasını
anlatıyor gibi görünse
de aslında bu sorunsallığı
içselleştirilerek toplumsal
boyuta ustaca taşır.
D a h a k i t a b ı n a d ı n ı
“Korkuyu Beklerken” okurken
bile hissedilen toplumsal
eleştiri, öykülerin tümünde
bireyin toplumla karşılıklı
ilişkileri üzerinden yükselir.
Burada “Kalabalık bir
topluluk içindeydi. Başarısızdı.
Parası yoktu. Dileniyordu.”
cümlesiyle asıl işaret
edilen birey değil, toplumun
kendisidir. Çünkü ona göre
birey, yaşadığı toplumun bir
aynasıdır. Toplum, ekonomik
gücüne sahip olurken
vicdanî değerlerini kaybetmiştir
ve insanlık dileniyordu.
“Beyaz Mantolu Adam”
adlı öyküdeki beyaz manto;
“Babama Mektup” adlı öyküsündeki
dalkavuk insanlar;
“Tehlikeli Oyunlar” kitabındaki
günlük oyunlar oynayan
küçük topluluklar;
“Bir Bilim Adamının Romanı”
kitabındaki gülümsemeyi
unutan eylemsiz doçentler
de bu toplumun bir aynasıdır…
Oğuz Atay… Kendisine
düşen görevi, toplumu
yansıtmak için o aynanın sırrı
olarak yerine getirmiştir.
Şunu unutmayalım… Bugün
baş tacı yazarlardan birisi
olduğu farkına varılmışsa
Oğuz Atay’ın aradığı okurlarının
sayesinde olduğunu
unutmamak gerekiyor. Hiç
kimse kendine paye çıkarmasın
ve hiç kimse ne Oğuz
Atay’ı ne de bu okuyucuları
da, “Günümüzde birey, ruh,
özeleştiri, imge, yalnızlık,
içsellik gibi kavramlar artık
çok revaçta… İnsanlar sığınacak
liman, kendini anlatacak
yazar arıyor” diyerek
küçümsemeye kalkışmasın.
Hadlerine de değildir. Aksine
bu okuyucular artık ne
istediğini bilen, çevresinde
olup bitenlerin farkına varan,
yani tutunamayanlar
ülkesinde hayata sımsıkı tutunan
insanlardır. Ne diyor,
Oğuz Atay? '' Kimse Sana
Özgürlük Veremez. Kimse
Sana Eşitlik, Adalet Veya
Başka Bir şey Veremez. Eğer
Adamsan, Se n Alırsın.”diyor.
Evet, Oğuz Atay cüceler
ordusuyla tek başına
savaşan dev bir kalemdi.
Adam gibi adam ve edebiyatçıdır.
Özgürlüğünü de,
eşitliğini de, adaletini de söke
söke aldı.
i) Oğuz Atay- Günlük ve Eylembilim.
İletişim Yayınları..
3.Baskı.1992. Sayfa: 100/102
ii) A.g.e. - Sayfa: Sayfa: 136/140
iii) 1970’te TRT Roman ve Hikaye
Y a r ı ş m a s ı ’ n d a
“Tutunamayanlar” adlı romanıyla
ödül aldıktan sonra kitaplarını
yayınlayan ilk yayıncısı
Sinan Yayınevi sahibi Hayati
Asılyazıcı, röportajlarında
Oğuz Atay’ın kitaplarını hiçbir
yayıncının basmaya yanaşmadığını
söyler.
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 32
Edebiyatımızda Birkaç Mesele
Emrah Kurul
ki binli yıllardan
İ
sonra teknolojinin
çok hızlı gelişmesi
her alanda olduğu gibi
edebiyatta da alternatifleri
arttırdı. Özellikle
basılı edebiyatın
(kitap, dergi, fanzin,
bülten vb.) yerini alması
beklenen internetin
olanakları her geçen
gün gelişti. E-
kitaplar ve e-dergiler
hem ulaşılabilirlik hem
de maddi imkânlar
açısından basılı edebiyatın
büyük ve cazip
alternatifi olarak yirmi
birinci yüzyılda dikkat
çekici noktaya ulaştı.
Fakat her gelişmenin
bir olumsuz yanı olacağı
muhakkak. Bu
noktada en büyük endişe
niteliksizliğin artması,
hatta kalıcı hâle
gelmesi. Öyle ki bu niteliksizlik,
zamanla
standardı düşürecek,
mükemmelliği bırakın
vasatı iyi gösterecek
hâle gelecek. Ahmet
Mithat’la başlayan,
Saffet Nezihî, Hüseyin
Rahmi gibi isimlerle
devam eden ve bir dönem
tartışmaların
odak noktası hâline
gelen Kerime Nadir ile
iyiden iyiye varlığı
yadsınamaz olan popüler
edebiyat, ne yazık
ki teknolojinin hızlı
gelişimiyle öncekileri
mumla aratan bir popülizm
yarattı. Gelgelelim,
bunlar birçok
edebiyatseverin
şikâyet ettiği noktalar
olmakla birlikte “Ne
yapmalı?” sorusunu
da beraberinde getiriyor.
İlk yapılması gereken
kontrollü ilerlemek
ve edebiyatı ticaretin
ucuz oyunlarından
kurtarmak. Bu
aşamada en büyük görev
okurlara düşüyor
elbette. Bilgiye ulaşmanın
bu kadar kolay
ve hızlı olduğu bir
yüzyılda iyi kitaba
ulaşmayan okur elbette
suçludur. Yazmak
nasıl bir ayrıcalıksa iyi
okur olmak da bir ayrıcalık
olarak görülmeli.
Nasıl ki yazarın/
şairin bir üslubu varsa
okurun da kırmızı çizgileri
olmalı.
Bir diğeri ise iyi
editör ve iyi eleştirmen
yetiştirmek. Özellikle
editörlüğün içinin bo-
YÜK Ede biyat
Sayfa 33
şaldığı bu dönemde
entelektüel birikimi
olan, analitik düşünebilen,
öngörüleri ve kabiliyetleri
olan editör
sayısı bir elin parmağını
geçmezken kaliteli
edebiyat yapmak
mümkün mü? Yayınevlerinde
olsun, dergilerde
olsun, ahbapçavuş
ilişkisiyle yayımlanan
metinler, iyi okuru
yaratamayışımızın
suçlusu değil de nedir?
Dergilerde, söyleşilerde,
ödüllerde gördüğümüz
aynı isimlerin
okurda bıkkınlık yarattığını
bir ben görmüyorum
herhâlde!
Atölyeler
S
on yıllarda sıkça
duyduğumuz
sözcüklerin
başında geliyor
atölyeler. Kitabı olan
her yazarın bir yazı
atölyesi girişimcisi olmaya
hak kazandığını
görüyoruz. Bu atölyelerin
hepsi de yazı/
öykü atölyesi. Şiir atölyesi
ise neredeyse yok!
Çünkü insanlar şairliğin
yetenek işi olduğuna
inanırken yazarlığın
8-10 derste öğretilebilir
bir şey olduğunu düşünüyor.
Peki bu atölye
furyası neden bu kadar
ilgi görüyor olabilir?
Cevap basit: Türkiye’de
yazar ya da şair
olmanın “havalı” bir
şey olduğuna inanan,
entelektüel görünebilmek
için ille de bir şeyler
yazmak gerektiğini
düşünen yüzlerce, hatta
binlerce insanın olması!
Popüler olmak,
bir basamak olarak görülüyor
ne yazık ki.
Üzücü olan şu ki okumadan
yazar olacağını
düşünen bu insanlardan
“yazar” yaratmaya
çalışan yazarlarımızın
varlığı her geçen gün
artıyor. Öyle afişler var
ki şaşırmamak elde değil!
Bilmem kaç saatlik
öykü atölyesi bilmem
kaç TL! Üstelik konten-
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 34
jan da sınırlı! Hatta sadece
yazma değil okuma
atölyesi ilanı veren
bir yazarımız da var.
Okuma atölyesi için (8-
10 saat) talep ettiği
miktar, ortalama bir
insanın bir aylık ev kirasına
yakın. Sizce de
komik değil mi? İrem
Uzunhasanoğlu adlı
bu kadın yazarımız vıcık
vıcık romantizmle
süslediği romanları ve
daha önce onlarca kez
çevrilmiş kült roman
çevirileriyle pek bir
popüler.
Sevgili yazarlarımız;
insanlara okuma
yazma öğretebilirsiniz,
gramer öğretebilirsiniz,
imlâ ve noktalama
öğretebilirsiniz fakat
hayâl kurmayı öğretemezsiniz!
Sevgili okurlar;
en iyi atölye kitaptır.
Çehov’dur, Shakespeare’dir,
Tolstoy’dur,
Sait Faik’tir, Tanpınar’dır,
Yaşar Kemal’dir…
Kısaca yazdığından
bin kat fazla
okumaktır atölye. Yazardan
ziyade iyi okura
ihtiyacımız varken
bu ısrar akıl kârı değil.
YÜK Ede biyat
Sayfa 35
Son Söz
Genç yazarlar için havalı
ve popüler yazar
olma rehberi
1. Size en yakın yazı atölyesine
kaydolun.
2. (Erkekler için) Sakal
bırakmalı, boynunuza
renkli fular bağlamalı ve
elinizden sigarayı düşürmemelisiniz.
(Kadınlar için) Renkli
ve büyük kemik çerçeveli
gözlük edinmelisiniz.
3. Bir yayınevinin editörüyle
tanışmalı ve iyi arkadaş
olmalısınız.
4. Feminizm, taşra, bireyin
yalnızlığı gibi konuları
seçmeli ve postmodernizm
diye mızmızlanmalısınız.
5. Büyük yayınevlerinden
yeni çıkan bütün kitapları
almalısınız ve hemen
bütün sosyal medya
hesaplarınızdan övgüler
dizmeli ve “başyapıt” olduğunu
alenen ilân etmelisiniz.
6. Bütün bunları yapıp
kitabınız çıktığında ise en
az yirmi kere söyleşi yapın.
Bol bol felsefî cümleler
sarf edin ve kendinizi
gündemden uzak tutmayın.
7. “Yazmasaydım çıldıracaktım,
evi arabayı satacaktım,
sokaklarda yatacaktım
vb.” gibi artistik
cümleler kurun. İnsanlara
sizin yirmi dört saat sanatla
meşgul, entelektüel
biri olduğunuzu gösterin.
8. Ve tebrikler! Artık büyük,
havalı, popüler bir
yazarsınız! Siz de en kısa
zamanda bir yazı atölyesi
açabilirsiniz.
Yıl 1 Sayı 2
Tefrika Yayıncılık
T
efrika kelimesi
Arapça “fark” kökünden
gelir; anlaşmazlık,
ikiye ayrılma
demektir. Yayıncılıkta ise
bölüm bölüm yayımlanan,
birbirini tamamlayan bölümlerden
oluşan yazı dizisi
anlamına geliyor. Türk
ve dünya edebiyatında roman
türünün gelişmesindeki
en önemli etkenlerden
birisi de bu şekilde,
tefrika olarak yayınlanan
romanlar olarak karşımıza
çıkıyor.
Tefrika yayın usulünün
Türk basınına ilk
Türkçe gazete olan Tercümân-ı
Ahvâl ile 1860’ta
girdiği biliniyor. Arkadaşı
Agâh Efendi ile gazeteyi
kuran İbrahim Şinâsî’nin
‘Şair Evlenmesi’ isimli piyesi
Tercümân-ı Ahvâl’in
ikinci nüshasından itibaren
yayınlanmaya başlıyor.
Bundan sonra ise şimdi
kitap olarak bilinen birçok
eser okuyucusuyla tefrikalar
halinde buluşmuş,
sonradan kitaplaştırılmış.
En bilinenlerinden bazıları
şunlar:
Ta'aşşuk-ı Tal'at ve
Fitnat (Şemsettin Sami),
Araba Sevdası (Recaizade
Mahmut Ekrem), Aşk-ı
Memnu (Halid Ziya Uşaklıgil),
Nur Baba (Yakup Kadri
Karaosmanoğlu), Efruz Bey
(Ömer Seyfettin), Çalıkuşu
(Reşat Nuri Güntekin), Vurun
Kahpeye (Halide Edip
Adıvar), Dokuzuncu Hariciye
Koğuşu (Peyami Safa),
Ayaşlı ile Kiracıları
(Memduh Şevket Esendal),
Kürk Mantolu Madonna
(Sabahattin Ali), Huzur
(Ahmet Hamdi Tanpınar),
Medarı Maişet Motoru
(Sait Faik), İnce Memed
(Yaşar Kemal)
Yük
Edebiyat’ın
ikinci sayısından itibaren
bu geleneği sürdürmek,
Türk edebiyatına aciz bir
katkı sunmak amacıyla
“Kilim” adlı kısa romanı
yayınlamaya
başlıyoruz.
Cümle geçmiş ustalara
saygıyla ve haddimiz olmayarak…
İyi okumalar.
Kaynakça:
Uğur Demircan
- Tanzimattanberi Edebiyat Tarihi,
İsmail Habib, Remzi Kitabevi 1942
- Türk Basın Tarihi Ders Notları,
Prof. Dr. Belkıs Ulusoy Nalcıoğlu,
İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan
Eğitim Fakültesi Yayınları
- Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu
Sayfa 37
Kilim
Tefrika No: 1
Uğur Demircan
Y
emek kokusu geliyordu
mutfaktan.
Gözlerimi
kapatmış, yerdeki kilimi
okşuyordum dokusunu
hissetmek için. Yok denecek
kadar inceydi kilim.
İnceydi ama sık dokunmuştu.
Elimi yavaşça gezdiriyordum
kilimin çıkıntılı
ama yumuşak ilmeklerinde.
Sıcak, sevecen bir
duyguydu. Dokundukça
sarıp sarmalıyor, ısıtıyordu
beni. Solgun kırmızı
rengi ve keskin köşeli motifleriyle,
düğün öncesi
çeyiz taşıyan akraba gençlerden
birinin sırtında gelip
bu odaya serildiği
günden beri üstünden gelip
geçenlerin hatıralarını
ilmeklerinde taşırcasına
ezilmiş, hırpalanmıştı
adeta. Gözlerimi açtım.
Yerde oturmuyordum
elbette. Ev sahibinin
yaşlı annesinin şalvarı ile
aynı kumaştan, geniş,
kahverengi bir minderin
üstündeydim. Kilime ise
elimi sürtüyordum sadece,
konuşma molalarında
ya da karşımdakileri dinlerken.
Hiç kilim olmamıştı
bizde. Doğup büyüdüğüm
evin koridorlarında
'duvardan duvara' makine
halılarından, salonda,
odalarda vernikli ahşap
yer döşemesi üstünde
küçük ama kıymetli halılardan
olurdu. Kilim hiç
görmemiştim, ayıp değil
ya. Minderde önce dizlerimin
üstünde oturdum
bir süre. Namaz kılar gibi.
Kısa sürede ayaklarım
uyuştu. Odadaki diğer
adamlar gibi ben de bağdaş
kurdum sonra. Bu şekilde
oturmaya alışkın
değilim aslında ama minder
öyle yumuşaktı ki fazla
zorlanmadım.
“Öğretmen bey, sen rahat
edemedin...”
“Yok yok rahatım ben.
Sağ olun.”
“Nasıl etsek? Minderi değişsinler?”
“Gerek yok. Vallahi! İyiyim
ben.”
Hafif bir karın ağrısı
dışında rahattım gerçekten.
Israrcı ev sahibi,
Mahmut adında bir çiftçiydi.
Ömrü boyunca hiç
başka yöne taranmamış
gibi alnına dümdüz inen
sık ve kısa saçları, yetişkin
bedeninde bir çocuk
gibi gösteriyordu onu. Şakakları
kırlaşmaya başlamışsa
da yaşına göre dinç
görünümlü ve yapılıydı.
Ancak toprakla uğraşan
insanlarda görülebilecek
kadar kaba olan elleri nerede
duracaklarını unutmuş
gibi, dizlerinin üstünde
yer değiştirip duruyordu.
Hemen sağımda
oturuyor ve sık sık bana
bakıyordu yüzünde anlaşılmaz
bir ifadeyle. Bu öyle
bir ifadeydi ki sanki bir
kabahat işlemişti de öğretmeni
yani ben onu cezalandırmaya
gelmiştim
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 38
oraya! Oysa onun değil
oğlunun öğretmeniydim.
O ise mahcup hareketlerle
misafirini rahat ettirme
çabası içindeydi sürekli.
Bir kapının dışındakilere
bağırarak emirler yağdırıyor
-bunlar karısı, kızı olmalıydı-
bir bana dönüp
kısık sesle ve nispeten kibarlaşmaya
çalışarak başka
bir ihtiyacım olup olmadığını
soruyordu. Bağırdığını
ben de duyuyordum
aslında ama o, bu
çifte davranışı saklamak
gereği görmüyordu. Bu
arada odada ne kadar
yastık varsa sırtıma vermişti.
Çiftçinin yanına
oturttuğu biri beş altı yaşlarında
görünen diğeri on
yaşında iki oğlu, tek bir
kelime etmeden pinpon
maçı izler gibi bir o yana
bir bu yana bakarak yetişkinleri
izliyorlardı. Büyük
olanı, dördüncü sınıftaki
öğrencilerimdendi. Oğlanların
böyle şehzadeler
misali oturmaları ve kapı
dışındaki kadınlara reva
görülen muamele tuhaf
geldi aslında. Ben babamı
anneme yardım ederken
görmüştüm hep çocukluğumdan
beri. Ama buraların
gerçeği buydu işte.
"Öğren bunları hoca!" dedim
kendi kendime.
"Anadolu'nun göbeğine
geldin". Tam karşımda
oturan muhtar da bu durumu
garipsemişe benzemiyordu.
O sadece birazdan
gelecek sofranın derdindeydi;
iki kat olmuş
göbeğini yokluyordu eliyle.
"Öğretmen Bey"
Böyle çağrılmaya
daha alışamamıştım. Mezun
olduktan sonra üç yıl
kadar beklemiştim bu atamayı.
Bu arada çeşitli
kurslara giderek oyalanmış
ve sonunda evime
yaklaşık bin kilometre
mesafedeki bu ücra köye
öğretmen olarak atanıp
gelmiştim. Üzerime yüklenen
bu sıfata henüz öyle
uzak ve yabancıydım ki
"rüyada gibi olmak" deyiminin
ne ifade ettiğini
şimdi anlayabiliyordum.
Çevremdeki her olay ya
da konuşma sisler arasında
cereyan ediyordu ve
birkaç yıl sonra bu günleri
en azından bu akşamı
hiç hatırlamayacağımdan
neredeyse emindim. Sarhoş
gibi dolaşıyordum
birkaç gündür köyde.
Okul, tek bir derslik ve
Atatürk köşesi ile birkaç
yangın kovası sığdırılmış
bir koridordan ibaretti ve
bu küçücük köyde lojman
ya da kiralayabileceğim
bir ev bulmak imkânsızdı.
Eski devirlerde olduğu
gibi -köy romanlarında
okuduğum şekliyle- bir
köy odası da yoktu artık.
Muhtar öyle demişti.
"Öğretmen Bey, sana başını
sokacak bir yer muhakkak
ayarlayacağız amma
şimdilik her gün birimizin
evinde misafir oluver."
demiş ve dün gece
kendi evinde yatırmıştı.
Bu akşam da yine muhtar
tarafından buraya, Mahmut
Ağa’nın evine getirilmiştim
ve garip bir yetim
gibi bırakılacaktım yemekten
sonra. ‘Mahmut
Ağa’ dediği zaman köyün
ağasının evine gideceklerini
sanmıştım önce. Oysa
durum sandığım gibi değildi.
Burada herkes birbirine
ağa diyordu ama hiç-
YÜK Ede biyat
Sayfa 39
biri o kadar zengin sayılmazdı.
Eski filmlerdeki o
ağalık şirketlere, bankalara
devredildiğinden beri
kavramın içi boşalmış,
herkesin karşısındakine
kullandığı şakayla karışık
bir hitap halini almıştı.
Ağa değillerdi belki
ama kimse de sandığım
kadar fakir değildi. Yerdeki
yıllanmış kilimin aksine
bir kapağı düşük ahşap
dolabın üstünde büyük
ekranlı -en azından
bu odanın ölçülerine yeterli
gelecek ebatta- yeni
bir televizyon duruyordu.
Adını bilmediğim bir kanaldan
ceviz yetiştiriciliği
anlatılıyordu yarım saattir.
Sadece televizyonla
sınırlı değildi bu durum;
sofra kurulacağı için yerdeki
minderlere oturmuştuk
fakat arkamızda yepyeni
kanepeler duruyordu.
Ayrıca ev sahibinin
büyük oğlunda son model
telefonlardan vardı, kardeşinin
gıptayla bakıp sık
sık gizli bir telâşla ekranına
parmağını sürtüverdiği.
Abisi onun bu hareketine
kızıyor ama babasının
korkusundan olacak,
sesini çıkarmıyordu.
Muhtarın evi de buradan
pek farklı değildi.
Hayal ettiğim köy hayatından
çok farklı bulmuştum
bu evlerdeki yaşamları.
İlk izlenim aldatıcı
olabilirdi elbette ama hiçbiri
geri kalmış ya da ilkel
değildi bu insanların. Teknolojinin
nimetleri buralara
kadar geliyordu işte.
Aklıma telefonuma bakmak
geldi o anda. İki cevapsız
arama, yazıyordu;
ikisi de annemdi. Sessizde
unutmuştum. Mesaj yazdım
kısaca, yemekten
sonra arayacaktım.
“Boruları ne ettin Mahmut
Ağa?”
“Ne edelim muhtar. Satacaz
işte, bilin ya. Veli Dayı
alımkâr oldu, uylaşamadık.”
“Onun samanla takas ediverin
işte.”
“Veli Dayı’nın ağzına kaşık
sığar mı? Balyasına on
lira ister!”
“Etmez o kadar.”
“Etmez tabi.”
Farklı bir dil konuşuyordu
bu adamlar. Anlamıyordum.
Şiveleri olacaktı
elbette, ona alışabilirdim
ama çiftçilikle, köy
hayatıyla ilgili terimleri
vardı ve o bunların hiçbirini
daha önce duymamıştım.
“Servet mallar nasıl?”
“Eyi muhtar ağa. Yaramaz
bi durum yok.”
“Göğerbeli'ne sürüyon
mu davarları?”
“Yok. Orda iş yok bu sene.
Söğütlü'nün üstünden
dolaştırırım. Göğer'i şirket
adamları zapt etmiş. Tel
çekmeye başlamışlar.”
“Ha doğru. Haberim vardı
ya, başlamışlar demek!”
“Neymiş ki muhtar?”
“Şirket, Mahmut Ağa. Altın
arayacaklar oralarda.
Devletten izin aldılardı
geçenlerde.”
Odadaki bir diğer
kişi olan Servet'in, köyün
çobanı olduğunu dün öğrenmiştim.
Konuştukları
“mal”ların, “davar”ların,
sabah erken sahiplerinden
toplayıp akşama kadar
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 40
dağlarda güttüğü, akşam
da getirip tekrar ağıllarına
kattığı küçükbaş hayvanlar
olduğunu anlamam
fazla sürmedi. Alışacaktım
böyle böyle işte.
Soruyu yanıtlamak
dışında bütün akşam ağzını
açmayan çoban Servet'in,
adına tezat biçimde
yoksul bir görüntüsü ve
epeyce uzun bir boyu vardı.
Gövdesinin geri kalanına
orantılı olarak elleri
de çok büyüktü. Öğrendim
ki çocukken de böyleydi
ve köyde oynadığı
arkadaşlarının vicdansız
alaylarından çok çekmişti.
Şimdi ise kahveye çıktığında,
diğer gençlerin
döndüre döndüre çektiği
tespihler ona ufak geldiği,
parmaklarına takıldığı
için annesinin doksan dokuzluk
namaz tespihlerinden
birini yanına alır,
onu çevirirdi. Yirmi üç
yaşındaydı daha. Köye
indiği zamanlarda, meydanı
titreten heybetli yürüyüşüyle,
ömründe şampuan
görmemiş kömür
karası saçlarıyla ve esmer
yüzünün orta yerine Yaradan
tarafından hediye
edilmiş çakır gözleriyle,
gören kızları bir daha
baktırırdı Servet. Kapı önlerinde
üçü beşi bir aradayken
onun geçişini gizli
bakışlarla izleyen, elleriyle
ağızlarını kapatarak
gülen ve kendi aralarında
fıkırdaşan bu kızların hiçbiriyle
işi olmazdı oysaki.
Onun gözü Sevde' den
başkasını görmüyordu.
Servet'in bu ilgisini
sofra kurulurken fark ettim.
Sol yanımda bağdaş
kurmuş bu yerel Davut
heykelinin, ev sahibinin
kızı içeri girdiği andan
itibaren dönüştüğü aciz
hale tanıklık etmek ilginçti.
Yüzüne yansıyan o çocuksu
heyecan, yanaklarının
kıpkırmızı oluvermesi,
alnında boncuk boncuk
beliren ter damlaları
ve ani hareketlerle sağa
sola, güya kızla ilgisiz
yerlere bakmaya çalışan
gözleri, o kadar çok şey
anlatıvermişti ki kısa süre
içinde. Bir anda, muhtarla
ev sahibinin konuşmaları
kulağımdan silinmiş, yanımdaki
bu devasa utangaçlık
anıtı daha çok ilgimi
çekmeye başlamıştı.
Tabii bir de karşı tarafı
vardı bu işin. Kızda durum
nasıldı acaba? Sofra
bezini serip üstüne kısa
bacaklı küçük bir yemek
sehpası koyduktan sonra
bir daha gelmemişti kız.
Ekmek tenceresini, kaşıkları
annesi getirmiş; kız
bir süre daha görünmemişti.
İştahla yenen yemek
esnasında az önceki
kızı düşünmeye başladım.
