16.10.2021 Views

Avrupa’da Sanat: Rönesans

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.


ANAFOR SANAT DERGİSİ: 2. SAYI

@anafordergi

Genel YayınYönetmenleri

Aysude AKTAŞ

Ceren KANTARCI

Tasarım Ekibi

Aysude AKTAŞ

Ceren KANTARCI

Beyza TORUN

Editör Ekibi

İrem YARDIMCI

Sudem ERDEM

Sosyal Medya Ekibi

Alper ATİK

Salih Emirhan ATAMAN

Dilara YILMAZ

Gökay Boran ABAKAY

Yazarlar

RÖNESANS: Ceren KANTARCI-Kadir Gökalp KOLENOĞLU

RÖNESANS’TA MÜZİK: Zeynep VESKE

OPERA: Alper ATİK

DA VINCI: Beyza TORUN

RAFFAEL-MICHELANGELO-DONATELLO: Berin

BÜYÜKBODUK

RÖNESANS EDEBİYATI: İrem YARDIMCI

ROMEO VE JULIET: Salih Emirhan ATAMAN


Rönesans 1

Michelangelo 29

Rönesans’ta Müzik 8

Donatello 33

Opera 10

Rönesans Edebiyatı 38

Da Vinci 13

Romeo ve Juliet 43

Raffael 24

Kaynakça 45


Rönesans’a başlamadan önce açıklığa kavuşması gereken başka bir konu var: Orta

Çağ. Karanlık Çağ da dense de 1000 yıllık(Batı Roma’nın çöküşü-Rönesans arası )

bir süreci tamamıyla kötülemek doğru değildir. Erken, Yüksek ve Geç Orta Çağ

olarak üçe ayrılır. Yüksek Orta Çağ’da meydana gelen Haçlı seferleri İslam

medeniyetleriyle etkileşerek bilimsel gelişmeleri Avrupa’ya taşımıştır. Sanat ise

Gotik, Karolenj, Romanesk gibi akımlar ile şimdilerde bile görebileceğimiz din

temelli eserler etrafında gelişmiştir. Batı, zaten parçalanan bir imparatorluktan

sonra Katolik Kilisesi yardımıyla ayakta durmaya çalışıyordur. Bizans taraflarında

ise ikonoklazm ile dini eserlerin bile yapılması yasaklanmış ancak bazı eski

tasvirlerin taklidine izin verilmiştir. Ve gerek sanatta gerek müzikte gerek bilimde

olan- az da olsa- gelişmeler, kilise duvarları dışına çıkmıyordur. İnsanlık gittikçe

çökerken Katedraller, bulutlara yükseliyordur. Din yaşamın merkezidir ve

dogmatik düşünce yapısı sayesinde insanlar sorgulamadan uzak, sadece onlara

gösterilenler etrafında yaşıyordur. Batıl inançlar, insanların eğitimsizliği, cahiliyet

gibi etkenler nerdeyse Avrupa’yı dönülmez bir yola sokmuştur. Zaten Geç Orta

Çağ’da veba ve iklimsel sorunlara dayalı tarım sıkıntıları ortaya çıkmış, Avrupa’yı

gerçek düşüşün eşiğine getirmiştir. Ancak düşmemişti. Çünkü...


• Eski Roma ve Yunan medeniyetlerinin eserleri incelenmiş, yorumlanmış ve

öğretilmiştir.

• Matbaa ve kâğıt üretiminde gelişen teknoloji, bilginin aktarımı

kolaylaştırılmıştır.

• Haçlı seferleri sonucu kiliseye karşı güven ve Avrupa’daki skolâstik düşünce

sarsılmıştır ve savaşların İslam medeniyetleriyle olması dolayısıyla bu

medeniyetlerden yeni teknolojiler getirilmiştir.

• Bilim adamlarının ve sanatçılar değer görmesi ve desteklenmesi, yeni bilim

adamları ve sanatçıların ortaya çıkmasını sağlanmıştır.

• İstanbul’un fethinden sonra Avrupa’ya kaçan bilim insanları yeni teknoloji ve

fikirler getirmiştir.

• Özellikle İslam medeniyeti başta olmak üzere, farklı medeniyetlerle ilişkiler

kurulmuştur.

• Hümanizm odağı dinden alıp insana çevirmiş ve insan önem kazanmıştır.

