pdf_20211028_200124_0000
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
''Milletin istiklalini, yine milletin azim ve
kararı kurtaracaktır!''
O azim ve karar
TÜRK
gençliğindedir!
Gazi'nin Vârisleri
Yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal
ALLAH'ından utansın
dönenler geri;
cCc Emir
cCc
Volkan
cCc
Hüseyin
TASARIMDA
EMEĞİ GEÇENLER
cCc
Türk'ün Şeriatı Kemalizmdir!
Bu hem siyasi hem dini bir gerçektir.
Şeriat kelime olarak "tek doğruya giden
tek ve kutlu patika" [1] demektir. Mahmut
Esat Bozkurt'un da deyimiyle "Türkiye
için Kemalizm bir seçenek değil, tek
seçenektir!" [2]. Burada da biraz şeriat
konusunda beyin fırtınası yapacağız.
Şeriat gibi bir konu Kur'an'da sadece 5
yerde doğrudan geçer [3]. Peki buralarda
anlatılan şeriat nedir? Örneğin
Maide suresinin 48. Ayetinde ve o
necmde anlatılan olay şudur; Yehud
(Yahudi) ve Nasara (Hristiyan) kavimler
peygambere "bizim aramızda Kur'an ile
hükmet" diyor [4]. Bunun üzerine Tanrı
peygamberden hükmedersen aralarında
hükmet diyor [4]. Ancak Yahudilere de
Hıristiyanlara da kendi kitaplarıyla hükmedilmesi
için net vurgular yapıyor [5].
Sonrada peygambere bu toplumlar arasında
kendi kitaplarıyla hükmetmesi için
kesin bir emir veriyor; "İncil’e tâbi
olanlar da Allah’ın onda indirdikleriyle
hükmetsinler. Kim Allah’ın indirdiği ile
hükmetmezse işte onlar fâsıkların kendileridir."
(Maide 47). Yani peygambere bu
-kitaplar arasında ortada durması söyleni
yor. Toplumları kendi dini, o dönemki
kültürleriyle yönetmesi isteniyor. Bu
da İslam Devriminin federatif bir laik
devlet kurduğunu gösteriyor. Bu konuya
ileride daha da değineceğiz. Ancak
Maide 48'den de bahsedelim biraz...
Maide 48'de Allah, kendinin de
sıfatlarından olan [6] muheyminen yani
"kollayıcı" sıfatını Kur'an'a veriyor. "Bu
Kitabı sana, önceki Kitapları onaylayıcı
ve koruyucu özellikte indirdik.(...)". Bu
ayetin tefsirini diyanet "Kur’an-ı Kerîm
bizzat Allah’ın korumasında olup
tahriften ve bozulmadan korunduğu gibi
(Hicr 15/9) diğer kitapların amel
edilmesi gereken bölümlerini de yok
olmaktan korumaktadır." [7] şeklinde
yapmakta. Tesfirden de anlaşıldığı üzere
diğer kutsal kitaplarla Kur'an ortak bir
ana noktada ilerliyor. Bu ana noktanın
dışında farklılıklar olabileceği ayetin
devamında açıklanıyor; "Her birinize bir
şeriat ve bir yol yöntem verdik. Allah
dileseydi sizi tek bir şeriatta ümmet
yapardı. Fakat size verdikleriyle sizi
denemek istedi. Öyleyse hayırlı işlerde
birbirinizle yarışın''
Memleket Sevdasıyla...
Bu ana yolun ne olduğunu başka bir
"şeriat" kelimesi geçen ayetten anlayalım;
''Daha önce Nuh'a buyurduğu dini
size şeriat kıldık. Sana vahyettiğimiz
gibi İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da
öğütledik: "Bu dini doğru tutun ve onda
ayrılığa düşmeyin." [8]. Yani tanrının
"değiştirilmez şeriatı" İNCİL'DE
TEVRAT'TA VE KUR'AN'DA geçmesi
gerekiyor. Tevrat ve İncil değişse dahi
içindeki ana şeriatın değişmeyeceği,
buradan anlaşılmakta! Burada fosforlu
kalemlerle üzerinden geçmemiz gereken
konu şu ki; Tanrının iki tür şeriatı vardır.
Birincisi her topluma gönderdiği farklı ve
değiştirilebilir olan (Maide 48) ikincisi
ise değiştirilmez, net ve kesin olan.
Şura süresinde geçen şeriat işte budur,
kesin ve net olan. Daha surenin
başlarında [9] tanrının kendini tanıtırken
kullandığı sıfatlardan biri el-hakem
sıfatıdır. Yani, en iyi yasa koyucu ve
yasası değişmez olan. Bu durumda
tanrı surenin başında, "ben en iyi yasa
koyucuyum ve yasam değişmez"
diyor, 13. Ayette ise "benim yasam
Tevratta, İncilde ve Kur'an'da vardır"
diyor.
Efendiler! Bu şu anlama geliyor;
Kur'an'da bir suça karşılık verilmesi
istenen ceza eğer diğer kitap ve tabletler
de aynen yoksa o evrensel
şeriat değildir. Bu şeriat Ulul Emre [10]
yani o dönem peygambere verilen,
dönem durum ve şartları için uygun
olan şeriattır. Örnekleme yapacak
olursak. Kur'an zina (Nisa suresi 15.
Ayetteki الْفَاحِ شَ ةَ fahişetun kelimesi bir
çok mealde ahlaksızlık ve fuhuş diye
çevrilir. Bu ikisinin yanında kelime
zinayı da net bir şekilde kapsar. Ebu
Müslim ise lezbiyen zina davranışların
kastedildiğini iddia eder (Nkl: Ravzi))
edenlere verilecek ceza olarak "çıkar yol
bulunana kadar evde tutun"(Nisa 15)
diyor. Ancak Nur suresinin başlarında (2.
ayet) bu kişilere verilecek ceza olarak
100 celde (sopa veya aşağılama)
vurmayı söylüyor. Bu halde, dönemin
şartları değiştikçe verilen ceza
değişmiştir. Eğer bu ayetteki fahişetun
kelimesini, çoğu mealdeki gibi fuhuş
olarak alsak bile bu sefer devreye diğer
kitaplar girer. Biraz önce anlattığımız
üzere, yüz celde gibi peygamber
dönemi için özel vahyedilen cezaları
evrensel kabul etmemiz için diğer kutsal
kitaplara bakmamız gerekiyor. Eğer
Kur'an zina için yüz celde diyorsa [11]
İncil'de ceza vermiyor, aksine İsa recm
edilecek zinakar kadını koruyor [12]
Tevrat (Talmut) ise recm edin diyor [13]
Memleket Sevdasıyla...
Bu durumda Tanrı farklı dönemler ve
kültürler için farklı kurallar
koymuştur. Önlenmesi gereken suç
aynıdır, fakat uygulama metodu farklıdır.
Peygamberin uygulamalarına bakacak
olursak ise kişileri kendi
kültürlerinin hukukuna göre yargıladığını
görürüz. Örneğin; peygamber,
celdelenmiş ve kömüre bulanmış bir
yahudi görünce, Yahudileri sonra da
yahudi alimini çağırıp sordu; «Siz zina
eden kimsenin haddini (cezasını)
kitabınızda böyle mi buluyorsunuz?»
bunun üzerine alim "Hayır, biz de recm
buyurulur" der. Bu sefer peygamber
Yahudiye recm kararı verir [14].
Çünkü: yahudi kültüründe recm cezası
sabitken bu uygulanmamıştır.
Bunları gelin bir de günümüze uygulayalım.
Örneğin emeğe zarar, hırsızlık
günümüzde de var. Peki buna karşılık
çözüm el kesme mi? Ve ya el kesme
çözüm oluşturur mu? Hayır, çünkü bu
3 kitapta da geçen evrensel bir şeriat
değildir ama suç aynıdır. Ki El kesme
ayeti[15]ni, güçlerini kesin diye çevirmek
daha doğru olacaktır. Ancak bu
ayeti böyle çevrilmeme nedeni bazı ilginç
hadislerdir. Bu ayetteki eyd (Güç, el)
ifadesini somut anlamıyla çevirenlerin ilk
gösterdiği hadis; peygambere bir hırsız
geliyor. Peygamber, hırsızın sağ elinin
kesilmesi için emir veriyor. Hırsız bir
kez daha geliyor bu sefer sol bacağı
kesiliyor. Bu böyle toplam 4 kez devam
ediyor ve artık adamın el ve ayakları
olmamasına rağmen adam hırsızlık
yapabiliyormuş ki peygamberin
önüne takrar getiriliyor; bu sefer de
öldürülüyor [16]. Tabi bir kişinin el ve
ayakları yokken hırsızlık yapabileceği
iddiası komiktir. Bunun yanı sıra el
kesme cezası bu hadise göre caydırıcı
bir ceza değildir. Bu vb. nedenlerle bazı
hadis alimleri bu hadisin sahihliği
konusunda şüpheli olsa da ayet
meallerinde ve bazı tefsirlerde
kullanılır. Çünkü: el kesme, yüz celde
gibi cezalar evrensel şeriat değildir!
Dinen şeriata nasıl bakılması gerektiğini
belirleyen en net ayet olan Şura
suresinin 13. ayetindeki şeriat ifadesinin;
evrensel hukuk kuralları olduğunu,
umuyoruz yeterince anlatabilmişizdir.
Şura suresinin bir benzerini
Casiye suresinde de görmekteyiz.
Surede öncelikle (14. Ayet) mahşere
inanmayanları çekeceği azaptan
bahsedip iyi/kötü işler yapanların yaptıkları
kendinedir diyor. Konuya cezalandırma
metodlarından değil doğrudan
iyilikten giriyor.
Memleket Sevdasıyla...
Ondan sonra 16-7. Ayetlerde İsrail
oğullarına da nimetler verildiğini ancak
İsrail oğullarının sapkınlığa girdiğini
söylüyor. Bu sapkınlıkta günümüz CIA
gazlaması sözüm ona şeriatçıların
aklındaki gibi ceza metodu değiştirmeleri
değil! Birbirlerine olan saygı
yoksunluğundan dolayı çıkan anlaşmazlıklar
olduğu söyleniyor. 18'de ise
peygamberinde bunlardan üst bir yol,
şeriat ile gönderildiği söyleniyor.
19'da da bu saygı yoksunluğu ve kulak
asmayanlara zalimler (Kuran'a göre
affedilmeyen tek günah budur.) diyip
bunlardan uzak durulması gerektiği
vurgulanıyor [18]. Türk toplumunun esas
tesfirlerinden Kur'an yolu tesfiri de bu
konuda şunları yazmakta; "Din ve şeriat
ilk defa Hz. Muhammed’e gelmiş
değildir, daha önce gelip geçmiş binlerce
peygamber vasıtasıyla Allah özü
aynı, detayları farklı dinler göndermiş,
bir yoruma göre aynı olan öze din
(hatta İslâm), farklı olan detaylara,
amelî hükümlere, kulluk şekillerine
sosyal ve hukukî düzenlemelere de
şeriat denilmiştir. Son peygambere ve
ondan sonra gelecek olan bütün
insanlara gönderilen İslâm dini ve
şeriatı, bütün diğer dinleri vahyeden
Allah’tan gelmiştir."[19]
Dönem şeriatı, yani değişen ve değiştirilebilir
olan şeriat için inen ayetlerden
Maide 48'deki kast ise; özünde yine bu
hukuk kurallarıdır, adalettir. Zira
ayetin öncesinde devamla adaleti bir
tut vurgusu yapılır [17]. İsra suresinin
84. Ayetinden de biz, her toplum farklı
kök ve kültürden anlayıştan geldiğini
ve bir sorgulanamaz olduğunu anlıyoruz.
Bu kıstası ancak Allah kendi
katında yapabilir. Bu durumda biz,
farklı kökten gelmiş bir topluma
hukuk kuralı dayatamayız. Ancak; o
toplum tartışır, toplantılar (şura) yapar,
demokrasi yapar ve bir hukuk düzeni
yapabilir. Bunu ise Kur'an'da bir sureye
ad vermiş olan Şura sisteminden
biliyoruz. Şura kelimesi; konsey, meclis,
danışma gibi anlamlara gelir [20].
Yani Kur'an'da şeriatı açıklayan
ayetlerin çoğunun yer aldığı sure,
Meclis Suresidir. Oldukça garip değil
mi? Peki ya surede şura nasıl kullanılıyor?
"Rablerinin çağrısına cevap
verirler, duayı yerine getirirler.
Yönetimleri, aralarında bir «şûradır».
Kendilerine verdiğimiz rızıklardan
infak ederler." Şura suresi 38. Ayet
böyledir. Tanrı şurayı bir yükümlülük
olarak vermiştir. Dua/Namazın
yanında bir zorunluluk olarak koymuş
Memleket Sevdasıyla...
hatta sure şura adını almıştır. Bununla
kalmamış, peygamberden özel olarak
işlerini şura ile halletmesi istenmiştir;
"Onları affet, onlara mağfiret dile, işler
için onlarla şura yap, fakat karar verdin
mi Allah'a güven, doğrusu Allah
güvenenleri sever." (Ali İmran 159.).
Kur'an şurayı sadece yönetim kararlarında
vs. de değil, çocuklar üzerinde
bir karar alınacağı zaman anne ve
babaya da yükümlülük olarak verir
[21]. Bir çok işte demokrasi yükümlülüğü
olduğunu görüyoruz. Burada ek parantez
açalım, Nisa suresinin 59. Ayetinden
anlıyoruz ki yöneticiler bir demokrasi
ile seçilir ve bu kişiye uyulur. Diğer
surelerdeki şura vurgusu düşünülünce
yasa yapılırken 1- şura yapılır, 2-
yöneticiye değer verilir. "Ey iman
sahipleri! Allah'a itaat edin. Resule ve
sizin içinizden olan/sizin seçtiğiniz
hüküm ve yetki sahiplerine de itaat
edin."[22]. Şura ve Kur'an'da işlenen
bu demokrasi kavramını gördüğümüze
göre şunu söyleyebiliriz; Kur'an'ın
dönem için sunduğu örnek ceza ve
suçu önleme metodlarının işe
yaramadığı bir gün gelirse, toplum
şura ederek yeni metodlar bulur. Bu
durumda Kur'an zaten her çağ ve
duruma işaret etmiş, hem de
yatsınamaz hale gelir. Dinen işin en
özet hali budur.
Şimdiye kadar anlattıklarımızdan
Kur'an'ın, dönemin en uygun
sistemini seçmek için insanları şuraya
(Demokrasiye, meclise) çağırdığını
anladık. Peki bu sistem neden
Kemalizm olsun? Hemen açıklayalım.
Kemalistler diye anılan [23] vatan sever
Türk ulusu; vuruşa vuruşa, kanıyla
dişiyle bir cumhuriyet kurmuştur. Bu
cumhuriyet kurulmasaydı olacaklar Türk
kırımıdır [24]. Zira 40 yıldır İngiliz
parlamentoları Türklere katliam
nidaları atmaktadır [25]. En az 600
yıldır planlanan Türk kırımını [26]
durduran kişi Mustafa Kemal ve
etrafındaki Kemalistlerdir. Kemalistlerin
ilk gündeme geldiğinde
Kemalizmin şeriat olması bundandır.
Sonraki dönemlerde başlayan Amerikancı
İslamcılık modelinin bir numaralı
düşmanı da budur.
İngiliz İstihbaratı kurtuluş savaşı'nın
başlaması ile "Kemalist'lere", "Kemal'cilere"
(bu isimleri vatanını savunanlara
İngiliz İstihbaratı takmıştır.) karşı
mücadele vermeye başlamıştır. O dönem
de İngiliz, Fransız ve Amerikan
(daha sonra aralarına Alman istihbaratı
da katılacak) Kemalistlere, Kemalizm'e,
Memleket Sevdasıyla...
Kemalist Cumhuriyet'e ve Atatürk'e
karşı her zaman mücadele vermiş,
alçakça saldırmıştır. Özellikle kurtuluş
savaşı'nın başlaması ve kazanılması ile
bir çok emperyalist devletce ezilen
uluslar Atatürk'ü lider kabul ederek [27]
emperyalizm'e karşı savaş'a girmiştir.
Bu nedenle MI5 (İngiliz İstihbaratı demek
bundan sonra bu kısaltımı kullanacağız.)
yayılmasını engellemek için bir çok
psikolojik harekat yapmıştır.
Alman Ortadoğu uzmanı Kurt Ziemke
(Hitler' in propaganda şefi), 1930'da
yayımlanan "Die Neue Turkei" adlı
kitabında emperyalistlerin Türkiye'ye
karşı uyguladığı stratejiyi şöyle
açıklamıştı:
"İngilizler Musul'da hedeflerine ulaşmak
için bir yandan Türkiye'deki ayrılıkçı
hareketlere destek verirken, diğer
yandan da Kemalist akımın yayılmasını
engelleyecek önlemlere başvurmuşlardır.
(...) Yapılması gereken, Kemalist
Cumhuriyet'in hem din düşmanı hem
de Kürt düşmanı olduğu temasını
gündeme getirip işlemektir." [28]
Kurt Ziemke'nin de belirttiği gibi MI5
ayrılıkçı hareketlere destek vermiştir.
Genelkurmay'ın Kürt isyanları konusundaki
iç yazışma ve raporlarında dış kışkırtmalar
önemle belirtilmiştir. Genelkurmay
yayınlarında, Musul meselesi
nedeniyle "İngiltere Intellicens
Service'in Doğu'ya özel bütün
metodlarını kullanarak Türkiye içinde
karışıklıklar çıkarmaktan bir an geri
kalmadığı" vurgulanmaktadır. Kürt Bağımsızlık
Komitesi'nin silah ve cephaneyi
İngiliz hâkimiyetinde bulunan
Musul'da depo ettiği ve ayaklanmanın
birinci aşamasından sonra da fiili İngiliz
yardımının başlayacağı saptanmıştı.
Komite, ayrıca ayaklanma geliştikten
sonra İstanbul'da Kürtlerin silahlı bir
harekete girişmesini, hareket dinci
olduğu için Istanbul halkının da
katılımını, İngiltere'nin silah ve para
yardımıyla Cumhuriyet hükümetinin
devrilmesini ve İngiltere'nin Vahdettin'i
Istanbul'a getirip tahta oturtmasını da
düşünmüstü. [29] Şeyh Sait İsyanı
sırasında yayımlanan gazeteler, "İngiliz
parmağı"nı vurgulamışlardır. [30] Bağdat'taki
Fransız Komiserliği'nin raporu
da, isyancıların İngiliz ilişkisine işaret
etmektedir. [31] bu tespitler daha da
uzatılabilir ama gerek görmüyorum.
İngiliz İstihbaratı'nın silah ile
mücadeledesinden yanı sıra Atatürk'e
ve Kemalizm'e tam anlamıyla bütün
imkanlarını psikolojik harekat'a sefer-
Memleket Sevdasıyla...
ber etmesi bir İngiliz İstihbarat subayı
olan H.C Armstrong'un [32] "Grey
Wolf (Bozkurt) " kitabı ile başlamıştır.
Bu kitap da, Atatürk'ün cinsel hayatında
hangi pozisyonları kullandığına kadar
iftiralar atılmaktadır (verdiğim örnek
için kusura bakmayınız, ama konumuz
açısından önemli). Bu alçak kitabı bir
çok sözde "Aydın'ın" önermesi hatta
en iyi biyografi demesi her baskı da
sayfa sayıları artan sözde anılara da
Atatürk adına sözler uydurulması da
MI5'in işi midir? Tartışılır. Ancak
bağımsız olmadıkları nettir!
Günümüzdeki iftiralarının çoğunun
kökeni bu kitaptır, yani İngiliz İstihbaratıdır.
(Günümüzdeki iftiraları
çürüten kitap önerileri: Turgut Özakman,
"Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele.
Sinan Meydan, "El-Cevap" , "Panzehir",
"Cumhuriyet Tarihi Yalanları". Osman
Selim Kocahanoğlu "Atatürk-Karabekir
kavgası".)