Başörtüsünün önünden
belki kazayla belki
sofradaki birine bir işaret
olarak indirilivermiş birkaç
sarı telin gölgesindeki
yüzünde ve bilhassa o bal
rengi gözlerinde, o neredeyse
tamamen inik kapakların
altından sadece
önüne bakan gözlerinde
hiçbir emare görememiş,
Servet'in hislerine karşılık
bulup bulmadığına dair
en ufak bir ipucu sezinleyememiştim.
Doğaldır ki
odada babası olunca gözlerini
kaldırıp bakması
bile mümkün değildi kızcağızın,
anlamıştım. Yine
YÜK Ede biyat
Sayfa 41
de elektrik kesilmiş de
izlediğim film yarım kalmış
gibi hissettim. Filmin
devamını nasıl öğrenmeliydi?
Az önce arkama
yastık tıkıştıran Mahmut
Ağa şimdi de önüme yufka
ekmeğinden bir dağ
yapmıştı. "Yeterli, teşekkürler"
dedikçe "Ye, ye!"
diyor, kendince belki sıcak,
samimi olduğunu
düşünse de hiçbir mantığı
olmayan bir zorlamaya
dönüşüyordu misafirperverliği.
Her şey gibi bunun
da fazlası saçmaydı.
Sürekli hayır demek, kalkanlarımı
dik tutmak zorunda
gibi hissediyordum
ve bu durum rahatsız
edici bir hale dönüşüyordu.
Ailemi, evimi düşündüm
yine. Yemeğe aldığımız
konuğa bir kez
teklif eder, fazlasında ısrar
etmezdik. Bu insanlarsa
ısrar etmezlerse kötülük
etmiş sayıyorlardı
kendilerini.
Bunun dışında, sofrada
kimsenin konuşmadığını
fark ettim. Az önce
dereden tepeden söyleşen
adamlar, yemek gelince
sessizlik yemini edilmiş
gizli bir ayini gerçekleştirmeye
başlamışlardı
sanki. Televizyonun iyice
kısılmış sesi duyuluyordu
sadece: Denizler mutedil
dalgalı, iç kesimler sisliydi.
Sofra öyle sessizdi ve
bu öyle yapay bir
sükûnetti ki bu zoraki kibarlığın
sebebinin ben olduğumdan
neredeyse
emindim. Hatta ev sahibinin,
misafire ayıp olmasın
diye ağzını şapırdatmamaya
çalıştığı gibi garip
bir düşünceye bile kapıldım.
Kendi kendilerine
olsalar yapacaktı muhtemelen.
O gün kasabadaki
berberde saçları üç numaraya
vurulup epeyce ağlamış
küçük çocuk, kopardığı
ekmek parçasını
sofranın ortasındaki yemeğin
suyuna uzatacak
olmuş, abisinin dirseğini
hafifçe yiyince elini çekmişti.
Anladım ki o akşam
sofrada benden başka
kimse doyamamıştı.
Devamı
gelecek
sayıda
Yıl 1 Sayı 2
Hatşepsut
Rabia Uğurlu
B
irinden daha
biri…
Çok konuştuğu
an, çok konuştuğu
kadar- bir asır kabiliyetinde
çok- susan
inatçı ve çok bilmiş ben,
yalnız onun izini sürüyorum.
Galata Kulesi’nin
yakınındaki K... Pastanesi’nin
müthiş manzarasını
es geçerek kendimi,
Beyoğlu’nun cafcaflı,
vernikli, şarkılı sokaklarında
granit sertliğinde
adımlarla yürürk
e n b u l u y o r u m .
Dükkânların renkli ışıklarının
gözlerimde yer
etmeye çalışırken kullandığı
cazibe, hayli etkili
olacak ki ruhumda
ruj izleri var. Bu yapışkanlıktan
sıkılıyorum.
Tüylerini güneşe
bırakmış ve pineklemenin
kaçıncı evresinde
olduğunu bilmediğim
siyah tüylü, irice bir köpekten,
zararsız görünen
haline rağmen ürküyorum.
İki dükkân
ötede otantik eşyaların
meraklı alıcısı kararsız.
Dükkânın üç kat üstünde
bir adam atletiyle
çıktığı balkonda bir yandan
kıvırcık saçlarını
kaşırken sigarasının izmaritini
otantik eşyaların
meraklı alıcısı olan
kadının başına yolluyor.
Bu saatte, bu semtte şaşılacak
şey. Şaşmıyorum.
Aklındaki bir ansiklopedik
bilgiyle oyalandı:
“Bizans Dönemi’nde
yerleşim yeri olmayan
Beyoğlu’na
‘karşı yaka, öte ‘ anlamına
gelen Peran Bağları
deniliyordu.” Bu bilgiyi;
ruhunun köşelerini kaplayan,
nefesini elinde
tutan Mozart’ın- bir ihtiyaçtan
hâsıl olacak ki-
onu avurtlarından öpen
“Die Entführung Aus
Dem Serail”( Saraydan
Kız Kaçırma ) Operası’nı
dinledikten sonra
geçtiği başka bir kanalda
öğrenmişti. Bunlar
yediği fırınsız ekmekler.
Sadece arkasından
gördüğüm bu kadın.
Kayıp ilanı için yüzü
yok. Bu muhitte onu
tanıyan bir Allah’ın kulu
yok. Herkese sordum.
Kaygısız Saatçi Ali
Rıza’ya, inatçı Manav
Nuri Efendi’ye, geveze
Berber Rasim’e, Kuşçu
Halil’e dahi sordum.
Yer yarıldı yerin içine
girdi.
Gösterişli bir restoranda
onu ilk gördüğümde,
yönetmen arkadaşım
Selim ile yemek
yiyorduk. Ben böyle
yerleri sevmem. Selim
illâ ısrar eder, haydi be
Ali nazlanma, der be-
YÜK Ede biyat
nim üstüme
gelirdi. Ardından beni ne
yapıp edip ikna eder, söz
bir daha senin dediğin balıkçıya
gideceğiz, deyip
gönlümü alırdı. Hiç gitmedik.
Yıllardır aranmamış
yalnızca hissedilmiş bir
kadını burada bulana kadar
bu durumdan hep
şikâyetçiydim. Kestane
rengi uzun saçlarının
beline kadar inen dalgalı
deseninde, daha
önce dinlemediğim bir
piyanistin eserini büyük
bir zarafetle çalan bu kadında,
parmaklarının
uzunluğu ve inceliği dışında
bambaşka bir şey vardı.
Belinin inceliği ile kalçası-
nın kıvr
ı m ı n d a
nadir görülen
bir
orantının
da dışında
bir şeydi. Kafasını
çevirip rengini
tahmin bile edemediğim
gözleri ile bana bakarsa
bu büyü bozulabilir.
Mamafih buna heveslenmiyorum.
Artık
benim için bu matah bir
şey değil. Bir kadının en
çok hüznün ve kederin
tüm sancılı yanlarını dağıtan
gülüşüne ve çağırgan
kirpiklerine âşık
olan ben, bir semtli düşünür
dostumun tavsiyesi
ile bir kuyudan kova
kova acı çekmemek
için bu halimden vazgeçmiştim.
En son gülüşü
güzel kızı- Defne’yiunutana
kadar Azrail’in
vücudumu tırnaklayışı
ve bunu hep gecenin ortasında
hissedişim hala
aklımda. Azrail’e kızın
gülüşünü vermemek
için çok direnmiştim.
Bir serseri, bir hergele
oldum. Kızın peşinde
ahmaklaştım. Bir gün
onun yanında ötekileştiğimi
fark edince bavulsuz,
vedasız, çıt çıkarmadan
olay mahallinden
çekip gittim. Pis,
vurdumduymaz, acımasız
bir herifim. Alakası
yok. Defne, bir kere bile
beni aramadı. Arasaydı
bavulsuz gitmiştim.
Hep bir dönme ihtimali…
İnsicamsız lakırdılar.
Şimdi arkası dönükken
seyretmeye doyamadığım
bu kadın…
Annemin de böyle
uzun saçları vardı.
Tek farkı düzdü. Babam,
günün birinde, içkinin
dibini bulduğu bir
vakitte annemi evden
kovmuştu. Henüz sekiz
yaşındaydım. Yine de
biliyordum bu onun kaçıncı
kez evden kovuluşuydu.
Düşünüyorum
da kimsesiz miydi de
gitmezdi? Yahut beni mi
bırakamazdı? Bu ayrımı
hiçbir zaman yapamadım.
Ali’yi bırakmam,
diye bağırdığını hatırlıyorum.
Babam, defol git
yoksa bu çocuk elimde
kalır, dediğinde annemin
yüzü sararmıştı. Benim
kanayan burnuma
baktı, geldi; eteğinin iç
kısmı ile sildi. Sonra yanaklarımdan
öptü. Çaresiz,
bu sefer gidişini,
giderken hiç dönüp arkasına
bakmayışını izledim.
Baksa gidemez.
Uzun, arkadan tek bir
örgü inen saçı konuşacak
sanmıştım. Dönecek
mi? Belki şimdi dönüp
bakar? Bakmaz. Ben de
bu eve dönmem. Aklı
olan dönmez. Annem
gidince oturduğumuz
semti değiştirdik. O gün
bu gündür annemi bulamadım.
Babam bende
mide bulantısı, tozlu sinir,
çöp kutusu… On üç
yaşımda onu terk edip
gittim. Zaten bir işe yaramazdı.
Hep yarı açtım.
Bir fırıncının yanına
çırak olarak girdim.
Sonra mı? Sonra sonra
sinemaya pek merak
YÜK Ede biyat
saldım.
Ben düşüncelerin
uzantısında dolaşırken
kadın son eseri çaldığını
belirginleştirmek adına
selam vermek için ayağa
kalktığında yüzümü hemen
başka tarafa çeviriyorum.
Bir kadın gülüşü
daha istemiyorum. Gidecekmiş
duygusunu
veren biri- hatta gidecek
biri- benim gözümde
yüzünü döndüğünde
gülümsememeli. Ağlamalı,
zırlamalı, lanet olsun
gidiyorum, demeli.
Bu kadının şu an sevdiğim
saçlarının her teli,
hayatımın aksak yanlarını
birbirinden koptuğu
yerden dikebilecek kadar
sağlam ipliklere benziyor.
Ona bir iğne hediye
etmek isterdim.
1 Mart günü, tekrar-
kaçıncı kez bilmiyorum-
dinlemeye gittiğimde
yoktu. Acaba hastalanmış
mıydı? Bakanı
yoksa yüzünü görme
pahasına ilgilenir miydim?
Sanmıyorum. İzin
almışsa eğer kaç gün
acaba? Bir sevgilisi… Olsa
anlardım. Pala bıyıklı,
lacivert ceketli, göbekli
patronuna soruyorum.
Kayıtsızca bana bakıp, “
Müşterinin birini memnun
edemedi, kovuldu.”dedi.
Ne demek kovuldu?
Nasıl kovarsın!
Adamın yakasına yapıştım.
Kravatını olağan
gücümle sıktım. Şimdi
senin sesini öyle bir keseceğim
ki bir daha kimseyi
kovama.
- Nereye gitti, seni gebertmeden
de!
- Az konuşur, ne bileyim.
Kimseyle burada
laflamaz. İşi bitsin hemen
gider.
-Adı ne?
Kekeleyerek, gerçek
adını bilmem sahne
adı var, dedi.
-Söyle!
-Hatşepsut.
-Ney!
- Hatşepsut.
- Dalga mı geçiyorsun
sen benimle? Böyle isim
mi olur?
- Mısır kökenliymiş, dahasını
bilmiyorum.
Adamları tam bu
esnada beni tutup yaka
paça, ite kaka, döverek
dışarı attılar. Hatşepsut!
Senden uzaklaşamam.
Evde yerimde duramıyorum.
Bir kurbağa çevikliğinde
oradan oraya
zıplamaya meyilli. Dışarısı
tenha. Herkes piyano
çalan bir kadının gidip
gitmediği çelişkisindeki
bakır renkli olasılığın
yasını tutuyor olmalı.
Onların nereden haberi
oldu?
Ara sokakların birinde
Ahmet Abi’nin çay
ocağına uğruyorum.
Göz gözü görmeyecek
bir dumanda bir bardak
demli çay içerken gazeteleri
zor bela gözden
geçiriyorum. Belki bir
olaya karışmıştır. Dayısı
cinnet getirip öz yeğenine
altı kurşun sıktı, trafik
kazası sekiz can aldı,
Ajda Pekkan konser sırasında
düştü…
Yan masadan kulağıma
Hasan’ın o her
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 46
zamanki alaycı sesi geldi:
- Ooo artist, sen uğrar
mıydın buralara?
Ona doğru bir
baktıktan sonra önüme
döndüm. Bu adamla uğraşacak
değilim.
- İyi iyi bak haberlere,
seçim sonrası zaten ortalık
karışık. Hangi partiye
oy verdin?
- Ne yapcan?
- Ne gıcık herifsin ha!
- Pusuladaki bütün partilere
oy verdim. Kimsenin
bende hakkı kalmas
ı n . O l d u m u ?
- Al işte Ahmet Abi, deli
diyorum inanmıyorsun.
Ahmet Abi, bana
b a k ı p g ü l ü m s e d i .
“Hasan, o en azından az
konuşuyor. Yine sabahtan
beri kafamı şişirdin
.”
Kalkıp gidiyorum.
Bahanesiz. Restoranda
yakın yerlerde dolaşıyorum.
Sanki kadınla onlarca
kez muhabbet etmişim
de kopamıyorum,
ardı sıra bu sokak beni
yoruyor. Kaldırıma oturuyorum.
Fazla soğuk.
Üşüdüm. Buna rağmen
kalkacak mecalim kalmamış.
Yaklaşık bir yarım
saat oyalanmış olmalıyım.
İleride, giden
birine gözüm takıldı. Defalarca
baktım emin olmak
için. Emin olunca
kalkıp nasıl koştuğumu
bilmiyorum. Epeyce
yaklaştım. Tamam, bu o
kadın. Piyano çalışı hep
tanıdık gelen kadın. Gitmemiş.
Oh, buldum onu!
Eğer bir şey yapmazsam
kesin gidecek. Yüzünü
döner diye sesimi çıkaramam.
Galiba onunla karşı
karşıya gelemeyeceğim.
Pes edip köşeyi dönerken
gözden kaybolmasına
izin veriyorum.
Defne acaba evlenmiş
midir? Belki ona
benzeyen meraklı bir kızı
vardır. Eşini seviyor
mu? Sevmiyorsa eşini
öldürsem. Kızını kızım
bellesem. Defne sadakatsiz
biri değil. Yılıyorum.
Tramvayda giderken
düşündü. Annesi de
gidince evlenmiş midir?
Artık hafızasında çok az
canlanan bir kadın hayali
daha da kayboldu.
Muhtemelen öldü.
Yanındaki yaşlı
teyze canı sıkılmış, nasıl
da meraklı,” Oğlum nereye
böyle?” diye sordu.
Annemin yanına teyze.
Pek iyi yavrum, git tabii.
Sakın ha, anneni ihmal
etme!
Birinden daha biri,
takvimden kopardığı bir
sayfayı saklarken not
düştü.
Ölüm tarihi: 2
Mart Pazar
Yıl 1 Sayı 2
Huzur Hakkı
Hüseyin Kılıç
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Yüksek Sekreterliğine
Strazburg
Çok kıymetli mistırlar ve misisler,
Ben Mümtaz Korkut Kara. Sizlere yaptığım bu başvurumu Türkiye’de,
Bursa’da kaleme alıyorum. Temennim odur ki sizin lisanınızla
yazmadım diye bu başvuru göz ardı edilmez ve derhal bir tercüman bulunarak
işleme alınır. Zira ne İngilizce ne Almanca ne de Fransızca bilirim
ama benim derdim de tıpkı sizler gibi insanlık ve insan haklarıdır.
Başvurumun en başında size yolladığım bu dilekçe mektubun Devlet-i
Âlî'mize olan güvenle bir alakası olmadığını belirtmek isterim. Bilakis
tüm dünyayı ilgilendiren bir hususun hızla en fazla sayıda memlekette
çözüme kavuşturulması arzumdan dolayı başvuruyu doğrudan tarafınıza
gönderiyorum.
Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,
Lafı çok uzatmadan işbu mektubu yazma sebebime
gelmek istiyorum.
Efendim,
ben edebiyat
öğ-
retmeniyim. Her ne kadar sizin konuştuğunuz lisanları bilmesem de
kendi ülkemin dilini hasbelkader gitmiş olduğum üniversitede detaylı
öğrenme fırsatı buldum. Elbette yalnızca gramerle ve sizlerin sanırım
vokabüler dediği kelime hazinesi ile kısıtlı değildi bu bilgiler. Belki de
üstüme vazife olmamasına rağmen üniversite okurken birçok kitabı okuma
ve birçok insan tahliline şahitlik etme fırsatı buldum. Gördüğünüz
gibi burada da kısa yolu tercih ettim. Onlarca insanla tanışıp onları çözmeye
çalışmaktansa yüzlercesini bu şekilde tanımak bana çok daha
mantıklı geldi. Nihayet okul bittiğinde insanlık hallerine dair bilgim derya
deniz (tercüman ikisi de aynı kelime diye düşünürse ‘çok fazla’ anlamında)
oldu. Lakin tanıdığım, tanımasam da beş dakika gördüğüm herkesi
bir yere oturtabilsem de bir türlü kendi yerimi bilemedim. Ne nerede
durduğumu, ne nerede durmam gerektiğini.
Muhterem senyorlar ve senyoralar,
Biliyorum lafı uzattım ama bunların da tamamını anlatmak zorunda
hissediyorum. Üniversite bittikten sonra özel bir eğitim kurumunda
çalışmaya başladım. Çok istediğim bir şey değildi ama çevremdekiler bunun
böyle olması gerektiğini söylemişlerdi. Toplumun çok sevdiği bunun
böyle, şunun şöyle, onun öyle olması gerekliliği hastalığını oldum olası
hiç sevmemişimdir. Ama bir türlü gerçekten olamadığım yahut olgunlaşamadığım
yahut var olamadığım için bu konuda toplumla yüzleşmeyi,
karşı karşıya gelip problemlerimizi karşılıklı olarak tartışmayı gözüm
hiç yememiştir.
Evet, sonunda üniversite bitmişti, sonunda kendi paramı kazanabilecektim.
Doğrusu okurken de paramı kazanabiliyordum ve bir iki küçük
işte çalışmıştım ama o işlerden dilediğim zaman çıkabilirdim ve çıkmıştım
da fakat bu sefer farklıydı. Kendi paramı kazanabileceğimi söyleyen
toplum bana bunun aslında bir zorunluluk olduğunu direttiğinin
farkında bile değildi. Ben boyun eğdiğimin farkındaydım. Devletimiz de
aynı görüşteydi; verdiği krediyi ödemezsem neler olacağını tüm acımasızlığıyla
bana bildirmiş, beni köşeye sıkıştırmış bununla birlikte bana
bir iş vermemişti. Devlet ve toplum işbirliği içinde beni Özel Karadelik
Koleji’nin kapısından içeri göndermişti. (Derdim bir davaya yol açmak
olmadığından toplum baktığında yemek yediğim kap olan bana sorsanız
çok affedersiniz ama ağzıma sıçan bu kabın adını elbette zikretmeyeceğim.)
Edebiyat öğretmeni olduğumu söylemiştim değil mi? Çocuklara
şöyle kolay sorular soruyordum, ne bileyim İstiklal Marşımızın şairi
kimdir falan gibi. Öyle demişlerdi.
Çok kıymetli mistırlar ve misisler,
Karadelik Koleji’nde büyüklerimin ve sıralı amirlerimin de telkinleriyle
öğrencilerimle çok haşır neşir olamıyordum. Zira bana yüksek
perdeden bakıldığında asla kafamı kaldıramam. İsyan edemem. İşim
neyse hemen bitirip gitmek isterim. Öğrencilerim de benim maaşımı verdikleri
için çoğu zaman üstten konuşurlardı. Ben ise bu işkencenin bir
an önce bitmesi için dersi hızlı hızlı anlatmaktan başka bir çözüm bulamazdım.
Aslına bakarsanız öğrencilerime baktığımda en az birkaç tanesinin
babasının – benim maaşımı ödeyebilmek için – devletten vergi kaçırmak
zorunda kaldıklarını hissederdim. Ben buna üzülürken onlar ise bu üzücü
durumu çaktırmamak için inadına daha gururlu daha ahlaklı davranmaya
çalışırlardı. Halbuki Devlet-i Âlî'mizin bir okulunda işe girseydim
her şey farklı olabilirdi. Oradaki öğrencilerin birçoğunun velisi devletten
vergi kaçıramayanlar oldukları için gönül rahatlığıyla maaşımı
devlet veriyor diyebilirdim. Bana maaşımı vermek için çeşitli kanunları
ezberlemek gibi güç şeylerle uğraşmayan veliler – çünkü vergi kaçırmak
öyle bilmeden yapılabilecek bir şey değildir – ve onların çocukları da hiç
umrumda olmazdı.
Sonuç itibariyle toplumun istekleri doğrultusunda öğrencilerimin
mutluluğundan başka bir şey düşünmemekle mükelleftim ama bu süreç
beni gerçekten çok yoruyordu.
Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,
Artık kendi paramı kazandığım için artık kendi borçlarım olmuştu
ve çevremdeki bütün genç öğretmenler de benim gibi kendi borçlarıyla
cebelleşiyorlar ama bunu kimseye söylememeye bilhassa gayret gösteriyorlardı.
Ben üniversitede okuduğum kitapların da etkisiyle her birini
ayrı ayrı çözümlesem de hiçbirine bu tespitlerimden bahsetmiyordum.
Toplumun emrettiği şekilde sosyalleşiyor onlarla çay içiyor, futbol oynuyor,
her gün ne yesek diye konuşuyordum. Yemek muhabbeti günün en
sevmediğim kısmını oluşturuyordu. Herkes ucuz lokantaya gitme kararının
aslında bir diğerinin olduğunu ispatlamak için çabalıyordu. En fakir,
en borcu en muhtaç görünmemek önemliydi çünkü. İskender, döner,
pizza en azından alakart bir lokanta önerilerinin şaşmaz bir şekilde
ortaya sürülmesinden sonra farklı bir sonuç çıkabilirmiş de çıkmamış
gibi lütfen set menü çıkan lokantada karar kılıyorduk.
Muhterem senyorlar ve senyoralar,
Nasıl bir insan olduğumu üç aşağı beş yukarı anlatabildiğimi umuyorum.
Ben buyum. Toplumla uyumlu. Toplumun dileklerini göz ardı
edemiyorum. Hiç kimsenin bir dediğini bir buçuk bile yapamıyorum.
Peki neden? Sevilmek istediğimden mi? Karşı çıkmasını bilemediğimden
mi? Hayır efendim, hayır. Sevilmek istemiyorum. Kesinlikle istemiyorum.
Böyle bir şeye ihtiyacım yok. Karşı çıkmaya gelince, o da çok
kolay. Siz benim deli tarafımı bilmiyorsunuz. Fakat neden karşı çıkayım?
Neden haklı olduğumu insanlara açıklamak zorundayım? Neden
haklı olmak zorundayım… Zorundayız? Neden?
Çok kıymetli mistırlar ve misisler,
Lokanta demiştim ya yukarıda, işte geçen gün yine lokantadayız.
Tam yemeğimizi yemiş, çayımızı içmek üzereydik. Çünkü iş arkadaşlarımla
yemek yemem ve çay içmem gerekiyordu her zamanki gibi. Cam
kenarında oturuyordum, yine her zamanki gibi. Dışardakilerden beni
koruyacak, içerde bir şey olursa kırıp çıkabileceğim camlardan birinin
kenarında işte.
Onu ilk ben gördüm. Yukardan aşağı doğru duraklaya duraklaya
geliyordu. Onu görenler geçmesini bekliyor, eğer o duruyorsa diğerleri
hızlanıyordu. Bir tür saygı gösterisi olduğunu düşünüp garipsedim. Tam
tersine ondan kaçtıklarını sonradan anlayabildim. Daha önce de kağıt
toplayıcılar görmüştüm ama hiçbirini böyle dışardan bir göz gibi izlememiştim.
Hay aksi! Yoksa ben de diğerleri gibi onlardan kaçmış, hızımı artırmış,
yolumu değiştirmiş miydim? Ben kimdim ki bunu yapayım? Ya
kaçanlar kimdi?
Kağıt toplayıcı yaklaştı yaklaştı, bizim lokantanın –sahibi biz değiliz
efendim, oturduğumuz lokantanın anlamında- tam karşısında durdu.
Hızla hesabı ödeyip yanına doğru seğirttim. Kimdi? Ne yer ne içer ne düşünürdü?
İnsanlar neden ondan böyle uzaklaşıyorlardı? Masamdakiler
de lokantacı da anlamadı ne yaptığımı. Kağıt toplayıcı da… Ya beni deli
zannetti ya ekmek teknesine (topladığı kağıtları koyduğu arabaya) el koyacağımı
düşündü ve almak üzere olduğu kartonları bırakıp hızla uzaklaştı.
Benim yıllardır yapmak istediğimi başarmış bir kişiyi bulmuş olmanın
heyecanıydı aslında. Bana dokunmasınlar. Maaşımı ne devlet versin
ve ne öğrencilerim. Kendim, kendimle yaşayayım ve öleyim. Bunun nasıl
olacağını öğrenme fırsatını böylece kaçırdım işte değerli büyüklerim.
Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,
Bu kağıt toplayıcı olayından çok geçmeden - bir hafta sonra falan –
bu kez otobüste ilginç bir şey oldu. Otobüsün kalkma vaktini bekliyorduk.
İçeri o girdi. Bir dilenci. O girince yolcuların çok kötü bir koku aldıklarını
bir kısmının burnunu tutmasından anladım. Ama benim his-
settiğim kokudan ziyade dilenciyle birlikte içeri dolan tedirginlik, tiksinme
ve korkuyla karışık duygu seliydi.