• Akademisyenler, hiçbir öğretinin tam ve doğru olduğu kanıtlanmadan kabul

edilmemesi gerektiğini savunmuştur.

• Kara ölümün yarattığı ekonomik ve siyasi değişimlerin dini otoriteyi sarsmıştır.

Ve Rönesans başlamıştır.


Peki, Rönesans nedir?

15. ve 16. Yüzyıllar arasında gerçekleşen Rönesans, İtalyanca ‘’Rinascita-

Rinascimento’’ yani kelime anlamı olarak “yeniden doğuş” veya “yeniden dirilmek”

demektir. Günümüz anlamıyla ilk defa Jacob Burckhardt tarafından kullanılmış,

sanat tarihinin babası George Vasari’nin eserlerinde de bol bol yer bulmuştur.

Sanat başta olmak üzere bilim, felsefe, ticaret gibi birçok farklı alanda yeni bir

bakış açısına kavuşulmasını sağlamıştır ve bunu yaparken aslında Antik Yunan ve

Roma medeniyetlerinden esinlenmiştir. Yani bu medeniyetleri ‘’yeniden

doğurmuştur’’.

Artık önemli olan din değil insandır, inanç değil sorgulamadır, ruhanilik değil

materyalistliktir. Rönesans, insan aklının içinde bulunduğu kötü duruma, Orta

Çağ’a, verdiği tepkidir. Rönesans’ın günümüze en büyük katkısı insandır.

Hümanizm, altın bir kural haline gelmiştir. İnsan üst bir varlıktan önce kendi

özünü tanımalıdır. İnsan, küçük evrendir. Bu tutum, sanata da yansımıştır. Portreoto

portreler, insanı merkeze koymak için perspektif, dolayısıyla daha gerçekçi

çizimler, realizm, natürmort vs. Rönesans‘ta ortaya çıkmıştır.

Rönesans, doğduğu İtalya’da en büyük etkisini göstermiştir. Özellikte Floransa gibi

cumhuriyetleşmiş yerler, özgür ve rekabetçi düşünceye yer hazırlamış; Yüksek

Rönesansçı Da Vinci, Michelangelo, Rafeal , Donatello ve Bramente gibi bir sürü

Rönesans adamı, en büyük eserlerini bu şehirlere vermiştir.

Francesco Petrarca, İtalyan hümanist


İtalya’da Rönesans Erken, Yüksek

ve Geç Rönesans olarak ayrılmış,

Erken Rönesans Giotto ile

başlamıştır. Avrupa resminin

babası olarak görülen Giotto,

yaygın Bizans tarzı ile belirleyici

bir moda oluşturmuş ve

“yaşamdan çizim” tekniğini tekrar

sanata kazandırmıştır.

Resimlerinde, doğaya sadık

kalarak insanların jestlerini,

yüzlerini ustaca tasvir ettiği

görülür. Rönesans’ın ilk büyük

ressamı kabul edilir. Giovanni

Bellini de bir Erken Rönesans

sanatçısıdır. Fatih Sultan

Mehmet’in bizzat isteği üzerine

ünlü portreyi resmetmiştir.

Brunnelleschi ve Alberti gibi

isimler de Erken Rönesans’ta

antik yapı sanatını uygulayıp

geliştirmiştir.

Fatih Sultan Mehmet Portresi, Gentile Bellini

Erken Rönesans’ın teknik açıdan kazandırdıklarının üstüne Yüksek Rönesans

sanatçıları insan ve duygu derinliğini ekledi. Merkez Floransa’dan Milano’ya,

Roma’ya taşındı. Sanatta altın oranlar, gölgelemeler(Sfumato) , karanlık ve

aydınlık kullanımı (Chiaroscuro), gerçekçi ve matematiksel çizimler; Rönesans’ı

mükemmele taşıdı.

Ve her dönemin sonunda olduğu gibi, sıra dönemi sorgulamaya ve bozmaya geldi.

Geç Rönesans ve Maniyerizm akımı ortaya çıktı. Simetri yerini asimetriye, merkez

birey yerini birçok insana, gerçeklik ve sadelik yerini aşırılığa ve deformasyona

bıraktı. Michelangelo (Sistine Şapeli) ve Rafeal gibi ünlü ressamların öncülük ettiği

bu akımın ilk temsilcilerinden biri de Vasari’dir.