MI5 ve CIA'nın o zaman ki psikolojik
harekat'ının asıl hedefi Kemalizm'in
sömürülen uluslara rol model olmasını
engellemekti ama şimdi ki asıl
hedefi Türkiye'yi ABD tipi İslam
Devleti yapmak, bölmektir. (detaylı
bilgi için bkz. Cengiz Özakıncı, "İblisin
Kıblesi", "Türkiye'nin Siyasi İntiharı
Yeni Osmanlı Tuzağı". Mustafa
Yıldırım, "Sicil Örümceğin Ağında")
Hatta öyle ki bunu kendileri de "Türkiye
için iyisi" kılıfına sokarak kitaplarında
yazıyorlar, demeç veriyorlar, mesela
CIA'nın ve ABD savunma bakanlığı
görevlilerinden olan Samuel P.
Huntington şöyle diyor:
"Türkiye İslamın çekirdek devleti
olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta
düzey bir ekonomik gelişmisliğe,
ulusal birliğe, askeri yetenek ve
geleneğe sahiptir.
Gelgelelim, Atatürk'ün Türkiye'yi net
bir şekilde laik bir toplum olarak
tanımlaması. Türk Cumhuriyetinin bu
rolü Osmanlı imparatorluğundan devralmasını
önlemiştir. Türkiye, anayasasındaki
laiklik ilkesine bağlılığından
ötürü OIC'in kurucu üyesi bile
olamamıştır. Türkiye kendisini laik bir
ülke olarak tanımladığı sürece İslamın
liderliğine soyunma olasılığı yoktur.
(...) Batı'nın iyi ve kötü yanlarını yaşayıp
görmüş olan Türkiye de en az onun
kadar, İslama liderlik etme vasfını
kazanmış olabilir. Ama bunu yapabilmek
için Atatürk'ün mirasını, Rusya'nın
Lenin'in mirasını reddedişinden
daha eksiksiz bir şekilde reddetmek
zorunda kalacaktır." [33]
Memleket Sevdasıyla...
Ne hikmetse Samuel'in dediklerini günümüz de Atatürk düşmanları bol bol
tekrar ediyor!
Bitti mi? Bitmedi! CIA ajanı Paul Henze:
"Atatürkçülük öldü: Nakşiler, Nurcular İlericidir!" [35]
CIA Türkiye istasyon şefi Graham Fuller:
"Kemalizm'e son; Osmanlı'yla Övünün, Fettullahçı olun" [36]
Evet, Atatürk 1938'de ölmüştür ama fikirleri ve ruhu (metafiziksel olarak tartışılan
diğer dünya'ya gittiği inanılan ruhtan bahsetmiyorum. En zor Ankara günlerinde
yılmadan savaşan Türk'ün son başbuğunun direncinden bahsediyorum!) bizimledir.
Zaten bu yüzden CIA psikolojik harekat'ı da aşıp sahte belgelerle Tayyip
Erdoğan'ı, Abdullah Gül'ü, Zekeriya Öz'ü yanına alıp Kemalistlere "Ergenekon"
adı altında kumpas kurdu. Silivri duvarları "öldü" denilen Kemalist ruh ile yıkıldı.
bir zamanlar Ergenekon kumpaslarının "savcısı" Tayyip Erdoğan şimdi içeri
attırdığı adamların safına geçti, sonuçta yenilen CIA oldu. (Kitap Önerisi: Doğu
Perinçek, "Gladyo ve Ergenekon" ) Bu gün ülkemiz de hala psikolojik harekat
devam etmektedir, ama CIA silahlı harekat yapamamaktadır. Bu psikolojik harekata
karşılık vermemiz TÜRK gençliği olarak boynumuzun borcudur en başta
geleceğimiz içindir. Kemalizm ölmedi hala ayakta! Ben göğsümü kabartarak
söyleye bilirim ki: Ben Mustafa Kemal'im! Hepimiz Mustafa Kemal'iz bu ülke de
Mustafa Kemaller ölmez!
Biz Ergenekon dağını ve aynı adla kurulan kumpasları yıkan
Türk Ulusunun gençleriyiz! Biz cumhuriyet için and içtik!
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyet'i,
Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız!
Memleket Sevdasıyla...
KAYNAKÇA
[1] Ali İbn Cürcani, Tarifat, s.132.
[2] Atatürk İhtilali, c.2, s.65.
[3] Şura 13, şura 21, Hac 67, Maide 48, Casiye
18.
[4] Maide 41-2.
[5] Maide 43-4-5-6.
[6] Haşr 23.
[7] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 285.
[8] Şura 13.
[9] Şura 1-4.
[10] Yönetici, Nisa 59.
[11] Nur 2.
[12] Yuhanna 8:1-7.
[13] Tesniye 22:22-4.
[14] Sahihi Müslim 1700-1702; İbn-i Mace 2552-
3.
[15] Maide 38.
[16] Ebu Davud, Hudud 20, (4410); Nesai, Sarik
15, (890, 91)
[17] "Aralarında Adaletle hükmet" Maide 42,
[18] Casiye, Maide ve şûra sureleri; Diyanet
meali, Mehmet Okuyan meali, Mustafa
İslamoğlu meali, Edip Yüksel meali, Yaşar Nuri
Öztürk meali, Gölpınarlı meali, Elmalılı meali,
Süleyman Ateş meali, Süleymaniye vakfı meali,
Hakkı Yılmaz meali, Hüseyin Atay meali, İhsan
Eliaçık tefsir/meali, Ahmet Varol meali,
Bayraktar Bayraklı meali. Bu mealler yazıyı
yazarken kullandığımız meallerden bazılarıdır.
[19] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 17
[20] El- Isfahani, Ragib, Mucemu Müfredati
elfâzi'l-Kur'ân, Därü'l-Fikr, Beyrut, tarihsiz, "ş-v-r"
maddesi, s. 277; Attila Yargıcı, Kur'an'a göre
Şura ve Demokrasi.
[21] Bakara 223.
[22] Yaşar Nuri Öztürk meali, Nisa 59.
[23] Bilal Şimşir, İngiliz belgelerinde Atatürk, cilt
1.
[24] Türk Tarih Tezi yazımızda detaylı anlatım
mevcuttur.https://www.instagram.com/p/CM7oZL
4hoKy/?utm_source=ig_web_copy_link
[25] 1876-1914 ingiliz meclis konuşmaları. 1914
11 kasım Daily Mail gazetsi. Agm..
[26] Trandafir G. Djuvara, Türk
İmparatorluğunun Paylaşılması Hakkında Yüz
Proje (1281-1913).
[27] Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar,
Pozitif yay.
[28] Cengiz Özakıncı, Türkiye'nin Siyasi İntiharı
Yeni Osmanlı Tuzağı, Otopsi yay., 33.bas., s.
379.
[29] Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, C.
1, Kaynak yay., s. 114, 118 naklen; Doğu
Perinçek, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu Kaynak
yay., 5.bas., s. 42.
[30] Tevhidi Efkar, 24 ve 28 Şubat 1925 naklen;
Perinçek, age.
[31] Perinçek, age., s. 44.
[32] Bilal N. Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, Bilgi yay, 3.bas., s. 301.
[33] Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya
Düzeninin Yeniden Kurulması, Okuyanus yay., 6.bas., s. 263,264.
[34] Huntington, age., s. 206.
[35] Ahmet Taner Kışlalı, 30.11.1997, Cumhuriyet Gazetesi
[36] 02.11.2004 Yeni Asya Gazetesi
Memleket Sevdasıyla...
Memleket Sevdasıyla...
A
tatürk’ün Çanakkale’deki rolü sonradan
mı büyütüldü?
Yalçın KÜÇÜK:
“Çanakkale Direnişi’nde Mustafa
Kemal’in rolü, daha sonraki zamanlarda,
çok fazla abartılıyor…
Yaptıklarından dolayı, zamanında, bir
kahraman sayılmıyor; kahramanlığının
ilanı çok sonraki yıllara denk düşüyor.
(…) Kemal’in Anafartalar Kahramanlığı,..
ilk kez, hevesli ve genç bir gazeteciyazar
olan Ruşen Eşref tarafından,
1918 yılı Mart ayında ortaya atılıyor.
1919 yılı yaz ortalarına gelindiği
zamanda bile, kahraman susuzluğu
yaşayan ülkede, bunun fazla tutmadığı
anlaşılıyor.”[1]
Mustafa Armağan:
“Türkiye’deki şartlar gereği M. Kemal’in
Çanakkale’deki rolünün abartıldığı
açık.”[2]
Vehbi Vakkasoğlu:
“(1919’da) Halk ve hatta münevver
zümre (aydınlar), Mustafa Kemal
Paşa’yı tanımamaktadır.”[3]
Yalçın Küçük ve Mustafa Armağan,
Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki
rolünün sonradan büyütüldüğünü;
Vehbi Vakkasoğlu da 1919’da halk ve
hatta aydınların Mustafa Kemal’i tanımadığını
iddia ediyor.
Peki Mustafa Kemal, bu yazarların
yazdığı gibi, Çanakkaleʼde yaptıklarından
dolayı zamanında bir kahraman
değil miydi?
Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rolü,
daha sonra ki zamanlarda mı
abartıldı?
Mustafa Kemal’in Çanakkale
kahramanlığı ilk kez Mart 1918’de
Ruşen Eşref tarafından mı ortaya
atıldı?
1919’da halk ve hatta aydınlar, Mustafa
Kemal’i tanımıyor muydu?
Bunu anlamak için muharebeler
sırasında ve sonrasında Mustafa
Kemal’in halk arasındaki şöhretine, yerli
ve yabancı basına ve tanıkların
söylediklerine, yazdıklarına bakalım.
MUSTAFA KEMAL’İN HALK
ARASINDAKİ ŞÖHRETİ
Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşlarından
hemen sonra Ocak 1916’da kısa
Memleket Sevdasıyla...
bir Sofya ziyaretine çıkmış ve Sofya’da
iken Çanakkale cephesinden Edirne’ye
dönmekte olan 16. Kolordu Komutanlığına
atanmıştır.[4] Bu nedenle
ordusunun başına geçmek için 27 Ocak
1916’da Karaağaç’a gelmiştir.[5]
Ertesi günü Mustafa Kemal’in onuruna
Edirne’de büyük bir tören düzenlenmiş,
Edirne halkı onu gösterilerle karşılamıştı.
Kentin caddeleri süslenmiş, Abacılar
Caddesi’ne, üzerinde, “Yaşasın Arıburnu
ve Anafartalar kahramanları” ve
“Yaşasın Arıburnu ve Anafartalar
Kahramanı Mustafa Kemal Bey” yazılı
iki büyük levha asılmıştır. 12. Tümen’in
Rumeli Kahvesi önünde başlayan tören
1.5 saat sürmüştür.[6]
Atatürk’ün Çanakkale’de ve sonrasında
Kurmay Başkanlığını yapan İzzettin
Çalışlar, günlüğünde bu karşılamayı
şöyle anlatıyor: “28 Ocak 1916
…Yollar hıncahınç ahaliyle dolmuş,
bütün mektepler öğrencileri karşılama
için özel yerlere yerleştirmişlerdi. Şehir
süslenmiş, birçok zafer takları yapılmıştı.
Abacılar Caddesi’nde biri “Yaşasın
Arıburnu ve Anafartalar Kahramanları”
diğeri “Yaşasın Arıburnu ve Anafartalar
Kahramanı Mustafa Kemal
Bey” yazılı iki büyük levha asılmıştı…
Memleketin ve vilayetin ileri gelenleriyle
konsolosların hepsi oradaydı… Bütün
şehir, heyecan ve sevinçle karşıladı.
Çiçek buketleri takdim ettiler. Alkışlar,
her türlü gösteri, tezahürat,
beklediğimizden daha çok
görkemliydi…”[7]
Atatürk’ün yaveri Şükrü Tezer ise bu
karşılamayı şöyle anlatıyor:
“…Çanakkale’den kara yoluyla yürüyüşe
geçen ve yol üstü uğranılan köy ve kasaba
halkı tarafından hararetle selamlanmış olan
askerlerimiz, Edirne’ye girişinde de kadın,
erkek, yaşlı ve genç halkın sevinç
gözyaşları içinde doldurduğu ana
caddelerde, muzaffer orduya yakışır bir
şekilde büyük tezahüratla karşılanmıştır. Bu
karşılaşmanın en önemli özelliklerinden biri
de; birliklerimizin, o muazzam kalabalığın
en müsait bir yerinde, maiyeti erkaniyle
birlikte hazır bulunan Anafartalar zaferinin
yaratıcısı ve şanlı kahramanı 16. Kolordu
Kumandanı Miralay Mustafa Kemal
Bey’in önünden -ayağının tozuyla- ve
büyük zaferin verdiği sevinç içinde canlı
ve dik adımlarla geçerek şehre girmiş
olmasıdır. İşte, Mustafa Kemal’i ilk defa bu
geçit resminde ve fakat halkın, o coşkun ve
içten gelen tezahüratının husule getirdiği
umumi heyecanın tesiri altında bulunmak
sebebiyle hayal meyal görebilmiştim.” [8]
Memleket Sevdasıyla...
Mustafa Kemal’in Çanakkale’de
kazandığı zaferin halk arasında nasıl
bir coşku yarattığının somut
kanıtlarından biri de 1917’de Urfa’da
dikilen anıttır. Anıt, Urfa Mutasarrıfı
Nusret Bey tarafından, I. Dünya
Savaşı’nda Çanakkale’de, Mustafa
Kemal ve komutasında savaşan Urfalı
şehit ve gazilerin anısına yaptırılmıştır.
1917’de önce Urfa’da, şehrin kuzey
kesimini Karakoyun deresine bağlayan
bir cadde açılmıştır. Bu yeni caddeye
“Mustafa Kemal Paşa Caddesi” adı
verilmiştir. Sonra bu caddenin ortasına,
hükümet konağının karşısına bir anıt
çeşme yapılmıştır. Bu anıt çeşme
“Mustafa Kemal Paşa Anıt Çeşmesi”
diye adlandırılmıştır.
Anıt, 9 m. yüksekliğindedir ve abidenin
üzerinde “Kafkas Yolu”, “Ankara Yolu”,
“Bağdat Yolu” ve şehir merkezine giden
“Mustafa Kemal Paşa Caddesi”ni
gösteren yazılar ve ok işaretleri yer
almaktadır.
Urfa’da dikilen “Mustafa Kemal Paşa
Anıt Çeşmesi”, Mustafa Kemal’in adını
taşıyan ilk anıt kitabedir.[9]
Mustafa Kemal, 1919’da Anadolu’ya
geçtiğinde; Havza, Amasya, Erzurum,
Sivas, Ankara’da hep kahraman gibi
karşılanmıştır. Örneğin, 12 Haziran
1919’da Amasya’ya geldiğinde Amasyalılar
tarafından büyük bir coşkuyla
karşılanmıştır.[11] Amasya Müftüsü Hacı
Tevfik Efendi, Mustafa Kemal’e
“Çanakkale’den sonra memleketi
ikinci defa kurtarmaya ahdettiniz (söz
verdiniz)” demiştir.[12]
Erzurum Kongresinde Atatürk ile birlikte
çalışan, sonrasında ölümüne kadar
Atatürk’ün yakınında olan Mazhar Müfit
Kansu, 3 Temmuz 1919’da Erzurum’a
gelecek olan Atatürk’ün halk arasındaki
şöhretini şöyle anlatıyor:
“…Görüştüğüm bütün Erzurum’lular aynı
fikir, aynı azim, aynı karar ve milli iradeyi bir
his, görüş, şuur ve milli müdafaa bütünlüğü
halinde belirtirlerken, Mustafa Kemal
Paşa’yı da, o anda benden çok daha iyi
tanıdıklarına şüphe yoktu. Türk çocuğunun
asker doğup, asker ölmesi milli gelenek
olduğuna göre, çoğu yeni terhis edilmiş,
harpten çıkmış erler olan köylüler Mustafa
Kemal’in şahsiyetini bana ve birbirlerine
şöyle ifade ediyorlardı:
– Yaman kumandandır. Sert muharebe
eder. Üzerine atıldığı düşmanı kırmadan
bırakmaz.
Bu teşhisi koyan ve hükmü sağlayanların
çoğu ‘Bitlis’ muharebelerinde ve
‘Çanakkale’de onunla beraber döğüşen
veya döğüş şöhretini duyanlardı.”[13]
Memleket Sevdasıyla...
Tarihçi Yusuf Hikmet Bayur, Çanakkale
Savaşı’nda Arıburnu, Anafartalar ve
Conkbayırı zaferlerinin, Mustafa Kemal’e
büyük bir ün kazandırdığını ve bu ünün,
Milli Mücadele’ye katılımı arttırdığını
belirtiyor:
“Nisan ve Ağustos 1915’te Arıburnu,
Anafartalar ve Conkbayırı vuruşmaları
sonucunda Gelibolu Yarımadası
düşman eline düşüp İstanbul yolu
açılabilirdi. Bu iki yerde de talih, genç
ancak büyük bir komutan
bulundurmuş ve düşmanın tasarıları
boşa çıkmıştı. Mustafa Kemal’in bu
yüksek başarıları ona öyle bir ün
kazandırmıştır ki, O 1918’den sonra
yurdu kurtarmaya kalkıştığı vakit her
Türk general ve subayı onun bu işi
yapabileceğine inanmış ve onun
yanına güvenle koşmuştu. Mustafa
Kemal, Çanakkale kahramanı olmasaydı
Milli Mücadele herkese daha az güven
verebilir, dolayısıyla daha az yardım ve
dayanak bulabilirdi.”[14]
Dr. İsmet Görgülü de, Mustafa
Kemal’in Çanakkale’de kazandığı
şöhretin, Milli Mücadele’nin kazanılmasına
katkı sağladığını belirtiyor:
“Mustafa Kemal’in Çanakkale’de haklı
olarak kazandığı şöhret, halkın onu
masal kahramanı gibi algılaması, Milli
Mücadele’nin yapılmasına ve kazanılmasına
katkı sağlamıştır.”[15]
YERLİ VE YABANCI BASIN
Harp Mecmuası, 1915:
Birinci Dünya Savaşı sırasında askersivil
işbirliği ile çıkarılan “Harp
Mecmuası” dergisinin 1915 yılına ait 2.
ve 4. sayılarında Mustafa Kemal’e yer
verilmiştir.
Derginin 2. sayısında Birinci Dünya
Savaşı anlatılırken Mustafa Kemal’e yer
verilmiş ve bir resmi konulmuştur.
Resmin altına “Anafartalar Grubu
Kumandanı Miralay Mustafa Kemal
Bey” yazılmıştır.[16]
4. sayısında ise Çanakkale Kireçtepe’de
mermi kovanlarından yapılmış bir anıtın
önünde çekilmiş fotoğrafı, tam sayfa ve
dergi kapağı olarak yayınlanmış ve
altına şu yazılmıştır:
“Büyüklüğüne söz bulunamayan bir
levha-i şehamet (Akılla yaratılan bir
yiğitlik levhası) bizi yükseltmek için
feda-yı can eden mübarek şehitler
yatağı.”[17]
Dr. İsmet Görgülü, bu cümle ile ilgili şu
yorumu yapıyor:
“Bu cümle çok önemlidir. Daha o
dönemde, yüce Atatürk’ün kahramanlığı,
yiğitliği ve bunun akılla
yaratıldığıile büyüklüğü teslim edilmiş
Memleket Sevdasıyla...
ve bu büyüklüğünü ifade için söz
bulunamadığından yakınılmıştır. Bu
sözler herkes için söylenmemiştir ve
özellikle henüz albay rütbesindeki bir
komutan için bu sözler çok büyüktür.
