01.11.2021 Views

The Radiant Ekim Sayısı

Dünyayı yerinden oynatan ve onlara dayatılan zorbalıklara karşı ayakta duran z kuşağı, varoluş mücadelesi veren LGBTIQ+ topluluğu, kalıpların içerisinde kalmış, sesini duyuramayan kadınlar... Konuşulması gereken çok fazla konu, yıkılması gereken çok fazla yapı var. The radiant dijital dergi olarak, çıkmayan sesleri duyurmaya, kuralları baştan yazmaya geldik.

Dünyayı yerinden oynatan ve onlara dayatılan zorbalıklara karşı ayakta duran z kuşağı, varoluş mücadelesi veren LGBTIQ+ topluluğu, kalıpların içerisinde kalmış, sesini duyuramayan kadınlar...
Konuşulması gereken çok fazla konu, yıkılması gereken çok fazla yapı var. The radiant dijital dergi olarak, çıkmayan sesleri duyurmaya, kuralları baştan yazmaya geldik.

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Ekim 2021 |Sayı 3


“ Let me live,

love and say

it well in good

sentences.”

-Sylvia Plath


03

Mutlu Son

Eda Dolunay

07

Eyvah,

Evde Kaldım

Mana Akkor

12

Hissetmek 101

Bercis Ertöz

17

Kabuk

Mısra Gündeş

21

Runaway Crashers

Lara Çelikler

27

Biraz Eksilerek

Göksenin Ay

Ekim 2021 |Sayı 3

Moda Haftasından

Kesitler

Tuana Durmayüksel

29

Nesillerdir Süregelen

Kalıplarımız

Anı Nalyan

31

39

Yenilikler ve

Gelenekler

Andromeda Antal


Küçüklüğümden beri bana anlatılan peri

masallarının, izlediğim tüm filmlerin, okuduğum

kitapların, çevremde konuşulan hemen hemen

her şeyin ben büyürken gelişimimde; kişiliğimde,

kadın olmamda çok büyük etkisi oldu. Bu etkinin

büyüklüğü o kadardı ki… İkili ilişkilerimin,

arkadaşlıklarımın, ergenliğimin temelini oluşturdu.

Sadece benim de değil, koskoca bir neslin

ergenliğinin, ilişkilerinin temelini oluşturdu.


Bizlere sürekli beyaz atlı

prensler tarafından kurtarılan

prenseslerin filmleri izletildi.

Toplumun güzellik standartlarına

uyan mutlu kızlar, imkansız

güzellik standartları ve bunun

uğrunda kendinden vazgeçen

kızlar, asla bozulmayan

arkadaşlık ilişkileri, filmlerin

sonunda bulunan

“esas” erkek ve

mutlu son…

Size bir itirafta bulunmalıyım,

ben az önce bahsettiğim her

şeyi deneyimledim. Hepsine

teker teken inandım. Toplumun

inanmamızı istediği her şeye

yıllarca inandım. Ben uzunca bir

süre toplumun olmasını istediği

kişiydim.

Ortaokulda yaşadığım okul

değişikliğiyle birlikte sosyal

becerilerimin düşüşe geçtiği

bir dönem yaşamıştım.

Hayallerim vardı; yazar olacak,

yurtdışında yaşayacak, gönüllü

işler yapacaktım. Tüm bunları

sözde arkadaşlarıma anlattığım

zaman, asla anlam veremediğim

bir tepkiyle karşılaşmıştım,

alay konusu olmuştum. Diğer

kızların kendi karakterlerini,

görünüşlerini erkeklere göre

seçmesi sorun değildi fakat 14

yaşındaki kızlar için, içinde erkek

bulunmayan hayallerin kurulması

saçmaydı besbelli.

04


Liseye geçmemle birlikte

görünüşüme daha çok dikkat

etmek, erkeklerle ilişkiler

kurmak, dışarıdan mükemmel

görünen bir arkadaşlık kurmak

istemiştim. Filmlerdeki kızlar gibi

bir anda evrim geçirmek ve yeni

okulumun en popüler kızı olmak

istemiştim. Ama asıl istediğim

hissettiğim bu yalnızlık hissinin

durmasıydı. Korkularımın

gerçekleşmemesi için elimden

gelen her şeyi yaptım. Kilo

verdim görünüşümü değiştirdim,

erkeklerle olan ilişkilerime

daha farklı bakmaya başladım,

mükemmel en yakın arkadaşı

aradım... Ama bahsettiğim

olayların hiçbiri peri masalı gibi

olmadı. Notlarım düştü, ailemle

aram açıldı, kendimi sevmemeye

başladım, hayallerimden

uzaklaştım. Dışarıdan güzel

görünen bir ilişki aradım ve

sonrasında da öyle bir ilişki

yaşamaya başladım.

Herkesin gözünde olmak

istedikleri insandım. Ama aslında

sadece sistemin kalıplarına

uymuş bir kadına dönüşmüştüm.

Benim olmak istediğim insan bu

değildi. O sadece bir görüntüydü.

Gerçeği bilmek isterseniz tüm

ilişkilerim toksikti. Dışarıdan

görünen o resme karşın hep

içimde ciddi travmalar vardı.

Beni susturup kişiliğimi,

hayallerimi bastırmışlardı.

Büyümem için bunların

yaşanması (mı) gerekiyordu. (?)


Zaman geçtikçe ve ben

büyüdükçe içinde bulunduğum

mutsuzluğu fark ettim.

Başta sebeplerini anlamadım.

Sorgulamaya, okumaya

başladım. İçimde eksik olan

şeyleri kendim doldurmaya

karar verdim. Ve sonra içinde

bulunduğumuz sistemin kölesi

olmamızın çok kolay olduğunu

fark ettim. Bunun bilinçaltımıza

işlendiğini gördüm. Sistemin

bizi bir savaşçı olarak

yetiştirmediğini fark ettim.