Rönesans sanatın yanında birçok bilimsel ve toplumsal

çalışmaya tanıklık etmiştir. Bunlardan bazıları:

• İtalyan asıllı ünlü kâşif Kristof Kolomb Asya’ya denizden

ulaşmaya çalışırken Amerika kıtasını keşfetmiştir. Her ne

kadar kendisi fark etmese de kısa sürede keşfedilenin yeni

bir kıta olduğu anlaşılmıştır.

• Martin Luther, Alman asıllı olan din reformcusu ve

teologdur. 1510 yılında Roma’ya gitme fırsatı bulan Luther

Roma Katolikliğindeki yolsuzluklara ve “Endüljans” adı

altında dinin ticari araç haline getirilmesine şahit oldu.

Bundan sonra dinin uygulamasındaki yolsuzluklara karşı

bir mücadele başlattı ilk olarak “95 Tez’ini” kilisenin

duvarına astı bu tezde Endüljans uygulamasının yanlışlığı

başta olmak üzere pek çok uygulamayı eleştirdi. Pek çok

kez papa da dâhil olmak üzere din adamlarıyla sorun

yaşayan Luther yaptığı çalışmalarla Protestanlığın ve Din

Reformasyonu’nun önemli öncülerinden oldu.

• Galileo Galilei, İtalyan fizikçi, matematikçi, gökbilimci ve

filozoftur. “İki Kâinat Sistemi Üzerine Konuşmalar” adlı

eserini 1632’de yayınlamış ancak bu eser yüzünden

Roma’da mahkemeye çağırılmıştır. Kitabı yasaklanmış ve

kendisi de ömrünün geri kalanı boyunca kalacağı

hapishaneye atılmıştır. Teleskop, Mikroskop ve Termoskop

gibi icatlar yapmış, pek çok gök cismini keşfetmiştir.


Tabi bir de, Rönesans tek İtalya’ya mahsus

değil, değil mi? İtalya’dan Fransa, oradan

İspanya, İngiltere, Hollanda, Almanya,

Danimarka yayılmış ve Kuzey-Güney

Rönesans’ını oluşturmuştur.

Peki, bu ikisi arasındaki başlıca farklar

nelerdir?

• Güney Rönesansı, Kuzey Rönesansı’ndan

önce başlamış ve Kuzey Rönesansı’nı

etkilemiştir.

• Güney Rönesansı, İtalyan yarımadası ve

civarında etkili olmuştur ancak Kuzey

Rönesansı; İngiltere, Hollanda, Almanya gibi

pek çok devleti etkilemiştir.

• Güney Rönesansı toplumun gelişimine

vurgu yaparken, Kuzey Rönesansı,

Hıristiyanlığın iyileştirilmesine daha çok

önem vermiştir.

• Güney Rönesans döneminin eserleri,

Yunan ve Roma ideolojilerine dayanıyordu

ancak Kuzey Rönesansı’nda bu etki

neredeyse hiç yoktur.

• Kuzey Rönesansı, yağlı boya, heykel vb.

sanatsal teknikleri yaygın olarak

kullanılmışken, Güney Rönesans’ı, müzik ve

felsefe gibi alanların yenilenmesine özen

göstermiştir.

•Kuzey Rönesansı, doğaya ve ayrıntılara

odaklanmıştır.


Ülke olarak;

Hollanda, Kuzey Avrupa ülkeleri arasında Reformu sanata en çok yansıtan

ülkelerin başında gelir. Kuzey Rönesansı’nın önemli ressamları arasında

Hollandalı Jan van Eyck ve Rogier van der Weyden yer alır. Flaman ressamlar

Güney’den etkilense de çoğunlukla Jan van Eyck geleneğini devam ettirdiler.

Almanya’da daha çok gravürcülük ve baskı teknikleri gelişerek birçok dini baskı

yapıldı. Albrecht Dürer, otoportreleri ve son derece gerçekçi gravürleriyle Güney ve

Kuzey Rönesansı’nı birleştirdi ve bir bakıma aslında Güney Rönesansı’nı kuzeye

taşıdı. Fransa, ülkeye gelen İtalyanların etkisinde mimarlığını geliştirirken,

İngiltere Shakespeare, İspanya Cervantes gibi ünlü yazarları günümüze kazandırdı.