Ama öyle değerlendirilmiş ve böyle
yazılmıştır.”[18]
Serveti Fünun, 24 Aralık 1915:
“Serveti Fünun” dergisinin 24 Aralık
1915 tarihli sayısının kapağında Mustafa
Kemal’in fotoğrafına yer verilmiş ve
altına “Anafartalar Kumandanı Miralay
Mustafa Kemal Bey ve maiyeti”
yazılmıştır.[19]
Tasvir-i Efkâr, 29 Ekim 1915:
“Çanakkale kara savaşlarında olağanüstü
yararlılıkları görülen ve
savunmadaki kudret ve becerisiyle
gerçekten şan ve şeref kazanarak
Boğazları ve Hilafet makamını kurtaran,
kumandanlarımızdan yaratılıştan
yiğitlik, kahramanlık ve
harikalar timsali Albay Mustafa Kemal
Beyefendi.”[20]
Yeni Gün, 14 Kasım 1918:
“Yeni Gün” gazetesi, Atatürk’ün
Adana’dan İstanbul’a gelişini, 14 Kasım
1918 tarihli sayısında manşetten şöyle
duyurmuştur:
“Anafartalar kahramanı Mustafa
Kemal bir gün önce İstanbul’a
geldi.”[21]
Tevhid-i Efkâr, 31 Ağustos 1921:
“Çanakkale’de iki defa İstanbul’u
kurtarmış olan Mustafa Kemal Paşa,
bu defa da vatanı kurtaracaktır.”[22]
Erzurum’da yayınlanan Albayrak, 14
Temmuz 1919:
“Anafartalar’da milli şerefi, tarihin
bugünkü nesilden beklemekte olduğu
kutsal görevi yükselten ve yücelten
bu saygıdeğer Komutanı, bugün de
Milli Mücadele’nin başında görmek,
mutlu bir görüntüdür.”[23]
Minber, 1918:
16 Kasım 1918: “Anafartalar kahramanı
olarak ün yapmış olan Mustafa Kemal
Paşa, önceki gün İstanbul’a geldi.”[24]
19 Kasım 1918: “İtiraf edelim ki vatanın
emsalini yetiştirmekte cömertlik gösterme
diği birkaç müstesna zekâdan
biri, hatta birincisi… Mustafa Kemal
Paşa’dır. Milletin ve memleketin en
ziyade hayırhah evladından oldu ğu
halde en az takdire mazhar olan yine
kendisidir… Anafartalar’ın yegâne
müdafii ve İstanbul’un kurtarıcısı
Memleket Sevdasıyla...
münhasıran kendisi olmasına rağmen
bu hakikati pek çok zaman ifşa
etmedi. Ve bu suretle bütün
muvaffakiyetin şan ve şerefleri çapulcuların
inhisarcı hisselerine kay dedildi…
Herhalde istiklal-i vatan Mustafa
Kemal Paşa’dan büyük hizmetler
beklemekte haklıdır.”[25]
Northern Herald, 8 Kasım 1922:
“Bir asker olarak şöhretini Gelibolu’da
kazandı. 19. Türk Tümeninin Komutanı
olarak bu harekata başlayarak,
yetenekleri ve inananlar arasında
meşhur olan değişmeyen şansıyla,
sonunda yarımadadaki tüm Türk-Alman
kuvvetlerinin komutasını aldı ve
Anafarta’dan önce İngilizleri geri atma
başarısı, askeri kariyerinin en parlak
başarısı olarak kabul edildi. Bu onu
Almanya’da bir kahraman yaptı ve
olay 1917’de anlatılıp Konstannopolis’te
yayınlandı…”[26]
Telegraph, 28 Kasım 1922:
“Ülkesi için savaştı. Gelibolu’da
komutanlık yaptı ve oradaki İngiliz
birliklerini muzaffer bir şekilde itti ve
onları apar topar gemilerine geri
gönderdi.”[27]
Toowoomba Chronicle and Darling
Downs Gazette, 25 Mayıs 1932:
“Mustafa Kemal Paşa, Gelibolu’da
Avustralyalılarla karşılaşan Türk
birliklerinin başkomutanıydı ve parlak
liderliği, İngiliz çabalarının başarısızlığından
büyük ölçüde sorumluydu.”[28]
Herald, 27 Aralık 1918:
“Kemal Paşa, Anafarta ve Anzak
bölgelerindeki Türklere tahliyeden iki
hafta öncesinde hastalanana kadar,
komuta etti.”[29]
Kalgoorlie Miner, 14 Ekim 1922:
“1914’te büyük savaşın patlak vermesiyle
Kemal, ülkesinin Almanya tarafına
girmesine karşı çıkan birkaç Türk’ten biriydi.
Ama Türkiye bir kez savaşa girdiğinde, kılıcı
onun emrin-deydi. Kişisel ve askeri
prestiji göz ardı edilemeyecek kadar
yüksekti; Enver onu Çanakkale’ye
gönderdi, bura-da askeri yetenekleri ve
meşhur olma şansını elde etti ve ona
Gelibolu’daki tüm Türk – Alman
kuvvetlerinin birliğini aldı. Suvla Körfezi
inişinden sonra İngilizleri Anafarta’dan
atma konusundaki kararlılığı onu Almanya’da
popüler bir kahraman yaptı; fakat
aynı zamanda Enver’in nefretini ve düşmanlığını
da arttırdı ve Kemal Gelibolu’dan
çıkarıldı ve Rus cephesine gönderildi.”[30]
Memleket Sevdasıyla...
Herald, 18 Ekim 1922:
“Gelibolu’da tekrar tekrar sergilenen
nitelikler. Anzak çıkartma gününde Türk
pozisyonunu kurtaran Kemal’in hızlı
kararlılığı ve kararıydı ve Kemal,
birliklerini -971- (Kocaçimen)
Tepesi’nde bir karşı saldırıya yönlendirdi.
Bundan sonra tekrar tekrar Kemal,
stratejisine ve kişiliğine saygı
duyulması gereken bir komutan
olduğunu gösterdi; ve en son eski
birliklerinin ordusunu bir kez daha
yükseltmek ve onu görünüşte zorlu
bir savaş makinesine dönüştürmek,
adamları ve halkı üzerindeki kavramasının
bir başka kanıtıdır.”[31]
Von Puttkamer, “Deutsche Allgemeine
Zeitung”, 27 Şubat 1922:
“İstanbul’un 1915 sonbaharında, Albay
Mustafa Kemal’in bir resmini gördüm. O
zamanlar daha, Anafartalar’da Ağustos
1915 tarihinde İngilizlere karşı kazanmış
olduğu zaferden haberim yoktu.
Resimdeki kartal bakışlı baş ile ikili bir
konuşma yaptım. Kendi kendime veya ona
dedim ki, “Burada istediğini bilen, daha
da fazlası ile emel sahibi biri görülmekte.
Belki kontrol edilemeyecek bir
kuvvet, belki de daha yüksekteki bir bütüne
ulaşabilmek için kabul edici bir kişilik.”
Bu şekil bir tanımlama, daha sonraları
Çanakkale Savaşlarını anlatan
Almanlar tarafından da tekrarlandı.
Aslında Almanlar, silah arkadaşlarını
övme konusunda son derece kısıtlı
davranıyorlardı. Fakat bu Türk için en
yüksek övgüyü yaptılar. Türkleri,
yeteneksiz bir komutanın (Liman von
Sanders) davranışları sonucu içine
düştükleri zor durumdan, kişisel tutumu
ile kurtarmayı başarmıştır.”[32]
L’ıllustration dergisi, 26 Şubat 1921:
“Kararlı, sert ama iman etmiş olan
Mustafa Kemal Paşa, dünyaya baş
kaldırmıştır. Meslekten askerdir.
Çanakkale’de, İngilizler karşısında
kazandığı büyük zafer, anılmaya
değer.”[33]
YERLİ VE YABANCI TANIKLAR
Esat Bülkat Paşa (Çanakkale’de 3.
Kolordu ve Arıburnu Kuzey Grubu
Komutanı):
“Bugün (11 Mayıs 1915) Enver Paşa,
yaveleri ve erkan-ı harbi (kurmayları) ile
karargâhına geldi. 19. Tümen
Kumandanı Mustafa Kemal Bey’in
karargahı hâlâ Kemal yerindeydi.
Oraya gittik. Enver Paşa, Mustafa
Kemal Bey’i kucakladı ve bugüne
Memleket Sevdasıyla...
kadar göstermiş olduğu kahramanlıklardan
dolayı takdirlerini bildirdi…”[34]
Fahrettin Altay Paşa (Çanakkale’de 3.
Kolordu Kurmay Başkanı):
“9 Ağustosta Mustafa Kemal,
Anafartalar’a gelen kuvvetleri, yeni
karaya çıkan düşmana karşı tertip
ettikten sonra, 10 Ağustosta Conk
Bayırı’na gelmiş, oradaki kuvvetleri de
düzenlemiş ve bir saldırı yaparak,
düşman kuvvetlerini geri atmaya
muvaffak olmuştu. İşte Mustafa
Kemal’in saati de bu savaşta
parçalanmıştı. İngilizlerin büyük
ümitlerle gelen kolorduları, artık
oldukları yerde mıhlanıp kalmış, zafer
tamamı ile bizim olmuştu. Mustafa
Kemal 10 Ağustosta yalnız İstanbulun
değil bütün bir memleketin işgalini
önlemişti, artık ümitleri kalmayan
İngilizler iki ay sonra Gelibolu Yarımadasını
boşaltıp çekilip gitmeye mecbur
kalıyorlardı.”[35]
Ali Fuat Türkgeldi (Vahidettin’in
Mâbeyn Başkatibi):
“İngiliz ve Fransızlar Boğaza hücumda
sarf-ı nazar ederek karaya asker ihracı
ile arkadan zapt etmek teşebbüsünde
bulundular ve evvela Arıburun noktasına
ve sonra da Anafartalara kuvva-i külliyye
ile hücum eylediler. Anafarta hücumu,
Gazi hazretlerinin himmet-i
mahsusaları ile def olundu ve kendisi
“Anafartalar Kahramanı” unvanını
ihraz eyledi (kazandı).”[36] (Anıları ilk
defa 1924‘te yayınlandı.)
Mart 1918’de Mustafa Kemal Paşa ile
röportaj yapan [37] gazeteci Ruşen
Eşref Ünaydın, 28 Mart 1918:
“…Memleketin en tehlikeli zamanlarında
can verircesine vazife başına atılan bu
kahramanın elini sıktım. İçimde ona karşı
derin bir hürmet, bir İstanbul çocuğu
ruhuyla derin bir şükran olduğu halde
yanından ayrıldım.”[38]
Lütfi Simavi (Sultan Reşad’ın
Başmabeyincisi):
“Bu gezide (Almanya gezisi), o sırada
İstanbul’da bulunan Çanakkale kahramanlarından
Mustafa Kemal Paşa ile
Miralay Naci Bey (Eldeniz) de
bulunmaktaydı. (...) Çanakkale’deki
övünç ve gurur verici hizmetleriyle,
herkes gibi ben de kendisini gıyaben
tanıyordum. Hizmetlerinden ve başarılarından
dolayı kendisini orada tebrik
ettim. Tanışmaktan duyduğum şeref
ve iftihar duygularımı bildirdim.”[39]
Memleket Sevdasıyla...
kadar göstermiş olduğu kahramanlıklardan
dolayı takdirlerini bildirdi…”[34]
Fahrettin Altay Paşa (Çanakkale’de 3.
Kolordu Kurmay Başkanı):
“9 Ağustosta Mustafa Kemal,
Anafartalar’a gelen kuvvetleri, yeni
karaya çıkan düşmana karşı tertip
ettikten sonra, 10 Ağustosta Conk
Bayırı’na gelmiş, oradaki kuvvetleri de
düzenlemiş ve bir saldırı yaparak,
düşman kuvvetlerini geri atmaya
muvaffak olmuştu. İşte Mustafa
Kemal’in saati de bu savaşta
parçalanmıştı. İngilizlerin büyük
ümitlerle gelen kolorduları, artık
oldukları yerde mıhlanıp kalmış, zafer
tamamı ile bizim olmuştu. Mustafa
Kemal 10 Ağustosta yalnız İstanbulun
değil bütün bir memleketin işgalini
önlemişti, artık ümitleri kalmayan
İngilizler iki ay sonra Gelibolu Yarımadasını
boşaltıp çekilip gitmeye mecbur
kalıyorlardı.”[35]
Ali Fuat Türkgeldi (Vahidettin’in
Mâbeyn Başkatibi):
“İngiliz ve Fransızlar Boğaza hücumda
sarf-ı nazar ederek karaya asker ihracı
ile arkadan zapt etmek teşebbüsünde
bulundular ve evvela Arıburun noktasına
ve sonra da Anafartalara kuvva-i külliyye
ile hücum eylediler. Anafarta hücumu,
Gazi hazretlerinin himmet-i
mahsusaları ile def olundu ve kendisi
“Anafartalar Kahramanı” unvanını
ihraz eyledi (kazandı).”[36] (Anıları ilk
defa 1924‘te yayınlandı.)
Mart 1918’de Mustafa Kemal Paşa ile
röportaj yapan [37] gazeteci Ruşen
Eşref Ünaydın, 28 Mart 1918:
“…Memleketin en tehlikeli zamanlarında
can verircesine vazife başına atılan bu
kahramanın elini sıktım. İçimde ona karşı
derin bir hürmet, bir İstanbul çocuğu
ruhuyla derin bir şükran olduğu halde
yanından ayrıldım.”[38]
Lütfi Simavi (Sultan Reşad’ın
Başmabeyincisi):
“Bu gezide (Almanya gezisi), o sırada
İstanbul’da bulunan Çanakkale kahramanlarından
Mustafa Kemal Paşa ile
Miralay Naci Bey (Eldeniz) de
bulunmaktaydı. (...) Çanakkale’deki
övünç ve gurur verici hizmetleriyle,
herkes gibi ben de kendisini gıyaben
tanıyordum. Hizmetlerinden ve başarılarından
dolayı kendisini orada tebrik
ettim. Tanışmaktan duyduğum şeref
ve iftihar duygularımı bildirdim.”[39]
Memleket Sevdasıyla...
İsmail Hakkı Okday (Vahidettin’in
damadı):
“Vahideddin Efendi bu seyahate
(Almanya seyahati) çıkarken, kendisine
refakat etmek üzere, o zaman
“Anafartalar Kahramanı” diye anılan
Mustafa Kemal Paşa’yı da yanına
almıştı.”[40]
Rıza Tevfik Bölükbaşı, 19.8.1918:
“Aşiyan’da Tevfik Fikret’e yapılan ilk
anma töreni için… geldiği zaman
kendisini kapıda karşılamış ve ihtifale
başlamadan evvel, orada bulunanlara ve
Tevfik Fikret’in eşine, “Anafartalar
kahramanı meşhur Miralay Mustafa
Kemal Beyefendi” diye takdim
etmiştim.”[41]
M.Z. (M. Zekeriya Sertel), “Büyük
Mecmua”, 20 Mart 1919:
“Osmanlı tarihinin en şerefli bir
sayfasını işgal edeceğine şüphe
olmayan Çanakkale başarısı, orada
çarpışan Türklük ruhunu, Türklük
fedakârlığını ispat ettiği gibi bir de
Mustafa Kemal gibi büyük bir
kahramana malik olduğumuzu gösterdi.
Tarih Çanakkale vakasını kaydederken
hiç şüphesiz Mustafa Kemal ve Cevat
Paşaların isimlerini de altın harflerle
yazacaktır… Büyüklerini tanımak
mecburiyetinde olan gençlik, Mustafa
Kemal adını da belleklerine eklemeli
ve kurtarıcılarımızdan birinin de o
olduğunu unutmamalı.”[42]
Yahya Kemal, “İleri gazetesi”, 6 Mayıs
1921:
“Fatih’te, Aksaray’da küçük dükkanlarda,
Eminönü’ne kadar bütün vitrinlerde,
muzaffer kumandanlarımızın yanında
Mustafa Kemal Paşa’nın da resmi
bulunurdu, hatta köprüde, şapkalı
satıcıların Mustafa Kemal Paşa’nın
alçıdan küçük heykellerini sattıkları
bilinmektedir.”[43]
21 Ekim 1915’te cephede Mustafa
Kemal’i ziyaret eden Uryanizade Ali
Vahid’in, 1915’te yazdığı, 1916’da
basılan kitabından:
“…Anafartalar Grubuna gitmek üzere sabah
erken hareket olundu. O grupta bu heyet bir gün
yaşadı ki dünyada anlatımı mümkün olmaz.
Karşılama, iyi muamele, ağırlama, mihmandarlık
olsa da Allah için bu kadar olur… Bu grubun
kahramanı Mustafa Kemal Bey’e, bu büyük
kumandana, bütün Müslümanlar ve müttefiklerimiz
şükran borçludurlar. Anafartalar’ın en
nazik bir zamanında Mustafa Kemal Bey’in
aldığı tertibat ve tertip ettiği bir hücum
sayesinde Boğaz büyük bir tehlikeden
kurtulmuştur.”[44]
Memleket Sevdasıyla...
Çanakkale Muharebelerine katılan H.
Cemal adlı subayın, 1915’te yazdığı
“Ulu Cenk” isimli Çanakkale
Muharebeleri’ni anlatan kitabından:
“Çanakkale’ye bir zafer heykeli dikmek
şerefi ile Türkler şeref kazanacaklarsa o
heykelin, Çanakkale’yi kurtaran
Mustafa Kemal Bey olması lazımdır.
Başkası olamaz. Bu hak kimseye
verilemez.”[46]
Veliaht Vahidettin (15 Aralık 1917‘de
Almanya seyahatinin ilk günü trende):
“Afedersiniz Paşa Hazretleri, birkaç
dakika evveline kadar kiminle seyahat
etmekte olduğumu bana izah
etmemişlerdi. Ancak trenin hareketinden
sonra aldığım malumat üzerine gıyaben
çok iyi tanıdığım ve takdir ettiğim bir
kumandanımızla beraber bulunduğumu
anladım. Ben sizi çok iyi bilirim.
Arıburnu’nda ve Anafartalar’da
yaptığınız bütün icraat, kazandığınız
muvaffa-kiyetler
tamamen
malûmumdur. Siz İstanbul’u ve her şeyi
kurtarmış bir kumandanımızsınız,
beraber seyahat etmekte olduğum için
çok memnun ve bundan müftehirim
(övünç duyuyorum).”[47]
Mehmed Emin, Ordunun
Destanı, Matbaa-i Ahmed
İhsan ve Şürekası, İstanbul,
1331 (1915), sayfa 38.
[45]
Ey bugüne şahit olan Sarphisarlar
Ey kahraman Mehmet Çavuş
Siperleri
Ey Mustafa Kemallerin aziz yeri
Ey toprağı kanlı dağlar, yanık yerler
Ali İhsan Sabis Paşa, 5. Ordu Komutanı
Liman Von Sanders’in Gelibolu
yarımadasına düşmanın asker çıkarması
ihtimalini zayıf ve düşmanın esasen
Bozcaada karşısındaki sahillere çıkarma
yapacağı tahmininden dolayı Gelibolu
yarımadasındaki kuvvetlerin büyük bir
kısmını Anadolu tarafına nakletmek
istediğini belirtiyor. Bunun, “bereket versin
ki” diyerek Mustafa Kemal tarafından
önlendiğini şu sözlerle anlatıyor:
Memleket Sevdasıyla...
“19. fırka (tümen) kumandanı olan
Mustafa Kemal, kendi fırkasıyla
Anadolu’ya geçmek emrini almış iken,
düşman o esnada Arıburnu’na asker
ihracına başladığından 19. fırka
kumandanı kendiliğinden pek takdire
şayan bir karar vererek bu tehlikeli
düşmana dönmüş, karşıya geçmek
hakkındaki ordu emrini, yani Liman
Paşanın emrini yapmamış; bu suretle
mağrur Alman Generalinin hatasının önü
alınmış ve Çanakkale müdafaası
harikası vücuda gelmiştir. Eğer
Gelibolu yarımadasındaki kuvvetler
evvelce Anadolu’ya geçirilmemiş olsaydı
düşmanın Arıburnu’nda tutunmasına bile
imkan kalmaz ve ilk günü hepsi denize
dökülürdü.”[48]
Rauf Orbay (Hamidiye Kahramanı):
“İngilizlerin (Seddülbahir) ve (Arıburnu)
civarına asker çıkarmaya başladıklarını
haber alan Mustafa Kemal Bey, emir
beklemeksizin, tümenini Arıburnu’na
tahrik etmiş ve (Kocaçimen) tepesini
zapt için ilerlemekte olan düşmanı,
taarruzla mağlup ve perişan ederek,
sahile kadar sürüp, Gelibolu
Yarımadasının güney kısmını düşmekten
kurtarmıştı. İngilizler, bu taarruzlarında
muvaffak olamayınca, (Anafarta) sahiline
çıkardıklan kuvvetlere Seddülbahir
istikametinde ilerlemeye başlamışlardı.