Biz kadınlar olarak sistem

tarafından sadece dışarıdan bir

çiçek gibi mükemmel görünmek

üzerine yetiştiriliyorduk. Toplum

tarafından kadınlara ayrılan

mesleklerde çalışıp evlenmek

ve çocuk sahibi olmak için var

oluyorduk.

Kadınlar olarak mutlu olmak,

kendimizi keşfetmek, bize

iyi gelen ilişkiler kurmak,

hayallerimizin peşinde koşmak

sisteme zıt düşen şeyler.

Bu yüzden biz sisteme karşı

geldikçe sistemin içerisindeki

insanlar tarafından dışlanıyoruz,

suçlu oluyoruz.

Ve en büyük korkularımızdan

biri: Bir kere dışlanmış olan

her zaman dışlanmıştır. Kendi

iç sesimizi takip ettiğimiz

için dışlanmaktan, toplumun

içinde yerimizi bulamamaktan

korkuyoruz. Burada ise bize

kendimize en önemli soruyu

sormak düşüyor.

Ben kimim? Çünkü özümüzde

hepimiz birbirimizden özel ve

güçlüyüz. Kendimizi hatırlarsak

sesimizi her şeye rağmen takip

edebiliriz. İçimizdeki o güzel

seslere.

-Eda Dolunay

06


Bu, hayatta herkesin

Evlilik iki insanın

hastalıkta sağlıkta,

iyi günde kötü

günde birbirinin

yanında olacağına

söz verdiği, resmî

niteliği de olan

beraberliktir.”

farklı amaçları olsa da

küçüklüğümüzden beri gelenek

diye aklımıza sokulan ortak bir

kavram. Özellikle de kızlara

küçük yaşlardan itibaren

dayatılan bir nosyon. Üstelik

yapılmadığı takdirde o kişiye

başarısız, çirkin, istenilmeyen

biri olduğunu düşündürecek

kadar da sağlam temellere

dayalı.

Ben de bu düşünce yapısıyla

yetiştirilen kadınlardan biriyim.


Bu geleneği sürdüren çevrem

benim de kafama girmeyi

başarmıştı. Ben her ne kadar

farkında olmasam da bu düşünce

beni öyle sarmıştı ki, kafamda

“27’nde evlenmezsen evde

kalırsın!” diye bir düşünce

vardı. Bu durum, özellikle

de ben “evde kalma” yaşına

yaklaştıkça belirmişti. Artık ben

de “sürekli evleneceğim adamı

bulmam gerek” algısına kapılmış

durumdayım. Açıkçası bu

düşünceden kolayca kurtulacak

gibi de değilim.

Hayatımızı, biz daha doğmadan

önce belirlenen bir plana

göre yaşıyoruz. Bu planın

adı: Gelenek. Biz her şeyimizi

bunun dahilinde, hatta

bunun için yaşamak zorunda

yetiştiriliyoruz. 27’mizde

evlenmemiz, 32’mize kadar da

ilk çocuğu yapmamız lazım.

Gelenek bu ya. E tabi bunun için

de evlenme yaşına gelmeden

koca adayı da bulmamız lazım.

Bir yandan aşkımızı yaşarken bir

yandan da onun bir koca adayı

olabileceğinden emin olmamız

lazım. Malum zamanımız kısıtlı,

evde kalmamak gerek!

O küçük yaşımızda bu senaryoya

inanmışız, inandırılmışız.

Belki de hep bilinçaltımdaki

bu koşuşturmadandır ki hep

aşk hayatımda sorun yaşarken

buluyorum kendimi. Anı yaşamak

ve sevgimi göstermekten ziyade,

içinde olduğum ilişkiye zarar

veriyorum.

08


23 yaşındayım ve bir daha bana

geri verilmeyecek bu yılları

“benim için doğru olan erkeği

bulabilecek miyim?”

endişesiyle geçiriyorum. Her

an, aklımın bir köşesinde aşık

olacağım kişiyi bulabilme

konusunda elimi çabuk tutmam

gerektiği düşüncesi var. Bu algıyı

kırmam gerekiyor biliyorum.

Bir duyguyu zamana sıkıştırma

konusu belki sizi de rahatsız

ediyordur. Hadi gelin şu algıyı

beraber kıralım! İstersek

40’mızda istersek 70’mizde aşık

olalım. Eğer gerçekten istiyorsak

evlenelim veya evlenmeden

yaşayalım. İçimizden geldiği

gibi! Ne olacak ki, önemli olan

birbirimizi sevmemiz değil mi?

Her şeyi zamana bıraksam, kendi

yeniliklerimi kendim yaratsam

çok daha mutlu olacakmışım

meğer. Kendimi bırakmam

gerektiğini ve en çok bu şekilde

mutlu olacağımı geç de olsa

anladım. Elimden hiçbir şeyin

gelemeyeceği konularda bile

çok kontrolcüyüm. Korkuyorum

elimdeki zincirleri bırakırsam kötü

bir şey olacağından. Ancak bunu

denemeden bilemem, değil mi?


Hadi hep birlikte

o ucuz gelenek

duvarlarını

yıkacağımıza dair bir

söz verelim.

Bundan böyle, hayatımızı

geleneklere göre, herkes

öyle yapıyor diye değil;

kendi istediğimiz gibi, kendi

kurallarımıza göre yaşayalım.

Hayat o zaman bize daha çok şey

sunacak. Hem bakarsın tam da

o anda hayatımızın aşkı, biz onu

aramadan kapımızı çalar?

10


Bunu yazdıktan sonra kafamın

içinde ne tür geleneksel

baskıların var olduğunu daha

net görebiliyorum. Bunu fark

etmiş olmam, perspektifimi

değiştirebileceğime inandırıyor

beni. Böylece; korkmadan,

zamanımızın olduğuna inanıp,

toplumun bize dayattığı

geleneklerden sıyrılıp kendi

yolumuzu oluşturacağız, bundan

hiç şüphem yok.