Dönem olarak Rönesans, insanoğlunun pek çok ders aldığı bir zaman dilimini

kapsar. Bir medeniyet düşebildiği noktaya kadar düşmüş ve tek kurtuluşun

sorgulamakta, bilimde, sanatta olduğunu fark etmiştir. Ve fark ettiyseniz, halen

daha sanat ve bilim denince akla başka başka ülkeler yerler değil, yine Avrupa

medeniyeti gelmektedir. Umarım fark etmişsinizdir çünkü fark etmek uyanmaktır;

değişimin, yükselişin ilk ve en büyük adımıdır.


Rönesans müziği , sıradan insan yaşamında müziğin tekrar değerlendirilmesi ve

yeni fikirlerin doğuş dönemidir. Bu dönemde insanlar kendi yaşamlarını ve

dünyayı yeniden kurarken yaptıkları heyecan verici keşifleri müziğe yansıttı.

Müziği kiliseden çıkarttı. Birçok insan bilime, tarihe olan merakı sayesinde

okullara gidiyordu. İnsanlar kendi kültürlerini ve dünya tarihini merak ediyor,

sorularına cevap arıyor, sanatı geçmişte olmayan şekillerde değerlendiriyorlardı.

Rönesans’ın yaşam sevinci dansları, danslar da çalgıları arttırdı. Bu dönemde yeni

çalgılar icat edildiği gibi, eski çalgıların da sesleri zenginleştirildi; org, klavsen,

lavta, arp, yan flüt, kornet, trompet ve tabii ki viyola bu döneme damgalarını

vurdular. Ritmi ve sesi güçlendirmek amacıyla vurmalı çalgıların da bu gelişime

katılmasıyla büyük davullar, ziller, üçgenler ve defler orkestralardaki yerlerini

aldılar. Bunların hepsi bir yana yine de Rönesans bestelerinin en belirgin özelliği

çalgıların aynı anda başlayıp eseri aynı anda bitirmeleri denilebilir. Ses şiddeti hep

aynı ayardadır. Bu dönemin sonunda üne kavuşan sanatçılardan biri olan Claudio

Monteverdi, o zamanın müzik döneminde değişiklikler yaratmıştır.

Claudio Monteverdi

Monteverdi , Floransa

operalarından etkilenmiştir.

Venedik’te ilk opera binasının

açılmasının ardından opera

bestelemeye yoğunlaşmış; ancak bu

eserlerden sadece iki tanesi

günümüze ulaşabilmiştir. Bestecinin

yaratıcılığı Shakspeare’e benzetilir,

üzerinde çalıştığı formları değiştirip

geliştirmiştir. Monteverdi , yaşamı

boyunca Venedik halkından büyük

saygı görmüştür. Mezarının

bulunduğu Frarri Kilisesi'ne bir anıt

dikilmiştir. Ayrıca armonideki

modern anlayışının da öncüsüdür.


İlk bale de Rönesans’ta yazılmıştır. Müzisyenler adımlarının müzik ile uyumlu

olması için bu sanat dalı üzerinde çalışmaya başlamış ve ilk bale bestesi

Orchesographie, 1588 yılında Thoinot Arbeau tarafından yapılmıştır.

Son olarak; Rönesans, müziğin bütün kültür hayatında büyük önem taşıdığı bir çağ

olmuştur. Çünkü bir erkeğin aydın olsun, sanatçı, bilgin ya da diplomat olsun

müzik teorisini bilmesi ve pratiğini yapmış olması gerekiyordu. Bir saray

adamının, bilgilerinin yanı sıra müzikçi olması ve çalgı çalması baş koşuldu. Başka

bir ifadeyle müzik bambaşka bir değer ve anlam taşımaktaydı.


Opera Neden, Nasıl ve Ne Zaman Ortaya Çıktı?

Orta Çağ döneminde Batı müziği sadece kilise hizmetiyle sınırlı kalmış ve kilise

dışında müzik, soyluları eğlendirmek amacıyla cambazlık ve danslarla birlikte

sergilenmişti. Ancak 16. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da Rönesans hareketiyle

beraber özellikte sanatta özgürleşme ve sanatın yeniden ele alınmasıyla Batı

müziği yalnızca çok sesli koro temelinden gelişip giderek kişiselleşmeye başlamıştı.

