15.11.2021 Views

YukEdebiyatKasımAralık2021

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Kasm-Aralık 2021 - Yıl 1 Sayı 2

Emrah Kurul

Atölyeleri yazdı.

Bu yük hepimizin!

Adnan Gerger Oğuz

Atay’ı yazdı.

Başyazı: “Kadınlarımız”

Huban Seda Aras yazdı.

İki Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi

“Cibali’deki kiralık evimizde babamın çalışma odasına giden koridorda,

ciğerci dükkânının önünde yalanan kediler gibi koca Orhan

Kemal’in kapısına bakıyordum. ”

Işık Öğütçü

“Bu çalışmanın amacı, son dönem öykü birikimimiz

üzerine eleştirel bakış geliştirirken mümkünse yazarokur

birlikteliğinde katkılar sunmaya çalışmaktı.”

Ömer Kaya

“Yük Edebiyat’ın ikinci sayısından itibaren tefrika

geleneğini sürdürmek, Türk edebiyatına

aciz bir katkı sunmak amacıyla ‘Kilim’i

yayınlamaya başlıyoruz. Cümle geçmiş

ustalara saygıyla ve

haddimiz olmayarak.”

Uğur Demircan

Adnan Gerger—Ayla Burçin Kahraman—Deniz Longa—Deniz Saatkaya Eldam—

Emrah Kurul—Ercan y Yılmaz—Esra Özkaya—Huban Seda Aras—Hüseyin

Kılıç—Işık Öğütçü—Menderes Doğan—Mesut Barış Övün—Nurhan Suerdem—

Osman Usta—Ozan Çetin—Ozan Demir—Ömer Kaya—Öztekin Düzgün—Rabia

Uğurlu—Tan Doğan—Turgay Yıldırım—Turgut Say—Uğur Demircan


Sayfa 2

Bu Sayıda Neler Var?

KÜNYE

Yayın Yönetmeni:

Emrah KURUL

Yayın Kurulu:

Emrah KURUL

twitter.com/kurul_emrah

Uğur DEMİRCAN

twitter.com/ugurdemircan_tw

Turgay YILDIRIM

twitter.com/turgay_yldrmm

Hüseyin KILIÇ

twitter.com/hikayeparcasi

Ömer KAYA

twitter.com/kyby04

Huban Seda ARAS

twitter.com/hubansedaaras

Rabia UĞURLU

twitter.com/RabiaUgurlu444

Kapak/Mizanpaj:

Uğur DEMİRCAN

ugurdemircan.blogspot.com

Kapak ve İç Fotoğraflar:

Aydın Akburak

instagram.com/aydin.akburak

Arka Kapak Resmi:

Fatma Yıldırım

instagram.com/fatimbow

Desenler:

Feyza Ayten

İletişim:

yukedebiyat@gmail.com

twitter.com/yukedebiyat

instagram.com/yukedebiyatdergisi

yukedebiyat.wordpress.com

Dergiye gönderilen yazılar Yayın Kurulu

onayından sonra takip eden üç sayı

içinde yayımlanabilir. Yayımlanmayacak

yazılar hakkında geri bildirim yapılmaz.

Yayımlanan her türlü eserin içeriğinden

yazarın kendisi sorumludur.

03—Başyazı, Kadınlarımız, Huban Seda Aras

04—Anı, Çikolatadan Aydınlığa, Işık Öğütçü

07—Öykü, Anne Adayı On Bir Kadın, Nurhan Suerdem

11—Öykü, Annen Sana Nasıl Seslenirdi, Deniz Saatkaya Eldam

16—Şiir, Kırmızı, çok kırmızılar varken, Ercan y Yılmaz

18—Öykü, Tuhaf Bir Hikâye, Ayla Burçin Kahraman

24—Şiir, Sabaha Karşı İzmir’de, Mesut Barış Övün

25—Şiir, En Çok Gri, Emrah Kurul

26—Eleştiri, Oğuz Atay’ı Oğuz Atay’ca Anlayabilmek, Adnan Gerger

32—Deneme, Edebiyatımızda Birkaç Mesele, Emrah Kurul

36—Sunuş, Tefrika Yayıncılık, Uğur Demircan

37—Tefrika Roman, Kilim—Tefrika No:1, Uğur Demircan

42—Öykü, Hatşepsut, Rabia Uğurlu

48—Öykü, Huzur Hakkı, Hüseyin Kılıç

58—Tanıtım, Üç Kitap, Ozan Çetin

62—İnceleme, “Apartman Kâmil” Üzerine, Ömer Kaya

66—Öykü, Adam İsmail, Huban Seda Aras

78—Öykü, Tepetaklak, Turgay Yıldırım

84—Şiir, Havariye Sır Verme, Osman Usta

85—Öykü, Bu Sefer Güldürmedi, Deniz Longa

93—Şiir, Nasıl Tutayım Seni, Ayda Majid Abadi, Çeviri: Turgut Say

94—Öykü, Voltran’ın Işın Kılıcı, Menderes Doğan

98—Şiir, Bildiren Zaman, Öztekin Düzgün

100—Öykü, Hipnoz, Ozan Demir

103— Şiir, Makyör, Tan Doğan

105—Öykü, Ansız, Esra Özkaya

106— Yük’lem, Emrah Kurul, Ömer Kaya

108—

YÜK Ede biyat


Sayfa 3

Kadınlarımız

K

adınlarımız.

Hep arka

planda oldukları

varsayılan,

öne çıktıklarında

ise değişen devirlerin

öncüsü kadınlarımız.

Hayatın

her alanında olduğu

gibi sanatta da varlar.

Ayak izlerine, gezdiğimiz

her yerde rastlayabiliriz.

Kimi zaman “ A t e ş t e n

Gömlek” giyip ülkenin zor gününde

öncülüğüyle önümüze

ç ı k a r , k i m i z a m a n s a

“Muhaderat” ile kadın problemlerine

el atarlar. Ne yazarlarsa

yazsınlar hep “Vatanım

İçin” derler.

Aşk için aşk ile de yazarlar.

“Hicran Gecesi”nde evlatlık

olup aşka düşer, “Aşk

Budur” der; karşılıksız aşkı

ruh haline dönüştürürler.

Leylâ’dan geçip de Mevlâ’yı

buldurur kahramanlarına çoğu

zaman, kadınlarımız. Bazen

Doğu-Batı sorunsalına el atar,

“Batmayan Gün” ile devam

ettirirler eserlerini.

Kimi zaman kaçmak gerekir.

Yaşadığımız ortamlardan,

hayattan. Bunu da

“Yaşayan Ölü” ile verir okurlara

kadın yazarlar. Tarihe, sosyal

konulara önem verirler. Titizlikle,

ince görüşleriyle, yaşadığımız

şu günlere inat farklı

bir dönem yansıtırlar bizlere.

Kadınlıklarından olsa

gerek inanmak isterler hayallerindekine

ve bu yüzden ellerinin

değdiği her yer güzelleşir.

Gerçekçilik yakalarına yapışsa

bile hayat onları savursa bile

“Fosforlu Cevriye” ve niceleriyle

gerçekçi kurguda, kadın

bakış açısını yansıtırlar bize.

Amaçları gölge olmak değil,

kimlik kazanmaktır aslında.

Ben varım, buradayım diye bağırmak

yerine ürettikleriyle

kimliklerini kazanırlar.

“Şafak” der başka bir

kadın yazarımız. Toplum ve

gerçekçilik temasında anlatır,

örgütsel olayları. İç sesler, çatışmalar,

geçmişe dönüşler havada

uçuşur. Çünkü kurgu adı

altında kendilerinden parçalar

yansıtır yazarlarımız. “Korsan

Çıkmazı” tam da bu yönde bir

eser olur. İç diyaloglar, yazarın

kendi iç yalnızlığını anlatır.

Kadınlarımız zor hayatlar

yaşar. Her biri farklı dünyalardan

gelip ortak paydada buluşma

çabası verirken bazıları

dayanamaz zorluklara. Psikolojik

sorunları baş gösterir. Bu

da farklı özgün eserlerin ortaya

çıkmasını sağlar. Bunun en

iyi örneklerinden biri de

“Çocukluğun Soğuk Geceleri”dir.

“Yaz Düşleri Düş Kışları”

ile düşlerinin peşine düşenler

de vardır tabi. Hayatın bir

amacı da düşleri gerçekleştirmek

değil mi zaten?

Ve son olarak “Bir Dinozorun

Anıları” ve “Bir Dinozorun

Gezileri” ile kendi hayatını,

bakış açısını, düşüncelerini,

anılarını içtenlikle anlatır büyük

bir ustamız.

Adını, eserlerini anmadığım

yaşayan, yaşamayan birçok

kadın yazarımız var edebiyata

damgasını vuran. Sadece

evlerinde oturmayıp gördüklerini,

göreceklerimize katıp anlatan.

Bu kadın yazarlarımızı

dünyaya tanıtmakta zorlanmış

olsak bile bizlerin okumuş/

okuyor/okuyacak olmamız

büyük bir şans. Sadece evlerinde

oturmayıp hayata katılan

tüm kadınlara selam olsun.

Edebiyatla –iyi edebiyatla-

kalın.

Huban Seda Aras

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 4

Çikolatadan Aydınlığa

Işık Öğütçü

İ

nsanın belleğinde

yer etmiş güzel

anılar vardır. Zaman

zaman bunları

düşünür, geçmişe döner

ve yitirdiklerinizi

anımsarsınız. Benim

de böyle anılarım içinde

kuşların getirdiği

çikolata var.

Hatırlıyorum o

yıllarda herhalde beş

altı yaşlarındaydım.

Tadını bildiğim fakat

daima yeme fırsatı bulamadığım,

genellikle

bayramdan bayrama

kavuştuğum çikolatayı

o gün yemeyi arzu

ediyordum. Cibali’deki

kiralık evimizde babamın

çalışma odasına

giden koridorda,

ciğerci dükkânının

önünde yalanan kediler

gibi koca Orhan

Kemal’in kapısına bakıyordum.

Çok aşina olduğum

bir sesi duymak

için bekliyordum. Ses

gelmedikçe sabırsızlanıyor,

babamın beni

unutmuş olduğuna

ihtimal veriyordum.

Çocukluk bencilliği

işte, sadece kendimi


Sayfa 5

düşünüyordum.

Oysa babam, inancı

uğruna ezilenlerin

zabıt kâtibi olarak

sessizlerin seslerini

duyurmak

adına, onların daha

iyi yaşam sürmeleri

uğruna bedeller

ödeyerek,

engeller aşarak

mücadelesini yazarak

sürdürüyordu.

Alnının teriyle,

kursağına hakkı

olmayan bir tek

kuruş dahi girmeden

kazandığını

daha iyi bir yaşam

için harcamıyordu.

Ama bunları

gelin de bana anlatın.

Çikolatayı özlüyor,

koşullar ne

olursa olsun onu

yemek istiyordum.

Ve sonunda babamdan

duymak

istediğim ses,

“Oğlum, gel bak

kuş sana ne getirdi?”

O kuşun ne

getirdiğini daha

önceden çok iyi biliyordum.

Yıldırım

hızıyla odasına

girmemle, divanını

örten siyah Siirt

battaniyesi üzerinde

duran çikolatalı

gofreti elime almam

bir anda

olurdu. Heyecanla,

nefes nefese

kâğıdı güzelce

açar, sanki elimden

onu alacaklarmış

gibi büyük bir

hazla, tadını çıkara

çıkara ama bu

mutluluğun çok

kısa süreceğini bilerek,

gözlerim yumuk

yumuk yerdim.

Çabuk bittiğine

kızar, neden bir

kamyon dolusu yiyemediğime

hayıflanır,

parlak kâğıdına

bulaşmış, erimiş

çikolatasını da

bir güzel yalardım.

Ağzım, burnum

çikolata içinde kalırdı.

Ç i k o l a t a y ı

doya doya yaşarken

Orhan Kemal’in

beni izlediğini

bilmezdim.

Duygularımın nasıl

dalgalandığını,

yazar önsezisi ile

bütün çocukların

bu durumda neler

hissedebileceklerini

düşünüyordu

sanırım.

Yıllar sonra

bir çocuğun çikolata

hasretini, yazdığı

“Çikolata” öyküsünde

ölümsüz

kıldığına tanıklık

ediyordum, “ Kırmızı

kâğıtlı ellilik

bir çikolatayla çıktılar

dükkândan,

önce kırmızı kâğıdı

yırtılıp atıldı,

sonra gümüş kağıt.

Daha sonra da

bölüşüldü, başlandı

yenmeye. Çok

mu tatlıydı acaba?

Tam gidecekti,

kaldırım, kaldırımın

dibi, kaldırımın

dibinde kırmızı

kırmızı yanan

yırtık çikolata

kâğıtları, ufacık bir

toptu buruşuk gümüş

kâğıt. Çevresine

kuşkuyla baktı.

Görülüp aç gözlü,

arsız denmesinden

korkuyordu.

Çikolatayı

doya doya

yaşarken

Orhan

Kemal’in

beni

izlediğini

bilmezdim.

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 6

Eğildi, gümüş kâğıdın

buruşuk topunu

aldı. Topmuş gibi, buruşuk

kâğıdı havaya

attı tuttu attı tuttu.

Atıp tutarak bir sokak,

bir sokak daha,

daha sonra daha bir

başka sokak. Kimsenin

olmadığı bir anda

gümüşten topu açtı,

çikolata bulaşıklarını

yaladı, yaladı…”

Bugün de pek

çok konuda hasret çeken

çocukların olduğunu

biliyorum.

Unutulmasın ki sabırla

lamba tutarak gölgede

kalmayı tercih

edenler, aydınlık Türkiye’nin

bu hasretliklerini

bitirecek, böylece

yazarlar da çikolataya

hasret çocukların

değil, bilimde, sanatta

başarıya ulaşmış

gençlerin hikayelerini

yazacaklar. Orhan

Kemal güzel

günler için şunu

s ö y l e m i ş t i r ,

“Dünyaya baksınlar,

masmavi gökyüzü,

yaprak yüklü

ağaçlar, çocukların

gözlerinde

umut, güneşin sıcaklığı...

Her şey

insanı mutlu kılmak

için ellerinden

geldiği kadar çaba

gösteriyor. Bütün

suç düzensiz toplumda...

Düzensiz

toplumu, düzenli

toplum haline getirmek

için çaba

harcamak, herhalde

ölmekten çok daha

insanca.”

Kara günün kararıp

unutmamak

gitmeyeceğini

Umut insanda…

Eylül 2021

lazım.

YÜK Ede biyat


Sayfa 7

Anne Adayı On Bir Kadın

Nurhan Suerdem

1

Yataktan kalkar kalmaz

banyoya gitti. Çişini temiz

kaba yaparken gülümsüyordu.

Bir gün

önce eczaneden aldığı

testi paketinden çıkarttı.

Elini okşar gibi üstünde

gezdirdi. Emici ucu çişe

batırdı, iyice ıslandığına

emin olduktan sonra kapağı

kapatıp usulcacık

cam rafın üzerine koydu.

Beklerken hadi inşallah,

diye söylendi.

Çizgi kalınlaştığında yaşasın

Ali’ye kardeş geliyor;

akşama kutlarız, dedi.

2

Yataktan kalkar kalkmaz

banyoya gitti. Çişini

temiz kaba yaparken

heyecanlıydı. Bir gün

önce eczaneden aldığı

testi güç bela paketinden

çıkarttı. Elleri titriyordu.

Emici ucu çişe

batırdı, iyice ıslandıktan

sonra kapağı kapatıp

granit tezgâha koydu.

Beklemeye başladı.

Kontrol panelinde renk

pembeye döndüğünde

kalbi küt küt atıyordu.

Çizgi belirirken gözleri

parladı. Harika… Hamileydi.

O da çok sevinecek,

diye düşündü.

3

Yataktan kalkar kalmaz

banyoya gitti. Çişini temiz

kaba yaptı. Bir gün

önce eczaneden aldığı

testi paketinden sakince

çıkardı. Emici ucu çişe

batırdı, iyice ıslandıktan

sonra kapağı kapatıp lavabonun

yanındaki beyaz

dolaba koydu. Beklemeye

başladı. Kontrol

panelinde renk pembeye

döndü, bir çizgi belirdi.

Hamileydi. Böyle olacağını

biliyordum zaten,

dedi. Ona da haber versem

mi acaba, diye düşündü.

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 8

4

Yataktan kalkar kalmaz

banyoya gitti. Çişini temiz

kaba yaparken

gözleri sulandı. Bir gün

önce eczaneden aldığı

testi elleri titreyerek

yırttı. Allahım, nasıl bir

adaletin var, bir taraftan

alıyorsun bir taraftan

veriyorsun… Emici

ucu çişe batırdı, iyice

ıslandıktan sonra kapağı

kapatıp tezgâha koydu.

Bekledi. Yatalak

onca insan varken onu

almak niye? Kontrol

penceresindeki çizgi

kalınlaştı. Sevineyim

mi, üzüleyim mi, bilmiyorum

diye mırıldandı.

5

Yataktan kalkar kalmaz

banyoya gitti. Çişini temiz

kaba yaparken çocuk

isteyip istemediğimden

emin değilim,

diye düşündü. Bu evliliğin

sürüp sürmeyeceğinden

de. Bir gün önce

eczaneden aldığı testi

isteksizce yırttı. Emici

ucu çişe batırdı, iyice

ıslandıktan sonra kapağı

kapatıp kutunun üstüne

koydu. Bekledi.

Yok yok, en iyisi aldırmak…

Kontrol paneli

pembeye dönmüş, belli

belirsiz bir çizgi oluşmuştu.

Hadi bakalım,

her şey gibi bu da belirsiz!

6

Yataktan kalkar kalmaz

banyoya gitti. Çişini temiz

kaba yaptı. Bir gün

önce eczaneden aldığı

testi özenle yırttı. Emici

ucu, ne yapalım inceldiği

yerden kopar,

diyerek çişe batırdı. İyice

ıslandıktan sonra kapağı

kapatıp mermer

tezgâha koydu. Bekledi.

Anne olmak istiyorum.

Bu kadar! Kontrol

panelindeki kalın çizgiyi

görünce yüreği hopladı.

Görür o, dört ay

söylemem olur biter.

Kıyamet nasıl kopuyormuş,

anlar o zaman!

YÜK Ede biyat


Sayfa 9

7

Yataktan kalkar kalmaz

banyoya gitti. Çişini temiz

kaba yaparken Allahım

hadi bu sefer dualarımı

kabul et, diye yalvardı.

Bir gün önce eczaneden

aldığı testi aceleyle

yırttı. Emici ucu çişe

batırdı, iyice ıslandıktan

sonra kapağı kapatıp

çatlak lavabonun kenarına

koydu. Bekledi. Beni

deli etti, çocuk diye. Bu

sefer kesin, boş yere mi

gecikti adetim? Çubuk

da çıkacak... Çıkmadı...

Birazdan kapıya dayanır,

çocuk var mı çocuk

diye. Yok çocuk, yok,

yok!

8

Yataktan kalkar kalkmaz

banyoya gitti. Çişini

temiz kaba yaparken

sırasıydı sanki, diye düşündü.

Bir gün önce eczaneden

aldığı testin paketini

yırttı, attı. Emici

ucu çişe batırdı, iyice ıslandıktan

sonra kapağı

kapatıp ahşap tezgâha

koydu. Bekledi. Kontrol

panelinde renk pembeye

dönüp çizgi kalınlaşınca,

olacak iş değil, bu rolü

kapacağım diye o kadar

uğraştım durdum.

Al başına belayı şimdi,

diye söylendi.

9

Yataktan kalkar kalkmaz

banyoya gitti. Çişini

temiz kaba yaparken

canı sıkkındı. Bir gün

önce eczaneden aldığı

testi paketinden çıkartırken

zorlandı. Emici ucu

çişe batırdı, iyice ıslandıktan

sonra kapağı kapatıp

çamaşır makinesinin

üstüne koydu. Beklemeye

başladı. Kontrol

panelinde renk pembeye

döndü. Çizgi kalınlaştı.

Allahım bu yaştan sonra,

çoluk çocuğa rezil

olacağım, neredeyse kızım

doğuracak, iş mi

şimdi, diye mırıldandı.

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 10

10

Yataktan kalkar kalmaz

banyoya gitti. Çişini temiz

kaba yaparken tırnaklarını

kemiriyordu.

Bir gün önce eczaneden

aldığı testin paketini

hırsla yırttı. Emici ucu

çişe hışımla batırdı, iyice

ıslandıktan sonra kapağı

kapatıp lavabonun

sabunluğuna sertçe

koydu. Elleri belinde

beklerken yüzü dalga

dalga kızardı. Çizgi

netleştiğinde testi fırlatıp

attı. Fayansa çarpıp

yere düşen testin sesi,

duvarı

yumruklayan

11

Yataktan kalkar kalmaz

banyoya gitti. Çişini temiz

kaba yaparken tedirgindi.

Bir gün önce

eczaneden aldığı testi

paketinden çıkartırken

bocaladı. Emici ucu çişe

batırdı, iyice ıslandıktan

sonra kapağı kapattı.

Ayna önündeki

kırık plastik rafa koydu.

Bekledi. Kontrol

panelinde renk pembeye

dönüp çizgi kalınlaşınca,

çığlığı duyulmasın

diye ağzını kapattı.

Korkuyla etrafına bakındı.

Ne yapacağım,

elinin sesine karıştı.

beni yaşatmazlar şimdi

diye ağlamaya başladı.

29 Ocak 2018 tarihli Ekmek ve Gül

Gazetesinde yayımlanmıştır

YÜK Ede biyat


Sayfa 11

Annen Sana Nasıl Seslenirdi?

Deniz Saatkaya Eldam

M

utfak masasında

oturmuş ekmeklerin

kızarmasını

bekliyoruz. Sabahın

köründe nasıl bu kadar

bakımlı olabiliyor, platin

sarısı saçları maşalı,

göz makyajı kusursuz.

Nereden, nasıl bulduysa

annemin yıllar önce ördüğü

dantel örtüyü bulmuş,

masaya sermiş, üstüne de

cam kestirmiş. Uzun kırmızı

ojeli tırnaklarını camın

üstünde tıkırdattı.

“Böyle bir güzelliğin

sandık diplerinde çürümesine

izin veremezdik

öyle değil mi ama.”

Biz diyor, biz kimsek.

İkimizi kast ediyor

olamaz, belki babamla

kendinden bahsediyordur.

Ben asla o “bizin” içinde

olmayacağım, bunu o platin

kafasına soksa iyi olur.

“Sabahları kahvaltıda

annenin ördüğü masa

örtüsüyle bize eşlik etmesi

hoşuna gider diye düşündüm.”

Sesindeki yapmacık

kibarlık, abartılı neşe sinirimi

bozuyor. Kalktı, kırıtarak

pastırmalı yumurta

sahanını ocaktan aldı, masanın

ortasına koydu.

“Pastırma sevdiğin

gibi az çemenli.”

Bu kadar kısa zamanda

beni tanıdığını sanıyor,

sevdiğim şeyleri bildiğini.

Elimi masanın kenarından

sarkan örtünün üstünde

gezdirdim, çiçeklerin

kabartılarında. Yetiştiremediğimiz

o on dört

motif, örtünün bu sırası

hep eksik kalacak. Hastaneye

tığ ve ip getirmemiz

için yalvarmıştı annem.

Sesi kulaklarımda çınladı.

“Bak şimdi, el üstü

alıp üç seferde çıkıyorsun,

iki zincir çekip üç sıra sık

iğne devam ediyorsun. İşte

bu kadar basit.”

“Kaç motif gerekiyor

demiştin.”

“İki yüz seksen

dört.”

“Çokmuş anne, hayatta

bitiremeyiz.”

“Yarı yarıya yaptık

mı doğum gününe kadar

hazır olur.”

Eksik sıradaki son

çiçek motifini tuttum, avucumun

içinde ezdim.

“Lütfen bunu çıkardığın

yere geri koy.”

Bir an duraksadı,

hangisinden başlayacağına

karar veremiyor gibi

zeytine, peynire, reçele

baktı. Fıstık ezmesini aldı,

kavanozun arkasındaki

etiketi inceliyor.

“Bunlara neden şeker

ilave ederler anlamam,

o kadar zararlı ki.”

“Hayat çok tatsız da

ondan.”

Komik bir şey söylemişim

gibi kahkaha attı,

ekmeğine bir parça tereyağı

sürdü, benim gülmediğimi

fark edince hemen

sustu. Annemin giymeye

kıyamadığı ipek sabahlığın

içinde hayat ona çok

tatlı tabii. Ameliyatından

sonra almıştı, artık memelerim

yok ama ipek bir sabahlığım

var demişti, sonra

babamla yatakları ayırmış

bir daha hiç birleştirmemişlerdi.

Sutyenlerinin

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 12

hepsini küvete doldurup

yakmıştı. Beni banyonun

kapısında dehşet içinde

seyrederken bulunca hemen

çark etti, bir kahkaha

attı. “Kahrolsun sutyenler,

memelere özgürlük.

Hadi gel kendimize

bol çikolatalı bir kek yapalım,

sonra da saçlarımızı

öreriz, harika bir

mor boya buldum ikimize

de çok yakışacak. Arka

taraftan bir tutam mı

yoksa bizim gibi kadınlara

yakışacak bir cesaretle

ön taraftan bir tutam mı?

Ne dersin?”

Ekmeğine bir parça

bal sürdü. Sabahlığın

açık yakasından görünen

memelerine baktım, her

fırsatta sergilemekten kaçınmadığı,

kadınlığını

haykıran kocaman memelerine.

Babamın o memeleri

avuçladığı tuhaf

bir sahne belirdi gözümde,

ağzımdaki yudum

büyüdü, boğazımdan

geçmedi. Hem harika

seksi memelere hem ipek

sabahlığa hem de babama

sahip olduğu için ondan

nefret ettim. Sabahlığı

da örtüyü bulduğu

yerden çıkarmış muhtemelen.

Evde küçük bir

fare gibi dolanıyor, benim

varlığından bile haberdar

olmadığım bütün

deliklere girip çıkıyor,

gün yüzüne çıkmaması

gereken, ona ait olmayan

şeyleri bulup çıkarıyor.

Çayımdan bir yudum aldım.

“Hiç makineye atmazdı,

hep elinde yıkardı.”

Pastırmalı yumurtaya

uzandı. “Neyi, masa

örtüsünü mü?”

“Hayır, sabahlığı.

Onu da bulduğun yere

bırak lütfen.”

Çatalın ucundaki

yumurtayı ağzına götürmedi,

tabağına bıraktı.

“Benden hoşlanmamanı

anlıyorum,” dedi.

“Ama ben hiçbir şeyi

değiştirmek… Yani onun

izlerini silmek falan istemiyorum.”

Bıçağımla pastırmalı

yumurtanın ortasından

bir çizgi çekip ikiye

böldüm, biraz önce bozduğu

tarafı ona doğru

çevirdim, kendi tarafımdaki

bütün parçadan

gözlerimi ayırmadan,

“Silemezsin zaten” dedim.

Annemin şezlonguna

sadece başı gölgede

kalacak şekilde uzanmış,

o saçma sapan moda dergilerinden

birini okuyor,

arada bir bir pareo, şort

veya bikini modeli gösterip

fikrimi soruyor. Hep

aynı cevabı veriyorum,

“Güzelmiş.” Bu yaz turkuaz

mavi çok modaymış,

gözlerime çok yakışırmış,

üstelik bu rengin

enerjisi de inanılmaz

yüksekmiş, moduma çok

iyi gelecekmiş, siyah giymekten

artık vazgeçmeliymişim.

İlgisizliğimi,

onu görmezden, duymazdan

gelmemi umursamıyor,

sesinde hep aynı

abartılı heyecan, sanki

birisi onu sürekli neşeli

olması için maaşa bağlamış.

Olduğum yerde terliyorum,

her şeyi, herkesi

kavurup yakan güneş

onu zerre rahatsız etmiyor.

Yarım saatte bir aktarda

özel olarak hazırlattığını

söylediği bir yağı

bütün vücuduna hiçbir

milimetresini atlamadan

itinayla sürüp cildine

güzelce yediriyor. Güneşin

altında bronzdan

bir heykel. Bu kez dergi-

YÜK Ede biyat


Sayfa 13

yi yüzünden indirmeden

arkasından konuştu.

“Çarşıya harika bir

dövmeci açılmış, adam

gerçek bir sanatçıymış.

Herkes onu konuşuyor,

öve öve bitiremiyor.

Biz de

Leopar

gidip birer

desenli plaj

çantasının

içinde

dövme yaptırsak

mı, ne dersin?”

Derginin kapağında

fosforlu

aynı

pembe su

onun gibi boş

boş bakan

termosu, alıp mankene baktım.

kapağını

“Dövme

açtım, tam

içine

mi ne dövmesi?”

Derginin arkasından

konuş-

tükürecekken

vazgeçtim, maya devam

çok klişe,

etti. Bir an kapaktaki

boş bakışlı

daha yaratıcı

manken

bir intikam

konuşuyor

sandım.

bulmalıyım. “Anneni hatırlatan

bir şey

mesela, ne bileyim küçük

bir viyolonsel, bir nota ya

da sol anahtarı olabilir.”

Dergiyi yüzünün

önünden indirip sol memesinin

üstünü gösterdi.

“Buraya bir yere örneğin,

kalbimizin tam üstüne.”

Siyah tişörtümün

altına sakladığım memelerime

dokundum, üstlerindeki

falçata kesikleri sızladı.

İstemiyorum onları,

kesip alsınlar. İnsanın

kendi bedeniyle ilgili karar

verebilmesi için on sekiz

yaşı beklenmemeli.

Hatta insan daha yaşarken

memelerini bağışlayabilmeli,

belki bir yerlerde

onlara benden daha çok

ihtiyacı olan biri vardır.

Annesi meme kanseri olan

küçük bir kız mesela.

Çantamdan kulaklıklarımı

çıkarıp taktım.

“Annemi hatırlamak

için dövmeye ihtiyacım

yok. Tek istediğim

huzur içinde müzik dinleyip

biraz kestirmek. Saçma

fikirlerini, moda tavsiyelerini

kendine sakla lütfen.”

Müziğin sesini sonuna

kadar açtım, gözlerimi

kapadım.

Annem şezlongundan

kalktı, bikinisinin üstünü

çıkarıp birden koşmaya

başladı. Plajdaki

şaşkın bakışlara aldırmadan

memelerini hoplata

hoplata koşuyor, ben de

peşine takıldım. Arkama

dönüp bakıyorum, o. Platin

saçlarını savurarak

yaklaşıyor, arkasında da

babam. Babam hangimizin

peşinde, annemin mi,

benim mi, onun mu. Annemin

önce sağ, sonra sol

memesi düştü, memelerinden

kurtulunca daha

hızlı koşmaya başladı,

rüzgâr gibi, yetişemedim,

çaresizce kaybolup gidişini

seyrettim. Babam, annemin

memelerini elimden

alıp ona verdi.

Gözlerimi açtım,

şezlong boş, hafif bir akşam

meltemi çıkmış, yerde

moda dergisinin sayfaları

hafif hafif havalanıyor.

Leopar desenli plaj

çantasının içinde fosforlu

pembe su termosu, alıp

kapağını açtım, tam içine

tükürecekken vazgeçtim,

çok klişe, daha yaratıcı bir

intikam bulmalıyım. Şimdilik

içine biraz deniz suyu

doldurmakla yetindim

ama daha büyük bir şeyi

planlamanın vakti çoktan

geldi de geçiyor bile. Babam

ne diye annemin memelerini

ona verdi ki, bir

yolunu bulup geri almalıyım.

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 14

Sabahtan beri elinde

toz bezi ortalıkta dolanıp

duruyor, üstünde parlak

yeşil bir elbise, aç bir çekirge

gibi oradan oraya

sıçrayıp duruyor, dikkatimi

dağıtıyor. Şimdi de

konsolun üstündeki çerçevelerin,

bibloların ince ince

tozunu almaya başladı.

Evin içindeki bu bitmek

bilmeyen hareketi beni deli

ediyor, sürekli etrafımda

dolanıyor, bir şeyler soruyor.

“Bu işi senin yapman

gerekmiyor ki,” dedim.

“Kadına söylemen

yeterli.”

Çerçevelerden en

büyüğünü aldı, toz beziyle

kabartmalarının kıvrımlarını

büyük bir dikkatle sildi.

“Kadın çok sallapati,

hiç dikkat etmiyor, her şeyin

yerini karıştırıyor, değiştiriyor.

Nikâh fotoğrafı,

sana hamile olduğu fotoğraf,

sonra bir yaş doğum

günün, okulda ilk günün,

konser fotoğrafları da sağ

tarafa. Bu kadar basit aslında

ama bir türlü öğrenemedi

işte, her seferinde

karman çorman ediyor

hepsini.”

Güya hatıralarımıza

kıymet veriyor, üç hafta

sonra göreceğim ben seni,

babama imzayı attırınca,

bakalım o çerçevelerin biri

kalıyor mu. Şimdi hep bir

şov, hep bir tiyatro.

“Ne ben ne annem

umurunda, bunu ikimiz

de gayet iyi biliyoruz. Babamı

kandırabilirsin ama

beni asla.”

Cevap vermedi, toz

almayı bıraktı, annemin

son konser fotoğrafını inceliyor.

Başını hafif eğmiş,

annemin gülümsemesine

karşılık vermek ister gibi o

da gülümsüyor. Ona fırsat

vermeden yarın bütün fotoğrafları

toplamalı. Annemin

koyu kestane saçından

alnına düşen perçemi

çekmek ister gibi elini fotoğrafta

gezdirdi, sonra

bana döndü.

“Kaşların aynı

onunki gibi, gür ve biçimli,

kadınlar böyle kaşlar

için ne paralar harcıyor bir

bilsen.”

İşi gücü güzellik,

makyaj, moda. Sanki on

yedi yaşında olan ben değilim

de o. Evcilik takımlarımı

çıkarsam oynar, babamla

yaptığı da bu değil

mi zaten, evcilik oynamak.

Barbie evleniyor. Elindeki

çerçeveyi son bir kez sildi,

tam yerine, konser fotoğraflarının

en sonuna milimetrik

bir hesap yapar gibi

eğilip bakarak yerleştirdi.

Doğduğum gün annemin

kucağında çekilen fotoğrafı

eline aldı.

“Annen sana nasıl

seslenirdi? Bebeğim, aşkım

prensesim?”

Soruyu sorar sormaz

panikledi, ileri gittiğini

anladı, sorduğu sorunun

aramızdaki gergin ipi

bir bıçak gibi kesebileceğinin

farkında, göz göze gelmemek

için tek toz zerresi

kalmadığı halde aynı yerin

tozunu alarak meşgul görünmeye

çalışıyor. Cevap

vermedim en az onunki

kadar tuhaf bir soru buldum,

sordum.

“Memelerin doğal

mı, silikon mu?”

“Silikon.”

Bunu beklemiyordum,

böyle kolayca itiraf

edeceğini yani. Gülümsedi

memelerini altından kavrayıp

birleştirdi.

“En büyük boy,

damla protez.”

Bir de detay veriyor.

Bunu sorduğuma memnun

gibi gülümsemeye de-

YÜK Ede biyat


Sayfa 15

vam ediyor. Canını acıtmak

istiyorum, ne kadar

yanlış bir karar verdiğini

anlamasını.