Hiç kimse bilmese de yıllardır insanlarla aradığım ilişkinin buna
benzer olduğunu düşündüm. Hatta kendim bile bunun farkında değildim.
Dilenciden farklı olansa benim durumumun karşılıklı olmasıydı.
Hem insanlardan tiksiniyor, korkuyor ve onları görünce tedirgin oluyor
hem de onların bana karşı aynı duyguları hissetmelerini ve beni rahat
bırakmalarını istiyordum.
Bu aydınlanma hissiyle cebimdeki son parayı dilenciye verdim. Evden
istedikleri bazı şeyleri almak için bankadaki kalan parayı çektiğim
için son olmakla birlikte yüklüce bir miktardı bu. Dilenci korktu, yolcular
şaşırdı. Parayı her an geri alabileceğimi düşünen dilenci ışık hızıyla
ortadan kayboldu. Yolcular şimdi benden korkuyor ve tiksiniyorlardı
ama takım elbisem hürmetine yine de tam ne düşüneceklerini bilemiyorlardı.
Onları hiç umursamadan son durağa kadar yani evime yani ailemin
evine kadar gittim.
Muhterem senyorlar ve senyoralar,
Yıllar yılı toplumla barışık olduğumu düşünür, gizliden gizliye
bundan gurur duyardım. Lakin bu kağıt toplayıcı ve dilenci hadiseleri
beni tabiri caizse alt üst etti. Toplumla barışık olmadığımı, topluma teslim
olduğumu fark ettim. Topluma teslim olduğum için de hiçbir bok şey
olamadığımı anladım. O devasa toplumun benim gibi binlerce, on binlerce
hiçten oluştuğu fikri ise beni hayrete ve dehşete düşürdü.
Ne düşüneceğimi bilemez bir halde eve gitmeye, işe gitmeye, iş arkadaşlarımla
yemeğe çıkmaya ve maaşımı ödeyen öğrencilerime gülümsemeye
devam ettim. En azından öyle zannediyordum. İnsanların kaçıştıkları
kağıt toplayıcı ve tiksindikleri dilenciyi benden kaçarlarken bir
anda gözümün önünde görüyordum ve muhtemelen bu davranışlarıma
yansıyordu.
Bir süre sonra kim olduğunu hatırlamadığım birisi “Neyin var?”
dedi ve bu soru gittikçe güçlenerek çevremdeki herkes tarafından sorulmaya
başlandı. Benim de aynı soruyu farklı bir şekilde sorduğumun hiç
biri farkında değildi. “Neyim var?” Yok. Bir şeyim yok. Kocaman bir boşluktan
ibarettim. Onlara da böyle cevap veriyordum. “Yok, bir şeyim
yok.”
Çok kıymetli mistırlar ve misisler,
İnsanların bir kısmı benden uzaklaşmaya başladı. Başta hoşuma
gitti bu iş. Kafamda daha az sesin gürültü çıkarması sayesinde kendimi,
ne olduğumu, ne olacağımı düşünmek için daha fazla vaktim oluyor ve
daha fazla konsantre olabiliyordum. Bir süre sonra çözümü bulacağıma
adım gibi emindim. Lakin fazla konsantre olmuşum.
Bir gün Karadelik Koleji’nin sahibi ve müdürü olan zat yanına çağırdı
ve dilersem bir süre dinlenebileceğimi söyledi. Dilemiyordum ama
toplumla barışık tarafım bir anda koştura koştura ortaya çıktı ve “Nasıl
uygun görürseniz efendim,” dedim. Arkadaşlarımın bir kısmı yüzüme
karşı, geri gelirsin derken, diğer bir kısmı duymayacağımı düşünerek –
yo yo, düşünmeyerek, bunu umursamadan – belliydi bir şeyinin olduğu
demişlerdi. Hiçbiri bunun hoşuma gideceğini düşünmüyordu.
Evdeki ilk günlerim huzurluydu. Vaktin tamamı benimdi. Sadece
hane halkıyla muhatap oluyordum. Gelin görün ki bir süre sonra babam
bir psikoloğa, annem bir hocaya, kız kardeşim ise doğaya gitmemi söylediler.
Önce bir kere, sonra üç kere sonra durmaksızın aynı şeyleri söylediler.
Aralarına dönmemi istiyorlardı. Benim tam aksime iyileştiğimi değil
kötüleştiğimi düşünüyorlardı. Çünkü onlar ailemdi ve bunlara hakları
vardı.
Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,
Okuldan ayrılırken değerli müdürüm ona garip gelen davranışlarımdan
ürkerek hiç yapmadığı bir şeyi yapmıştı. Okul tarihinde ilk defa
bir öğretmene tazminatını vermişti ve bu para bir süredir beni rahatsız
ediyordu. Müdürle aynı tedirginlikte olan aile üyelerim de paraya ilişkin
hiçbir şey söylemiyorlardı.
Öğrencilerimin maaşımı ödemek için okula verdikleri parayı ders
anlatmadan harcamak istemiyordum ama ne yapacağımı da bilemiyordum.
Tüm gururumu ayaklar altına alarak kafamda kurduğum – başka
neremde kurabilirdim – planı uygulamak için bu paranın bir kısmına dokunmaya
karar verdim.
Tüm cesaretimi topladım ve bir sabah bizimkilere İzmit’e gideceğimi
söyledim. Yakındı ve orada bir iş bakacaktım. Sevinçle tedirginlik
arası bir tepki verdiler. İzmit’te kağıt toplayacağımı söylesem eminim
kalpten gider ya da beni eve kilitlerlerdi. Onlar gibi olduğumu düşünmeleri
gerekiyordu. İşte, bir başka onursuz hareket daha yapmış, yalan
söylemiştim.
Muhterem senyorlar ve senyoralar,
Öğrencilerimin parasıyla İzmit’e gittim ve bir gecekondu kiraladım.
Sokağımdaki komşularım bana garip garip bakıyorlardı ama elbette alışacaklardı.
Bir eskiciden aldığım yataktan başka hiçbir şey koymadım eve.
Yaz mevsimi olduğu için sobaya ihtiyacım yoktu ama bir buzdolabı olsa
iyi olurdu. Bunu da bir süreliğine erteleyebilirdim.
Sokak sokak gezdim. Kağıtların ve karton kutuların yerlerini öğreniyor,
diğer kağıt toplayıcılarla konuşmaya çalışıyordum. Öğrencilerimin
parasıyla da karnımı olabilecek en ucuz ve en pis yolla doyuruyordum.
Bursa’daki ailemi de birkaç günde bir arıyor ve iyi olduğumu söylüyordum.
Zira peşimden gelmelerini istemiyordum.
Başta temiz kıyafetlerimden işkillenen toplayıcılar gittikçe kirlenen
gri ceketimdeki her lekeyle bana daha çok şeyler anlatmaya başlamışlardı.
Onlara planımdan bahsetmiyor, meraklı bir berduş gibi yaklaşıyordum.
Kağıt nerden toplanır, kartonu mağazalar nereye bırakır, para verirsen
kaça alınır, kime kaça satılır. Tüm bunları öğrenmiştim ve artık
işe başlamaya hazırdım. Üstelik insanlar benden kaçmaya ve bana hiçbir
şey sormamaya başlamışlardı bile. Kağıt toplayıcılar ve dilenciler yine de
bana çok fazla yüz vermiyorlardı ama olsundu.
Her şey yolunda gidiyordu.
Çok kıymetli mistırlar ve misisler,
Hatırlayamadığım bir süre sonunda öğrencilerimden kalan bütün
paranın çoğu bitmişti. Artık kendi paramı kazanacak sadece kağıt alıp
satmak dışında kimseyle konuşmayacaktım. Sigortam olmayacağı için
devletle bir bağım kalmayacak, öğrencilerim olmadığı için kimse bana,
maaşını ben veriyorum, dercesine bakmayacaktı.
Mahallemizdeki bir eskiciden bir alışveriş marketi arabası aldım.
Küçük işlerle başlayacaktım ve azar azar kazanacaktım ve derdim de az
olacaktı. Market arabasıyla kağıt ve karton topladığında ne kadar yürürsen
yürü arabaya koyabildiğin kağıt sınırlıydı ve bu işimi çok zorlaştırıyordu.
Mahallelim garip komşularının eve getirdiği kağıtlara anlam veremeseler
de bir şey demiyorlardı. Zaten ilk günden bana puanımı vermiş,
onlardan biri olmadığımı söylemişlerdi. Bunu her gün ekmek parası verdiğim
bakkal on günün sonunda acıyarak söylemişti. “Git derdim ama…”
demiş, sonra da “Sen de kim bilir neler yaşadın,” deyip susmuştu. “Bir
şey yaşamadım, onu çözmeye çalışıyorum,” diyememiştim ben de tabii ki.
Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,
Hedefim önce alışveriş arabasıyla topladıklarımı evde ayırıp, düzenleyip
titiz bir kağıt toplayıcısı olduğumu göstermekti. Zaten fiziksel
şartların da etkisiyle azar azar toplayabiliyordum. Daha önce tespit ettiğim
kağıt, karton toplama noktalarına daha önce tanıştığım toplayıcılar-
dan önce varıyor arabam ne kadar alırsa doldurup eve dönüyordum.
Kimseyle karşılaşmadığım için herhangi bir açıklama yapmam gerekmiyordu.
Bu sektördeki tüm zillerin okulumdaki gibi her gün aynı saatte çalmadığını
öğrenmem çok sürmedi. Bir gün tam kartonları arabama atarken
o sokağın toplayıcısıyla karşılaştım. İlk vukuatım olduğu için kibarca
o kartonları geri bırakmamı, yoksa anama, bacıma ve yedi sülaleme istenmeyen
şeyler yapacağını söyledi toplayıcı. Bunları söylemese de bırakırdım
ya, söyledi.
Bir başka defasında günün sonu yaklaşmıştı ve gerçekten yorulmuştum.
Yorgunluğun etkisiyle küçük bir itişme yaşanmış ve bu yeni toplayıcı
sol elimin parmaklarının geriye doğru ne kadar yatacağını test etmek
istemişti.
Muhterem senyorlar ve senyoralar,
Olanlara anlam veremiyordum. Bursa’da insanların kaçtığı, görmek,
konuşmak, duymak istemedikleri, görünce burunlarını tuttukları,
gözlerini kapattıkları insanlar tarafından istenmiyordum. Halbuki onlara
katabileceğim çok şey vardı. Yoksa da olabilirdi.
Aralarına girmek için ne yapmam gerektiğini de söylemiyorlardı.
Ben de sormuyordum. Yanlışlıkla biri cevap verse bu sefer bambaşka bir
kurallar silsilesine tabi olacaktım ve mesela topladığım kağıtları kartonları
düzeltmek için harcadığım zamana karışacaklardı.
Çok kıymetli mistırlar ve misisler,
Benimki küçük bir alışveriş arabası olduğu için diğer toplayıcılarla
olan karşılaşmalarımda işler çok büyümeden uzaklaşmayı başarmıştım.
Bununla birlikte istenmediğimin farkındaydım.
En sonunda artık param yani onların, öğrencilerimin, parası neredeyse
tamamen bittiğinde evimde biriktirdiğim kartonların yeterli miktara
ulaştığına karar verdim ve son paramla bir kamyonet tutup kağıtları
satacağım depoya gittim. Kağıtları satacak ve sonra başka bir mahalleye,
belki başka bir ilçeye hatta başka bir şehre gidecektim. Olmadı.
Depoda daha önce tanıştığım toplayıcıların üç dört tanesi benim koca
kamyonetle – alışveriş arabama göre kockoca – görünce bir şeyler oldu.
Sen, bizim, ekmek, puşt, pezevenk, ulan, senin dediklerini duydum sanırım
ve gözümü hastanede açtım.
Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,
Başınızı ağrıttım biliyorum ama işte benim hikayem bu. Şimdi Bursa’ya
getirdiler. Evlendireceklermiş beni. Bir insan başka birisini ne kadar
değiştirebilirse!
Yaranamadım.
Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamadım.
Yaranmak istemedim de. Sadece kendim olmak. Kendi başıma, kendimle
yaşamak, kendim kimim onu öğrenmek istedim.
Ne İsa’dan Ne Musa’dan bir şey istemedim. Yeminler olsun istemedim.
Ama onlar “İste” dedi, “Yaran,” dedi.
İsa Musa’ya gitmemi, Musa İsa’ya gitmemi yasakladı. İkisi birlikte
benim kenarda durmamı da yasakladı.
Sizlerden isteğim ise şudur saygıdeğer mistırlar, misisler, mösyöler,
madamlar, senyorlar, senyoralar.
Huzur hakkı istiyorum. Yalnızca ülkemiz için değil, tüm Avrupa
hatta tüm dünya için huzur hakkı istiyorum. İnsanların huzurlu olabilmek
için birbirlerini şartlamadıkları, kutsamadıkları, alçaltmadıkları,
herkesin yalnızca kendisi olabildiği bir dünya istiyorum.
Duydum, öğrendim. Huzur hakkı diye bir şey varmış gerçekten.
Karadelik Kolejlerinin sahibi ve müdürü patronum gibi büyük şahıslar
huzurlu olsun diye para veriyorlarmış.
Ben para istemiyorum. İnsanlara huzur için para teklif edilmesini
de büyük bir ahlaksızlık olarak görüyorum. Huzur için insanların kendi
hallerine bırakılmalarını istiyorum. Bu benim hakkım! Huzur benim
hakkım! Huzur herkesin hakkı!
Sadece Karadelik Kolejlerinin sahibinin ya da İzmit’teki toplayıcıların
başındaki adamın değil.
Beni yalnız bıraksınlar. Herkesi yalnız bıraksınlar. Başkalarıyla
huzur bulanlara lafım yok. Onlar başkalarını bulsun ama benim karşıma
onları çıkarmasınlar.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olarak buna ilişkin bir kararı
ancak sizin alabileceğinize inanıyorum.
Bu kararın insanlık için gerekli olduğuna sizlerin de ikna olmanızı
umuyorum.
En derin saygılarımla.
* Sayın Bay / Bayan
Üzülerek bildirmek isteriz ki...
Sayfa 58
Üç Kitap
Ozan Çetin
Gece
Bilge Karasu
B
ilge Karasu'nun
1975 - 1976 yıllarında
yazıp, 1985
yılında yayımladığı Gece’yi
okuyup anlamlandırmak
benim için kalburla
su taşımak gibi bir çaba
oldu. Buna rağmen kitabı
beğenmemin sebebi yazarın
anlatısında okurun
dikkatini metne yoğunlaşmaya
yöneltmesi ve
“karanlığın ikindinin sonundan
başlayarak geceye
değin etrafı kaplamasını“
metni takip etmeye çalışan
okura yaşatması sonucu
bana farklı bir okuma
deneyimi sunması.
Yaşananların yerinin
ve zamanının belirsiz
olduğu, kişilerin ise netlikten
uzak bir şekilde verildiği
anlatıda baskıcı bir
yönetimin ülkeyi gittikçe
artan bir şekilde karanlığın
içine sokması, bu yönetimin
uyguladığı şiddet
ve işkence yöntemleri, daha
en başında ülkenin içine
düşeceği durumu fark
eden yalnız aydının çaresizliği
sembolik bir biçimde
verilmekte.
Baskıcı yönetimin
en önemli silahı, gecenin
işçileri adı verilen insanlardır.
Bunlar "hem geceyi
hazırlayan hem de geceye
hazırlayanlar"dır. Bunlar
ortaya bir anda çıkmamışlardır.
Henüz hava kararmadan
bunlarla ilgili söylentiler
ortada dolaşmaktadır.
Hava karardıkça somutlaşır,
görünür hale gelirler.
Gecenin işçileri birbirinden
kolay kolay ayırt
edilemeyen, şahsi özellikleri
olmayan kişilerdir.
Aydınlıktan nefret ederler.
İnsanlarda uyandırdıkları
korkudan haz duyarlar.
Gecenin işçileri ortaya
çıkmadan önce onların
geleceklerini ve ülkeye
verecekleri zararı sezen
birisi vardır. Bu kişi tepede
- karanlığın en son
ulaştığı yerde - yaşayan
Düzeltmen - Yaratman -
Yazar'dır.
Daha sonra karşımıza
I. ana bölümün kahraman
anlatıcısı çıkar.
Kahraman anlatıcı kaygı
ve korku içinde koşturmakta,
etrafta yaşanan
şiddet olaylarına tanık olmaktadır.
Kendisini
"gündüzcü" olarak adlandıran
insanlar vardır.
Kahramanımız daha sonra
yapımı bir türlü bitmeyen
Bilgiler Sarayını ziyaret
eder ve içinde zengin
gençlerin yiyip içip eğlendikleri
ve dışarıdan kimseyi
almadıkları lüks bir
yapının önüne gelir.
YÜK Ede biyat
Sayfa 59
Dört ana bölümden
oluşan bu anlatının ilk bölümünde
daha sonra kendisine
N. adı verildiğini
öğrendiğimiz bir kahraman
anlatıcı; ikinci bölümde
yaşanan kötülükleri
meydana getiren beyin
konumundaki kişinin
kendisi olduğunu söyleyen,
N.nin okul arkadaşı
olan ve onu takip ettiren
bir kahraman anlatıcı;
üçüncü bölümünde Sevinç
/ Sevim adında, ikinci
anlatıcının yardımcısı
olan bir kahraman anlatıcı
vardır. Dördüncü bölümün
başında, N.ye içinde
Sevinç / Sevim'in yazdığı
kâğıtlar olan zarfları getirmekle
görevli bir kahraman
anlatıcı karşımıza
çıksa da ilerleyen kısımda
şu ana kadar anlatıcılarla
ilgili anladığımızı sandığımız
ne varsa allak bullak
edecek bir anlatım
başlar.
Anlatı boyunca
"dipnot" bölümlerinde
karşımıza çıkan ve dört
ana bölümü oluşturan
dört ayrı defterden de haberdar
olan, üst kurgu niteliğinde,
yazar - anlatıcının
ağzından verilen bölümler
vardır. Bu anlatıcı,
defterlerdeki anlatıcıların
sunumuyla ilgili bazı ipucu
niteliğinde ifadelere
yer verir:
"Kişileri de hem var kılmalıyım,
hem de belirsizlik
içinde bırakmalıyım."
(s. 58)
"Bu defterin başından bu
yana "ben" diyerek konuşan,
bir kişi mi, en azından
iki kişi mi?" (s. 99)
Dördüncü ana bölümde
ilerlediğimiz zaman
artık anlatıcılar konusunda
tamamen bir belirsizliğin
içinde buluruz
kendimizi. Defterlerdeki
dört anlatıcı ayrı kişiler
midir yoksa tek bir kişinin
farklı belikleri midir?
Dipnotları yazan farklı bir
kişi midir yoksa dipnot
bölümleri dâhil tek bir kişinin
elinden mi çıkmıştır?
Anlatı karşısında içinde
bulunduğumuz durumu
dipnot yazarı şu şekilde
tarif eder:
"Atık aynalar içinde
geziyor gibiyim. Kim ne
hale geldi, kapı (çıkış kapısı)
nerede, ben de bilemez
oldum." (s. 161)
Anlatıda ilerledikçe düğümlerin
çözülmesini
beklerken yeni bir düğüm
eklenir.
Anlatıcıların birbirini
yalanladığı, yazarın
adeta okurla oyun oynar
gibi kendi eliyle kurduğunu
kendi eliyle yıktığı, anlatının
sonunda kafamızda
birçok soru işaretinin
kaldığı alışılmışın dışındaki
bu eseri okumanın
yaşattığı histen memnun
kaldım. Buna rağmen insanlara
önermeye cesaret
edemeyeceğim bir kitap.
Bir Solgun Adam
Selçuk Baran
B
ir Solgun Adam,
üç bölümü günlük
tarzında yazılmış,
iki bölümü de üçüncü şahıs
anlatıcının ağzından
anlatılan beş bölümden
oluşan bir roman. Romanın
ana kahramanı Meh-
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 60
met Taşçı'ya ellili yaşlarındayken
halasından bir
miras kalır. Mehmet Taşçı,
kendisinden beklenmeyecek
denli önemli bir karar
alıp bu kararını uygulamaya
geçirerek bu mirasla
kendisine yeni bir
yaşam kurar. Bu yeni yaşamında
bankadaki işini
bırakıp emekliliğe ayrılır,
eşini ve kızını terk ederek
tek başına bir hayata adım
atar. Bu arada ailesine, elde
ettiği mirastan bir evin
kirasını da bırakmayı ihmal
etmez.
Kahramanımız yeni
hayatına başladıktan on
yıl sonra bir günlük tutmaya
karar verir. Roman
bu günlükle başlar. Hayatının
günlükten önceki
kısmını da bu günlükte
zaman zaman ele almaktadır.
Ailesini terk ettikten
sonraki on yılını bir çatı
odasına kiracı olarak yerleşip
aylak bir biçimde geçirmiştir.
Mehmet Taşçı, insanlarla
bağ kurmak istemeyen
birisidir. Hayattan
herhangi bir beklentisi
yoktur. Dünyaya ve insanlara
karşı bir ilgisi yoktur.
Kolay kolay korktuğunu,
üzüldüğünü, kaygılandığını,
heyecanlandığını
veya sevindiğini göremeyiz.
Yalnızca birtakım
alışkanlıklarını sürdürme
ve gündelik hayatını yaşamanın
peşindedir. Geleceği
düşünmediği gibi geçmişin
de hesabını yapmaz.
Hayatında az da olsa
önem verdiği şeyler
alışkanlıklarıyla ilgilidir.
Her zaman gittiği birahanedeki
masası, her gün
çay içtiği fincanı onun hayatında
insanlardan daha
fazla yer tutar. Yıllarca bir
arada yaşadıktan sonra
terk ettiği ailesini bir gün
olsun düşünmezken, alıştığı
birahanedeki değişiklik
onun keyfini kaçırmaktadır.
Günlüğünde daha
çok insanların ilgisinden
duyduğu şikâyeti, her
gün dolaştığı sokağa ait
izlenimlerini dile getirir.
Sokakta dolaşmadığı veya
arkadaşlarıyla bir arada
olmadığı zamanlarda ise
tarih türünde kitaplar
okumakta, günlük yazmakta
veya Oblomov misali
odasında hareketsiz
bir şekilde kalmaktadır.
K e n d i s i n i
"Tanrıtanımaz" olarak
görse de diğer taraftan
Tanrı'ya inanıp inanmama
meselesini de öyle etraflıca
düşünmediğini itiraf
eder. Zaten belli bir konu
üzerinde uzun uzadıya
kafa yormak da ona göre
değildir.
Bazen aklına içinde
bulunduğu hayatı değiştirmek
adına yolculuğa
çıkma fikri yerleşir. Aslında
yolculuk onun için soyut
bir düşüncedir. Belli
bir hedefi olmadan eline
bir çanta alıp, sonra da
bulduğu bir şosede yürümek
ister. Varacağı yeri
düşünmez. Hareketten
uzak olan kişiliği nedeniyle
yolculuk da onun için
kolay bir eylem değildir.
Selçuk Baran’ın yarattığı
Mehmet Taşçı karakteri
bize her şeyi terk
edip geçmişi ve geleceği
düşünmeden, kendisini
insanlardan soyutlayan,
hayatı akışına bırakan bir
insanın nasıl bir yaşantısı
olacağını gösteriyor. Oblomov,
Meursault ve Bay
C. karakterlerinin bir birleşimi
niteliği gösteren
Mehmet Taşçı benim için
edebiyatın unutulmaz karakterleri
arasına girdi.
Selçuk Baran romanın
kurgusunu tamamen
günlükler aracılığıyla
oluşturmak yerine aralara
hâkim bakış açısıyla oluşturulan
iki bölüm de yerleştirmiş
ve böylelikle anlatımda
tekdüzelikten kurulmanın
bir yolunu bulmuş.
Post-modern roman-
YÜK Ede biyat
Sayfa 61
ların anlatım biçimini andırır
bir biçimde romanın
farklı bölümlerinde birinci
kişi ve üçüncü kişi ağzıyla
anlatıma yer vermiş.
İlk baskısı 1975 yılında
yapılan bu romanın
çok daha fazla bilinip
okunması gerektiğini düşünüyorum..
Mutlu Ölüm
Albert Camus
M
utlu Ölüm,
Mersault adındaki
karakterin
bir cinayet ve soygunla
başlayan ve mutlu bir
ölümle sona eren yaşamının
felsefi bir biçimde ele
alındığı bir roman. Mersault’nun
birlikte olduğu
kadın aracılığıyla tanıştığı
Roland Zagreus, romanın
başlarında parayla zamanın,
dolayısıyla da mutluluğun
elde edilebileceği
tezini ortaya koyar. Kendisi
de zengin bir kişi olan
Zagreus, iki ayağını da
kaybettmiştir ve tek başına
yaşamaktadır. Zagreus,
Mersault’nun karşısında
kolay paraya sahip
olmak ve mutluluğa ulaşmak
için bir fırsat olarak
durmaktadır. Bu fırsatı
değerlendirmek için harekete
geçen Mersault, cinayeti
gerçekleştirerek yeni
bir yaşama doğru yola çıkar.
Çok fazla paraya
sahip olan Mersault, artık
bir ofisteki memurluk
benzeri işini geride bırakmıştır.
Zamanı tamamen
kendisine aittir. Farklı ülkelerde
bulunur, tren ve
araba yolculukları yapar,
arkadaşlarıyla bir araya
gelir, kadınlarla birlikte
olur... Kısacası hayattan
kendi payına düşen mutluluğu
elde etmenin peşindedir.
Romanı okumaya
d e v a m e d e r k e n
“Hayatımın şimdiye kadar
olan kısmını değerlendirdiğimde
mutlu bir yaşamım
olduğunu söyleyebilir
miyim?” sorusunu
kendime sordum. Benim
için bu romanın değerini
belirleyen şey de kendi
mutluluğumu sorgulamamı
sağlaması oldu.