Eminim ki sizler de “gelenek” adı

altında sunulan bu tür kalıplara

sıkıştırıldınız. Ancak ben,

zamanımın olmadığına kendimi

inandırdığım şu 23 senelik

hayatımda işe soluklanmayı

öğrenmekle başlayacağım. Bu

sizce de bir şeyleri koştur koştur

yapmaktan daha iyi bir seçenek

değil mi?


Bu konuyu şu anda sizlerle

paylaşmamın bir nedeni de

geçtiğimiz haftalarda bir

arkadaşımın evlenmesiydi

sanırım. Evlenen arkadaşım ile

aynı yaştaydık ve o halinden

gayet memnundu. Ben ise o gün

evliliğe henüz hazır olmadığımı

fark ettim. Benzer yaşlarda

olduğumuz milyonlarca insan

varken hepsinden aynı anda

aynı hayali beklemek sizce

de çok sınırlayıcı değil mi?

Ben daha kendimi tanımaya

çalışırken başka bir insanla

hayatımı birleştirmem yanlış

olmaz mı? Gittiğim o düğün, daha

zamanımın olduğuna, her şeyi

aceleye getirmemem gerektiğine

ve yeniliklere açık olabileceğime

inandırdı beni. Eğer sen de evlilik

gibi geleneklerin ağırlığında

boğulduysan yeniliklere inan.

Her şey değişken ve daha çok

zamanımız var!

-Mana Akkor

12


Hissetmek, bana kalırsa hayatın en güzel

yanlarından biri. Hayal kırıklığıyla, mutluluğuyla,

her şeyi iliklerine kadar hissedebilmek.

Deneyimlediğimiz her duyguyu benimseyerek

yaşamak... Sosyal medyanın ivme kazandığı bu

dönemde var olma mücadelesi veren bizler, artık

kendimize ait duyguları başkaları için deneyimler

hale geldik. Kötü duyguları ve zor anları yok

saymaya başladık; çünkü hem bu satmıyordu hem

de herkes “mutluyken” biz “mutsuz” olamazdık!

Toz pembe sosyal mecralar bizlere, “Rolünü iyi

oynarsan, mutluysan, geziyor ve eğleniyorsan

varsın”, “Eğer mutsuzsan zaten göstereceğin

pek de bir şeyin yok, göz yaşlarını kendine sakla”

diyor. Kendimizi anlamak ve dünyayı keşfetmek

yeterince zor iken, bir de bize mükemmel olmamızı

direten bir sistemin baskısı altında yaşamak

zorunda kalıyoruz. Sadece o da değil, kendimizi iyi

hissettiğimiz anlarda dahi artık aklımıza gelen ilk

şey, o anın tadını çıkarmaktansa bunu Instagram’da

nasıl paylaşacağımız oluyor.


14


Artık kim duvarında havalı bir

neon yazısı olan kafeden hikâye

paylaşmadan ayrılıyor ki? Ya

da kaç kişi estetik görünümlü

bir kokteylin fotoğrafını

çekmeden içmeye başlıyor?

Evet, güzel anları sevdiklerimizle

paylaşmak çok keyifli. Ancak,

sevincimizi sosyal medyada

paylaşmaktan çekinmediğimiz

gibi, üzüntümüzü, hayal

kırıklıklarımızı da ne yaşamaktan

ne de eğer içimizden geliyorsa,

paylaşmaktan çekinmeliyiz. Bize

dayatılan sahte mükemmeliyet

algısını kırıp gerçek hislerimizi

kucaklamalıyız. Zaten

‘mükemmel’ dediğimiz şey

gelişime kapalıdır.

Oysaki henüz

kendimizi keşfetme

yolculuğunun çok

başındayız.

Sadece “güzel” duyguları değil,

hissettiğimiz her duyguyu,

yaşadığımız her deneyimi

benimsemeliyiz. Ne yazık ki,

günümüzde hissettiklerimizden

korkarak, onlardan saklanarak

yaşamak bizim için bir alışkanlık

haline geldi. Sosyal medya,

kendimizi kötü hissettiğimizde

dikkatimizi dağıtan, çözmemiz

gereken sorunları bilinçaltımıza

gömmemize iten bir araç oldu.


Annenle kavga mı ettin, hemen

telefonuna gömül konuşma.

En yakın arkadaşınla mı tartıştın,

hemen başka arkadaşlarınla

gittiğin yerden içkilerini

tokuştururken hikâye koy.

Bunu hemen yap ki üzgün

olduğun belli olmasın!

Sahte gülüşler,

anlamsız

doyumsuzluklarla

dolu sanal bir

illüzyon dünyası…

Bir zamanlar sadece kafa

dağıtmak için girdiğimiz bu alan,

bizleri kendimize yabancılaştırdı.

Hislerimizi yok saydık,

fikirlerimizi de. Bir yerden sonra

fotoğraflarımızı düzenlemeden

atamaz olduk. Gezip

gördüğümüz, yediğimiz içtiğimiz

yerler de sevdiklerimizle

yarattığımız anıları değil, oralara

gitmiş olduğumuzu kanıtlama

çabasını temsil ediyor artık.

Instagram’a göre herkesin hayatı

mükemmel, öyleyse bizimki de

mükemmel olmalı, en azından

öyle gözükmeli. Ancak hepimiz

hayatın çok başındayız; daha

sevineceğimiz, üzüleceğimiz,

kimi zaman pişman olacağımız

uzun bir yol var önümüzde.

Unutmamalıyız ki hayatı anlamlı

kılan, yaşanmışlıklarımızın

getirdiği birbirinden renkli

duygular. Bu nedenle

hissettiğimiz her duyguyla

barışık olmalıyız; her zaman

her şey yolunda gitmeyebilir

ve mutlu olmadığımız için

kötü hissetmemize gerek yok.