“Bebek olunca ne

yapacaksın, bu plastik

şeylerle mi emzireceksin

onu?”

Doğum fotoğrafına

tekrar baktı, gülümsemesi

yüzünden yavaş yavaş silindi,

gözleri gölgelendi.

Elbisesini sıyırdı, dantelli

külotunu indirdi, tam orasında,

bir kasığından ötekine

uzanan uzun pembe

bir çizgi, taze dikiş izleri.

“Ben de tam değilim.

Bir bebeği emzirmek

için memelerim var ama

onu taşıyacak bir… Bir

…”

Öylece bakakaldım,

bir türlü tamamlayamadığı

cümleyi zihnimde tamamladım,

“Bir rahmim

yok.” Koltuktan kalktım,

bir iki adım atıp önünde

durdum, tişörtümü çıkardım.

Toz bezini bıraktı,

yüzü durgun, ifadesiz, bakışlarını

annemin aynanın

önünde uzun uzun seyrettiği

boşluklarına koymak

istediğim, varlığından acı

duyduğum ama bir türlü

kesip atamadığım ama

falçatayla lime lime ettiğim

memelerimin üstünde

gezdirdi. Onun altı, benim

üstüm çıplak, bir süre

birbirimizi seyrettik. O

külotunu yukarı çekerken

ben de tişörtümü giydim.

“Hadi gel kendimize

bol çikolatalı bir kek

yapalım.”

“Ekim Ayı Meme Kanseri Farkındalık Ayı”

Detaylı bilgi için tıklayınız

Yıl 1 Sayı 2


Kırmızı, çok kırmızılar varken

Ercan y Yılmaz

13

böyle devam ederse

rüzgâr bir kaplumbağayla taşınacak

yağmur bir ipe tutunarak

ezgi derler

sallanacak

böyle devam ederse

bulut, çok bulut varken

kırmızı, çok kırmızılar varken

annemiz

yeni iplerle kendini örecek


14

her gün karşı pencerelerden

birbirini susuz bırakan

iki çift göz

yorgun anlarında en çok

merak eder

bulundu mu

ötelerde su

15

yavaş yavaş ölme isteği

aslında bu benim değil

sadece bana biçilen su

aniden de olabilir

kim bilir belki öyledir su

yaş kalmak da nedir

çatır çatır yanmak varken

kuru


Tuhaf Bir Hikâye

Ayla Burçin Kahraman

Siparişleri getirdim

abla,” dedi. Nefes

nefese. Kot şortunun

üstünde siyahları griye

dönmüş beyaz çizgili bir

tişört, güneş karası teninde

hafif bir klor kokusu.

Elindeki poşetleri alarak

tezgâhın üzerine bıraktım.

Cüzdanımı bulup

yanına geldiğimde meraklı

gözlerini evin içindeki

eşyalarda gezdiriyor. Çıkardığım

parayı uzattım,

aldı, bir çırpıda hesaplayıp

elini cebine attı.

“Üstü kalsın,”

“Sağ ol abla,” dedi

tarazlı sesiyle, dudağının

kenarını ısırarak.

“Emin abiye söylemiştim

ama, o niye gelmedi.

Marketin çırağı mısın?”

“Yok abla, dayımın

havuz kenarında işi vardı

da. Beni yolladı servise.”

“Emin abinin yeğeni

misin? Adın ne senin?”

“Ramazan,” Bakışları

tişörtümün yakasında. İnce,

uzun elleriyle saçlarını

düzeltti yüzüme bakmadan.

Tişörtümün askılarını

geriye itip huzursuz gülümsedim.

Çocukta beni

rahatsız eden bir şey var.

Gözleriyle elleri arasında

tuhaf bir uyumsuzluk. Çocuk

kalmakla olgunlaşmak

arasında bir yerlerde

sıkışıp kalmış gibi.

“Teşekkürler Ramazan,”

diyerek kapıyı kapattım.

Arkasından bakmak

için perdeyi araladım.

Kış boyu yağan yağmurlar

camlarda ince bir

kireç tabakası oluşturmuş,

dışarısı görünmüyor. Pencereyi

açtım. Su sesine karışan

çocuk çığlıkları, gülme,

ağlama, konuşma sesleri.

Anlaşılan herkes burada.

Karşı bahçedeki İbrahim

amcalar, yanda Dilek

Hanım ve kızları, üst

tarafta site yöneticisi Erol

amcalar, onların hemen

altında Pelinler. Tüketme

ve kirletme sezonu çoktan

açılmış.

Pencereden uzaklaşıp

kapıyı açtım. Veranda boş.

Babam, sezon sonunda

toplayıp içeri almış her

şeyi. Yemek masası, sandalyeler,

köşedeki bambu

salıncak. Her yer toz içinde.

Duvar badanası kavlamış,

kalebodur derzleri

pamuk bağlamış. Bir an

önce başlamak lazım. Salonun

ortasına yığılmış

sandalyeleri çekip masayı

YÜK Ede biyat


Sayfa 19

sürükleyerek dışarı çı-

mış gülümsüyor.

“Doğru mu duy-

kardım. Bütün evi sü-

“Korktun mu kız?”

duklarım?” dedi.

pürüp sildim. Yatak

“Dalmışım.”

“…”

odasına gidip valizim-

“Geldin demek so-

“Ne oldu kuzum

deki kıyafetleri dolaba

nunda. ”

ya? İyiydiniz siz.”

Emin abinin,

yerleştirdim. Lavabolar,

camlar, balkonlar

derken akşam oldu.

Gir demeye kalmadan

içeri yürüyüp köşedeki

sandalyeye otur-

“…”

“Aman, iyi yaptın

kız. Boşadın kurtuldun.

bıyıkları yeni

terlemiş yeğeni.

Hava karardığında kolumu

kıpırdatacak halim

kalmamış. Birkaç

du. Yıllar tenini koyulaştırmış,

saçlarının

rengini açmış. Yine de

Suratsızın tekiydi. Ailesi

desen sonradan görme.

Çoluğun çocuğun

Ramazan.

Üzerindeki

lokma atıştırıp duşa

genç kızlığındaki kadar

yok, nesine dayanmalı?

çizgili tişörtten

girdim. Banyodan çıktığımda

yorgunluğum

göz kapaklarıma otur-

güzel, yüzmeyi, bisiklete

binmeyi, akşam ebesi

olmayı öğrendiğimiz

Mis gibi işin var kızım.

Ye iç gez.”

“Artık çalışmıyo-

tanıdım onu.

Kumsalı siteye

du iyice. Odama gidip

kendimi yatağa attım.

Ertesi sabah yan

günlerdeki kadar neşeli.

“Dün uğrayacak-

rum. İşten de ayrıldım.”

Bir süre sustuk iki-

bağlayan dar

yoldan arka

sitede öten horozun sesiyle

uyandım. Denizden

esen meltemin per-

tım. Çocuklardan fırsat

bulamıyorum ki. Üç

küçük canavar. Biri acı-

miz de. Keyifli bir sohbeti

devam ettirir gibi

kıkırdadı.

tarafa doğru

yürüyor.

deyle oynaşmasını izle-

kıyor biri susuyor. İs-

“Boş ver kız. Tak-

Tedirgin bir

dim bir süre. Mutfağa

inip çaydanlığı ocağa

tekleri hiç bitmiyor vallahi.

Denizi, havuzu

ma kafana.” Cebinden

bir lastik toka çıkarıp

hali var.

koyduğum sırada gü-

derken. İnanır mısın

saçlarını topladı.

naydın diyen ince bir

gözümü

açamıyorum.

“Haberin

oldu

sesle irkildim. Pelin.

Yazlık değil yorgunluk

mu? Hani şu Almancı-

Çocukluk

arkadaşım.

olmalı adı.” Bacak ba-

ların evi vardı ya. On

Başını pencereden uzat-

cak üstüne attı.

altı numara. İşte onu

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 20

Dilek abla aldı. Oğluna.

Gelin arıza çıkarmış ama.

Taşınmayacakmış. Her

yaz aynı yerde tatil yapmam,

diyormuş. Herkes

ben mi, annesinin dibinden

ev alıp otursun. Doyamadım

senelerdir şu siteye,”

Kahkaha atıp devam

etti.

“Tülinler İtalya’da,

yaz sonu ancak dönerler.

Cemile teyzenin gözleri

iyice bozulmuş, burnunun

ucunu göremiyor. Erol

amca da tam çökmüş. Beli

bükülmüş, cebi ilaçla dolmuş

ama yöneticiliği yerinde

maşallah. Her şeye

söyleniyor. Havuzun suyunu

sıçrattınız, çimlere

bastınız, çiçekleri kopardınız.

Kurallar, kurallar.”

Pelin Israrla konuşuyor.

Nefes almadan. Gidenler,

gelenler, ev satıp

eşya değiştirenler. Herkesten

ve her şeyden haberi

var. Senenin dört ayını burada

geçiren site sakini

olmak bunu gerektirir.

Anlattıklarının hiçbiri ilgimi

çekmiyor. Ara sıra başımı

sallayarak dinliyor

gibi yapıyorum. Arada

kolumu itekleyip tek kelimelik

de olsa karşılıklar

vermemi bekliyor. Vermiyorum.

Bir süre sonra o da

sustu. Aramızdaki sessizlik

uzayınca, gözlerini yere

devirerek bozulduğunu

belli etti.

“Neyse tatlım, Çocuklar

uyanmıştır. Kahvaltı

isterler şimdi.” Kıpırdandı.

“Çay içseydin,” dedim

nezaketen. Kaşlarını

kaldırdı, “Başka zaman.”

diyerek ayağa kalktı. Tam

gidecekken durup,

“Kapıyı pencereyi

açık bırakma, çamaşırlarını

da dışarı asma,” dedi.

“O niye?”

“Bu sene tuhaf şeyler

oluyor sitede. Telden çamaşırlar

çalınıyor. İlle de

kadın çamaşırları,” İki elini

ağzına siper ederek

“külot, sutyen” dedi fısıltıyla.

Bir şey söylememi

beklemeden,

“Konuşuruz yine, hadi

ben kaçtım. Bana bak

yalnız kalma, uğra sen de,

laflarız,” diyerek gitti. Samimi

bir gülümseme takınmaya

çalışarak tamam,

dedim.

Uğramaya niyetim

yok. Buraya yalnız kalmak

için geldim. Yaşadıklarımdan,

gördüklerimden kaçmak

istiyorum. Beni sıkan,

boğan ne varsa hepsini

arkamda bıraktım. Kocamı,

işimi, çevremde dost

maskesiyle dolaşan herkesi.

Pelin gittikten sonra

kahvaltımı yapıp geceden

yıkadığım çamaşırları astım.

Rüzgâr, teldekileri

şişirip söndürmeye başladığında

sitenin çamaşır

hırsızı geldi aklıma. Başkasının

giyilmiş çamaşırını

kim ne yapsın? Pelin,


Sayfa 21

oldum olası abartmayı sever.

Yine tuhaf bir hikâye

anlattı işte. Sitedeki çocukların

garip oyunlarından

biri muhakkak. Çocukken

kapıların önünden

çaldığımız terlikleri havuza

atışımız geldi aklıma.

Sonra bir gün Erol amcanın

bizi yakalayışı, kapı

kapı gezdirip özür diletişi.

Gülümsedim. İnsan yalnız

çocukken yaptığı hatalara

gülebiliyor galiba.

Öğleye doğru birikmiş

aidatları ödemek için

yöneticinin evine gittim.

Kapıyı karısı Cemile açtı.

Gözlük camının arkasındaki

küçülmüş gözlerini

iyice kısarak,

“Kimsin,” dedi.

“ Cemile teyze benim,

Vildan. Saime’nin kızı.”

“Vildan, kızım sen

misin? Hoş geldin. Buyur

içeri geç, annenler yok

mu?”

“Sağ olasın, girmeyeyim

hiç. Yalnız geldim

ben. Onlar ay sonu gelecekler.

Aidat ödeyecektim,

Erol amca yok mu? ”

“Buralardaydı, uyuyup

kaldı mı ki bir yerlerde?”

Arkasını dönüp seslendi.

“Erol Bey, bak Vildan

gelmiş. Aidat verecekmiş.”

İçeri doğru yürüdü.

Birkaç dakika sonra

elinde mavi dosyasıyla

göründü Erol amca. Saçları

iyice beyazlamış. Kareli

gömleğinin altında keten

şortu, ayağında senelerdir

giydiği kahverengi bantlı

terlikleri. Tek kaşını kaldırıp

gözlüğünün üzerinden

baktı,

“Geçsene kızım kapıda

kaldın,” dedi

“Geçmesem. Çayın

altını açık bıraktım. Son

üç aylık eksikmiş galiba,”

Parayı uzattım. Aldı, saydı,

gömleğinin cebine

koydu. Makbuz koçanından

birkaç sayfa koparıp

uzattı.

“Tamamdır. Babana

selam söyle.”

“Söylerim,”

“Ha kızım, dur.

Üzüm vereyim sana. Şimdi

topladım daha. Serin

serin yersin.” Mutfağa gidip

elinde bir tabak

üzümle geldi. “ Teşekkür

edip aldım.

“Cemile teyzen börek

yapacak akşam yemeğe

gel,” dedi “Geceleri yalnız

olmaz, bizde kal,” diye

tembihledi.

“Eksik olmayın. Kalırım

evde, merak etmeyin

siz. Cemile teyzeme selamlar.”

Elimde üzüm tabağı

döndüğümde güneş binlerce

parçaya bölünüp denizin

üstüne düşmüş. Yüzüme

çarpan iyot kokusu,

çocukluğuma götürdü beni.

Sitenin bahçesine file

gerip sabahlara kadar voleybol

oynadığımız günler

geldi aklıma. Dağınık düşüncelerimi

bir kenara bı-

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 22

rakıp vitrindeki kitaplardan

birini aldım. Bütün günü

verandadaki salıncakta okuyarak,

internete takılarak,

kahve falı çevirerek geçirdim.

İkindi vakti Pelin bir

tabak ızgara yolladı. Birazını

ben yedim birazını bahçedeki

çimlerin üstünde mırıl

mırıl patilerini yalayan kedilere

yedirdim. Akşam el

ayak çekilince üst katın balkonuna

çıktım. Işıkları açmadan

köşedeki sandalyede

sessizce oturmaya başladım.

Cırcır böceklerinin dalgalarla

karışan sesi duyuluyor.

Kendimle baş başayım. Kaybettiklerimden

geriye kalan

ne varsa. Üzerimde, eskilerden

kalma tanıdık bir dinginlik.

Karanlık iyice çöktü.

Saat gece yarısını geçince

havuzun lambaları da söndü.

Bahçe aydınlatmalarının

kimi yanıyor kimi yanmıyor.

Rüzgârın esiş yönünü

anlamaya çalıştığım sırada

ay ışığının yarım yamalak

aydınlattığı sokağın başında

bir karaltı gördüm. Küpeşteye

dayanıp dikkatli baktım.

Emin abinin, bıyıkları yeni

terlemiş yeğeni. Ramazan.

Üzerindeki çizgili tişörtten

tanıdım onu. Kumsalı siteye

bağlayan dar yoldan arka

tarafa doğru yürüyor. Tedirgin

bir hali var. Yol boyunca

sürekli arkasına dönüp dönüp

duruyor. Karanlığın

içinde bir siluet gibi kayarak

kayboldu. Bu saatte ne yapıyor

bu? Neyin peşinde?

Karşısına çıkıp onu suçüstü

yakalamak istiyorum. Hemen

harekete geçmeliyim.

Nasılsa takip etmeye alışkınım.

Hayatımın son günleri

böyle geçti. Küçücük bir

şüphenin insanı nerelere götürebileceğini

biliyorum. İz

sürüp delil toplamak benim

işim. Işıkları açmadan parmak

uçlarımda merdivenleri

indim. Bahçeye çıkarak havuza

doğru ilerledim. Evlerin

arasından arka tarafa dolandığım

sırada gördüm

onu. Orada. Sitenin ihata

duvarının dibinde. Köşeye

iyice yanaşmış, etrafına bakınıyor.

Arkasına bu kadar

baktığına göre bir iş çevirmiş

olmalı. Etrafını bir kez

daha kolaçan ettikten sonra

cebinden bir şey çıkardı. Eli

ağzına gitti. Derken bir küçük

alev, kızıl bir noktaya

döndü. Hiç ses çıkarmadan

elindeki sigarayı tellendirmesini

izledim. İçine çektiği

dumanı yukarı doğru uzun

uzun üfledi. Aramızda epey

mesafe olmasına rağmen

yaptığı işten aldığı hazzı görebiliyorum.

Bu kez gördüklerim,

bir evliliğin bitmesine

sebep olacak kadar acımasız

değil. Ona varlığımı fark ettirmeden,

usulca geri döndüm.

Eve yaklaştığım sırada

verandamın arka tarafından

yere bir şey düştü. Tok bir

pat sesi. Çiçeklikteki begonvilin

yaprakları hışırdadı.

Kim var orada diye bağıracakken

vazgeçtim. Kalp atışlarım

hızlandı. Nefesimi tut-

YÜK Ede biyat


Sayfa 23

tum. Bacaklarım gergin. Az

önce hafiyelik yapan ben değilim

sanki. Cesaretimi toplayıp

yerdeki kuru dallara basmamaya

çalışarak o tarafa yürümeye

başladım.

Zifiri karanlık,

net göremiyorum.

İki büklüm,

cinsiyetsiz

bir gölge. Ufak

tefek vücuduna

rağmen hareketleri

ağır.

Karanlığın

içinde ilerlemeye

devam etti. Bir

süre sonra yavaşladı.

Bodur bir

zeytin ağacının

önünde durdu.

Dizlerinin üzerine

çöktü. Elindeki

ne? Torba mı?

İçinden bir şeyler

çıkardı. Çıkardıklarını koklamaya,

yüzüne gözüne sürmeye

başladı. Çelimsiz bedeni

öne arkaya sallanıyor. İnilti

benzeri tuhaf, hayvansı sesler

çıkarıyor. İyice yaklaştım. Yakınlaştıkça

görüntü netleşti.

Sıklaşan nefesini duyabiliyorum.

Bir suça şahit olmanın

verdiği huzursuzluğu hissediyorum.

Eve gitsem daha iyi

olacak. Tam arkamı dönüp

gidecekken bastığım kuru bir

dal çıtırdayarak sessizliği böldü.

Olduğum yere çakıldım.

O sırada önümdeki gölge başını

çevirdi. Göz göze geldik.

Erol amca? Evet o. Elinde çamaşırlar.

Göz bebekleri büyümüş,

neredeyse yuvalarından

çıkacak. Bir taraftan

ayağa

kalkmaya bir

taraftan elindekileri

saklamaya

çalışıyor. Üflesem

yıkılacak.

O an ben ne düşüneceğimi

ne

söyleyeceğimi

bilmezken o,

titreyen sesiyle,

“Vildan kızım

sen misin? Cemile

teyzen börek

yapmıştı

niye gelmedin?”

dedi.

Denizden

esen serin

bir meltem, zeytin ağaçlarının

dallarını hışırdattı.

Yıl 1 Sayı 2


Sabaha Karşı İzmir’de

Mesut Barış Övün

sabaha karşı İzmir’de

caddelerde bir temizliktir gidiyor

Mary June ve ben yorgunuz,

üstelik sonsuzca umutsuz

karanlık deniz ellerini uzatıyor

gençler küfrediyor sokakta

bir yerlerde şişeler kırılıyor

ve silah sesleri kuytularda

denizden şarkılar geçiyor

güneşi bekliyoruz biz İzmir’de

Mary June ve ben

biraz da korkarak yeni günden

bir yerlerde o büyük belirsizlik bulutu

ve üstümüzde o meşum karamsarlığımız

Mary June, ben ve Attila İlhan vapuru.


En Çok Gri

Emrah Kurul

Şair olsam, griyi severdim en çok

Çocuk rüyalarında üryan kalmış,

Çığlığını karabasanların yırttığı

Evlerin duvarlarını,

Ağaç diplerine konmuş bankların

Çivisini sonra, boyardım griye.

Bir de duluklarımı ağartan iç geçirmelerimi

Bıyıklarımı sarartan,

Tırnaklarımı yediren,

Alnıma yamru yumru çizgiler çeken geceleri.

Şair olsam işte, ucundan kıyısından

Baba katılığından sızan adamlığı

Sonra biraz da cıncık mavisi gözlerimi.

İnsanın insana tuz oluşunu

Tuzun kokusunu

Toprağın üstüne çöken arsız karları

İsli damların yalınayak kuşlarını

Şair olsam, hasbelkader

Battaniye örtülü ölülerin

Ayak başparmaklarını,

Birbirine bağlayan kendiri

Ama ille de gassalların çehresini

Üç Allahuekber’i iki selamı,

Kazmayı, küreği.

Şair olsam, kasketli, fularlı

Avuçlarını insanların, bilhassa

İşaret parmaklarını

Sonra tırnak diplerini, eklemlerini

Göğe bakışlarını, gözyaşlarını

En çok fakat, duâlarını boyardım griye.

Şair olsam işte,

Şair…


Sayfa 26

Oğuz Atay’ı Oğuz Atay’ca Anlayabilmek

Adnan Gerger

- Ne çok şey biliyor bu insanlar

Olric ?

-Herkes işine geleni biliyor

efendimiz..

12 Ekim, Oğuz

Atay’ın doğum günüydü.

Yapıtlarıyla

yaşayan Oğuz Atay’ın

87.yaşı kutlu olsun. Peki, bu

ülkede edebiyatta kurgusuyla,

anlatımıyla ve içeriğiyle

‘Çağdaş Roman’ anlayışının

temelini atan, geliştiren

yazarların arasında en

önemli isimlerinden biri

olan Oğuz Atay, hak ettiği

şekilde anıldı mı? Bu sorunun

çerçevesini daha da genişletelim.

Oğuz Atay, yeterince

bu ülkede anlaşılıyor

mu yoksa anlaşılması engelleniyor

mu?

Bu sorulara yanıt vermeden

isterseniz Oğuz

Atay’a kulak verelim:

“Romanın kahramanı

halkı içinde duyar ama halkın

bütünüyle onu anlaması

mümkün değildir. Bununla

birlikte onun kendilerine

yabancı olmadığını bilirler.

Kahraman onlardan bir şeyler

taşıdığını bilir, ama onda

fazlalıklar da vardır, kahraman

bilinçlidir. Yoksunluğun

erdemlerini bilir. Ne

yazık ki yoksunluk içinde

yetişenlerin çoğu, halka yabancılaşma

çabası içindedirler.

Toplumcu olanların çoğu

böyledir. Küçük hesapların

peşindedirler. Aslında

ünlü olmak ve rahat bir yaşantıdır

umdukları. Dergiler

çıkarırlar, aslında burjuvazinin

hizmetindedirler. Ulaşamayacaklarını

düşündükleri

güzellikleri de kötülerler…

Bunlar da kahramandırlar,

yaşantıları olmayan kahramanlar,

insan taklitleri. Geçmişte

de örnekleri vardır.

Korku düzenin vazgeçilmezliğine

inanırlar bilinçli

ya da bilinçsiz olarak. Yeteneksizdirler.

Romanın bir

kahramanı da yaşantısı

renkli, ama bunun üstüne

çıkamayan bir yarı aydındır.

Duyarlılığı kararsızdır, halktan

uzaktır. Bir başkası da

her şeye olumsuz öfke duyar,

halka hırslanır. Yabancılaşmayı

bilinçli olarak ister.

Romanda, birey olma

düzeyine gelememiş olanlar,

tek bir insan gibi değil,

bir sürü olarak –biraz destansı-

anlatılacak. Onlar zaman

boyutunun da biraz

dışındadırlar. Geçmişteki

örneklerinden çok farklı değildirler.

Oysa tek kahramanlar

yer yer diyalektik bir

sıçrama gösterirler zaman

boyunca. Kendi toplumlarının

damgasını sürüye oranla

daha çok taşırlar. Yalnız

bunlar da toplumun evrensel

korkusuna yabancı değillerdir.

Bu korkunun bilincine

varmış olsalar bile hareketlerinde

çoğu zaman onun

etkisinden kurtulamazlar.

Bu bakımdan olumsuz tiplerdir.

Bir de her dönemin

başarılı kahramanları vardır.

Bunların çoğu uzlaşımcıdır

ve sürü tipinin becerikli örnekleridir.

Bir de devlet var

tabii. O da kolektif kahramandır.

Sıçrama gösterdiği

ender zamanlarda başarısızlığa

uğrar. Bizim insanımız

da başka türlüdür, devleti-

YÜK Ede biyat


Sayfa 27

miz de. Onda tesadüfî olan,

rasyonel olmayan, keyfi unsurlar

çoktur. Batıya benzemez.

Sıcak bir görünüm alır

aklın dışına çıktıkça; fakat

bizde insana da devlete de

güvenmeye gelmez; pahalıya

mal olur sonra... (i)

“Aydınımız ülkesinde

kendini yabancı hissediyor.

(Dostoyevski’den örnekler)

ülkemizi sevmiyoruz, kaçıp

gitmek istiyoruz. Kötü yöneticiler,

halkla ilişki kurmasını

becerebildiği halde, biz

halkı sevmediğimiz için kendimizi

ülkemizde istenmeyen

bir misafir gibi hissediyoruz.

Bu yüzden onu tanımak,

onun derinliğini, ruhunu

hissetmek istemiyoruz.

…Bazımız batıdan

korkuyoruz, bazımız doğudan

ve en çok halktan kopuyoruz.

Halkın içinden gelen

aydınlar bile hemen burjuvalaşıyor,

burjuvalara kendini

beğendirmek için romanlarında,

hikâyelerinde yarım

yamalak öğrendiği görülmemiş

burjuva biçim önceliklerine

özeniyor ya da halkının

şivesini taklit ederek halkını

burjuvaya turistik bir eşya

gibi satmaya kalkıyor. İstiyor

ki burjuva halkın acılarını,

topraksızlığını, susuzluğunu,

tıpkı duvarına astığı

kilim, çorap, boyunduruk

gibi karşısına alıp seyretsin.

Çarıklı erkânıharplik yapıyor

yani. Köylü ve işçi ve

küçük memur ve yani ezilenler

adına yapılan edebiyata

kültür heyecanı biriktiren

rahatı yerinde burjuva sahip

çıkıyor. Böylece şehirli aydın

gibi, köyden gelen aydın da

köklerinden kopuyor, bir

salon serserisi, bir meyhane

gezgini oluyor. Oysa halk

artık kendini tanıma, kendi

bilincine varma, kendi ruhunu

çözümleme çabası içindedir,

buna başlamıştır. Aydın

halkın öncüsüdür gibi bir

söz vardır; oysa artık aydın

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 28

kendi halkının yapmaya

başladığı atılımların gerisinde

kalmaya başlamıştır. İlerici,

gerici her türlü akımların

tekelini ellerinde tutan

bir küçük yarı-aydın çetesi,

yıllardır kendini yenileme

gerçeğini duymadığı için

bugün artık yerini kaybetmemek

için ancak bezirgân

oyunlarıyla ayakta durmaya

çalışmaktadır. Yıllardır halkı

ve aydın potansiyelini hor

gördüğü için kendini geliştirmek

için parmağını oynatmamıştır.

Bugün haksız

olarak gasp ettikleri yerler

gerçek sahiplerini beklemektedir.

Halkın evrensel

ruhuna inanan, onu derinliğine

tanımaya çalışan gerçek

bir aydın topluluğu bu

kültür gangsterlerinin yerini

almazsa toplumun, çağın

çok gerisinde kalacaktır

Türk edebiyatı. Birbirilerine

ödül dağıtan, oyunun kurallarını

bozmaya cesaret edemeyen

bu kuru kalabalık

aslında tek bir kütledir; ilericilik-gericilik

kavgası görünüşte

bir çekişmedir. İlericiler,

yerlerinde kalmak için

değil namuslu bir sosyalistin,

sahtekâr bir bezirganın

yapmayacağı oyunlarla uğraşırlar,

kendilerini övenlere

pay verirler. Ne yazık ki,

halkın değerlerine sahip çıkmaya

çalışanlar da – kendilerine

bir isim vermedikleri

halde- gerici ya da sağcı denilen

ve orta çağın karanlığında

yaşayan zavallılardır.

Sanat sanat içindir- sanat

toplum içindir kısır çekişmesine

karşı sanat insan

içindir parolasıyla çıktıkları

halde insanın, gerçek insanın

farkında değillerdir.

Gerçekten korkak bir karanlık

içindedirler. Yaşamaktan,

eğlenmekten korkarlar.

İnsanı, özellikle kadını tanımaktan

korkarlar. Dünya

nimetlerini çağ dışı boş

inançlar yüzünden teperler.

Aslında bir ruh hastasının

tepkisidir bu; daha doğrusu

reddettikleri nimetlere kapılmaktan

korkan bozuk

ruhların tepkisidir bu. Bu

yüzden sosyalizmi ahlaksızlık

sanırlar, bu yüzden emperyalizm

ile sosyalizmi birbirine

karıştırırlar. Allah için

bazı sosyalistlerimiz de özel

yaşantılarıyla onlara hak

verdirecek durumdadırlar.

Bir sosyalist eleştirmenimizin

dediği gibi, ‘Türk solu

geç kalkar çünkü bir gece

önce sabaha kadar içmiştir’

bu insanlardan Türk halkı

artık bir şey beklememeli.

Üçkâğıtçılıkla ne devrim

olur, ne de ümmeti İslam

kurtulur. Bunlar çürüyen et,

dökülen diş gibidirler. Bayrak

yaptıkları inançlarına

rağmen, aslında inançsızdırlar.

Kim hangi kapıdan ekmek

yiyorsa, o kapının kulluğunu

etmektedir.”(ii)

Bu alıntıda görüldüğü

gibi Oğuz Atay, asla toplumculuğu

reddetmez, aksine

toplumcu geçinip de toplumculuğun

maskesi altına

sığınanları deşifre eder ve

eleştirir… Çünkü bu ülkede,

kapitalizmin albenili ruhunun;

hangi düşünceye

sahip olursa olsun sayıları

balık kadar çok olan ve çoğunluğu

oluşturan kaypak

aydınları çok kolay ele geçirdiğini

bilir, Oğuz Atay.

Emperyalizmin hem düşünce

hem de bir yaşam tarzı

olarak bu ülkede, diğer ülkelerden

çok daha kolay düşünceleri

çok kolay etkilediği

ve hatta saptırdığı hatta

kendini inkâra kadar götürdüğü

gerçeğini görmüş, açık

dille getirmiştir. Yapıtlarının

tümünde bir anlamda tutunamayanlarla

omurgasızları

en açık şekilde anlatmıştır,

anlatmaya çalışmıştır ama

Atay’ın tek sorunsalı, öyle

dendiği gibi kendini şatolarda

oturduğunu hissederek

halka tepeden bakanları yani

küçük burjuvalarla pısırık

YÜK Ede biyat


Sayfa 29

ve eyyamcı halkı eleştirmek

değildi. Günümüzde Oğuz

Atay’la ilgili eleştirilerde düşülen

yanlışlık budur.

Atay’ın önceliği, aslında halkın

sorunlarıyla ilgilenmek

onu dile getirmek ve tartışmaktı.

Yani hayata tanıklık

etmekti. İşte bu nedenle,

geçmişte ve günümüzde nice

yazarları nasıl hapishanelerde

çürüterek ona düşüncelerinin

bedeli ödettirilmeye

kalkışılmışsa Oğuz Atay

da şimdiye kadar görmezden

gelinerek ya da yanlış

yorumlanarak yalnızlığa

mahkûm edilmiştir.

G e r ç e k t e , O ğ u z

Atay’ın eleştirileri dünden

bugüne geçerliliğini korumaktadır.

Geçmişte nasıl

kültür gangsterlerini (!) eleştirmişse,

bu sözleri bugün de

aynı zihniyetin devamı olanlaradır.

Bu insanların o dönemde

olduğu gibi bugün

de Oğuz Atay’a sahip çıkma,

onu anlama gibi bir dertleri

yoktur. Amaçları, Oğuz

Atay’ı kimliksizleştirmek,

hiçleştirmek ve bir tüketim

aracı olarak kullanmak ve

isminden kendine paye çıkarmaktır.

Onun eleştirdiği

kesim ise işte bu kesimdi. Ki

bunlar edebiyatta ve toplumsal

yaşamda kendi gerçeğiyle

yarına dair estetik ve

ideolojik eleştirilerden kaçanlardı.

Dün de vardılar,

bugün de ve yarın da olacaklar.

Oğuz Atay bugün yaşasaydı;

medyanın her türlü

desteğini alan; gazetelerde

tam sayfa ilanlarda boy gösteren;

billboardlarda, sinema

ve televizyonlarda reklamlarla

afişe edilen; pop yıldızı

gibi satışa sunulan; süpermarketlerde

deterjan, saç boyası

gibi bir meta gibi indirimli

raflarda boy gösteren;

bol basımlı, düşük etiketli

ucuz, bir alana bir tanesi bedava

verilen; arabesk şarkı

sözlerinin ve imgenin ucuz

sözcüklerine sığınan günümüzün

yazarlarıyla korkak

ve küçük menfaatlerini gözeterek

yaşayan insanları,

hâlâ hantal davranan bürokrasiyi,

günlük çözümlerle

halkı uyutmaya çalışan siyasetçileri

yine eleştirir ve yerden

yere vururdu. Yani siz

sanıyor musunuz ki, Oğuz

Atay yaşasaydı; daha yazılmadan

bile göklere çıkartılan

ve magazin mantığıyla

yapılan yayınlarla, insanların

beynine kazılmak istenen

romanlara, yazarlara, sanatçılara

yani bu zor dayatmalara

bir şey demezdi. Edebiyatta

ve yaşamda gerçek değerler

görmezden gelinerek

her şeyin bir biat kültürü

çevresinde yorumlanmasına

ve bu anlayışın modern, popüler

ve çağdaş bir anlatım

içerisine saklama girişimlerine

karşı çıkmazdı. Günümüzde

artık çok dile gelmese

de bir edebiyatın endüstri

olma gerçeğine, kitapların

tekelci yayıncıların ceplerini

dolduran bir meta halini almasına

ve bu nedenle kitapların

içeriğine bakılmaksızın

edebiyat endüstrisinin mamulü

olarak algılanmasına

itiraz etmezdi. Bu durumun

kapitalist sistemin sömürü

çarklarına yeni bir dişli eklenme

durumundan başka

bir şey olmadığını hepimizden

daha iyi biliyordu, Oğuz

Atay… Bunları nereden mi

biliyorum? Oğuz Atay bana

kendisi söyledi, yapıtlarında.