Romanın kahramanlarından
Zagreus ve
Mersault sahip oldukları
para ve kendilerine ait
olan zaman sayesinde yaşamlarının
son anı geldiğinde
mutlu bir hayatları
olduğu fikrine sahiptiler.
Peki ya bizi mutlu yapan
ya da eksikliğiyle mutsuzluğumuza
neden olan
şeyler nelerdir? Biz de
mutluluk için para ve zamanın
olmazsa olmaz olduğunu
mu düşünüyoruz?
Yoksa bunların dışında
da mutluluk için gerekliliğine
inandığımız
şeyler var mı?
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 62
“Apartman Kâmil” Üzerine
Ömer Kaya
zerine konuşmayı
Ü
düşündüğüm sekiz
öykü kitabının yedincisi,
Kıymetli Fatih Parlak'ın
"Apartman Kâmil"i
oldu. Bu çalışmanın amacı,
son dönem öykü birikimimiz
üzerine eleştirel bakış
geliştirirken mümkünse
yazar-okur birlikteliğinde
katkılar sunmaya çalışmaktı.
Bu da -saygı çerçevesinde-söylenmesi
gereken
her şeyi söylemek anlamına
geliyor. Bu doğrultuda
kılıcımı bu kez
Apartman Kâmil'e doğrultmuş
oldum. Yorumlarımı,
geride kalan kitaplarda
yaptığım gibi, öykülerin
okunma anına ya da
bir diğer öyküye geçmeden
hemen okunma sonrasına
sabitledim. Mümkün
olduğunca az terim ve
alıntı kullanmaya çalıştım.
Gerekmedikçe öykülerin
içeriğiyle ilgili özet niteliği
taşıyacak bilgiler vermedim.
Aynı tespitleri tekrar
etmemek adına bazı öyküler
için daha az konuştum.
Her öyküyü tek tek değerlendirmeye
ve bir sonuç
kısmı eklemeye çalıştım.
Sayfa 63
Apartman Kâmil:
ncelemelerimde yer
İ
yer bir öykü kitabından
ne beklediğimi
ifade etmiştim. Bu beklentiyi,
çok sevebileceğim en
az bir öykü oluşturuyordu.
Apartman Kâmil’in
bu anlamda beklentimi
daha ilk öyküden karşıladığını
söylemeliyim.
Figür anlatıcının
tercih edildiği bu öyküde
tipik mahalle ya da apartman
yaşantımızın izlerini
görmek mümkün. Figür
anlatıcımız İsmet ile
Apartman Yöneticisi
Kâmil Bey'in; meraklarımız,
ilişkilerimiz, değerlerimiz
çerçevesinde hem
bireysel (İsmet) hem de
toplumsal (Kâmil) anlamda
özel işlevler kazandığını
gözlemliyorum.
Başlangıçta yüzeysel
bir girişle sunulsa da
öykü ilerledikçe derinleşen,
bir karaktere dönüşen
İsmet'in, Kamil'le tanışması;
yukarıda sözünü
ettiğim izleri yoğun biçimde
temsil ediyor. Hem
bu tanışmayı hem de öykünün
başlangıç bölümünü
düşündüğümde zaman
zaman kendini gösteren
ağız özelliğinin birdenbire
kesilişini anlamlandırmasam
da öykünün
İsmet'e yönelen ve onunla
biçimlenen yapısı, bunu
bir eksiklik olarak görmemi
engelledi sayılır. Ancak
"Hiç olmasa da olurdu."
diyebileceğim bu
özellik, İsmet dışındaki
öykü kişilerinde -çok belirgin
olmasa da- varlığını
sürdürerek tutarlılığını
korumayı başardı.
İkinci bölümde İsmet'in
karakterine uygun
düşen bir üslupla beraber
kompleks düşüncelerden
örülü bir iç dünyayla da
karşılaşıyorum. Neredeyse
bütün iç konuşmaları
alıntılayarak üzerinde
durmak istediğim zengin
ve modern bir başkişi...
Modernist romanların
özel yabancılaşma yaşayan
"birey"leri gibi işlenen
İsmet, karısından apartman
yöneticisine hem
özel hem de genel yaşantı
çerçevesinde kendi pasif
mücadelesiyle ayakta kalmaya
çalışırken okumaktan
ve okurken üzülmekten
keyif alınabilecek vazgeçişler
bırakıyor. Birkaç
alıntıyla örnekleyeyim:
"Arada yoldan geçen
kadınları kesiyor göz
ucuyla. 'Buyur bilader,'
diyor bir daha.
'Ben buyurmasını
bilmem, onu başkaları bilir,'
demiyorum Japon'a.
Sodayı açtırıp ikiliyorum
mekandan." (s. 9)
"Merhabalar efendim.
Benim adım İsmet.
Altı numaraya yeni taşındık.
İlçe belediyesinde
kent plancısıyım. Daireyi
satın aldık. Kiracı değiliz.
Eşim Open City AVM'de
yönetici asistanı olarak
çalışıyor. Akşam yediden
sonra eve geliyor, haber
ve dizileri izledikten sonra
yatıp uyuyoruz. Vaktimiz
olmadığından tanışmak
için sizleri ziyaret
edemeyeceğiz. Bilmukabil
ziyaretleri de kabul edemeyeceğiz.
Hakkımızda
merak ettiklerinizi, haftalık
olarak posta kutumuza
bu şekilde bir forma yazıp
bırakırsanız elimizden
geldiğince cevaplamaya,
sizlerin merakını gider-
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 64
meye çalışacağız, diye bir
fikir geçiyor kafamdan ancak
iç işleri bakanlığının
onayını alamadığım için
gerçekleştiremiyorum." (s.
9-10)
"Sen ne diyorsun İsmet
değişik? El âlem ne
der? Millet ne der? Bizi insanlara
güldürecek misin?
Öyle kağıt yazmalar, posta
kutusuna koymalar falan
nedir? Benim bir kariyerim
var, bir çevrem var,
diyor. Diyor da diyor Dior
kokulu hatun. Beynimin
içinde filleri tepiştirip
mutfağa koşuyor." (s. 10)
Öykünün İsmet'in
"içinden geçirdikleri"yle
şekillenen büyük bölümü,
onun toplumsal normlar
ve özelde karısıyla arasındaki
uyuşmazlığı fısıldıyor.
Her ne kadar mücadele
etme yöntemleri işe yarar
görünse de İsmet, hiçbirini
faaliyete geçirmeden
"stresli" bir yaşamı tercih
ediyor. Zira ona göre
"gergin geçen günün sonunda"
anlaşılma uğruna
okunan kitapların, uzun
düşüncelerin hiçbiri "kalıcı
çözüm"e kavuşturmuyor.
Dolayısıyla yoğun bir öykünün
son derece isabetli
teknik tercihi (iç konuşma/pasif
isyan) okura -
özellikle Oğuz Atay'la sevmeye
başladığımız- muzip
aynı zamanda makul ancak
daima "kaybeden" bir
başkişi hediye ediyor.
Öykünün söz konusu
edeceğim bir başka yönü
de haberlere konu olan
Düşünen Orangutan'ın,
İsmet'in düşüncelerinde
yarattığı etki. İsmet bu habere,
Japon Hüsnü'nün
bakkalında tesadüf eder.
Dolayısıyla da Japon Hüsnü'nün
haber karşısındaki
tepkileri üzerinden insana,
topluma dair düşünceleri
oturmaya başlar. Alışveriş
yapmaya mecburuz. Bu
sebeple hepimizin mutlak
suretle uğradığı çeşitli
mekânlar yalnızca bedenin
değil, kültürün de çeşitli
yönlerden beslendiği bir
ortama dönüşür. Çoğunluğu
oluşturanlar ise
mekânın sakinine -
benimsesin benimsemesindüşünceler,
davranışlar
bırakır. Bu bakımdan
"Düşünen Orangutan" bölümü
için mekân olarak
bakkal tercihine dikkatle
eğilmek gerekir. Zira işin
kolayına kaçılıp yeterince
düşünülmeden herhangi
bir yer de -ev mesela- tercih
edilebilirdi. Bu da metnin
toplumsal yönünü zayıflatarak
tek cepheli yorumlamalara
neden olabilirdi.
Düşünen Orangutan'ın,
öykünün finalini
şekillendiren işlevselliğini
de es geçmemek gerekir.
Başlangıçta yalnızca bir
haber değeri taşırken önce
toplumsal algının, daha
sonra da İsmet'in zihninden
okurun zihnine aktarılan
anlamın simgesi haline
dönüşür. Bu dönüşüm için
de Parlak'tan, kurguya yine
makul bir destek söz
konusu ama önce birkaç
alıntıya ihtiyacımız var.
İlki, Düşünen Orangutan
haberi karşısında Japon
Hüsnü'nün hayreti ve soruları.
Karşılık olarak da
İsmet'in iç sesi:
"Yani olmayacak şey
değil bunlar. Niye olmasın?
He abim olmaz mı
sence? Sen gördün mü
böyle bir şey?
YÜK Ede biyat
Sayfa 65
Görmedim. Göremiyorum.
Gözlerimi
ovuşturuyorum ellerimle.
Kör mü oluyorum ne?" (s.
12)
İkincisi,
doktora gitmesi:
İsmet'in
"Evet, diyor doktor.
Sıklıkla görülen bir durum.
Stres veya baş ağrısı
kaynaklı muhtemelen.
Korkulacak bir şey yok.
Bir ay içinde ikinci kez
tekrar ederse özel numaramdan
arayıp randevu
alın. Demek, geçici körlük
diye bir şey varmış, diyorum
içimdeki korkuyu
bastırmaya çalışarak. Geçici
aptallık, geçici fakirlik,
geçici açlık, geçici cinayet;
olma ihtimali olabilecek
durumları kafamda
tasarlama çabasıyla yürüyorum.
Metroyu beklerken
kol kola yürüyen iki
genç kız görüyorum. Onları
geçici olarak düşünüyorum.
Tren yaklaşıyor.
Tehlike işaretinin bir adım
önünde yüzü raylara
eğimli bir adam duruyor.
Adam apaçık geçici
adamlık yapıyor sanıyorum."
(s. 13)
Üçüncüsü, tasavvufta
kemale erme merhaleleri
gibi İsmet'in de son
merhaleye yaklaştığının
göstergesi, karısının onu
uyandırması:
"İsmet uyan, diyor
kadın. Kalıcı kadın." (s.
14)
Son olarak İsmet'in
bir de konuşma yapacağı
"Yeni Kent Yeni İnsan"
toplantısı. Toplantıda hem
başkanın konuşması hem
de Kâmil’in bir tapu işi
için ricacı oluşu var, ardından:
"Kâmil’i düşünürken
başım zonkluyor. İşte
yine başlıyor. Gözlerim
kararıyor. Kuliste donup
kalıyorum. Zihnimden,
gözlüğünü çıkarıp camını
silen bir orangutan geçiyor."
(s. 15)
Biçimsel açıdan çok
özel hediyeleri olmasa da
sağlam kurgusu ve yoğun
olma çabasını başarıya
ulaştırması sebebiyle öykünün
beğenileceğini düşünüyorum.
Şahsi olarak
da ara ara dönüp okuyacağım
öyküler arasına katacağımı
da ifade edeyim.
Çalışmanın başında mümkün
olduğunca az alıntı
kullanacağımdan bahsetmiştim.
Ancak bu öykünün,
iyi bir öykü olmanın
yanında iyi bir de rehber
Bilinç akışı
tekniğinin hem iç
dünya hem de dış
dünyayla temas
ölçüsünde
şekillendiğini
görüyorum. Bu da
tekniğin doğru
kullanımına iyi bir
örnek teşkil ediyor.
olacağına inandığım için
önemli adımlarını -
özellikle kurgunun ilerleyişinde
nelere dikkat edilmesi
gerektiğini arayanlara-
göstermek istedim.
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 66
Ayna:
K
itaba çok iyi bir
öyküyle başlamanın
avantajları
kadar dezavantajlarından
da zaman zaman bahsetmişimdir.
Ayna, sadece
Apartman Kâmil’den sonra
geldiği için değil; kendi
özelinde de çok iyi bir öykü
olmayı başaramadı.
Her ne kadar yanılsamaya
dayanan güzel bir konu
seçilmişse de yeterince iyi
işlendiğini düşünmüyorum.
Bunun temel sebeplerini
öykünün mekânı ve
kişileri oluşturuyor. Bir
mahalle kahvesi, ilginç
hikâyeler anlatan bir adam
ve etrafında entelektüel
düzeyi sınırlı insanlar için
özellikle de öykünün finalinin
en azından onlara
uygun düşecek bir yapıya
bürünmesi gerekirdi. Tabii
ki ihtimaller açısından pek
çok şey söylenebilir ancak
bu hem biraz hadsizliğe
hem de öykünün başka bir
öyküye dönüşmesine sebebiyet
vereceğinden kendimce
bazı ihtimaller sıralamayacağım.
Ama belli
başlı ihtimallerin Apartman
Kâmil’de yer aldığını
söyleyebilirim. Bu da bazen
yazarın da kendi öyküsünden
bir şeyler öğrenebileceği
anlamına geliyor.
Beri yandan öykünün,
eğer varsa, kitabın tematik
yapısına uygun düştüğünü
görüyorum. Samimi bir
mahalle ya da apartman
ortamı, birbirleriyle ilişkileri
-olumsuz bazı noktalar
olsa da- sıkı olan sıcak insanlar…
Yine ilk öyküdeki
İsmet gibi, biraz farklı düşünen,
anlatıcı olarak tercih
edilen başkişi... Ancak
geleceğe taşabileceğini
zannetmemekle birlikte
metnin "kurgu" vurgusunu
da dikkate değer bulduğumu
söyleyeyim.
Mişel'in Düşüşü:
lk iki öyküde sezinlediğim
ve artık kesinli-
İ ğe kavuşturduğum
"kurgu" vurgusunu, metni
oyuna dönüştürme çabasını
beğendim bu öyküde.
Bir çerçeveler bütünü olarak
düşünürsek bu öykünün
üç çerçeveden oluştuğunu
söyleyebiliriz. Birincisi,
gerçeklik algısına uygun
olarak Kapıcı Mikail'in
anlatıldığı bölüm.
İkincisi, metnin bir zihin
ürünü olduğu vurgusunu
taşıyan anlatıcı ile ilgili bölüm.
Üçüncüsü ise bu metni
masa başında yazarken
gerçeklerle yüzleşip bütün
bu olanları açıklayamama
durumunun çaresizliğiyle
çırpınan yazar ile ilgili bölüm.
Peki, bu bölümleme
tavrı da yine metnin bizi
içine çektiği oyunun bir
parçası mı? Gerçekten de
doğru biçimde algılayabildik
mi? Özellikle de bu
minvalde kafa karışıklığı
yaratabildiği için öyküyü,
tercih ettiği tavır noktasında
başarılı buldum. Okurken
de özellikle Ahmet Altan'ın
Dört Mevsim Sonbahar
romanı geçti zihnimden.
Yazar ile ilgili kısmın
bu romandakine uygun
düşen bir bölümü olsa da
benim tercihim, metnin bir
kurgu olduğuna yönelik
çok açık ifadeler barındırmaması
yönünde olurdu.
Tabii öykü özelinde bunu
bir kusur olarak görmediğimi
de ifade edeyim. Bununla
birlikte hem kitabın
adı hem de öykülerin konuları
bakımından bir bütünü
(apartman, mahalle)
devam ettirdiğini ancak ilk
öykü kadar da güçlü dur-
YÜK Ede biyat
Sayfa 67
madığını vurgulamak isterim.
Fanus:
ykülerin mekânı ve
Ö
konusu bakımından
farklılık gösteren
bir metin oldu Fanus.
Figür anlatıcının tercih
edildiği bu öyküde Parlak,
zor bir işe soyunup üstesinden
hakkıyla gelmişe
benziyor. İlk üç öyküde
erkek başkişiler anlatıcı
rolünü üstlenirken Fanus'ta
kadın başkişi karşılıyor
okuru. Bu da çok
yüksek bir duyarlığa sahip
olduğunu düşündüğüm
ve bir yazarsa duyguları
daha iyi aktarabildiğine
inandığım kadınların
o muazzam inceliğini
iyi yansıtabildiği anlamına
geliyor. Diyebilirim ki
bu metnin bir kadının ellerinden
çıktığına kolaylıkla
inanırdım.
Bilinç akışı tekniğinin
hem iç dünya hem de
dış dünyayla temas ölçüsünde
şekillendiğini görüyorum.
Bu da tekniğin
doğru kullanımına iyi bir
örnek teşkil ediyor. Bir
alıntıyla göstermek gerekirse:
"Aşk bu desem! Sen
o zaman, o ilk buluşmamızda,
'Ne aşkı kızım ya!'
diyerek gülmüştün. Kaçmıştın
parmak uçlarını
saçlarına tarak yaparak.
Açık konuşmuştun. 'Ben
her zaman açık konuşurum.'
demiştin. İşte şimdi
beni bir kez daha çağırıyorsun.
Koltuk ısınmış.
Bacaklarım terliyor. Eteğimi
düzeltiyorum. Vapurun
düdüğü ötüyor, kıyıda
bekleyenlere 'Çekilin!'
der gibi. Arabaların arasından,
koltuğunun altında
gazetesiyle krem rengi
takım elbiseli tuhaf bir
adam geçiyor. Film seçmelerine
yetişmeye çalışan
bir figüran adeta. Üstelik
bıyıkları kocaman.
Bıyıklar ben erkeğim demenin
bir başka yolu gibi
duruyor adamda. Koca
kıvrımlı bir yol. Şimdi karaya
ayak basıyoruz. Adanın
karasına. Arabalı vapur
molada. Bir başka tarifeyi
bekliyor. İşte şu kıvrıla
kıvrıla gökyüzüne
doğru uzanan yolu, yolun
çalılıklarla süslü sokağını
bu şehrin bıyıklarına benzetiyorum.
Bu şehir bir
adamsa bu ada da bir bıyık.
Koca kıvrımlı bir bıyık.
Babam başka bir
adam. Bıyıkları bir başka.
'Seni babama benzetiyorum,'
desem, 'Bıyıkların
olmasa da.' Güler mi yine
bana. 'Ne kadar büyük bir
klişe' der mi?" (s.32-33)
Dikkat edilecek
olursa iç dünyayla başlangıcını
oluşturduğum alıntının
yönünü, dış dünyadaki
görüntüler tayin ediyor.
Akışın yönünü belirleyen
en mühim sözcüğü,
kastımın daha rahat anlaşılabilmesi
bakımından,
daha koyu bir yazı tipiyle
göstermeye çalıştım. Tabii
burada mesele, sözcükle
düşünceler arasındaki anlamsal
ilişkiyi kurmaktan
ziyade tekniğin doğal kullanımını
örnekleyebilmek.
Bu bakımdan öykünün
özel bir takdiri hak ettiğini
düşünüyorum. Zira bu
detaya yeterince dikkat
etmeden, cümleleri gelişigüzel
sıralayarak bilinç
akışı oluşturmaya çalışan
pek çok metin okumuşuzdur.
Bununla birlikte
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 68
“bıyıklar" yerine "bıyık"
denmesinin daha doğru
olacağını da ayrıca ifade
edeyim.
Fanus, içeriğiyle de
yoruma açık pek çok nokta
bırakıyor okura. Her ne
kadar temelde aşk söz konusu
ise de kadın-erkek,
baba-kız, kadın-toplum
gibi bir fanusa sıkıştırıp
görmezden geldiğimiz çeşitli
sorunların kıyısından
geçiyor. Bireyin kalbinden,
zihninden topluma açılan
yollar çiziyor. Bu başarısını
da -alelade bir okumayla
laf salatası olarak değerlendirilebilecek-
hassas
"fanus"uyla sağlıyor.
Yuvarlanış:
G
eride kalan öykülerde
olduğu gibi
Parlak, bu öyküde
de figür anlatıcıyı tercih
etmiş. Zaman zaman birinci
tekil anlatımın çokluğundan
ve artık yazarların
tek tip anlatıcıyı tercih ettiğinden
yakınan yazarlar,
editörler hatırlıyorum. Bunun
sebeplerinden birinin,
ilk kitapların "kendini anlatma"
dürtüsünden kaynaklandığını
düşünüyorum.
Beri yandan bunun
büyütülecek bir sorun olduğunu
da zannetmiyorum.
Bu konuda görüş bildirirken
-bana kalırsa- meseleyi
anlatıcının kim olduğuna
değil, ne kadar işlevsel
kullanıldığına bağlamak
gerekir. Bu bağlamda
Yuvarlanış'ı ve geride
kalan öyküleri düşündüğümde
Parlak'ın figür anlatıcıyı
-özellikle Apartman
Kâmil ve Fanus'tafaydalı
biçimde kullandığını
gözlemliyorum. Hatta
Mişel'in Düşüşü'nde anlatıcı
odaklı minik bir göndermenin
olduğunu hesaba
katınca yazarın, anlatıcı
noktasında bir seçim yaptığını
söylemek de mümkün.
Yuvarlanış'ta başkişimiz
yine bir erkek. Fanus
öyküsüne benzer bir anlatım
tercih edilse de konu
bakımından ondan ayrılıyor.
Sokağı daha fazla gördüğümüz
öykülere ekleniyor.
Maddi sıkıntıların daha
fazla dillendirildiği bu
metinde daha az bulunan
iç çatışmalar öykünün kalbini
oluştururken hem öykü
kişisinin hem de okurun
çeşitli muhasebeler
yapmasına olanak tanıyor.
Bu da hemen hemen her
öykü için dillendirmeye
çalıştığım "bireyden topluma
açılan meseleler" bütününü
işaret ediyor. Toplamda
ise aklımda iyi bir
öykü olarak yer ettiğini
söyleyebilirim.
Evimiz:
Y
eniden sokağı konu
edinen bir öykü…
Konular benzer
olsa da Parlak'ın, figür
anlatıcılarını değiştirerek
anlatımı da farklılaştırma
çabası var. Bu kez başkişi
olarak bir çocuğu tercih
ediyor. Konu olarak ise
edebiyatımızda Berci Kristin
Çöp Masalları, Kafamda
Bir Tuhaflık gibi hemen
aklımıza gelebilecek pek
çok romanda değinilen,
bazen esas mesele olarak
belirlenen gecekondulaşmanın,
çarpık kentleşmenin,
onun yarattığı kültürel
birikimin ya da acıların
bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Ancak
kişisel birikimim, bu öyküyü
okuduklarımdan birine
değil de rahmetli Kemal
Sunal'ın başrol oynadığı
YÜK Ede biyat
Sayfa 69
"Gülen Adam" filmine daha
çok benzetiyor.
Parlak, meselenin
işlenişinde belki de çok
kolay fark edilemeyecek
bir yol izliyor. Bir "sayıp
dökme" olarak değerlendirebileceğimiz
kısa cümleler
yağdırıyor. Bunu yaparken
de geniş zaman
kipini kullanıyor. Dolayısıyla
bu "sayıp dökme"nin
içerdiği her şeyin ezeli ve
ebedi bir talih olduğunu
vurguluyor. Geniş zaman
kipini özellikle tercih ettiğini
düşünmemin sebebini
ise öykünün son bölüm
ü n d e k u l l a n ı l a n
"görülen geçmiş zaman
kipi" oluşturuyor. Zira sınırsız
olan acıların yanında
tükenen insana bu daha
uygun düşüyor. Hemen
burada hem geniş zamanın
kullanılış amacını
Sayfa 70
hem de kısa kısa değinilen
ama işlevselliği olan parçalardan
birini alıntılamak
isterim:
"Annemi, babam ondan
bir şey istediğinde,
ona kızdığında ya da yanağından
uluorta şöyle bir
makas aldığında fark ederim.
Babam annemle fazla
konuşmaz. Annem de babamla.
Her ikisinin de çok
mutlu olduğu zamanlar
ödemeleri yeni başlayan
kooperatif eviyle ilgili konuşulan
anlardır." (s. 44)
Öykünün finali için
duygusu yüksek cümleler
beklediysem de metnin
geneline hâkim olan yapıyı
bir tercih olarak değerlendirdim.
Çünkü süregelen
acı, yoksulluk, umutsuzluk
karşısında kimsesizlik
hissiyle dünyadan
göçmek dışında bir şey
yok gibi görünüyor. Bu da
"sayıp dökme"nin sıradanlaşan
kaderini paylaşmak
anlamına geliyor.
Son olarak "tren garı"
ifadesindense "gar"ın
doğru ifade olduğunu söylemeden
geçmeyeyim. Öyküden
biri yanlış, diğeri
doğru iki kullanımı alıntılayayım:
"Evimiz tren garının
biraz aşağısındadır." (s. 43)
"Babam garda simit
satar." (s. 44)
Deniz:
K
itabın yarısını geride
bıraktığıma
göre Apartman
Kâmil’in arka kapağında
yer alan "sadelik" vurgusuna
katılabilirim. Özellikle
"Evimiz" ve "Deniz" öykülerinin
peş peşe gelmesinin,
okuru bu noktada
ikna edebileceğini düşün
ü y o r u m . A n c a k
"çarpıcılık" için bütünsel
açıdan karara varmak için
son öyküyü bekleyeceğim.
Zaman zaman kitapların
bütününden bağımsız ya
da henüz olgunlaşmamış
düşüncelerimi hatta bazı
düşüncelerimden birkaç
cümle sonra vazgeçtiğimi
notlarımın arasına almışımdır.
Bu tavırdaki kastım,
çuvaldızı yazara batırırken
-bir okur olarak- iğneden
de nasibimi almam
gerektiğiyle ilgilidir.
Deniz, son birkaç
cümlesindeki umuda rağmen
umutsuzluğu vurgulayan
pek çok ayrıntıyla
dolu bir öykü. Doğaya sığınma
isteğinin yanı sıra
metropol kültürünün, insanı
ikiyüzlülüğe götüren
etkilerini de gösteriyor.