Bu kişiselleşme çabaları sürerken yeni bir türe ihtiyaç duyuluyordu. Bir taraftan

solo bölümlerle koro bölümleri, diğer taraftan da tiyatro ile müziği harmanlayan

bir tür: Opera...

Opera 16.yüzyılın sonlarında İtalya’da ortaya çıkmıştır. Ve bu türün ilk örneği

Floransa’daki ‘Carmetta’ adlı bir müzik topluluğunun eski Yunan oyunlarını

yeniden canlandırmak istemeleri üzerine yaptıkları “Daphne” adlı oyundur. Tarih

olarak tam belli olmasa da 1590-1600 yılları arasında bestelendiği tahmin

edilmektedir. “Daphne” ne kadar ilk opera olarak bilinse de ne yazık ki bu esere

dair notalar günümüze ulaşmamıştır. Bu nedenle yine Daphne’nin de bestecisi olan

Jacopo Peri’nin bestelediği “Euridice” günümüzde sergilenebilen en eski operadır.

Türklerde ise ilk opera Osmanlı

İmparatorluğu'nda, kendisi de bestekâr olan 3.

Selim zamanında sergilenmiştir. Cumhuriyet

sonrasında ise opera, Batı müziğinin halka

alıştırılması çalışmaları kapsamında

önemsenmiştir. İlerleyen zamanlarda, 1948’de,

Ankara Opera Sahnesi açılmış ve opera bu şekilde

gelişim göstermiştir.


Opera temelde sadece müziğin bir türüymüş gibi gözükse de teatral formu da

kesinlikle azımsanacak derecede değildir. Ayrıca opera danstan edebiyata ve hatta

mitoloji konulu eserlerde heykele kadar pek çok sanat dalını bünyesinde

bulundurabilir. Bünyesinde bulundurabileceği diğer sanat dallarını

düşündüğümüzde bazen müzik arka planda bile kalabilir. Dolayısıyla operayı

değerlendirirken müzik dışındaki teatral formu ve sanatın diğer türlerini

kesinlikle göz ardı etmemeliyiz. Konu anlamında ise genellikle mitolojiden ve

tarihten esinlenilir. Operanın konuları genelde çok acıklı olsa da komik operalar da

vardır ve bunlara operakomik adı verilir.


Opera’nın bölümleri

Opera temelde 2 bölümden oluşur. 1.

bölüm konuyu açıklayan ve genelde şiir

biçiminde yazılan kısımdır. Bu bölüm

libretto olarak adlandırılır. 2. bölüm ise

müzikli kısımdır ve kendi içinde 6

bölüme ayrılır.

Bunların ilki olan üvertürde opera kısaca özetlenir. İkinci

kısım olan resitatifte; orkestrayla ile birlikte kesin bir melodi

olmadan, serbestçe çalınan ve bazen konuşulan ara

bölümdür. Üçüncü bölüm olan arya solistlerin uzun uzun

solo olarak söylediği bölümdür. Bu bölüm ilk başta normal

konuşma havasında giderken devamında ritmik bir hale gelir

ve bu ritmik hal en başta yavaş ve sakin bir tempodayken

(andante) sonrasında giderek yükselir ve daha canlı hale

gelir (allegro). Dördüncü bölüm olan koro, oyuncuların

tamamının beraber söyledikleri şarkı bölümüdür ve genelde

aryanın toplu hali olarak tanımlanır. Beşinci kısım olan final

operanın son kısmıdır. Bu bölümde operada sahne alan

herkes beraber çalıp söylerler. Bu bölüm çoğu zaman çok

görkemli, çok gösterişli bir şekilde biter. Ve son kısım olan

balede operanın çeşitli yerlerinde sergilenen dans

gösterileridir. Eğer bale kısmı diğer kısımlardan daha üstünse

operaya ‘baleli opera’ denir.


Her ne kadar dünyaca ünlü olsalar da ünlülerin hiç bilmediğimiz bazen sıradan

bazen de sıra dışı hayatları vardır. Bunlardan birisi de Leonardo da Vinci’nin

hayatıdır.