Sessiz kalmadığını da hiçbir

zaman sessiz kalmayacağını

da yazarak ortaya koymuş,

çünkü. Sömürülen halkın o

sömürünün bir parçası haline

getirdiği yazarları da ster

e o t i p l e ş t i r i l d i ğ i n i

(basmakalıp düşünce) ve

keyfine göre kapitalizmin

kendi ideolojik kültürünü

yücelteceğini kitaplarında

açık açık anlatıyor. Gönül

ve bilinç gözüyle okuyun

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 30

yapıtlarını, böylece son derece

entelektüel ve politik

olarak sunulan atipik yazarlar

aracılığıyla da okurların

aldatılmasının sağlandığını;

Oğuz Atay bize o alçakgönüllü

tavırlı sözcükleriyle ve

çok net bir şekilde anlattığını

göreceksiniz. 30 Eylül

1972 tarihinde Yeni Ortam

Gazetesi’nde yayınlanan Pakize

Kutlu’yla yaptığı konuşmada

Oğuz Atay diyor

ki:

“Eleştirmenlerimizin,

daha doğrusu uzun süredir

yazmayanların dışında olanların

kafasında belirlenmiş, sınırları

çizilmiş bir roman tanımı

var sanıyorum. Bu yüzden bir

kitabı, bu ölçülere uyup uymamasına

göre değerlendiriyorlar.

Belki de benim yazdığım bir

bakıma karmaşık ve alışılmadık

sayfalar için henüz bir kalıp

bulamadılar.

Okuryazarı az olan ülkemizde

bile, okuyucular böyle

bir kitap yayımlandığını haber

alırlarsa, birçok yazarımızın

aklından bile geçiremeyecekleri

bir yetenekle daha neler neler

okuyabileceklerine inanıyorum.

Okuyucuyu yeteneksiz sayarak,

yazmak istediklerini sadeleştirme

çabasına girişenlerin

de neden oturup yazdıklarını

anlamıyorum.”

Bunları söyleyen

Oğuz Atay bugün yaşasaydı,

ona kim selam verirdi?

Ya da şöyle sorayım. Oğuz

Atay, bu yapıtlarını şimdi

yazsaydı, yayınlanır mıydı?

O gün de yayınlanmadılar,

bugün de yayınlamazlardı

(iii)

Yayınlanmazdı , çünkü…

Bir akademisyen olmasına

karşın hiçbir yapıtını

bir akademisyen gibi kaleme

almayan Oğuz Atay, hayatı,

bu ülkeyi, bu ülkede

yaşayan insanları tüm yönleriyle

sorgularken aslında

nasıl başkaldırdığını, yapıtlarında

(özellikle Tutunamayanlar’da)

o güne kadar gelmiş

geleneksel roman disiplinini

darmadağın eden, klasik

bakış açısını bir halının

üzerindeki tozları gibi silkip

atan bir içerikle yazmıştır.

Dönemin edebiyat otoritesinin

belirlediği anlayışı da

yerle bir eden anlatımı vardı.

Son derece üst bir bilinçle

ve şaşırtıcı kaleme alınmış

bu yapıtlar, yakın dönem

romancılığına da bir itirazdır.

Tutunamayanlar’da,

o güne kadar görülmemiş

yöntemle, hatta bugüne kadar

görülmemiş cesaret örgüsüyle

ele alınan konular;

zaman zaman geriye dönüşlerle,

zaman zaman dünya

edebiyatıyla, felsefeyle, zaman

zaman bir metafor değirmeninde

öğütülür gibi

karıştırılır, bu anla yüzleştirilir.

Bu girift kurgu içerisinde

Selim Işık ve Turgut Özben

isimli roman kahramanları,

okuyucuyla yüz yüze

getirilmeye çalışılır. Okuyucu

da önce kendisinden,

çevresindeki insanlardan

bahsedildiğini anlamaz.

Çünkü hayatın eleştirisi,

okuyucuya, denizin dibindeki

keşfedilmeyi bekleyen

istiridyenin içindeki bir inci

gibi sunulur. Ancak korkusuz

okuyucu ona doğrudan

ulaşabilecektir. Ama Oğuz

Atay, okuyucuya kim olduğunu

hatırlatmaya çalışsa

da okuyucu içgüdüsel bir

tavırla kendini benimsemez,

bu kahramanın öteki insan

olduğuna inanmak ister.

Kim ister ki hayata dair kuşkuları

olan korkak bir kahraman

olmayı. Ama Oğuz

Atay’ın başarısı da ve büyüklüğü

de burada kendini

gösterir. Bu kez romanın

üçüncü kahramanı olarak

karşımıza çıkan bir iç ses

olan Olric’i ete kemiğe büründürür.

Olric sayesinde

herkesin yaşadığı bunalımları,

hayata dair soruları,

YÜK Ede biyat


Sayfa 31

kaygıları, yaşananları, beklentileri,

çelişkileri bize hatırlatır.

Olric aynı zamanda

hesap sormayı da bilir. Böylelikle

rahatlayan okuyucu,

bir yere kaçamaz, sonunda

Olric’e yakalanır. Ağır kurguların

içerisinde ironiyle

karşılaşan okuyucu gevşer,

yüreklenir ve kendisinin de

bir tutunamayan olduğunu

unutur ve hatta hayattan intikam

alacağını düşünür.

Oğuz Atay, diğer yapıtlarında

da iddia edildiği

gibi kaypak aydınların buhranlarını

değil, sistemin bütün

hücrelerini yani kurumlarını

ve yöneticilerini de

herhangi bir ideolojik kalıba

dökmeden bütün çıplaklığa

bize gösterir.

“Korkuyu Beklerken”

adlı öykü kitabında ise bireyin

bozulmuş ruh sağlığını,

kendisine ve topluma yabancılaşmasını

anlatıyor gibi görünse

de aslında bu sorunsallığı

içselleştirilerek toplumsal

boyuta ustaca taşır.

D a h a k i t a b ı n a d ı n ı

“Korkuyu Beklerken” okurken

bile hissedilen toplumsal

eleştiri, öykülerin tümünde

bireyin toplumla karşılıklı

ilişkileri üzerinden yükselir.

Burada “Kalabalık bir

topluluk içindeydi. Başarısızdı.

Parası yoktu. Dileniyordu.”

cümlesiyle asıl işaret

edilen birey değil, toplumun

kendisidir. Çünkü ona göre

birey, yaşadığı toplumun bir

aynasıdır. Toplum, ekonomik

gücüne sahip olurken

vicdanî değerlerini kaybetmiştir

ve insanlık dileniyordu.

“Beyaz Mantolu Adam”

adlı öyküdeki beyaz manto;

“Babama Mektup” adlı öyküsündeki

dalkavuk insanlar;

“Tehlikeli Oyunlar” kitabındaki

günlük oyunlar oynayan

küçük topluluklar;

“Bir Bilim Adamının Romanı”

kitabındaki gülümsemeyi

unutan eylemsiz doçentler

de bu toplumun bir aynasıdır…

Oğuz Atay… Kendisine

düşen görevi, toplumu

yansıtmak için o aynanın sırrı

olarak yerine getirmiştir.

Şunu unutmayalım… Bugün

baş tacı yazarlardan birisi

olduğu farkına varılmışsa

Oğuz Atay’ın aradığı okurlarının

sayesinde olduğunu

unutmamak gerekiyor. Hiç

kimse kendine paye çıkarmasın

ve hiç kimse ne Oğuz

Atay’ı ne de bu okuyucuları

da, “Günümüzde birey, ruh,

özeleştiri, imge, yalnızlık,

içsellik gibi kavramlar artık

çok revaçta… İnsanlar sığınacak

liman, kendini anlatacak

yazar arıyor” diyerek

küçümsemeye kalkışmasın.

Hadlerine de değildir. Aksine

bu okuyucular artık ne

istediğini bilen, çevresinde

olup bitenlerin farkına varan,

yani tutunamayanlar

ülkesinde hayata sımsıkı tutunan

insanlardır. Ne diyor,

Oğuz Atay? '' Kimse Sana

Özgürlük Veremez. Kimse

Sana Eşitlik, Adalet Veya

Başka Bir şey Veremez. Eğer

Adamsan, Se n Alırsın.”diyor.

Evet, Oğuz Atay cüceler

ordusuyla tek başına

savaşan dev bir kalemdi.

Adam gibi adam ve edebiyatçıdır.

Özgürlüğünü de,

eşitliğini de, adaletini de söke

söke aldı.

i) Oğuz Atay- Günlük ve Eylembilim.

İletişim Yayınları..

3.Baskı.1992. Sayfa: 100/102

ii) A.g.e. - Sayfa: Sayfa: 136/140

iii) 1970’te TRT Roman ve Hikaye

Y a r ı ş m a s ı ’ n d a

“Tutunamayanlar” adlı romanıyla

ödül aldıktan sonra kitaplarını

yayınlayan ilk yayıncısı

Sinan Yayınevi sahibi Hayati

Asılyazıcı, röportajlarında

Oğuz Atay’ın kitaplarını hiçbir

yayıncının basmaya yanaşmadığını

söyler.

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 32

Edebiyatımızda Birkaç Mesele

Emrah Kurul

ki binli yıllardan

İ

sonra teknolojinin

çok hızlı gelişmesi

her alanda olduğu gibi

edebiyatta da alternatifleri

arttırdı. Özellikle

basılı edebiyatın

(kitap, dergi, fanzin,

bülten vb.) yerini alması

beklenen internetin

olanakları her geçen

gün gelişti. E-

kitaplar ve e-dergiler

hem ulaşılabilirlik hem

de maddi imkânlar

açısından basılı edebiyatın

büyük ve cazip

alternatifi olarak yirmi

birinci yüzyılda dikkat

çekici noktaya ulaştı.

Fakat her gelişmenin

bir olumsuz yanı olacağı

muhakkak. Bu

noktada en büyük endişe

niteliksizliğin artması,

hatta kalıcı hâle

gelmesi. Öyle ki bu niteliksizlik,

zamanla

standardı düşürecek,

mükemmelliği bırakın

vasatı iyi gösterecek

hâle gelecek. Ahmet

Mithat’la başlayan,

Saffet Nezihî, Hüseyin

Rahmi gibi isimlerle

devam eden ve bir dönem

tartışmaların

odak noktası hâline

gelen Kerime Nadir ile

iyiden iyiye varlığı

yadsınamaz olan popüler

edebiyat, ne yazık

ki teknolojinin hızlı

gelişimiyle öncekileri

mumla aratan bir popülizm

yarattı. Gelgelelim,

bunlar birçok

edebiyatseverin

şikâyet ettiği noktalar

olmakla birlikte “Ne

yapmalı?” sorusunu

da beraberinde getiriyor.

İlk yapılması gereken

kontrollü ilerlemek

ve edebiyatı ticaretin

ucuz oyunlarından

kurtarmak. Bu

aşamada en büyük görev

okurlara düşüyor

elbette. Bilgiye ulaşmanın

bu kadar kolay

ve hızlı olduğu bir

yüzyılda iyi kitaba

ulaşmayan okur elbette

suçludur. Yazmak

nasıl bir ayrıcalıksa iyi

okur olmak da bir ayrıcalık

olarak görülmeli.

Nasıl ki yazarın/

şairin bir üslubu varsa

okurun da kırmızı çizgileri

olmalı.

Bir diğeri ise iyi

editör ve iyi eleştirmen

yetiştirmek. Özellikle

editörlüğün içinin bo-

YÜK Ede biyat


Sayfa 33

şaldığı bu dönemde

entelektüel birikimi

olan, analitik düşünebilen,

öngörüleri ve kabiliyetleri

olan editör

sayısı bir elin parmağını

geçmezken kaliteli

edebiyat yapmak

mümkün mü? Yayınevlerinde

olsun, dergilerde

olsun, ahbapçavuş

ilişkisiyle yayımlanan

metinler, iyi okuru

yaratamayışımızın

suçlusu değil de nedir?

Dergilerde, söyleşilerde,

ödüllerde gördüğümüz

aynı isimlerin

okurda bıkkınlık yarattığını

bir ben görmüyorum

herhâlde!

Atölyeler

S

on yıllarda sıkça

duyduğumuz

sözcüklerin

başında geliyor

atölyeler. Kitabı olan

her yazarın bir yazı

atölyesi girişimcisi olmaya

hak kazandığını

görüyoruz. Bu atölyelerin

hepsi de yazı/

öykü atölyesi. Şiir atölyesi

ise neredeyse yok!

Çünkü insanlar şairliğin

yetenek işi olduğuna

inanırken yazarlığın

8-10 derste öğretilebilir

bir şey olduğunu düşünüyor.

Peki bu atölye

furyası neden bu kadar

ilgi görüyor olabilir?

Cevap basit: Türkiye’de

yazar ya da şair

olmanın “havalı” bir

şey olduğuna inanan,

entelektüel görünebilmek

için ille de bir şeyler

yazmak gerektiğini

düşünen yüzlerce, hatta

binlerce insanın olması!

Popüler olmak,

bir basamak olarak görülüyor

ne yazık ki.

Üzücü olan şu ki okumadan

yazar olacağını

düşünen bu insanlardan

“yazar” yaratmaya

çalışan yazarlarımızın

varlığı her geçen gün

artıyor. Öyle afişler var

ki şaşırmamak elde değil!

Bilmem kaç saatlik

öykü atölyesi bilmem

kaç TL! Üstelik konten-

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 34

jan da sınırlı! Hatta sadece

yazma değil okuma

atölyesi ilanı veren

bir yazarımız da var.

Okuma atölyesi için (8-

10 saat) talep ettiği

miktar, ortalama bir

insanın bir aylık ev kirasına

yakın. Sizce de

komik değil mi? İrem

Uzunhasanoğlu adlı

bu kadın yazarımız vıcık

vıcık romantizmle

süslediği romanları ve

daha önce onlarca kez

çevrilmiş kült roman

çevirileriyle pek bir

popüler.

Sevgili yazarlarımız;

insanlara okuma

yazma öğretebilirsiniz,

gramer öğretebilirsiniz,

imlâ ve noktalama

öğretebilirsiniz fakat

hayâl kurmayı öğretemezsiniz!

Sevgili okurlar;

en iyi atölye kitaptır.

Çehov’dur, Shakespeare’dir,

Tolstoy’dur,

Sait Faik’tir, Tanpınar’dır,

Yaşar Kemal’dir…

Kısaca yazdığından

bin kat fazla

okumaktır atölye. Yazardan

ziyade iyi okura

ihtiyacımız varken

bu ısrar akıl kârı değil.

YÜK Ede biyat


Sayfa 35

Son Söz

Genç yazarlar için havalı

ve popüler yazar

olma rehberi

1. Size en yakın yazı atölyesine

kaydolun.

2. (Erkekler için) Sakal

bırakmalı, boynunuza

renkli fular bağlamalı ve

elinizden sigarayı düşürmemelisiniz.

(Kadınlar için) Renkli

ve büyük kemik çerçeveli

gözlük edinmelisiniz.

3. Bir yayınevinin editörüyle

tanışmalı ve iyi arkadaş

olmalısınız.

4. Feminizm, taşra, bireyin

yalnızlığı gibi konuları

seçmeli ve postmodernizm

diye mızmızlanmalısınız.

5. Büyük yayınevlerinden

yeni çıkan bütün kitapları

almalısınız ve hemen

bütün sosyal medya

hesaplarınızdan övgüler

dizmeli ve “başyapıt” olduğunu

alenen ilân etmelisiniz.

6. Bütün bunları yapıp

kitabınız çıktığında ise en

az yirmi kere söyleşi yapın.

Bol bol felsefî cümleler

sarf edin ve kendinizi

gündemden uzak tutmayın.

7. “Yazmasaydım çıldıracaktım,

evi arabayı satacaktım,

sokaklarda yatacaktım

vb.” gibi artistik

cümleler kurun. İnsanlara

sizin yirmi dört saat sanatla

meşgul, entelektüel

biri olduğunuzu gösterin.

8. Ve tebrikler! Artık büyük,

havalı, popüler bir

yazarsınız! Siz de en kısa

zamanda bir yazı atölyesi

açabilirsiniz.

Yıl 1 Sayı 2


Tefrika Yayıncılık

T

efrika kelimesi

Arapça “fark” kökünden

gelir; anlaşmazlık,

ikiye ayrılma

demektir. Yayıncılıkta ise

bölüm bölüm yayımlanan,

birbirini tamamlayan bölümlerden

oluşan yazı dizisi

anlamına geliyor. Türk

ve dünya edebiyatında roman

türünün gelişmesindeki

en önemli etkenlerden

birisi de bu şekilde,

tefrika olarak yayınlanan

romanlar olarak karşımıza

çıkıyor.

Tefrika yayın usulünün

Türk basınına ilk

Türkçe gazete olan Tercümân-ı

Ahvâl ile 1860’ta

girdiği biliniyor. Arkadaşı

Agâh Efendi ile gazeteyi

kuran İbrahim Şinâsî’nin

‘Şair Evlenmesi’ isimli piyesi

Tercümân-ı Ahvâl’in

ikinci nüshasından itibaren

yayınlanmaya başlıyor.

Bundan sonra ise şimdi

kitap olarak bilinen birçok

eser okuyucusuyla tefrikalar

halinde buluşmuş,

sonradan kitaplaştırılmış.

En bilinenlerinden bazıları

şunlar:

Ta'aşşuk-ı Tal'at ve

Fitnat (Şemsettin Sami),

Araba Sevdası (Recaizade

Mahmut Ekrem), Aşk-ı

Memnu (Halid Ziya Uşaklıgil),

Nur Baba (Yakup Kadri

Karaosmanoğlu), Efruz Bey

(Ömer Seyfettin), Çalıkuşu

(Reşat Nuri Güntekin), Vurun

Kahpeye (Halide Edip

Adıvar), Dokuzuncu Hariciye

Koğuşu (Peyami Safa),

Ayaşlı ile Kiracıları

(Memduh Şevket Esendal),

Kürk Mantolu Madonna

(Sabahattin Ali), Huzur

(Ahmet Hamdi Tanpınar),

Medarı Maişet Motoru

(Sait Faik), İnce Memed

(Yaşar Kemal)

Yük

Edebiyat’ın

ikinci sayısından itibaren

bu geleneği sürdürmek,

Türk edebiyatına aciz bir

katkı sunmak amacıyla

“Kilim” adlı kısa romanı

yayınlamaya

başlıyoruz.

Cümle geçmiş ustalara

saygıyla ve haddimiz olmayarak…

İyi okumalar.

Kaynakça:

Uğur Demircan

- Tanzimattanberi Edebiyat Tarihi,

İsmail Habib, Remzi Kitabevi 1942

- Türk Basın Tarihi Ders Notları,

Prof. Dr. Belkıs Ulusoy Nalcıoğlu,

İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan

Eğitim Fakültesi Yayınları

- Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu


Sayfa 37

Kilim

Tefrika No: 1

Uğur Demircan

Y

emek kokusu geliyordu

mutfaktan.

Gözlerimi

kapatmış, yerdeki kilimi

okşuyordum dokusunu

hissetmek için. Yok denecek

kadar inceydi kilim.

İnceydi ama sık dokunmuştu.

Elimi yavaşça gezdiriyordum

kilimin çıkıntılı

ama yumuşak ilmeklerinde.

Sıcak, sevecen bir

duyguydu. Dokundukça

sarıp sarmalıyor, ısıtıyordu

beni. Solgun kırmızı

rengi ve keskin köşeli motifleriyle,

düğün öncesi

çeyiz taşıyan akraba gençlerden

birinin sırtında gelip

bu odaya serildiği

günden beri üstünden gelip

geçenlerin hatıralarını

ilmeklerinde taşırcasına

ezilmiş, hırpalanmıştı

adeta. Gözlerimi açtım.

Yerde oturmuyordum

elbette. Ev sahibinin

yaşlı annesinin şalvarı ile

aynı kumaştan, geniş,

kahverengi bir minderin

üstündeydim. Kilime ise

elimi sürtüyordum sadece,

konuşma molalarında

ya da karşımdakileri dinlerken.

Hiç kilim olmamıştı

bizde. Doğup büyüdüğüm

evin koridorlarında

'duvardan duvara' makine

halılarından, salonda,

odalarda vernikli ahşap

yer döşemesi üstünde

küçük ama kıymetli halılardan

olurdu. Kilim hiç

görmemiştim, ayıp değil

ya. Minderde önce dizlerimin

üstünde oturdum

bir süre. Namaz kılar gibi.

Kısa sürede ayaklarım

uyuştu. Odadaki diğer

adamlar gibi ben de bağdaş

kurdum sonra. Bu şekilde

oturmaya alışkın

değilim aslında ama minder

öyle yumuşaktı ki fazla

zorlanmadım.

“Öğretmen bey, sen rahat

edemedin...”

“Yok yok rahatım ben.

Sağ olun.”

“Nasıl etsek? Minderi değişsinler?”

“Gerek yok. Vallahi! İyiyim

ben.”

Hafif bir karın ağrısı

dışında rahattım gerçekten.

Israrcı ev sahibi,

Mahmut adında bir çiftçiydi.

Ömrü boyunca hiç

başka yöne taranmamış

gibi alnına dümdüz inen

sık ve kısa saçları, yetişkin

bedeninde bir çocuk

gibi gösteriyordu onu. Şakakları

kırlaşmaya başlamışsa

da yaşına göre dinç

görünümlü ve yapılıydı.

Ancak toprakla uğraşan

insanlarda görülebilecek

kadar kaba olan elleri nerede

duracaklarını unutmuş

gibi, dizlerinin üstünde

yer değiştirip duruyordu.

Hemen sağımda

oturuyor ve sık sık bana

bakıyordu yüzünde anlaşılmaz

bir ifadeyle. Bu öyle

bir ifadeydi ki sanki bir

kabahat işlemişti de öğretmeni

yani ben onu cezalandırmaya

gelmiştim

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 38

oraya! Oysa onun değil

oğlunun öğretmeniydim.

O ise mahcup hareketlerle

misafirini rahat ettirme

çabası içindeydi sürekli.

Bir kapının dışındakilere

bağırarak emirler yağdırıyor

-bunlar karısı, kızı olmalıydı-

bir bana dönüp

kısık sesle ve nispeten kibarlaşmaya

çalışarak başka

bir ihtiyacım olup olmadığını

soruyordu. Bağırdığını

ben de duyuyordum

aslında ama o, bu

çifte davranışı saklamak

gereği görmüyordu. Bu

arada odada ne kadar

yastık varsa sırtıma vermişti.

Çiftçinin yanına

oturttuğu biri beş altı yaşlarında

görünen diğeri on

yaşında iki oğlu, tek bir

kelime etmeden pinpon

maçı izler gibi bir o yana

bir bu yana bakarak yetişkinleri

izliyorlardı. Büyük

olanı, dördüncü sınıftaki

öğrencilerimdendi. Oğlanların

böyle şehzadeler

misali oturmaları ve kapı

dışındaki kadınlara reva

görülen muamele tuhaf

geldi aslında. Ben babamı

anneme yardım ederken

görmüştüm hep çocukluğumdan

beri. Ama buraların

gerçeği buydu işte.

"Öğren bunları hoca!" dedim

kendi kendime.

"Anadolu'nun göbeğine

geldin". Tam karşımda

oturan muhtar da bu durumu

garipsemişe benzemiyordu.

O sadece birazdan

gelecek sofranın derdindeydi;

iki kat olmuş

göbeğini yokluyordu eliyle.

"Öğretmen Bey"

Böyle çağrılmaya

daha alışamamıştım. Mezun

olduktan sonra üç yıl

kadar beklemiştim bu atamayı.

Bu arada çeşitli

kurslara giderek oyalanmış

ve sonunda evime

yaklaşık bin kilometre

mesafedeki bu ücra köye

öğretmen olarak atanıp

gelmiştim. Üzerime yüklenen

bu sıfata henüz öyle

uzak ve yabancıydım ki

"rüyada gibi olmak" deyiminin

ne ifade ettiğini

şimdi anlayabiliyordum.

Çevremdeki her olay ya

da konuşma sisler arasında

cereyan ediyordu ve

birkaç yıl sonra bu günleri

en azından bu akşamı

hiç hatırlamayacağımdan

neredeyse emindim. Sarhoş

gibi dolaşıyordum

birkaç gündür köyde.

Okul, tek bir derslik ve

Atatürk köşesi ile birkaç

yangın kovası sığdırılmış

bir koridordan ibaretti ve

bu küçücük köyde lojman

ya da kiralayabileceğim

bir ev bulmak imkânsızdı.

Eski devirlerde olduğu

gibi -köy romanlarında

okuduğum şekliyle- bir

köy odası da yoktu artık.

Muhtar öyle demişti.

"Öğretmen Bey, sana başını

sokacak bir yer muhakkak

ayarlayacağız amma

şimdilik her gün birimizin

evinde misafir oluver."

demiş ve dün gece

kendi evinde yatırmıştı.

Bu akşam da yine muhtar

tarafından buraya, Mahmut

Ağa’nın evine getirilmiştim

ve garip bir yetim

gibi bırakılacaktım yemekten

sonra. ‘Mahmut

Ağa’ dediği zaman köyün

ağasının evine gideceklerini

sanmıştım önce. Oysa

durum sandığım gibi değildi.

Burada herkes birbirine

ağa diyordu ama hiç-

YÜK Ede biyat


Sayfa 39

biri o kadar zengin sayılmazdı.

Eski filmlerdeki o

ağalık şirketlere, bankalara

devredildiğinden beri

kavramın içi boşalmış,

herkesin karşısındakine

kullandığı şakayla karışık

bir hitap halini almıştı.

Ağa değillerdi belki

ama kimse de sandığım

kadar fakir değildi. Yerdeki

yıllanmış kilimin aksine

bir kapağı düşük ahşap

dolabın üstünde büyük

ekranlı -en azından

bu odanın ölçülerine yeterli

gelecek ebatta- yeni

bir televizyon duruyordu.

Adını bilmediğim bir kanaldan

ceviz yetiştiriciliği

anlatılıyordu yarım saattir.

Sadece televizyonla

sınırlı değildi bu durum;

sofra kurulacağı için yerdeki

minderlere oturmuştuk

fakat arkamızda yepyeni

kanepeler duruyordu.

Ayrıca ev sahibinin

büyük oğlunda son model

telefonlardan vardı, kardeşinin

gıptayla bakıp sık

sık gizli bir telâşla ekranına

parmağını sürtüverdiği.

Abisi onun bu hareketine

kızıyor ama babasının

korkusundan olacak,

sesini çıkarmıyordu.

Muhtarın evi de buradan

pek farklı değildi.

Hayal ettiğim köy hayatından

çok farklı bulmuştum

bu evlerdeki yaşamları.

İlk izlenim aldatıcı

olabilirdi elbette ama hiçbiri

geri kalmış ya da ilkel

değildi bu insanların. Teknolojinin

nimetleri buralara

kadar geliyordu işte.

Aklıma telefonuma bakmak

geldi o anda. İki cevapsız

arama, yazıyordu;

ikisi de annemdi. Sessizde

unutmuştum. Mesaj yazdım

kısaca, yemekten

sonra arayacaktım.

“Boruları ne ettin Mahmut

Ağa?”

“Ne edelim muhtar. Satacaz

işte, bilin ya. Veli Dayı

alımkâr oldu, uylaşamadık.”

“Onun samanla takas ediverin

işte.”

“Veli Dayı’nın ağzına kaşık

sığar mı? Balyasına on

lira ister!”

“Etmez o kadar.”

“Etmez tabi.”

Farklı bir dil konuşuyordu

bu adamlar. Anlamıyordum.

Şiveleri olacaktı

elbette, ona alışabilirdim

ama çiftçilikle, köy

hayatıyla ilgili terimleri

vardı ve o bunların hiçbirini

daha önce duymamıştım.

“Servet mallar nasıl?”

“Eyi muhtar ağa. Yaramaz

bi durum yok.”

“Göğerbeli'ne sürüyon

mu davarları?”

“Yok. Orda iş yok bu sene.

Söğütlü'nün üstünden

dolaştırırım. Göğer'i şirket

adamları zapt etmiş. Tel

çekmeye başlamışlar.”

“Ha doğru. Haberim vardı

ya, başlamışlar demek!”

“Neymiş ki muhtar?”

“Şirket, Mahmut Ağa. Altın

arayacaklar oralarda.

Devletten izin aldılardı

geçenlerde.”

Odadaki bir diğer

kişi olan Servet'in, köyün

çobanı olduğunu dün öğrenmiştim.

Konuştukları

“mal”ların, “davar”ların,

sabah erken sahiplerinden

toplayıp akşama kadar

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 40

dağlarda güttüğü, akşam

da getirip tekrar ağıllarına

kattığı küçükbaş hayvanlar

olduğunu anlamam

fazla sürmedi. Alışacaktım

böyle böyle işte.

Soruyu yanıtlamak

dışında bütün akşam ağzını

açmayan çoban Servet'in,

adına tezat biçimde

yoksul bir görüntüsü ve

epeyce uzun bir boyu vardı.

Gövdesinin geri kalanına

orantılı olarak elleri

de çok büyüktü. Öğrendim

ki çocukken de böyleydi

ve köyde oynadığı

arkadaşlarının vicdansız

alaylarından çok çekmişti.

Şimdi ise kahveye çıktığında,

diğer gençlerin

döndüre döndüre çektiği

tespihler ona ufak geldiği,

parmaklarına takıldığı

için annesinin doksan dokuzluk

namaz tespihlerinden

birini yanına alır,

onu çevirirdi. Yirmi üç

yaşındaydı daha. Köye

indiği zamanlarda, meydanı

titreten heybetli yürüyüşüyle,

ömründe şampuan

görmemiş kömür

karası saçlarıyla ve esmer

yüzünün orta yerine Yaradan

tarafından hediye

edilmiş çakır gözleriyle,

gören kızları bir daha

baktırırdı Servet. Kapı önlerinde

üçü beşi bir aradayken

onun geçişini gizli

bakışlarla izleyen, elleriyle

ağızlarını kapatarak

gülen ve kendi aralarında

fıkırdaşan bu kızların hiçbiriyle

işi olmazdı oysaki.

Onun gözü Sevde' den

başkasını görmüyordu.

Servet'in bu ilgisini

sofra kurulurken fark ettim.

Sol yanımda bağdaş

kurmuş bu yerel Davut

heykelinin, ev sahibinin

kızı içeri girdiği andan

itibaren dönüştüğü aciz

hale tanıklık etmek ilginçti.

Yüzüne yansıyan o çocuksu

heyecan, yanaklarının

kıpkırmızı oluvermesi,

alnında boncuk boncuk

beliren ter damlaları

ve ani hareketlerle sağa

sola, güya kızla ilgisiz

yerlere bakmaya çalışan

gözleri, o kadar çok şey

anlatıvermişti ki kısa süre

içinde. Bir anda, muhtarla

ev sahibinin konuşmaları

kulağımdan silinmiş, yanımdaki

bu devasa utangaçlık

anıtı daha çok ilgimi

çekmeye başlamıştı.

Tabii bir de karşı tarafı

vardı bu işin. Kızda durum

nasıldı acaba? Sofra

bezini serip üstüne kısa

bacaklı küçük bir yemek

sehpası koyduktan sonra

bir daha gelmemişti kız.

Ekmek tenceresini, kaşıkları

annesi getirmiş; kız

bir süre daha görünmemişti.

İştahla yenen yemek

esnasında az önceki

kızı düşünmeye başladım.

Başörtüsünün önünden

belki kazayla belki

sofradaki birine bir işaret

olarak indirilivermiş birkaç

sarı telin gölgesindeki

yüzünde ve bilhassa o bal

rengi gözlerinde, o neredeyse

tamamen inik kapakların

altından sadece

önüne bakan gözlerinde

hiçbir emare görememiş,

Servet'in hislerine karşılık

bulup bulmadığına dair

en ufak bir ipucu sezinleyememiştim.

Doğaldır ki

odada babası olunca gözlerini

kaldırıp bakması

bile mümkün değildi kızcağızın,

anlamıştım. Yine

YÜK Ede biyat


Sayfa 41

de elektrik kesilmiş de

izlediğim film yarım kalmış

gibi hissettim. Filmin

devamını nasıl öğrenmeliydi?

Az önce arkama

yastık tıkıştıran Mahmut

Ağa şimdi de önüme yufka

ekmeğinden bir dağ

yapmıştı. "Yeterli, teşekkürler"

dedikçe "Ye, ye!"

diyor, kendince belki sıcak,

samimi olduğunu

düşünse de hiçbir mantığı

olmayan bir zorlamaya

dönüşüyordu misafirperverliği.

Her şey gibi bunun

da fazlası saçmaydı.

Sürekli hayır demek, kalkanlarımı

dik tutmak zorunda

gibi hissediyordum

ve bu durum rahatsız

edici bir hale dönüşüyordu.

Ailemi, evimi düşündüm

yine. Yemeğe aldığımız

konuğa bir kez

teklif eder, fazlasında ısrar

etmezdik. Bu insanlarsa

ısrar etmezlerse kötülük

etmiş sayıyorlardı

kendilerini.

Bunun dışında, sofrada

kimsenin konuşmadığını

fark ettim. Az önce

dereden tepeden söyleşen

adamlar, yemek gelince

sessizlik yemini edilmiş

gizli bir ayini gerçekleştirmeye

başlamışlardı

sanki. Televizyonun iyice

kısılmış sesi duyuluyordu

sadece: Denizler mutedil

dalgalı, iç kesimler sisliydi.

Sofra öyle sessizdi ve

bu öyle yapay bir

sükûnetti ki bu zoraki kibarlığın

sebebinin ben olduğumdan

neredeyse

emindim. Hatta ev sahibinin,

misafire ayıp olmasın

diye ağzını şapırdatmamaya

çalıştığı gibi garip

bir düşünceye bile kapıldım.

Kendi kendilerine

olsalar yapacaktı muhtemelen.

O gün kasabadaki

berberde saçları üç numaraya

vurulup epeyce ağlamış

küçük çocuk, kopardığı

ekmek parçasını

sofranın ortasındaki yemeğin

suyuna uzatacak

olmuş, abisinin dirseğini

hafifçe yiyince elini çekmişti.

Anladım ki o akşam

sofrada benden başka

kimse doyamamıştı.

Devamı

gelecek

sayıda

Yıl 1 Sayı 2


Hatşepsut

Rabia Uğurlu

B

irinden daha

biri…

Çok konuştuğu

an, çok konuştuğu

kadar- bir asır kabiliyetinde

çok- susan

inatçı ve çok bilmiş ben,

yalnız onun izini sürüyorum.

Galata Kulesi’nin

yakınındaki K... Pastanesi’nin

müthiş manzarasını

es geçerek kendimi,

Beyoğlu’nun cafcaflı,

vernikli, şarkılı sokaklarında

granit sertliğinde

adımlarla yürürk

e n b u l u y o r u m .

Dükkânların renkli ışıklarının

gözlerimde yer

etmeye çalışırken kullandığı

cazibe, hayli etkili

olacak ki ruhumda

ruj izleri var. Bu yapışkanlıktan

sıkılıyorum.

Tüylerini güneşe

bırakmış ve pineklemenin

kaçıncı evresinde

olduğunu bilmediğim

siyah tüylü, irice bir köpekten,

zararsız görünen

haline rağmen ürküyorum.

İki dükkân

ötede otantik eşyaların

meraklı alıcısı kararsız.

Dükkânın üç kat üstünde

bir adam atletiyle

çıktığı balkonda bir yandan

kıvırcık saçlarını

kaşırken sigarasının izmaritini

otantik eşyaların

meraklı alıcısı olan

kadının başına yolluyor.

Bu saatte, bu semtte şaşılacak

şey. Şaşmıyorum.