Bunu yaparken yumuşak
geçişler kullanıp bazı bölümler
oluşturuyor. Bu bölümlerden
ilki, yapılması
istenen "şey"lerle ilgili. Daha
sonra bunu geçmiş ve
an takip ediyor. Hem geçmişi
hem de anı dolduran
pek çok hayal kırıklığına
rastlıyoruz.
Öykü, sade ve anlaşılır
bir yapıya sahip olmasına
rağmen detaylarla kolay
yorumlanabilir, zaman
zaman da bildiğimiz ama
bildiğimizin farkında olmadığımız
bazı gözlemler
sunuyor.
"Ah daima sökülüp
takılan şu kaldırımlara bata
çıka gitmesem evime."
(s. 52)
Alıntıdaki "sökülüp
takılan kaldırımlar" hemen
hemen herkesin tanık olduğu
ama belki de üzerin-
YÜK Ede biyat
Sayfa 71
den öylece yürüyüp geçtiği
kadar anlamlandırdığı
şeyler gibi değerlendirilebilir.
Ama bana kalırsa
"kaldırım" minvalinde
günlük hayatta karşılaştığımız
pek çok olumlu/
olumsuz durum karşısında
kayda değer şeyler düşünür
veya hissederiz. Fakat
bir farkla, bunu farkında
olmadan gerçekleştiririz.
Yazar ise bunu fark
eden ve ona cümlelerinde
yer veren tuhaf bir insan
olsa gerek.
Çok Kısa Bir Reklam
Arası:
M
etni oyuna dönüştürme
çabasına
ilk öykülerde
bazen öykünün
bazı bölümlerinde bazen
de geneline hâkim biçimiyle
rastlamıştım. Parlak'ın
kurguyu hissettirme
arzusuna olumlu bakıyorum.
Ancak bu minvalde
şu ana kadar çok çok başarılı
bir metin örneği verebildiğini
düşünmüyorum.
Okurların romandan
ziyade bir sinema filmi
olarak "Zindan Adası"yla
benzerlik kurabileceği
bu öykü, gerçeklik
algısını kırma çabası taşıyor.
Aynı zamanda
"İsterseniz size bunu
anlatabilirim."
"Daha sonra başka
şeyler de anlatabilirim."
"Aa! Bunu daha önce
söylememiştim değil
mi?"
cümlelerinden de
anlaşılacağı üzere okuru
da metne dahil ediyor.
Öykü, yine sokaktan
kopmadan toplumumuzda
ortalama insanın
yaşadıklarıyla ilgili değinmelerle
çeşitli muhasebelerde
bulunma imkânı tanıyor.
Fakat belirgin bir
tarafı işleme bakımından
netlik taşıdığını söylemek
güç. Genellikle olumlu
karşıladığım bu tavrı burada
beğenmeyişimin sebebi
metnin; postmodernist
bakışla, işlemeyi hedeflediği
mesele arasında
sıkı bir bağ kuramaması.
Bu kopukluğu şimdiye kadar
alıştığım samimi, sade,
kolay yorumlanabilir
olsa da yoğun olarak değerlendirebileceğim
dilde
de hissettim. Daha yapay
ya da Batı'dan tercüme
edilmiş bir kitabın cümleleri
gibi durdu kulağımda.
Tabii bir tarafıyla da oyunun
bir parçası olarak
özellikle tercih edilmiş bir
üslup olarak da değerlendirilebilir.
Zira öykünün
kendi özelinde bazı cümleleri
bu çabanın bir ürünü
olarak görmek mümkün.
Bu garip durumu öyküden
bir cümle ile ifade
edeyim:
"Cümlelerim üstüme
üstüme devrilmese daha
size neler neler anlatacağım."
(s. 56)
S o n o l a r a k
"gözlükler" sözcüğü yerine
"gözlük"ün kullanılmasının
-eğer birden fazla
gözlük yoksa- doğru olacağının
notunu düşeyim.
Öyküden ilki yanlış ikincisi
doğru iki örnek:
"Anneannemin gözlüklerine
baktım." (s 60)
"Anneannenin gözlüğüyle
gözleri arasına
kurabiye sıkıştırmak." (s.
60)
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 72
Beklenmeyen Ziyaret:
P
arlak, şimdiye kadar
yaşlarını değiştirse
de figür anlatıcılarından
hiç vazgeçmedi.
İç dünyaya daha fazla
eğildi. Bu da belki yazmaya
pek değer görmediğimiz
"an"ların bir toplamı
olarak okura yansıdı. Yani
öyle büyük ülküler, kutsal
değerlere hiç yanaşmadı.
Diyebilirim ki hemen her
gün yaşadığımız, onları
biriktirerek duygulara, düşüncelere
dönüştürdüğümüz
küçük meseleleri
mümkün olduğunca çeşitlendirerek
onlara mercek
tutmaya çalıştı. Beklenmeyen
Ziyaret de bu tavrın
dışına çıkan bir öykü değil.
Ancak benzerleri arasından
sıyrılabilecek üstün
bir özellik de barındırmıyor.
Tabii bu da öykünün
kötü bir öykü olduğu anlamına
gelmiyor. Öyküden
bir cümleyi birazcık değiştirerek
ifade edersem: Sobalı
evlerin bacalarından
içeriye dalan kömür kokusu
kadar ince bir doğallık
içeriyor.
Usta Yazar Felix Giovanni
ile Söyleşi:
A
dından da anlaşılacağı
üzere öykünün
form olarak
kullandığı metin türünü
söyleşi oluşturuyor.
Klişe sorulara verilen ironik
cevaplar; soranlar, cevaplayanlar
ve okurlar
için pek çok eleştiri içeriyor.
Aslında çoğunlukla
kendi aramızda tartışma
konusu olarak değerlendirdiğimiz,
kurgu ürünü
olarak çok az kullandığımız
bir içerik sunuyor Parlak.
Tabii benim için metnin
kıymetli tarafı daha
çok biçimiyle ilgili. Yazarların
bu tarz denemelere
girişmesi gerektiğine bununla
birlikte biçimi, içerikten
ayrı bir şeymiş gibi
düşünmekten ziyade ikisinin
bir bütün olduğuna ve
birbirini beslediğine inanıyorum.
Yani iyi konunun,
biçimi; iyi biçimin, konuyu
güzelleştirebileceğini söylemek
istiyorum. Her ikisinin
iyi olma durumu da
zannederim mükemmelliğin
peşinden koşabilmek
anlamına geliyor. Bu öykü
özelinde ise biçimin, konuyu
ele alma imkânı verdiğini
düşünüyorum.
Bir İstanbul:
B
u öykünün değindiği
küçük ama
yine içsel muhasebeler
yaptıran tarafı olsa
da dizilerden, kişisel videolardan,
şarkılardan alınan
cümlelerden pek hoşlanmadım.
Popülist bir
yaklaşım ortaya koyduğu
için öyküye hizmet edemediğini
düşünüyorum.
Aynı zamanda zeki bir
başkişiyi zaman zaman
kendi fıtratına ters düşüren
sevimsiz seslere dönüştüğü
kanaatindeyim.
Belki birkaç cümle ile sınırlı
kalsa nispeten kabullenebileceğim
bu seçim,
büfeciyle kurulan diyalogla
beraber benim açımdan
başkişinin tutarlılığını bozmuş
oldu. İstanbul'un tam
olarak neresi olduğuyla
ilgili düşünceler, toplumsal
eleştiri düzeyiyle var
olsaydı daha iyi olurdu,
diye düşünüyorum. Tabii
bunları söylerken metinlerin
-bazen bayağı malzemeler
kullanarak- sadece
keyif verme işlevini de
yok saymak istemem. Bu-
YÜK Ede biyat
Sayfa 73
nunla birlikte farklı zihinlerin
değerlendirmesi,
metnin -belki de benim
göremediğim- kıymetli
taraflarını ortaya çıkarabilir.
Sonuç:
B
ir kitap satın alacak
olsak ve bir
başımızaysak herhalde
başvuracağımız
yöntemlerden en kolayı,
kitabın arka kapağına göz
atmak olurdu. Tabii arka
kapaklarda okuduklarımızı,
kitabı bitirdikten sonra
yeniden gözden geçirirsek
zaman zaman bazı klişelerin
kopyala yapıştır marifetiyle
ve yanıltmak üzere
yerleştirildiğini anlamaya
başlarız. Bu sebeple şahsen
arka kapakta yer alan
ifadeleri de kitabın kendisine
mal ederim, onun da
hesabını sorma gereği duyarım.
Apartman Kâmil
özelinde ise arka kapakta
yer alan "sadelik" ifadesinin
karşılığını bulduğumu
ancak "çarpıcılık" için kitabın
sonunu beklemeyi uygun
gördüğümü ifade etmiştim.
Bir çırpıda, kitap
çarpıcı değil, demek istemiyorum
çünkü kimsenin
çarpıcılığını yadsımayacağı
en az bir öykünün varlığından
eminim. Bununla
birlikte kişisel olarak bir
başkasının katılmamasına
itiraz etmeden en az iki
öykü de ben ekleyebilirim.
Kitabın on bir öyküden
oluştuğunu düşünür ve
buradan yola çıkarak çarpıcılık
noktasında bir karara
varmamız gerekirse
vardığımız sonuç en azından
yeterince çarpıcı olmadığı
yönünde olur. Tabii
aradığımız kriterin de
tepe nokta olduğunu
unutmadan olur.
Parlak, öykülerin
tamamında figür anlatıcıyı
kullandı. Bana kalırsa çoğunlukla
yerinde tercihlerdi.
Ama sırf bir değişiklik
olması için farklı bir
anlatıcıya da başvurmalı
mıydı? Böyle bir zorunluluğu
olmadığı için yazarın
da bu soruyu ciddiye almasına
gerek yok, diye
düşünüyorum.
Sıradan insanı, sokağı,
yoksulluğu, aile ilişkilerini,
bireyin toplumla
çatışmasını anlaşılır, sade
bir dille okudum. İroni barındıran
cesur eleştiriler
aldım. Yaşarken pek de
önemsemediğim ya da bildiğimin
farkında olmadığım
sıkıntılara tebessüm
ettim, onları yeniden düşündüm.
Zaman zaman kolaj
tekniğinin kullanıldığını
gözlemledim. Öykülere
çok önemli katkılar sunmasa
da bu tarz denemelerin
en azından bir öyküye
iyi değerlendirilmiş bir
bilinç akışı hediye ettiğini
gözlemledim. Metinlerin
fısıldadığı kadarıyla Parlak'ın,
denemeye devam
edeceğine ve çok daha güzel
ve sayısı fazla örnekler
üreteceğine inanıyorum.
Apartman Kâmil’e
okuru bol, aydınlık bir yol
diliyorum.
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 74
Adam İsmail
Huban Seda Aras
"Bir olay gerçeğe ne kadar
uygunsa, o kadar gerçekdışı
görünür."
Dostoyevski
“
Ortam o kadar sessiz
ki nöronlarımın
cızırtısını duyacağım.
Izgara nöron. Porsiyon
adedi bin. Fiyatı…”
Fiyat belirleyemedim
daha. Kız güzel
ama. Çok güzel. Ondan
mı sessiz ortam? Güzellik
karşısında sessizleşen
dünya. Çayın fiyatı
ne kadar acaba? İki çay.
Kabaca yedi TL. Kahve
içmek ister miydi? Cüzdan
yeter mi ki kahveye?
Ya kız açsa? Açar
mıydı gerçekten düşüncelerini?
Faili meçhul
hayallere mi katılırdı
bu kutlu gün? Hoş, o
zaman öldürülen hayallerimin
faili meçhul olmazdı.
“Su
misin?”
“…”
söyleyebilir
“Su diyorum, su
sipariş edebilir misin?”
Şimdi hapı yuttun
oğlum. Suyu hiç hesaba
katmamıştın. Su bile ısmarlayamayacak
mısın?
Boş ver kahveyi,
ısmarla. Hatta kahve de
ısmarla. Bir de güzel
yemek söyle en afilisinden.
Sonra tuvalete gidiyorum
ayağına… Olmaz
ki. Olmaz tabi. Tanırlar
beni buralarda.
Nazım da geçer aslında.
Erkekliğe sığar mı,
meçhul.
“Dün buluşalım
dediğinde konuşacaklarım
var demiştin. Dinliyorum
seni.”
Ah be güzelim,
cep delik olmasa neler
anlatacağım da…
“Evet ya, sizin
yan komşunun kızı var
ya, adı neydi? Hıh, Ceren,”
Ceren de nereden
çıktı şimdi? Ah be oğlum,
dakika iki gol bir
milyon. Nöron porsiyon
fiyatı, kırmızı kartla
oyundan attı hakem.
Nöronlar bir sonraki
diyalogda da yok.
“Ceren mi? Onun
için mi beni çağırdın
buraya?” Ben de bir şey
var sanmıştım. Aptal
kafam. Sana bakacak
hali yok ya. Ceren için
çağırmış tabi. Ceren güzel,
peki ya sen?” Güzelliğinin
değerini bilmiyorlar,”
diyordu annem.
Ölmeden önce,
YÜK Ede biyat
Sayfa 75
son sözü sayılabilecek
bir aşamada da eklemişti
“Sen kendi değerini
bil.” Bildirmiyorlar
be anne, bildirmiyorlar
işte! Önüme ne geliyorsa
yaşıyorum. Bugün
de Ceren... Dün de Ceren’di.
Ne zaman Ceren
değil ki…
“Yani aslında tam
olarak değil de…” Gri
hücrelerim hektar hektar
cüzdandan dolayı
yanmasa şakıyacağım
aslında ama eldeki bu.
Nasıl da güzel bakıyor.
Gözlerinde farklı bir
şey var. Tanımlaması
zor bir şey. Hani biçimi,
yapısı değil de. Ne
bileyim. Bakışı işte. Bakışı
bir farklı. Mutluy-
Çizim: Ebru Vatanseven
Sayfa 76
muş gibi. Başlatma
gözlerinden! Toparla
oğlum lafı! Kahve söylesem
mi? Menüyü de
gönderdik geri. Para?
O zaten nanay.
“Ne diyordum?
Ceren, dün gördüm
onu, amma büyümüş.
Güzelleşmiş. Sen samimi
misin Ceren’le?”
“…” Apar topar
çağırdı kafeye ne konuşacaksa,
söylediklerini
de anlamıyorum arka
masadakiyle kesişiyorum.
Şimdi telefon çalsa
Ceren gelse buraya
ben geçsem yakışıklının
yanına... Oh, bir
taşla iki kuş! Bülbül
olur şakırım. Böyle evet
hayır oynamam. Hem
bilmiyor mu, tek kelimelik
kısa cümleler
sohbetin devam ettirilmemesi
için kurulu?
Olumlu da olumsuz da
olsa bir taraf için bitmiştir
sohbet. Gözü saate,
telefona, çantasına
asılı kalır. Ceren demeseydi
gerçi, bakmazdım
arkadakine.
“Evet,”
“Samimi misin?”
Aferin oğlum. Böyle
devam. Niye sürekli arka
masaya bakıyor bu
kız? Arka masadaki yakışıklıyı
kesiyor kesin.
Oğlanın gözler de onda.
Lafları da kattım
karıştırdım nasılsa.
İçinden kesin “Şimdi
mesaj yazsam Ceren’e.
Bilmem ne kafedeyim
gel desem, bıraksam
Ceren’i bu masaya kendim
geçsem yakışıklının
yanına.” diye düşünüyordur.
Ceren’i neden
sorduysam!
“Müsaadenle,
ben bir lavaboya gidip
geleyim.” Lavabo ne
oğlum ya, tuvalet desene
adam gibi!
Adam deyince
aklıma geldi yine İsmail.
Adam gibi adamım
ulan ben İsmail!
Kendine adam tanımlaması
koyan, kendine
adam İsmail. Kesin İsmail’in
parası da vardır.
İstediği kıza istediği
yerde tatlı bile ısmarlar.
Adam sonuçta. Yeni
yetmeyken bile parası
vardı hırtın. İlk kez
pavyona gittiğimizde o,
sahibiyle tanışıktı. Kral
gibi karşılanmıştık. Tip
desen yok ama mahalleden
öylesine geçerken
bile etrafını kızlar
sarardı. Az çikolata ısmarlamadı
kızlara tenhada.
Şimdi girse şu
kapıdan, anlar mahcupluğumu.
Hemen
tenhaya çağırır, sıkıştırır
elime cebinde ne
varsa... Vermez artık
gerçi. Zamanla bozduk
arayı İsmail’le. Ağır
geldi sürekli yanında
taşımak beni. Hep vermek
olmaz, dedi. Bir
daha da görüşmedik.
Zaten felek gülmez ki
yüzüme! Ama kız nasıl
da güzel! Buraya da
gelirdik. Burada da tanınırdı
hırt! Piizden dönerken
mutlaka uğrardık.
Neydi buranın sa-
YÜK Ede biyat
Sayfa 77
hibesinin adı? Nuran,
gönül kadını Nuran.
İsmail tanıştırırken söylemişti
gönül kadını olduğunu.
Bir de Nurhan
denmesine kızdığını.
Nereden tanıyordu İsmail
bu kadını, bilmiyordum.
Önemli
olan tanışmamızdı
ve burada adam muamelesi
görüyorduk.
Hem
zor durumda
olana gönül kadını
yardım etmez
mi? Tuvaletin kapısını
kapatırken göz
gezdirdim etrafa. Nuran
buralardaysa halden
anlardı. Çay dağıtan
oğlana el ettim.
“Nuran buralarda mı?”
Oğlan kafasıyla işaret
etti arkada bir odayı.
Sağa sola –en çok da
masaya- bakmadan
odaya yürüdüm. Nuran
ayağa kalktı beni
görünce. Hak verdi.
Kasada duran elemanını
çağırdı. Durumu anlattı.
Oğlan bir bana bir
de Nuran’a baktı. Şaşırdı
tabi çocuk diye geçirdim
içimden. Demek
özel bir insandım. Benden
başka kimseye
böyle davranmadıysa
Nu-
ran…
Şaşırırsa
şaşırsın. Sorun kalktı
ortadan. Artık kızla konuşabilirim.
Yüzüm gülüyordu
odadan çıkarken.
Kambur sırtımı dikleştirdim.
Vay be, dışarıdan
gören peşin satan
sanır beni! Masaya gidince
“Ne Ceren’i kızım,
ben sana hastayım!”
da dersem, bu iş
tamam. Kafamda milyon
kere tekrarladım.
Kendimden emin yaklaştım
masaya. Bir hışım
çektiğim sandalyeye
kendimi bıraktım.
Yüzüne bakarsam
söyleyemem.
En
iyisi bakmamak.
Kafamı
kaldırmadan;
“Bak Sude, Ceren
falan bahane. Ben sana
tutuldum!”
“…”
Ses gelmedi kızdan.
Sustu. Önümdeki
yarım çay bardağına
baktım. Bir de bardağın
aksinde duran el sürülmemiş
bardağa. Yan
masadan kahkaha geliyordu.
Döndüm. Donatılmış
masada yarım bırakılan
tabaklar, fincanlar
ve kadının kahkahasına
gözleriyle gülen
beni tanımazdan gelen
adam: İsmail.
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 78
Tepetaklak
Turgay Yıldırım
“
Şu öksürüğe de bir
türlü çare bulamadım.”
diye söylendi
İpek.
İyiden iyiye yaşlanmıştı.
Düğmeleri sökülmüş,
kolları ve yakası yoktu artık.
Bedeni küçülmüş, kırış
kırış olmuştu. Teni koyu
bir renge bürünmüştü. Kirli
beyaz, hatta gri de denebilirdi.
Güzel günlerin hatıraları
gibi teninin beyazlığı
da günbegün silinip gitmişti.
Evin güneş gören bir
yerinde, pencerenin hemen
önünde dinleniyordu. İçeri
süzülen kavurucu sıcağı
sevmekle sevmemek arasında
kalıyordu her gün.
Zamanla içindeki sular aşağı
süzülüyor, güneşli bir
günse çabucak kurtuluyordu.
Bir yanda içinde biriken
su damlalarında boğulacak
gibi olmak, diğer yanda
güneşin içindeki suyu
çabucak buharlaştırmasıyla
suya hasret kalmak, büzüldükçe
büzülmek, kavruldukça
kavrulmak… İkisi de
berbat bir histi. Onu rahatsız
etmeyecek ve güneşin
sıcaklığında serinletecek
kadar su olduğu zamanları
çok seviyordu ama tadını
alamayacağı kadar kısa sürerdi
bu.
Dışarı baktı. Güneşli
bir bahar günüydü. İpek’in
en sevdiği zamanlar... Ne
çok soğuk ne de çok sıcak.
“Yeni bir gün!” diye mırıldandı
ve yine zamanın geçmesini
beklemeye koyuldu
öylece.
YÜK Ede biyat
Sayfa 79
Zil çalınca Ayten Hanım
ağır hareketlerle evin
girişine ilerlediğini duydu.
Kapı açıldığı gibi Ahmet’in
“Anneanne! Anneanne!”
diye bağırması bir oldu. Kızı
Emine ise annesi Ayten
Hanım’a dert yanmaya başlamıştı
bile.
“Anne! Perişan etti bu
beni. Midesini mi üşüttü
anlamadım. Rezil oldum
otobüste. Kaç kere altını değiştirdim.
Yedek bezi de
kalmadı.”
“Kızım, önce gel bir
içeri. Bir öpeyim, bir seveyim,
bir doyayım ben şuna.
Sonrasını hiç merak etme
sen.”
“Hehhehhe! Anneanne,
anneanne!”
İçeri geçince Ayten
Hanım torunu Ahmet’i koltuğa
oturttu, renkli televizyonun
tam karşısına.
“Hadi kızım, sen mutfağa
geç, ocağa bir su koyuver.
Ben de leğeni getireyim,
torunum da çizgi filme
baksın bu arada.”
Bezleri yıkamaya koyuldular
ama Ayten Hanım,
leğeni ve deterjanı kızına
verdiği gibi torununun yanına
koştu. Emine ilk bezi
yıkayıp asmaya karar verdi.
Diğerlerini yıkarken bu kurur,
Ahmet’in altını sararlardı.
Elindeki bezi mutfak
penceresinin önüne İpek’in
yanına astığında etrafa rahatsız
edici bir koku yayıldı.
İpek başını çevirdiği anda
şaşkınlıkla bakakaldı. Küçülmüş,
kırış kırıştı ama yanılmış
olamazdı. Hemen
yanı başında duran Pamuk’tu
bu. Görüşmeyeli ne
kadar da sararıp solmuştu?
Onun bu haline inanamadı
bir türlü. Ne kadar zamandır
görüşmediklerini düşündü,
çıkaramadı. Eski bir
arkadaşla güzel bir bahar
gününde karşılaşacağı aklına
gelmemişti hiç. Hatta neredeyse
unutmuştu onu.
Hayatta olduğundan bile
şüphe duyuyordu. Pamuk’la
birlikte geçirdiği
günleri hatırlayınca gözleri
daldı. “Merhaba!” demek
geldi içinden. Bekledi biraz.
Olmadı, sesi çıkmadı. Pamuk
da ona aynı kaçamak
bakışları fırlatıyordu. Yüzlerinde
hayretle mahcubiyet
iç içe geçmişti.
İpek, “Ona ne oldu da
bu hale geldi acaba? İyiden
iyiye kırışmış, sararıp solmuş.”
diye düşünürken Pamuk
da, “Acaba başına ne
geldi de böyle esmerleşti,
simsiyah oluverdi?” diye
soruyordu kendine.
Pamuk cesaretini toplayıp
İpek’e döndü. Belki
sonradan gelmişti, misafirdi
ama yine de konuşmadan
edememişti işte.
“Tekrar karşılaşmak
da varmış.” dedi fısıltıyla.
“Öyle oldu.” diye cevapladı
İpek.
Güneşin sıcaklığını her
geçen dakika biraz daha
hissederken ne konuşacaklarını
bir türlü bulamadılar.
Konuşacak çok şey olduğundan
her şey birbirine
girmiş gibiydi. Havadan sudan
konular imdatlarına yetişti
yine.
“İpekçiğim, güneş de
beni pek rahatsız ediyor.”
“Evet Pamukçuğum,
arada bulut çıkardı ama
gökyüzünde dümdüz bir
mavilik var.”
“Eskiden hatırlar mısın,
bunlara hiç dikkat etmezdik.”
“Hatırlamaz mıyım?
Ayten Hanım kapıyı açıp
kızı Emine’nin sesini duyunca
aklıma birden sen
geldin.”
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 80
“Evde Emine oğluna
‘Anneanneye gidiyoruz.’
dediğinde ben de seni düşündüm.”
“Yaz gecelerinde geçirdiğimiz
günleri düşünüyordum
az önce, biliyor musun?”
“Benden çok sen yaşadın
o güzel günleri. Serin
odamızda bekler dururdum
ben.”
“Bir kere kuzenleri geldiğinde
sen de bizimle gelmiştin
ya, unuttun mu? Belki
bu, dışarda birlikte geçirdiğimiz
tek zamandı.”
“Evet, belki de. Ama
Emine’nin üşüdüğü için evden
bir koşu seni getirdiği
gece de vardı.”
“Aaa, evet. Şimdi hatırladım.
O gece ne kadar da
canım sıkılıyordu. Güzel bir
sürpriz olmuştu benim
için.”
“Bir keresinde ben kalmıştım.
Hava serindi. O gün
seni almışlardı.”
“Bir keresinde dediğin
gibi olmuştu İpekçiğim, sen
yalnız kalmıştın.”
“Ben senin kadar alışık
değildim o dar yerde yalnız
kalmaya. Gerçi hep sen yalnız
kaldığın için çok üzülüyordum.”
“Üzülüyor muydun?
Bir kere bile ‘Kardeşim sen
git.’ demedin.”
“Benim elimde değildi
ki, Ayten Hanım seçiyordu.”