İtalyan ressam Leonardo da Vinci 15 Nisan 1452 yılında Caterina’nın evlilik dışı

çocuğu olarak Vinci kasabası yakınlarındaki Anchiano’da dünyaya geldi. Çoğumuz

Leonardo da Vinci olarak tanısak da asıl adı “Vincilli Üstat Piero’nun oğlu

Leonardo” anlamına gelen Leonardo di ser Piero da Vinci’dir. 14 yaşına kadar

Vinci’de yaşamış fakat daha sonra babası ile beraber Floransa’ya gitmiştir. Evlilik

dışı çocukların üniversiteye alınmaması nedeniyle üniversiteye gidememiştir. Ama

Leonardo küçüklüğünden beri çizim konusunda oldukça yeteneklidir. Bu yeteneği

onun oldukça işine yaramıştır. Babasının çizimlerini o dönemin ünlü ressamı

Andrea del Verrochio’ya göstermesi sonucu Verrochio onu yanına çırak olarak

almıştır. Leonardo burada birçok ünlü sanatçı ile tanışma fırsatı bulmuştur.

Leonardo 1482 yılında Floransa’yı terk etmiş ve Milano Dükü Sforza’nın hizmetine

girmiştir. Burada sadece resim çizmemiş aynı zamanda bina ve silah tasarımları

yapmıştır. İleriki zamanlarda mimari, anatomi ve uçan makineler konusunda

kendini geliştirmiş ve birçok öğrenci yetiştirmiştir. Bu çok yönlülüğü çoğu zaman

başladığı işleri bitirememesine sebep olmuştur.

Bir alt Leonardo’nun, insanlık tarihinin en iyi

resimlerinden birisi kabul edilen Mona

Lisa’ya 1503 yılında başladığı söylenir. Bu

resim onun için de o kadar önemlidir ki resmi

bitirdikten sonra yanından hiç ayırmamıştır.

Leonardo Mona Lisa’nın öncesi ve sonrasında

da “Son Yemek” gibi insanlığa birçok değerli

tablo ve eser bırakmıştır.


Leonardo, babasının ölümünden sonra Lombardiya aristokratının oğlu Kont

Francesco Melzi için uzun süre öğretmenlik yapmıştır ve Melzi onun en iyi

arkadaşı olmuştur. Ayrıca Salai adında 10 yaşındaki bir genci korumasına almıştır.

26 yıl boyunca beraber çalışmışlardır. Leonardo 1513-1516 yılları arasında Roma’da

yaşamıştır. Burada anatomi ve fizyoloji alanındaki çalışmalarına ağırlık vermiştir.

Daha sonra ise Fransa’nın baş ressamı ve mühendisi olarak görev almıştır. Burada

Kraliyet Sarayı’nın yanındaki konakta yaşamıştır. Kralla da arası çok iyidir. Kralın

onu sık sık ziyaret ettiği söylenir. Her şey güzel giderken Leonardo sağ koluna felç

inmesi sonucu resimden çok bilimsel çalışmalarla uğraşmaya başlamıştır. Bu

konuda ise ona Melzi çok yardımcı olmuştur.

Leonardo da Vinci 2 Mayıs 1519 yılında Amboise’daki evinde 67 yaşında ölmüştür.

Hakkında kralın kolunda can verdiğine dair rivayetler de bulunur.


Leonardo da Vinci çoğu zaman tabloları ile tanınsa da aynı zamanda heykeltıraş,

astronom, filozof, bilim insanı ve mimardır. Dolayısıyla bu alanlarda da birçok

esere sahiptir. Bilime bakış açısı gözleme dayalı olan Leonardo, başlarda

çalışmalarını kaydetmemiş 1490 yılından sonra kayıt altına almaya başlamıştır.

Bu çizimler günümüzde müzelerde ve özel şahıslarda toplanmaktadır.

Leonardo’nun bilim ve mimari alanında yapılan çalışmaları da günümüzde

13.000 sayfalık bir defterde toplanmıştır.

Leonardo da Vinci hiçbir resmini imzalamamıştır. Bu yüzden özellikle de erken

dönem resimlerinin çoğu günümüze ulaşmamıştır. Ve önceden de dediğimiz gibi

başladığı işi bitirmemesi nedeniyle resimleri adet olarak da azdır. Leonardo

resimlerinde farklı yöntemler kullanmıştır ve çoğu eserinin bilimsel yönleri de

vardır.