Aklındaki bir ansiklopedik

bilgiyle oyalandı:

“Bizans Dönemi’nde

yerleşim yeri olmayan

Beyoğlu’na

‘karşı yaka, öte ‘ anlamına

gelen Peran Bağları

deniliyordu.” Bu bilgiyi;

ruhunun köşelerini kaplayan,

nefesini elinde

tutan Mozart’ın- bir ihtiyaçtan

hâsıl olacak ki-

onu avurtlarından öpen

“Die Entführung Aus

Dem Serail”( Saraydan

Kız Kaçırma ) Operası’nı

dinledikten sonra

geçtiği başka bir kanalda

öğrenmişti. Bunlar

yediği fırınsız ekmekler.

Sadece arkasından

gördüğüm bu kadın.

Kayıp ilanı için yüzü

yok. Bu muhitte onu

tanıyan bir Allah’ın kulu

yok. Herkese sordum.

Kaygısız Saatçi Ali

Rıza’ya, inatçı Manav

Nuri Efendi’ye, geveze

Berber Rasim’e, Kuşçu

Halil’e dahi sordum.

Yer yarıldı yerin içine

girdi.

Gösterişli bir restoranda

onu ilk gördüğümde,

yönetmen arkadaşım

Selim ile yemek

yiyorduk. Ben böyle

yerleri sevmem. Selim

illâ ısrar eder, haydi be

Ali nazlanma, der be-

YÜK Ede biyat


nim üstüme

gelirdi. Ardından beni ne

yapıp edip ikna eder, söz

bir daha senin dediğin balıkçıya

gideceğiz, deyip

gönlümü alırdı. Hiç gitmedik.

Yıllardır aranmamış

yalnızca hissedilmiş bir

kadını burada bulana kadar

bu durumdan hep

şikâyetçiydim. Kestane

rengi uzun saçlarının

beline kadar inen dalgalı

deseninde, daha

önce dinlemediğim bir

piyanistin eserini büyük

bir zarafetle çalan bu kadında,

parmaklarının

uzunluğu ve inceliği dışında

bambaşka bir şey vardı.

Belinin inceliği ile kalçası-


nın kıvr

ı m ı n d a

nadir görülen

bir

orantının

da dışında

bir şeydi. Kafasını

çevirip rengini

tahmin bile edemediğim

gözleri ile bana bakarsa

bu büyü bozulabilir.

Mamafih buna heveslenmiyorum.

Artık

benim için bu matah bir

şey değil. Bir kadının en

çok hüznün ve kederin

tüm sancılı yanlarını dağıtan

gülüşüne ve çağırgan

kirpiklerine âşık

olan ben, bir semtli düşünür

dostumun tavsiyesi

ile bir kuyudan kova

kova acı çekmemek

için bu halimden vazgeçmiştim.

En son gülüşü

güzel kızı- Defne’yiunutana

kadar Azrail’in

vücudumu tırnaklayışı

ve bunu hep gecenin ortasında

hissedişim hala

aklımda. Azrail’e kızın

gülüşünü vermemek

için çok direnmiştim.

Bir serseri, bir hergele

oldum. Kızın peşinde

ahmaklaştım. Bir gün

onun yanında ötekileştiğimi

fark edince bavulsuz,

vedasız, çıt çıkarmadan

olay mahallinden

çekip gittim. Pis,

vurdumduymaz, acımasız

bir herifim. Alakası

yok. Defne, bir kere bile

beni aramadı. Arasaydı

bavulsuz gitmiştim.

Hep bir dönme ihtimali…

İnsicamsız lakırdılar.

Şimdi arkası dönükken

seyretmeye doyamadığım

bu kadın…

Annemin de böyle

uzun saçları vardı.

Tek farkı düzdü. Babam,

günün birinde, içkinin

dibini bulduğu bir

vakitte annemi evden

kovmuştu. Henüz sekiz

yaşındaydım. Yine de

biliyordum bu onun kaçıncı

kez evden kovuluşuydu.

Düşünüyorum

da kimsesiz miydi de

gitmezdi? Yahut beni mi

bırakamazdı? Bu ayrımı

hiçbir zaman yapamadım.

Ali’yi bırakmam,

diye bağırdığını hatırlıyorum.

Babam, defol git

yoksa bu çocuk elimde

kalır, dediğinde annemin

yüzü sararmıştı. Benim

kanayan burnuma

baktı, geldi; eteğinin iç

kısmı ile sildi. Sonra yanaklarımdan

öptü. Çaresiz,

bu sefer gidişini,

giderken hiç dönüp arkasına

bakmayışını izledim.

Baksa gidemez.

Uzun, arkadan tek bir

örgü inen saçı konuşacak

sanmıştım. Dönecek

mi? Belki şimdi dönüp

bakar? Bakmaz. Ben de

bu eve dönmem. Aklı

olan dönmez. Annem

gidince oturduğumuz

semti değiştirdik. O gün

bu gündür annemi bulamadım.

Babam bende

mide bulantısı, tozlu sinir,

çöp kutusu… On üç

yaşımda onu terk edip

gittim. Zaten bir işe yaramazdı.

Hep yarı açtım.

Bir fırıncının yanına

çırak olarak girdim.

Sonra mı? Sonra sonra

sinemaya pek merak

YÜK Ede biyat


saldım.

Ben düşüncelerin

uzantısında dolaşırken

kadın son eseri çaldığını

belirginleştirmek adına

selam vermek için ayağa

kalktığında yüzümü hemen

başka tarafa çeviriyorum.

Bir kadın gülüşü

daha istemiyorum. Gidecekmiş

duygusunu

veren biri- hatta gidecek

biri- benim gözümde

yüzünü döndüğünde

gülümsememeli. Ağlamalı,

zırlamalı, lanet olsun

gidiyorum, demeli.

Bu kadının şu an sevdiğim

saçlarının her teli,

hayatımın aksak yanlarını

birbirinden koptuğu

yerden dikebilecek kadar

sağlam ipliklere benziyor.

Ona bir iğne hediye

etmek isterdim.

1 Mart günü, tekrar-

kaçıncı kez bilmiyorum-

dinlemeye gittiğimde

yoktu. Acaba hastalanmış

mıydı? Bakanı

yoksa yüzünü görme

pahasına ilgilenir miydim?

Sanmıyorum. İzin

almışsa eğer kaç gün

acaba? Bir sevgilisi… Olsa

anlardım. Pala bıyıklı,

lacivert ceketli, göbekli

patronuna soruyorum.

Kayıtsızca bana bakıp, “

Müşterinin birini memnun

edemedi, kovuldu.”dedi.

Ne demek kovuldu?

Nasıl kovarsın!

Adamın yakasına yapıştım.

Kravatını olağan

gücümle sıktım. Şimdi

senin sesini öyle bir keseceğim

ki bir daha kimseyi

kovama.

- Nereye gitti, seni gebertmeden

de!

- Az konuşur, ne bileyim.

Kimseyle burada

laflamaz. İşi bitsin hemen

gider.

-Adı ne?

Kekeleyerek, gerçek

adını bilmem sahne

adı var, dedi.

-Söyle!

-Hatşepsut.

-Ney!

- Hatşepsut.

- Dalga mı geçiyorsun

sen benimle? Böyle isim

mi olur?

- Mısır kökenliymiş, dahasını

bilmiyorum.

Adamları tam bu

esnada beni tutup yaka

paça, ite kaka, döverek

dışarı attılar. Hatşepsut!

Senden uzaklaşamam.

Evde yerimde duramıyorum.

Bir kurbağa çevikliğinde

oradan oraya

zıplamaya meyilli. Dışarısı

tenha. Herkes piyano

çalan bir kadının gidip

gitmediği çelişkisindeki

bakır renkli olasılığın

yasını tutuyor olmalı.

Onların nereden haberi

oldu?

Ara sokakların birinde

Ahmet Abi’nin çay

ocağına uğruyorum.

Göz gözü görmeyecek

bir dumanda bir bardak

demli çay içerken gazeteleri

zor bela gözden

geçiriyorum. Belki bir

olaya karışmıştır. Dayısı

cinnet getirip öz yeğenine

altı kurşun sıktı, trafik

kazası sekiz can aldı,

Ajda Pekkan konser sırasında

düştü…

Yan masadan kulağıma

Hasan’ın o her

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 46

zamanki alaycı sesi geldi:

- Ooo artist, sen uğrar

mıydın buralara?

Ona doğru bir

baktıktan sonra önüme

döndüm. Bu adamla uğraşacak

değilim.

- İyi iyi bak haberlere,

seçim sonrası zaten ortalık

karışık. Hangi partiye

oy verdin?

- Ne yapcan?

- Ne gıcık herifsin ha!

- Pusuladaki bütün partilere

oy verdim. Kimsenin

bende hakkı kalmas

ı n . O l d u m u ?

- Al işte Ahmet Abi, deli

diyorum inanmıyorsun.

Ahmet Abi, bana

b a k ı p g ü l ü m s e d i .

“Hasan, o en azından az

konuşuyor. Yine sabahtan

beri kafamı şişirdin

.”

Kalkıp gidiyorum.

Bahanesiz. Restoranda

yakın yerlerde dolaşıyorum.

Sanki kadınla onlarca

kez muhabbet etmişim

de kopamıyorum,

ardı sıra bu sokak beni

yoruyor. Kaldırıma oturuyorum.

Fazla soğuk.

Üşüdüm. Buna rağmen

kalkacak mecalim kalmamış.

Yaklaşık bir yarım

saat oyalanmış olmalıyım.

İleride, giden

birine gözüm takıldı. Defalarca

baktım emin olmak

için. Emin olunca

kalkıp nasıl koştuğumu

bilmiyorum. Epeyce

yaklaştım. Tamam, bu o

kadın. Piyano çalışı hep

tanıdık gelen kadın. Gitmemiş.

Oh, buldum onu!

Eğer bir şey yapmazsam

kesin gidecek. Yüzünü

döner diye sesimi çıkaramam.

Galiba onunla karşı

karşıya gelemeyeceğim.

Pes edip köşeyi dönerken

gözden kaybolmasına

izin veriyorum.

Defne acaba evlenmiş

midir? Belki ona

benzeyen meraklı bir kızı

vardır. Eşini seviyor

mu? Sevmiyorsa eşini

öldürsem. Kızını kızım

bellesem. Defne sadakatsiz

biri değil. Yılıyorum.

Tramvayda giderken

düşündü. Annesi de

gidince evlenmiş midir?

Artık hafızasında çok az

canlanan bir kadın hayali

daha da kayboldu.

Muhtemelen öldü.

Yanındaki yaşlı

teyze canı sıkılmış, nasıl

da meraklı,” Oğlum nereye

böyle?” diye sordu.

Annemin yanına teyze.

Pek iyi yavrum, git tabii.

Sakın ha, anneni ihmal

etme!

Birinden daha biri,

takvimden kopardığı bir

sayfayı saklarken not

düştü.

Ölüm tarihi: 2

Mart Pazar


Yıl 1 Sayı 2


Huzur Hakkı

Hüseyin Kılıç

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Yüksek Sekreterliğine

Strazburg

Çok kıymetli mistırlar ve misisler,

Ben Mümtaz Korkut Kara. Sizlere yaptığım bu başvurumu Türkiye’de,

Bursa’da kaleme alıyorum. Temennim odur ki sizin lisanınızla

yazmadım diye bu başvuru göz ardı edilmez ve derhal bir tercüman bulunarak

işleme alınır. Zira ne İngilizce ne Almanca ne de Fransızca bilirim

ama benim derdim de tıpkı sizler gibi insanlık ve insan haklarıdır.

Başvurumun en başında size yolladığım bu dilekçe mektubun Devlet-i

Âlî'mize olan güvenle bir alakası olmadığını belirtmek isterim. Bilakis

tüm dünyayı ilgilendiren bir hususun hızla en fazla sayıda memlekette

çözüme kavuşturulması arzumdan dolayı başvuruyu doğrudan tarafınıza

gönderiyorum.

Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,

Lafı çok uzatmadan işbu mektubu yazma sebebime

gelmek istiyorum.

Efendim,

ben edebiyat

öğ-


retmeniyim. Her ne kadar sizin konuştuğunuz lisanları bilmesem de

kendi ülkemin dilini hasbelkader gitmiş olduğum üniversitede detaylı

öğrenme fırsatı buldum. Elbette yalnızca gramerle ve sizlerin sanırım

vokabüler dediği kelime hazinesi ile kısıtlı değildi bu bilgiler. Belki de

üstüme vazife olmamasına rağmen üniversite okurken birçok kitabı okuma

ve birçok insan tahliline şahitlik etme fırsatı buldum. Gördüğünüz

gibi burada da kısa yolu tercih ettim. Onlarca insanla tanışıp onları çözmeye

çalışmaktansa yüzlercesini bu şekilde tanımak bana çok daha

mantıklı geldi. Nihayet okul bittiğinde insanlık hallerine dair bilgim derya

deniz (tercüman ikisi de aynı kelime diye düşünürse ‘çok fazla’ anlamında)

oldu. Lakin tanıdığım, tanımasam da beş dakika gördüğüm herkesi

bir yere oturtabilsem de bir türlü kendi yerimi bilemedim. Ne nerede

durduğumu, ne nerede durmam gerektiğini.

Muhterem senyorlar ve senyoralar,

Biliyorum lafı uzattım ama bunların da tamamını anlatmak zorunda

hissediyorum. Üniversite bittikten sonra özel bir eğitim kurumunda

çalışmaya başladım. Çok istediğim bir şey değildi ama çevremdekiler bunun

böyle olması gerektiğini söylemişlerdi. Toplumun çok sevdiği bunun

böyle, şunun şöyle, onun öyle olması gerekliliği hastalığını oldum olası

hiç sevmemişimdir. Ama bir türlü gerçekten olamadığım yahut olgunlaşamadığım

yahut var olamadığım için bu konuda toplumla yüzleşmeyi,

karşı karşıya gelip problemlerimizi karşılıklı olarak tartışmayı gözüm

hiç yememiştir.

Evet, sonunda üniversite bitmişti, sonunda kendi paramı kazanabilecektim.

Doğrusu okurken de paramı kazanabiliyordum ve bir iki küçük

işte çalışmıştım ama o işlerden dilediğim zaman çıkabilirdim ve çıkmıştım

da fakat bu sefer farklıydı. Kendi paramı kazanabileceğimi söyleyen

toplum bana bunun aslında bir zorunluluk olduğunu direttiğinin

farkında bile değildi. Ben boyun eğdiğimin farkındaydım. Devletimiz de

aynı görüşteydi; verdiği krediyi ödemezsem neler olacağını tüm acımasızlığıyla

bana bildirmiş, beni köşeye sıkıştırmış bununla birlikte bana

bir iş vermemişti. Devlet ve toplum işbirliği içinde beni Özel Karadelik

Koleji’nin kapısından içeri göndermişti. (Derdim bir davaya yol açmak

olmadığından toplum baktığında yemek yediğim kap olan bana sorsanız

çok affedersiniz ama ağzıma sıçan bu kabın adını elbette zikretmeyeceğim.)

Edebiyat öğretmeni olduğumu söylemiştim değil mi? Çocuklara

şöyle kolay sorular soruyordum, ne bileyim İstiklal Marşımızın şairi

kimdir falan gibi. Öyle demişlerdi.

Çok kıymetli mistırlar ve misisler,


Karadelik Koleji’nde büyüklerimin ve sıralı amirlerimin de telkinleriyle

öğrencilerimle çok haşır neşir olamıyordum. Zira bana yüksek

perdeden bakıldığında asla kafamı kaldıramam. İsyan edemem. İşim

neyse hemen bitirip gitmek isterim. Öğrencilerim de benim maaşımı verdikleri

için çoğu zaman üstten konuşurlardı. Ben ise bu işkencenin bir

an önce bitmesi için dersi hızlı hızlı anlatmaktan başka bir çözüm bulamazdım.

Aslına bakarsanız öğrencilerime baktığımda en az birkaç tanesinin

babasının – benim maaşımı ödeyebilmek için – devletten vergi kaçırmak

zorunda kaldıklarını hissederdim. Ben buna üzülürken onlar ise bu üzücü

durumu çaktırmamak için inadına daha gururlu daha ahlaklı davranmaya

çalışırlardı. Halbuki Devlet-i Âlî'mizin bir okulunda işe girseydim

her şey farklı olabilirdi. Oradaki öğrencilerin birçoğunun velisi devletten

vergi kaçıramayanlar oldukları için gönül rahatlığıyla maaşımı

devlet veriyor diyebilirdim. Bana maaşımı vermek için çeşitli kanunları

ezberlemek gibi güç şeylerle uğraşmayan veliler – çünkü vergi kaçırmak

öyle bilmeden yapılabilecek bir şey değildir – ve onların çocukları da hiç

umrumda olmazdı.

Sonuç itibariyle toplumun istekleri doğrultusunda öğrencilerimin

mutluluğundan başka bir şey düşünmemekle mükelleftim ama bu süreç

beni gerçekten çok yoruyordu.

Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,

Artık kendi paramı kazandığım için artık kendi borçlarım olmuştu

ve çevremdeki bütün genç öğretmenler de benim gibi kendi borçlarıyla

cebelleşiyorlar ama bunu kimseye söylememeye bilhassa gayret gösteriyorlardı.

Ben üniversitede okuduğum kitapların da etkisiyle her birini

ayrı ayrı çözümlesem de hiçbirine bu tespitlerimden bahsetmiyordum.

Toplumun emrettiği şekilde sosyalleşiyor onlarla çay içiyor, futbol oynuyor,

her gün ne yesek diye konuşuyordum. Yemek muhabbeti günün en

sevmediğim kısmını oluşturuyordu. Herkes ucuz lokantaya gitme kararının

aslında bir diğerinin olduğunu ispatlamak için çabalıyordu. En fakir,

en borcu en muhtaç görünmemek önemliydi çünkü. İskender, döner,

pizza en azından alakart bir lokanta önerilerinin şaşmaz bir şekilde

ortaya sürülmesinden sonra farklı bir sonuç çıkabilirmiş de çıkmamış

gibi lütfen set menü çıkan lokantada karar kılıyorduk.

Muhterem senyorlar ve senyoralar,

Nasıl bir insan olduğumu üç aşağı beş yukarı anlatabildiğimi umuyorum.

Ben buyum. Toplumla uyumlu. Toplumun dileklerini göz ardı

edemiyorum. Hiç kimsenin bir dediğini bir buçuk bile yapamıyorum.


Peki neden? Sevilmek istediğimden mi? Karşı çıkmasını bilemediğimden

mi? Hayır efendim, hayır. Sevilmek istemiyorum. Kesinlikle istemiyorum.

Böyle bir şeye ihtiyacım yok. Karşı çıkmaya gelince, o da çok

kolay. Siz benim deli tarafımı bilmiyorsunuz. Fakat neden karşı çıkayım?

Neden haklı olduğumu insanlara açıklamak zorundayım? Neden

haklı olmak zorundayım… Zorundayız? Neden?

Çok kıymetli mistırlar ve misisler,

Lokanta demiştim ya yukarıda, işte geçen gün yine lokantadayız.

Tam yemeğimizi yemiş, çayımızı içmek üzereydik. Çünkü iş arkadaşlarımla

yemek yemem ve çay içmem gerekiyordu her zamanki gibi. Cam

kenarında oturuyordum, yine her zamanki gibi. Dışardakilerden beni

koruyacak, içerde bir şey olursa kırıp çıkabileceğim camlardan birinin

kenarında işte.

Onu ilk ben gördüm. Yukardan aşağı doğru duraklaya duraklaya

geliyordu. Onu görenler geçmesini bekliyor, eğer o duruyorsa diğerleri

hızlanıyordu. Bir tür saygı gösterisi olduğunu düşünüp garipsedim. Tam

tersine ondan kaçtıklarını sonradan anlayabildim. Daha önce de kağıt

toplayıcılar görmüştüm ama hiçbirini böyle dışardan bir göz gibi izlememiştim.

Hay aksi! Yoksa ben de diğerleri gibi onlardan kaçmış, hızımı artırmış,

yolumu değiştirmiş miydim? Ben kimdim ki bunu yapayım? Ya

kaçanlar kimdi?

Kağıt toplayıcı yaklaştı yaklaştı, bizim lokantanın –sahibi biz değiliz

efendim, oturduğumuz lokantanın anlamında- tam karşısında durdu.

Hızla hesabı ödeyip yanına doğru seğirttim. Kimdi? Ne yer ne içer ne düşünürdü?

İnsanlar neden ondan böyle uzaklaşıyorlardı? Masamdakiler

de lokantacı da anlamadı ne yaptığımı. Kağıt toplayıcı da… Ya beni deli

zannetti ya ekmek teknesine (topladığı kağıtları koyduğu arabaya) el koyacağımı

düşündü ve almak üzere olduğu kartonları bırakıp hızla uzaklaştı.

Benim yıllardır yapmak istediğimi başarmış bir kişiyi bulmuş olmanın

heyecanıydı aslında. Bana dokunmasınlar. Maaşımı ne devlet versin

ve ne öğrencilerim. Kendim, kendimle yaşayayım ve öleyim. Bunun nasıl

olacağını öğrenme fırsatını böylece kaçırdım işte değerli büyüklerim.

Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,

Bu kağıt toplayıcı olayından çok geçmeden - bir hafta sonra falan –

bu kez otobüste ilginç bir şey oldu. Otobüsün kalkma vaktini bekliyorduk.

İçeri o girdi. Bir dilenci. O girince yolcuların çok kötü bir koku aldıklarını

bir kısmının burnunu tutmasından anladım. Ama benim his-


settiğim kokudan ziyade dilenciyle birlikte içeri dolan tedirginlik, tiksinme

ve korkuyla karışık duygu seliydi.

Hiç kimse bilmese de yıllardır insanlarla aradığım ilişkinin buna

benzer olduğunu düşündüm. Hatta kendim bile bunun farkında değildim.

Dilenciden farklı olansa benim durumumun karşılıklı olmasıydı.

Hem insanlardan tiksiniyor, korkuyor ve onları görünce tedirgin oluyor

hem de onların bana karşı aynı duyguları hissetmelerini ve beni rahat

bırakmalarını istiyordum.

Bu aydınlanma hissiyle cebimdeki son parayı dilenciye verdim. Evden

istedikleri bazı şeyleri almak için bankadaki kalan parayı çektiğim

için son olmakla birlikte yüklüce bir miktardı bu. Dilenci korktu, yolcular

şaşırdı. Parayı her an geri alabileceğimi düşünen dilenci ışık hızıyla

ortadan kayboldu. Yolcular şimdi benden korkuyor ve tiksiniyorlardı

ama takım elbisem hürmetine yine de tam ne düşüneceklerini bilemiyorlardı.

Onları hiç umursamadan son durağa kadar yani evime yani ailemin

evine kadar gittim.

Muhterem senyorlar ve senyoralar,

Yıllar yılı toplumla barışık olduğumu düşünür, gizliden gizliye

bundan gurur duyardım. Lakin bu kağıt toplayıcı ve dilenci hadiseleri

beni tabiri caizse alt üst etti. Toplumla barışık olmadığımı, topluma teslim

olduğumu fark ettim. Topluma teslim olduğum için de hiçbir bok şey

olamadığımı anladım. O devasa toplumun benim gibi binlerce, on binlerce

hiçten oluştuğu fikri ise beni hayrete ve dehşete düşürdü.

Ne düşüneceğimi bilemez bir halde eve gitmeye, işe gitmeye, iş arkadaşlarımla

yemeğe çıkmaya ve maaşımı ödeyen öğrencilerime gülümsemeye

devam ettim. En azından öyle zannediyordum. İnsanların kaçıştıkları

kağıt toplayıcı ve tiksindikleri dilenciyi benden kaçarlarken bir

anda gözümün önünde görüyordum ve muhtemelen bu davranışlarıma

yansıyordu.

Bir süre sonra kim olduğunu hatırlamadığım birisi “Neyin var?”

dedi ve bu soru gittikçe güçlenerek çevremdeki herkes tarafından sorulmaya

başlandı. Benim de aynı soruyu farklı bir şekilde sorduğumun hiç

biri farkında değildi. “Neyim var?” Yok. Bir şeyim yok. Kocaman bir boşluktan

ibarettim. Onlara da böyle cevap veriyordum. “Yok, bir şeyim

yok.”

Çok kıymetli mistırlar ve misisler,

İnsanların bir kısmı benden uzaklaşmaya başladı. Başta hoşuma

gitti bu iş. Kafamda daha az sesin gürültü çıkarması sayesinde kendimi,


ne olduğumu, ne olacağımı düşünmek için daha fazla vaktim oluyor ve

daha fazla konsantre olabiliyordum. Bir süre sonra çözümü bulacağıma

adım gibi emindim. Lakin fazla konsantre olmuşum.

Bir gün Karadelik Koleji’nin sahibi ve müdürü olan zat yanına çağırdı

ve dilersem bir süre dinlenebileceğimi söyledi. Dilemiyordum ama

toplumla barışık tarafım bir anda koştura koştura ortaya çıktı ve “Nasıl

uygun görürseniz efendim,” dedim. Arkadaşlarımın bir kısmı yüzüme

karşı, geri gelirsin derken, diğer bir kısmı duymayacağımı düşünerek –

yo yo, düşünmeyerek, bunu umursamadan – belliydi bir şeyinin olduğu

demişlerdi. Hiçbiri bunun hoşuma gideceğini düşünmüyordu.

Evdeki ilk günlerim huzurluydu. Vaktin tamamı benimdi. Sadece

hane halkıyla muhatap oluyordum. Gelin görün ki bir süre sonra babam

bir psikoloğa, annem bir hocaya, kız kardeşim ise doğaya gitmemi söylediler.

Önce bir kere, sonra üç kere sonra durmaksızın aynı şeyleri söylediler.

Aralarına dönmemi istiyorlardı. Benim tam aksime iyileştiğimi değil

kötüleştiğimi düşünüyorlardı. Çünkü onlar ailemdi ve bunlara hakları

vardı.

Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,

Okuldan ayrılırken değerli müdürüm ona garip gelen davranışlarımdan

ürkerek hiç yapmadığı bir şeyi yapmıştı. Okul tarihinde ilk defa

bir öğretmene tazminatını vermişti ve bu para bir süredir beni rahatsız

ediyordu. Müdürle aynı tedirginlikte olan aile üyelerim de paraya ilişkin

hiçbir şey söylemiyorlardı.

Öğrencilerimin maaşımı ödemek için okula verdikleri parayı ders

anlatmadan harcamak istemiyordum ama ne yapacağımı da bilemiyordum.

Tüm gururumu ayaklar altına alarak kafamda kurduğum – başka

neremde kurabilirdim – planı uygulamak için bu paranın bir kısmına dokunmaya

karar verdim.

Tüm cesaretimi topladım ve bir sabah bizimkilere İzmit’e gideceğimi

söyledim. Yakındı ve orada bir iş bakacaktım. Sevinçle tedirginlik

arası bir tepki verdiler. İzmit’te kağıt toplayacağımı söylesem eminim

kalpten gider ya da beni eve kilitlerlerdi. Onlar gibi olduğumu düşünmeleri

gerekiyordu. İşte, bir başka onursuz hareket daha yapmış, yalan

söylemiştim.

Muhterem senyorlar ve senyoralar,

Öğrencilerimin parasıyla İzmit’e gittim ve bir gecekondu kiraladım.

Sokağımdaki komşularım bana garip garip bakıyorlardı ama elbette alışacaklardı.

Bir eskiciden aldığım yataktan başka hiçbir şey koymadım eve.


Yaz mevsimi olduğu için sobaya ihtiyacım yoktu ama bir buzdolabı olsa

iyi olurdu. Bunu da bir süreliğine erteleyebilirdim.

Sokak sokak gezdim. Kağıtların ve karton kutuların yerlerini öğreniyor,

diğer kağıt toplayıcılarla konuşmaya çalışıyordum. Öğrencilerimin

parasıyla da karnımı olabilecek en ucuz ve en pis yolla doyuruyordum.

Bursa’daki ailemi de birkaç günde bir arıyor ve iyi olduğumu söylüyordum.

Zira peşimden gelmelerini istemiyordum.

Başta temiz kıyafetlerimden işkillenen toplayıcılar gittikçe kirlenen

gri ceketimdeki her lekeyle bana daha çok şeyler anlatmaya başlamışlardı.

Onlara planımdan bahsetmiyor, meraklı bir berduş gibi yaklaşıyordum.

Kağıt nerden toplanır, kartonu mağazalar nereye bırakır, para verirsen

kaça alınır, kime kaça satılır. Tüm bunları öğrenmiştim ve artık

işe başlamaya hazırdım. Üstelik insanlar benden kaçmaya ve bana hiçbir

şey sormamaya başlamışlardı bile. Kağıt toplayıcılar ve dilenciler yine de

bana çok fazla yüz vermiyorlardı ama olsundu.

Her şey yolunda gidiyordu.

Çok kıymetli mistırlar ve misisler,

Hatırlayamadığım bir süre sonunda öğrencilerimden kalan bütün

paranın çoğu bitmişti. Artık kendi paramı kazanacak sadece kağıt alıp

satmak dışında kimseyle konuşmayacaktım. Sigortam olmayacağı için

devletle bir bağım kalmayacak, öğrencilerim olmadığı için kimse bana,

maaşını ben veriyorum, dercesine bakmayacaktı.

Mahallemizdeki bir eskiciden bir alışveriş marketi arabası aldım.

Küçük işlerle başlayacaktım ve azar azar kazanacaktım ve derdim de az

olacaktı. Market arabasıyla kağıt ve karton topladığında ne kadar yürürsen

yürü arabaya koyabildiğin kağıt sınırlıydı ve bu işimi çok zorlaştırıyordu.

Mahallelim garip komşularının eve getirdiği kağıtlara anlam veremeseler

de bir şey demiyorlardı. Zaten ilk günden bana puanımı vermiş,

onlardan biri olmadığımı söylemişlerdi. Bunu her gün ekmek parası verdiğim

bakkal on günün sonunda acıyarak söylemişti. “Git derdim ama…”

demiş, sonra da “Sen de kim bilir neler yaşadın,” deyip susmuştu. “Bir

şey yaşamadım, onu çözmeye çalışıyorum,” diyememiştim ben de tabii ki.

Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,

Hedefim önce alışveriş arabasıyla topladıklarımı evde ayırıp, düzenleyip

titiz bir kağıt toplayıcısı olduğumu göstermekti. Zaten fiziksel

şartların da etkisiyle azar azar toplayabiliyordum. Daha önce tespit ettiğim

kağıt, karton toplama noktalarına daha önce tanıştığım toplayıcılar-


dan önce varıyor arabam ne kadar alırsa doldurup eve dönüyordum.

Kimseyle karşılaşmadığım için herhangi bir açıklama yapmam gerekmiyordu.

Bu sektördeki tüm zillerin okulumdaki gibi her gün aynı saatte çalmadığını

öğrenmem çok sürmedi. Bir gün tam kartonları arabama atarken

o sokağın toplayıcısıyla karşılaştım. İlk vukuatım olduğu için kibarca

o kartonları geri bırakmamı, yoksa anama, bacıma ve yedi sülaleme istenmeyen

şeyler yapacağını söyledi toplayıcı. Bunları söylemese de bırakırdım

ya, söyledi.

Bir başka defasında günün sonu yaklaşmıştı ve gerçekten yorulmuştum.

Yorgunluğun etkisiyle küçük bir itişme yaşanmış ve bu yeni toplayıcı

sol elimin parmaklarının geriye doğru ne kadar yatacağını test etmek

istemişti.

Muhterem senyorlar ve senyoralar,

Olanlara anlam veremiyordum. Bursa’da insanların kaçtığı, görmek,

konuşmak, duymak istemedikleri, görünce burunlarını tuttukları,

gözlerini kapattıkları insanlar tarafından istenmiyordum. Halbuki onlara

katabileceğim çok şey vardı. Yoksa da olabilirdi.

Aralarına girmek için ne yapmam gerektiğini de söylemiyorlardı.

Ben de sormuyordum. Yanlışlıkla biri cevap verse bu sefer bambaşka bir

kurallar silsilesine tabi olacaktım ve mesela topladığım kağıtları kartonları

düzeltmek için harcadığım zamana karışacaklardı.

Çok kıymetli mistırlar ve misisler,

Benimki küçük bir alışveriş arabası olduğu için diğer toplayıcılarla

olan karşılaşmalarımda işler çok büyümeden uzaklaşmayı başarmıştım.

Bununla birlikte istenmediğimin farkındaydım.

En sonunda artık param yani onların, öğrencilerimin, parası neredeyse

tamamen bittiğinde evimde biriktirdiğim kartonların yeterli miktara

ulaştığına karar verdim ve son paramla bir kamyonet tutup kağıtları

satacağım depoya gittim. Kağıtları satacak ve sonra başka bir mahalleye,

belki başka bir ilçeye hatta başka bir şehre gidecektim. Olmadı.

Depoda daha önce tanıştığım toplayıcıların üç dört tanesi benim koca

kamyonetle – alışveriş arabama göre kockoca – görünce bir şeyler oldu.

Sen, bizim, ekmek, puşt, pezevenk, ulan, senin dediklerini duydum sanırım

ve gözümü hastanede açtım.

Pek saygıdeğer büyüklerim mösyöler ve madamlar,


Başınızı ağrıttım biliyorum ama işte benim hikayem bu. Şimdi Bursa’ya

getirdiler. Evlendireceklermiş beni. Bir insan başka birisini ne kadar

değiştirebilirse!

Yaranamadım.

Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamadım.

Yaranmak istemedim de. Sadece kendim olmak. Kendi başıma, kendimle

yaşamak, kendim kimim onu öğrenmek istedim.

Ne İsa’dan Ne Musa’dan bir şey istemedim. Yeminler olsun istemedim.

Ama onlar “İste” dedi, “Yaran,” dedi.

İsa Musa’ya gitmemi, Musa İsa’ya gitmemi yasakladı. İkisi birlikte

benim kenarda durmamı da yasakladı.

Sizlerden isteğim ise şudur saygıdeğer mistırlar, misisler, mösyöler,

madamlar, senyorlar, senyoralar.

Huzur hakkı istiyorum. Yalnızca ülkemiz için değil, tüm Avrupa

hatta tüm dünya için huzur hakkı istiyorum. İnsanların huzurlu olabilmek

için birbirlerini şartlamadıkları, kutsamadıkları, alçaltmadıkları,

herkesin yalnızca kendisi olabildiği bir dünya istiyorum.

Duydum, öğrendim. Huzur hakkı diye bir şey varmış gerçekten.

Karadelik Kolejlerinin sahibi ve müdürü patronum gibi büyük şahıslar

huzurlu olsun diye para veriyorlarmış.

Ben para istemiyorum. İnsanlara huzur için para teklif edilmesini

de büyük bir ahlaksızlık olarak görüyorum. Huzur için insanların kendi

hallerine bırakılmalarını istiyorum. Bu benim hakkım! Huzur benim

hakkım! Huzur herkesin hakkı!

Sadece Karadelik Kolejlerinin sahibinin ya da İzmit’teki toplayıcıların

başındaki adamın değil.

Beni yalnız bıraksınlar. Herkesi yalnız bıraksınlar. Başkalarıyla

huzur bulanlara lafım yok. Onlar başkalarını bulsun ama benim karşıma

onları çıkarmasınlar.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olarak buna ilişkin bir kararı

ancak sizin alabileceğinize inanıyorum.

Bu kararın insanlık için gerekli olduğuna sizlerin de ikna olmanızı

umuyorum.