Bunlara karşı sevkedilen kuvvetlerimizin
kumandanı, taarruz’da tereddüt edince,
yerine memur edilen Mustafa Kemal Bey,
kumandayı üstüne alır almaz, giriştiği
şiddetli mukabil taarruzlarla, boğaza
hâkim tepelere kadar ilerleyen İngilizleri
tekrar mağlup ederek, sahile sürmüştü.
Mustafa Kemal Bey, bu suretle; Boğazın
düşman eline geçmesine mâni olarak,
Çanakkale muharebelerinin o andan
itibaren siper savaşına çevrilmesini ve
nihayet İngilizlerin aman deyip
çekilişleriyle Yarımadanın ve dolayısıyle
İstanbul’un kurtulmasını temin etmiş
oluyordu. Bizi Asya’ya atarak
müttefiklerimizden ayırdıktan sonra,
Ruslarla birleşmek hususundaki İngiliz
emellerine, isabetli kararı ve başarılı
taarruzu ile ilk mâni olan, şüphesiz ki
Mustafa Kemal Beydir.”[49]
Alman İmparatoru Kayzer II. Wilhelm,
19 Aralık 1917 (Mustafa Kemal’in
ağzından):
“…İmparator, diğer eliyle benim elimi tuttu ve
çok yüksek sesle, Almanca olarak, ’16.
Kolordu, Anafarta’ sözlerini telaffuz etti.
Bütün hazır bulunanlar, İmparator’un bu
ihtarı (uyarısı) üzerine bana teveccüh
ettiler (döndüler). Ben Kayzer’in ne demek
Memleket Sevdasıyla...
istediğini anlamadığımdan biraz sıkıldım
ve önüme baktım. İmparator, benim bu
mahcup ve mütevazı vaziyetimden
şüphelenerek, yanlış bir hitapta
bulunmuş olması ihtimalini düşünmüş
olsa gerek, bana sordu:
‘Siz 16. Kolordu Kumandanlığını ve
Anafartaları yapmış olan Mustafa Kemal
değil misiniz?’
Almanca sorulan bu suale Fransızca
cevap verdim:
‘Evet Ekselans’.”[50]
Kont Sforza (İtalya Yüksek Komiseri):
17 Aralık 1918: “Çanakkale kahramanı
Kemal Paşa…”[51]
1919: “Kemal’in şöhreti halk arasında
yaygındı…”[52]
1927: “Çanakkale müdafaasının
kahramanı olarak Türkiye’de maruf
(tanınmış) olan Mustafa Kemal
Paşa…”[53]
Amiral Calthorpe (İngiliz Yüksek
Komiseri), 23 Haziran 1919:
“Çanakkale Savaşı’nda ün yapmış
bulunan ve Samsun’a Ordu Müfettişi
olarak gönderilen Mustafa Kemal
Paşa…”[54]
Amiral Webb (İngiliz Yüksek Komiseri),
28 Haziran 1919:
“Çanakkale Savaşı’nda bir hayli şöhret
yapan Mustafa Kemal, Başbakan
(Sadrazam) tarafından Samsun’a
müfettiş olarak gönderildi…”[55]
İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee
(1926‘da yayınlanan “Turkey” adlı
kitabından):
“Mustafa Kemal parlak bir asker, başına
buyruk bir kişi idi… Çanakkale Seferi’nde
Anafartalar da İngiliz kuvvetlerini
durdurunca; hem Almanya’da, hem de
Türkiye’de askerî bir kahraman oldu.
Bundan sonra da, Alman Yüksek
Komutanlığı ile Türk Başkomutanı Enver
Paşa tarafından sevilmesine rağmen,
askeri ünü pekleşti…”[56]
Eski İngiliz Başbakan Winston Churchill,
1920:
“Kaderin adamı.”[57]
“İngiliz stratejik planlarını boşa çıkartan.”[58]
Liman von Sanders (Osmanlı Mareşali):
1915 (Enver Paşa’ya yazdığı mektup):
“Albay Mustafa Kemal Bey’i, vatanın bu
büyük savaşta hizmetlerine muhakkak
surette muhtaç olduğu, çok müstesna,
kaabiliyetli, yetkili ve cesur bir subay olarak
tanıdım ve takdir etmeyi öğrendim. Albay
Mustafa Kemal Bey,.. (düşmanın) ilk karaya
Memleket Sevdasıyla...
çıkış hareketinden beri 19. Tümen’in
başında parlak şekilde savaşmış…
Albay Mustafa Kemal Bey, burada da
görevini büyük bir cesaret, iyi ve açık
tertibat alarak ifa etmiştir. Öyle ki
kendisine -vazifem gereği olaraktakdirimi
ve şükranımı tekrar tekrar ifade
ettim.”[59]
29 Eylül 1922 (“Evening Star”
gazetesinde yayınlanan röportajı): “Mart
1915’te onunla ilk tanıştığımda Kemal 5.
Türk Ordusu’nun komutasındaydı. Daha
sonra İngilizlerin ilk birliklerini oraya
indikten sonra Anafarta bölgesinde bir
birliği komuta etti. 9 Ağustos’ta
Kemal’in kendisi Anzaklara saldırdı,
bir mermi kalbine yakın bir yere
çarptı, ama altın saati tarafından
durduruldu. İngilizlerin çekilmesiyle
sonuçlanan savaştan sonra, bana
kurşunun açtığı çukurlu saati gösterdi,
Bunun karşılığında ona kendiminkini
verdim (yani kendi saatini Mustafa
Kemal’e verdiğini kastediyor)… Askerleri
arasında yağmalamaya veya zorbalığa
asla tahammül etmedi… O büyük bir
devlet adamı ve aynı zamanda büyük bir
general ve ayrıca çok iyi
görünüşlüydü.”[60]
Liman von Sanders’in yayınlanan demecinde,
Mustafa Kemal’in 9 Ağustos’ta
yaralandığını ve saatinin parçalandığını
yazılmış, fakat bu tarih 9 değil 10
Ağustos’tur. Bu bir günlük tarih hatası
Liman Paşa’dan mı yoksa gazeteden mi
kaynaklanıyor, bilemiyoruz.
C.F. General Aspinal Oglander
(Çanakkale askeri tarihi yazarı), 1932:
“Gazi Hazretlerinin Çanakkale’de,
Çanakkale muharebelerinde göstermiş
olduğu çok yüksek sevk ve idare,
fedakârlık ve feragat her türlü övgünün
üzerindedir. Ve bu hususta ne söylense
azdır… Gazi Hazretleri Çanakkale
Savaşlarının kaderinde tek tayin edici
rolü oynamış, Çanakkale’nin kaderini
tayin etmiştir. Bir tümen komutanının tek
başına cephenin üç ayrı yerinde yaptığı
ayrı, ayrı hareketlerle Çanakkale
savaşlarının kaderi Türkler lehine
değişmiştir. Bu suretle komutan
askerlerine büyük bir zafer
kazandırmakla kalmamış tarihte çok
ender rastlanabilen azim ve kararlılıkla
birlikte komuta etmek sanat ve
yeteneğini de göstermiştir. Mustafa
Kemal, o tarihte bir tümen komutanı
olarak olağanüstü yetenekleri ve
dehasıyla durumu kavrayarak yaptırdığı
Memleket Sevdasıyla...
hareketlerle yalnız büyük bir
muharebenin mecrasını ve kaderini
değiştirmekle kalmamış savaşın sonuda
ve hatta İmparatorluğun kaderini de
değiştirmiştir. Kısaca Gelibolu
muharebeleri bütünüyle Gazi Mustafa
Kemal’in üstün deha ve zekasıyla
etkili olduğu bir tarihi anlatır…”[61]
MUSTAFA KEMAL’İ CEPHEDE
ZİYARET EDENLER
Çanakkale Savaşı’nda Arıburnu,
Anafartalar ve Conkbayırı zaferlerinin
komutanı Mustafa Kemal’in başarılarını
neredeyse duymayan kalmamış;
Osmanlı Harbiye Nazırı’ndan, cephedeki
erlere, yerel yöneticilerden, milletvekillerine,
yerli ve yabancı basın
mensuplarından, sivil halka kadar
herkes, Mustafa Kemal’in “Çanakkale
kahramanı” olduğunu öğrenmiş ve
herkes, ilk fırsatta “Çanakkale
kahramanı” Mustafa Kemal’i kutlamak
için cepheye gidip, ziyaret etmişti.
İşte gün gün, Çanakkale’de Mustafa
Kemal’i ziyaret edenler:
11 Mayıs 1915: Başkomutan Vekili
Enver Paşa, öğleden sonra, 3. Kolordu
Komutanı Esat Paşa’yla beraber
Kemalyeri’nde Mustafa Kemal’i ziyaret
etmişlerdir.[64]
1 Temmuz 1915: İstanbul’dan gelen
Ajans Müdürü Hüseyin Tosun ile
Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nden Ali
Ekrem (Bolayır) Bey, 19. Tümen
Karargahı’nda Mustafa Kemal’i ziyaret
etmiştir.[65]
10 Temmuz 1915: Tasvir-i Efkâr gazetesi
muhabiri Ferit Bey, 19. Tümen
Karargahı’nda Mustafa Kemal’i ziyaret
etmiştir.[66]
16 Temmuz 1915: Gazeteci, yazar ve
şairlerden oluşan bir edebi heyet, harp
alanını ziyaret etmek üzere, İstanbul’dan
Çanakkale’ye gelmiştir. Hamdullah Suphi
(Tanrıöver), Ahmet Ağaoğlu, Ali Canip
(Yöntem), Ömer Seyfettin, Mehmet Emin
(Yurdakul), İbrahim Alâettin (Gövsa),
Hakkı Süha (Gezgin), Enis Behiç
(Koryürek)’in de içinde bulunduğu heyet,
Çanakkale cephesine gelerek 5. Ordu ve
3. Kolordu Karargahlarını ziyaret etmiş,
Arıburnu ve Seddülbahir harp bölgelerini
gezmiştir. Heyet, Cesarettepesi’ne giden
yolun düşman kontrolünde ve tehlikeli
olduğu nedeniyle Mustafa Kemal’i ziyaret
edememiş, ancak telefonla konuşarak
başarılarını kutlamışlardır.[67]
Memleket Sevdasıyla...
17 Temmuz 1915: Gelibolu Mutasarrıfı
Süreyya (Yiğit) Bey’le Maydos (Eceabat)
Kaymakamı Rahmi Bey, 19 Tümen
Karargahı’nda Mustafa Kemal’i ziyaret
etmişler ve geceyi karargahta
geçirmişlerdir.[68]
30 Temmuz 1915: 3. Kolordu Komutanı
Esat (Bülkat) Paşa ve Kurmay Başkanı
Fahrettin (Altay) Bey, 19. Tümen
Karargahı’na gelerek Mustafa Kemal’i
ziyaret etmişlerdir.[69]
20 Ağustos 1915: 1. Ordu Komutanı
Mareşal von der Goltz, karargahının
bulunduğu Gelibolu’dan Anafartalar
Grubu Komutanlığına Karargahı’na
gelmiş, Mustafa Kemal ile görüşmüş,
daha sonra onunla birlikte Anafartalar
cephesine giderek gözetleme yerine
çıkmıştır.[70]
21 Ağustos 1915: Mareşal Liman von
Sanders, sabah, Çamlıtekke’de Anafartalar
Grubu Komutanlığı Karargahı’na
gelmiş ve Mustafa Kemal ile
görüşmüştür.[71]
Polonyalı bir bayan gazeteci, Mustafa
Kemal ile görüşmek için Kemalyeri’ne
gelir ve 2. Anafartalar Zaferi’nin coşkusunu
Mustafa Kemal’le birlikte yaşar.[72]
22 Ağustos 1915: Mareşal Liman von
Sanders, sabah, tekrar Çamlıtekke’de
Anafartalar Grubu Komutanlığı
Karargahı’na gelmiş ve Mustafa Kemal ile
görüşmüştür.[73]
24 Ağustos 1915: Polonyalı bayan
gazeteci, 24 Ağustos’ta tekrar Mustafa
Kemal’i ziyarete gelmiştir.[74]
2 Eylül 1915: Bir Alman gazeteci,
Mustafa Kemal’i ziyarete gelmiştir.[75]
8 Eylül 1915: Türkiye’nin ilk filmcisi
Necati Bey, Mustafa Kemal’i ziyarete
gelmiş ve 3 gün çekim yapmıştır.[76]
10 Eylül 1915: Tanin gazetesi ve tarih
yazarı Ekrem Bey, Mustafa Kemal’i
ziyarete gelmiştir.[77]
21 Ekim 1915: Esat Essefit Efendi
başkanlığında Suriye edebi (yazar ve
şairler) heyeti, Anafartalar Grubu
Karargahı’nda Mustafa Kemal’i ziyaret
etmişler, heyet üyeleri daha sonra
cepheleri dolaşmıştır.[78]
Memleket Sevdasıyla...
21 Ekim 1915: Esat Essefit Efendi başkanlığında Suriye edebi (yazar ve şairler)
heyeti, Anafartalar Grubu Karargahı’nda Mustafa Kemal’i ziyaret etmişler, heyet
üyeleri daha sonra cepheleri dolaşmıştır.[78]
31 Ekim 1915: Başkomutan Vekili Enver Paşa, beraberinde Ahmet İzzet Paşa,
Yarbay Feldmann ve Başyaver Kazım (Orbay) Bey, Anafartalar Grubu
Karargahı’nı ziyaret etmişler ve Mustafa Kemal ile görüşmüşlerdir.[79]
3 Kasım 1915: İstanbul’dan Gelibolu’ya gelen Ayan ve Mebusan Heyeti,
Anafartalar Grubu Karargahı’na giderek Mustafa Kemal’i ziyaret etmişler ve
beraber cepheyi gezmişlerdir.[80]
Hani Mustafa Kemal Çanakkale’de yaptıklarından dolayı zamanında bir
kahraman değildi?
Hani Mustafa Kemal’in Çanakkale kahramanlığı ilk kez Mart 1918’de
Ruşen Eşref tarafından ortaya atılmıştı?
Hani Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rolü, daha sonra ki zamanlarda
abartılmıştı?
Hani 1919’da halk ve hatta aydınlar, Mustafa Kemal’i tanımıyordu?
Hepsinin yalan olduğunu gördük!
Memleket Sevdasıyla...
KAYNAKÇA
[1] Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, 5. Cilt, 1. baskı, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1992, sayfa 248, 398.
[2] Mustafa Armağan, “Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rolü abartıldı mı?”, mustafaarmagan.com.tr, 15 Mart 2015. (Son erişim tarihi: 2 Mayıs 2021.)
[3] Vehbi Vakkasoğlu, Son Bozgun, 3. Cilt, 2. baskı, Timaş Yayınları, İstanbul, 1990, sayfa 19, dipnot.
[4] Atatürk İle İlgili Arşiv Belgeleri (1911-1921 Tarihleri Arasında Ait 106 Belge), T.C. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Ankara, 1982, sayfa 10,
belge 9/a.
Ayrıca bakınız; Askeri Yönüyle Atatürk, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Atatürk Serisi Yayınları, Ankara, 1981, sayfa 45, 148.
Em. Alb. Cihat Akçakayalıoğlu, Atatürk, “Komutan, İnkılâpçı ve Devlet Adamı Yönleriyle”, 2. baskı, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı
Yayınları, Ankara, 1988, sayfa 70, 71, 707.
Hazırlayan: Em. Kur. Alb. Nusret Baycan, Atatürk’ün Nişan ve Madalyaları, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1986,
sayfa 5, 177.
Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Kafkas Cephesi, 2. Ordu Harekatı 1916-1918, Cilt 2, Kısım 2, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı
Askeri Tarih Yayınları, Ankara, 1978, sayfa 39.
Prof. Dr. Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, 4. baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2020, sayfa 12, 21, 63.
Şükrü Tezer, Atatürk’ün Hatıra Defteri, 7. baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2019, sayfa 41.
Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, 3. baskı, Rafet Zaimler Yayınevi, İstanbul, 1958, sayfa 156, 618.
Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri, Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1990, sayfa 106.
İlber Ortaylı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 8. baskı, Kronik Kitap, İstanbul, 2019, sayfa 132, 133.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar, Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayii A. Ş. Basımevi, İstanbul, 1969, sayfa 95.
Fahrettin Altay, On Yıl Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul, 1970, sayfa 114.
Uluğ İğdemir, Atatürk’ün Yaşamı, 1. Cilt, 2. baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, sayfa 77.
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, Cilt 1, 47. baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2020, sayfa 252.
Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, (Yeni baskıya hazırlayan: Arı İnan), 20. baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019, sayfa
11, 462.
Şevket Beysanoğlu, Mustafa Kemal Atatürk’ün Diyarbakır’daki Kafkas Cephesi Komutanlığı, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt II, Mart 1986, Sayı 5,
sayfa 487.
Belgelerle Atatürk, Milli Savunma Bakanlığı, Ankara, 1999, sayfa 15, 48.
Veli Değirmenci, “Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938)”, Din, Bilim, Uygarlık ve Atatürk, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2007, sayfa 15.
Sadi Borak, Atatürk’ün İstanbuldaki Çalışmaları (1899-16 Mayıs 1919), 2. baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1998, sayfa 86, 277.
Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 5. baskı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2017, sayfa 13, 67.
Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, 2. baskı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2007, sayfa
69.
Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk, 1. baskı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1987, sayfa 12, 222.
Prof. Dr. Yücel Özkaya, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Hayatı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2003, sayfa 93, 639.
Yusuf Çotuksöken, Atatürk Antolojisi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1982, sayfa 5.
Turgut Gürer, Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, Cepheden Meclise Büyük Önder ile 24 Yıl, 5. baskı, Gürer Yayınları, İstanbul, 2007, sayfa 36 ve
devamı.
Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, 3. baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2017, sayfa 144, 146.
Celal Erikan, Komutan Atatürk (Cilt I-II), 2. baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1972, sayfa 184, 868.
Ahmet Yavuz, Başkomutan / Emsalsiz Lider, 2. baskı, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2021, sayfa 117.
Fethi Naci, 100 Soruda Atatürk’ün Temel Görüşleri, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1970, sayfa 7.
Özer Ozankaya, Cumhuriyet Çınarı, 1. baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1996, sayfa 145.
Muvaffak İhsan Garan, Milletlerin Sevgilisi Atatürk, 1. baskı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, sayfa 13.
Mehmet Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, 1. baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1975, sayfa 129.
Erol Mütercimler, Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal, 8. baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2010, sayfa 341.
Turgut Özakman, Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Kronolojisi, 1. baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999, sayfa 24.
Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 2. Kitap, 6. baskı, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2017, sayfa 132.
[5] Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, 2. baskı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2007,
sayfa 69.
Ayrıca bakınız; Hazırlayan: İzzeddin Çalışlar, On Yıllık Savaş, Org. İzzettin Çalışlar’ın Not Defterlerinden Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal Savaşları,
(Gözden geçirilmiş ve eklerle genişletilmiş) 1. baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010, sayfa 174.
Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, 3. baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2017, sayfa 144.
Askeri Yönüyle Atatürk, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Atatürk Serisi Yayınları, Ankara, 1981, sayfa 45.
Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri, Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1990, sayfa 106.