Mutluluk dışındaki duyguları

normalleştirmeli, onları da

paylaşmayı öğrenmeliyiz.

Hislerimize saygı, kendimize

şefkat göstermeliyiz. Her şeyin

her zaman mükemmel olmasına

gerek yok. Hem mükemmel sizce

de çok sıkıcı değil mi?

-Bercis Ertöz

16


Geleneksel bir ailede

büyümedim. Geleneklerle

pek aram yok. Geleneksel

bir çocukluk da geçirmedim.

Okul hayatım boyunca sınıf

arkadaşlarımdan farklı

kaygılarım oldu, geleneksel bir

öğrenci değildim. Ben lisedeyken

ablam kuir olarak açıldı, o da pek

geleneksel değildir. Romantik

ilişkilerimde geleneksel ilişkiler

yaşamadım. Geleneklere aykırı

bir spor yaptım, takımda da

aykırıyı oynadım. Üniversiteye

giriş sürecim de geleneksel

değildi. Şimdi kimliğim, işlerim,

ilişkilerim, tarzım, hayatım;

hiçbiri geleneksel değil. Ama

uzaktan baktıkça daha iyi

anlıyorum gelenek nedir ve hiç

fark edemediğim bir noktada

geleneğin ortasında buluyorum

kendimi. Biliyorum ki böyle

hisseden tek ben değilim. Yeni

gelenekleri polisten kaçmak ve

terapiye gitmek olan genç nesil

olarak kişisel karmaşalarımız

ve debelenmelerimiz arasında

gizli kalmış toplumsal baskı ve

tabularla karşılaşıyoruz.

Sorunlarımızın bazılarının

aslında toplumsal, geleneksel

sorunlar olduğunu fark

ediyoruz ve önce kendimizle

sonra öğrendiklerimizle sonra

da toplumla savaşıyoruz.

Acılarımızın, travmalarımızın

nesilden nesle aktarıldığını

biliyoruz ve bunu değiştirmek,

iyileştirmek için çabalıyoruz.

Konuları tartışmaya açıyoruz,

yeni konular buluyoruz.


18


Geleneksel aykırılıklar ve aykırı

geleneksellikler yaratıyoruz.

Dünyanın alışkanlıklarını

biliyoruz, bütün düğümleri teker

teker açmak için uğraşıyoruz,

dünyanın ağır ve zehirli

alışkanlıklarını.

Örneğin günün birinde kendimizi

sevmediğimizi fark ediyoruz,

belki sevmeyi bilmediğimizi

fark ediyoruz, neyi sevdiğimizi

ne istediğimizi bilmiyoruz.

Kendimizi bilmiyoruz ne

giymek ne yemek istiyoruz?

Kafamız karışıyor ve dipsiz

bir kuyu kazmaya başlıyoruz.

Önce aile geleneklerimizi

gözden geçiriyoruz, bozuyoruz.

Sonra toplumsal bariyerlerle

karşılaşıyoruz.

Sevme biçimlerimizden

beslenme alışkanlıklarımıza

kadar hepsinin birer basit

“alışkanlık”, “alışılmışlık”

olduğunu anlıyoruz. Kuyuyu

kazdıkça kabuğumuzdan

sıyrılıyoruz, alışkanlıklarımızdan

kurtuluyoruz ve kendi

yeniliklerimizi, geleneklerimizi

yaşamaya başlıyoruz.

Travmalarımızın geleneksel

olduğunu öğreniyoruz,

sorumluluklarımızın da. Bakış

açılarımızı, tercihlerimizi,

yöntemlerimizi geliştiriyoruz,

değiştiriyoruz. Daha fazla soru

soruyoruz, daha fazla dinliyoruz.

Günlük hayatımızdaki kişisel

problemlerimizin geleneksel

ve toplumsal çözümlemesini

yapıyoruz, bize iyi geleni tutup,

zedeleyici olanların yerine

yenilerini koyuyoruz.


Kendi geleneklerimizi yazıyoruz. Baskıya isyan

ediyoruz, harekete teşvik ediyoruz ve her birimiz

ayrı hikayelerin kahramanı oluyoruz. Bize dayatılanı

kabul etmiyoruz, kendi aşklarımızı kendimiz

yaratıyoruz. Her geçen gün sokaklarda daha

fazla insan polisten kaçıyor, sofralarda daha çok

zeytinyağlı pişiyor ve salonlarda bize daha fazla söz

veriliyor. Hem kendi içimizde kalabalıklaşıyoruz

hem dünyada. Nesiller boyu süregelen

alışkanlıklarımızı bir kenara koyuyoruz kendimizi

koruyabilmek için. İçinde bize de yer veren, bizi

de kucaklayan yeni gelenekler yaratabilmek için.

Geleneksel olana karşı olduğumuzdan değil de

geleneksel bize karşı olduğundan, değişiyoruz.

Mecburuz.

-Mısco

20


Geçtiğimiz günlerde Paris Moda Haftası’nda Louis Vuitton

defilesi sırasında gerçekleşen protesto sosyal medyada

gündem oldu. Defile sırasında “Aşırı Tüketim = Yok Oluş”

yazılı pankartla podyumda yürüyen eylemci, güvenlik

görevlileri tarafından -zor olsa da- durduruldu.

Moda endüstrisinin yanlışlarını ve

dünyaya olan olumsuz etkilerini

vurgulamayı amaçlayan bu

protestolar moda haftalarının rutini,

bir geleneği haline geldi dersek

abartmış olmayız.

Moda dünyasında

gündem olan bu

protestolardan birkaçını

yakından inceleyelim.


1. Dior İlkbahar/Yaz 2021

Protestocu, elinde “Hepimiz Moda Kurbanıyız”

yazılı pankartıyla defilede sakince yürümüştü.