“Haklısın, seni eline
alıp sırf benden incesin diye.
İpek gibi diyordu sana ve
böyle böyle İpek oldu adın.
Emine’nin nişanında almıştı
seni, sonradan gelmiştin.
Ben neredeyse çıkamaz olmuştum
dışarı. Sen de hayatından
da gayet memnundun.
Ben soğuk kış gecelerinde
üstümde ceket, pardösü,
kat kat giysiyle çıkardım
ancak…”
İpek ile Pamuk sustular.
Ayten Hanım’la Emine
mutfağa geliyorlardı. Emine
Pamuk’a dokunduğunda
“Anne, bu hâlâ sırılsıklam.
Ne yapacağız şimdi?” diye
sordu. Pamuk ile İpek beklerken
nefes bile almıyorlardı.
Ayten Hanım, “Merak
etme sen kızım, tontişim uslu
durur. Bu da yetişir.” Sesler
kesilince İpek’in bakışları
camdan yansıyan arkadaşının
sararmış yüzüne değdi.
Pamuk da onun kararmış
tenine bakıyordu. Göz göze
geldikleri gibi bakışlarını
birbirlerinden kaçırıp önlerine
döndüler. Sessizliği tercih
etmişlerdi yine.
“Ne zamandır seni merak
ediyordum. Ne oldu da
bu hallere düştün?”
Her ikisi de birbirine
bu soruyu sormak istiyor,
aynı zamanda cevap vermek
istemedikleri için konuşmuyorlardı.
Birbirinin
aynı günlerden sonra bu
sürpriz onları mutlu etmeye
yetmişti. Sessiz bir mutluluk
içinde hapsolmuşlardı şimdi
de.
Neden sonra İpek bu
soruyu sordu ve biraz düşündükten
sonra Pamuk konuşmaya
başladı.
“Belki senin günlerin
güzel geçiyordu.” dedi Pamuk.
“İşte o günlerde dışarı
hep ben çıkmak isterdim.
Sürekli kafamda kurardım,
nasıl yapsam da her zaman
ben gitsem senin yerine ve
burada bir başına bekleyen
ben değil de sen olsan diye.”
Bir yaz günüydü. O
gün İpek’in yerine Pamuk
gitmişti. Başarmıştı sonunda.
İçinde gizlediği bir sürü
kara benek vardı. O gün
özel bir gündü ve bu kara
benekleri özellikle biriktir-
YÜK Ede biyat
Sayfa 81
mişti. Evet, biriktirmişti
hepsini. O dar odada diğerlerinden
farklı olarak her
zaman İpek’le yan yanaydılar.
Emine’nin nişanından
beri düğünlere İpek gidiyordu
ve bunu yapmak zorundaydı.
Çünkü ‘O’ Emine’nin
düğünüydü. İpek’e
olabildiğince yakın durup
dokunmaya başladığında
kara benekleri bir bir ona
bulaştırdı. Ara ara gıdıklandı,
keyiflendi İpek. Ayten
Hanım’ın akşam İpek’i eline
alınca yaşadığı hayal kırıklığını
hatırladı ikisi de. “Ben
ne yapacağım şimdi?” diye
saatlerce söylenirken gözleri
dolmuştu Ayten Hanım’ın.
İpek her şeyden habersizdi.
Söyleyecek söz bulamamıştı.
Yüzündeki mahcubiyet
açıkça okunuyordu.
Sessizce onları seyreden Pamuk’tan
kimse şüphelenmemişti.
Aynı lekelerden
onda da vardı. Ayten Hanım
onları yan yana koyup
temizlemek için çok uğraştı.
Neredeyse yarım saat sildi
ikisini de. İpek çok hassastı.
Böyle kara beneklere alışık
değildi. Pamuk gibi değildi
o. Üzerine bir şey bulaştığında
çok zor çıkardı. Pamuk’un
üzerine sıçrayan
lekeler ise kolayca temizlenir
ya da belli olmazdı. Ve
bilemezdi kimse. Onca zamandır
düğüne gitmek için
Pamuk’un kurduğu planları
bilemezdi. Ayten Hanım
düğüne onunla gitmeye
mecbur bırakıldığını bilemezdi.
O gece Pamuk’la gitmişti.
Keyfi kaçıktı Ayten
Hanım’ın ama Pamuk’la
gitmişti ya! Önemli olan
buydu. İçmişti Ayten Hanım,
hem de çok içmiş, kendini
kaybetmişti. Kızının
evden ayrılmasını bir şekilde
unutmalıydı. Bir de üzerine
kusmuştu Pamuk’un
ama mesele bu değildi. Pamuk
böyle ortamları bilmezdi
hiç. İpek’e göre bedeni
daha dardı. Hareketleri
hantaldı. Balık istifi gibi üst
üste gezmeye alışıktı Pamuk.
Ayten Hanım onunlayken
sakin sakin otururdu.
Sarhoş olmaz, dans etmez,
oynamazdı. Düğün
gecesi sona ererken Ayten
Hanım eve gitmek üzere
salondan çıktı. Merdivenden
inerken ayağı kayıp
dengesini kaybedince korkuluklara
sarıldı. Kol düğmeleri
çok sağlamdı, bir türlü
Pamuk’u bırakmadılar. O
kadar sıkıyorlardı ki, mengene
gibiydiler. Yaka düğmelerinin
dağılması da yetmedi
Pamuk’u kurtarmaya.
Bir süre dişini sıktı ama daha
fazla dayanamadı. Kolları
ve omuzları parçalandı.
Bir kâğıt gibi yırtıldı. Basit
bir kaza değildi bu, çok ağır
olmuştu. O günden sonra
kendini toplamak için çok
çabaladı. Bir türlü kendine
gelemedi Pamuk. Onu bir
kenara attıklarında artık yeri
İpek’in yanı değildi.
“Düğünden sonra
Emine annesini ziyarete gelmişti.
İşte o gün Emine’ye
verdi, o da alıp götürdü beni.”
dedi Pamuk.
“Vah vah, Pamukçuğum!”
dedi İpek. Sesinde
alaycı bir tını vardı. Hiç de
üzülüyor gibi değildi.
“Ya işte böyle İpekçiğim!
Sana anlatmak istiyordum
yıllardır. İçim içimi
yiyordu. Vallahi rahatladım.
Ohh! Dünya varmış.
Neyse, ben gittikten sonra
sen neler yaptın da bu hale
geldi senin bembeyaz ipek
gibi yüzün?” diye sordu Pamuk.
Pamuk’un yüzünün
rengi bile açılmıştı bu itiraftan
sonra. İpek konuşmaya
hazırlanırken içerden sesler
gelmeye başladı yine. İpek
sessiz kalmak için bu fırsatı
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 82
kaçırmadı. Anneyle kızın
konuşmalarını duyan Pamuk’un
içi titrerken sararmış
yüzü daha da sarardı.
Yeniden sessizlik olunca bir
süre beklediler. Neden sonra
İpek konuşmaya başladı.
Pamuk ancak İpek’in sesini
duyunca kendine geldi.
“Doğruya doğru,” dedi
İpek. “O gün sen gidince
canım çok sıkıldı Pamuk.”
Günler öncesinden temizlenmiş
ve düğün için
hazırlanmıştı. Pisliğin üzerine
nerden bulaştığını anlayamamıştı
İpek. Gecenin
ilerleyen saatlerinde,
“Amaaan! O gitsin, ne olacak
sanki?” diye kendini yatıştırmıştı.
Ancak o anda eline
geçse Pamuk’u boğabilirdi.
Hele hele kara benekleri
onun bulaştırdığını bilse neler
yapardı, hayal bile edemiyordu.
Şimdi sadece gülüyordu
Pamuk’a. Bir şey
daha vardı, o gece gelmediğine
sevinmişti Pamuk’un
ama ertesi gün de gelmemişti,
bir sonraki gün de.
İpek ümidi tamamen kesmişti
ondan, gelmeyecek
bu, demişti.
Hiç aklına gelmezdi
ama bir süre sonra Pamuk’u
özlemeye başladı. Çünkü o
gittikten sonra Ayten Hanım
yaz kış her yere İpek’le
gidiyordu. Ne Pamuk gelmişti
ne de yerine başkası.
Bir başına kalmıştı. Yazın
sıcağında dışarda durmak
zordu. Durup dinlenmeden
daha da zor oluyordu bu.
Soluklanmaya fırsat bile bulamadı.
Canı çıkıyordu her
gün. Bazı geceler, “Ölsem
de kurtulsam!” diyordu
ama ölemedi de kurtulamadı
da! Derdini dinleyecek
kimsesi de yoktu, didişecek
kimsesi de. Bu günlerde Pamuk’un
gerçekten iyi bir
arkadaş olduğunu bile kabul
etmişti.
“En azından arkadaştın,
yoldaştın. Bak hakikaten
söylüyorum, düğüne gitmek
için kurduğun plan,
beni kirletip gitmen bile bana
şirin görünüyor şimdi.
Ne tuhaf! O gece elime geçsen
hakikaten seni lime lime
ederdim.”
“Vah vah! İpekçiğim,
beni sevebileceğin aklıma
gelmemişti hiç!”
“Benim de gelmezdi
Pamukçuğum da bilemiyorsun
işte. Yani anlayacağın
sen gittikten sonra hayattan
bezdim.”
İpek’in bedeni daha
genişti. Kızı evlendikten
sonra Ayten Hanım çok yemek
yemeye başladı. Göbeği
her geçen gün büyüdü,
kocaman oldu. Üstüne bir
de İpek’i seçiyordu her gün,
başka bir şey yokmuş gibi.
Bir insan her gün İpek’le nasıl
gezebilir? Sıkılır en azından
ama Ayten Hanım sıkılmadı.
Diğerlerini istemedi
bir türlü. Varsa yoksa İpek.
Yatağa bile onunla girdiği
oldu. Tam bir cehennem hayatı.
Bir akşam yemeğe
oturdular. Ayten Hanım
normalden çok daha fazla
yedi. Tencerelerde kalan yemeğe
bakıp, ‘Aman bunlar
atılmasın!’ diyerek mideye
indirdi. Yemek bitince kollarını
kaldırdı, iyice bir gerindi.
Herkes Ayten Hanım’ın
göbeği patlayacak sandı
ama patlamadı. Önden üç
düğme koptuktan sonra
yanlardan bir açılma sesi
duyuldu. Sökülme filan değil,
“Cart!” diye bir yırtılma.
İçi parçalandı İpek’in, ölüyorum
sandı ama yine ölmedi.
İşte o gün eski hayatı
çok gerilerde kalmıştı. Her
yanına dikiş atılsa da kendini
toparlayamadı. Dar ve
karanlık bir yerde kaldı öy-
YÜK Ede biyat
Sayfa 83
lece. Günleri sessiz ve sakin
geçip giderken bir gün Ayten
Hanım’ın “Şu çekmecede
olacak, hah, buldum işte.”
dediğini duydu. Işığı
görünce İpek bu dar ve karanlık
yerden kurtulduğunu
düşündü. Ayten Hanım
sımsıkı kavradı onu. Kollarını
ve yakasını söküp kovaya
daldırınca içi suyla
doldu. Çıkarıp sıktığında
nefes alamadı, soluğu kesildi
İpek’in. Ayten Hanım’ın
elinde camları temizlemeye
koyuldu. Parke, zemin, duvar,
masa ne bulursa her
daim hazırdı İpek. Bazı zamanlar
nefesi tozdan öyle
bir tıkanıyordu ki bayılacak
gibi oluyordu. İşte o anda
Ayten Hanım durumu hemen
anlayarak İpek’i suya
daldırıyordu.
“Vah vah! İpekçiğim,
ne de zor bir hayatın varmış.”
“Alıştım artık Pamukçuğum.
Nelere alışılmaz ki?
Yeter ki üzerinden yeteri
kadar zaman geçsin.”
İpek yaşadığı hayatı
anlatmaya daha fazla dayanamadı.
Zaten çok da bir
şey kalmamıştı. Hayatı,
hepsi hepsi bu kadardı. Pamuk
susuyordu ısrarla. Yaşantısını
beğenmemiş, belki
de iğrenmişti. Kendini tutamadı
İpek:
“Sen neler yapıyorsun
Pamukçuğum?” diye sordu.
Pamuk’un imdadına
yan odadan bir çığlık yetişti.
“Ama anne dedim ben
sana!”
“Neyi dedin kızım,
baksana çocuk ishal olmuş.”
“Dedim ya, hem de
kaç kere!”
“İshal olmuş demedin
ki!”
“Anneanne, anneanne,
hehe!”
“Sen sus, kör olmayasıca!”
“Koltuk hep berbat
olmuş.”
“Olan oldu artık. Ben
çocuğu yıkayayım. Sen de
pencereden al getir bezini
de kurumadıysa ütüyle üstünden
geçiver.”
Sesler kesildiğinde
İpek Pamuk’a baktı. Sararmış
yüzü daha bir belirgindi
şimdi.
Pamuk ise İpek’in esmerleşmiş
yüzüne çekinerek
bakıyordu. Göz gözeydiler
ama görmüyorlardı
birbirlerini. Neden sonra
Pamuk kısık ve boğuk bir
sesle:
“Ben,” dedi “Hiç, öyle
yaşıyorum, gidiyor işte…”
Pamuk’un sözlerini
anlayamadı İpek. Belli ki
konuşamıyordu. Ayten Hanım’ın
ayak sesleri gelince
yine sessizce beklemeye
başladılar.
Ayten Hanım “Bayağı
da nemliymiş bu. Üzerinden
iyice bir ütü geçmek
lazım.” diye söylenerek Pamuk’u
aldığı gibi hızla mutfaktan
çıktı.
Pamuk gittikten sonra
mutfağa ceviz ağacının kokusu
yeniden dolmaya başladı.
Yalnız kalan İpek yanaklarındaki
yaşları fark
etti. Camdan yansıyan kararmış
nemli yüzünü gördü.
Derin bir nefes alıp gözlerini
kapadı.
Beş dakika sonra Ayten Hanım
yeniden mutfağa girdi.
“Şunu alayım da koltuğu
temizleyeyim.” dediği anda
İpek sıçradı yerinden. Gözleri
fal taşı gibi açılmıştı.
Yıl 1 Sayı 2
Havariye Sır Verme
Osman Usta
Sayfa 84
Yerde görmüşler beni rüzgârsız fakat ağaçlı bir sabah
Şahidimdir kara kavak kargaları
Muhbir ismiyle nam salan bütün insanlar da
İşkillenmiş, işleri bu ya
Yüzüme kapanmış el kapıları, eyvah!
Ben zaten hiç göklerde olmadım desem
Buna sadece gök inanır.
Korkmuyorum, vurun yüzüme sözlerinizi
Çağlar ötesinden atamın giydiği ömür hırkasının tozları silkinsin
Vurun, irkilsin davul tokmağının üveyliğinden üşenen sesler
Sahi ağaçlara hükmeden kuşlar nerede
Söndü güneş, çilede bütün yuvalar, eyvah!
Ben bu sözü atamdan duymuştum
Bir düştür bu dünya benliğin viranelerinde.
Bu hayatın içinde beni teşhis etmek kolaydır
Kolaydır, her coğrafyada kendi yükseğinde olmak
İlk cinayeti işleyenin utandığı kargayı düşünün bir de
Bir de havarinin dün akşam ne yediğini
Dikenleri kaldırın yollardan, eyvah!
Ben haini susmasından tanırım, zira
Suskunluk zordur taş olmak kadar bir patikada.
YÜK Ede biyat
Sayfa 85
Bu Sefer Güldürmedi
Deniz Longa
“Bu kez güldürmedi” diyor
adam, hemen yanımdaki;
şu şapkalı olan. Tanımıyorum
kendisini. Bizim
buralardan olsaydı
eğer televizyondan duyduğu,
ünlülerin cenazelerinden
çalıntı cümleleri
bizim mahallede söylenmeyeceğini
bilirdi. Bir
baktım şöyle yan gözle,
kısık kısık. Baktığımı anlamış
olacak ki bir de bana
dönerek dedi “bu sefer
güldürmedi” diye.
Birazdan üzerine
ölü toprağı serpilecek
olan adam bizim Arif amca.
Hüzünlenmek normal
olan şey şu durumda ama
benim bunun için biraz
çaba sarf etmem gerekecek
sanırım. Gözlerimi
ovuşturayım diyorum.
Belki iyice ovarsam kızarır
nemlenir. Ama yok.
İnadına akmazmış gibi bir
damla yaş yok. Başka zaman
olsa olur olmadık
şeylere hücum eden bu
meret şimdi inmiyor aşağıya.
Hayır, yani üzülmedim
desem o da değil.
Ama Arif amcayı düşündükçe
imkânı yok gülümsemek
geliyor içimden.
Tövbe Yarabbi. Biri görmese
bari. Yere bakıyorum
defin devam ederken.
Tam da o anda bir
kürek de bana uzatıyor
biri. Bizim mahallenin on
beşinde ergenliğe girip
kırk beşinde hala çıkamayan
Hüseyin ağabeysi bu.
Bana mı öyle geliyor yoksa
o da mı gülüyor? Bir
daha bakıyorum yüzüne.
Yok, gülüyor. Küreği elime
alıp kuru toprağa daldırırken
Hüseyin ağabeyin
yüzü geliyor gözümün
önüne. Beni alıyor
bir tebessüm ki bu da fazla
şu an bulunduğum yerde.
Küreğin ucuna az bir
toprak alır gibi yapıyorum.
Tam attım atacağım
“gıg” diye bir ses çıkıyor,
sanıyorum benden. Benden
olmadığını anladığımda
şöyle iki adım geriye
gidip insan içine karışında
o gıg sesinin Hüseyin
ağabeyden geldiğini
anlıyorum. Koluyla dürtüyor
beni. Bende ona
dürtüyorum. Sonra o bana
bir daha dürtüyor, ben
de ona bir daha dürtüyorum.
Bu böyle böğrümüz
acıyana dek sürüyor. Önce
bırakan kaybeder çünkü.
“Lan oğlum yapmasana”
diyor bana.
“Sen de gülme o zaman”
diyorum. “Sen de gülüyorsun
ya lan it” diyor
sonra üste çıka çıka.
“Ayıp oluyor ağabey ama
“ diyorum.
“Gel geriye gidelim”
diyor. Şöyle akıllıca
bir laf duyunca ikimizde
üç beş adım geriye yollanıyoruz.
Millet ne yaşanıyor
olanlardan habersiz
sanırım ki, kimse bize bakıp
da cık cuk etmiyor.
“Bir sigara versene
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 86
Cemil!” Tam da yeri ve
zamanı zaten, insanın canı
sigara çekse de ziftin
pekini içer de yine şu ortamda
içmez ama bu Hüseyin
işte. “Ağabey ne bağırıyorsun
kulağımın dibinde
az sessiz olsana”
diyorum ben de.
“Zaten bir tuhafım
ha bire içimden gülmek
geliyor, ver de sigara içerken
dudaklarımın yayvanlaştığı
anlaşılmasın”
“Tamam, al ama
sarma sigara bu ağır gelmesin?”
“Yok gelmez yak
da ver ama.” “Azım değmesin
uçuk var.” “Varsa
var oğlum bana işlemez
uçuk!” diyor. Delikanlılıktan
sayıyor Hüseyin ağabey
bunları. İki gün sonra
burnuna doğru yürüyen
uçuğu çıkacak haberi yok.
“Cemil” diyor bana,
genellikle lan lı lun lu
konuşur ama ciddi bir şey
diyeceği zaman insana
ismi ile hitap eder. “Bana
niye böyle şeyler oluyor
sen biliyor musun?”
“Nasıl şeyler ağabey?”
“Sana da olduğu
gibi, niye güldük Cemil
biz adamı toprağa gömerken?
Tövbe Yarabbi, Allah
affetsin!”
“Valla ağabey, Arif
amcayı düşününce, şöyle
yüzü gözümün önüne gelince
olmuyor yahu, hüzünlenemiyorum.”
diyorum
ben de.
“Tamam da oğlum
adam öldü “
“Orası öyle de daha
geçen hafta Hafize teyzelere
yaptığı şaka geliyor
aklıma yapamıyorum”
“Ya, de mi nasıl bağırdı
kadın camdan dışarı,
burası benim evim değil
diye” gülmesi hızlanıyor
bundan sonra. Bildiğin
gülüyor Hüseyin.
“Yapılır mı bu o kadına?
Ama konu Arif amca
olunca yapılır” diyorum.
“Bu arada biraz sessiz
gül duyuluyor.” Tamam,
anlamında elini ağzına
götürüp yemek yedikten
sonra dudaklarını
sofra bezine siler gibi bir
hareket yapıyor.
“Hayır, yani kolun
sakatlanmış, belin iki büklüm,
yaşın olmuş seksen,
ayağın yere basıyor mu
basmıyor mu belli değil
daha ne arıyorsun milletin
evinin eşyalarını değiş
tokuş edip insanları yanlış
eve geldiğine inandırmaya”
Bu cümlenin sonuna
gelindiğinde mezarlıktan
çoktan çıkmış mahalleye
doğru gidiyorduk.
Ciddi ciddi gidiyorduk.
Yani biraz önce üstüne iki
kürek de bizim toprak attığımız
adamın ne şakacı
bir insan olduğunu anlatarak
gidiyorduk. Vay be
zamana bak sen! Dünyaya
bak! Geçen hafta olan
şeyler üzerine bugün şimdi,
şuan da mişli muşlu
konuşuyorduk.
“Hüseyin ağabey,
sen de taşımadın mı eşyaları
aşağı kattan yukarı
kata?” Yürüyorduk bir
taraftan da konuşuyoruz.
Ben bunu deyince Hüseyin
ağabey sanki çok şaşırılacak
bir laf etmişim gibi
durdu birden. Hüseyin
ağabeyin işin tuhaflığına
tuhaf tuhaf şaşırması benim
de tuhafıma gitti.
“Taşıdım taşıması-
YÜK Ede biyat
Sayfa 87
na da öyle inandırdı ki
adam beni yaptığım işin
doğruluğuna, Hafize ablayı
taşıyoruz gibi gelmişti
bana”
“Ağabey hiç üşenmedin
de ha! Yenge bakkala
soğan sarımsak aldırmaya
gönderse ya da
ne biliyim kanepelerin
yerini değiştir Hüseyin
sıkıldım böyle dese yapar
mısın bak doğru söyle?
“Öyle deme oğlum
o başka bu başka, bu şaka
için yapılan şeyler...”
Mezarlıktan iyiden
iyiye uzaklaşıyoruz. Kahvehaneye
gitsek şimdi
ayıp olur mu onu düşünüyorum.
Hüseyin ağabeye
teklif edilir bu, çünkü
adam mezarlıkta bana
küreği uzatırken gülüyordu.
“Hüseyin ağabey!
Sen işten izin aldın değil
mi Arif amca için?”
“Aldım ya Cemil
aldım ne adamdı be!” diyor
bir de bana. Katılmamak
mümkün değil. Bende
dükkânı kapattım,
tamda kasabadan insanların
gelip alışveriş yapacağı
saatte. Ama olsun!
Arif amcam için varsın
akşama kadar kapalı kalsın
dükkân ne olacak yani?
“Gelmişken kahveye
de uğrasak mı? Hem
Arif amcanın arkadaşlarıyla
da konuşur onu görmüş
gibi oluruz ha ne
dersin?” “Oğlum” diyor
“arkadaşları şimdi onu
gömmüyorlar mıdır? Ne
konuşması?”
“Onun arkadaşları
yürüyerek oraya buraya
gidemezler ki. Ta mezarlığa
kim götürecek onları?
Cenaze namazını bile oturarak
kılmıştır onlar. Sabahtan
ezanla gelip oturmuşlardır
gene kahveye
bak gör, gidelim de” diyorum.
Valla ben yer arıyorum
kahveye gitmeye.
Uzun zaman oldu. Mem
u r l u k t a n s ı k ı l ı p
dükkânı açtığımdan beri
gitmedim kahveye. Hayallerimin
dükkânı da
denmez ama işte içinde
ne ararsan var. Fanila ile
çatal iğne dip dibe misal.
Karton bardakla ince çorabı
yan yana dizdim daha
dün. Böyle küçük kasabalarda
benim dükkân
gibi yerler lazım. Girdin
mi içine çocuğun ihtiyacı
da görülecek gelininin de
dayının da.
Hem kahveye gitmeyi
istesem de Dilek de
göndermez beni. Okumuş
kadınla evlenince mahallenin
kahvesine gideyim
de denmiyor. Desem
“vaktin varsa aile içi etkinlik
ne biliyim aktivite
falan yapalım” der kesin
bizim oğlanla.
“Gidelim de bakalım
o zaman Cemil” diyor
Hüseyin ağabey. “kimse
yoksa bakar çıkarız, zaten
münasip kaçmaz bugün
oraya gitmemiz” Sen onu
benim külahıma anlat
Hüseyin. Bir el de okey
atalım demezsen eğer gel
tükür yüzüme!
İçeri giriyoruz. Bizim
girmemizle kahvecinin
bakışlarının üzerimize
kilitlenmesi bir oluyor.
Hani mevtayı gömmeden
geldiğiniz belli zaten der
gibi. “Hayırdır!” diyor
çaycı dayı. “Bitti mi de
geldiniz Hüseyin?”
“Ya sorma” diyor
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 88
Hüseyin ağabey. Öyle içten
diyor ki bunu, benim
bile sorasım geliyor.
“duramadık daha fazla.
Beni bir ağlama tuttu”
“öyleydi rahmetli” diyor
kahveci.
Çaycı dayının ağzında
da laf birikmiş, saydırıyor
bizi görür görmez
“az şakacı değildi hani,
bana anlattığı bir planı
daha vardı onu da yapamadan
gitti rahmetli”
Bizim kulaklar tilki
kulağına benzer bir hal
alıyor bunu duyunca.
Neymiş acaba diyoruz yapamadığı
şey? Yani yapsaydı
kesin Hüseyin’in de
bir katkısı olacaktı bu işte.