YAZININ KAYNAKÇASININ DEVAMI İÇİN YAZARIMIZ VOLKAN AKSOY'UN BU YAZISINA BAKABİLİR:
https://ataturkkaynakcasi.wordpress.com/2021/04/05/ataturk-parlak-bir-asker-degildi-yalani/
Memleket Sevdasıyla...
Memleket Sevdasıyla...
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a Millî Mücadele’yi başlatan Mustafa
çıkmadan evvel Karakol Cemiyeti’nin Kemal Paşa, Damat Ferit kabinesinin
kurucu unsurlarıyla görüşmüştü. Sadece istifa etmesi için faaliyetlerde
görüşmekle de kalmayan Mustafa bulunmuştu. Ancak ülke içindeki birtakım
Kemal, bu görüşmede birtakım eylem hadiseler Mustafa Kemal’i rahatsız
planları dahi hazırlamıştı. Bunlara Ali
Fethi Bey ve Rauf Bey de şahitlik etmişti.
[1]
ediyordu. Millî Mücadele’de aktif bir rol
oynayan Karakol Cemiyeti’nin lideri Kara
Vasıf Bey, Ağustos 1919’da tüm ordu
1919’da Karakolcular marifetiyle birimlerine bir tebliğ göndererek, hem
Anadolu’ya geçen subay sayısının Karakol’un varlığını ilan etmiş hem de
artmasıyla direniş hareketi de kendini başkumandanı olan bir teşkilat olarak
göstermeye başlamıştı. Harekete liderlik Karakol Grubu’nu tanımlamıştı. Bu
edecek otorite sahibi ve ismi lekesiz olan durumu İttihat ve Terakki’nin yeniden
birine ihtiyaç söz konusu olmuştu. canlandırılması olarak algılayan Mustafa
Karakolcuların, Talât Paşa’dan sonra
sadrazamlık yapan Ahmet İzzet (Furgaç)
Kemal Paşa, Sivas Kongresi’ne delege
sıfatıyla katılan Kara Vasıf Bey’e bu
Paşa’ya müracaat ettiğini biliyoruz. durumu izah etmesi istikametinde
Paşa’nın İttihatçı olmamasına rağmen meselenin iç yüzünü anlamak için birkaç
sağlam bir vatansever olduğu için soru sormuştu. Mustafa Kemal Paşa,
İttihatçıların itimat ettiği biriydi. Anlaşma Kara Vasıf Bey’in izahatından memnun
sağlanamayınca Karakolcuların önde olmamıştı. Bunun üzerine Kara Vasıf
gelenleri Mustafa Kemal’e başvurdular.
Bir başka ifadeyle Karakolcular, Mustafa
Bey ile Kara Kemal Bey, Karakol’u
Mustafa Kemal Paşa’nın emrine vermeyi
Kemal Paşa’ya direnişin lideri olmaya düşünmüştü. Tüm bu gelişmeler
ikna etmişlerdi. Nitekim Mustafa Kemal
başından itibaren İttihat ve Terakki
yaşanıyorken Mustafa Kemal Paşa, bir
taraftan iç meseleleri bir diğer taraftan da
üyesiydi ve siyasal anlamda da dış meseleleri kontrol altında tutmaya
yıpranmamış bir isimdi. [2]
çalışmaktaydı.[3]
Memleket Sevdasıyla...
Millî Mücadele’nin başından zaferle
sonuçlanmasına kadar, mutlak surette
vatansever bir çizgide hizmet etmiş olan
Karakolcular ve devamı niteliğindeki
örgütlenmeler; fedakâr kadrosuyla çetin
görevleri başarıyla sonuçlandırmıştı.
Ancak, Karakolcular içindeki bir kısım
unsurların yanlış tutumları üzerine
kapatılarak, buradaki unsurlar Müdafaa-i
Milliye Teşkilatı ve MİM MİM gruplarına
geçiş yapmışlar ve Millî Mücadele’ye
katkılarını sürdürmüşlerdi.
Anadolu merkezli direniş hareketinin,
1918 ve 1919 yıllarında gerçekleştirilen
yerel bölgesel kongrelerinden, 1922’deki
zafere kadar olan kısmı Mustafa
Kemal’in ulusal direnişin mutlak lideri
olarak ortaya çıkmasının hikâyesini
kapsamaktadır. Unutmamak gerekir ki
kongreler, yerel direniş hareketlerinin
teşkilatlanmasında kilit bir rol oynamıştır.
Bu anlamda Karakolcuların da
sahadaki faaliyetlerinin, ulusal direniş
hareketinin başarıya ulaşmasında önemli
katkıları olmuştu. Karakol’un merkezinde
ve sahada kullandığı personelin İttihatçı
olması, Mustafa Kemal’e gözü kapalı
bağlı olmadıkları anlamına gelmekteydi.
Ocak 1920’de Karakolcuların kendi
başlarına Bolşevik temsilcilerle yürüttüğü
müzakereler buna örnek teşkil
etmektedir.[4]
Mustafa Kemal’in inisiyatifi dışında
kurulan Karakol Cemiyeti, Mustafa
Kemal’in Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti’nin teşekkül ettiği
andan itibaren kapatılması yönündeki
emrini 16 Mart 1920’ye kadar
uygulamaya koymamıştır.[5]
Memleket Sevdasıyla...
KAYNAKÇA
[1] AKAL, Emel, Mustafa Kemal, İttihat Terakki
ve Bolşevizm, İletişim Yayınları, s.184.
[2] ZÜRCHER, Eric jan, Modernleşen
Türkiye'nin Tarihi, İletişim Yayınları, s.213.
[3] AKAL, Emel, Mustafa Kemal, İttihat Terakki
ve Bolşevizm, İletişim Yayınları, s.85.
[4] ZÜRCHER, Eric jan, Modernleşen
Türkiye'nin Tarihi, İletişim Yayınları, s.233.
[5] AKAL, Emel, Mustafa Kemal, İttihat Terakki
ve Bolşevizm, İletişim Yayınları, s.191.
Memleket Sevdasıyla...
Memleket Sevdasıyla...
Büyük Türk ulusunun asil evlatları, ulu
ataların yiğit ahfadları ve sarı börklü
Gazi’nin, vârisleri; dergimizin ikinci ve
özel sayısında Atatürk’ün İslam’a
hizmetlerinden ve akılcı, bedevi
kültüründen uzak olan gerçek İslam’a
yani dinde öze dönüş projesinden
bahsedeceğim. Büyük deha Gazi Paşa
onca sene düşmanla çarpışmış ancak en
büyük tehlikenin cehalet olduğunu
anlamıştır. O cehalet, Arap kültürünü
güzel İslam sandığından bizi vurmak,
bitirmek, sömürmek isteyenler bu
yönümüzden vuruyor. Bunu Ruhbanlar,
sahte din adamları, şeyhler, tarikatlar
gibi 1. Sayıda bahsettiğimiz şeytan
evliyaları ve ordularını kullanarak
yapıyorlar. Atatürk bu oyunu bozmak
istemiş ve isteğini de gerçekleştirmiştir.
Kur’an’da Sizden her biri için bir yol/
şerîat ve bir yöntem belirledik. Allah
dileseydi sizi elbette bir tek ümmet
yapardı. Ama size vermiş olduklarıyla
sizi imtihana çeksin diye öyle
yapmamıştır. O halde hayırlarda
yarışın.[1] derken o cehalet uçurumuna
düşenler tek bir ümmete göre düşünüp
“Peygamber Efendimiz böyle yapmış,
derken o cehalet uçurumuna düşenler
tek bir ümmete göre düşünüp
“Peygamber Efendimiz böyle yapmış,
böyle olacaktır.” diye konuşup kaynak
gösteremeden, Kur’an ile çelişerek bu
bedevi kültürüne bağlanıyorlar. Bundan
da Türk ulusunu sömürmek, yok etmek
isteyenler faydalanıyor. “Şeriat
istiyoruz” demenin “İslam isteriz”
demek ile hiçbir alakası yoktur.
“Şeriat Kuranın getirdiği dinin adı
değildir, Kuranın getirdiği dinin adı
İslam’dır, Sadece İslam. Başka adı yok.
Neden İslam demezler de şeriat derler
Çünkü İslam derlerse iddialarını
Kur’an’la ispat etmeleri gerekir. Oysaki
Allah ile aldatanların din dediklerinin
Kur’an’dan onay alması mümkün
değildir. Şeriat diyerek meseleyi her
yana çekilebilir hale getirmekte sıkışınca
da 'Ulemanın kavli budur, icma bu
yoldadır, ecdadımız böyle karar
vermiştir, asırlardır Müslümanların
uygulaması böyledir.' gibi dayatmalarına
uygun bir dini öne çıkarma yoluna
gitmektedirler. İslam’ın olmazsa
olmazlarını Kur’an belirler. Ne
ulemanın ne icmaın ne de ecdadın böyle
Memleket Sevdasıyla...
bir yetkisi vardır. Onların belirledikleri
‘dün öyleydi ‘ Onların belirledikleri dün
açısından saygın olabilir. Bu ayrı bir
şeydir. Bu saygınlık onları bugün için
dokunulmaz yapmanın gerekçesi
olmamalıdır.”[2] Şeriat, bu nedenle Allah
ile aldatanların oyuncağı hâline gelmiştir.
Halbuki Kur’an Allah ile aldatmanın
önünü kapatan tek ilahî kitaptır.[3]
Kur’an-ı Kerim’de o sahte din
adamlarının dini kullanarak halkı
sömürdüğünü söylenmiştir. Siz ey iman
edenler! Bilin ki hahamlardan ve
rahiplerden birçoğu insanların
mallarını, (ürettikleri) batıl inanç
karşılığı boğazlarına geçiriyorlar;
böylece (onları) Allah’ın yolundan
çeviriyorlar. Hem altın ve gümüş
toplayarak servet yapıp, hem de onu
Allah yolunda sarf etmeye
yanaşmayan kimseler var ya: işte
onları can yakıcı bir azap ile müjdele.
[4] diye geçer. İslam’da hiç kimsenin
Allah’ın dinini temsil etme yetkisi yoktur.
Allah hiçbir kişi ya da grubu temsilcisi
olarak tayin etmemiştir. “Din, insanların
ortak paydasıdır. Kimse din konusunda
bir diğerinden daha fazla hak ya da yetki
sahibi değildir. Şüphesiz Allah’ın dinini
en doğru ve güzel şekilde anlayarak
yaşamak her inananın en öncelikli
vazifesidir. Bilmediğini öğrenmek,
bildiğini düşündüğü kişilere danışmak,
herkesi ve her görüşü değerlendirmek ve
sonuçta, aklına, yaratılışına ve pek tabi
Allah’ın vahyine ve vahiy ile hareket
ederek inananlar için örnek olan
peygamberlerin hayatlarına göre inanç
ve kabullerini gözden geçirmek
durumundadır. Bu noktada meseleye
meşhur âlim Muhammed Abduh’un
düşünceleri üzerinden bakmakta yarar
vardır: 'Abduh şunu çok net bir üslupla
ortaya koymuştur ki İslam, dini otoriteyi
reddetmekle kalmamış onun izlerini
kökünden silmiştir. Hatta İslam’ın
getirdiği en önemli esas bu ilkeyi
yıkmaktır. İslam Allah ve Resulü’nden
sonra hiç kimseye başka birinin
inancına egemen olma ve imanına
baskı uygulama hakkı vermemiştir.
Resulullah bile denetleyici ve baskı
kuran biri değil, sadece tebliğ edici ve
uyarıcıdır. İslam’da iyiliği tavsiye edip
kötülükten uzaklaştırmaya çalışmaktan
başka bir otorite yoktur. Bu otorite de
belli bir sınıfa tahsis edilmemiş, bütün
Müslümanlara birlikte verilmiştir. Bu
yüzden bir kimsenin nasihat ve irşattan
başka yeryüzünde veya gökyüzünde
‘bağlama’ ve ‘çözme’ gibi bir yetkisi
bulunmamaktadır. Dolayısıyla dinin
Memleket Sevdasıyla...
görevlisi olmaz. Dinin gönüllüsü olur.
Görevli, sorumlu olduğu görev tanımına,
yapılması ve yerine getirilmesi gereken
bir iş olarak bakar. Gönüllü ise adanmış
bir ruh, ihlas ve samimiyet ile hareket
eder. İçinde din ve inanç olan her işte
gönüllülük, ihlas, samimiyet, adanmışlık
olmasının ve karşılığın sadece Allah’tan
beklenmesinin gerekliliğinde şüphe
yoktur.”[5] Bunların hepsini iyice
kavrayan Atatürk, kendisine göre
“lüzumlu bir müessese”[6] olan dini bir
an önce siyaset gibi kirli işlerden ayırmış
ve Türk Laikliğini getirmiştir. Atatürkçü
düşünce sistemi için çok önemli olan
bu “Laiklik”e mazisi binlerce yılı geçen
Türk milleti zaten kendisinden çıkma bu
prensibe alışmış ve bununla İslam gibi
temiz bir din yalanların hatsafada olduğu
siyasetin kirli emellerinden kurtarılmıştır.
“Laiklik nasıl Türklere ait?” dediğinizi
duyar gibiyim.
“Laik devlet, Türklere yabancı bir devlet
sistemi değildir. Devletlerarası hak
yazarlarından Nys(Droit İnternational)
meşhur eserinin başlangıcında bu
sistemin turanlı bir kurum olduğunu
kaydetmektedir ki, reddi imkânı olmayan
birçok deliller ve uygulama bu görüşü
teyit etmektedir. Nys'e göre laiklik
Türklerden Hıristiyanlara geçti.
Cengizliler devletinde bu cihet apaçık
görülmektedir. Örneğin, Cengiz
hanedanına mensup kadın ve
erkeklerden bazıları Şaman, bazıları
Hiristiyan bulunuyorlardı. Papazlara,
lamalara, imamlara vesaireye eşit bir
saygı göstereliyordu. (Tarihi
Muhtarasüddüvel.) Hatta Cengiz'in,
Holâgû'nun boş zamanlarında
Hıristiyan, Budist, İslam alimlerini bir
araya toplayarak, huzurlarında din
söyleşileri yaptırdıkları pek meşhurdur.
Bu bilginlerin Moğol sarayı usul ve
âdetlerine göre uymak zorunda oldukları
bir nokta vardı. O da Kaan'ın huzurunda
fazla bağırmamaktı. Aksi hareket eden
kim olursa olsun dışarı alınır ve temiz bir
sopa atılırdı. Cengiz'e ön gelen büyük
Asya'daki Türk devletlerinde geçer
sistemin laiklik olduğunda şüphe
yoktur. İslamdan sonra; doğuda ve
batıda kurulan Türk devletleridir ki,
dünya işlerinden halifenin elini kestiler.
Ve hilafet otoritesini sırf moral bir kurum
haline koydular. Holâgû Bağdat'ı
fethettikten ve halife Mustasaim'ı
öldürdükten sonra, Abbasi hilafeti 35 yıl
açık kalmıştı... İslam milletleri kendi
başlarının kaygusuna düştüklerinden
hilafet meselesiyle uğraşmadılar ya da
uğraşamadılar. Holâgû'nun bütün Abbasi
Memleket Sevdasıyla...
hanedanından olduğunu söyledi. Bir alay
adamlarla bunu ispat etti. Tarih vakayı
şöyle anlatıyor: ‘35 seneden beri
meydanda halife unvanını haiz bir zat
olmadığı halde 609 yılında Mısır'a
Araptan bir cemaat geldi. Yanlarında
siyahi bir adam olup anın Ahmed Ibni
Imam Elzahiriddinimam Elnasır idiğini
söylediler. ‘Sultan Baypars, Devlet ileri
gelenlerinden kurulu bir meclis akt ile
Araplar, minval meşruh üzere anın
nesebine şehadet eylediler! Anların
ifadelerine göre bu zat Imam Müsteferin
biraderi ve Müstansırın ammi olmak
lazım gelip kadı dahi şuhut ile anın Beni
Abbas'tan olduğuna hükmetti. Bu hüküm
bir nevi tevatür beyyinesine dayanıyordu.
Anin üzerinde Müstansını billah
Ebulkasım Ahmed deyu telkip
olunarak Baypars ve sair nas, ana
hilafetle biat eylediler. O dai kafei
umuru müslimini ala melainnas
Baypars'a tevfiz eyledi.'(Cevdet Paşa,
Kısası Enbiya, C. II, S. 905-906.) İkinci
defa olarak, Abbasi hilafeti bu suretle
kurulmuş oluyordu. Fakat yine Cevdet
Paşa diyor ki: ‘Nas bunca yıllardan beri
Hülefayi Abbasiyeye alışmış
olduklarından bu halifei nev cah, canibi
Irak'a giderse halk onun başına toplanır
ve Bağdat istilâs olunur diye Baypars
onun ordusunu tanzim ile ânî canip Irak'a
gönderdi. O dahi Aneye kadar gitti. Lakin
bir fırka Tatar askeri gelip onu ve
maiyyetindeki kalabalığın ekserini
katlettiler.’ Dikkat ediliyor mu, hilafet ne
hale düşmüş bulunuyor? Türk Sultanı
Baypars, halifeye bir ordu hediye ediyor
ve onu Irak üzerine memur ediyor. Tarih
bundan sonrasını daha dikkati çeker bir
tarzda anlatıyor: "Baypars Mısır'a
avdetinde yine Ali Abbasdan halife
Müsterişte müntehi olduğu mervi olan
Ahmed namında biri zuhur ile 660
senesi evahirinde ispati nesep etti ve
hâkim biemrillah Ahmed deyu telkip
olunarak ona da hilafet ile biat olunduysa
da Baypars onu kalenin bir burcunda
iskan ile dairesinin tanzimi için masraf
etmedi. Fakat hutbelerde namı Baypars
namıyla beraber zikrolunurdu. ‘Devleti
Fatimiye munkariz ve Mısır'da Galatı Şia
mezhebi zail olmuş ise de gerek
Mısır'da, gerek diyarı Afrikiyede şia
bakayası mevcut olduğundan onların
zuhuruna mani olmak üzere Mısır'da
resmi bir halifei Abbassi bulunmaması
kölemenlerin efkarı siyasiyelerine
muvafik idi. Lakin halifei Nevcahin
adamları şehre inip umuru devlete dair
söz söyler oldularından iki sene sonra
Baypars onu Nas ile ihtilâttan
Memleket Sevdasıyla...
menetmiştir. Bu zat ise çok yaşadı. Kırk
sene halife namını taşıdı. Andan sonra
Mısır'da halife unvanını alan Abbasiler,
hep onun neslindendir.’ İşte Selim l'e
hilafeti teslim ettiği söylenen Mütevekkil
Alellah III, bu ne idüğü belli olmayan
adamın soyundandır. Tarih diyor ki;
‘Mısır'da resmi bir halife bulunması
kölemenlerin efkârı siyasiyelerine
muvafık idi.’ Belki de bu zaruret
yüzünden Abbasi hilafeti ikinci defa
uyduruverilmiş bir şeydi. Çünkü,
Müstansını billah Ebulkasım Ahmed
zamanında böyle bir adam böyle bir
adam ortada yoktu. Yine dikkate değer
ki, halife, devlet işlerine dair söz
söyleyince Baypars'ın emriyle hapis
edilivermişti. Önemi bu kadardı. Şu cihet
de kayda değer ki, Türkler İslamı kabul
ettikten ve devlet işlerini ellerine aldıktan
sonra hilafetle saltanatı daima ayırt
etmişlerdir. Denebilir ki, hilafeti sırf moral
bir kurum haline koymuşlardır. Bu hal
Kısası Enbiya yazarı Cevdet Paşa
tarafından da teyit olunarak deniyor ki:
‘Mütevekkil hadisesinden sonra hilafet
sözde Abbasi halifelerde idi. Fakat
hüküm ve hükümet Türk beylerinin eline
geçmişti.’ Mütevekkil I hadisesi şu idi:
Mütevekkilin oğlu Müstansir ile
aralarında bir hakaret işinden dolayı
dehşetli bir düşmanlık baş göstermişti.