En derin saygılarımla.


* Sayın Bay / Bayan

Üzülerek bildirmek isteriz ki...


Sayfa 58

Üç Kitap

Ozan Çetin

Gece

Bilge Karasu

B

ilge Karasu'nun

1975 - 1976 yıllarında

yazıp, 1985

yılında yayımladığı Gece’yi

okuyup anlamlandırmak

benim için kalburla

su taşımak gibi bir çaba

oldu. Buna rağmen kitabı

beğenmemin sebebi yazarın

anlatısında okurun

dikkatini metne yoğunlaşmaya

yöneltmesi ve

“karanlığın ikindinin sonundan

başlayarak geceye

değin etrafı kaplamasını“

metni takip etmeye çalışan

okura yaşatması sonucu

bana farklı bir okuma

deneyimi sunması.

Yaşananların yerinin

ve zamanının belirsiz

olduğu, kişilerin ise netlikten

uzak bir şekilde verildiği

anlatıda baskıcı bir

yönetimin ülkeyi gittikçe

artan bir şekilde karanlığın

içine sokması, bu yönetimin

uyguladığı şiddet

ve işkence yöntemleri, daha

en başında ülkenin içine

düşeceği durumu fark

eden yalnız aydının çaresizliği

sembolik bir biçimde

verilmekte.

Baskıcı yönetimin

en önemli silahı, gecenin

işçileri adı verilen insanlardır.

Bunlar "hem geceyi

hazırlayan hem de geceye

hazırlayanlar"dır. Bunlar

ortaya bir anda çıkmamışlardır.

Henüz hava kararmadan

bunlarla ilgili söylentiler

ortada dolaşmaktadır.

Hava karardıkça somutlaşır,

görünür hale gelirler.

Gecenin işçileri birbirinden

kolay kolay ayırt

edilemeyen, şahsi özellikleri

olmayan kişilerdir.

Aydınlıktan nefret ederler.

İnsanlarda uyandırdıkları

korkudan haz duyarlar.

Gecenin işçileri ortaya

çıkmadan önce onların

geleceklerini ve ülkeye

verecekleri zararı sezen

birisi vardır. Bu kişi tepede

- karanlığın en son

ulaştığı yerde - yaşayan

Düzeltmen - Yaratman -

Yazar'dır.

Daha sonra karşımıza

I. ana bölümün kahraman

anlatıcısı çıkar.

Kahraman anlatıcı kaygı

ve korku içinde koşturmakta,

etrafta yaşanan

şiddet olaylarına tanık olmaktadır.

Kendisini

"gündüzcü" olarak adlandıran

insanlar vardır.

Kahramanımız daha sonra

yapımı bir türlü bitmeyen

Bilgiler Sarayını ziyaret

eder ve içinde zengin

gençlerin yiyip içip eğlendikleri

ve dışarıdan kimseyi

almadıkları lüks bir

yapının önüne gelir.

YÜK Ede biyat


Sayfa 59

Dört ana bölümden

oluşan bu anlatının ilk bölümünde

daha sonra kendisine

N. adı verildiğini

öğrendiğimiz bir kahraman

anlatıcı; ikinci bölümde

yaşanan kötülükleri

meydana getiren beyin

konumundaki kişinin

kendisi olduğunu söyleyen,

N.nin okul arkadaşı

olan ve onu takip ettiren

bir kahraman anlatıcı;

üçüncü bölümünde Sevinç

/ Sevim adında, ikinci

anlatıcının yardımcısı

olan bir kahraman anlatıcı

vardır. Dördüncü bölümün

başında, N.ye içinde

Sevinç / Sevim'in yazdığı

kâğıtlar olan zarfları getirmekle

görevli bir kahraman

anlatıcı karşımıza

çıksa da ilerleyen kısımda

şu ana kadar anlatıcılarla

ilgili anladığımızı sandığımız

ne varsa allak bullak

edecek bir anlatım

başlar.

Anlatı boyunca

"dipnot" bölümlerinde

karşımıza çıkan ve dört

ana bölümü oluşturan

dört ayrı defterden de haberdar

olan, üst kurgu niteliğinde,

yazar - anlatıcının

ağzından verilen bölümler

vardır. Bu anlatıcı,

defterlerdeki anlatıcıların

sunumuyla ilgili bazı ipucu

niteliğinde ifadelere

yer verir:

"Kişileri de hem var kılmalıyım,

hem de belirsizlik

içinde bırakmalıyım."

(s. 58)

"Bu defterin başından bu

yana "ben" diyerek konuşan,

bir kişi mi, en azından

iki kişi mi?" (s. 99)

Dördüncü ana bölümde

ilerlediğimiz zaman

artık anlatıcılar konusunda

tamamen bir belirsizliğin

içinde buluruz

kendimizi. Defterlerdeki

dört anlatıcı ayrı kişiler

midir yoksa tek bir kişinin

farklı belikleri midir?

Dipnotları yazan farklı bir

kişi midir yoksa dipnot

bölümleri dâhil tek bir kişinin

elinden mi çıkmıştır?

Anlatı karşısında içinde

bulunduğumuz durumu

dipnot yazarı şu şekilde

tarif eder:

"Atık aynalar içinde

geziyor gibiyim. Kim ne

hale geldi, kapı (çıkış kapısı)

nerede, ben de bilemez

oldum." (s. 161)

Anlatıda ilerledikçe düğümlerin

çözülmesini

beklerken yeni bir düğüm

eklenir.

Anlatıcıların birbirini

yalanladığı, yazarın

adeta okurla oyun oynar

gibi kendi eliyle kurduğunu

kendi eliyle yıktığı, anlatının

sonunda kafamızda

birçok soru işaretinin

kaldığı alışılmışın dışındaki

bu eseri okumanın

yaşattığı histen memnun

kaldım. Buna rağmen insanlara

önermeye cesaret

edemeyeceğim bir kitap.

Bir Solgun Adam

Selçuk Baran

B

ir Solgun Adam,

üç bölümü günlük

tarzında yazılmış,

iki bölümü de üçüncü şahıs

anlatıcının ağzından

anlatılan beş bölümden

oluşan bir roman. Romanın

ana kahramanı Meh-

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 60

met Taşçı'ya ellili yaşlarındayken

halasından bir

miras kalır. Mehmet Taşçı,

kendisinden beklenmeyecek

denli önemli bir karar

alıp bu kararını uygulamaya

geçirerek bu mirasla

kendisine yeni bir

yaşam kurar. Bu yeni yaşamında

bankadaki işini

bırakıp emekliliğe ayrılır,

eşini ve kızını terk ederek

tek başına bir hayata adım

atar. Bu arada ailesine, elde

ettiği mirastan bir evin

kirasını da bırakmayı ihmal

etmez.

Kahramanımız yeni

hayatına başladıktan on

yıl sonra bir günlük tutmaya

karar verir. Roman

bu günlükle başlar. Hayatının

günlükten önceki

kısmını da bu günlükte

zaman zaman ele almaktadır.

Ailesini terk ettikten

sonraki on yılını bir çatı

odasına kiracı olarak yerleşip

aylak bir biçimde geçirmiştir.

Mehmet Taşçı, insanlarla

bağ kurmak istemeyen

birisidir. Hayattan

herhangi bir beklentisi

yoktur. Dünyaya ve insanlara

karşı bir ilgisi yoktur.

Kolay kolay korktuğunu,

üzüldüğünü, kaygılandığını,

heyecanlandığını

veya sevindiğini göremeyiz.

Yalnızca birtakım

alışkanlıklarını sürdürme

ve gündelik hayatını yaşamanın

peşindedir. Geleceği

düşünmediği gibi geçmişin

de hesabını yapmaz.

Hayatında az da olsa

önem verdiği şeyler

alışkanlıklarıyla ilgilidir.

Her zaman gittiği birahanedeki

masası, her gün

çay içtiği fincanı onun hayatında

insanlardan daha

fazla yer tutar. Yıllarca bir

arada yaşadıktan sonra

terk ettiği ailesini bir gün

olsun düşünmezken, alıştığı

birahanedeki değişiklik

onun keyfini kaçırmaktadır.

Günlüğünde daha

çok insanların ilgisinden

duyduğu şikâyeti, her

gün dolaştığı sokağa ait

izlenimlerini dile getirir.

Sokakta dolaşmadığı veya

arkadaşlarıyla bir arada

olmadığı zamanlarda ise

tarih türünde kitaplar

okumakta, günlük yazmakta

veya Oblomov misali

odasında hareketsiz

bir şekilde kalmaktadır.

K e n d i s i n i

"Tanrıtanımaz" olarak

görse de diğer taraftan

Tanrı'ya inanıp inanmama

meselesini de öyle etraflıca

düşünmediğini itiraf

eder. Zaten belli bir konu

üzerinde uzun uzadıya

kafa yormak da ona göre

değildir.

Bazen aklına içinde

bulunduğu hayatı değiştirmek

adına yolculuğa

çıkma fikri yerleşir. Aslında

yolculuk onun için soyut

bir düşüncedir. Belli

bir hedefi olmadan eline

bir çanta alıp, sonra da

bulduğu bir şosede yürümek

ister. Varacağı yeri

düşünmez. Hareketten

uzak olan kişiliği nedeniyle

yolculuk da onun için

kolay bir eylem değildir.

Selçuk Baran’ın yarattığı

Mehmet Taşçı karakteri

bize her şeyi terk

edip geçmişi ve geleceği

düşünmeden, kendisini

insanlardan soyutlayan,

hayatı akışına bırakan bir

insanın nasıl bir yaşantısı

olacağını gösteriyor. Oblomov,

Meursault ve Bay

C. karakterlerinin bir birleşimi

niteliği gösteren

Mehmet Taşçı benim için

edebiyatın unutulmaz karakterleri

arasına girdi.

Selçuk Baran romanın

kurgusunu tamamen

günlükler aracılığıyla

oluşturmak yerine aralara

hâkim bakış açısıyla oluşturulan

iki bölüm de yerleştirmiş

ve böylelikle anlatımda

tekdüzelikten kurulmanın

bir yolunu bulmuş.

Post-modern roman-

YÜK Ede biyat


Sayfa 61

ların anlatım biçimini andırır

bir biçimde romanın

farklı bölümlerinde birinci

kişi ve üçüncü kişi ağzıyla

anlatıma yer vermiş.

İlk baskısı 1975 yılında

yapılan bu romanın

çok daha fazla bilinip

okunması gerektiğini düşünüyorum..

Mutlu Ölüm

Albert Camus

M

utlu Ölüm,

Mersault adındaki

karakterin

bir cinayet ve soygunla

başlayan ve mutlu bir

ölümle sona eren yaşamının

felsefi bir biçimde ele

alındığı bir roman. Mersault’nun

birlikte olduğu

kadın aracılığıyla tanıştığı

Roland Zagreus, romanın

başlarında parayla zamanın,

dolayısıyla da mutluluğun

elde edilebileceği

tezini ortaya koyar. Kendisi

de zengin bir kişi olan

Zagreus, iki ayağını da

kaybettmiştir ve tek başına

yaşamaktadır. Zagreus,

Mersault’nun karşısında

kolay paraya sahip

olmak ve mutluluğa ulaşmak

için bir fırsat olarak

durmaktadır. Bu fırsatı

değerlendirmek için harekete

geçen Mersault, cinayeti

gerçekleştirerek yeni

bir yaşama doğru yola çıkar.

Çok fazla paraya

sahip olan Mersault, artık

bir ofisteki memurluk

benzeri işini geride bırakmıştır.

Zamanı tamamen

kendisine aittir. Farklı ülkelerde

bulunur, tren ve

araba yolculukları yapar,

arkadaşlarıyla bir araya

gelir, kadınlarla birlikte

olur... Kısacası hayattan

kendi payına düşen mutluluğu

elde etmenin peşindedir.

Romanı okumaya

d e v a m e d e r k e n

“Hayatımın şimdiye kadar

olan kısmını değerlendirdiğimde

mutlu bir yaşamım

olduğunu söyleyebilir

miyim?” sorusunu

kendime sordum. Benim

için bu romanın değerini

belirleyen şey de kendi

mutluluğumu sorgulamamı

sağlaması oldu.

Romanın kahramanlarından

Zagreus ve

Mersault sahip oldukları

para ve kendilerine ait

olan zaman sayesinde yaşamlarının

son anı geldiğinde

mutlu bir hayatları

olduğu fikrine sahiptiler.

Peki ya bizi mutlu yapan

ya da eksikliğiyle mutsuzluğumuza

neden olan

şeyler nelerdir? Biz de

mutluluk için para ve zamanın

olmazsa olmaz olduğunu

mu düşünüyoruz?

Yoksa bunların dışında

da mutluluk için gerekliliğine

inandığımız

şeyler var mı?

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 62

“Apartman Kâmil” Üzerine

Ömer Kaya

zerine konuşmayı

Ü

düşündüğüm sekiz

öykü kitabının yedincisi,

Kıymetli Fatih Parlak'ın

"Apartman Kâmil"i

oldu. Bu çalışmanın amacı,

son dönem öykü birikimimiz

üzerine eleştirel bakış

geliştirirken mümkünse

yazar-okur birlikteliğinde

katkılar sunmaya çalışmaktı.

Bu da -saygı çerçevesinde-söylenmesi

gereken

her şeyi söylemek anlamına

geliyor. Bu doğrultuda

kılıcımı bu kez

Apartman Kâmil'e doğrultmuş

oldum. Yorumlarımı,

geride kalan kitaplarda

yaptığım gibi, öykülerin

okunma anına ya da

bir diğer öyküye geçmeden

hemen okunma sonrasına

sabitledim. Mümkün

olduğunca az terim ve

alıntı kullanmaya çalıştım.

Gerekmedikçe öykülerin

içeriğiyle ilgili özet niteliği

taşıyacak bilgiler vermedim.

Aynı tespitleri tekrar

etmemek adına bazı öyküler

için daha az konuştum.

Her öyküyü tek tek değerlendirmeye

ve bir sonuç

kısmı eklemeye çalıştım.


Sayfa 63

Apartman Kâmil:

ncelemelerimde yer

İ

yer bir öykü kitabından

ne beklediğimi

ifade etmiştim. Bu beklentiyi,

çok sevebileceğim en

az bir öykü oluşturuyordu.

Apartman Kâmil’in

bu anlamda beklentimi

daha ilk öyküden karşıladığını

söylemeliyim.

Figür anlatıcının

tercih edildiği bu öyküde

tipik mahalle ya da apartman

yaşantımızın izlerini

görmek mümkün. Figür

anlatıcımız İsmet ile

Apartman Yöneticisi

Kâmil Bey'in; meraklarımız,

ilişkilerimiz, değerlerimiz

çerçevesinde hem

bireysel (İsmet) hem de

toplumsal (Kâmil) anlamda

özel işlevler kazandığını

gözlemliyorum.

Başlangıçta yüzeysel

bir girişle sunulsa da

öykü ilerledikçe derinleşen,

bir karaktere dönüşen

İsmet'in, Kamil'le tanışması;

yukarıda sözünü

ettiğim izleri yoğun biçimde

temsil ediyor. Hem

bu tanışmayı hem de öykünün

başlangıç bölümünü

düşündüğümde zaman

zaman kendini gösteren

ağız özelliğinin birdenbire

kesilişini anlamlandırmasam

da öykünün

İsmet'e yönelen ve onunla

biçimlenen yapısı, bunu

bir eksiklik olarak görmemi

engelledi sayılır. Ancak

"Hiç olmasa da olurdu."

diyebileceğim bu

özellik, İsmet dışındaki

öykü kişilerinde -çok belirgin

olmasa da- varlığını

sürdürerek tutarlılığını

korumayı başardı.

İkinci bölümde İsmet'in

karakterine uygun

düşen bir üslupla beraber

kompleks düşüncelerden

örülü bir iç dünyayla da

karşılaşıyorum. Neredeyse

bütün iç konuşmaları

alıntılayarak üzerinde

durmak istediğim zengin

ve modern bir başkişi...

Modernist romanların

özel yabancılaşma yaşayan

"birey"leri gibi işlenen

İsmet, karısından apartman

yöneticisine hem

özel hem de genel yaşantı

çerçevesinde kendi pasif

mücadelesiyle ayakta kalmaya

çalışırken okumaktan

ve okurken üzülmekten

keyif alınabilecek vazgeçişler

bırakıyor. Birkaç

alıntıyla örnekleyeyim:

"Arada yoldan geçen

kadınları kesiyor göz

ucuyla. 'Buyur bilader,'

diyor bir daha.

'Ben buyurmasını

bilmem, onu başkaları bilir,'

demiyorum Japon'a.

Sodayı açtırıp ikiliyorum

mekandan." (s. 9)

"Merhabalar efendim.

Benim adım İsmet.

Altı numaraya yeni taşındık.

İlçe belediyesinde

kent plancısıyım. Daireyi

satın aldık. Kiracı değiliz.

Eşim Open City AVM'de

yönetici asistanı olarak

çalışıyor. Akşam yediden

sonra eve geliyor, haber

ve dizileri izledikten sonra

yatıp uyuyoruz. Vaktimiz

olmadığından tanışmak

için sizleri ziyaret

edemeyeceğiz. Bilmukabil

ziyaretleri de kabul edemeyeceğiz.

Hakkımızda

merak ettiklerinizi, haftalık

olarak posta kutumuza

bu şekilde bir forma yazıp

bırakırsanız elimizden

geldiğince cevaplamaya,

sizlerin merakını gider-

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 64

meye çalışacağız, diye bir

fikir geçiyor kafamdan ancak

iç işleri bakanlığının

onayını alamadığım için

gerçekleştiremiyorum." (s.

9-10)

"Sen ne diyorsun İsmet

değişik? El âlem ne

der? Millet ne der? Bizi insanlara

güldürecek misin?

Öyle kağıt yazmalar, posta

kutusuna koymalar falan

nedir? Benim bir kariyerim

var, bir çevrem var,

diyor. Diyor da diyor Dior

kokulu hatun. Beynimin

içinde filleri tepiştirip

mutfağa koşuyor." (s. 10)

Öykünün İsmet'in

"içinden geçirdikleri"yle

şekillenen büyük bölümü,

onun toplumsal normlar

ve özelde karısıyla arasındaki

uyuşmazlığı fısıldıyor.

Her ne kadar mücadele

etme yöntemleri işe yarar

görünse de İsmet, hiçbirini

faaliyete geçirmeden

"stresli" bir yaşamı tercih

ediyor. Zira ona göre

"gergin geçen günün sonunda"

anlaşılma uğruna

okunan kitapların, uzun

düşüncelerin hiçbiri "kalıcı

çözüm"e kavuşturmuyor.

Dolayısıyla yoğun bir öykünün

son derece isabetli

teknik tercihi (iç konuşma/pasif

isyan) okura -

özellikle Oğuz Atay'la sevmeye

başladığımız- muzip

aynı zamanda makul ancak

daima "kaybeden" bir

başkişi hediye ediyor.

Öykünün söz konusu

edeceğim bir başka yönü

de haberlere konu olan

Düşünen Orangutan'ın,

İsmet'in düşüncelerinde

yarattığı etki. İsmet bu habere,

Japon Hüsnü'nün

bakkalında tesadüf eder.

Dolayısıyla da Japon Hüsnü'nün

haber karşısındaki

tepkileri üzerinden insana,

topluma dair düşünceleri

oturmaya başlar. Alışveriş

yapmaya mecburuz. Bu

sebeple hepimizin mutlak

suretle uğradığı çeşitli

mekânlar yalnızca bedenin

değil, kültürün de çeşitli

yönlerden beslendiği bir

ortama dönüşür. Çoğunluğu

oluşturanlar ise

mekânın sakinine -

benimsesin benimsemesindüşünceler,

davranışlar

bırakır. Bu bakımdan

"Düşünen Orangutan" bölümü

için mekân olarak

bakkal tercihine dikkatle

eğilmek gerekir. Zira işin

kolayına kaçılıp yeterince

düşünülmeden herhangi

bir yer de -ev mesela- tercih

edilebilirdi. Bu da metnin

toplumsal yönünü zayıflatarak

tek cepheli yorumlamalara

neden olabilirdi.

Düşünen Orangutan'ın,

öykünün finalini

şekillendiren işlevselliğini

de es geçmemek gerekir.

Başlangıçta yalnızca bir

haber değeri taşırken önce

toplumsal algının, daha

sonra da İsmet'in zihninden

okurun zihnine aktarılan

anlamın simgesi haline

dönüşür. Bu dönüşüm için

de Parlak'tan, kurguya yine

makul bir destek söz

konusu ama önce birkaç

alıntıya ihtiyacımız var.

İlki, Düşünen Orangutan

haberi karşısında Japon

Hüsnü'nün hayreti ve soruları.

Karşılık olarak da

İsmet'in iç sesi:

"Yani olmayacak şey

değil bunlar. Niye olmasın?

He abim olmaz mı

sence? Sen gördün mü

böyle bir şey?

YÜK Ede biyat


Sayfa 65

Görmedim. Göremiyorum.

Gözlerimi

ovuşturuyorum ellerimle.

Kör mü oluyorum ne?" (s.

12)

İkincisi,

doktora gitmesi:

İsmet'in

"Evet, diyor doktor.

Sıklıkla görülen bir durum.

Stres veya baş ağrısı

kaynaklı muhtemelen.

Korkulacak bir şey yok.

Bir ay içinde ikinci kez

tekrar ederse özel numaramdan

arayıp randevu

alın. Demek, geçici körlük

diye bir şey varmış, diyorum

içimdeki korkuyu

bastırmaya çalışarak. Geçici

aptallık, geçici fakirlik,

geçici açlık, geçici cinayet;

olma ihtimali olabilecek

durumları kafamda

tasarlama çabasıyla yürüyorum.

Metroyu beklerken

kol kola yürüyen iki

genç kız görüyorum. Onları

geçici olarak düşünüyorum.

Tren yaklaşıyor.

Tehlike işaretinin bir adım

önünde yüzü raylara

eğimli bir adam duruyor.

Adam apaçık geçici

adamlık yapıyor sanıyorum."

(s. 13)

Üçüncüsü, tasavvufta

kemale erme merhaleleri

gibi İsmet'in de son

merhaleye yaklaştığının

göstergesi, karısının onu

uyandırması:

"İsmet uyan, diyor

kadın. Kalıcı kadın." (s.

14)

Son olarak İsmet'in

bir de konuşma yapacağı

"Yeni Kent Yeni İnsan"

toplantısı. Toplantıda hem

başkanın konuşması hem

de Kâmil’in bir tapu işi

için ricacı oluşu var, ardından:

"Kâmil’i düşünürken

başım zonkluyor. İşte

yine başlıyor. Gözlerim

kararıyor. Kuliste donup

kalıyorum. Zihnimden,

gözlüğünü çıkarıp camını

silen bir orangutan geçiyor."

(s. 15)

Biçimsel açıdan çok

özel hediyeleri olmasa da

sağlam kurgusu ve yoğun

olma çabasını başarıya

ulaştırması sebebiyle öykünün

beğenileceğini düşünüyorum.

Şahsi olarak

da ara ara dönüp okuyacağım

öyküler arasına katacağımı

da ifade edeyim.

Çalışmanın başında mümkün

olduğunca az alıntı

kullanacağımdan bahsetmiştim.

Ancak bu öykünün,

iyi bir öykü olmanın

yanında iyi bir de rehber

Bilinç akışı

tekniğinin hem iç

dünya hem de dış

dünyayla temas

ölçüsünde

şekillendiğini

görüyorum. Bu da

tekniğin doğru

kullanımına iyi bir

örnek teşkil ediyor.

olacağına inandığım için

önemli adımlarını -

özellikle kurgunun ilerleyişinde

nelere dikkat edilmesi

gerektiğini arayanlara-

göstermek istedim.

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 66

Ayna:

K

itaba çok iyi bir

öyküyle başlamanın

avantajları

kadar dezavantajlarından

da zaman zaman bahsetmişimdir.

Ayna, sadece

Apartman Kâmil’den sonra

geldiği için değil; kendi

özelinde de çok iyi bir öykü

olmayı başaramadı.

Her ne kadar yanılsamaya

dayanan güzel bir konu

seçilmişse de yeterince iyi

işlendiğini düşünmüyorum.

Bunun temel sebeplerini

öykünün mekânı ve

kişileri oluşturuyor. Bir

mahalle kahvesi, ilginç

hikâyeler anlatan bir adam

ve etrafında entelektüel

düzeyi sınırlı insanlar için

özellikle de öykünün finalinin

en azından onlara

uygun düşecek bir yapıya

bürünmesi gerekirdi. Tabii

ki ihtimaller açısından pek

çok şey söylenebilir ancak

bu hem biraz hadsizliğe

hem de öykünün başka bir

öyküye dönüşmesine sebebiyet

vereceğinden kendimce

bazı ihtimaller sıralamayacağım.

Ama belli

başlı ihtimallerin Apartman

Kâmil’de yer aldığını

söyleyebilirim. Bu da bazen

yazarın da kendi öyküsünden

bir şeyler öğrenebileceği

anlamına geliyor.

Beri yandan öykünün,

eğer varsa, kitabın tematik

yapısına uygun düştüğünü

görüyorum. Samimi bir

mahalle ya da apartman

ortamı, birbirleriyle ilişkileri

-olumsuz bazı noktalar

olsa da- sıkı olan sıcak insanlar…

Yine ilk öyküdeki

İsmet gibi, biraz farklı düşünen,

anlatıcı olarak tercih

edilen başkişi... Ancak

geleceğe taşabileceğini

zannetmemekle birlikte

metnin "kurgu" vurgusunu

da dikkate değer bulduğumu

söyleyeyim.

Mişel'in Düşüşü:

lk iki öyküde sezinlediğim

ve artık kesinli-

İ ğe kavuşturduğum

"kurgu" vurgusunu, metni

oyuna dönüştürme çabasını

beğendim bu öyküde.

Bir çerçeveler bütünü olarak

düşünürsek bu öykünün

üç çerçeveden oluştuğunu

söyleyebiliriz. Birincisi,

gerçeklik algısına uygun

olarak Kapıcı Mikail'in

anlatıldığı bölüm.

İkincisi, metnin bir zihin

ürünü olduğu vurgusunu

taşıyan anlatıcı ile ilgili bölüm.

Üçüncüsü ise bu metni

masa başında yazarken

gerçeklerle yüzleşip bütün

bu olanları açıklayamama

durumunun çaresizliğiyle

çırpınan yazar ile ilgili bölüm.

Peki, bu bölümleme

tavrı da yine metnin bizi

içine çektiği oyunun bir

parçası mı? Gerçekten de

doğru biçimde algılayabildik

mi? Özellikle de bu

minvalde kafa karışıklığı

yaratabildiği için öyküyü,

tercih ettiği tavır noktasında

başarılı buldum. Okurken

de özellikle Ahmet Altan'ın

Dört Mevsim Sonbahar

romanı geçti zihnimden.

Yazar ile ilgili kısmın

bu romandakine uygun

düşen bir bölümü olsa da

benim tercihim, metnin bir

kurgu olduğuna yönelik

çok açık ifadeler barındırmaması

yönünde olurdu.

Tabii öykü özelinde bunu

bir kusur olarak görmediğimi

de ifade edeyim. Bununla

birlikte hem kitabın

adı hem de öykülerin konuları

bakımından bir bütünü

(apartman, mahalle)

devam ettirdiğini ancak ilk

öykü kadar da güçlü dur-

YÜK Ede biyat


Sayfa 67

madığını vurgulamak isterim.

Fanus:

ykülerin mekânı ve

Ö

konusu bakımından

farklılık gösteren

bir metin oldu Fanus.

Figür anlatıcının tercih

edildiği bu öyküde Parlak,

zor bir işe soyunup üstesinden

hakkıyla gelmişe

benziyor. İlk üç öyküde

erkek başkişiler anlatıcı

rolünü üstlenirken Fanus'ta

kadın başkişi karşılıyor

okuru. Bu da çok

yüksek bir duyarlığa sahip

olduğunu düşündüğüm

ve bir yazarsa duyguları

daha iyi aktarabildiğine

inandığım kadınların

o muazzam inceliğini

iyi yansıtabildiği anlamına

geliyor. Diyebilirim ki

bu metnin bir kadının ellerinden

çıktığına kolaylıkla

inanırdım.

Bilinç akışı tekniğinin

hem iç dünya hem de

dış dünyayla temas ölçüsünde

şekillendiğini görüyorum.

Bu da tekniğin

doğru kullanımına iyi bir

örnek teşkil ediyor. Bir

alıntıyla göstermek gerekirse:

"Aşk bu desem! Sen

o zaman, o ilk buluşmamızda,

'Ne aşkı kızım ya!'

diyerek gülmüştün. Kaçmıştın

parmak uçlarını

saçlarına tarak yaparak.

Açık konuşmuştun. 'Ben

her zaman açık konuşurum.'

demiştin. İşte şimdi

beni bir kez daha çağırıyorsun.

Koltuk ısınmış.

Bacaklarım terliyor. Eteğimi

düzeltiyorum. Vapurun

düdüğü ötüyor, kıyıda

bekleyenlere 'Çekilin!'

der gibi. Arabaların arasından,

koltuğunun altında

gazetesiyle krem rengi

takım elbiseli tuhaf bir

adam geçiyor. Film seçmelerine

yetişmeye çalışan

bir figüran adeta. Üstelik

bıyıkları kocaman.

Bıyıklar ben erkeğim demenin

bir başka yolu gibi

duruyor adamda. Koca

kıvrımlı bir yol. Şimdi karaya

ayak basıyoruz. Adanın

karasına. Arabalı vapur

molada. Bir başka tarifeyi

bekliyor. İşte şu kıvrıla

kıvrıla gökyüzüne

doğru uzanan yolu, yolun

çalılıklarla süslü sokağını

bu şehrin bıyıklarına benzetiyorum.

Bu şehir bir

adamsa bu ada da bir bıyık.

Koca kıvrımlı bir bıyık.

Babam başka bir

adam. Bıyıkları bir başka.

'Seni babama benzetiyorum,'

desem, 'Bıyıkların

olmasa da.' Güler mi yine

bana. 'Ne kadar büyük bir

klişe' der mi?" (s.32-33)

Dikkat edilecek

olursa iç dünyayla başlangıcını

oluşturduğum alıntının

yönünü, dış dünyadaki

görüntüler tayin ediyor.

Akışın yönünü belirleyen

en mühim sözcüğü,

kastımın daha rahat anlaşılabilmesi

bakımından,

daha koyu bir yazı tipiyle

göstermeye çalıştım. Tabii

burada mesele, sözcükle

düşünceler arasındaki anlamsal

ilişkiyi kurmaktan

ziyade tekniğin doğal kullanımını

örnekleyebilmek.

Bu bakımdan öykünün

özel bir takdiri hak ettiğini

düşünüyorum. Zira bu

detaya yeterince dikkat

etmeden, cümleleri gelişigüzel

sıralayarak bilinç

akışı oluşturmaya çalışan

pek çok metin okumuşuzdur.

Bununla birlikte

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 68

“bıyıklar" yerine "bıyık"

denmesinin daha doğru

olacağını da ayrıca ifade

edeyim.

Fanus, içeriğiyle de

yoruma açık pek çok nokta

bırakıyor okura. Her ne

kadar temelde aşk söz konusu

ise de kadın-erkek,

baba-kız, kadın-toplum

gibi bir fanusa sıkıştırıp

görmezden geldiğimiz çeşitli

sorunların kıyısından

geçiyor. Bireyin kalbinden,

zihninden topluma açılan

yollar çiziyor. Bu başarısını

da -alelade bir okumayla

laf salatası olarak değerlendirilebilecek-

hassas

"fanus"uyla sağlıyor.

Yuvarlanış:

G

eride kalan öykülerde

olduğu gibi

Parlak, bu öyküde

de figür anlatıcıyı tercih

etmiş. Zaman zaman birinci

tekil anlatımın çokluğundan

ve artık yazarların

tek tip anlatıcıyı tercih ettiğinden

yakınan yazarlar,

editörler hatırlıyorum. Bunun

sebeplerinden birinin,

ilk kitapların "kendini anlatma"

dürtüsünden kaynaklandığını

düşünüyorum.

Beri yandan bunun

büyütülecek bir sorun olduğunu

da zannetmiyorum.

Bu konuda görüş bildirirken

-bana kalırsa- meseleyi

anlatıcının kim olduğuna

değil, ne kadar işlevsel

kullanıldığına bağlamak

gerekir. Bu bağlamda

Yuvarlanış'ı ve geride

kalan öyküleri düşündüğümde

Parlak'ın figür anlatıcıyı

-özellikle Apartman

Kâmil ve Fanus'tafaydalı

biçimde kullandığını

gözlemliyorum. Hatta

Mişel'in Düşüşü'nde anlatıcı

odaklı minik bir göndermenin

olduğunu hesaba

katınca yazarın, anlatıcı

noktasında bir seçim yaptığını

söylemek de mümkün.

Yuvarlanış'ta başkişimiz

yine bir erkek. Fanus

öyküsüne benzer bir anlatım

tercih edilse de konu

bakımından ondan ayrılıyor.

Sokağı daha fazla gördüğümüz

öykülere ekleniyor.

Maddi sıkıntıların daha

fazla dillendirildiği bu

metinde daha az bulunan

iç çatışmalar öykünün kalbini

oluştururken hem öykü

kişisinin hem de okurun

çeşitli muhasebeler

yapmasına olanak tanıyor.

Bu da hemen hemen her

öykü için dillendirmeye

çalıştığım "bireyden topluma

açılan meseleler" bütününü

işaret ediyor. Toplamda

ise aklımda iyi bir

öykü olarak yer ettiğini

söyleyebilirim.

Evimiz:

Y

eniden sokağı konu

edinen bir öykü…

Konular benzer

olsa da Parlak'ın, figür

anlatıcılarını değiştirerek

anlatımı da farklılaştırma

çabası var. Bu kez başkişi

olarak bir çocuğu tercih

ediyor. Konu olarak ise

edebiyatımızda Berci Kristin

Çöp Masalları, Kafamda

Bir Tuhaflık gibi hemen

aklımıza gelebilecek pek

çok romanda değinilen,

bazen esas mesele olarak

belirlenen gecekondulaşmanın,

çarpık kentleşmenin,

onun yarattığı kültürel

birikimin ya da acıların

bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

Ancak

kişisel birikimim, bu öyküyü

okuduklarımdan birine

değil de rahmetli Kemal

Sunal'ın başrol oynadığı

YÜK Ede biyat


Sayfa 69

"Gülen Adam" filmine daha

çok benzetiyor.

Parlak, meselenin

işlenişinde belki de çok

kolay fark edilemeyecek

bir yol izliyor. Bir "sayıp

dökme" olarak değerlendirebileceğimiz

kısa cümleler

yağdırıyor. Bunu yaparken

de geniş zaman

kipini kullanıyor. Dolayısıyla

bu "sayıp dökme"nin

içerdiği her şeyin ezeli ve

ebedi bir talih olduğunu

vurguluyor. Geniş zaman

kipini özellikle tercih ettiğini

düşünmemin sebebini

ise öykünün son bölüm

ü n d e k u l l a n ı l a n

"görülen geçmiş zaman

kipi" oluşturuyor. Zira sınırsız

olan acıların yanında

tükenen insana bu daha

uygun düşüyor. Hemen

burada hem geniş zamanın

kullanılış amacını


Sayfa 70

hem de kısa kısa değinilen

ama işlevselliği olan parçalardan

birini alıntılamak

isterim:

"Annemi, babam ondan

bir şey istediğinde,

ona kızdığında ya da yanağından

uluorta şöyle bir

makas aldığında fark ederim.