Öyle ki, izleyenler bunu defilenin bir parçası

sandıkları için gösterici hiçbir güçlükle

karşılaşmamıştı bile. Vurgulanmak istenilen

nokta ise modanın çevre ve toplum üzerindeki

etkisi. 2019 yılından bu yana Londra Moda

Haftası’na öncülük eden Extinction Rebellion,

defile sonrasında sektörün ürettiği atıkların

görünürlüğünü arttırmayı amaçlayan bir

kampanya başlattı.

22


2. Gucci İlkbahar/Yaz 2020

Milano Moda Haftası’nda podyumda

beyaz renklerin hakim olduğu Gucci

defilesinde, modellere giydirilen

straitjackets (“deli gömleği”), model

Ayesha Tan-Jones tarafından protesto

edilmişti. Avuç içine “Mental sağlık

modanın bir parçası değildir” yazarak

yürüyen Jones, sonrasında yaptığı

açıklamada “Deli gömleği, tıpta akıl

hastalığının anlaşılmadığı, insanların

hak ve özgürlüklerinin elinden alındığı,

kurumda taciz ve işkence gördüğü

acımasız bir dönemin simgesidir.”

ifadelerini kullandı.


3. Nina Ricci İlkbahar/Yaz 2014

Kadın hakları için çalışan Ukraynalı

feminist protestocular, vücutlarına

“Modeller Genelevlere Gitmez”

ve “Moda Diktatörü” yazmış ve

defilenin akışını bozarak podyumda

yürümüştü. Grup ayrıca 2013 senesinde

Versace’nin Sonbahar/Kış koleksiyonu

sırasında da eylem yapmıştı.

24


4. Victoria’s Secret 2002

Gisele Bündchen’in protestoculara rağmen tüm

soğuk kanlılığıyla podyum yürüyüşünü tamamlayıp

backstage’e geçmesi belki de birçoğunuz için en

ikonik podyum yürüyüşlerinden biri.

Bir grup PETA protestocusu moda endüstrisindeki

kürk kullanımına dikkat çekmek için defilenin

akışını bozmuştu. Güvenlik görevlileri tarafından

sert müdahaleye maruz kalan eylemciler, benzeri

bir eylemi 2003 senesinde Dior Sonbahar/Kış

koleksiyonu sırasında da gerçekleştirmişlerdi.

-Lara Çelikler


26


Eylül ayıyla beraber

başlayan moda haftası

bizlere adeta görsel bir

şölen yaşattı. İlkbahar

ve Yaz koleksiyonlarının

tanıtımlarında Fendi,

oldukça dikkat çekti.

Koleksiyonda yer alan soluk

renkler, saten ve dantel

parçalar bizi geçmişe

götürürken, defilede yer alan

dikkat çekici renk tonları

modernizmi yansıttı.

Milano Moda Haftası’nda

karşılaştığımız bir diğer marka

ise Golce & Gabbana yazımda

hata var sor oldu. Geçmişin

izlerini barındırarak, birçok

dikkat çekici renk ve deseni

birleştirerek 70’lerin çizgilerini

günümüze taşıdı.


Paris Moda Haftasında ise

Balenciaga, bizleri şaşırtan bir iş

birliğiyle Simpsonlar’ın yer aldığı

bir kısa film çıkardı. Moda ve

eğlenceyi birleştiren bu kısa film,

Balenciaga’nın sosyal medyada

oldukça fazla dikkat çekmesini

sağladı. Tüm vücudunu saran

Balenciaga tasarım siyah

elbisesiyle Kim Kardashian,

vücudunun yanı sıra yüzünü de

tamamen kapatarak farklı bir

tarzla karşıladı bizleri.

Bu görüntünün altında yatan

derin düşünce, Kim Kardashian’ın

her ne yaparsa yapsın, ne giyerse

giysin, ikonik olacağının bir

kanıtı niteliğinde miydi acaba?

Tabii bu durum aynı zamanda

Balenciaga’nın marka gücünü

de gözler önüne seriyor. Londra,

New York, Milano ve Paris’te

yankı uyandıran bu defilelerin

izlerini seneye ilkbahar ve yaz

aylarında görmeyi heyecanla

bekliyoruz.

-Tuana Durmayüksel

28


Gelenek, istenilen yapıları elde tutacak ve uymayanları

dışlayacak kadar güçlü bir nosyondur. Evet, aslında varlığını

bizim üzerimizden sürdüren ve aslında hiçbir şey ifade

etmeyen bu kavramı, bizler birbirimize yaptığımız baskılarla

ayakta tutuyoruz. Eskilerin güvenle sırtlarını yasladıkları

bu kavram, bizleri belirli bir çizgide tutmak için biçilmiş bir

kaftan. Çünkü, o kadar sağlam bir temel üzerine inşa edilmiş

ki, buna karşı çıkabilmek herkesin harcı değil. E zaten tek bir

kişiyle de değişemez ya kaç yüz yıllık bu kalıplar!


Bizler, doğrusunun yanlışının

önceden belirlendiği bir hayata

gözlerimizi açtık. Herkesin aynı

olması gerektiğini öğrendik.

Ben bunu henüz küçükken

oynadığımız bir oyuncağa

benzetiyorum aslında.

Kare şeklindeki bir materyali

yine kare şeklindeki yuvadan

geçirirdik. Şu anda bizi her

yandan baskılayan yargılar da

aynı bu şekilde. O oyuncaklar

çocukların motor becerileri için

yararlı olsa da, daha o yaşlarda

uyumsuzun dışarıda kaldığını

bilinçaltımızda öğrenmişiz.

Söz konusu gelenek olunca,

ele alınabilecek birçok nokta

var. Benim bu yazımda asıl

değinmek istediğim şey

“yapılması gereken”’i gelenek

adı altında sunan konulardan

biri: Toplumsal cinsiyet kalıpları.