Bu hal nihayet Mütevekkilin
öldürülmesiyle sonuçlandı. Bu işi, Türk
beylerinden Vasif ve Boğa ve Küçük
Boğa gibi kimseler ilzerlerine almışlardı .
Bir çarşamba gecesi Mütevekkil sarhoş
iken cellatlar üzerine hücum ederek
halifeyi öldürdüler ve oğlu Müstansır’i
hilafete geçirdiler. İşte bu hadiseden
sonradır ki, Hicret yılının 250'sine doğru,
artık Abbasi devlet işleri Türklere
geçmiş bulunuyordu. Halife Müstansır 6
ay hilafetten sonra öldü. Ya da
zehirlendi. Müstansır'dan sonra hilafete
gelen Mutez askerin maaşını
vermediğinden Türkler tarafından
hakaretle hilafetten kovuldu. Hapsedildi.
Ve nihayet öldürüldü. Bu ve bundan
sonraki halifeler zamanında şurada
burada boyuna hilafet davası güden
adamlar da eksik olmuyordu. Hicret
yılının 325 senelerinde üç hilafet kurumu
mevcut bulunuyordu.
1) Bağdat'ta, Türkler idaresinde Abbasi
halifeler.
2) Endülüs'te, Emevi halifeler.
3) Fas'ta Alevi halifeler.
Halife Müstekfi'nin atılmasından ve
Mutîullah'ın hilafete getirilmesinden
sonra vaziyeti Cevdet Paşa şu yolda
izah eder: 'Müstekfi'nin bervechi bâlâ
Memleket Sevdasıyla...
hali günü muktedirin oğlu Mutiullaha
biat olundu. Lâkin Müstekfi'nin hiç
olmazsa resmen bir veziri vardı. Muti'de
o da yoktu. Yalnız bazı havayicine
karşılık olmak üzere Mazeldule
tarafından tahsis olunan mutad işlerini
görmek ve dairesinin irat ve masraf
defterini tutmak için bir kâtibi vardı ve
artık halifenin şan ve itibarı kalmayıp bir
hususta kendisine müracaat olunmaz
oldu."[7] Atatürk'ün laiklik uygulaması
da Fransız laikliğinden çok Selçuklu
laikliğinden esinlenmedir.
“Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055
tarihinde güçlü bir orduyla Şii
Büveyhoğullarının elindeki Bağdat
önlerine gelmiştir. Büveyhoğullarının
zulmünden bıkmış olan Halife Kaim
Biemrillah, Tuğrul Bey adına hutbe
okutarak onun hükümdarlığına
sığınmıştır. Böylece 15 Aralık 1055
tarihinde Halife’nin emri üzerine
Bağdat'ta adına hutbe okunan Tuğrul
Bey, Bağdat'ın yeni hâkimi olmuştur.
Tuğrul Bey, halifenin siyasi yetkilerini
elinden alarak onu sadece din
işlerinden sorumlu hale getirmiştir.
Böylece İslam dünyasında ilk kez din
işleriyle dünya işleri birbirinden
ayrılmıştır.”[8] “Selçuklu döneminde
hiçbir zaman laiklik diye bir kavram söz
konusu olmasa da din ve devlet işleri
birbirinden ayrıldığı için uygulamada bir
laiklik söz konusudur.” [9] Atatürk’ün
dinde öze dönüş projesi için çok önemli
bir husus olan bu Laiklik meselesinin aslı
böyledir. Aynı şekilde dinde öze
dönülmesi için din dilinin
Türkçeleştirilmesi de önemli bir adım
olarak görülmüştür zira dinimiz
İslam’ı batıldan kurtarmak için önce
dini anlamamız gerekiyor, bunun için
Kur’an Türkçeye tercüme edilmiştir.
(Cemal Said Beyin Kur’an tercümesi.
1924. Kutuphane.ttk.gov.tr)
Memleket Sevdasıyla...
Bunu yapmak isteyen Atatürk şüphesiz
büyük Türkçü Ziya Gökalp’i örnek
almıştır. Ziya Gökalp;
“Dini Türkçülük, din kitaplarının ve
hutbelerle vaazların Türkçe olması
demektir. Bir millet, dini kitaplarını
okuyup anlayamazsa, tabiidir ki, dininin
hakiki mahiyetini öğrenemez. Hatiplerin,
vaizlerin ne söylediklerim anlamadığı
surette de ibaretlerden hiçbir zevk
alamaz. İmami Azam hazretleri, hatta
namazdaki surelerin bile milli lisanda
okumasının caiz olduğunu beyan
bulunmuşlardır. Çünkü ibadetten
alınacak vecd, ancak okunan duaların
tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır.
Halkımızın dini hayatım tetkik edersek
görürüz ki, ayinler arasına en ziyade
vecd duyanlar namazdan sonra, ana
diliyle yapılan deruni ve samimi
münacatlardır. Müslümanların camiden
çıkarken büyük bir vecd ile iç huzuruyla
çıkmaları, işte her ferdin kendi vicdanı
içinde yaptığı bu mahrem münacatların
neticesidir. Türklerin namazdan aldıkları
ulvi zevkin bir kısmı da yine ana diliyle
inşat ve terennüm olunan ilahilerdir.
Bilhassa, teravih namazlarını
canlandıran amil, şiir ile musikiyi cami
olan Türkçe ilahilerdir. Ramazanda ve
sair zamanlarda Türkçe irad olunan
vaazlar da halkta dini duygular ve
heyecanlar uyandıran bir amildir.
Türklerin en ziyade vecd aldıkları ve
zevk duydukları bir ayin daha vardır ki, o
da mevlidi şerif kıraatinden ibarettir. Şiir
ile musikiyi ve canlı vakaları cem eden
bu ayin, dini bir bit'at suretinde, sonradan
hadis olmakla beraber, en canlı ayinler
sirasina geçmiştir. İşte, bu misallerden
anlaşılıyor ki, bugün Türklerin ara sıra
dini bir hayat yaşamasına temin eden
amiller, dini ibadetlerin arasından
eskiden beri Türk lisaniyle icrasına
müsaade olunan ayinlerin
mevcudiyetidir. O halde, dini
hayatımızda daha büyük bir vecd ve
inşirah vermek için, gerek-tilavetler
müstesna olmak üzere Kur'anı Kerimin
ve gerek ibadetlerle ayinlerden sonra
okunan bütün dualarla münacatların ve
hutbelerin Türkçe okunması lazım
gelir.”[10] Kur’an’a göre zaten din
dilinin Türkçeleştirilmesinde bir sakınca
yoktur, Arapça kutsal değildir! Kur’an
“Eğer biz onu yabancı dilde bir Kur'an
yapsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi:
"Ayetleri ayrıntılı kılınmalı değil
miydi?/Arap'a yabancı dil mi?/ister
yabancı dilde, ister Arapça!" De ki:
"O, iman edenler için bir kılavuz, bir
şifadır. İnanmayanlara gelince, onların
Memleket Sevdasıyla...
kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve
Kur'an, onlar için bir körlüktür.
Böylelerine, çok uzak bir mekândan
seslenilmektedir."[11] der. Vel hasıl
yeni kurulan devletimizde hemen daha
ilk yıllardan din dilinin Türkçeleştirilmesi
için bir çaba mevcuttur.
[İsmail Hakkı İzmirli, Kur’an
Tercümesi(yaygınlaştırılmıştır.)
Letgo.com]
(Süleyman Tevfik, Tercüme-i şerife.
Kitantik.com)
“Kur’an tefsir tercümesi konusunda 1924
yılındaki meclis kararından sonra
çalışmalar hızlanmıştır. Diyanet İşleri
Başkanlığı, Atatürk'ün isteği üzerine
Kur'an'ın tefsir ve tercüme görevini, çok
usta bir din âlimi olan Elmalılı Hamdi
Yazır ile dine hâkim bir dil ustası olan
Mehmet Akif Ersoy'a vermiştir.
Memleket Sevdasıyla...
Bu doğrultuda 1925 yılında Diyanet İşleri
Başkanlığı, Elmalili Hamdi Yazır ve
Mehmet Akif Ersoy ile bir “Kur'an tefsir
ve tercüme sözleşmesi” yapmıştır. Bu
sözleşme, araştırmacı yazar Übeydullah
Kısacık’ın ulaşıp “Bir İstiklâl Âşığı
Mehmet Akif adlı kitabında yayımladığı
10 Ekim 1925 tarihli orijinal belgeye göre
Beyoğlu 4. Noteri'nde yapılmıştır.
Sözleşmede Mehmet Akif ve Elmalılı
Hamdi Yazır'ın yanı sıra Diyanet İşleri
Riyaseti adına Aksekili Ahmed Hamdi
Efendi'nin imzaları vardır. Sözleşmeye
göre Diyanet İşleri Başkanlığı'nca,
Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır’a
Kur'an tefsir ve tercümesi karşılığında
1000'er lirası peşin olmak üzere 6000 lira
ödeme yapılması taahhüt edilmiştir.
Sözleşmenin aşağıda yer verdiğim
maddelerine göz atılacak olursa
TBMM’nin (dönemin CHP Hükümeti'nin)
ve Atatürk'ün bu Kur'an tefsiri ve
tercümesi işine ne kadar bürük önem
verdikleri çok açık bir şekilde
görülecektir.
İşte orijinal diliyle o sözleşme:
1. Kur'an-ı Kerim'in tercümesiyle
muhtasar bir surette tefsirini Mehmet Akif
Bey ile Hamdi Efendi deruhde
etmişlerdir.
2. Riyaset-i müşarunileyha Hamdi Efendi
ile Mehmet Akif Bey'den her birine altışar
bin lira te'diye edecektir.
3. İşbu meblağın te’diyesi şu suretle
olacaktır: Her birine biner liradan cem'an
iki bin lirası peşin verilecek ve mütebaki
miktar birinci cüz nihayetinde yüz seksen
altışar, diğer cüzlerden beheri
nihayetinde yüz altmış altışar lira
verilmek suretiyle muksitan te’diye
edilecektir.
4. Tarz-1 tahrir şekl-i atide olacaktır.
Ayet ve âyât-ı kerime yazılarak altına
meal-i şerifi ve bunu müteakip tefsir ve
izah kısmı yazılacaktır.
5. Tefsir ve izah kısmında bervech-i ati
nukat nazar-ı dikkate alınacaktır.
a) âyât-ı kerime nisbetindeki münasebat,
b) Esbab-ı nüzul,
c) Kıraat ‘Ki aşereyi tecavüz etmemek
lazımdır.
Memleket Sevdasıyla...
d) İktizasına göre terkib ve hükemanın
izahat-ı lisaniyesi,
e) İtikatça Ehl-i Sünnet mezhebine ve
amelce Hanefi mezhebine riayet
olunarak ayatın mütazammın olduğu
ahkam-ı diniye, şer'iyye ve hukukiyye,
ictimaiyye ve ahlakıyye işaret veya
alakadar bulunduğu mübahis-i hikemiyye
ve ilmiyeye müteallik izahat bilhassa
tevhid ve tezkir-i meva’ıza müteallik
ayatın mümkün mertebe basit izahı,
alakadar veyahut münasebattar olduğu
bazı tarih-i İslam vukuatı, ...
Müelliflerince yanlış veya tahrif yollu
şeyler dermeyan edildiği görülebilen
noktalarda tenbihat-ı muhtevi notlar,
g) İnde’l-iktiza nasih ve mensuh ve
muhassas,
h) Baş tarafa mühim bir mukaddime
tahririyle bunda hakikat-i Kur'an'ın ve
Kur'an'a müteallik mesail-i mühimmenin
izahı
6. Peyderpey takarrür eden müsveddeler
üçer nüsha olarak tebyiz edilerek biri
Hamdi Efendi'de, biri Akif Bey'de, diğeri
de riyaset namına heyet-i müşavere
azasından Aksekili Hamdi Efendi'de
bulunacaktır.
7. Müsveddelerin tebyiz ve inde'l-iktiza
kütüphanelerden bazı eserlerin istinsah
ettirilmesi için mumaileyhimin emrinde
ucret-i maktu'a ile güzel yazılı bir yahut
icab ederse iki 2 istihdam olunacak ve
bunlara takdir edilecek ücret riyasa ten
te 'diye kılınacaktır.
8. ilk tab'ın Diyanet İşleri Riyaseti'nin
hakkı olup on bin aber olarak güzel
kâğıda ve nefis bir surette tab ettirilecek
ve fa. kat yüzde yirmisi mielliflere ait
olacak ve tabın şeklini mü. ellifler tayin
edecektir.
9. Eser-i mezkûrun esna-yı tabında
formaların tashih ve tabına müteallik
bütün iştigalat riyaset-i müşarunileyhaya
aittir.
10. Sahifelerin istertopisi alınacak ve bila
bedel müelliflere verilecektir.
11. Birinci tabından sonra hakkı tab
yalnız müelliflere ait bra lunduğu cihetle
müellifler dilediği miktarda eser-i
mezkúru tab edilecektir.'
Yukarıdaki Kur'an tefsiri ve tercümesi
sözleşmesinde görül düğü gibi, bu işin
nasıl yapılacağı sözleşme taraflarına en
ince ayrıntısına kadar maddeler halinde
yazılı olarak anlatılmıştır. Bu durum her
Memleket Sevdasıyla...
şeyden önce genç Cumhuriyet'in bu işe
ne kadar büyük önem verdiğini
göstermektedir. Çok daha ilginci,
sözleşmede yer alan bu teknik
ayrıntıların (bu maddelerin)
hazırlanmasında Atatürk doğrudan etkili
olmuştur. Şöyle ki, Kur'an tercümesine
büyük önem veren Atatürk, nasıl bir tefsir
ve tercüme istediğini 7 maddeyle
açıklamıştır. Atatürk'ün belirlediği bu 7
madde, daha sonra -yukarıda orijinal
belgesini verdiğim- Diyanet İşleri
Başkanlığı ile Elmallı Hamdi Yazır ve
Mehmet Akif Ersoy arasında imzalanan
protokole şöyle yansımıştır:
1. Ayetler arasındaki ilişkiler
gösterilecektir.
2. Ayetlerin iniş (nüzul) sebepleri
kaydedilecektir.
3. Kırâat-i Aşereyi (10 okuma tarzını)
geçmemek üzere kıratlar hakkında bilgi
verilecektir.
4. Gerektiği yerlerde sözcük ve
terkiplerin dil açıklaması yapılacaktır.
5. İtikat ta ehlisünnet, amelde Hanefi
mezhebine bağlı kalınmak üzere
ayetlerin içerdiği dini, şer'i, hukuki,
ve ahlaki hükümler açıklanacaktır.
Ayetlerin ima ve işarette bulunduğu ilmi
ve felsefi konularla ilgili bilgiler verilecek,
özellikle ‘tevhid’ konusunu içeren, ibret
ve öğüt özelliği taşıyan ayetler genişçe
açıklanacak, konuyla doğrudan ve
dolaylı ilgisi bulunan İslam tarihi olayları
anlatılacaktır.
6. Batılı tarihçilerin yanlış yaptıkları
noktalarla okuyucunun
dikkatini çeken noktalarda gerekli
açıklamalar yapılacaktır.
7. Eserin başına Kur’an gerçeğini
açıklayan ve Kur'an'la ilgili bazı
önemli konuları anlatan bir önsöz
(mukaddime) yazılacaktır.) Kur’an tefsir
ve tercümesi görevini kabul eden
Elmalılı Hamdi Yazır ve Mehmet Akif
Ersoy hemen çalışmalara başlamıştır,
ancak çalışmalarını Mısır'a giderek
orada sürdüren Mehmet Akif, zaman
içinde Kur'an'ı hakkıyla Türkçeye
tercüme edemeyeceğini anlayarak
tercüme işini yarım bırakmıştır. Ancak
Elmalılı Hamdi Yazır, Kur'an tefsir ve
tercümesini 1935 yılında yapıp bitirmiştir.
Elmalılı Hamdi Yazır'ın “Hak Dini
Kur'an Dili” adını verdiği bu tefsir ve
Memleket Sevdasıyla...
tercüme 9 ciltlik 6433 sayfalık dev bir
eserdir. Bu eser, 1936-1939 yılları
arasında Diyanet İşleri Başkanlığı
tarafından 10.000 takım olarak bastırılıp
Türkiye'nin her yerine ücretsiz olarak
dağıtılmıştır.”[12] (ilki ilk basım normalde
9 cilt fakat ben 8 ciltlik fotoğrafını
bulabildim. İkncisi sonraki basımlar.)
(Kitantik.com)
Nadirkitap.com
Atatürk yalnızca Kur’an’ı değil
Hadisleri de Türkçeye çevirmiştir.
“Atatürk, Türk toplumunun İslam dinini
daha iyi anlayabilmesi için Kur'an'ın
yanında sağlam bir Hadis kaynağına da
ihtiyaç olduğunu görmüştür. Hz.
Peygamberin hadisleri, belli temel
kaynaklarda toplanmıştır. Bu
kaynaklardan söz edildiğinde ilk akla
gelen Buhari'nin 'Sahih'idir. Aslen
Buharalı bir Türk olan ve esas adı
EbuAbdullah Muhammed b. İsmail b.
İbrahim el-Cu'fi el-Buhari olan
Muhammed b. İbrahim Buhari, Kur'anı
Kerim'den sonra en güvenilir kitap
kabul edilen "el-Cfuni'u's-Sahih" adlı
eseriyle tanınmış büyük bir muhaddis
(Hadis alimi) idi. Buhari'nin 600.000
hadis rivayeti arasından seçerek
hazırladığı hadis kitabı bir bütün olarak
veya bir kısmını içerecek şekilde birçok
yerde ve tarihte basılmıştır. Atatürk 'ün
emriyle ve TBMM kararıyla Türkçeye
çevrilen Buhari'nin Hadis külliyatı;
"Muhtasar" (kısaltılmış) baskılarından
birisi olan "et-Tecridü's-Sarih" ismiyle
Ahmed b. Ahmed ez-Zebidi'nin (ö.
893/1 488) hazırladığı eserdir. Zebidi'nin
bu meşhur eseri Bulak'ta (1287) ve
Kabire' de (1312).basılmış, üzerinde
muhtelif çalışmalar yapılmış idi.
Memleket Sevdasıyla...
Zebidi, Buhari'nin el-Cami'u's-
Sahih'indeki mevcut 9.082 rivayetten et-
Tecrid'e 2.230 hadisi almıştır. Atatürk'ün
talimatıyla bu konudaki çalışmalara 1925
yılı Şubat ayında başlandı. Türkçeye
çevrilen ve toplam 12 cilt olan Sahilı-i
Buhari {Tecrid-i Sahih), 1928-1950 yılları
arasında 60.000 adet basılarak bütün
Türkiye' de ücretsiz dağıtılmıştır.
Buhari'nin bu Hadis kitabının
Babanzade Ahmet Naim tarafından
hazırlanan ilk üç cildi Atatürk'ün özel
kütüphanesinde bulunmaktadır. Atatürk
bu eseri satırlarını çizerek ve
paragraflara dikey işaretler koyarak
okumuştur. Atatürk'ün çizerek ve not
alarak okuduğu Sahilı-i Buhari şu anda
Anıtkabir Atatürk Özel Kitaphğı'nda
muhafaza edilmektedir”[13]
Türkçe İbadet için ise Kemalist devrimin
manifestosunu yazan Mahmut Esat
Bozkurt “Türk milleti İslamiyeti kabulü
günlerinden bu ana kadar 13 asırdır
kendi öz anadiliyle Allah'ına anlayarak
bilerek içini açamadı. Onunla doğrudan
doğruya temasa gelemedi. Bütün
dualarını, bütün ibadetlerini kendine
yabancı bir dille, anlamadığı, bilmediği
Arap diliyle yaptı. Neden?
Çünkü sarıklı yobazlarla birtakım yalancı
dindarların engellemeleriyle karşılaştı.
Neden?
Çünkü 'din'in 'dal'nı bilmeyen bu cahil
yalancılar Türk milletini din namina
istismar etmek, onu soymak isterler de
ondan!..