Babam annemle fazla

konuşmaz. Annem de babamla.

Her ikisinin de çok

mutlu olduğu zamanlar

ödemeleri yeni başlayan

kooperatif eviyle ilgili konuşulan

anlardır." (s. 44)

Öykünün finali için

duygusu yüksek cümleler

beklediysem de metnin

geneline hâkim olan yapıyı

bir tercih olarak değerlendirdim.

Çünkü süregelen

acı, yoksulluk, umutsuzluk

karşısında kimsesizlik

hissiyle dünyadan

göçmek dışında bir şey

yok gibi görünüyor. Bu da

"sayıp dökme"nin sıradanlaşan

kaderini paylaşmak

anlamına geliyor.

Son olarak "tren garı"

ifadesindense "gar"ın

doğru ifade olduğunu söylemeden

geçmeyeyim. Öyküden

biri yanlış, diğeri

doğru iki kullanımı alıntılayayım:

"Evimiz tren garının

biraz aşağısındadır." (s. 43)

"Babam garda simit

satar." (s. 44)

Deniz:

K

itabın yarısını geride

bıraktığıma

göre Apartman

Kâmil’in arka kapağında

yer alan "sadelik" vurgusuna

katılabilirim. Özellikle

"Evimiz" ve "Deniz" öykülerinin

peş peşe gelmesinin,

okuru bu noktada

ikna edebileceğini düşün

ü y o r u m . A n c a k

"çarpıcılık" için bütünsel

açıdan karara varmak için

son öyküyü bekleyeceğim.

Zaman zaman kitapların

bütününden bağımsız ya

da henüz olgunlaşmamış

düşüncelerimi hatta bazı

düşüncelerimden birkaç

cümle sonra vazgeçtiğimi

notlarımın arasına almışımdır.

Bu tavırdaki kastım,

çuvaldızı yazara batırırken

-bir okur olarak- iğneden

de nasibimi almam

gerektiğiyle ilgilidir.

Deniz, son birkaç

cümlesindeki umuda rağmen

umutsuzluğu vurgulayan

pek çok ayrıntıyla

dolu bir öykü. Doğaya sığınma

isteğinin yanı sıra

metropol kültürünün, insanı

ikiyüzlülüğe götüren

etkilerini de gösteriyor.

Bunu yaparken yumuşak

geçişler kullanıp bazı bölümler

oluşturuyor. Bu bölümlerden

ilki, yapılması

istenen "şey"lerle ilgili. Daha

sonra bunu geçmiş ve

an takip ediyor. Hem geçmişi

hem de anı dolduran

pek çok hayal kırıklığına

rastlıyoruz.

Öykü, sade ve anlaşılır

bir yapıya sahip olmasına

rağmen detaylarla kolay

yorumlanabilir, zaman

zaman da bildiğimiz ama

bildiğimizin farkında olmadığımız

bazı gözlemler

sunuyor.

"Ah daima sökülüp

takılan şu kaldırımlara bata

çıka gitmesem evime."

(s. 52)

Alıntıdaki "sökülüp

takılan kaldırımlar" hemen

hemen herkesin tanık olduğu

ama belki de üzerin-

YÜK Ede biyat


Sayfa 71

den öylece yürüyüp geçtiği

kadar anlamlandırdığı

şeyler gibi değerlendirilebilir.

Ama bana kalırsa

"kaldırım" minvalinde

günlük hayatta karşılaştığımız

pek çok olumlu/

olumsuz durum karşısında

kayda değer şeyler düşünür

veya hissederiz. Fakat

bir farkla, bunu farkında

olmadan gerçekleştiririz.

Yazar ise bunu fark

eden ve ona cümlelerinde

yer veren tuhaf bir insan

olsa gerek.

Çok Kısa Bir Reklam

Arası:

M

etni oyuna dönüştürme

çabasına

ilk öykülerde

bazen öykünün

bazı bölümlerinde bazen

de geneline hâkim biçimiyle

rastlamıştım. Parlak'ın

kurguyu hissettirme

arzusuna olumlu bakıyorum.

Ancak bu minvalde

şu ana kadar çok çok başarılı

bir metin örneği verebildiğini

düşünmüyorum.

Okurların romandan

ziyade bir sinema filmi

olarak "Zindan Adası"yla

benzerlik kurabileceği

bu öykü, gerçeklik

algısını kırma çabası taşıyor.

Aynı zamanda

"İsterseniz size bunu

anlatabilirim."

"Daha sonra başka

şeyler de anlatabilirim."

"Aa! Bunu daha önce

söylememiştim değil

mi?"

cümlelerinden de

anlaşılacağı üzere okuru

da metne dahil ediyor.

Öykü, yine sokaktan

kopmadan toplumumuzda

ortalama insanın

yaşadıklarıyla ilgili değinmelerle

çeşitli muhasebelerde

bulunma imkânı tanıyor.

Fakat belirgin bir

tarafı işleme bakımından

netlik taşıdığını söylemek

güç. Genellikle olumlu

karşıladığım bu tavrı burada

beğenmeyişimin sebebi

metnin; postmodernist

bakışla, işlemeyi hedeflediği

mesele arasında

sıkı bir bağ kuramaması.

Bu kopukluğu şimdiye kadar

alıştığım samimi, sade,

kolay yorumlanabilir

olsa da yoğun olarak değerlendirebileceğim

dilde

de hissettim. Daha yapay

ya da Batı'dan tercüme

edilmiş bir kitabın cümleleri

gibi durdu kulağımda.

Tabii bir tarafıyla da oyunun

bir parçası olarak

özellikle tercih edilmiş bir

üslup olarak da değerlendirilebilir.

Zira öykünün

kendi özelinde bazı cümleleri

bu çabanın bir ürünü

olarak görmek mümkün.

Bu garip durumu öyküden

bir cümle ile ifade

edeyim:

"Cümlelerim üstüme

üstüme devrilmese daha

size neler neler anlatacağım."

(s. 56)

S o n o l a r a k

"gözlükler" sözcüğü yerine

"gözlük"ün kullanılmasının

-eğer birden fazla

gözlük yoksa- doğru olacağının

notunu düşeyim.

Öyküden ilki yanlış ikincisi

doğru iki örnek:

"Anneannemin gözlüklerine

baktım." (s 60)

"Anneannenin gözlüğüyle

gözleri arasına

kurabiye sıkıştırmak." (s.

60)

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 72

Beklenmeyen Ziyaret:

P

arlak, şimdiye kadar

yaşlarını değiştirse

de figür anlatıcılarından

hiç vazgeçmedi.

İç dünyaya daha fazla

eğildi. Bu da belki yazmaya

pek değer görmediğimiz

"an"ların bir toplamı

olarak okura yansıdı. Yani

öyle büyük ülküler, kutsal

değerlere hiç yanaşmadı.

Diyebilirim ki hemen her

gün yaşadığımız, onları

biriktirerek duygulara, düşüncelere

dönüştürdüğümüz

küçük meseleleri

mümkün olduğunca çeşitlendirerek

onlara mercek

tutmaya çalıştı. Beklenmeyen

Ziyaret de bu tavrın

dışına çıkan bir öykü değil.

Ancak benzerleri arasından

sıyrılabilecek üstün

bir özellik de barındırmıyor.

Tabii bu da öykünün

kötü bir öykü olduğu anlamına

gelmiyor. Öyküden

bir cümleyi birazcık değiştirerek

ifade edersem: Sobalı

evlerin bacalarından

içeriye dalan kömür kokusu

kadar ince bir doğallık

içeriyor.

Usta Yazar Felix Giovanni

ile Söyleşi:

A

dından da anlaşılacağı

üzere öykünün

form olarak

kullandığı metin türünü

söyleşi oluşturuyor.

Klişe sorulara verilen ironik

cevaplar; soranlar, cevaplayanlar

ve okurlar

için pek çok eleştiri içeriyor.

Aslında çoğunlukla

kendi aramızda tartışma

konusu olarak değerlendirdiğimiz,

kurgu ürünü

olarak çok az kullandığımız

bir içerik sunuyor Parlak.

Tabii benim için metnin

kıymetli tarafı daha

çok biçimiyle ilgili. Yazarların

bu tarz denemelere

girişmesi gerektiğine bununla

birlikte biçimi, içerikten

ayrı bir şeymiş gibi

düşünmekten ziyade ikisinin

bir bütün olduğuna ve

birbirini beslediğine inanıyorum.

Yani iyi konunun,

biçimi; iyi biçimin, konuyu

güzelleştirebileceğini söylemek

istiyorum. Her ikisinin

iyi olma durumu da

zannederim mükemmelliğin

peşinden koşabilmek

anlamına geliyor. Bu öykü

özelinde ise biçimin, konuyu

ele alma imkânı verdiğini

düşünüyorum.

Bir İstanbul:

B

u öykünün değindiği

küçük ama

yine içsel muhasebeler

yaptıran tarafı olsa

da dizilerden, kişisel videolardan,

şarkılardan alınan

cümlelerden pek hoşlanmadım.

Popülist bir

yaklaşım ortaya koyduğu

için öyküye hizmet edemediğini

düşünüyorum.

Aynı zamanda zeki bir

başkişiyi zaman zaman

kendi fıtratına ters düşüren

sevimsiz seslere dönüştüğü

kanaatindeyim.

Belki birkaç cümle ile sınırlı

kalsa nispeten kabullenebileceğim

bu seçim,

büfeciyle kurulan diyalogla

beraber benim açımdan

başkişinin tutarlılığını bozmuş

oldu. İstanbul'un tam

olarak neresi olduğuyla

ilgili düşünceler, toplumsal

eleştiri düzeyiyle var

olsaydı daha iyi olurdu,

diye düşünüyorum. Tabii

bunları söylerken metinlerin

-bazen bayağı malzemeler

kullanarak- sadece

keyif verme işlevini de

yok saymak istemem. Bu-

YÜK Ede biyat


Sayfa 73

nunla birlikte farklı zihinlerin

değerlendirmesi,

metnin -belki de benim

göremediğim- kıymetli

taraflarını ortaya çıkarabilir.

Sonuç:

B

ir kitap satın alacak

olsak ve bir

başımızaysak herhalde

başvuracağımız

yöntemlerden en kolayı,

kitabın arka kapağına göz

atmak olurdu. Tabii arka

kapaklarda okuduklarımızı,

kitabı bitirdikten sonra

yeniden gözden geçirirsek

zaman zaman bazı klişelerin

kopyala yapıştır marifetiyle

ve yanıltmak üzere

yerleştirildiğini anlamaya

başlarız. Bu sebeple şahsen

arka kapakta yer alan

ifadeleri de kitabın kendisine

mal ederim, onun da

hesabını sorma gereği duyarım.

Apartman Kâmil

özelinde ise arka kapakta

yer alan "sadelik" ifadesinin

karşılığını bulduğumu

ancak "çarpıcılık" için kitabın

sonunu beklemeyi uygun

gördüğümü ifade etmiştim.

Bir çırpıda, kitap

çarpıcı değil, demek istemiyorum

çünkü kimsenin

çarpıcılığını yadsımayacağı

en az bir öykünün varlığından

eminim. Bununla

birlikte kişisel olarak bir

başkasının katılmamasına

itiraz etmeden en az iki

öykü de ben ekleyebilirim.

Kitabın on bir öyküden

oluştuğunu düşünür ve

buradan yola çıkarak çarpıcılık

noktasında bir karara

varmamız gerekirse

vardığımız sonuç en azından

yeterince çarpıcı olmadığı

yönünde olur. Tabii

aradığımız kriterin de

tepe nokta olduğunu

unutmadan olur.

Parlak, öykülerin

tamamında figür anlatıcıyı

kullandı. Bana kalırsa çoğunlukla

yerinde tercihlerdi.

Ama sırf bir değişiklik

olması için farklı bir

anlatıcıya da başvurmalı

mıydı? Böyle bir zorunluluğu

olmadığı için yazarın

da bu soruyu ciddiye almasına

gerek yok, diye

düşünüyorum.

Sıradan insanı, sokağı,

yoksulluğu, aile ilişkilerini,

bireyin toplumla

çatışmasını anlaşılır, sade

bir dille okudum. İroni barındıran

cesur eleştiriler

aldım. Yaşarken pek de

önemsemediğim ya da bildiğimin

farkında olmadığım

sıkıntılara tebessüm

ettim, onları yeniden düşündüm.

Zaman zaman kolaj

tekniğinin kullanıldığını

gözlemledim. Öykülere

çok önemli katkılar sunmasa

da bu tarz denemelerin

en azından bir öyküye

iyi değerlendirilmiş bir

bilinç akışı hediye ettiğini

gözlemledim. Metinlerin

fısıldadığı kadarıyla Parlak'ın,

denemeye devam

edeceğine ve çok daha güzel

ve sayısı fazla örnekler

üreteceğine inanıyorum.

Apartman Kâmil’e

okuru bol, aydınlık bir yol

diliyorum.

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 74

Adam İsmail

Huban Seda Aras

"Bir olay gerçeğe ne kadar

uygunsa, o kadar gerçekdışı

görünür."

Dostoyevski

Ortam o kadar sessiz

ki nöronlarımın

cızırtısını duyacağım.

Izgara nöron. Porsiyon

adedi bin. Fiyatı…”

Fiyat belirleyemedim

daha. Kız güzel

ama. Çok güzel. Ondan

mı sessiz ortam? Güzellik

karşısında sessizleşen

dünya. Çayın fiyatı

ne kadar acaba? İki çay.

Kabaca yedi TL. Kahve

içmek ister miydi? Cüzdan

yeter mi ki kahveye?

Ya kız açsa? Açar

mıydı gerçekten düşüncelerini?

Faili meçhul

hayallere mi katılırdı

bu kutlu gün? Hoş, o

zaman öldürülen hayallerimin

faili meçhul olmazdı.

“Su

misin?”

“…”

söyleyebilir

“Su diyorum, su

sipariş edebilir misin?”

Şimdi hapı yuttun

oğlum. Suyu hiç hesaba

katmamıştın. Su bile ısmarlayamayacak

mısın?

Boş ver kahveyi,

ısmarla. Hatta kahve de

ısmarla. Bir de güzel

yemek söyle en afilisinden.

Sonra tuvalete gidiyorum

ayağına… Olmaz

ki. Olmaz tabi. Tanırlar

beni buralarda.

Nazım da geçer aslında.

Erkekliğe sığar mı,

meçhul.

“Dün buluşalım

dediğinde konuşacaklarım

var demiştin. Dinliyorum

seni.”

Ah be güzelim,

cep delik olmasa neler

anlatacağım da…

“Evet ya, sizin

yan komşunun kızı var

ya, adı neydi? Hıh, Ceren,”

Ceren de nereden

çıktı şimdi? Ah be oğlum,

dakika iki gol bir

milyon. Nöron porsiyon

fiyatı, kırmızı kartla

oyundan attı hakem.

Nöronlar bir sonraki

diyalogda da yok.

“Ceren mi? Onun

için mi beni çağırdın

buraya?” Ben de bir şey

var sanmıştım. Aptal

kafam. Sana bakacak

hali yok ya. Ceren için

çağırmış tabi. Ceren güzel,

peki ya sen?” Güzelliğinin

değerini bilmiyorlar,”

diyordu annem.

Ölmeden önce,

YÜK Ede biyat


Sayfa 75

son sözü sayılabilecek

bir aşamada da eklemişti

“Sen kendi değerini

bil.” Bildirmiyorlar

be anne, bildirmiyorlar

işte! Önüme ne geliyorsa

yaşıyorum. Bugün

de Ceren... Dün de Ceren’di.

Ne zaman Ceren

değil ki…

“Yani aslında tam

olarak değil de…” Gri

hücrelerim hektar hektar

cüzdandan dolayı

yanmasa şakıyacağım

aslında ama eldeki bu.

Nasıl da güzel bakıyor.

Gözlerinde farklı bir

şey var. Tanımlaması

zor bir şey. Hani biçimi,

yapısı değil de. Ne

bileyim. Bakışı işte. Bakışı

bir farklı. Mutluy-

Çizim: Ebru Vatanseven


Sayfa 76

muş gibi. Başlatma

gözlerinden! Toparla

oğlum lafı! Kahve söylesem

mi? Menüyü de

gönderdik geri. Para?

O zaten nanay.

“Ne diyordum?

Ceren, dün gördüm

onu, amma büyümüş.

Güzelleşmiş. Sen samimi

misin Ceren’le?”

“…” Apar topar

çağırdı kafeye ne konuşacaksa,

söylediklerini

de anlamıyorum arka

masadakiyle kesişiyorum.

Şimdi telefon çalsa

Ceren gelse buraya

ben geçsem yakışıklının

yanına... Oh, bir

taşla iki kuş! Bülbül

olur şakırım. Böyle evet

hayır oynamam. Hem

bilmiyor mu, tek kelimelik

kısa cümleler

sohbetin devam ettirilmemesi

için kurulu?

Olumlu da olumsuz da

olsa bir taraf için bitmiştir

sohbet. Gözü saate,

telefona, çantasına

asılı kalır. Ceren demeseydi

gerçi, bakmazdım

arkadakine.

“Evet,”

“Samimi misin?”

Aferin oğlum. Böyle

devam. Niye sürekli arka

masaya bakıyor bu

kız? Arka masadaki yakışıklıyı

kesiyor kesin.

Oğlanın gözler de onda.

Lafları da kattım

karıştırdım nasılsa.

İçinden kesin “Şimdi

mesaj yazsam Ceren’e.

Bilmem ne kafedeyim

gel desem, bıraksam

Ceren’i bu masaya kendim

geçsem yakışıklının

yanına.” diye düşünüyordur.

Ceren’i neden

sorduysam!

“Müsaadenle,

ben bir lavaboya gidip

geleyim.” Lavabo ne

oğlum ya, tuvalet desene

adam gibi!

Adam deyince

aklıma geldi yine İsmail.

Adam gibi adamım

ulan ben İsmail!

Kendine adam tanımlaması

koyan, kendine

adam İsmail. Kesin İsmail’in

parası da vardır.

İstediği kıza istediği

yerde tatlı bile ısmarlar.

Adam sonuçta. Yeni

yetmeyken bile parası

vardı hırtın. İlk kez

pavyona gittiğimizde o,

sahibiyle tanışıktı. Kral

gibi karşılanmıştık. Tip

desen yok ama mahalleden

öylesine geçerken

bile etrafını kızlar

sarardı. Az çikolata ısmarlamadı

kızlara tenhada.

Şimdi girse şu

kapıdan, anlar mahcupluğumu.

Hemen

tenhaya çağırır, sıkıştırır

elime cebinde ne

varsa... Vermez artık

gerçi. Zamanla bozduk

arayı İsmail’le. Ağır

geldi sürekli yanında

taşımak beni. Hep vermek

olmaz, dedi. Bir

daha da görüşmedik.

Zaten felek gülmez ki

yüzüme! Ama kız nasıl

da güzel! Buraya da

gelirdik. Burada da tanınırdı

hırt! Piizden dönerken

mutlaka uğrardık.

Neydi buranın sa-

YÜK Ede biyat


Sayfa 77

hibesinin adı? Nuran,

gönül kadını Nuran.

İsmail tanıştırırken söylemişti

gönül kadını olduğunu.

Bir de Nurhan

denmesine kızdığını.

Nereden tanıyordu İsmail

bu kadını, bilmiyordum.

Önemli

olan tanışmamızdı

ve burada adam muamelesi

görüyorduk.

Hem

zor durumda

olana gönül kadını

yardım etmez

mi? Tuvaletin kapısını

kapatırken göz

gezdirdim etrafa. Nuran

buralardaysa halden

anlardı. Çay dağıtan

oğlana el ettim.

“Nuran buralarda mı?”

Oğlan kafasıyla işaret

etti arkada bir odayı.

Sağa sola –en çok da

masaya- bakmadan

odaya yürüdüm. Nuran

ayağa kalktı beni

görünce. Hak verdi.

Kasada duran elemanını

çağırdı. Durumu anlattı.

Oğlan bir bana bir

de Nuran’a baktı. Şaşırdı

tabi çocuk diye geçirdim

içimden. Demek

özel bir insandım. Benden

başka kimseye

böyle davranmadıysa

Nu-

ran…

Şaşırırsa

şaşırsın. Sorun kalktı

ortadan. Artık kızla konuşabilirim.

Yüzüm gülüyordu

odadan çıkarken.

Kambur sırtımı dikleştirdim.

Vay be, dışarıdan

gören peşin satan

sanır beni! Masaya gidince

“Ne Ceren’i kızım,

ben sana hastayım!”

da dersem, bu iş

tamam. Kafamda milyon

kere tekrarladım.

Kendimden emin yaklaştım

masaya. Bir hışım

çektiğim sandalyeye

kendimi bıraktım.

Yüzüne bakarsam

söyleyemem.

En

iyisi bakmamak.

Kafamı

kaldırmadan;

“Bak Sude, Ceren

falan bahane. Ben sana

tutuldum!”

“…”

Ses gelmedi kızdan.

Sustu. Önümdeki

yarım çay bardağına

baktım. Bir de bardağın

aksinde duran el sürülmemiş

bardağa. Yan

masadan kahkaha geliyordu.

Döndüm. Donatılmış

masada yarım bırakılan

tabaklar, fincanlar

ve kadının kahkahasına

gözleriyle gülen

beni tanımazdan gelen

adam: İsmail.

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 78

Tepetaklak

Turgay Yıldırım

Şu öksürüğe de bir

türlü çare bulamadım.”

diye söylendi

İpek.

İyiden iyiye yaşlanmıştı.

Düğmeleri sökülmüş,

kolları ve yakası yoktu artık.

Bedeni küçülmüş, kırış

kırış olmuştu. Teni koyu

bir renge bürünmüştü. Kirli

beyaz, hatta gri de denebilirdi.

Güzel günlerin hatıraları

gibi teninin beyazlığı

da günbegün silinip gitmişti.

Evin güneş gören bir

yerinde, pencerenin hemen

önünde dinleniyordu. İçeri

süzülen kavurucu sıcağı

sevmekle sevmemek arasında

kalıyordu her gün.

Zamanla içindeki sular aşağı

süzülüyor, güneşli bir

günse çabucak kurtuluyordu.

Bir yanda içinde biriken

su damlalarında boğulacak

gibi olmak, diğer yanda

güneşin içindeki suyu

çabucak buharlaştırmasıyla

suya hasret kalmak, büzüldükçe

büzülmek, kavruldukça

kavrulmak… İkisi de

berbat bir histi. Onu rahatsız

etmeyecek ve güneşin

sıcaklığında serinletecek

kadar su olduğu zamanları

çok seviyordu ama tadını

alamayacağı kadar kısa sürerdi

bu.

Dışarı baktı. Güneşli

bir bahar günüydü. İpek’in

en sevdiği zamanlar... Ne

çok soğuk ne de çok sıcak.

“Yeni bir gün!” diye mırıldandı

ve yine zamanın geçmesini

beklemeye koyuldu

öylece.

YÜK Ede biyat


Sayfa 79

Zil çalınca Ayten Hanım

ağır hareketlerle evin

girişine ilerlediğini duydu.

Kapı açıldığı gibi Ahmet’in

“Anneanne! Anneanne!”

diye bağırması bir oldu. Kızı

Emine ise annesi Ayten

Hanım’a dert yanmaya başlamıştı

bile.

“Anne! Perişan etti bu

beni. Midesini mi üşüttü

anlamadım. Rezil oldum

otobüste. Kaç kere altını değiştirdim.

Yedek bezi de

kalmadı.”

“Kızım, önce gel bir

içeri. Bir öpeyim, bir seveyim,

bir doyayım ben şuna.

Sonrasını hiç merak etme

sen.”

“Hehhehhe! Anneanne,

anneanne!”

İçeri geçince Ayten

Hanım torunu Ahmet’i koltuğa

oturttu, renkli televizyonun

tam karşısına.

“Hadi kızım, sen mutfağa

geç, ocağa bir su koyuver.

Ben de leğeni getireyim,

torunum da çizgi filme

baksın bu arada.”

Bezleri yıkamaya koyuldular

ama Ayten Hanım,

leğeni ve deterjanı kızına

verdiği gibi torununun yanına

koştu. Emine ilk bezi

yıkayıp asmaya karar verdi.

Diğerlerini yıkarken bu kurur,

Ahmet’in altını sararlardı.

Elindeki bezi mutfak

penceresinin önüne İpek’in

yanına astığında etrafa rahatsız

edici bir koku yayıldı.

İpek başını çevirdiği anda

şaşkınlıkla bakakaldı. Küçülmüş,

kırış kırıştı ama yanılmış

olamazdı. Hemen

yanı başında duran Pamuk’tu

bu. Görüşmeyeli ne

kadar da sararıp solmuştu?

Onun bu haline inanamadı

bir türlü. Ne kadar zamandır

görüşmediklerini düşündü,

çıkaramadı. Eski bir

arkadaşla güzel bir bahar

gününde karşılaşacağı aklına

gelmemişti hiç. Hatta neredeyse

unutmuştu onu.

Hayatta olduğundan bile

şüphe duyuyordu. Pamuk’la

birlikte geçirdiği

günleri hatırlayınca gözleri

daldı. “Merhaba!” demek

geldi içinden. Bekledi biraz.

Olmadı, sesi çıkmadı. Pamuk

da ona aynı kaçamak

bakışları fırlatıyordu. Yüzlerinde

hayretle mahcubiyet

iç içe geçmişti.

İpek, “Ona ne oldu da

bu hale geldi acaba? İyiden

iyiye kırışmış, sararıp solmuş.”

diye düşünürken Pamuk

da, “Acaba başına ne

geldi de böyle esmerleşti,

simsiyah oluverdi?” diye

soruyordu kendine.

Pamuk cesaretini toplayıp

İpek’e döndü. Belki

sonradan gelmişti, misafirdi

ama yine de konuşmadan

edememişti işte.

“Tekrar karşılaşmak

da varmış.” dedi fısıltıyla.

“Öyle oldu.” diye cevapladı

İpek.

Güneşin sıcaklığını her

geçen dakika biraz daha

hissederken ne konuşacaklarını

bir türlü bulamadılar.

Konuşacak çok şey olduğundan

her şey birbirine

girmiş gibiydi. Havadan sudan

konular imdatlarına yetişti

yine.

“İpekçiğim, güneş de

beni pek rahatsız ediyor.”

“Evet Pamukçuğum,

arada bulut çıkardı ama

gökyüzünde dümdüz bir

mavilik var.”

“Eskiden hatırlar mısın,

bunlara hiç dikkat etmezdik.”

“Hatırlamaz mıyım?

Ayten Hanım kapıyı açıp

kızı Emine’nin sesini duyunca

aklıma birden sen

geldin.”

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 80

“Evde Emine oğluna

‘Anneanneye gidiyoruz.’

dediğinde ben de seni düşündüm.”

“Yaz gecelerinde geçirdiğimiz

günleri düşünüyordum

az önce, biliyor musun?”

“Benden çok sen yaşadın

o güzel günleri. Serin

odamızda bekler dururdum

ben.”

“Bir kere kuzenleri geldiğinde

sen de bizimle gelmiştin

ya, unuttun mu? Belki

bu, dışarda birlikte geçirdiğimiz

tek zamandı.”

“Evet, belki de. Ama

Emine’nin üşüdüğü için evden

bir koşu seni getirdiği

gece de vardı.”

“Aaa, evet. Şimdi hatırladım.

O gece ne kadar da

canım sıkılıyordu. Güzel bir

sürpriz olmuştu benim

için.”

“Bir keresinde ben kalmıştım.

Hava serindi. O gün

seni almışlardı.”

“Bir keresinde dediğin

gibi olmuştu İpekçiğim, sen

yalnız kalmıştın.”

“Ben senin kadar alışık

değildim o dar yerde yalnız

kalmaya. Gerçi hep sen yalnız

kaldığın için çok üzülüyordum.”

“Üzülüyor muydun?

Bir kere bile ‘Kardeşim sen

git.’ demedin.”

“Benim elimde değildi

ki, Ayten Hanım seçiyordu.”

“Haklısın, seni eline

alıp sırf benden incesin diye.

İpek gibi diyordu sana ve

böyle böyle İpek oldu adın.

Emine’nin nişanında almıştı

seni, sonradan gelmiştin.

Ben neredeyse çıkamaz olmuştum

dışarı. Sen de hayatından

da gayet memnundun.

Ben soğuk kış gecelerinde

üstümde ceket, pardösü,

kat kat giysiyle çıkardım

ancak…”

İpek ile Pamuk sustular.

Ayten Hanım’la Emine

mutfağa geliyorlardı. Emine

Pamuk’a dokunduğunda

“Anne, bu hâlâ sırılsıklam.

Ne yapacağız şimdi?” diye

sordu. Pamuk ile İpek beklerken

nefes bile almıyorlardı.

Ayten Hanım, “Merak

etme sen kızım, tontişim uslu

durur. Bu da yetişir.” Sesler

kesilince İpek’in bakışları

camdan yansıyan arkadaşının

sararmış yüzüne değdi.

Pamuk da onun kararmış

tenine bakıyordu. Göz göze

geldikleri gibi bakışlarını

birbirlerinden kaçırıp önlerine

döndüler. Sessizliği tercih

etmişlerdi yine.

“Ne zamandır seni merak

ediyordum. Ne oldu da

bu hallere düştün?”

Her ikisi de birbirine

bu soruyu sormak istiyor,

aynı zamanda cevap vermek

istemedikleri için konuşmuyorlardı.

Birbirinin

aynı günlerden sonra bu

sürpriz onları mutlu etmeye

yetmişti. Sessiz bir mutluluk

içinde hapsolmuşlardı şimdi

de.

Neden sonra İpek bu

soruyu sordu ve biraz düşündükten

sonra Pamuk konuşmaya

başladı.

“Belki senin günlerin

güzel geçiyordu.” dedi Pamuk.

“İşte o günlerde dışarı

hep ben çıkmak isterdim.

Sürekli kafamda kurardım,

nasıl yapsam da her zaman

ben gitsem senin yerine ve

burada bir başına bekleyen

ben değil de sen olsan diye.”

Bir yaz günüydü. O

gün İpek’in yerine Pamuk

gitmişti. Başarmıştı sonunda.

İçinde gizlediği bir sürü

kara benek vardı. O gün

özel bir gündü ve bu kara

benekleri özellikle biriktir-

YÜK Ede biyat


Sayfa 81

mişti. Evet, biriktirmişti

hepsini. O dar odada diğerlerinden

farklı olarak her

zaman İpek’le yan yanaydılar.

Emine’nin nişanından

beri düğünlere İpek gidiyordu

ve bunu yapmak zorundaydı.

Çünkü ‘O’ Emine’nin

düğünüydü. İpek’e

olabildiğince yakın durup

dokunmaya başladığında

kara benekleri bir bir ona

bulaştırdı. Ara ara gıdıklandı,

keyiflendi İpek. Ayten

Hanım’ın akşam İpek’i eline

alınca yaşadığı hayal kırıklığını

hatırladı ikisi de. “Ben

ne yapacağım şimdi?” diye

saatlerce söylenirken gözleri

dolmuştu Ayten Hanım’ın.

İpek her şeyden habersizdi.

Söyleyecek söz bulamamıştı.

Yüzündeki mahcubiyet

açıkça okunuyordu.

Sessizce onları seyreden Pamuk’tan

kimse şüphelenmemişti.

Aynı lekelerden

onda da vardı. Ayten Hanım

onları yan yana koyup

temizlemek için çok uğraştı.

Neredeyse yarım saat sildi

ikisini de. İpek çok hassastı.

Böyle kara beneklere alışık

değildi. Pamuk gibi değildi

o. Üzerine bir şey bulaştığında

çok zor çıkardı. Pamuk’un

üzerine sıçrayan

lekeler ise kolayca temizlenir

ya da belli olmazdı. Ve

bilemezdi kimse. Onca zamandır

düğüne gitmek için

Pamuk’un kurduğu planları

bilemezdi. Ayten Hanım

düğüne onunla gitmeye

mecbur bırakıldığını bilemezdi.

O gece Pamuk’la gitmişti.

Keyfi kaçıktı Ayten

Hanım’ın ama Pamuk’la

gitmişti ya! Önemli olan

buydu. İçmişti Ayten Hanım,

hem de çok içmiş, kendini

kaybetmişti. Kızının

evden ayrılmasını bir şekilde

unutmalıydı. Bir de üzerine

kusmuştu Pamuk’un

ama mesele bu değildi. Pamuk

böyle ortamları bilmezdi

hiç. İpek’e göre bedeni

daha dardı. Hareketleri

hantaldı. Balık istifi gibi üst

üste gezmeye alışıktı Pamuk.

Ayten Hanım onunlayken

sakin sakin otururdu.

Sarhoş olmaz, dans etmez,

oynamazdı. Düğün

gecesi sona ererken Ayten

Hanım eve gitmek üzere

salondan çıktı. Merdivenden

inerken ayağı kayıp

dengesini kaybedince korkuluklara

sarıldı. Kol düğmeleri

çok sağlamdı, bir türlü

Pamuk’u bırakmadılar. O

kadar sıkıyorlardı ki, mengene

gibiydiler. Yaka düğmelerinin

dağılması da yetmedi

Pamuk’u kurtarmaya.

Bir süre dişini sıktı ama daha

fazla dayanamadı. Kolları

ve omuzları parçalandı.

Bir kâğıt gibi yırtıldı. Basit

bir kaza değildi bu, çok ağır

olmuştu. O günden sonra

kendini toplamak için çok

çabaladı. Bir türlü kendine

gelemedi Pamuk. Onu bir

kenara attıklarında artık yeri

İpek’in yanı değildi.

“Düğünden sonra

Emine annesini ziyarete gelmişti.

İşte o gün Emine’ye

verdi, o da alıp götürdü beni.”

dedi Pamuk.

“Vah vah, Pamukçuğum!”

dedi İpek. Sesinde

alaycı bir tını vardı. Hiç de

üzülüyor gibi değildi.

“Ya işte böyle İpekçiğim!

Sana anlatmak istiyordum

yıllardır. İçim içimi

yiyordu. Vallahi rahatladım.

Ohh! Dünya varmış.

Neyse, ben gittikten sonra

sen neler yaptın da bu hale

geldi senin bembeyaz ipek

gibi yüzün?” diye sordu Pamuk.

Pamuk’un yüzünün

rengi bile açılmıştı bu itiraftan

sonra. İpek konuşmaya

hazırlanırken içerden sesler

gelmeye başladı yine. İpek

sessiz kalmak için bu fırsatı

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 82

kaçırmadı. Anneyle kızın

konuşmalarını duyan Pamuk’un

içi titrerken sararmış

yüzü daha da sarardı.

Yeniden sessizlik olunca bir

süre beklediler. Neden sonra

İpek konuşmaya başladı.

Pamuk ancak İpek’in sesini

duyunca kendine geldi.

“Doğruya doğru,” dedi

İpek. “O gün sen gidince

canım çok sıkıldı Pamuk.”