Bireyselde bakınca bu kalıplar,

biz daha doğmadan önce

odamızın rengini belirleyecek

kadar geçmişimize dayanıyor.

Ardından giyindiğimiz tuluma,

oynadığımız oyuncaklara…

Mesela ben hatırlıyorum,

küçükken futbolu seven bir

kızdım. Hala da severim. Üstüm

başım, hatta ayakkabılarım bile

Galatasaray’lıydı. Teneffüslerde

erkeklerle futbol oynardım.

Yani topluma göre odamın

lila duvarlarına aykırı bir

çocuktum. Böyle biri olduğum

için birçok kez “erkek Fatma!”

sözlerini duymuş biriyim. E tabii

kimine göre alışılmışın dışında

bir profildim. Harçlıklarımı

biriktirmeye başladığımda

kendime aldığım ilk oyuncak

da uzaktan kumandalı arabaydı

hatta. Ne kadar da garip bir

senaryo değil mi(!)

30


E bu kadar uyumsuzluk

yeter artık genç kız oldum.

Biraz makyaj yap, süslen ki

beğenilesin. Bir zahmet üstüne

başına da bir çeki düzen ver.

Pembeyi, moru da sev artık.

Kız gibi ol!

Bu, her ne kadar benim

hikayem olsa da dışarıda

birçok çocuğunun bu konuda

sorun yaşadığını biliyorum.

Ben şanslıydım ki ailem bu

baskıları bana en azından

bir yere kadar uygulamadı.

Ancak, bir oyuncakçıya

gidildiğinde erkek bir çocuğun

eline bebek almasının ayıp

olduğunu düşünen zihniyetlerle

yaşadığımızın da farkındayım.

Bu insanlar hep bizim

çevremizdeler. Bu kalıpların

atmosferinde büyüyen

bizler, farkındalığımızı

sağlayamadığımız sürece

gelecek nesilleri de aynı

doğrultuda şekillendiriyor

olacağız. Bu nedenle bir

an önce farkında olmadan

benimsediğimiz yargıları

bir kenara bırakıp onlardan

kurtulmalıyız.


Dayatılan toplumsal cinsiyet

rolleri, var olduğumuz

andan itibaren başlayan bir

süreç. Bu, çocukluğumuzda

deneyimlediklerimizle şekillenen

ve karşı çıkılmadığı sürece

bizleri sistemin piyonlarından

biri haline getirecek bir düzenek.

Küçükken oynadığımız oyunlar

ile başlayan bu durum gün

geçtikçe bizleri iyice hapsediyor.

Bunun farkına varıp yine de

sevilmek için uyum sağlamak mı

zor; yoksa alışmak mı bilmem

ama biz karşı çıkmadığımız

sürece bizleri sınırladığı kesin.

İçinde büyüdüğümüz ve bir

parçası olduğumuz bu toplum,

kararlarımızı sorgulayarak

hayatımıza dair bir söz hakkına

sahip olmayı hak tanıyor

kendine. Bu hayat bizim olsa da

sanki var olabilmemiz için uyum

sağlamamız gerekiyor birilerine.

Bizlere her şeyin “doğrusunu”

öğreten toplum, kadın ve

erkek olmanın normlarını da

öğretiyor. Bu tek tipleştirilmeye

çalışmalarında da oldukça

başarılılar tabii.

Kadınsan gülemezsin,

bacak bacak üstüne atar ve

“uygunsuz” giyinirsen “kötü

kadın” olursun. Geç saatte

dışarı çıkıp ha bir de alkol

alıyorsan başına geleceklere

hazırlıklı olmalısın! İyi bir

koca bulamazsan da bu senin

başarısızlığın, e aldatılırsan

da bu senin suçun “bir kocanı

elinde tutamadın!” Erkeksen de

erkekliğini bileceksin! Futbol

ilgini çekmiyorsa kendine erkek

deme sakın! Okul okumasan

da baba mesleğin var git çalış.

Evini sen geçindireceksin tabii.

E lüks bir eve ve seni temsil

edecek bir arabayı almazsan

zaten başarıdan söz etme. Ha bir

de sakın duygularını belli etme.

Erkekler ağlamaz!

Bizler kadın ve erkek olmanın

ötesinde birer insanız. Her

birimiz farklı karakterlere

sahip, değişik hedefleri olan

kişileriz. Bizler bu kadar biricik

ve farklıyken neden aynı

şekillerin içerisine sığdırılmaya

çalışılalım?

-Ani Nalyan

32


Etrafımızdaki her şey -biz dahil olmak üzere- gün geçtikçe

değişip, gözümüzün önünde evrilirken neden hala böylesine

geleneklerimize bağlı kaldığımızı anlamakta zorlanıyorum

bazen. Yeni olanı kabul etmek konusunda bu kadar korkak

davranan bir coğrafyada, değişime ayak uydurmak ne

kadar kolay halbuki. Her jenerasyonla beraber toplumun

tanımladığı bir çok olgu silinip yeniden yazılıyor.

Hayatımıza her birkaç yılda bir yeni sözcükler, yeni olgular,

yeni öğretiler giriyor. Bunlardan bazılarını benimsiyor ve

hayatlarımıza devam ediyoruz çoğunlukla.

Tüm bunlarla beraber jenerasyonlar arası iletişim giderek

güçsüzleşiyor. 20’li yaşlardaki birçok genç instagram

like’larını ‘gerçek’ herhangi bir şeye tercih ederken bir

tarafta aynı dönemde instagramın varlığından bile haberi

olmayan bir jenerasyonla beraber yaşıyoruz.