Bazı Resimleri

The Baptism of Christ 1470

Benois Madonna 1479–80

Mona Lisa 1503-05

Head of a Woman 1508

The Last Supper 1498

1502'de Rönesans sanatçısı, mimar, mühendis ve

askeri teknisyen Leonardo da Vinci, şehir hayatını

bırakmış ve kendisine sunulan askeri haritacılığı

kabul etmiştir ve yeni bir alana yönelmiştir. İmola

kentinin ayrıntılı haritası başta olmak üzere, Tuscana

ve China vadisi çizimleri ondan kalan önemli eserler

arasındadır.


15. yüzyılda ölü insan bedenleri üzerinde çalışma

yapmak yasaktı. Ancak Da Vinci bu yasağa itibar

etmeyerek pek çok çalışma yapmıştır. Bu

çalışmaları, insan vücudu üzerine 120 bölümden

oluşan bir anatomi kitabında toplanmıştır.

Birçok bölümü günümüze ulaşmış olan bu

kitapta kusursuz kemik, kas, iskelet çizimleri

vardır.

Leonardo da Vinci, kızartma makinesinden, hidrolik testereye bilyeli rulmana gibi

pek çok makine ve düzenek tasarlamıştır. Yaşadığı dönemde Avrupa devletleri

arasındaki savaşlar ve askeri mücadeleler sebebiyle zırhlı araç, makineli tüfek,

savaş arabası gibi tasarımları da bulunmaktadır. Ancak bu tasarımları da pratikte

uygulama şansı bulamamıştır.

Leonardo da Vinci aynı zamanda mimari alanda da yeteneğe sahiptir. En bilinen

çalışması Da Vinci Köprüsü olarak bilinen köprü örneğidir. Bu köprü şaşırtıcı bir

yapıya sahiptir çünkü bu köprü yapımında çivi ve çekiç kullanılmaz, sadece tahta

kullanılır. Bu köprüye çıkan ağırlık arttıkça tahtalar da birbirine o kadar çok

kenetlenir.


Diğer çalışmalarının yanı sıra Leonardo Da Vinci 30’lu

yaşlarında kumaşla kaplı bir kasnaktan oluşan, piramit

şeklinde bir paraşüt tasarlamıştır. Ayrıca döner planlı ve

demir kasnak üzerine gerili bezlerden oluşan bir tasarımı,

bu çizimi helikopter kanatlarıyla ciddi benzerlikler

taşımaktadır.

Leonardo Da Vinci pek çok tasarımında hareketin iletilmesini sağlayan dişliler

kullanmıştır. İlk kez sürtünme olayını incelemiştir. Aşağıda listelenen ve çizimleri

günümüze dek kalan makineler tasarı halinde kalmış olmasına rağmen tümünün

çalışma prensipleri ve dayandığı temel ilkeler doğru hesaplanmıştır.

Makara ve çarklardan oluşan bir düzenek ile kolayca döndürülebilen kanatlı kol

Saat için tasarlanmış denkleştirme ağırlığı

Kaldırma düzenekli ve denkleştirme ağırlıklı kanal açma sistemi

Yol ölçer

Hız değiştirmek için tasarlanmış düzenek


Mona Lisa tablosu sadece Da Vinci’nin değil bütün dünyanın en ünlü ve değerli

tablosu olabilir. Belki de yapıldığı süreçte normal bir portre çalışması gibi görülse

de yıllar geçtikçe sıradanlıktan çıkmıştır. İnsanların bu tabloya bu kadar önem

vermesi tabii ki bir anda olmamıştır. Tarihi olaylardan öne atılan fikirlere kadar

her şey tabloyu değerli yapmaya yetmiştir.

Tarihçesinden biraz bahsetmek gerekirse Da Vinci

tabloya 1503 veya 1504 yılında İtalya’da

başlamıştır. Tabloda Sfumato tekniği

kullanılmıştır. Ayrıca tablodaki kişinin kimliği

tam olarak bilinmese de Francesco del

Giocondo’nun karısı Lisa Gherardini Portresi

başlığı altında sergilenmektedir. Bazı kaynaklara

göre tablo 4 yıl sürmüştür. Bazılarına göre ise 4 yıl

içinde tablonun bitmediği ve yarım kaldığı öne

sürülmektedir. Tablo bittiğinde ise Da Vinci’nin

tabloyu vermek istemediği ve kendisine sakladığı

söylenmektedir. Da Vinci’nin vefatı sonrasında ise

tablo birçok ünlü kralın odasını süslemiştir. Aynı

zamanda bu tablonun benzerlerinin Da Vinci’nin

öğrencileri tarafından yapıldığı da belirtilmiştir.