Günler öncesinden temizlenmiş

ve düğün için

hazırlanmıştı. Pisliğin üzerine

nerden bulaştığını anlayamamıştı

İpek. Gecenin

ilerleyen saatlerinde,

“Amaaan! O gitsin, ne olacak

sanki?” diye kendini yatıştırmıştı.

Ancak o anda eline

geçse Pamuk’u boğabilirdi.

Hele hele kara benekleri

onun bulaştırdığını bilse neler

yapardı, hayal bile edemiyordu.

Şimdi sadece gülüyordu

Pamuk’a. Bir şey

daha vardı, o gece gelmediğine

sevinmişti Pamuk’un

ama ertesi gün de gelmemişti,

bir sonraki gün de.

İpek ümidi tamamen kesmişti

ondan, gelmeyecek

bu, demişti.

Hiç aklına gelmezdi

ama bir süre sonra Pamuk’u

özlemeye başladı. Çünkü o

gittikten sonra Ayten Hanım

yaz kış her yere İpek’le

gidiyordu. Ne Pamuk gelmişti

ne de yerine başkası.

Bir başına kalmıştı. Yazın

sıcağında dışarda durmak

zordu. Durup dinlenmeden

daha da zor oluyordu bu.

Soluklanmaya fırsat bile bulamadı.

Canı çıkıyordu her

gün. Bazı geceler, “Ölsem

de kurtulsam!” diyordu

ama ölemedi de kurtulamadı

da! Derdini dinleyecek

kimsesi de yoktu, didişecek

kimsesi de. Bu günlerde Pamuk’un

gerçekten iyi bir

arkadaş olduğunu bile kabul

etmişti.

“En azından arkadaştın,

yoldaştın. Bak hakikaten

söylüyorum, düğüne gitmek

için kurduğun plan,

beni kirletip gitmen bile bana

şirin görünüyor şimdi.

Ne tuhaf! O gece elime geçsen

hakikaten seni lime lime

ederdim.”

“Vah vah! İpekçiğim,

beni sevebileceğin aklıma

gelmemişti hiç!”

“Benim de gelmezdi

Pamukçuğum da bilemiyorsun

işte. Yani anlayacağın

sen gittikten sonra hayattan

bezdim.”

İpek’in bedeni daha

genişti. Kızı evlendikten

sonra Ayten Hanım çok yemek

yemeye başladı. Göbeği

her geçen gün büyüdü,

kocaman oldu. Üstüne bir

de İpek’i seçiyordu her gün,

başka bir şey yokmuş gibi.

Bir insan her gün İpek’le nasıl

gezebilir? Sıkılır en azından

ama Ayten Hanım sıkılmadı.

Diğerlerini istemedi

bir türlü. Varsa yoksa İpek.

Yatağa bile onunla girdiği

oldu. Tam bir cehennem hayatı.

Bir akşam yemeğe

oturdular. Ayten Hanım

normalden çok daha fazla

yedi. Tencerelerde kalan yemeğe

bakıp, ‘Aman bunlar

atılmasın!’ diyerek mideye

indirdi. Yemek bitince kollarını

kaldırdı, iyice bir gerindi.

Herkes Ayten Hanım’ın

göbeği patlayacak sandı

ama patlamadı. Önden üç

düğme koptuktan sonra

yanlardan bir açılma sesi

duyuldu. Sökülme filan değil,

“Cart!” diye bir yırtılma.

İçi parçalandı İpek’in, ölüyorum

sandı ama yine ölmedi.

İşte o gün eski hayatı

çok gerilerde kalmıştı. Her

yanına dikiş atılsa da kendini

toparlayamadı. Dar ve

karanlık bir yerde kaldı öy-

YÜK Ede biyat


Sayfa 83

lece. Günleri sessiz ve sakin

geçip giderken bir gün Ayten

Hanım’ın “Şu çekmecede

olacak, hah, buldum işte.”

dediğini duydu. Işığı

görünce İpek bu dar ve karanlık

yerden kurtulduğunu

düşündü. Ayten Hanım

sımsıkı kavradı onu. Kollarını

ve yakasını söküp kovaya

daldırınca içi suyla

doldu. Çıkarıp sıktığında

nefes alamadı, soluğu kesildi

İpek’in. Ayten Hanım’ın

elinde camları temizlemeye

koyuldu. Parke, zemin, duvar,

masa ne bulursa her

daim hazırdı İpek. Bazı zamanlar

nefesi tozdan öyle

bir tıkanıyordu ki bayılacak

gibi oluyordu. İşte o anda

Ayten Hanım durumu hemen

anlayarak İpek’i suya

daldırıyordu.

“Vah vah! İpekçiğim,

ne de zor bir hayatın varmış.”

“Alıştım artık Pamukçuğum.

Nelere alışılmaz ki?

Yeter ki üzerinden yeteri

kadar zaman geçsin.”

İpek yaşadığı hayatı

anlatmaya daha fazla dayanamadı.

Zaten çok da bir

şey kalmamıştı. Hayatı,

hepsi hepsi bu kadardı. Pamuk

susuyordu ısrarla. Yaşantısını

beğenmemiş, belki

de iğrenmişti. Kendini tutamadı

İpek:

“Sen neler yapıyorsun

Pamukçuğum?” diye sordu.

Pamuk’un imdadına

yan odadan bir çığlık yetişti.

“Ama anne dedim ben

sana!”

“Neyi dedin kızım,

baksana çocuk ishal olmuş.”

“Dedim ya, hem de

kaç kere!”

“İshal olmuş demedin

ki!”

“Anneanne, anneanne,

hehe!”

“Sen sus, kör olmayasıca!”

“Koltuk hep berbat

olmuş.”

“Olan oldu artık. Ben

çocuğu yıkayayım. Sen de

pencereden al getir bezini

de kurumadıysa ütüyle üstünden

geçiver.”

Sesler kesildiğinde

İpek Pamuk’a baktı. Sararmış

yüzü daha bir belirgindi

şimdi.

Pamuk ise İpek’in esmerleşmiş

yüzüne çekinerek

bakıyordu. Göz gözeydiler

ama görmüyorlardı

birbirlerini. Neden sonra

Pamuk kısık ve boğuk bir

sesle:

“Ben,” dedi “Hiç, öyle

yaşıyorum, gidiyor işte…”

Pamuk’un sözlerini

anlayamadı İpek. Belli ki

konuşamıyordu. Ayten Hanım’ın

ayak sesleri gelince

yine sessizce beklemeye

başladılar.

Ayten Hanım “Bayağı

da nemliymiş bu. Üzerinden

iyice bir ütü geçmek

lazım.” diye söylenerek Pamuk’u

aldığı gibi hızla mutfaktan

çıktı.

Pamuk gittikten sonra

mutfağa ceviz ağacının kokusu

yeniden dolmaya başladı.

Yalnız kalan İpek yanaklarındaki

yaşları fark

etti. Camdan yansıyan kararmış

nemli yüzünü gördü.

Derin bir nefes alıp gözlerini

kapadı.

Beş dakika sonra Ayten Hanım

yeniden mutfağa girdi.

“Şunu alayım da koltuğu

temizleyeyim.” dediği anda

İpek sıçradı yerinden. Gözleri

fal taşı gibi açılmıştı.

Yıl 1 Sayı 2


Havariye Sır Verme

Osman Usta

Sayfa 84

Yerde görmüşler beni rüzgârsız fakat ağaçlı bir sabah

Şahidimdir kara kavak kargaları

Muhbir ismiyle nam salan bütün insanlar da

İşkillenmiş, işleri bu ya

Yüzüme kapanmış el kapıları, eyvah!

Ben zaten hiç göklerde olmadım desem

Buna sadece gök inanır.

Korkmuyorum, vurun yüzüme sözlerinizi

Çağlar ötesinden atamın giydiği ömür hırkasının tozları silkinsin

Vurun, irkilsin davul tokmağının üveyliğinden üşenen sesler

Sahi ağaçlara hükmeden kuşlar nerede

Söndü güneş, çilede bütün yuvalar, eyvah!

Ben bu sözü atamdan duymuştum

Bir düştür bu dünya benliğin viranelerinde.

Bu hayatın içinde beni teşhis etmek kolaydır

Kolaydır, her coğrafyada kendi yükseğinde olmak

İlk cinayeti işleyenin utandığı kargayı düşünün bir de

Bir de havarinin dün akşam ne yediğini

Dikenleri kaldırın yollardan, eyvah!

Ben haini susmasından tanırım, zira

Suskunluk zordur taş olmak kadar bir patikada.

YÜK Ede biyat


Sayfa 85

Bu Sefer Güldürmedi

Deniz Longa

“Bu kez güldürmedi” diyor

adam, hemen yanımdaki;

şu şapkalı olan. Tanımıyorum

kendisini. Bizim

buralardan olsaydı

eğer televizyondan duyduğu,

ünlülerin cenazelerinden

çalıntı cümleleri

bizim mahallede söylenmeyeceğini

bilirdi. Bir

baktım şöyle yan gözle,

kısık kısık. Baktığımı anlamış

olacak ki bir de bana

dönerek dedi “bu sefer

güldürmedi” diye.

Birazdan üzerine

ölü toprağı serpilecek

olan adam bizim Arif amca.

Hüzünlenmek normal

olan şey şu durumda ama

benim bunun için biraz

çaba sarf etmem gerekecek

sanırım. Gözlerimi

ovuşturayım diyorum.

Belki iyice ovarsam kızarır

nemlenir. Ama yok.

İnadına akmazmış gibi bir

damla yaş yok. Başka zaman

olsa olur olmadık

şeylere hücum eden bu

meret şimdi inmiyor aşağıya.

Hayır, yani üzülmedim

desem o da değil.

Ama Arif amcayı düşündükçe

imkânı yok gülümsemek

geliyor içimden.

Tövbe Yarabbi. Biri görmese

bari. Yere bakıyorum

defin devam ederken.

Tam da o anda bir

kürek de bana uzatıyor

biri. Bizim mahallenin on

beşinde ergenliğe girip

kırk beşinde hala çıkamayan

Hüseyin ağabeysi bu.

Bana mı öyle geliyor yoksa

o da mı gülüyor? Bir

daha bakıyorum yüzüne.

Yok, gülüyor. Küreği elime

alıp kuru toprağa daldırırken

Hüseyin ağabeyin

yüzü geliyor gözümün

önüne. Beni alıyor

bir tebessüm ki bu da fazla

şu an bulunduğum yerde.

Küreğin ucuna az bir

toprak alır gibi yapıyorum.

Tam attım atacağım

“gıg” diye bir ses çıkıyor,

sanıyorum benden. Benden

olmadığını anladığımda

şöyle iki adım geriye

gidip insan içine karışında

o gıg sesinin Hüseyin

ağabeyden geldiğini

anlıyorum. Koluyla dürtüyor

beni. Bende ona

dürtüyorum. Sonra o bana

bir daha dürtüyor, ben

de ona bir daha dürtüyorum.

Bu böyle böğrümüz

acıyana dek sürüyor. Önce

bırakan kaybeder çünkü.

“Lan oğlum yapmasana”

diyor bana.

“Sen de gülme o zaman”

diyorum. “Sen de gülüyorsun

ya lan it” diyor

sonra üste çıka çıka.

“Ayıp oluyor ağabey ama

“ diyorum.

“Gel geriye gidelim”

diyor. Şöyle akıllıca

bir laf duyunca ikimizde

üç beş adım geriye yollanıyoruz.

Millet ne yaşanıyor

olanlardan habersiz

sanırım ki, kimse bize bakıp

da cık cuk etmiyor.

“Bir sigara versene

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 86

Cemil!” Tam da yeri ve

zamanı zaten, insanın canı

sigara çekse de ziftin

pekini içer de yine şu ortamda

içmez ama bu Hüseyin

işte. “Ağabey ne bağırıyorsun

kulağımın dibinde

az sessiz olsana”

diyorum ben de.

“Zaten bir tuhafım

ha bire içimden gülmek

geliyor, ver de sigara içerken

dudaklarımın yayvanlaştığı

anlaşılmasın”

“Tamam, al ama

sarma sigara bu ağır gelmesin?”

“Yok gelmez yak

da ver ama.” “Azım değmesin

uçuk var.” “Varsa

var oğlum bana işlemez

uçuk!” diyor. Delikanlılıktan

sayıyor Hüseyin ağabey

bunları. İki gün sonra

burnuna doğru yürüyen

uçuğu çıkacak haberi yok.

“Cemil” diyor bana,

genellikle lan lı lun lu

konuşur ama ciddi bir şey

diyeceği zaman insana

ismi ile hitap eder. “Bana

niye böyle şeyler oluyor

sen biliyor musun?”

“Nasıl şeyler ağabey?”

“Sana da olduğu

gibi, niye güldük Cemil

biz adamı toprağa gömerken?

Tövbe Yarabbi, Allah

affetsin!”

“Valla ağabey, Arif

amcayı düşününce, şöyle

yüzü gözümün önüne gelince

olmuyor yahu, hüzünlenemiyorum.”

diyorum

ben de.

“Tamam da oğlum

adam öldü “

“Orası öyle de daha

geçen hafta Hafize teyzelere

yaptığı şaka geliyor

aklıma yapamıyorum”

“Ya, de mi nasıl bağırdı

kadın camdan dışarı,

burası benim evim değil

diye” gülmesi hızlanıyor

bundan sonra. Bildiğin

gülüyor Hüseyin.

“Yapılır mı bu o kadına?

Ama konu Arif amca

olunca yapılır” diyorum.

“Bu arada biraz sessiz

gül duyuluyor.” Tamam,

anlamında elini ağzına

götürüp yemek yedikten

sonra dudaklarını

sofra bezine siler gibi bir

hareket yapıyor.

“Hayır, yani kolun

sakatlanmış, belin iki büklüm,

yaşın olmuş seksen,

ayağın yere basıyor mu

basmıyor mu belli değil

daha ne arıyorsun milletin

evinin eşyalarını değiş

tokuş edip insanları yanlış

eve geldiğine inandırmaya”

Bu cümlenin sonuna

gelindiğinde mezarlıktan

çoktan çıkmış mahalleye

doğru gidiyorduk.

Ciddi ciddi gidiyorduk.

Yani biraz önce üstüne iki

kürek de bizim toprak attığımız

adamın ne şakacı

bir insan olduğunu anlatarak

gidiyorduk. Vay be

zamana bak sen! Dünyaya

bak! Geçen hafta olan

şeyler üzerine bugün şimdi,

şuan da mişli muşlu

konuşuyorduk.

“Hüseyin ağabey,

sen de taşımadın mı eşyaları

aşağı kattan yukarı

kata?” Yürüyorduk bir

taraftan da konuşuyoruz.

Ben bunu deyince Hüseyin

ağabey sanki çok şaşırılacak

bir laf etmişim gibi

durdu birden. Hüseyin

ağabeyin işin tuhaflığına

tuhaf tuhaf şaşırması benim

de tuhafıma gitti.

“Taşıdım taşıması-

YÜK Ede biyat


Sayfa 87

na da öyle inandırdı ki

adam beni yaptığım işin

doğruluğuna, Hafize ablayı

taşıyoruz gibi gelmişti

bana”

“Ağabey hiç üşenmedin

de ha! Yenge bakkala

soğan sarımsak aldırmaya

gönderse ya da

ne biliyim kanepelerin

yerini değiştir Hüseyin

sıkıldım böyle dese yapar

mısın bak doğru söyle?

“Öyle deme oğlum

o başka bu başka, bu şaka

için yapılan şeyler...”

Mezarlıktan iyiden

iyiye uzaklaşıyoruz. Kahvehaneye

gitsek şimdi

ayıp olur mu onu düşünüyorum.

Hüseyin ağabeye

teklif edilir bu, çünkü

adam mezarlıkta bana

küreği uzatırken gülüyordu.

“Hüseyin ağabey!

Sen işten izin aldın değil

mi Arif amca için?”

“Aldım ya Cemil

aldım ne adamdı be!” diyor

bir de bana. Katılmamak

mümkün değil. Bende

dükkânı kapattım,

tamda kasabadan insanların

gelip alışveriş yapacağı

saatte. Ama olsun!

Arif amcam için varsın

akşama kadar kapalı kalsın

dükkân ne olacak yani?

“Gelmişken kahveye

de uğrasak mı? Hem

Arif amcanın arkadaşlarıyla

da konuşur onu görmüş

gibi oluruz ha ne

dersin?” “Oğlum” diyor

“arkadaşları şimdi onu

gömmüyorlar mıdır? Ne

konuşması?”

“Onun arkadaşları

yürüyerek oraya buraya

gidemezler ki. Ta mezarlığa

kim götürecek onları?

Cenaze namazını bile oturarak

kılmıştır onlar. Sabahtan

ezanla gelip oturmuşlardır

gene kahveye

bak gör, gidelim de” diyorum.

Valla ben yer arıyorum

kahveye gitmeye.

Uzun zaman oldu. Mem

u r l u k t a n s ı k ı l ı p

dükkânı açtığımdan beri

gitmedim kahveye. Hayallerimin

dükkânı da

denmez ama işte içinde

ne ararsan var. Fanila ile

çatal iğne dip dibe misal.

Karton bardakla ince çorabı

yan yana dizdim daha

dün. Böyle küçük kasabalarda

benim dükkân

gibi yerler lazım. Girdin

mi içine çocuğun ihtiyacı

da görülecek gelininin de

dayının da.

Hem kahveye gitmeyi

istesem de Dilek de

göndermez beni. Okumuş

kadınla evlenince mahallenin

kahvesine gideyim

de denmiyor. Desem

“vaktin varsa aile içi etkinlik

ne biliyim aktivite

falan yapalım” der kesin

bizim oğlanla.

“Gidelim de bakalım

o zaman Cemil” diyor

Hüseyin ağabey. “kimse

yoksa bakar çıkarız, zaten

münasip kaçmaz bugün

oraya gitmemiz” Sen onu

benim külahıma anlat

Hüseyin. Bir el de okey

atalım demezsen eğer gel

tükür yüzüme!

İçeri giriyoruz. Bizim

girmemizle kahvecinin

bakışlarının üzerimize

kilitlenmesi bir oluyor.

Hani mevtayı gömmeden

geldiğiniz belli zaten der

gibi. “Hayırdır!” diyor

çaycı dayı. “Bitti mi de

geldiniz Hüseyin?”

“Ya sorma” diyor

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 88

Hüseyin ağabey. Öyle içten

diyor ki bunu, benim

bile sorasım geliyor.

“duramadık daha fazla.

Beni bir ağlama tuttu”

“öyleydi rahmetli” diyor

kahveci.

Çaycı dayının ağzında

da laf birikmiş, saydırıyor

bizi görür görmez

“az şakacı değildi hani,

bana anlattığı bir planı

daha vardı onu da yapamadan

gitti rahmetli”

Bizim kulaklar tilki

kulağına benzer bir hal

alıyor bunu duyunca.

Neymiş acaba diyoruz yapamadığı

şey? Yani yapsaydı

kesin Hüseyin’in de

bir katkısı olacaktı bu işte.

Adam seviyor boş beleş

işlerle uğraşmayı, kızamıyorum

da. Çocukken pek

ciddiye almamışlar belli

ki Hüseyin’i. Fikrini sormamışlar,

adam yerine mi

koymamışlar nedir? O da

böyle saçlı sakallı biri

olunca, çağırılan yere gidiyor

hemen. Yeter ki işe

yaradığını sansın işte.

Önemsendiğini hissediyor,

ne yapsın?

Ben soruyorum

Hüseyin ağabeyin soramadığı

soruyu çaycıya

“neymiş ki yapamadığı

planı dayı?” Bir taraftan

da iki sandalye çekiyoruz

altımıza, ama bize çay

yok. İçerde kimse de yok

zaten. Sabahtan ezanla

bırakılmış, akşam yatsıya

torunlarının eve alıp götürecekleri

dedeler de yok

yani. Bir çaycı bir ben bir

de Hüseyin ağabey.

“Çay vereyim mi

önce?” Diyor çaycı. Direk

sorulunca ben de istemsizce

yanıtlıyorum. “Bir

acı kahve yapsan olur”

diyorum. Kahve içmek

ayıp mı ki? Dayı yüzüme

t e r s t e r s b a k a r a k

“Kahveyi daha açmadım”

diyor. Bende Hüseyin

ağa gibi ses etmeyip, çaya

tamah ediyorum. Bu adamı

takip etmeli, taklit etmeli,

ne ediyorsa etmeliyim

çünkü onun yolu

doğru yol şimdi.

Verilen karbonatlı

ziftin pekini içerken bir

sandalye de kendine çekerek

oturuyor yanımıza

Azmi dayı. İsmini Hüseyin

ağabey demeseydi

eğer benim aklıma katiyen

gelmezdi. Adam iyiden

iyiye üzülmüş Arif

amcanın ölmesine. Her

gün sabahtan gelirmiş

kahveye. Beraber açtıkları

bile olurmuş dükkânı. Kimi

kimsesi olmadığından

da zaten, ne yapsın garip,

birlikte yapıyorlarmış

kahvaltılarını. Anlattı

böyle birkaç anı, ağladı

da.

Adam ağlayınca biz

de birbirimize baktık Hüseyin

ağabeyle. O bana

tükürür gibi yaptı dilin

ucuyla, bende ona yuh!

der gibi baktım. Bugün

Allah belamızı vermiş gibiydi

bizim. Adam akıllı

sevdiğimiz birinin arkasından

bile ağlayamaz olmuştuk.

Bu da acıymış,

bu da kötü bir şeymiş, haberimiz

yoktu bu zamana

kadar. İnsan üzülemediğine

de üzülüyormuş. Bugün

de bunu öğrendik.

Ağlayamadığımıza,

ciddiyetsizliğimize, bir de

boş işlerle uğraşmayı pek

sevişimize odaklandık,

sanırım aynı dilden konuştuk

kısa bir süre Hüse-

YÜK Ede biyat


Sayfa 89

yin ağabeyimle.

Sıra geldi planlanan

ama yapılamayan şakaya.

Çünkü merak ne

acayip bir şeydi biz onu

biliyorduk.

“Arif şaka için gelmiş

dünyaya” dedi dayı

ve hemen ardına sustu.

Cama doğru bakakaldı

öyle. “neydi ağabey planları

?” Deyiverdi bizim

fettan Hüseyin. Onun bu

merakı ortamın duygusallığını

deldi geçti, altı

götürdü, yürüdü gitti.

İçinde; olacakken

olamayan, eğlenilecekken

eğlenilemeyen ve hatta

büyük bir iş başaracakken

boğazının ortasına

bir sumsuk yiyip de kalakalmış

insanlar gibi öylece

kalakaldı. Ama dinlemek

istedi. En büyük

hakkıydı bence.

“Mahalleyi yakacaktı!”

dedi dayı

Ben birden ayağa

kalkmışım. Refleks işte,

ne yapabilirim? “otur Cemil

oğlum otur” dedi çaycı.

“Ne o oğlum korktun

mu?” İsmimi bildiğini

bilmenin, kendi ismini

bilmediğimi bilmemesinin

verdiği bir değişik

duygu ile oturdum bende.

“Nasıl yakacaktınız

dayıcığım?” dedim. Yakınlık

hissettim bende

ona karşı. Bu yüzden sevecenlik

kattım cümleme.

“Oradan buradan

gaz yağı fueloil, benzin

ne varsa toplamış”

Şaşırmak da ne demekmiş

hissettiklerimin

karşısında? İnsan komşusu

için diğer mahallelilere

falanca öldü ne oturuyorsunuz

burada? Gidinde

kaldırın cenazeyi! Deyip

herkesi sapasağlam kadının

evine yollayan, milleti

bir evde toplayıp sonra

da aşağıdan zile basıp nasıl

kandırdım ama sizi diyen

adamdan pek de şaşıracak

davranışlar beklemiyor

ama. Şimdi mahalle

yakma işi de ne oluyor?

Yok artık.

“Ağabey” dedi Hüseyin

ağabey. “Nerde

toplamış, nereye döküp

yakacakmış? Benimde haberim

olmadı ama...”

Hüseyin ağabeyin

içi cız etti anladım ben.

Etinden et koparıldı. Elini

yumruk yapıp ağzına sokarak

şu kapıdan koşarak

gidesi geldi ama gidemedi.

Böyle bir debdebe

olacak ve ona haber verilmeden

gerçekleşecek?

Vay be! Demek ki kapasitesi

yeterli görülmedi

de ona söylenmedi. Hüseyin

ağabey bu duyduklarına

alınmış, gücenmiştir

şimdi. Hem de ölmüş

Arif amcaya küsmüştür

bile.

“Hüseyin ağabey iş

geçen seferki gibi karakolda

bir gece nezarette

kalmaya gidecek kadardan

fazlaymış baksana,

iyi ki de haberin olmamış.”

Dedim bende. Rahatlatmak

istedim biraz

da olsa. İnsan kalbi bu,

bir saç telinin ağırlığını

bile kaldıramaz bazen.

Koca Hüseyin kalktı

sandalyeden, içinde bir

yumru gibi oturmuş olan,

ona söylenmeyen planların

ağırlığıyla ilerledi

demliğin yanına. Aldı boş

bir bardak, doldurdu dudak

payına kadar demi

bardağa. Sadece kendi-

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 90

ne doldurdu ama. Bir tane

de bana koy diyemezdim

zira şuan o içtiği çay demi

değil başka bir şeydi adamın.

Çaycı dayı devam

etmiyordu anlatmaya. Sanırım

pimi çekip ortaya

öylece bırakmayı daha

uygun gördü bombayı. Ya

da ölmüş adamın da planı

da yarıda anlatılırdı dedi

kendince, kim bilir.

Koca Hüseyin bir

bebek gibi dokunsan ağlayacaktı.

Çayını içmeye

başladı. Ama bize yoktu...

Sorsan Arif ağabeyin yokluğuna

hüzünlendim de

derdi şimdi.

“Yaksa bu sefer artık

içeri atarlardı Arif amcayı.

Geçen sefer ki gibi

nezarethanedeki adamları

gece boyu güldüremezdi

de. Bayağı kalırdı. Ne

adamdı be! Anlatsana şu

olayın detayını Hüseyin

ağabey” dedim. Adamı

biraz şenlendirmekti de

niyetim. Anlatsın, kafası

dağılsın, o hesap.

Döndü bana bizim

cevval Hüseyin, kendisini

aldatılmış gibi hisseden

Hüseyin, karısı kaçmış da

çocuklarıyla bir başına

kalmış gibi karşıdan bana

bakan Hüseyin.

“Sende biliyorsun

ya lan Cemil sen anlatsana”

dedi bana. Ben de biliyordum

bilmesine ama

bu olay üniversiteye okumaya

gittiğimde tatil için

geldiğim o ara döneme

denk geldiğinden dolayı,

çok da hâkim sayılmazdım.

“Hüseyin ağabey

senin halanla mıydı bu

Arif amcanın davası?”

“He” dedi bana.

“Kusura bakma anlatacağım

ama senin halan ya

hani”

“Halamsa halam

oğlum, hak kiminse ondan

yanayım ben”

“İyi o zaman ağabey

bak eksik yanlış yerim

olursa düzelt o zaman”

dedim. Ses etmeyişinden

anladım ben aslında

anlatmamı istemediğini

ama bugün Arif amcamız

ölmüştü ve ben ne

var ne yoksa eteğimdeki

taşları yere savuracaktım.

Bugün bana bir şeyler

olmuştu, emindim buna.

Gün sonunda belki

anlardım neler olduğunu

ama daha gün bitmemişti

ve ben kaşınmayı sürdürüyordum.

“Çaycı emmi” dedim.

Rahmetli Arif amcam

Hüseyin ağabeyin

halasıyla... Halandı değil

mi ağabey?”

“Lan oğlum anlatacaksan

anlat yoksa sus neyine

gerek şimdi şu lafları

açıyorsun ortalığa.” Devamında

bir iki kelime daha

etti ama ağzında yuvarladığı

için tam açılımını anlayamadım.

Ama iyi bir

şeyler değildi.

“Neyse dayı, lağımları

ortakmış eskiden iki

üç evin, Arif amcayla Hüseyin

Ağabey’in halasının

lağımlarının birleştiği yerde

de bir kuyu varmış işte

o kuyu taşıp duruyormuş,

taşıyormuş değil mi Hüseyin

ağabey?”

“Cemil!”

Ben devam ettim

adımı şiddetlice Hüseyin’den

duyunca “evet

ortakmış ve taşıyormuş

YÜK Ede biyat


Sayfa 91

da. Artık o sene nasıl bir

sebze bolluğuysa mahallede,

millet bolca yiyip

bolca...”

Lafımın bitirmeme

fırsat vermeden “iki çay

koy da gel” dedi bana

çaycı dayı. Beni kendinden

bildi. Çaycı yaptı beni

o anda. Kalktım, üç çay

getirip koydum masaya.

Hüseyin ağabey de zahmet

edip masamıza teşrif

etti bu arada.

“Kadının bir kızı

var yanında bir de sessiz

bir kocası. Arif amca ile

laf dalaşına bu yüzden

hep kadın giriyor. Senin

yüzünden yok benim yüzümden.

Sen çok lahana

yedin yok ben ıspanak da

yesem bir şeycikler olmaz

bizim bağırsaklarımıza

falan derken bir sonuca

varamamışlar. Her akşam

hır gür her akşam bir gerginlik.

Derken bir akşam

bir saz heyeti tutmuş Arif

amca. Kendi bahçesine

çağırtmış bu sazcıları, tabi

kıymış paraya. Kurmuş

çilingir sofrasını da bahçesine.

Çalsın sazlar... Sıra

şarkıya gelince şarkıcı

adam başka şeyler söylüyor,

yenilir yutulur cinsten

değil. İyice bir kulak

kabartınca anlıyorlar ki

bu saz heyeti çalıyor çalmasına

da şarkı yerine

boyuna küfür ediyor. Arif

amca kadına söyleyeceklerini

şarkıcıya söylettiriyor.

Şarkıcı bunları meşk

ederken Arif amca da yudumluyor

bardaktan keyifle.

Hüseyin ağabeyin

halası da... Öz halan değil

mi Hüseyin ağabey?”

Kalktı ayağa, diklendi

bana. Hak ettiğimden

dolayı iki üç aşağı

durmalıydım. “ Halamın

da senin de...” dedi bana.

Devamını kendim bizzat

kestim Hüseyin ağabeyin

ağzından. “Tamam, tamam,

özür dilerim sinirlen

diye söylemedim.”

Deyip hemen geri vitese

taktım. Kollarından sarıldım.

Az daha öpecektim.

İyi ki yapmadım.

“Kadının kocası

duymazlıktan geliyor.

Kadın diyor ki adam

kalksana bir şeyler yapsana!

Adam kibar yoldan

bize küfür ediyor. Kocasında

tık yok! Kadın konuştukça

televizyonun

sesini daha bir açmışmış

adam. Sonunda kadın

dayanamamış kalkmış

gitmiş karakola şikâyetçi

olmuş. Almışlar Arif amcayı

içeri. Dava görülürken

hâkim bakıyor kanunda

saz eşliğinde küfür

etmenin bir karşılığı

yok. Cezası belli değil.

“Ben” diyor “bir şey yapamam,

herkes evine” o

günden sonra ya lağıma

bir şeyler oluyor ya da

lahana yemeyi bırakıyorlar

ikisi de, bilmiyoruz

orasını ama lağım bir daha

hiç taşmıyor”

Şimdi ben bunu anlatıp

bitirince, anlattın da

ne oldu? Bakışları üzerimde

kaldı. Kimse de

gülmedi zaten. Hüseyin

ağabeyim de bana diklendiğiyle

kaldı. Çenemi tutup

yan masaya doğru

yürüyüp bir de oraya

oturdum ben de. Kendi

kendimle kalsam iyi olacaktı.

“Ya” dedi çaycı dayı

“koca Arif Ağabeyim

de gitti demek ha!” Kalktı,

yürüdü kahvenin kapı-

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 92

sına doğru. Kapının ortasında

asılı kâğıdı ters yüz

çevirdi. ““açık”“ yazan

taraf bize bakıyordu.

“Ben” dedi “ bu saatten

sonra kimseye çay

kahve veremem. Yürüyün

gidin evinize siz de. Bakın

içim kıyıldı da gidemedim

defnetmeye bile.”

Hüseyin ağabey bana

baktı ben Hüseyin ağabeye.

Bana küreği uzatırken

yüzünde beliren o ifade

ile bakıyordu yine. Anlamıştım.

Gülümseme

oturmuştu ablak suratına,

birkaç saniyesi vardı. Geliyordu

“gıg” sesi. Bende

de içten bir kıpırdanma

olmadı desem yalan söylemiş

olurum. Koltuk altımdan

biri gıdıklıyormuş

gibi bir şey hissettim, yemin

de edebilirim. Dayanamadım

bastım kahkahayı.

Beni gören Hüseyin

ağabey de “Allah seni Cemil...”

diyerek başladı

karnını tutarak gülmeye.

Çaycı dayı tuttu bizi

kolumuzdan -sanki o

da bunu bekliyormuş gibi

- kapıya doğru ittirmeye

başladı. Aslında bize biraz

ayıp da oldu ama neyse...

Kendimizi kapının

dışında bulduk. Dayı da

amma kuvvetliymiş.

Adam bize tuhaf

tuhaf bakıyor. Delirdi

bunlar herhalde der gibi.

Ya çok üzüldük ondan

nevrimiz döndü de basıyoruz

kahkahayı ya da

ipe sapa gelmez hödük

heriflerin tekiyiz ki böyle

bir günde karnımızı tuta

tuta amaçsızca gülüyoruz

kahvede.

“Dayı” dedim çaycıya

“ bir şey diyeceğim

beni bir dinle”

“Ne lan! Ne diyeceksin?

Haddini bilmez

mahluklar. Ne gülüyorsunuz

siz? Gülünecek ne

var? Niye geldiniz buraya

oğlum siz? Yürüyün gidin...”

Dedi bize.

“Beni bir dinle çaycı

dayı” dedim. Bunu söylemeliydim,

bu cümle ziyadesiyle

içimde kalmıştı.

Zaten batmıştım.

“Sus lan defolun

gidin kahvemden.” Ayağını

yere vurarak tavukları

kümesin önünden klişeler

gibi öteliyordu bizi

kahvenin kapısından. Yaramaz

oğlan çocukları bile

bizden daha gururlu davranırdı

böyle bir durumda

ama bizde o gün onur ve

haysiyet kalmamıştı. Ben

bulamadım ikimizde de o

an, bilemedim şimdi.

“Dayı” dedim tekrardan.

“ “ Ne lan! Ne

diyeceksin hödük” dedi

bana, biraz da sert konuştu.

“Emmi” dedim.

“Arif amca çok komik

adamdı Allah rahmet etsin,

ama dayıcığım... Arif

amca bu sefer güldürmedi”

Hüseyin abiye baktım

bana dilinin ucuyla

“tü!” diyordu, ama gülerek.

YÜK Ede biyat


Nasıl tutayım seni?

Ayda Majid Abadi

Çeviri: Turgut Say

Nasıl tutayım seni nefesin durduğu yerde

Rüzgâr bana karşı

Yağmur bana karşı

Güneş kurtarır mı beni battığı yerden

Çiçeklenir mi ellerin kurumuş bağlarımda?