34


Öte yandan bu iki jenerasyonu

Bağcılar’da her şeye baş

kaldırırcasına yanan Nevruz

ateşinin üzerinden atlarken,

Ahırkapı’daki dokuz-sekiz ritimli

Hıdırellez şenliklerinde bir

uçtan bir uca halay çekerken,

her ayın başında Ayın biri

kilisesinin basamaklarında, aynı

aidiyet duygusuyla ellerinde

anahtarlar dileklerini fısıldarken

görebiliyoruz.

Ve tüm bu birbirine tezat ama

aynı zamanda farklılıkların

birlikte müthiş bir uyumla

yaşandığı İstanbul, kendini

besleyecek yeni gelenekler

bulmaya devam ediyor. Büyüyor,

değişiyor ve her zaman evriliyor.

Şehrin kuşaklar boyunca ona

miras kalmış gelenekleri, bizimle

beraber yeniliğe boyanıyor ve

hepimizin hikayesini belirliyor.

Fakat ne talihsizliktir ki şehrin

asırlara yayılan kaderinde bizim

ait olduğumuz kuşağa düşen,

Istanbul’u bir an önce terk etme

arzusu oluyor.


Hepimizin İstanbula böylesine

bağımlı hale gelmemizi sağlayan

zehirli şey belki de budur.

Ne kadar çok anı biriktirirsek

biriktirelim, ne kadar çok defa

aynı sokakta çarka çıkalım,

ne kadar çok tanımadığımız

partilerde masaların üzerinde

danslar edelim günün sonunda

hepsi tüketmek üzerine kurulu.

İstanbulu yavaşça sindiren,

kabuğuna sığmayan, artık

yapamayacağını düşünen nice

arkadaşım son birkaç ayda ülkeyi

terk etti. Bizde her cuma elimizde

kadehlerimiz bir başkasının

gidişini kutladık, bazılarımız

gelecek kaygısıyla boğuşurken,

bazılarımız hangi ülke daha

çabuk oturma izni veriyor diye

arattı google’dan ve biz gitgide

eksildik.

Bu anın yirmili yaşlarına ait

kuşak -yani biz- gece 12 den

sonra hangi gece kulübü müzik

çalmaya cesaret ediyor diye

sormaktan sıkıldı belki de.

Sabaha karşı istiklalde yürürken

öldürülmeyeceğinin garantisinin

olmadığını bildiği halde bunu

göze alarak sokağa çıkmaktan,

her an tetikte olmaktan,

kavgadan, git gide pahalılaşan

biradan, sokaktaki cis hetero

çoğunluktan, kirli sakaldan sıkıldı

belki. Bilemeyiz, çünkü bir bir

eksiliyoruz ve yeni olana ayak

uyduramıyoruz.

36


Bir yandan, bireysel

hikayelerimiz ile şehrin hikayesi

iç içe geçerken bir yandan da en

uç iki insanın hikayesini ortak

kılmayı başarıyor İstanbul. Biz

her gece kendi geleneklerimizi

yazıyoruz, o her gece bir

başkasının hikayesine ortak

ediyor bizi. İstanbul ile beraber

büyüyor, değişiyor, evriliyor ve

sonrasında gidiyoruz.

Çelik damarları, beton gövdesi,

mavinin en deli tonuna boyadığı

saçlarıyla dengesiz halleri

üzerinde bu muhteşem şehir

bizi tüketiyor. Son 20 yıldır

yaşadığımız bu dönüşüm yeni

gelen kuşak için yeni gelenekler

edinmeyi şart kılıyor artık.

Bazılarımız eksiliyor ama biz

kendi geleneklerimizi yazmaya

devam ediyoruz.

-Göksenin Ay


38


Yenilikler ve Gelenekler

Bu ne böyle giydiğiniz sizin?! Ülke ne hale dönüyor

Allah’ım şunlara bak biz ülkeyi bunlara mı

bırakacağız?!”. Öfkeli bir ses yükseldi arkamdan Mis

Sokak’a doğru yürürken. Elimde sigara, üstümde

siyah mini bir etek, annemin dolabından aldığım

kırmızı bra ve siyah bir ceket…


Anksiyeteme iyi geldiğini

düşündüğüm için taktığım

siyah bir gözlük; adeta bir

kalkan görevi görürmüşçesine

insanların ve özellikle erkeklerin

tehditkar lakin bir o kadar

aç gözlü bakışlarıyla çıplak

ve korunmasız karşı karşıya

gelmemek için...

Normalde sokakta insanların

söylediği ahlakçı ve transfobik

sözlere aldırmamaya çalışıyorum

çünkü bir yandan bedenimin

tamamen hayatta kalma

modunun açık olduğunu

biliyorum. Sadece gideceğim

lokasyona odaklanıyorum

Bir yandan da başım dik ve

boyun eğmeyerek onları

soyut, görünülmez bir

varlıklarmışçasına ciddiye

bile almıyorum. Fakat günün

sonunda onların kazandıkları,

çoğunlukta olduğu bir ülkede

yaşadığım gerçeği sert bir

şekilde yüzüme çarpıyor.

Toplum tarafından yaratılan

heteronormatif ahlakçı değerleri

benimseyen bu çoğunluk, başka

varoluş biçimlerinin olduğunu

asla kabullenemiyor ve sürekli

inşa edilen, bir gerçekliği

olmayan geleneklere ve

göreneklere aykırı olduğumuzu

iddia ediyorlar. Müslüman, bir

geliri olan ve aile sahibi bir

erkek olmalısın ya da “adabı

muaşeret kurallarını”, “edebini,

oturmasını ve kalkmasını” bilen

bir kadın… Bu seçeneklerden

başka bir şekilde var olursan

eğer bizdensin demektir.

Dışlananlar ve istenmeyenler

kulübüne hoş geldin. En acı tarafı

da geleneklere bu kadar sahip

çıktığını iddia eden ayrıcalıklı

insanların bizim bu topraklarda

yüzyıllardır var olduğumuzu

kabulleniyor olamamaları.