Adam seviyor boş beleş
işlerle uğraşmayı, kızamıyorum
da. Çocukken pek
ciddiye almamışlar belli
ki Hüseyin’i. Fikrini sormamışlar,
adam yerine mi
koymamışlar nedir? O da
böyle saçlı sakallı biri
olunca, çağırılan yere gidiyor
hemen. Yeter ki işe
yaradığını sansın işte.
Önemsendiğini hissediyor,
ne yapsın?
Ben soruyorum
Hüseyin ağabeyin soramadığı
soruyu çaycıya
“neymiş ki yapamadığı
planı dayı?” Bir taraftan
da iki sandalye çekiyoruz
altımıza, ama bize çay
yok. İçerde kimse de yok
zaten. Sabahtan ezanla
bırakılmış, akşam yatsıya
torunlarının eve alıp götürecekleri
dedeler de yok
yani. Bir çaycı bir ben bir
de Hüseyin ağabey.
“Çay vereyim mi
önce?” Diyor çaycı. Direk
sorulunca ben de istemsizce
yanıtlıyorum. “Bir
acı kahve yapsan olur”
diyorum. Kahve içmek
ayıp mı ki? Dayı yüzüme
t e r s t e r s b a k a r a k
“Kahveyi daha açmadım”
diyor. Bende Hüseyin
ağa gibi ses etmeyip, çaya
tamah ediyorum. Bu adamı
takip etmeli, taklit etmeli,
ne ediyorsa etmeliyim
çünkü onun yolu
doğru yol şimdi.
Verilen karbonatlı
ziftin pekini içerken bir
sandalye de kendine çekerek
oturuyor yanımıza
Azmi dayı. İsmini Hüseyin
ağabey demeseydi
eğer benim aklıma katiyen
gelmezdi. Adam iyiden
iyiye üzülmüş Arif
amcanın ölmesine. Her
gün sabahtan gelirmiş
kahveye. Beraber açtıkları
bile olurmuş dükkânı. Kimi
kimsesi olmadığından
da zaten, ne yapsın garip,
birlikte yapıyorlarmış
kahvaltılarını. Anlattı
böyle birkaç anı, ağladı
da.
Adam ağlayınca biz
de birbirimize baktık Hüseyin
ağabeyle. O bana
tükürür gibi yaptı dilin
ucuyla, bende ona yuh!
der gibi baktım. Bugün
Allah belamızı vermiş gibiydi
bizim. Adam akıllı
sevdiğimiz birinin arkasından
bile ağlayamaz olmuştuk.
Bu da acıymış,
bu da kötü bir şeymiş, haberimiz
yoktu bu zamana
kadar. İnsan üzülemediğine
de üzülüyormuş. Bugün
de bunu öğrendik.
Ağlayamadığımıza,
ciddiyetsizliğimize, bir de
boş işlerle uğraşmayı pek
sevişimize odaklandık,
sanırım aynı dilden konuştuk
kısa bir süre Hüse-
YÜK Ede biyat
Sayfa 89
yin ağabeyimle.
Sıra geldi planlanan
ama yapılamayan şakaya.
Çünkü merak ne
acayip bir şeydi biz onu
biliyorduk.
“Arif şaka için gelmiş
dünyaya” dedi dayı
ve hemen ardına sustu.
Cama doğru bakakaldı
öyle. “neydi ağabey planları
?” Deyiverdi bizim
fettan Hüseyin. Onun bu
merakı ortamın duygusallığını
deldi geçti, altı
götürdü, yürüdü gitti.
İçinde; olacakken
olamayan, eğlenilecekken
eğlenilemeyen ve hatta
büyük bir iş başaracakken
boğazının ortasına
bir sumsuk yiyip de kalakalmış
insanlar gibi öylece
kalakaldı. Ama dinlemek
istedi. En büyük
hakkıydı bence.
“Mahalleyi yakacaktı!”
dedi dayı
Ben birden ayağa
kalkmışım. Refleks işte,
ne yapabilirim? “otur Cemil
oğlum otur” dedi çaycı.
“Ne o oğlum korktun
mu?” İsmimi bildiğini
bilmenin, kendi ismini
bilmediğimi bilmemesinin
verdiği bir değişik
duygu ile oturdum bende.
“Nasıl yakacaktınız
dayıcığım?” dedim. Yakınlık
hissettim bende
ona karşı. Bu yüzden sevecenlik
kattım cümleme.
“Oradan buradan
gaz yağı fueloil, benzin
ne varsa toplamış”
Şaşırmak da ne demekmiş
hissettiklerimin
karşısında? İnsan komşusu
için diğer mahallelilere
falanca öldü ne oturuyorsunuz
burada? Gidinde
kaldırın cenazeyi! Deyip
herkesi sapasağlam kadının
evine yollayan, milleti
bir evde toplayıp sonra
da aşağıdan zile basıp nasıl
kandırdım ama sizi diyen
adamdan pek de şaşıracak
davranışlar beklemiyor
ama. Şimdi mahalle
yakma işi de ne oluyor?
Yok artık.
“Ağabey” dedi Hüseyin
ağabey. “Nerde
toplamış, nereye döküp
yakacakmış? Benimde haberim
olmadı ama...”
Hüseyin ağabeyin
içi cız etti anladım ben.
Etinden et koparıldı. Elini
yumruk yapıp ağzına sokarak
şu kapıdan koşarak
gidesi geldi ama gidemedi.
Böyle bir debdebe
olacak ve ona haber verilmeden
gerçekleşecek?
Vay be! Demek ki kapasitesi
yeterli görülmedi
de ona söylenmedi. Hüseyin
ağabey bu duyduklarına
alınmış, gücenmiştir
şimdi. Hem de ölmüş
Arif amcaya küsmüştür
bile.
“Hüseyin ağabey iş
geçen seferki gibi karakolda
bir gece nezarette
kalmaya gidecek kadardan
fazlaymış baksana,
iyi ki de haberin olmamış.”
Dedim bende. Rahatlatmak
istedim biraz
da olsa. İnsan kalbi bu,
bir saç telinin ağırlığını
bile kaldıramaz bazen.
Koca Hüseyin kalktı
sandalyeden, içinde bir
yumru gibi oturmuş olan,
ona söylenmeyen planların
ağırlığıyla ilerledi
demliğin yanına. Aldı boş
bir bardak, doldurdu dudak
payına kadar demi
bardağa. Sadece kendi-
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 90
ne doldurdu ama. Bir tane
de bana koy diyemezdim
zira şuan o içtiği çay demi
değil başka bir şeydi adamın.
Çaycı dayı devam
etmiyordu anlatmaya. Sanırım
pimi çekip ortaya
öylece bırakmayı daha
uygun gördü bombayı. Ya
da ölmüş adamın da planı
da yarıda anlatılırdı dedi
kendince, kim bilir.
Koca Hüseyin bir
bebek gibi dokunsan ağlayacaktı.
Çayını içmeye
başladı. Ama bize yoktu...
Sorsan Arif ağabeyin yokluğuna
hüzünlendim de
derdi şimdi.
“Yaksa bu sefer artık
içeri atarlardı Arif amcayı.
Geçen sefer ki gibi
nezarethanedeki adamları
gece boyu güldüremezdi
de. Bayağı kalırdı. Ne
adamdı be! Anlatsana şu
olayın detayını Hüseyin
ağabey” dedim. Adamı
biraz şenlendirmekti de
niyetim. Anlatsın, kafası
dağılsın, o hesap.
Döndü bana bizim
cevval Hüseyin, kendisini
aldatılmış gibi hisseden
Hüseyin, karısı kaçmış da
çocuklarıyla bir başına
kalmış gibi karşıdan bana
bakan Hüseyin.
“Sende biliyorsun
ya lan Cemil sen anlatsana”
dedi bana. Ben de biliyordum
bilmesine ama
bu olay üniversiteye okumaya
gittiğimde tatil için
geldiğim o ara döneme
denk geldiğinden dolayı,
çok da hâkim sayılmazdım.
“Hüseyin ağabey
senin halanla mıydı bu
Arif amcanın davası?”
“He” dedi bana.
“Kusura bakma anlatacağım
ama senin halan ya
hani”
“Halamsa halam
oğlum, hak kiminse ondan
yanayım ben”
“İyi o zaman ağabey
bak eksik yanlış yerim
olursa düzelt o zaman”
dedim. Ses etmeyişinden
anladım ben aslında
anlatmamı istemediğini
ama bugün Arif amcamız
ölmüştü ve ben ne
var ne yoksa eteğimdeki
taşları yere savuracaktım.
Bugün bana bir şeyler
olmuştu, emindim buna.
Gün sonunda belki
anlardım neler olduğunu
ama daha gün bitmemişti
ve ben kaşınmayı sürdürüyordum.
“Çaycı emmi” dedim.
Rahmetli Arif amcam
Hüseyin ağabeyin
halasıyla... Halandı değil
mi ağabey?”
“Lan oğlum anlatacaksan
anlat yoksa sus neyine
gerek şimdi şu lafları
açıyorsun ortalığa.” Devamında
bir iki kelime daha
etti ama ağzında yuvarladığı
için tam açılımını anlayamadım.
Ama iyi bir
şeyler değildi.
“Neyse dayı, lağımları
ortakmış eskiden iki
üç evin, Arif amcayla Hüseyin
Ağabey’in halasının
lağımlarının birleştiği yerde
de bir kuyu varmış işte
o kuyu taşıp duruyormuş,
taşıyormuş değil mi Hüseyin
ağabey?”
“Cemil!”
Ben devam ettim
adımı şiddetlice Hüseyin’den
duyunca “evet
ortakmış ve taşıyormuş
YÜK Ede biyat
Sayfa 91
da. Artık o sene nasıl bir
sebze bolluğuysa mahallede,
millet bolca yiyip
bolca...”
Lafımın bitirmeme
fırsat vermeden “iki çay
koy da gel” dedi bana
çaycı dayı. Beni kendinden
bildi. Çaycı yaptı beni
o anda. Kalktım, üç çay
getirip koydum masaya.
Hüseyin ağabey de zahmet
edip masamıza teşrif
etti bu arada.
“Kadının bir kızı
var yanında bir de sessiz
bir kocası. Arif amca ile
laf dalaşına bu yüzden
hep kadın giriyor. Senin
yüzünden yok benim yüzümden.
Sen çok lahana
yedin yok ben ıspanak da
yesem bir şeycikler olmaz
bizim bağırsaklarımıza
falan derken bir sonuca
varamamışlar. Her akşam
hır gür her akşam bir gerginlik.
Derken bir akşam
bir saz heyeti tutmuş Arif
amca. Kendi bahçesine
çağırtmış bu sazcıları, tabi
kıymış paraya. Kurmuş
çilingir sofrasını da bahçesine.
Çalsın sazlar... Sıra
şarkıya gelince şarkıcı
adam başka şeyler söylüyor,
yenilir yutulur cinsten
değil. İyice bir kulak
kabartınca anlıyorlar ki
bu saz heyeti çalıyor çalmasına
da şarkı yerine
boyuna küfür ediyor. Arif
amca kadına söyleyeceklerini
şarkıcıya söylettiriyor.
Şarkıcı bunları meşk
ederken Arif amca da yudumluyor
bardaktan keyifle.
Hüseyin ağabeyin
halası da... Öz halan değil
mi Hüseyin ağabey?”
Kalktı ayağa, diklendi
bana. Hak ettiğimden
dolayı iki üç aşağı
durmalıydım. “ Halamın
da senin de...” dedi bana.
Devamını kendim bizzat
kestim Hüseyin ağabeyin
ağzından. “Tamam, tamam,
özür dilerim sinirlen
diye söylemedim.”
Deyip hemen geri vitese
taktım. Kollarından sarıldım.
Az daha öpecektim.
İyi ki yapmadım.
“Kadının kocası
duymazlıktan geliyor.
Kadın diyor ki adam
kalksana bir şeyler yapsana!
Adam kibar yoldan
bize küfür ediyor. Kocasında
tık yok! Kadın konuştukça
televizyonun
sesini daha bir açmışmış
adam. Sonunda kadın
dayanamamış kalkmış
gitmiş karakola şikâyetçi
olmuş. Almışlar Arif amcayı
içeri. Dava görülürken
hâkim bakıyor kanunda
saz eşliğinde küfür
etmenin bir karşılığı
yok. Cezası belli değil.
“Ben” diyor “bir şey yapamam,
herkes evine” o
günden sonra ya lağıma
bir şeyler oluyor ya da
lahana yemeyi bırakıyorlar
ikisi de, bilmiyoruz
orasını ama lağım bir daha
hiç taşmıyor”
Şimdi ben bunu anlatıp
bitirince, anlattın da
ne oldu? Bakışları üzerimde
kaldı. Kimse de
gülmedi zaten. Hüseyin
ağabeyim de bana diklendiğiyle
kaldı. Çenemi tutup
yan masaya doğru
yürüyüp bir de oraya
oturdum ben de. Kendi
kendimle kalsam iyi olacaktı.
“Ya” dedi çaycı dayı
“koca Arif Ağabeyim
de gitti demek ha!” Kalktı,
yürüdü kahvenin kapı-
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 92
sına doğru. Kapının ortasında
asılı kâğıdı ters yüz
çevirdi. ““açık”“ yazan
taraf bize bakıyordu.
“Ben” dedi “ bu saatten
sonra kimseye çay
kahve veremem. Yürüyün
gidin evinize siz de. Bakın
içim kıyıldı da gidemedim
defnetmeye bile.”
Hüseyin ağabey bana
baktı ben Hüseyin ağabeye.
Bana küreği uzatırken
yüzünde beliren o ifade
ile bakıyordu yine. Anlamıştım.
Gülümseme
oturmuştu ablak suratına,
birkaç saniyesi vardı. Geliyordu
“gıg” sesi. Bende
de içten bir kıpırdanma
olmadı desem yalan söylemiş
olurum. Koltuk altımdan
biri gıdıklıyormuş
gibi bir şey hissettim, yemin
de edebilirim. Dayanamadım
bastım kahkahayı.
Beni gören Hüseyin
ağabey de “Allah seni Cemil...”
diyerek başladı
karnını tutarak gülmeye.
Çaycı dayı tuttu bizi
kolumuzdan -sanki o
da bunu bekliyormuş gibi
- kapıya doğru ittirmeye
başladı. Aslında bize biraz
ayıp da oldu ama neyse...
Kendimizi kapının
dışında bulduk. Dayı da
amma kuvvetliymiş.
Adam bize tuhaf
tuhaf bakıyor. Delirdi
bunlar herhalde der gibi.
Ya çok üzüldük ondan
nevrimiz döndü de basıyoruz
kahkahayı ya da
ipe sapa gelmez hödük
heriflerin tekiyiz ki böyle
bir günde karnımızı tuta
tuta amaçsızca gülüyoruz
kahvede.
“Dayı” dedim çaycıya
“ bir şey diyeceğim
beni bir dinle”
“Ne lan! Ne diyeceksin?
Haddini bilmez
mahluklar. Ne gülüyorsunuz
siz? Gülünecek ne
var? Niye geldiniz buraya
oğlum siz? Yürüyün gidin...”
Dedi bize.
“Beni bir dinle çaycı
dayı” dedim. Bunu söylemeliydim,
bu cümle ziyadesiyle
içimde kalmıştı.
Zaten batmıştım.
“Sus lan defolun
gidin kahvemden.” Ayağını
yere vurarak tavukları
kümesin önünden klişeler
gibi öteliyordu bizi
kahvenin kapısından. Yaramaz
oğlan çocukları bile
bizden daha gururlu davranırdı
böyle bir durumda
ama bizde o gün onur ve
haysiyet kalmamıştı. Ben
bulamadım ikimizde de o
an, bilemedim şimdi.
“Dayı” dedim tekrardan.
“ “ Ne lan! Ne
diyeceksin hödük” dedi
bana, biraz da sert konuştu.
“Emmi” dedim.
“Arif amca çok komik
adamdı Allah rahmet etsin,
ama dayıcığım... Arif
amca bu sefer güldürmedi”
Hüseyin abiye baktım
bana dilinin ucuyla
“tü!” diyordu, ama gülerek.
YÜK Ede biyat
Nasıl tutayım seni?
Ayda Majid Abadi
Çeviri: Turgut Say
Nasıl tutayım seni nefesin durduğu yerde
Rüzgâr bana karşı
Yağmur bana karşı
Güneş kurtarır mı beni battığı yerden
Çiçeklenir mi ellerin kurumuş bağlarımda?
Urumiye’nin hayaliyle çiçek açmış aşkım
Sen misin yaşamın ta kendisi?
Gözyaşlarımla bağlanırım yeşil damarlarına
Bağırır sensizlik
Hasret kalırım sana aynalarda
Adın atar göğsümde
Ve dünya seni çağırır…
Sayfa 94
Voltran’ın Işın Kılıcı
Menderes Doğan
“
Sabah bir uyandım,
bir gürültü vardı, çok
erkendi. Bir tek ben
uyanmıştım. Ses sanki yukarıdan
geliyordu. Hemen
evden çıkıp göğe doğru
baktım. Parlak bir ışık vardı
gökte. Birden ışıktan
aşağıya bir şey düştü. Bir
baktım, öyle demir gibi
parlak bir şey. Hızla üstüme
doğru geliyordu. Bizim
evin arkasına düştü. Hemen
koştum, baktım ki bu
Voltran'ın ışın kılıcı öyle
yerde yatıyor. Üstünden
dumanlar falan çıkıyor.
Hemen toprağı eştim, başka
kimse görmesin diye
onu buraya gömdüm. ”
Fırat sözlerini bitirdikten
sonra yüzümüze
öyle baktı. Bakışlarımızda
bir hayranlık belirtisi aradığına
emindim. Oysa biz,
gülmemek için kendimizi
zor tutuyorduk. Osman,
bir anlık anlamsız sessizlikten
rahatsız olmuş olmalı
ki konuşmaya başladı.
YÜK Ede biyat
Sayfa 95
“Ben de duydum gürültüyü
bizim evden oğlum,
sonra buraya geldim, Fırat
kılıcı buraya gömmüş” dedi,
bir şey gömülüymüş
süsü vermek için Fırat’ın
yaptığı besbelli o küçük
tümseği parmağıyla işaret
ederek. Fırat’ın yüzündeki
gururlu gülümseme sanki
bir kat daha artmıştı. Fırat’ın
babasının, birkaç gün
önce ön bahçeden getirip
arka bahçe dedikleri yere
döktüğü ve güzelce düzleştirdiği,
ev ile istinat duvarı
arasındaki aralıkta
oturuyorduk. Kardeşim ve
ben bu pazar sabahında
neden Fırat tarafından sürüklenircesine
buraya getirildiğimizi
nihayet anlamıştık.
Kardeşime baktım.
Onun muzır bakışlarındaki
“hadi lan yalancı” ifadesini
görünce rahatladım. Çünkü
ben de Voltran'ın ışın
kılıcının burada gömülü
olduğuna inanmıyordum.
Kaldı ki bu Fırat’ın ilk yalanı
da değildi. He-man’in
Atılgan’ına da o binmişti
geçenlerde. Yine Çakmaktaşların
arabasını o görmüştü
köydeki dayısının
evinde. Dayısı arabayı
Fred Çakmaktaş'tan den
bizzat kendisi satın almış.
Hatta dayısı ona arabayı
bile sürdürmüş. Sürmesi
de çok kolaymış. Şirinlerin
köyünün yerini de o biliyordu.
Burada yakınlarda
bir yerdeymiş ama kedilerden
ve yaramaz çocuklardan
korumak için köyün
yerini kimseye söylemiyormuş.
Ben ve kardeşim esrarengiz
sis bulutunu dağıtmayı
görev bilen iki dedektif
gibi sorguya başlamıştık.
“E biz Voltran’ı daha
bir saat önce izledik televizyonda,
dimi lan” diye
kardeşime baktım destek
için “Evet, beraber izledik”
dedi sözümün sonunu merak
bile etmeden. “Işın kılıcını
gördük Voltran'ın elinde
daha bir saat önce, buraya
nasıl düştü ki bu sabah
erkenden o zaman?”
diye sordum. “Onlar önceden
çekilmiş bölümler, o
yüzden” dedi yüzündeki o
sinir bozucu sırıtmayla.
Belli ki bu soruyu daha önceden
hesap etmişti. Osman
hemen tasdik etti
“tabii oğlum bölümler önceden
çekiliyor.” Zaten yavaş
konuşması yüzünden
sinir olduğum Osman’ın
bunu söylerken yüzünü
gözünü eğip bükmesi iyice
kafamı bozuyordu. Durmadan
Fırat’ın yalanlarına
destek vermesinden bahsetmiyorum
bile. En favori
misketini oyunda kaybetmiş
oyuncu gibi susup
baktım.
“O zaman eşelim
toprağı da göster kılıcı bize”
dedi kardeşim. “Yok,
babam kızar” dedi ve ekledi
Fırat “Babam daha yeni
düzeltti bu toprağı, şimdi
kazarsak bize kızar.” “E
azıcık eşelim toprağı sadece
kılıcın birazını görsek de
yeter” diye üsteledim.
“Yok, olmaz, babam kızar”
diye kestirip attı. Osman
hemen söze atıldı “Recep
Amca çok uğraştı burayı
düzeltmek için, bize kızar
eğer burayı bozarsak”
Kardeşimi Osman’a
alaycı bir ifadeyle bakarken
yakaladım. “Neyse boş
ver onu da niye sizden
başka kimse duymamış bu
gürültüyü? ” diye tekrar
atak yaptım. İçimden bir
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 96
ses “ya gerçekse, ya gürültü
olmuşsa biz horul horul
uyurken” diye beni taciz
ediyordu. “Bilmiyorum,
ben duydum işte.” dedi Fırat
ve Osman ekledi “Ben
de.” “Hiç çıkarmayacak mısın
onu topraktan?” diye
sorunca “Sonra çıkartırım,
belki sesi başkaları da duymuştur,
belki aramaya falan
gelirler.” dedi.
Osman, ince uzun
kavruk bir çocuktu ve zorunlu
bir münzevi olan Fırat’ın
en iyi arkadaşıydı.
Belki de hayattaki yegane
mutluluğu, Fırat’ın en iyi
arkadaşı olabilmesiydi.
Ağabeylerinin birer berduş,
babasının biraz asabi, annesinin
de büyük oğulları ve
kocası nedeniyle başının
biraz kalabalık olduğunu
mahallede bilmeyen yoktu.
Fırat’ın annesinin Osman
için “Çocuk çok zayıf, hayırsız
ağabeyleri yüzünden
bu yaşta babasıyla çalışmaya
gidiyor.” diye üzüldüğünü
kendi kulaklarımla
ben duymuştum.
Fırat, sokakta başka
çocuklarla oynamaya izinli
değildi. Sadece içinde bizim
de bulunduğumuz annesi
tarafından onaylanmış
birkaç arkadaşı bahçe kapısından
içeri girebilirdi. Ailesi
onu bizim okuldan alıp
daha iyi dedikleri başka bir
okula yazdırmıştı. Okulda
görmediğiniz ve sokakta
oynayamadığınız bu çocuk
her nasılsa hâlâ arkadaşımız
olarak kalabilmişti.
Arada sırada biz de Fırat’la
oynamaya gitsek bile onda
Osman’ın özel bir yeri olduğunu
biliyorduk. Birçok
defa evlerinin bahçesinde
beraber birkaç saat oynasak
bile evden içeri bir ya da iki
defadan fazla davet edildiğimizi
hatırlamıyorum.
Ama Osman her fırsat bulduğunda
Fırat'lara gider
bütün gün onlarda kalır,
bahçede veya evde oynarlardı.
Her daim tertipli,
düzenli, kapısı penceresi ve
duvarları özenle boyanmış
evin arkasından, önüne
gelmiştik. Sabah atıştıran
yağmurun etkisi geçmişti.
Şimdi güzel ve sıcak bir
yaz öğleden sonrası bizi
bekliyordu. Kardeşimle bizim
bahçede oynayacaktık.
Bahçedeki ağaçlardan biraz
elma, biraz dut ve çatlamışlarsa
biraz da incir toplayıp
yiyecektik. Fırat’ın evinin
ön bahçesinden aşağı kardeşimle
yürüdük. Bahçe
kapısını açıp yola çıkarken
Fırat’ın annesinin sesini
duyduk.
“Nerdeydiniz oğlum?"
“Evin arkasındaydık
anne."
“Osman, nasılsın oğlum?”
Cevap almayı beklemeden
ekledi “İçeri gelin,
öğlen yemeği yersiniz, sonra
Fırat’ın oyuncakları ile
oynarsınız, hadi annem. "
Eve döndüğümüzde,
dedemi camiye öğlen namazını
kılmak üzere gitmeye
hazırlanırken kapıda
gördüm. Kardeşim dedemin
durduğu kapının yanından
hemen eve sıvıştı.
Dedem, cebinde yolda çocuklara
dağıtmak üzere şekerler
bulunan kahverengi
ceketini yaz olmasına rağmen
giymiş, artık eskimiş
siyah meshlerinin üzerine
ayakkabısını geçirmişti. Evden
yukarı, yola doğru çı-
YÜK Ede biyat
Sayfa 97
kan merdivenlerde oturduğumu
görünce “Ne yapıyorsun
orada oğlum?”
diye seslendi. “Hiç!” dedim
asık suratla. Bastonunu
alıp bana doğru yürüdü.
“Ne oldu?” diye yarı
şaşkın yarı gülümseyerek
sordu. “Ya yok bişey dede,
Fırat’la Osman yine
yalan söylüyorlar. Voltran'ın
ışın kılıcı Fırat’ın
evinin arkasına düşmüş.
Nasıl oraya düşer? Hem
kimse görmemiş, kimse
duymamış. Toprağı azıcık
kazıp bile göstermediler.
” Dedem “Voltajın kılıcı
mı, o neymiş ki?” diye
şaşkın şaşkın sordu.