Nasıl?
Bakınız nasıl?! Türk milleti yabancı bir
dille, yani Arapçayla kendisine din telkin
edildikçe, şüphe yok ki onu
anlamayacaktır. Kendisine ne biçim
söylenirse, ne tarzda anlatılırsa öyle
kabul edecek ve anlatanlara ekseriya
layık olmadıkları payeleri vererek onları
besleyecektir. Bu gibiler patlayasıca
kursaklarını doldurmak için Türk
milletinin dinini anlamamasını bir geçim
vasıtası olarak candan isterler. Milletin,
dinini anlamak teşebbüslerinin önüne
'gâvurluktur, kâfirliktir' gibi yaygaralarla
geçmekten, bu yolda çalışan idealistlerle
elleri biçaklı katiller halinde uğraşmaktan
çekinmezler. Esasen Kur'an'ı ve dini
kendileri de anlamazlar; cahildirler.
Bütün bir Türk yenilik tarihi bu cahil
yobazlarla sahte dindarların eşkıya
baskınlarını andıran tecavüzleriyle
doludur. Fakat bunlarla amansız
mücadelelere girişmek Cumhuriyet
neslinin milli, vatani borçlarındandır; ta ki
Türk milleti yobazların, sahtekârların
haraçgüzarlığından kurtulsun dinini,
Memleket Sevdasıyla...
kurtulsun, dinini, diyanetini kendi
anadiliyle anlasın, bilsin. Millet
üfürükçülerin, sihirbazların oyuncağı
olmak istemiyor.
Hiçbir din, anlamadan, bilmeden
samimiyetle, vicdanla benimsenemez.
Onu önce anlamak, bilmek lazımdır.
İslam dini de zaten bunu emrediyor. Öyle
ayetler var ki, bunlara göre İslamiyeti
kabul eden her milletin ibadetini kendi
anadiliyle yapması farzdır denebilir.
(Kur’an’dan referans alıyor; İlgili ayetler
için bkz. Yusuf Suresi, ayet 2; Ra'd
Suresi, ayet 37; Fussilet Suresi, ayet
44. Bkz. Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı
Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara, 1993, s.234, 253, 480.) Dini, bir
dilenci keşkülü? gibi kullanan yalnız
bizim bazı cahil yobazlar, ikiyüzlü
dindarlar olmadı. Hıristiyanlıkta da,
Musevilikte de böyle din bezirgânları
görüldü. Hele Katolik papazları cennetin
anahtarlarını satacak, parayla günah
çıkaracak kadar ileri vardılar. Milletleri
bundan kurtarmanın tek çaresi, onlara
mensup oldukları dinleri kendi
anadilleriyle anlatmak, bildirmektir. Türk
milleti için Kur'an'ı Türkçe okumak,
camilerde bütün ibadeti, Türkçe yapmak,
yalnız dini bilip anlamak noktasından
değil, fakat milli bakıma
fakat milli bakıma göre de bir zarurettir. Din
Arapça telkin edildikçe Türk milliyetçiliği
için daima bir zaaf olacaktır. Bunu
halletmek lazımdır. Alman milliyetçiliğine en
büyük hizmet edenlerden biri de Luther
olmuştur. Çünkü İncil'i Almanca okutmuştur.
Güzelyalı'da (Reşadiye'de) İzmir gençliği,
saltanat, hilafet izlerini hâlâ yaşatan
levhaları ayakları altında parçaladığı gece,
Türk ihtilal tarihinde Türkçe ibadet dileğini
en önce ileri sürmek şerefini de kazandı.
Benim, o büyük dileğin bir gün, hem de
yakın bir günde yerine getirileceğinde
şüphem yoktur. O tezahüratı hafiflikle
karşılamış olanlar varsa hakikatin saati
çaldığında elbette mahcup olacaklardır . Bu
mahcubiyet onlara mukadderdir . Biz,
Allah'ın evinde de anadilimizin hâkim
olduğunu görmek ve duymak istiyoruz.
Türkiye'de her yere öz Türkçe hâkim
olacaktır. Hayır diyenler mağlubiyetlerini
görmekte geç kalmayacaklardır.” [14] diyor.
Anlayacağınız Kur’an’ı Türkçeye çevirmek,
Din dilini Türkçeleştirmek Türk milletini
dininden uzaklaştırmak için değil aksine
Türk milletinin dinini anlaması ve anlatması,
dinini gerçekten yaşaması için yapılmıştır.
Dinde öze dönülmek, halkı din ile
sömürenleri engellemek için yapılmıştır.
Okurlar üzülmesin, diğer sayıda yine
Atatürk’e ve Türklüğe atılan çamurları
kökünden kesmek amacıyla yine burada
olacağız!..
Memleket Sevdasıyla...
KAYNAKÇA
1- Maide Suresi, 48. Ayet.
2- Yaşar Nuri Öztürk, Allah İle Aldatmak, İstanbul, 2016, S. 118.
3- Fâtır Suresi, 5. Ayet.
4- Tevbe Suresi, 34. Ayet.
5- Emre Dorman, İslam Ne Değildir, İstanbul, 2018, S. 504-505.
6- Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul, 1998, S. 137.
7- Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, İstanbul, 1995, S. 260-263.
8- Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek, 4. bas., İstanbul, 2006, s.
20-25. 220 Turan, Atatürk'ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar,
Düşünürleri Kitaplar, s. 83; Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, C. I,
İstanbul, 2014, S. 150.
9- Sinan Meydan, a.g.e. S. 150.
10-Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Ankara, 2011, S. 151-152.
11-Fussilet Suresi, 44. Ayet.
12-Sinan Meydan, Akl-ı Kemal C. IV, İstanbul, 2014, 207-214.
13-Ali Güler, Atatürk Ve İslam, İstanbul, 2016, S. 190-192;
Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, C. 8, Ankara, 2001, S. 469-489.
14-Mahmut Esat Bozkurt, Toplu Eserler C IV, İstanbul, 2015, S. 272-
273.
Memleket Sevdasıyla...
Memleket Sevdasıyla...
Solculuk maskesi altında, emperyalizme 3-“Kurtuluş Savaşı bir Türk-Yunan
hizmet eden gruplar Türkiye’nin savaşıdır. Emperyalist ülkeler, Kemalist
aydınlıkçı yapısını oluşturan Kemalizm’e, iktidarla anlaşıp Yunanlıları
ve Türk milletinin Kurtuluş Savaşına ait yendirmişti.”[4]
bilgileri cımbızlayarak ve kendilerine
göre anlamlar vererek iftira atmaktadırlar.
4-“Kemalistleri SSCB ve Lenin niçin
destekledi? Bunun cevabı gayet basittir:
TİKKO (Türkiye İşçi Köylü …SSCB ve Lenin yoldaş gericiler
Kurtuluş Ordusu) bunun başında gelir. arasındaki çelişmeden ustalıkla
Partinin kurucusu İbrahim Kaypakkaya yararlandılar. Mesele budur.”[5]
ve arkadaşlarının Kurtuluş Savaşımıza 5-“Kurtuluş Şavaşı’mız…’Asya’nın
ve Cumhuriyet Devrimimize asılsız ezilen halklarına’ değil Asya’nın korkak
iftiraları vardır. Hâlbuki iftiralarının burjuvazisine ve bir de emperyalist
solculuk ile değil direkt Amerikan ülkelerin malî oligarşisine ‘cesaret ve
istihbaratına dayandığını bilinmektedir. umut vermiştir’.”[6]
CIA’nın eski Ortadoğu sorumlusu 6-“Kemalizm, kurtuluş savaşının içindeyken
Graham Fuller 1990 yılı başında
emperyalizm ve feodalizm ile
Kemalizm’in bittiğini söylemektedir. [1]
İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının
uzlaşarak karşı devrimciliğe gitmiştir.”[7]
Bu tip iftiralar bulunmakta. TİKKO
iftiralarına gelecek isek bir sürü iftira liderleri genellikle benimsedikleri
vardır:
1-“Millî Kurtuluş Savaşı’nın önderliği, ta
liderlerin yorumlarını cımbızlayarak bu
tip iftiraları oluşturmuşlardır.
başından itibaren İttihat ve Terakki Antiemperyalist Savaş Yunan
içindeki Türk komprador büyük Başbakanı Venizelos, Lozan
burjuvazisinin , toprak ağalarının ve Konferansında Yunan ordusunun
tefecilerin eline geçmiştir.”[2]
kimlerin aleti olduğunu söylemiştir:
2-“Tabii ki revizyonistler , ‘kurtuluş’
savaşının komprador bürokrat burjuvazinin
ve toprak ağalarının bir devrim’i
olduğunu reddederler.”[3]
“Yunan ordusunun, kendi teşebbüsüyle
değil, müttefiklerin daveti üzerine ve
Yunanistan’ın özel menfaati için değil,
müttefiklerin menfaati için İzmir’e çıkmış
Memleket Sevdasıyla...
“Türkler millî kurtuluşları için
savaşıyorlar…Emperyalistler Türkiye’yi
soyup soğana çevirdiler, hâlâ da
soyuyorlar. Gerek Doğu halkları gerek
biz, emperyalist kuvvetlere karşı
savaşıyoruz.”[8]
1922 yılında Ankara’yı ziyaret eden
Komünist Enternasyonal gözlemcileri
Leonid ve Friedrich de , Kurtuluş Savaşı’nı
“İngiliz Emperyalizmine şahlanışı”
olarak değerlendiriyorlardı.[9]
“Türk Ulusal Devrimi meyvelerini
veriyordu.”[10] “Bizi geri olmaya mahkûm
bir kavim olarak tanımakla yetinmemiş
olan Batı, haraplığımızı çabuklaştırmak
için ne yapmak lazımsa yapmıştır. Batı ve
Doğu zihinlerinde yekdiğeriyle çatışan iki
prensip söz konusu olduğu vakit, bunun
en mühim kaynağını bulmak için
Avrupa’ya bakmalı. İşte Avrupa’da
devamlı olarak mücadele ettiğimiz bu
zihniyet mevcuttur.”[11]
Kazım Karabekir Ermenilerin yaptığı
katliamlara karşı belgeler vermişti [12]
Maraş, Antep ve Urfa’dan önce Dörtyol
mıntıkasında direniş başlamıştı [13][14]
Aynı esnada Karadeniz’de Pontus
hareketlerine karşı huzursuzluk
yaşanıyordu. Bir merkezden başlayan bu
mahalli direnişler, Millî Mücadele
hareketine ilham vermiştir.[15]
Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşa’ların
Mustafa Kemal’i yine kumandanları olarak
“İşte efendiler, yeni Türkiye Devleti de
cihana hâkim o büyük ve kudretli fikrin
Türkiye’de tecellisidir, tahakkukudur.”[18]
Atatürk devrimi bütün mazlum doğu
milletlerine emanet etmiştir.
“(…)Kahraman Türkiye ordularının da
büyük bir iftihar payı olan Büyük Doğu
İnkılabı, mazlum Doğuluları günden
güne sıklaşan, sağlamlaşan bağlarla
birbirine bağlamaktadır.”[19]
Ulus egemenliği, kayıtsız ve şartsız halk
egemenliğidir.(…)Türk demokrasisinin
anlamı budur.[20]
Faşizm, hükümranlığı kabul eder.
Kemalizm cumhuriyetçidir.[21]
Böylece maskeli emperyalist uşaklarının
iddiaları teker teker çürümekte.
Her zaman, her yerde Cumhuriyet
Devrimimizi, Kemalist düşüncemizi,
önderlerimizi koruyacağız.
“Son Türk ihtilali Atatürk’ün kafasının bir
fotoğrafisinden başka bir şey değildir.”[22]
Mahmut Esat Bozkurt
Memleket Sevdasıyla...
KAYNAKÇA
1-Ufuk Güldemir “ABD İslamla Çatışmamalı”, Cumhuriyet 6.02.1990
2-İbrahim Kaypakkaya, Bütün Yazılar I, Tufan Yayınları s.102
3-Gabris Altınoğlu’nun “Sandık Cinayesi Davasın”daki dilekçesinden
4-Hikmet Şenses’in TİKKO davasındaki dilekçesinden.
5-İbrahim Kaypakkaya, s.147-148
6-İbrahim Kaypakkaya, s.131
7-İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar
8-Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları Burçak Yayınları İstanbul,
1967 s.37-38
9-Leonid-Friedrich, Ankara 1922 1.Basım Kaynak Yayınları s.9
10- Doğu Perinçek, Komitern Belgelerinde Kemalist Cumhuriyet s.14
11-Doğu Perinçek, Asya Çağının Öncüleri 21. Yüzyılda Lenin, Atatürk ve Mao;
Atatürk’ün Bütün Eserleri (ATABE) c.16 s.118
12- Kazım Karabekir, Ermenilerin Yaptığı Soykırım 1917-1920 Truva Yayınları
s.322
13- İlber Ortaylı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk s.157
14- İsmail Özçelik Milli Mücadelede Güney Cephesi
15-Mücteba İlgürel, Milli Mücadele’de Balıkesir Kongreleri, Atatürk Araştırma
Merkezi,Ankara 1999
16-Cemallettin Taşkıran, Milli Mücadele’de Kazım Karabekir Paşa
17-Doğu Perinçek, Asya Çağının Öncüleri 21. Yüzyılda Lenin, Atatürk ve Mao
s.87
18- ATABE c.16 s.80
19- ATABE c.12 s.213
20-Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilâli s.257
21- Atatürk İhtilâli s.220
22-Bozkurt ve Peker’in Devrim Tarihi Dersi, Sina Akşin
Vâris Özdemir
Memleket Sevdasıyla...
Memleket Sevdasıyla...
NAMIK KEMAL’İN HAYATI:
Gümrük Kalem’inde görev almaya
Namık Kemal, 21 Aralık 1840 tarihinde,
Tekirdağ’da doğmuştur. Babası Mustafa
Asım Bey, annesi ise Fatma Zehra
başladı. Şiirlerinin bir kısmını Sofya’da
yazan Namık Kemal, ilk şiirlerini divan
edebiyatının izlerini taşıyacak bir şekilde
Hanım’dır. Annesinin babası olan yazmıştır.
Abdüllatif Paşa’nın yanında 1863’ten sonra Tercüme Odası’nda
büyümüştür. Dedesi aynı zamanda Kars işine devam etti. Namık Kemal’in bir
Mutasarrıfı olması nedeniyle takım fikirleri ve “Batı” edebiyatı
çocukluğunun ve gençliğinin bir bölümü hakkındaki görüşleri şair İbrahim Şinasi
burada geçmiştir. Burada çeşitli ile tanıştıktan sonra benimsemiştir.
şairlerden etkilenmiştir. Sonrasında 1855 Namık Kemal bu işinden sonra 1859’da
– 1857 yılları arasında hayatını Sofya’da Gümrük Kalemi’nde görev almaya
sürdürmüştür. Burada Nesimi Hanım ile başlamıştır. Şiirlerinin bir kısmını
evlenmiş, bu evlilikten 3 tane de çocuğu Sofya’da yazan Namık Kemal, ilk
olmuştur. Sonrasında ise İstanbul’da şiirlerini divan edebiyatının izlerini
tercüme odasında çalışmaya taşıyacak bir şekilde yazmıştır. Şinasi ile
başlamıştır. Namık Kemal bu işinden tanıştıktan sonra milliyetçilik fikirleri
sonra 1859’da Gümrük Kalem’inde görev gelişmiş; “vatan, millet, hürriyet,
almaya başladı. Şiirlerinin bir kısmını meclis” gibi kavramları dile getirmiştir.
Sofya’da yazan Namık Kemal, ilk Namık Kemal, İttifakı Hamiyet adlı bir
şiirlerini divan edebiyatının izlerini örgüte katılmış (sonra yeni Osmanlılar
taşıyacak bir şekilde yazmıştır.
olarak değişecektir), aydın sıfatını
1863’ten sonra Tercüme Odası’nda
işine devam etti. Namık Kemal’in bir
taşıyan kişilerle memleket meselelerine
yoğunlaşmıştır.
takım fikirleri ve “Batı” edebiyatı 1865’te Şinasi, Tasvir-i Efkar
hakkındaki görüşleri şair İbrahim Şinasi gazetesini Namık Kemal’e bırakmıştır.
ile tanıştıktan sonra benimsemiştir. 1867’de “Şark Meselesi” üzerine yazdığı
Namık Kemal bu işinden sonra 1859’da bir makalesinden dolayı gazetesi
Memleket Sevdasıyla...
Namık Kemal, bu olaya müteakiben
Erzurum’a sürülmüştür; fakat o, Ziya Paşa
ile Fransa’ya kaçmıştır. Namık Kemal,
1868’de Ziya Paşa ile “Hürriyet”
gazetesini çıkarmıştır. Bir süre sonra
tekrardan İstanbul’a geri dönen Namık
Kemal, ünlü “Vatan Yahut Silistre” adlı
eserini yazmıştır. Namık Kemal, bu tiyatro
metinin tiyatroya uyarlanmasının ardından
1873’de yargılanmadan sürgüne
gönderilmiştir. İlk sürgün yeri Kıbrıs’ın
Mağusa bölgesidir. Burada yaklaşık 3 yıl
sürgün kalmıştır. Sürgünden sonra
İstanbul'a geri dönmüş; İstanbul'da da
Sultan Hamid'in kurdurduğu Anayasa
Komisyonu'nda yer almıştır. Bu
komisyonda anlaşmazlıklar çıkmış, Namık
Kemal de okuduğu bir beyit yüzünden
yargılanmış ve Midilli’ye sürülmüştür.
Midilli’de 1887 yılına kadar mutasarrıflık
vazifesini yerine getirmiştir. 1887’de ise
Sakız Adası’nda göreve başlamıştır. 1888
tarihinde ise Sakız Adası’nda hayata veda
etmiştir(Kaplan, 1948).
Namık Kemal birçok kitabını ve
makalesini sürgünde yazmıştır. Yazdığı
şiirlerde, kitaplarda, yazılarda
milliyetçiliği ve vatanseverliği coşkulu
bir dille anlatmıştır. Onun bu yanı yeni
yetişen nesline örnek olmuştur. Hürriyet
fikrini savunan gençler, onun kitaplarını
okumuş, açtığı yolda yürümüştür.
Namık Kemal’in Eserleri: Vatan
Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif
Bey, Celaleddin Harzemşah,
Karabela, İntibah,Cezmi ,Tahrib-i
Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan
Paşa'ya Mektup Mukaddeme-i Celal,
Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı
Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası,
Osmanlı Tarihi(ölümünden sonra),
Büyük İslam Tarihi( ölümünden
sonra), Türk Tarih Kurumundan
çıkan 4 ciltlik “Namık Kemal’in
Hususi Mektupları”.
NAMIK KEMAL’İN DÜŞÜNCE YAPISI
Namık Kemal’in fikirlerinin belirleyici
unsuru, romantizm olmuştur. Namık
Kemâl gibi bir Türk aydını, birçok aydın
gibi Fransız İhtilali’nden sonra gelişen
romantizm akımından etkilenmiştir.
Milliyetçiliği benimseyen Namık Kemal,
birçok eserinde bunu göstermiştir.
Namık Kemal, “vatan, hürriyet,
özgürlük” gibi kavramları
yerlileştirmiştir. Namık Kemal, hayatı
boyunca milli bütünlüğü ve vatanı
sevmeyi öğütlemiştir. Onun fikirleri, Jön
Türkleri ve birçok grubu etkilemiş; 1908
İhtilali’nin temel fikirleri de Namık
Kemal’in bir nesle (Jön Türklere)
Memleket Sevdasıyla...
aşıldığını fikirlerdir.
Namık Kemal’in fikirlerini incelediğimiz
zaman “hürriyeti” ne kadar çok
benimsediğini görüyoruz. Namık Kemal’in
hayat sürdüğü dönem, sıkı bir istibdadın,
zulmün devriydi. Namık Kemal ise bu
zulmü ses çıkarmış, hürriyetin gür sesi
olmuştur. Onun fikirleri, Türk edebiyatında
Voltaire ve Rousseau etkisi yaratmıştır.