40


Aslında bu tip muhafazakar insanların sorunları

yeniliğe açık olmamaları değil. Çünkü onlar gibi

biz de yüzyıllardır tüm çeşitlerimizle vardık;

tam bu topraklarda ve coğrafyada. Yani yeni bir

var oluş biçimi ya da “Batı’nın’ empoze ettiği”,

muhafazakarların ahlaksız olarak tanımladığı

insanlar değiliz. Tarihçemiz oldukça eskiye

dayanıyor, sömürge döneminden öncesine kadar.

Kavrayamadıkları şey kuir var oluş Batı tarafından

getirilmedi, tam aksine sömürge döneminden

sonra Batı tarafından ‘Aydınlanma Çağı’ olarak

adlandırılan politik bir projenin kurbanı olarak

patolojize edilmeye başlatıldı. İçimden bir ses

diyor ki haykır ve göster bu gerçekliği ve tarihi

geleneklerine sahip çıktığını iddia eden insanlara!

Osmanlı Döneminde var olan tasavvuf edebiyatı

ve eşcinsel, kuir yaşamları yansıtan sayısız

minyatürler bizim de geleneğimizin bir parçası

değil mi ayol? Peki Cumhuriyet Dönemi?

Zeki Müren, Huysuz Virjin, Bülent Ersoy ve onlarca

ana akıma katılamayan ama sanatıyla, yeteneğiyle

sahne alan kuir sanatçılar?


Gelenek ve görenek

denilen değerler göreceli,

sübjektif kavramlardır. Bizim

toplumumuzda heteronormatif,

ahlakçı ve kapitalist ilkelerin

empoze edilmesi sonucu bu

topraklardaki çeşitli var oluş

biçimleri göz ardı ediliyor ve

idealize edilen kimlikler tek

opsiyon olarak sunuluyor. Nasıl

gelenekler belirli bir zaman

diliminde spesifik bir topluluk

tarafından inşa ediliyorsa,

yeni gelen nesil o geleneği

koruyup genişletebilir, yenilikler

getirebilir veya tamamen

silebilir. İnsan olarak akışkan

olduğumuzu unutmamamız

lazım.

Bu içsel konuşmayı hızlıca

aklımın içinden geçirdikten

sonra sigaramı yere attım

ve topuklumla söndürdüm.

Sonrasında kadına olabileceğim

en güçlü ve bilge edayla dönüp

birkaç saniye sadece baktım.

Kadının öfkeli bakışları yerini

endişeli ve kafası karışmış bir

yüz ifadesine bırakmış gibiydi.

Hiç konuşasım yoktu aslında.

İçimde dönen düşünceleri

söylemeye bile tenezzül

etmedim. Bazen karşılıklı

süren bakışlar kelimelerden

çok daha etkili oluyor aslında.

O kadının gerçeklik olarak var

saydığı illüzyonla karşısındaki

reddetmek istediği bir var oluş

karşı karşıya gelmiş birbirlerine

bakıyorlardı; sadece bakışların

konuşması. Benim nötr duruşum

aslında birçok politik mesaja

işaret ediyordu bu ahlakçılığı

oynayan kadının karşısında.

42


Ne derse desin, ne yapsa

yapsın ben bu topuklularımla,

tüm ihtişamımla ve fevkalade

kombinimle bu sokakta

onların yanından geçeceğim;

birçok lubunyanın yaptığı

ve yapacağı gibi. Ne onların

geleneklerine karşıyız ne de

tehditkar bir yenilik getirmeye

çalışıyoruz. Lubunyalar

olarak biz bu dikotominin

yıkılabileceğinin, etiketlerden

uzak olunabileceğinin

kanıtlarıyız. Aslında korktukları

şey de tam olarak bu. Sistemin

onlara enjekte ettiği değerleri

o kadar içselleştirmişler ki

kavrayamadıkları ve onların

görmek istemediği kimlikleri

görünce hayattaki anlamlarını

yitireceklerini düşünüyorlar.

Çok zavallıca. Gelenek ve

görenek olarak kavradıkları

şeyin aslında bir o kadar geniş,

lubunya ve akışkan olduğunu

bilmemek üzücü olmalı.


Birkaç dakika sadece bakıştıktan

sonra gözümü kırptım ve bordo

rujlu dudağımla hafif bir öpücük

yolladım uzaktan kendisine.

Gün gelecek devran dönecek

o da biliyor aslında. Bundan

korkuyor. Ama bilmediği ve

kavrayamadığı bir şey varsa

onun da çok daha özgür olacağı.

Saçımı savururmuşçasına arkamı

döndüm ve Mis Sokak’a doğru

yürümeye kaldığım yerden

devam ettim. Ne gelenek, ne

görenek, ne de yenilik… Bizi

hiçbir etikete sığdıramaz bu

dünya. Ben aynı zamanda her

şeyim ve hiçbir şeyim.

Olay da burada bitiyor aslında.

Ve o öfkeli kadınla aramızda

geçen kısa ama anlamlı bakışma

birçok kelimeye kafi oldu.

Buradayız, her şeye rağmen,

burada olmaya devam da

edeceğiz…

-Andromeda

44


Ekip

Kurucu Eda Dolunay, Dilan Günana

Editor Lara Çeliker

Tasarım Zeynep Duman

Yazarlar

Eda Dolunay

Mana Akkor

Bercis Ertöz

Mısra Gündeş

Lara Çelikler

Tuana Durmayüksel

Anı Nalyan

Andromeda Antal

Göksenin Ay

Bize Ulaşın

İnfo.theradiant@gmail.com


“ If you compare yourself with others, you

may become vain or bitter—for always there

will be greater and lesser persons than

yourself … Beyond a wholesome discipline,

be gentle with yourself. You are a child of

the universe no less than the trees and the

stars; you have a right to be here.”

— The Unabridged Journals of Sylvia Plath


Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!