“Voltran'ın ışın kılıcı…
Hani televizyonda çizgi
filmi var ya, o işte.” Dedem
merdivenin karşısındaki
duvara bitişik sedire
oturdu. Ben hâlâ devam
ediyordum “Hadi Fırat
zaten yalancı da Osman’a
ne oluyor? O niye hep Fırat’a
inanıyor?” Dedem
yeleğinin cebinden çıkardığı
arkası trenli cep saatine
bakıp “beri bak, sana
bir şey anlatayım” diye
söze başladı.
“Hz. Musa'yı biliyorsun
değil mi?”
“Hani şu Mısır'da
Firavun’la savaşan mı?”
“Hah o işte! Bak bu
mübarek, kendisine inananları
Mısır’dan toplayıp
denizin kıyısına getirmiş.
Firavun’un ordusunun
yaklaştığını görünce
asasını denize vurup yoldaşlarına
‘çabuk gelin,
Allah suyu yarıp bize yol
açacak’ demiş. Ama deniz
daha yarılıp yol açılmadığından
herkes tereddütte
kalmış. Suya girmeseler
askerler onları öldürecek,
girseler boğulacaklar.
Kimse denize adımını
basmaya cesaret edememiş.
Pazarda, bayramı
bekleyen kurbanlık koyun
gibi öyle kalmışlar.
Sonra aralarından biri kalabalığı
yarıp kumsaldan
denize doğru yürümüş.
Adamın ayağı suya değer
değmez deniz yarılmış ve
yol açılmış. Allah'ın mucizesinin
görünmesi için bir
inançlı kalp lazımmış. ”
Sözünü bitirdikten sonra
sedirden kalkıp merdivenleri
çıkmaya başladı.
“Eee sonra? ” diye sorunca
“sonrasını da sen düşün,
lafın tamamı deliye
anlatılırmış” diyerek kestirip
attı.
Öğleden sonra bahçedeki
ağaçtan kopardığım
daha olmamış ekşi
elmayı dişlerken belki de
dedem haklıdır diye düşündüm.
Belki de gerçekten
Fırat’ın evinin arkasında
Voltran’ın ışın kılıcı
gömülüdür. Yine belki
Atılgan'a da o binmiştir.
Ve belki de Şirinlerin köyünün
yerini o biliyordur.
Dedemin dedikleri
doğruysa, Osman orada
olduğu sürece bunların
hepsinin doğru olma ihtimali
var.
Tamamını yiyemediğim
ekşi elmayı yere
atıp artık tek tük meyvesi
kalmış dut ağacına doğru
yürürken “Adiler, belki
de ışın kılıcıyla oynuyorlardır
şimdi!” diye söyleniyordum.
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 98
Bildiren Zaman
Öztekin Düzgün
Onur’a ve Yakup’a
Acele ediyorum yetişmiyor, daha hızlısı zor.
Çamaşırı hızlı serer olmuşum daha çok oturmak için,
hiç oturmuyormuş hissi peşimde kendini durmadan hatırlatıyor.
Kurulmuş zile ramak kala hizaya dizen bir alışıklık uyanıklığı,
aynadan hızlıca çıkmak üzerine kurulu. Artık
her üç ay önceki fotoğrafımda daha genç göründüğümü görüyorum.
Aklımda hep güzel fikirler, ertelenen
düzenleme ihtiyacı, sendeleme korkusu, küçük başarı büyük mutluluk
günü ve anı kotarmak için bayındır, hiç açılamayacak duygusu bağcığın…
Komşumun beşiği kafamda sallanıyor duvarlar hep alçıpan.
Bu olmadı, denendi ve olmadı, avlularda toplanalım
herkes bir oda versin avluya, ben yaparım
toplarım, katlarım katlanırım, gibi şeylerden şimdi uzağım.
Ağaç olmadan orman olma dürtüsü ve
daha da yavaşlayacağını bildiren zaman…
Daha çok görünür olmuş bir gözü kör kediler
limitimden krem sipariş ediyorum, birine sürüyorum,
dilim siyasete ve insan kabukları için mağazalara düşüyor
geneli düşünüyorum, gelene söylüyorum
bir kalp uzakta da olsa atıyorsa sesi hassas kulak için gümbürtüdür
ve aslında kurumak, diğer nesnelerin ıslaklığı kendi aralarında paylaşmasıdır.
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 99
Oturuyorum
önümde
köy evlerinden bir yüklük
döşeklerde dinlenen, eklemlerinden uzak iskelet
parmakları hayatta tutan siğil kalmış, fokurdamasın kısık güz güneşinde.
Durduk yere değil çıldırmam,
iki satır konuşayım, iki lafın belini yazayım
kimse beni görmesin, üzerime değmesin bakışlar
eşyaya sürdüğüm türlü zihin parçacıkları
demlenip pişirilip önüme küflü geliyor.
Konağım diyerek sahiplendiğim her yer kalabalık
sahnedeymişim, göçe uğradım vitrinden, kadrajlardan başım döndüğünde.
Yüksek akisli ayna bina diyorlar hatta plaza,
orda bir dil var ki serte basıyor taban
ne kadar pahalı olursa olsun ayakkabısı
yine de toprağa basarkenki rahatlığı olmayacak insanın.
Bir zaman temasla bulaşmış kir, beni yıka yazıları
daima yıkanmakla değil
daima hatırlanmakla temizlenir, söyleyeyim.
Pıhtı sorunu olmayan bir muayeneden çıkıyorum, doktorsuz
alnımda annemin eli, kokluyorum
bahçeye iniyorum.
YÜK Ede biyat
Sayfa 100
Hipnoz
Ozan Demir
B
ir çift göz... Gözlerini
kapattığında
gözünün önüne
gelen görüntü bir çift
göz. Gözlerini açtığında
gözünün önüne gelen görüntü
bir çift göz. Daha
iyi bir manzaraya daha
önce bakmadığına emin.
Hatta daha iyi bir manzara
olmadığından da emin.
Gözler... Ne kadar da yanıltıcı,
ikna edici, büyüleyici...
Hiçbir zaman derinliği
ölçülemeyen gözler,
kimi zaman ıssız bir
orman, kimi zaman engin
bir derya bir okyanus, kimi
zaman uçsuz bucaksız
gökyüzü, kimi zaman bir
dağın zirvesinden bakılan
ürpertici manzara, kimi
zaman sonsuz kızıl bir
çöl... Bütün bu sonsuzluk
içerisindeki yol gösteren
tek kılavuz, hiç şüphesiz
gözlerin sahibinin kalbi.
Varılacak yer. Sonsuzluğunu,
derinlerde bulunan
kalbe borçlu olan gözler...
Okyanus gözler, kömür
gözler, ceylan gözler...
Sonu olan ya da sonunu
görebildiği hiçbir şeyden
keyif alamamasına sebep
olan gözler, bu bir çift
göz... İçinde kaybolmaktan
korktuğu ama bir o
kadar da kalmak için arzu
duyduğu olay mahalli,
bir çift kahverengi göz.
İşte yine karşısında
o gözlerin. Zaten ne zaman
değil ki? Ama bu defa
gözleri açık. Fırsatı varken
gözlerini bile kırpmadan
dalıp gidiyor derinliği
ölçülemeyen ceylan
gözlere. Kendi gözlerinin
yanmasına, yaşarmasına
aldırış etmeden…
Ağzından tek kelime
çıkarmıyor, kulaklarıysa
hiçbir şey duymuyor.
Dili tutulmuşken nasıl
konuşabilir ki? Ya da
konuşuyor ama kulakları
onu duymayacak kadar
sağır veya meşgul. Hem
okyanusun diplerinde,
uzay boşluğunda, sonsuz
bir çölde, yüksek bir dağın
zirvesinde ya da balta
girmemiş bir ormanın derinliklerinde
ses mi olur
da bu gözlerin içinde kulaklarına
ihtiyaç duysun?
Yine de ne çok şey anlatıyor
bu sessizlik? Daha
önce hiç hissetmediği
duygularına tercüman
oluyor adeta. En son ne
zaman böylesine nefes
kesen bir manzarayla karşı
karşıya kalmıştı da derin
bir soluk almak zorunda
hissetmiş ve sonrasında
o soluğu verirken
sesi titremişti? Kendisini
en son ne zaman zincirlerinden
kurtulmuş hissetmişti?
En son ne zaman
nefsinin doyumsuzluğuna
çare bulamamıştı? Daha
önce âşık olduğunu
gerçekten hissetmiş miy-
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 101
di? Sessizlik, bütün bu
sorulara cevap verecek
kadar çok gevezelik ediyor.
İşte öyle bir manzara
bu bir çift göz. Ölü bir
ruha can veren, kör kalbe
ışık tutan, dilsiz sessizliğe
söz hakkı veren
çelişkiler diyarı.
Bu ceylan gözlerin
karşısında kim farklı
duygular hissedebilir ki?
Tabii ki kendisi de önceki
mağdurların yaşadıklarını
yaşıyor. Ama etrafta
kimsecikler yok.
Belki de bu gözlerin ilk
ve tek mağduruydu kendisi.
Evet evet, tam olarak
öyle. Kendisinden
önce bu gözlere dalmayı
başaran olmamış. Etrafta
bakir toprakların tek sakini
olarak dolanıyor ve
bu bilinmezlik diyarının
kâşifi olmaktan mutluluk
duyuyor. İşte yalnızlık
şimdi bir anlam ifade
ediyor. Bir çift gözün içine
dalıp orada esir olmak,
oradan sonsuza kadar
çıkamayacak olmak,
ismi Özgür olan birine
nedense hiç kötü gelmiyor
ve kendisi de bu duruma
şaşkınlıkla bakıyor.
Öyle ya içinde bulunduğu
bu dünya bir
çelişkiler diyarı ne de olsa.
İşte şimdi karşı
karşıya. Yoksa rüyada
mı? Uyansa mı? Ya kaybederse
uyandığında?
Uyanmamayı tercih edip
o gözlere büyülenmişçesine
bakmaya devam etmek
en akıllıca seçenek.
Ne zamana kadar bakacak
böyle? Belki de bütün
sırları keşfedene kadar
sürecek bu durum.
Rehberi gözlerin sahibi,
yol arkadaşıysa sessizlik.
Yol boyunca hiç susmayan
sessizlik. Meğer anlatacak
ne çok şeyi varmış
da hep susmuş. Peki
ama bunca zaman neden
susmuş? Belki de saçmalamaktan
başka bir şey
bilmeyen dilin yanında
konuşmayı kendisine
saygısızlık olarak görüyordu
hep. Ama şimdi
dil susmuş, kelimeler
anlamını yitirmişti işte.
Konuşmanın tam sırası.
Artık vaktiydi sessizliğin
dile gelmesinin.
Gözlerin derinliklerine
doğru inerken
fark ettiği bir şey var ki
o da kelimelerin olduğu
yerde aşkın barınamayacağı.
Kelimelere yalan
karışabilir. Böyle bir ihtimal
bile aşkın varlığına
bir tehdit. Sessizlikte ise
riya olmasına imkân
yok. İşte bu manzara
karşısında kapısını açıp
onu içeri davet eden ilk
sır bu. Bu sır, sessizliğin
dile gelip aşkı anlatması
ve gönülleri birbirine
bağlayan köprüyü inşa
etmesi. Kim bilir daha
ne sırlar saklı bu yakıcı
gözlerin ardındaki sonsuz
hazinede? Hepsini
keşfetmesi mümkün
mü? Değil elbet. Aşkın
sonsuzluğunun sırrı...
Gözlerini açıyor.
Rüyadan uyanıyor. Hala
karşısında o bir çift
göz... Elini uzattığında
dokunamıyor gözlerin
sahibine. Belli ki orada
değil. Hayır hayır orada
YÜK Ede biyat
Sayfa 102
işte. Ve yine dalıyor o
ceylan gözlere. Biraz
eğik, hüzünlü bakan,
kahverengi gözler… Orada
işte ve seyredilmeyi
bekleyen bir manzara gibi
apaçık duruyor bütün
güzelliğiyle.
Kaybolmaya öyle
alışmış ki baktıkça sarhoşluğu
daha da artıyor,
alkol almadığı halde sarhoşluğun
ne demek olduğunu
anlıyor, bundan tuhaf
bir mutluluk duyuyor.
Bu duruma öyle alışmış
ki karşısında kimsenin
olmayışı, onda en
ufak bir rahatsızlığa bile
sebep olmuyor. O görüyor
ya, gerisinin ne olabilir?
Sessizlik yine başlıyor
gevezelik etmeye.
Hiçbir şey duymak istemeyen
kulakları yine de
dikkat kesiliyor. Bütün
bunlar olup biterken gözlerini
hala kırpmadan
bakmaya devam ediyor.
Karşısında gördüğü bir
çift göz ama onun hissettiği
koca bir dünyada yalnızlık.
Bir de yol arkadaşı
sessizlik… Bazen kendisini
çölde su arayan bir deve,
bazen okyanustaki savunmasız
ufak bir balık,
bazen de uzayda yolunu
kaybedip büyük bir gezegenin
peşine takılmış bir
göktaşı gibi hissediyor.
Kıyamet kopsa farkında
olmaz. Hiçbir şey hissetmiyor,
hiçbir şey duymuyor.
Yalnızca sessizlik ve
sonsuz derinlikli baş döndüren
bir çift göz… Düşünme
yetisini kaybetmiş
ve sarhoşluğun zirvesinde
tüm vücudu uyuşmuş.
Neyse ki gözleri hala görüyor.
Bu büyüleyici
manzara gerçek mi, hayal
mi yoksa rüya mı? Hiçbir
şeyin farkında değil. Farkında
olduğu tek bir şey
var ki bu ceylan gözlerin
içinde yolunu şaşırmış bir
gezgin gibi kaybolduğu
gerçeği. Oradan çıkmayı
istemiyor fakat istese de
çıkamaz.
Bir çift göz. Nereye
baksa o hüzünlü, biraz
eğik kahverengi gözler…
Hatta göz kapaklarının
içinde bile onlar. Hapsolduğu
dünyayı hapsetmiş
göz kapaklarının ardına.
Şimdi ikisi de özgür değil.
Gözlerinin önünde
aynı gözler, gözlerinin
ardında aynı gözler… Yolunu
bulmaya çalışırken
kılavuzu gönül, yol arkadaşı
sessizlik. Sonu olmayan
derinliğin içinde yaşanacak
ve son bulacak
bir ömür. Hiçbir şeyin
farkında olmadan esrarengiz
manzaraya bakan
bir çift göz. Dalgın, efsunlu,
şaşkın ve de huzurlu…
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 103
Makyör
Tan Doğan
huzûru yitik bir kokudur gün
gece’yi kendi hâline bırakın
evi için dövüşür mü böcekler
rüzgârı aslâ dinmez sızının
hesap-kitap işiymiş meğer ki zaman
epeski bir zehri taşıyor hayat
dil içeri ıslık dışarı diyor en ağır ağız
mâsûmun mutluluğu mutlak yaralı
ayışığında dünya kadar gölge gam
aşk sarhoşu can kana dek
âh siyâh olmuş göğün ebemkuşağı
huzûru yitik bir kokudur dün
gece’yi kendi derdiyle bırakın
sevi için öpüşür mü çiçekler
yağmuru aslâ dinmez acının
her kapıya bir kilit ve yaslı anahtar
pasını yalamayan zemin nerde
aksi yüzlü güneşler yıldızlardan çok
annesini özlüyor tâlihsiz tarih
öldürülen babaların tutar mı âhı
loş sığınaklarda ölmüş örümcekler leş
yâni kalleş her çağda kalleş
vahşi hayvanların işleri sivri
dar vakitte parmağını kaldıran bir çocuk var
sesini kaybetmiş söz şi’r olsa dahi ham
YÜK Ede biyat
Sayfa 104
umutsuzluk doğum öncesine dayanır
tohum denli kök de âciz mi âciz
dil olmasa tükürük de olmazdı
gözlerini yumuyor her zavallı melek
ömürlerden süzülen kanatsız kuş kuru yaş
yarım kalmış sözcükler çöplüğünde gül kül
bir it dudağında ruj bir at kirpiğinde rimel
allı turna allık sürse ne gam
elimi-yüzümü yıkadığım su sert
kamburum sırtımdan hiç kaybolmadı
uçaradım koşar adım göğe küs
uğursuzluk doğum öncesine dayanır
sıkılan limondan damlayan küf
küfrettiğim her ân yağ gibi kaydı
uçurumdan uçuruma atlar oğlağım
otum kaçtı mı düştü mü düşten eyvâh
uykusu olmayanın kâbûsu kusmaz
ılık dedim sıcak dedim soğuk dedim boşluğa
yokluğuna titrer-terler ten
gümüş sapını kırmış ikiyüzlü bıçak
kesilip biçiliyor öksüz-yetim can
kim çözüldü ise tehlikesi kendine
yâni en dip yalnızlık kâdim kaderdir
zırh da zar kadar ince zannımca
sevişenin maskesi çıplaklığına düşsün
ket vuruyor küt ruhlu kart şeytan bana
ne kadar tanrı varsa seyretsin
Yıl 1 Sayı 2
Sayfa 105
Ansız
Esra Özkaya
Kendimden ve bu yazıda
bahsi geçmeyecek kuşlardan,
bahardan, tenimde gezinen
yaz esintisinden, artık bakmaya
niyetlenmediğim altını
çizdiğim dizelerden, teselli bulduğumuz
sarılmalardan, ikna
edici bakışlardan, umutla ektiğim
o tohumdan özür dileyerek
başlıyorum.
Bitmeyen ve de asla bitmeyecek
olan işler arasında şekerini
terk ettiğim kahvemi
alıp… Bu sert kapanmış kapıların
son hamlesiyle içeriye doluşan
havayı nasıl bir panik ve
atakla ciğerimize hapsettiğimizi
bilirsiniz. Sesi çatallanan kırgınlıklarınız
yok mu sizin? Hani
şifalandırması olmayan o
anlar. O kapıyı açan çilingir
veyahut kişisel gelişim cümleleri…
Çürüyen, çoraklaşan bir
şey bu. Tamamen delirebilmeyi
başarabilenlere ya da hakikate
varabilene ne mutlu. Ben ikisi
de olamadım. Yarı delirenler
nelere/kimlere tutunuyoruz bu
anlarda? Elini o kapı koluna
dolayan sebebi ne? Attığı adımda
bulduğu gücü neye borçlu?
Ne yöne yürüyeceğinin planı/
umudu? Kalma rehavetini söken
ne?
Adım Ali. Üç harf. Yirmi
üç köşe. Tahmin edersiniz ki
rakamlarla aram iyi. Aslında
matematiğim kötü. Benimkisi
sadece saymak. Beklerken alıştım
sanırım buna. Annemin
hastaneden eve geleceği günü,
otobüsle eve geçerken zamanı,
sınav günlerini, maaş saatini,
benden uzaklaşırken attığın
adımları…Dahası da var.
Yaşam… Senden kendimizi
çektiğimizde bize kalan
kendimiz ne kadar? Otogarları,
koşulan asfaltları, bir yana bırak.
Veda dediğine her yerde
rastlamak olası. Şimdi birlikte
sayalım. Elbette yelkovana
ulaşmak altmış etmiyor bazı
rastlantılarda. Mesela ilk göğsünü
zorladığın o anı düşün.
Mesela otuz beşindesin. Mesela
saat on ikiyi yakalayınca pabucunu
düşüren bir masala sürüklenmiyorsun.
Mesela perileri
tokatlarsın belki görsen. Sonrası
ikiye bölünmek. Önce ve
sonra.
Ey en güzel öğrenci. Artık
defterler boş, müziğin sesi
kapalı, sallanmıyor gemilerin
ardından el. Gecelerini bölmüş
kapital düzen. Artık gündüz
yakıyorsun ağıtlarını. Kendi
sesini bastırmakta zorlanıyorsun.
Nasıl da çoktun aslında.
Şimdi toplanmakla bitmeyen
bir ev düzensizliği gibi. Üstelik
bu ıssızlıkta.
Devamlı tozu alınan bir
anı gibi karşımdasın. Bir şeyler
devamlı akıp gidecek; özür dilediğim
hiçbir kuş, bahar, meltem
alınmayacak dediklerime.
Sen yine de uzamaya devam et
zeytin ağacım. Kuşlar taşırken
eksin meyvelerini. Edip’in karanfili
gibi elden ele dolaşan.
Fakat yurtsuz. Ne de olsa aylağız,
böylesi daha güvenli. Ne
diyordum?
Artık bir mezar taşına
sevincini döken birinin dalgınlığıyla
yazıyorum. Dağınıklığım
ondan.
Her gün başa saran bir
sanrı gibi. Sen ne çok ve büyüksün
‘’bir’’. Başımı döndürüyor
bu sınırsız olasılıklar. Takılıp
kalıyorum diriliğine. Her şey
bir göz kırpması gibi. Keskin.
Bazı şeylerin izahı yok. Bazı
şeylerin tesellisi yok. Bazı şeylerin
telafisi yok. Konuşmayı
deniyorum. Başlayabilmeyi.
Her şey ne kadar uluorta ve
yarım kalıyor. Affınıza sığınmıyorum,
bir yerlere sığamıyorum.
Saymıyorum.
YÜK Ede biyat
“Erik Sepeti” öyküsü
Öyküye girişte fazla
detaycı olmak, riskin
ötesinde öykünün bütününe
hâkim olmayı
zorlaştırıyor. Özellikle
bazı detayların diğer
cümleler için bir ipucu
ya da açıklayıcı olmaması
öyküye hacim
katmanın ötesine gidemiyor.
Anlatıcının araya
girip didaktik cümleler
söylemesi ve sonrasında
yeniden ana
vakaya dönmesi kurguyu
sekteye uğratıyor.
Anlatıcıyı seçerken buna
dikkat etmelisiniz,
zira anlatıcı ve bakış
açısı söylemek istediklerinize
göre değişiyor.
Özellikle mesaj kaygısının
neden olduğu kopukluk,
anlatıcıyı da etkiliyor.
Öyküde ana vaka
ile alakasız kişi ya da
kişilerin olması
(öyküdeki karpuzcu buna
örnek) hacimsel kaygı
gibi görünüyor. Her şeye
rağmen fena gitmeyen
bir öykü aceleyle sona
erince okurun kafasında
“Ne anlatıyor?” sorusu
dolanıyor. Bütün
bunların dışında öykü
dili yormuyor. İyi bir
konunun f inali daha da
iyi olabilirdi. Öyküyü bütünsel
olarak değerlendirmeli,
fazlalıkları atmakta
tereddüt etmemelisiniz.
“Bant” şiiri
Şiir türünün en nankör
yanı, etkili bir giriş olmadığında
gerisine önyargı
besletmesidir. İlk
mısrada soruya cevap
veriliyor izlenimi var
ki bu da meydan okumaktan
ziyade kavga
ediyor hissi veriyor.
Oysa şiir, biraz da
meydan okumaktır. Şiirin
diğer bölümlerinde
de bu meydan okumayı
göremedim. Daha önce
çokça zikredilmiş bazı
sosyal meseleleri farklı
imgelerle dile getirmişsiniz.
Burada
“imge”ye de ayrıca parantez
açmak gerekiyor
çünkü zorlama bir
imge dünyası yaratma
çabanız şiirin müzikalitesine
ve anlaşılırlığına
zarar vermiş. Şiirin
kendini inşa etmesine
izin vermelisiniz.
Kelime seçimlerinizde
standardınız yok, müzikal
değeri yüksek kelimeler
olduğu gibi şiirin
içinde niye olduğunu
çok anlamadığım keli-
Emrah Kurul—Ömer Kaya
meler de var (sim kart
gibi). Dil meselesi üzerine
eğildiğinizde şairliğinizin
keyf ini çıkaracağımızı
ümit ediyorum.
“Küçürek Öyküler”
Zannederim, küçürek
öykü yazmanın bildiğimiz
formatta öykülere
oranla daha hassas
çizgileri var. Söz konusu
yedi öykü, hacim
olarak iddialı görünüyor
ancak yoğunluk bakımından
aynı iddiayı
sürdürdüğünü söyleyemeyiz.
Bazı cümleler
yorumlanabilir ölçekte
hediyeler sunabilse de
günlük hayatta bile artık
kullanmayı tercih
etmediğimiz klişe ifadelere
boğulmuş görünüyor.
Ayrıca öykülere
serpiştirilen mizah da
yeterince iyi durmuyor.
Hatta bir adım ileri,
vazgeçilmesi gereken
ilk tavır olarak kendini
ele veriyor. Bununla
birlikte başlıklar f ikir
oluşturmada, bunları
daha iyi biçimde sözcüklere
dökmede sizi
yeniden masa başına
çağırıyor.
“Haberci” Öyküsü
Öykünün en başarılı yönü,
detayları aktarabilme
kabiliyeti. Zaman
zaman işlevselliği olmasa
da kullanımını
değerli bulabileceğimiz
bu kabiliyetin hem öykünün
tamamına hakim
olması hem de önemli
bir amaca hizmet edememesi,
deyim yerindeyse,
öyküyü laf kalabalığına
boğmuş. Pek
çok okuru daha ilk iki
sayfada vazgeçirebilecek
bu tercih, yeterli
sabrı gösteren okura
yalnızca duygusal bir
f inal sunmakla yetinmemeli.
Eğer öykü bu
kadar hacimli olmayı
tercih ediyorsa bir şeyler
anlattığını veya yorumlanabilirliğini
gösterebilmeli.
Zira bir
hareketler ve görüntüler
silsilesinin gerçekçi
aktarımı, öyküyü tek
başına sırtlayamaz.
Temiz diyebileceğimiz
bir dili olan ve detaycılığı
doğru kullanma
sinyalleri veren bu öykünün,
sizi biraz daha
yaratıcı çabaya çağırdığını
düşünebiliriz.
Emrah Kurul—Ömer Kaya
Saygı ve özlemle…
1881-
Fatma Yıldırım