Urumiye’nin hayaliyle çiçek açmış aşkım

Sen misin yaşamın ta kendisi?

Gözyaşlarımla bağlanırım yeşil damarlarına

Bağırır sensizlik

Hasret kalırım sana aynalarda

Adın atar göğsümde

Ve dünya seni çağırır…


Sayfa 94

Voltran’ın Işın Kılıcı

Menderes Doğan

Sabah bir uyandım,

bir gürültü vardı, çok

erkendi. Bir tek ben

uyanmıştım. Ses sanki yukarıdan

geliyordu. Hemen

evden çıkıp göğe doğru

baktım. Parlak bir ışık vardı

gökte. Birden ışıktan

aşağıya bir şey düştü. Bir

baktım, öyle demir gibi

parlak bir şey. Hızla üstüme

doğru geliyordu. Bizim

evin arkasına düştü. Hemen

koştum, baktım ki bu

Voltran'ın ışın kılıcı öyle

yerde yatıyor. Üstünden

dumanlar falan çıkıyor.

Hemen toprağı eştim, başka

kimse görmesin diye

onu buraya gömdüm. ”

Fırat sözlerini bitirdikten

sonra yüzümüze

öyle baktı. Bakışlarımızda

bir hayranlık belirtisi aradığına

emindim. Oysa biz,

gülmemek için kendimizi

zor tutuyorduk. Osman,

bir anlık anlamsız sessizlikten

rahatsız olmuş olmalı

ki konuşmaya başladı.

YÜK Ede biyat


Sayfa 95

“Ben de duydum gürültüyü

bizim evden oğlum,

sonra buraya geldim, Fırat

kılıcı buraya gömmüş” dedi,

bir şey gömülüymüş

süsü vermek için Fırat’ın

yaptığı besbelli o küçük

tümseği parmağıyla işaret

ederek. Fırat’ın yüzündeki

gururlu gülümseme sanki

bir kat daha artmıştı. Fırat’ın

babasının, birkaç gün

önce ön bahçeden getirip

arka bahçe dedikleri yere

döktüğü ve güzelce düzleştirdiği,

ev ile istinat duvarı

arasındaki aralıkta

oturuyorduk. Kardeşim ve

ben bu pazar sabahında

neden Fırat tarafından sürüklenircesine

buraya getirildiğimizi

nihayet anlamıştık.

Kardeşime baktım.

Onun muzır bakışlarındaki

“hadi lan yalancı” ifadesini

görünce rahatladım. Çünkü

ben de Voltran'ın ışın

kılıcının burada gömülü

olduğuna inanmıyordum.

Kaldı ki bu Fırat’ın ilk yalanı

da değildi. He-man’in

Atılgan’ına da o binmişti

geçenlerde. Yine Çakmaktaşların

arabasını o görmüştü

köydeki dayısının

evinde. Dayısı arabayı

Fred Çakmaktaş'tan den

bizzat kendisi satın almış.

Hatta dayısı ona arabayı

bile sürdürmüş. Sürmesi

de çok kolaymış. Şirinlerin

köyünün yerini de o biliyordu.

Burada yakınlarda

bir yerdeymiş ama kedilerden

ve yaramaz çocuklardan

korumak için köyün

yerini kimseye söylemiyormuş.

Ben ve kardeşim esrarengiz

sis bulutunu dağıtmayı

görev bilen iki dedektif

gibi sorguya başlamıştık.

“E biz Voltran’ı daha

bir saat önce izledik televizyonda,

dimi lan” diye

kardeşime baktım destek

için “Evet, beraber izledik”

dedi sözümün sonunu merak

bile etmeden. “Işın kılıcını

gördük Voltran'ın elinde

daha bir saat önce, buraya

nasıl düştü ki bu sabah

erkenden o zaman?”

diye sordum. “Onlar önceden

çekilmiş bölümler, o

yüzden” dedi yüzündeki o

sinir bozucu sırıtmayla.

Belli ki bu soruyu daha önceden

hesap etmişti. Osman

hemen tasdik etti

“tabii oğlum bölümler önceden

çekiliyor.” Zaten yavaş

konuşması yüzünden

sinir olduğum Osman’ın

bunu söylerken yüzünü

gözünü eğip bükmesi iyice

kafamı bozuyordu. Durmadan

Fırat’ın yalanlarına

destek vermesinden bahsetmiyorum

bile. En favori

misketini oyunda kaybetmiş

oyuncu gibi susup

baktım.

“O zaman eşelim

toprağı da göster kılıcı bize”

dedi kardeşim. “Yok,

babam kızar” dedi ve ekledi

Fırat “Babam daha yeni

düzeltti bu toprağı, şimdi

kazarsak bize kızar.” “E

azıcık eşelim toprağı sadece

kılıcın birazını görsek de

yeter” diye üsteledim.

“Yok, olmaz, babam kızar”

diye kestirip attı. Osman

hemen söze atıldı “Recep

Amca çok uğraştı burayı

düzeltmek için, bize kızar

eğer burayı bozarsak”

Kardeşimi Osman’a

alaycı bir ifadeyle bakarken

yakaladım. “Neyse boş

ver onu da niye sizden

başka kimse duymamış bu

gürültüyü? ” diye tekrar

atak yaptım. İçimden bir

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 96

ses “ya gerçekse, ya gürültü

olmuşsa biz horul horul

uyurken” diye beni taciz

ediyordu. “Bilmiyorum,

ben duydum işte.” dedi Fırat

ve Osman ekledi “Ben

de.” “Hiç çıkarmayacak mısın

onu topraktan?” diye

sorunca “Sonra çıkartırım,

belki sesi başkaları da duymuştur,

belki aramaya falan

gelirler.” dedi.

Osman, ince uzun

kavruk bir çocuktu ve zorunlu

bir münzevi olan Fırat’ın

en iyi arkadaşıydı.

Belki de hayattaki yegane

mutluluğu, Fırat’ın en iyi

arkadaşı olabilmesiydi.

Ağabeylerinin birer berduş,

babasının biraz asabi, annesinin

de büyük oğulları ve

kocası nedeniyle başının

biraz kalabalık olduğunu

mahallede bilmeyen yoktu.

Fırat’ın annesinin Osman

için “Çocuk çok zayıf, hayırsız

ağabeyleri yüzünden

bu yaşta babasıyla çalışmaya

gidiyor.” diye üzüldüğünü

kendi kulaklarımla

ben duymuştum.

Fırat, sokakta başka

çocuklarla oynamaya izinli

değildi. Sadece içinde bizim

de bulunduğumuz annesi

tarafından onaylanmış

birkaç arkadaşı bahçe kapısından

içeri girebilirdi. Ailesi

onu bizim okuldan alıp

daha iyi dedikleri başka bir

okula yazdırmıştı. Okulda

görmediğiniz ve sokakta

oynayamadığınız bu çocuk

her nasılsa hâlâ arkadaşımız

olarak kalabilmişti.

Arada sırada biz de Fırat’la

oynamaya gitsek bile onda

Osman’ın özel bir yeri olduğunu

biliyorduk. Birçok

defa evlerinin bahçesinde

beraber birkaç saat oynasak

bile evden içeri bir ya da iki

defadan fazla davet edildiğimizi

hatırlamıyorum.

Ama Osman her fırsat bulduğunda

Fırat'lara gider

bütün gün onlarda kalır,

bahçede veya evde oynarlardı.

Her daim tertipli,

düzenli, kapısı penceresi ve

duvarları özenle boyanmış

evin arkasından, önüne

gelmiştik. Sabah atıştıran

yağmurun etkisi geçmişti.

Şimdi güzel ve sıcak bir

yaz öğleden sonrası bizi

bekliyordu. Kardeşimle bizim

bahçede oynayacaktık.

Bahçedeki ağaçlardan biraz

elma, biraz dut ve çatlamışlarsa

biraz da incir toplayıp

yiyecektik. Fırat’ın evinin

ön bahçesinden aşağı kardeşimle

yürüdük. Bahçe

kapısını açıp yola çıkarken

Fırat’ın annesinin sesini

duyduk.

“Nerdeydiniz oğlum?"

“Evin arkasındaydık

anne."

“Osman, nasılsın oğlum?”

Cevap almayı beklemeden

ekledi “İçeri gelin,

öğlen yemeği yersiniz, sonra

Fırat’ın oyuncakları ile

oynarsınız, hadi annem. "

Eve döndüğümüzde,

dedemi camiye öğlen namazını

kılmak üzere gitmeye

hazırlanırken kapıda

gördüm. Kardeşim dedemin

durduğu kapının yanından

hemen eve sıvıştı.

Dedem, cebinde yolda çocuklara

dağıtmak üzere şekerler

bulunan kahverengi

ceketini yaz olmasına rağmen

giymiş, artık eskimiş

siyah meshlerinin üzerine

ayakkabısını geçirmişti. Evden

yukarı, yola doğru çı-

YÜK Ede biyat


Sayfa 97

kan merdivenlerde oturduğumu

görünce “Ne yapıyorsun

orada oğlum?”

diye seslendi. “Hiç!” dedim

asık suratla. Bastonunu

alıp bana doğru yürüdü.

“Ne oldu?” diye yarı

şaşkın yarı gülümseyerek

sordu. “Ya yok bişey dede,

Fırat’la Osman yine

yalan söylüyorlar. Voltran'ın

ışın kılıcı Fırat’ın

evinin arkasına düşmüş.

Nasıl oraya düşer? Hem

kimse görmemiş, kimse

duymamış. Toprağı azıcık

kazıp bile göstermediler.

” Dedem “Voltajın kılıcı

mı, o neymiş ki?” diye

şaşkın şaşkın sordu.

“Voltran'ın ışın kılıcı…

Hani televizyonda çizgi

filmi var ya, o işte.” Dedem

merdivenin karşısındaki

duvara bitişik sedire

oturdu. Ben hâlâ devam

ediyordum “Hadi Fırat

zaten yalancı da Osman’a

ne oluyor? O niye hep Fırat’a

inanıyor?” Dedem

yeleğinin cebinden çıkardığı

arkası trenli cep saatine

bakıp “beri bak, sana

bir şey anlatayım” diye

söze başladı.

“Hz. Musa'yı biliyorsun

değil mi?”

“Hani şu Mısır'da

Firavun’la savaşan mı?”

“Hah o işte! Bak bu

mübarek, kendisine inananları

Mısır’dan toplayıp

denizin kıyısına getirmiş.

Firavun’un ordusunun

yaklaştığını görünce

asasını denize vurup yoldaşlarına

‘çabuk gelin,

Allah suyu yarıp bize yol

açacak’ demiş. Ama deniz

daha yarılıp yol açılmadığından

herkes tereddütte

kalmış. Suya girmeseler

askerler onları öldürecek,

girseler boğulacaklar.

Kimse denize adımını

basmaya cesaret edememiş.

Pazarda, bayramı

bekleyen kurbanlık koyun

gibi öyle kalmışlar.

Sonra aralarından biri kalabalığı

yarıp kumsaldan

denize doğru yürümüş.

Adamın ayağı suya değer

değmez deniz yarılmış ve

yol açılmış. Allah'ın mucizesinin

görünmesi için bir

inançlı kalp lazımmış. ”

Sözünü bitirdikten sonra

sedirden kalkıp merdivenleri

çıkmaya başladı.

“Eee sonra? ” diye sorunca

“sonrasını da sen düşün,

lafın tamamı deliye

anlatılırmış” diyerek kestirip

attı.

Öğleden sonra bahçedeki

ağaçtan kopardığım

daha olmamış ekşi

elmayı dişlerken belki de

dedem haklıdır diye düşündüm.

Belki de gerçekten

Fırat’ın evinin arkasında

Voltran’ın ışın kılıcı

gömülüdür. Yine belki

Atılgan'a da o binmiştir.

Ve belki de Şirinlerin köyünün

yerini o biliyordur.

Dedemin dedikleri

doğruysa, Osman orada

olduğu sürece bunların

hepsinin doğru olma ihtimali

var.

Tamamını yiyemediğim

ekşi elmayı yere

atıp artık tek tük meyvesi

kalmış dut ağacına doğru

yürürken “Adiler, belki

de ışın kılıcıyla oynuyorlardır

şimdi!” diye söyleniyordum.

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 98

Bildiren Zaman

Öztekin Düzgün

Onur’a ve Yakup’a

Acele ediyorum yetişmiyor, daha hızlısı zor.

Çamaşırı hızlı serer olmuşum daha çok oturmak için,

hiç oturmuyormuş hissi peşimde kendini durmadan hatırlatıyor.

Kurulmuş zile ramak kala hizaya dizen bir alışıklık uyanıklığı,

aynadan hızlıca çıkmak üzerine kurulu. Artık

her üç ay önceki fotoğrafımda daha genç göründüğümü görüyorum.

Aklımda hep güzel fikirler, ertelenen

düzenleme ihtiyacı, sendeleme korkusu, küçük başarı büyük mutluluk

günü ve anı kotarmak için bayındır, hiç açılamayacak duygusu bağcığın…

Komşumun beşiği kafamda sallanıyor duvarlar hep alçıpan.

Bu olmadı, denendi ve olmadı, avlularda toplanalım

herkes bir oda versin avluya, ben yaparım

toplarım, katlarım katlanırım, gibi şeylerden şimdi uzağım.

Ağaç olmadan orman olma dürtüsü ve

daha da yavaşlayacağını bildiren zaman…

Daha çok görünür olmuş bir gözü kör kediler

limitimden krem sipariş ediyorum, birine sürüyorum,

dilim siyasete ve insan kabukları için mağazalara düşüyor

geneli düşünüyorum, gelene söylüyorum

bir kalp uzakta da olsa atıyorsa sesi hassas kulak için gümbürtüdür

ve aslında kurumak, diğer nesnelerin ıslaklığı kendi aralarında paylaşmasıdır.

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 99

Oturuyorum

önümde

köy evlerinden bir yüklük

döşeklerde dinlenen, eklemlerinden uzak iskelet

parmakları hayatta tutan siğil kalmış, fokurdamasın kısık güz güneşinde.

Durduk yere değil çıldırmam,

iki satır konuşayım, iki lafın belini yazayım

kimse beni görmesin, üzerime değmesin bakışlar

eşyaya sürdüğüm türlü zihin parçacıkları

demlenip pişirilip önüme küflü geliyor.

Konağım diyerek sahiplendiğim her yer kalabalık

sahnedeymişim, göçe uğradım vitrinden, kadrajlardan başım döndüğünde.

Yüksek akisli ayna bina diyorlar hatta plaza,

orda bir dil var ki serte basıyor taban

ne kadar pahalı olursa olsun ayakkabısı

yine de toprağa basarkenki rahatlığı olmayacak insanın.

Bir zaman temasla bulaşmış kir, beni yıka yazıları

daima yıkanmakla değil

daima hatırlanmakla temizlenir, söyleyeyim.

Pıhtı sorunu olmayan bir muayeneden çıkıyorum, doktorsuz

alnımda annemin eli, kokluyorum

bahçeye iniyorum.

YÜK Ede biyat


Sayfa 100

Hipnoz

Ozan Demir

B

ir çift göz... Gözlerini

kapattığında

gözünün önüne

gelen görüntü bir çift

göz. Gözlerini açtığında

gözünün önüne gelen görüntü

bir çift göz. Daha

iyi bir manzaraya daha

önce bakmadığına emin.

Hatta daha iyi bir manzara

olmadığından da emin.

Gözler... Ne kadar da yanıltıcı,

ikna edici, büyüleyici...

Hiçbir zaman derinliği

ölçülemeyen gözler,

kimi zaman ıssız bir

orman, kimi zaman engin

bir derya bir okyanus, kimi

zaman uçsuz bucaksız

gökyüzü, kimi zaman bir

dağın zirvesinden bakılan

ürpertici manzara, kimi

zaman sonsuz kızıl bir

çöl... Bütün bu sonsuzluk

içerisindeki yol gösteren

tek kılavuz, hiç şüphesiz

gözlerin sahibinin kalbi.

Varılacak yer. Sonsuzluğunu,

derinlerde bulunan

kalbe borçlu olan gözler...

Okyanus gözler, kömür

gözler, ceylan gözler...

Sonu olan ya da sonunu

görebildiği hiçbir şeyden

keyif alamamasına sebep

olan gözler, bu bir çift

göz... İçinde kaybolmaktan

korktuğu ama bir o

kadar da kalmak için arzu

duyduğu olay mahalli,

bir çift kahverengi göz.

İşte yine karşısında

o gözlerin. Zaten ne zaman

değil ki? Ama bu defa

gözleri açık. Fırsatı varken

gözlerini bile kırpmadan

dalıp gidiyor derinliği

ölçülemeyen ceylan

gözlere. Kendi gözlerinin

yanmasına, yaşarmasına

aldırış etmeden…

Ağzından tek kelime

çıkarmıyor, kulaklarıysa

hiçbir şey duymuyor.

Dili tutulmuşken nasıl

konuşabilir ki? Ya da

konuşuyor ama kulakları

onu duymayacak kadar

sağır veya meşgul. Hem

okyanusun diplerinde,

uzay boşluğunda, sonsuz

bir çölde, yüksek bir dağın

zirvesinde ya da balta

girmemiş bir ormanın derinliklerinde

ses mi olur

da bu gözlerin içinde kulaklarına

ihtiyaç duysun?

Yine de ne çok şey anlatıyor

bu sessizlik? Daha

önce hiç hissetmediği

duygularına tercüman

oluyor adeta. En son ne

zaman böylesine nefes

kesen bir manzarayla karşı

karşıya kalmıştı da derin

bir soluk almak zorunda

hissetmiş ve sonrasında

o soluğu verirken

sesi titremişti? Kendisini

en son ne zaman zincirlerinden

kurtulmuş hissetmişti?

En son ne zaman

nefsinin doyumsuzluğuna

çare bulamamıştı? Daha

önce âşık olduğunu

gerçekten hissetmiş miy-

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 101

di? Sessizlik, bütün bu

sorulara cevap verecek

kadar çok gevezelik ediyor.

İşte öyle bir manzara

bu bir çift göz. Ölü bir

ruha can veren, kör kalbe

ışık tutan, dilsiz sessizliğe

söz hakkı veren

çelişkiler diyarı.

Bu ceylan gözlerin

karşısında kim farklı

duygular hissedebilir ki?

Tabii ki kendisi de önceki

mağdurların yaşadıklarını

yaşıyor. Ama etrafta

kimsecikler yok.

Belki de bu gözlerin ilk

ve tek mağduruydu kendisi.

Evet evet, tam olarak

öyle. Kendisinden

önce bu gözlere dalmayı

başaran olmamış. Etrafta

bakir toprakların tek sakini

olarak dolanıyor ve

bu bilinmezlik diyarının

kâşifi olmaktan mutluluk

duyuyor. İşte yalnızlık

şimdi bir anlam ifade

ediyor. Bir çift gözün içine

dalıp orada esir olmak,

oradan sonsuza kadar

çıkamayacak olmak,

ismi Özgür olan birine

nedense hiç kötü gelmiyor

ve kendisi de bu duruma

şaşkınlıkla bakıyor.

Öyle ya içinde bulunduğu

bu dünya bir

çelişkiler diyarı ne de olsa.

İşte şimdi karşı

karşıya. Yoksa rüyada

mı? Uyansa mı? Ya kaybederse

uyandığında?

Uyanmamayı tercih edip

o gözlere büyülenmişçesine

bakmaya devam etmek

en akıllıca seçenek.

Ne zamana kadar bakacak

böyle? Belki de bütün

sırları keşfedene kadar

sürecek bu durum.

Rehberi gözlerin sahibi,

yol arkadaşıysa sessizlik.

Yol boyunca hiç susmayan

sessizlik. Meğer anlatacak

ne çok şeyi varmış

da hep susmuş. Peki

ama bunca zaman neden

susmuş? Belki de saçmalamaktan

başka bir şey

bilmeyen dilin yanında

konuşmayı kendisine

saygısızlık olarak görüyordu

hep. Ama şimdi

dil susmuş, kelimeler

anlamını yitirmişti işte.

Konuşmanın tam sırası.

Artık vaktiydi sessizliğin

dile gelmesinin.

Gözlerin derinliklerine

doğru inerken

fark ettiği bir şey var ki

o da kelimelerin olduğu

yerde aşkın barınamayacağı.

Kelimelere yalan

karışabilir. Böyle bir ihtimal

bile aşkın varlığına

bir tehdit. Sessizlikte ise

riya olmasına imkân

yok. İşte bu manzara

karşısında kapısını açıp

onu içeri davet eden ilk

sır bu. Bu sır, sessizliğin

dile gelip aşkı anlatması

ve gönülleri birbirine

bağlayan köprüyü inşa

etmesi. Kim bilir daha

ne sırlar saklı bu yakıcı

gözlerin ardındaki sonsuz

hazinede? Hepsini

keşfetmesi mümkün

mü? Değil elbet. Aşkın

sonsuzluğunun sırrı...

Gözlerini açıyor.

Rüyadan uyanıyor. Hala

karşısında o bir çift

göz... Elini uzattığında

dokunamıyor gözlerin

sahibine. Belli ki orada

değil. Hayır hayır orada

YÜK Ede biyat


Sayfa 102

işte. Ve yine dalıyor o

ceylan gözlere. Biraz

eğik, hüzünlü bakan,

kahverengi gözler… Orada

işte ve seyredilmeyi

bekleyen bir manzara gibi

apaçık duruyor bütün

güzelliğiyle.

Kaybolmaya öyle

alışmış ki baktıkça sarhoşluğu

daha da artıyor,

alkol almadığı halde sarhoşluğun

ne demek olduğunu

anlıyor, bundan tuhaf

bir mutluluk duyuyor.

Bu duruma öyle alışmış

ki karşısında kimsenin

olmayışı, onda en

ufak bir rahatsızlığa bile

sebep olmuyor. O görüyor

ya, gerisinin ne olabilir?

Sessizlik yine başlıyor

gevezelik etmeye.

Hiçbir şey duymak istemeyen

kulakları yine de

dikkat kesiliyor. Bütün

bunlar olup biterken gözlerini

hala kırpmadan

bakmaya devam ediyor.

Karşısında gördüğü bir

çift göz ama onun hissettiği

koca bir dünyada yalnızlık.

Bir de yol arkadaşı

sessizlik… Bazen kendisini

çölde su arayan bir deve,

bazen okyanustaki savunmasız

ufak bir balık,

bazen de uzayda yolunu

kaybedip büyük bir gezegenin

peşine takılmış bir

göktaşı gibi hissediyor.

Kıyamet kopsa farkında

olmaz. Hiçbir şey hissetmiyor,

hiçbir şey duymuyor.

Yalnızca sessizlik ve

sonsuz derinlikli baş döndüren

bir çift göz… Düşünme

yetisini kaybetmiş

ve sarhoşluğun zirvesinde

tüm vücudu uyuşmuş.

Neyse ki gözleri hala görüyor.

Bu büyüleyici

manzara gerçek mi, hayal

mi yoksa rüya mı? Hiçbir

şeyin farkında değil. Farkında

olduğu tek bir şey

var ki bu ceylan gözlerin

içinde yolunu şaşırmış bir

gezgin gibi kaybolduğu

gerçeği. Oradan çıkmayı

istemiyor fakat istese de

çıkamaz.

Bir çift göz. Nereye

baksa o hüzünlü, biraz

eğik kahverengi gözler…

Hatta göz kapaklarının

içinde bile onlar. Hapsolduğu

dünyayı hapsetmiş

göz kapaklarının ardına.

Şimdi ikisi de özgür değil.

Gözlerinin önünde

aynı gözler, gözlerinin

ardında aynı gözler… Yolunu

bulmaya çalışırken

kılavuzu gönül, yol arkadaşı

sessizlik. Sonu olmayan

derinliğin içinde yaşanacak

ve son bulacak

bir ömür. Hiçbir şeyin

farkında olmadan esrarengiz

manzaraya bakan

bir çift göz. Dalgın, efsunlu,

şaşkın ve de huzurlu…

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 103

Makyör

Tan Doğan

huzûru yitik bir kokudur gün

gece’yi kendi hâline bırakın

evi için dövüşür mü böcekler

rüzgârı aslâ dinmez sızının

hesap-kitap işiymiş meğer ki zaman

epeski bir zehri taşıyor hayat

dil içeri ıslık dışarı diyor en ağır ağız

mâsûmun mutluluğu mutlak yaralı

ayışığında dünya kadar gölge gam

aşk sarhoşu can kana dek

âh siyâh olmuş göğün ebemkuşağı

huzûru yitik bir kokudur dün

gece’yi kendi derdiyle bırakın

sevi için öpüşür mü çiçekler

yağmuru aslâ dinmez acının

her kapıya bir kilit ve yaslı anahtar

pasını yalamayan zemin nerde

aksi yüzlü güneşler yıldızlardan çok

annesini özlüyor tâlihsiz tarih

öldürülen babaların tutar mı âhı

loş sığınaklarda ölmüş örümcekler leş

yâni kalleş her çağda kalleş

vahşi hayvanların işleri sivri

dar vakitte parmağını kaldıran bir çocuk var

sesini kaybetmiş söz şi’r olsa dahi ham

YÜK Ede biyat


Sayfa 104

umutsuzluk doğum öncesine dayanır

tohum denli kök de âciz mi âciz

dil olmasa tükürük de olmazdı

gözlerini yumuyor her zavallı melek

ömürlerden süzülen kanatsız kuş kuru yaş

yarım kalmış sözcükler çöplüğünde gül kül

bir it dudağında ruj bir at kirpiğinde rimel

allı turna allık sürse ne gam

elimi-yüzümü yıkadığım su sert

kamburum sırtımdan hiç kaybolmadı

uçaradım koşar adım göğe küs

uğursuzluk doğum öncesine dayanır

sıkılan limondan damlayan küf

küfrettiğim her ân yağ gibi kaydı

uçurumdan uçuruma atlar oğlağım

otum kaçtı mı düştü mü düşten eyvâh

uykusu olmayanın kâbûsu kusmaz

ılık dedim sıcak dedim soğuk dedim boşluğa

yokluğuna titrer-terler ten

gümüş sapını kırmış ikiyüzlü bıçak

kesilip biçiliyor öksüz-yetim can

kim çözüldü ise tehlikesi kendine

yâni en dip yalnızlık kâdim kaderdir

zırh da zar kadar ince zannımca

sevişenin maskesi çıplaklığına düşsün

ket vuruyor küt ruhlu kart şeytan bana

ne kadar tanrı varsa seyretsin

Yıl 1 Sayı 2


Sayfa 105

Ansız

Esra Özkaya

Kendimden ve bu yazıda

bahsi geçmeyecek kuşlardan,

bahardan, tenimde gezinen

yaz esintisinden, artık bakmaya

niyetlenmediğim altını

çizdiğim dizelerden, teselli bulduğumuz

sarılmalardan, ikna

edici bakışlardan, umutla ektiğim

o tohumdan özür dileyerek

başlıyorum.

Bitmeyen ve de asla bitmeyecek

olan işler arasında şekerini

terk ettiğim kahvemi

alıp… Bu sert kapanmış kapıların

son hamlesiyle içeriye doluşan

havayı nasıl bir panik ve

atakla ciğerimize hapsettiğimizi

bilirsiniz. Sesi çatallanan kırgınlıklarınız

yok mu sizin? Hani

şifalandırması olmayan o

anlar. O kapıyı açan çilingir

veyahut kişisel gelişim cümleleri…

Çürüyen, çoraklaşan bir

şey bu. Tamamen delirebilmeyi

başarabilenlere ya da hakikate

varabilene ne mutlu. Ben ikisi

de olamadım. Yarı delirenler

nelere/kimlere tutunuyoruz bu

anlarda? Elini o kapı koluna

dolayan sebebi ne? Attığı adımda

bulduğu gücü neye borçlu?

Ne yöne yürüyeceğinin planı/

umudu? Kalma rehavetini söken

ne?

Adım Ali. Üç harf. Yirmi

üç köşe. Tahmin edersiniz ki

rakamlarla aram iyi. Aslında

matematiğim kötü. Benimkisi

sadece saymak. Beklerken alıştım

sanırım buna. Annemin

hastaneden eve geleceği günü,

otobüsle eve geçerken zamanı,

sınav günlerini, maaş saatini,

benden uzaklaşırken attığın

adımları…Dahası da var.

Yaşam… Senden kendimizi

çektiğimizde bize kalan

kendimiz ne kadar? Otogarları,

koşulan asfaltları, bir yana bırak.

Veda dediğine her yerde

rastlamak olası. Şimdi birlikte

sayalım. Elbette yelkovana

ulaşmak altmış etmiyor bazı

rastlantılarda. Mesela ilk göğsünü

zorladığın o anı düşün.

Mesela otuz beşindesin. Mesela

saat on ikiyi yakalayınca pabucunu

düşüren bir masala sürüklenmiyorsun.

Mesela perileri

tokatlarsın belki görsen. Sonrası

ikiye bölünmek. Önce ve

sonra.

Ey en güzel öğrenci. Artık

defterler boş, müziğin sesi

kapalı, sallanmıyor gemilerin

ardından el. Gecelerini bölmüş

kapital düzen. Artık gündüz

yakıyorsun ağıtlarını. Kendi

sesini bastırmakta zorlanıyorsun.

Nasıl da çoktun aslında.

Şimdi toplanmakla bitmeyen

bir ev düzensizliği gibi. Üstelik

bu ıssızlıkta.

Devamlı tozu alınan bir

anı gibi karşımdasın. Bir şeyler

devamlı akıp gidecek; özür dilediğim

hiçbir kuş, bahar, meltem

alınmayacak dediklerime.

Sen yine de uzamaya devam et

zeytin ağacım. Kuşlar taşırken

eksin meyvelerini. Edip’in karanfili

gibi elden ele dolaşan.

Fakat yurtsuz. Ne de olsa aylağız,

böylesi daha güvenli. Ne

diyordum?

Artık bir mezar taşına

sevincini döken birinin dalgınlığıyla

yazıyorum. Dağınıklığım

ondan.

Her gün başa saran bir

sanrı gibi. Sen ne çok ve büyüksün

‘’bir’’. Başımı döndürüyor

bu sınırsız olasılıklar. Takılıp

kalıyorum diriliğine. Her şey

bir göz kırpması gibi. Keskin.

Bazı şeylerin izahı yok. Bazı

şeylerin tesellisi yok. Bazı şeylerin

telafisi yok. Konuşmayı

deniyorum. Başlayabilmeyi.

Her şey ne kadar uluorta ve

yarım kalıyor. Affınıza sığınmıyorum,

bir yerlere sığamıyorum.

Saymıyorum.

YÜK Ede biyat


“Erik Sepeti” öyküsü

Öyküye girişte fazla

detaycı olmak, riskin

ötesinde öykünün bütününe

hâkim olmayı

zorlaştırıyor. Özellikle

bazı detayların diğer

cümleler için bir ipucu

ya da açıklayıcı olmaması

öyküye hacim

katmanın ötesine gidemiyor.

Anlatıcının araya

girip didaktik cümleler

söylemesi ve sonrasında

yeniden ana

vakaya dönmesi kurguyu

sekteye uğratıyor.

Anlatıcıyı seçerken buna

dikkat etmelisiniz,

zira anlatıcı ve bakış

açısı söylemek istediklerinize

göre değişiyor.

Özellikle mesaj kaygısının

neden olduğu kopukluk,

anlatıcıyı da etkiliyor.

Öyküde ana vaka

ile alakasız kişi ya da

kişilerin olması

(öyküdeki karpuzcu buna

örnek) hacimsel kaygı

gibi görünüyor. Her şeye

rağmen fena gitmeyen

bir öykü aceleyle sona

erince okurun kafasında

“Ne anlatıyor?” sorusu

dolanıyor. Bütün

bunların dışında öykü

dili yormuyor. İyi bir

konunun f inali daha da

iyi olabilirdi. Öyküyü bütünsel

olarak değerlendirmeli,

fazlalıkları atmakta

tereddüt etmemelisiniz.

“Bant” şiiri

Şiir türünün en nankör

yanı, etkili bir giriş olmadığında

gerisine önyargı

besletmesidir. İlk

mısrada soruya cevap

veriliyor izlenimi var

ki bu da meydan okumaktan

ziyade kavga

ediyor hissi veriyor.

Oysa şiir, biraz da

meydan okumaktır. Şiirin

diğer bölümlerinde

de bu meydan okumayı

göremedim. Daha önce

çokça zikredilmiş bazı

sosyal meseleleri farklı

imgelerle dile getirmişsiniz.

Burada

“imge”ye de ayrıca parantez

açmak gerekiyor

çünkü zorlama bir

imge dünyası yaratma

çabanız şiirin müzikalitesine

ve anlaşılırlığına

zarar vermiş. Şiirin

kendini inşa etmesine

izin vermelisiniz.

Kelime seçimlerinizde

standardınız yok, müzikal

değeri yüksek kelimeler

olduğu gibi şiirin

içinde niye olduğunu

çok anlamadığım keli-

Emrah Kurul—Ömer Kaya


meler de var (sim kart

gibi). Dil meselesi üzerine

eğildiğinizde şairliğinizin

keyf ini çıkaracağımızı

ümit ediyorum.

“Küçürek Öyküler”

Zannederim, küçürek

öykü yazmanın bildiğimiz

formatta öykülere

oranla daha hassas

çizgileri var. Söz konusu

yedi öykü, hacim

olarak iddialı görünüyor

ancak yoğunluk bakımından

aynı iddiayı

sürdürdüğünü söyleyemeyiz.

Bazı cümleler

yorumlanabilir ölçekte

hediyeler sunabilse de

günlük hayatta bile artık

kullanmayı tercih

etmediğimiz klişe ifadelere

boğulmuş görünüyor.

Ayrıca öykülere

serpiştirilen mizah da

yeterince iyi durmuyor.

Hatta bir adım ileri,

vazgeçilmesi gereken

ilk tavır olarak kendini

ele veriyor. Bununla

birlikte başlıklar f ikir

oluşturmada, bunları

daha iyi biçimde sözcüklere

dökmede sizi

yeniden masa başına

çağırıyor.

“Haberci” Öyküsü

Öykünün en başarılı yönü,

detayları aktarabilme

kabiliyeti. Zaman

zaman işlevselliği olmasa

da kullanımını

değerli bulabileceğimiz

bu kabiliyetin hem öykünün

tamamına hakim

olması hem de önemli

bir amaca hizmet edememesi,

deyim yerindeyse,

öyküyü laf kalabalığına

boğmuş. Pek

çok okuru daha ilk iki

sayfada vazgeçirebilecek

bu tercih, yeterli

sabrı gösteren okura

yalnızca duygusal bir

f inal sunmakla yetinmemeli.

Eğer öykü bu

kadar hacimli olmayı

tercih ediyorsa bir şeyler

anlattığını veya yorumlanabilirliğini

gösterebilmeli.

Zira bir

hareketler ve görüntüler

silsilesinin gerçekçi

aktarımı, öyküyü tek

başına sırtlayamaz.

Temiz diyebileceğimiz

bir dili olan ve detaycılığı

doğru kullanma

sinyalleri veren bu öykünün,

sizi biraz daha

yaratıcı çabaya çağırdığını

düşünebiliriz.

Emrah Kurul—Ömer Kaya


Saygı ve özlemle…

1881-


Fatma Yıldırım

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!