Namık Kemal’in fikir sahası, Türkçülük ve
Türk milliyetçiliğini de etkilemiştir.
Rasyonel milliyetçiler onu benimsemiş,
onun yolundan gitmiştir. Her ne kadar
Namık Kemal, Osmanlılık fikrini savunsa
da milliyetçi görüşleri ile bulunduğu nesli
etkilemiştir.
NAMIK KEMAL’İN TÜRK EDEBİYATINA
KATKILARI
Namık Kemal, Türk edebiyatına büyük
katkılar sunmuştur. Birçok alanda ilkler
gerçekleştirmiştir: ilk edebî roman(İntibah),
ilk tarihi roman(Cezmi), ilk sahnelenmiş
tiyatro (Vatan Yahut Silistre)gibi eserleri
vardır. Namık Kemal’in özgürlük ve
vatanseverlik fikri yazdığı eserlerde
açıkça görülmektedir. Özellikle yazdığı
Vatan Yahut Silistre eseri, vatanseverlik
babında oldukça değerli bir yapıttır. Namık
Kemal’e ait olan bir diğer muktedir eser
ise “Vatan Şarkısı”dır. Namık Kemal, bu
şiirini kaside şeklinde yazmıştır. Vatan
Şarkısı’nın artık şu beyti bir slogan
hâline gelmiştir:
Ecdâdımızın heybeti ma’rûf-u
cihândır,
Fıtrat değişir sanma bu kan yine o
kandır!
Namık Kemal geçimini makale yazarlığı
ve gazetecilik ile sürdürmüştür. Yazarlık
kariyerinde de birçok yazıya imza
atmıştır. Türk edebiyatı hakkındaki
görüşlerini “Lisanı Osmani Hakkında
Bazı Mülahazatı Şamildir” adlı
makalesinde belirten Namık Kemal,
eski edebiyat (divan) yerine batı tarzını
savunmuştur. Namık Kemal’e göre yeni
edebiyat ‘tarz-ı cedid’tir” yani yeni tarz
ve edebiyattır(Mutluay, 1988).
Namık Kemal çoğu eserinde
romantizm akımını yansıtmıştır. Yaşamı
boyunca birçok eser veren Namık
Kemal neredeyse her eserini fikirlerini
savunmak için bir araç olarak
görmüştür.
Namık Kemal’in yazdığı eserler artık
edebiyatımızda kalıplaşmış; artık
edebiyatımızın klasiklerinden olmuştur.
Memleket Sevdasıyla...
NAMIK KEMAL’İN TÜRK
MODERNLEŞMESİNE KATKILARI
Namık Kemal, Osmanlı İmparatorluğunun
dağılış dönemlerinde yaşamını sürdürmüş
bir aydındır. Onun gördüğü ve âdeta bir
kamera gibi şahit olduğu bu dönemde
Namık Kemal, devletin modernleşmesini
savunmuş, bunun hakkında çalışmalar
yapmıştır. Özelikle savunduğu hürriyet
fikirleri dönemin nesline örnek olmuştur.
Namık Kemal hayatı boyunca idealist bir
şekilde yaşamış; asla zulme boyun
eğmemiştir. Bu yüzdendir ki onun
yaşantısı Türk gençlerine örnek
olmuştur. Söyleyebiliriz ki Namık Kemal
devrinin gür ve korkusuz sesi olmasıyla da
kendinden sonraki birçok nesle yol
göstermiştir.
Batının ve modernliğin gerisinde kalan
ve âdeta çürümüş bir devlet olan Osmanlı
İmparatorluğu’nu kurtarmak amacıyla
“Osmanlıcılık” fikrini benimsemiştir. Her
ne kadar bu fikir başarısız olsa da, Namık
Kemal “Osmanlılık” fikrini “milli bir
şekilde” benimsemiştir. Yazılarında ve
romanlarında ateşli bir anlatıma sahip olan
Namık Kemal, vatanperverliği işaret
etmiştir.
Modernleşme safhasında, Osmanlı
Devleti’nde geri kalan “gazeteciliği” de
üstlenen Namık Kemal, Şinasi’nin “Tasviri
Efkar” gazetesini bir süre çıkarmıştır.
1868 tarihinde yurt dışında “Hürriyet”
gazetesini Ziya Paşa ile çıkaran Namık
Kemal, 1872 tarihinde de “İbret”
gazetesini çıkarmıştır (Özön, 1938).
Yenileşme safhasında birçok yenilikler
ve naçizane çalışmalar yapan Namık
Kemal, 1908 İttihatçı devriminin de
temel fikirlerini oluşturmuştur. İttihatçı
devrim ile gelen Meşrutiyet yönetimi,
Osmanlı Devleti’ne yeni bir soluk
getirmiş, 30 yıllık istibdat dönemini
yıkmıştır.
(Wikipedia.com)
Memleket Sevdasıyla...
ATATÜRK VE NAMIK KEMAL
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, açık bir şekilde Namık Kemal’den etkilenmiştir. Onun
fikirleri, Atatürk de cereyan etmiş ve onun gibi büyük bir hürriyet savaşçısı olmuştur.
Mustafa Kemal daha lise yıllarında ondan etkilenmiş; hatta onun için “Türk ulusunun
yüzyıllardan beri beklediği sesi” olarak bir tanımda bulunmuştur (Gündüz, 1973;
Cebesoy, 1967; Turan, 2019) Şunu söyleyebiliriz ki devrin bütün önemli subayları
Namık Kemal’den etkilenmiştir. Onun yolunu yol bilmişler, onun hedefleri için uğraşlar
vermişlerdir.
13 Ocak 1921 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk meclis kürsüsünden Namık
Kemal’in şu sözlerine nazire yapmıştır:
“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini”
Ve büyük Atatürk şöyle demiştir:
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.” (Tuncel, 2020).
Memleket Sevdasıyla...
KAYNAKÇA
Cebesoy, A. F. Sınıf Arkadaşım Atatürk:
İstanbul, 1967.
Gündüz, A. Hatıralarım: İstanbul, 1973.
Kaplan, M. Namık Kemal: Hayatı ve Eserleri:
İbrahim Horoz Basımevi: İstanbul, 1948.
Mutluay, R.100 soruda Tanzimat Ve
Servetifünun Edebiyatı: Gerçek Yayınevi:
İstanbul, 1988.
Özön, M., N. Namık Kemal Ve İbret Gazetesi:
İstanbul, 1938.
Tuncel, B. Atatürk Ve 30 Ağustos Zaferi’nin İlk
Kez Kutlanışı: Türk Tarih Kurumu Yayınları:
Ankara, 2020.
Turan, Ş. Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen
Olaylar, Düşünürler, Kitaplar: Türk Tarih
Kurumu Yayınları: Ankara, 2019.
Memleket Sevdasıyla...
Memleket Sevdasıyla...
Fransız İhtilali, on dokuzuncu yüzyılın çıkmış, hürriyet fikirleri gelişmeye
sonlarına doğru patlak veren ve dünya
tarihine derin izler bırakacak olan çok
uğramış, çok uluslu devletler için sıkıntılı
süreçler yaşanmış ve meşruti yönetimin
kapsamlı bir ihtilaldir. İhtilal hem temelleri bu ihtilale atılmıştır. İhtilalin
Fransızlar için hem diğer ülkeler için
önemli sonuçlar doğurmuştur. Aslında
bakacak olursak bu ihtilal birden patlak
veren toplumsal bir olay değildir. Uzun
yıllar boyunca biriken ve taşmak üzere
olan bazı toplumsal olayların sonucudur.
Sözü bağlamak gerekirse Fransız İhtilali
öncesi Fransa, kaynamakta olan bir
kazana benzetilebilir.
Bir çağı kapatan ve yeni bir çağ açan bu
parlak isimlerinden bir subay vardır ki
kendisi Avrupa’yı savaşa sürükleyecek
olan Napolyon’un ta kendisidir.
Bu ihtilalle birlikte hayatımızda bugün bile
önemli yer işgal eden milliyetçilik fikri
doğmuştur. Keza yine bu fikir yıkıcı
etkilere sebep olmakla birlikte günümüzün
ulus devletlerinin kuruluş sürecini de
başlatmıştır. Bunun hakkında yazımızın
ileriki safhasında konuşacağız.
toplumsal hareket bahsettiğimiz gibi İHTİLAL ÖNCESİ FRANSA
yalnızca Fransızları ilgilendirmemektedir. Fransa giderek bozulan bir ekonomiyle
İhtilal sonucunda çıkan bazı toplumsal ve boğuşuyordu. Halk sefillik ve kıtlık
siyasi fikirler evvela Avrupa olmak üzere
tüm dünyaya hızlıca yayılmış ve dünya
tarihini yeni bir sekteye sokmuştur. Yusuf
Akçura bu durumu şöyle anlatmıştır:
“Fransız İhtilali’nin, bu pek mühim vak’a-ı
tarihîyenin iki nevi ehemmiyeti vardır:
Birisi hususidir, mahallidir, millidir, yani
Fransa’ya hastır; diğeri umumidir, bütün
içindeyken öbür bir tarafta soylular ve saray
kısmı harcamalarından taviz vermiyor, lüks
ve şatafat içinde refah bir yaşam sürüyordu.
Diğer taraftaysa gelişen sanayi inkılabı ile
yeni çıkan burjuva sınıfı ise soylular ve
saray tebaası tarafından hor görülüyor, ülke
gündeminde söz sahibi olmak istiyorlardı.
Halk ise bir aydınlanma ve fikir devrimi
Avrupa’ya şamildir. Avrupai’dir, hatta içindeydi. Fransız halkı ve bilhassa
denilebilir ki cihanşümuldür: Bütün aydınları Jan Jak Rousseau, Voltaire,
dünyaya müessir olmuştur.” Bu yeni çıkan Montesquieu gibi insanların fikirlerini
fikirlerle imparatorluklar içinde isyanlar benimsemişlerdi.
Memleket Sevdasıyla...
Ekonominin bozulmasıyla birlikte çözüm
vergilerin arttırılmasında arandı. Elbette bu
çözüm halkın sefilliğine sefillik katacak ve
ihtilale giden yolu açacaktı. Fransa yakın
bir zaman içinde kan ve barut kokan
sokaklarıyla kendini büyük bir ihtilalin
bizzat içinde bulacaktı.
İHTİLALİN BAŞLANGICI
1789 yılında toplanan parlamento üç
sınıftan oluşmaktaydı. Bunlar soylular, din
adamları ve bizzat halk adına seçilmiş
üyelerdi. Burjuva sınıfı ve halktan oluşan
üyeler vergilerin düşürülmesini, Fransa
içindeki iç gümrük vergilerinin kaldırılmasını
ve mutlak monarşinin sona ermesini talep
ettiler. Bu talepler Fransa Kralı 16. Louis
tarafından reddedilince halk Bastille
Hapishanesi’ne hücum ederek buradaki
tüm suçluları serbest bıraktı. Bunun
üzerine Fransa’yı genel bir ayaklanma takip
etti. Ardından kurucu bir meclis ilan edilerek
bu meclis tarafından ilan edilen bir
anayasayla monarşinin yetkilerinin
sınırlandırıldı. Bu anayasa ile birlikte İnsan
ve Yurttaş Hakları Bildirgesi yürürlüğe girdi.
Ayrıca bu anayasa halk tarafından
seçilecek bir meclisinde varlığını içeriyordu.
Kanunları hazırlamak, bütçeyi tasdik etmek
ve hükümetin icraatını kontrol etmek
görevleri meclise verildi. Bu anayasayla
birlikte Fransa’da uzun yıllardır hâkim
olan feodal yönetim sona erdi. Soyluların
birçoğu diğer Avrupa ülkelerine kaçmak zorunda
kaldı. Öte yandan Fransa’da çıkan
özgürlük, eşitlik ve meşrutiyet gibi fikirler
diğer Avrupa ülkelerinin dikkatinden
kaçmamış, onları huzursuzluğa itmişti.
İHTİLAL SIRASINDA FRANSA
Gelişen olaylar sonucunda kral 16. Louis
ve ailesi tahtan indirildikten sonra
tutuklandı. Öfkeli halk kitleleri bunu
yetersiz gördü. Yıllarca onları açlığa
mahkûm eden ve fahiş vergilerle halkı
ezen bu canileri tutuklamak
yetmeyecekti. Akabinde önce kral,
sonra kraliçe olmak üzere tüm saray
ahalisi giyotinlerin keskin bıçaklarıyla
kısa ve öz saniyeler yaşadı.
Kral ve kraliçenin idamı elbet yeterli
olmayacaktı. Fransa’da o tarihlerde sürekli
idamlar baş gösterdi. Soylular başta olmak
üzere kral ve kral taraftarları birer birer
idam edildi. Söylenen sayılara göre idam
edilen ve çatışmalar sürecinde ölen toplam
insan sayısı on beş bin ila kırk bin
arasındadır.
Daha sonra bu çatışmalar yerini
Cumhuriyet yönetimine bıraktı. Tabi bu
cumhuriyetin ömrü de kısa olacaktı. Çünkü
Napolyon sağ olsun, başta olmasa da
ilerleyen yıllarda kendini imparator ilan
edecek ve Fransız halkını kendiyle birlikte
cephe hattına sürükleyecekti. Tabi burası
bir başka yazının konusu olduğu için bu
detaylara girmeyeceğim.
Memleket Sevdasıyla...
İHTİLAL SONRASI GELİŞMELER
Tüm dünyada özellikle Avrupa’da baş
gösteren mutlak monarşi yönetimlerinin
yıkılamayacağı algısı bu ihtilalle sona erdi.
Eşitlik, özgürlük, adalet, gibi ilkeler önce
Avrupa’da sonra diğer ülkelerde yayılmaya
başladı. Milliyetçilik fikirlerinin gelişmesi ve
sistemleşmesiyle birlikte siyasi bir kimlik
kazandı ve bu çok uluslu imparatorlukların
temellerini yıkacak ilk darbeyi vurdu. ABD’de
görülen demokrasi Avrupa’da gelişmeye
başladı ve bu Avrupa’nın vazgeçilmez bir
parçası olarak kaldı. Bazı dağınık etnik grup
ve milletler teşkilatlanarak birleşmek adına
girişimlerde bulundular bu da yeni ulus
devletlerini ortaya çıkardı. İnsan Hakları
Bildirisi, Fransızlar tarafından dünya çapında
bir bildiriye dönüştürüldü. Arkasında halkı ve
güçlü bir ordusu bulunan Napolyon,
Avrupa’yı savaşa sürükleyerek tarihe
Napolyon Savaşları olarak geçecek
savaşların fitilini yaktı.
Ve hepimizin bildiği üzere Yeni Çağ
kapanmış, Yakın Çağ açılmış oldu.
MİLLİYETÇİLİK FİKRİ VE ETKİLERİ
Milliyetçilik, bir bireyin doğduğu, sahip
olduğu ülkenin veya etnik grubun çıkarlarını,
egemenliğini korumayı ve bunu sonsuza
kadar sürdürmeyi amaçlayan bir fikir
hareketidir. Milliyetçilik, her ulusun dışarıdan
gelecek tehditlere ve düşmanca hareketlere
karşı kendini koruma ve güvence altına alma
politikası da denilebilir. Ayrıca milliyetçilik
beraberliği, örgütlenmeyi ve ulusun
devamlılığını da amaçlamaktadır.
Milliyetçiliği iki kavramda ele almak
gerekmektedir. Birinci kavramı
birleştirici milliyetçiliktir. İkinci kavramı
ise yıkıcı ve ayrıştırıcı, totaliter
milliyetçiliktir. Birinci kavram gayet
masum olmakla birlikte bir ülke için
olmazsa olmaz bir milli beraberliği
sağlamaktadır. Bu milliyetçilik etnik kökenden
çok vatandaşlık milliyetçiliği yani
ulusun her ferdinin bir bayrak altında
toplanmasıdır. Dediğimiz gibi bu milliyetçilik
kavramı birleştirici olmakla
birlikte ikinci kavramdaki milliyetçiliğe
göre çok ılımlıdır.
Atatürk’ün milliyetçilik fikirleri de bu
milliyetçilik kavramı ile uyuşmaktadır. Bu
fikir doğrultusunda bu memleketin her bir
ferdinin genel adı Türk’tür ve Türkiye
Cumhuriyeti bu milyonlardan oluşan bu
fertlerin içinde yaşadığı bir Türk
Cumhuriyeti’dir. Bu ülkenin ferleri daima
Cumhuriyet ve ulus için çalışmalı, bu
yolda her tehlikeyi göze almalıdır.
Ayrıca belirtmek isterim ki günümüzde bile
halen bu milliyetçilik fikri gerçek Atatürkçü
düşünceye sahip insanların bünyesinde
bulunmakta ve yeri geldiğinde kullanıma
hazır bir şekilde beklemektedir. Günümüz
şartlarında milliyetçilik bir fikirden ziyade
fertlerin içinde bulunan bir savunma
Memleket Sevdasıyla...
mekanizmasına dönüşmüştür. Bir hayvanın kendini koruma iç güdüsü gibi
çalışmakta ve bir tehlike karşısında milletimiz tek bir vücut halinde tehlikeye
göğüs germektedir.
İkinci kavramdaki milliyetçiliğimiz ise ayrıştırıcı ve sert bir bünyeye
sahiptir. Bu daha çok ırk kavramı üzerine kurulan ve daha çok tarihteki
imparatorlukların yıkılmasında etkisi olan milliyetçilik kavramıdır. Osmanlı’nın
Balkan isyanları da bu milliyetçilik sonucunda baş göstermiştir. Keza Osmanlı
bünyesinde bulunmak istemeyen Balkan milletleri birer birer milliyetçilik ve
dış kuvvetlerin etkisiyle Osmanlı’ya karşı ayaklanmalar çıkarmıştır. Bu
milliyetçiliğin sonucunda daima bir yıkım bulunmaktadır ve bu daha çok siyasi
ve ideolojik fikirlerin ele aldığı milliyetçilik kavramıdır.
GENEL ANLAMDA MİLLİYETÇİLİK
Genel anlamda milliyetçilik bir ulusa sahip bir kişinin ulusunu sevmesi,
ulusunun gelişmesi için çalışması ve ulusunun fertlerini benimsemesidir. Bu
doğrultuda olduğu zaman milliyetçilik zararsız ve etkili bir çizgide
ilerleyecektir. Irkçılık potansiyeli taşımaması da gereklidir milliyetçiliğin. Aksi
taktirde bahsettiğimiz gibi ikinci kavramdaki milliyetçiliğe kaymış oluruz ve bu
ülkenin ayrışmasına, parçalanmasına sebep olur.
Unutulmamalıdır ki Mustafa Kemal Atatürk bir Türk milliyetçisidir. O,
hayatını ulusu ve ülkesi için çalışarak harcamış, bu yolda onu kimse
durduramamıştır. Millî Mücadele’nin ilk ilanı sırasında Avrupa gazeteleri “Bir
avuç milliyetçi Türk” olarak nitelendirilen paşamız milliyetçiliği bizlere miras
bırakmıştır.
Memleket Sevdasıyla...
KAYNAKÇA
Çıvgın, İzzet ve Yardımcı, Remzi (2009), "Çağdaş Dünya
Tarihi" Ankara:Eğiten Kitap
Armaoğlu, Fahir, (Son baskı: 2016) 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi
1789-1914, İstanbul: Timaş Yayınları
Sander, Oral (1.baskı 1989 Son baskı:2016) Siyasi Tarih 1.
Cilt (İlk Çağlardan 1918e), İstanbul:İmge kitabevi Yayinlari
Yusuf Akçura Tarih-i Siyasi 1926-27-28 Ders Notları Ötüken
Yayınları s. 60-61
A. D. Smith, ‘Milliyetçilik ve Kültürel Kimlik’, (Millî Kimlik),
Türkiye Günlüğü, Mart-Nisan 1998, s. 76.
Memleket Sevdasıyla...