Peki bu tabloyu diğer portrelerden ayıran özellikler nelerdir? Bence bunu anlamak

için biraz daha dikkatli bakmak gerekir. Derinlere indikçe daha önce fark

etmediğimiz detaylar çıkmaktadır. Öncelikle eskiden çizilen portrelerde insanlar ya

düz ya da tamamen yan dururken bu tabloda kadın çapraz durmuştur. Bilim

insanlarına göre bu duruşun bile bir anlamı var. Ellerinin ve başın duruşu

piramitlere benzetilmektedir.Yani Da Vinci portreyi belli bir temelin üzerine

çizmiştir ve bütün bileşenler birbiriyle uyum içerisindedir. Tabloda bulunan diğer

bir oran ise altın orandır. Da Vinci’nin anatomiye olan ilgisi düşünülürse bu oran

ve Mona Lisa’nın kusursuz yüz hatları gayet normaldir. Yüze biraz daha dikkatli

baktığımızda ise Mona Lisa’nın kaşlarının ve kirpiklerinin olmadığı görülür. Bazı

bilim insanlarına göre bunun nedeninin o yıllardaki bütün kaşı alma akımı ya da

hastalık olabileceği düşünülse de şu anlık için en mantıklısı geçen yıllarla

kaşlardaki boyanın silinmesidir. Aslında sadece yüzüyle bile mükemmel bir

tablodur. Da Vinci bunu o kadar güzel işlemiştir ki yüzünü inceleyen doktorlar bile

sadece bir portreyle Mona Lisa’ya birçok hastalık teşhisi koymuştur. Tabii ki

yazmasak olmaz en önemlisi yüzündeki gülümseme. Araştırmaya göre Mona Lisa

%83 mutlu, %6 korku içerisinde, %9 tiksinti duyuyor, %1 ise öfkelidir. Kimine

göre bu mutluluk yeni doğum yapmış gülümsemesi, kimine göre yüzündeki acı

hastalığının acısı. Belki de hiçbir zaman çözülemeyecek bir sır olarak kalacak bir

gülümseme. Arka temaya baktığımızda ise basit bir yeşillik olarak gözüküyor fakat

yine derinleştiğimizde ağaçların , yolların , köprülerin ve derelerin uyumunu

görüyoruz. Ayrıca Da Vinci arkayı soluk kullanarak portrenin daha ön planda

olmasını sağlamıştır.


Louvre Müzesi’nden çalınmıştır. Bu hırsızlıktan o dönemde Pablo Picasso bile

şüpheli olarak alınmıştır. Asıl suçlu ise müzenin eski çalışanı Vincenzo Peruggia

tabloyu İtalya’da bir müzeye satmaya çalışırken yakalanmıştır. Bu olaydan sonra

tablo iyice ünlenmiş ve daha dikkatli korunmaya başlamıştır. Özellikle 2. Dünya

savaşı sırasında çalınmaması için büyük bir gayret gösterilmiş ve sürekli yer

değiştirilmiştir. Bu kadar önemli tablonun tabii ki düşmanları da çok olmuştur. Taş

saldırısından asit saldırısına kadar birçok zarara uğramıştır. Şu anda ise Louvre

Müzesinde kurşungeçirmez camla korunmaktadır. Artık bu tablo Fransa için

büyük bir simge haline gelmiştir. Fransa yasasına bu tablonun satılamayacağına

dair bir madde bile eklenmiştir.


Diğer bir ünlü tabloya bakacak olursak tabii ki sırada Son Akşam Yemeği var.

Leonardo Da Vinci bu tabloyu 15. yüzyılda Milano’da Duke Lodovico Sforoza’nın

isteği üzerine duvar resmi olarak tempera tekniği ile yapmıştır. Tablo Milano’daki

Santa Maria delle Grazie Kilisesi ve Medresesi’nin yemekhane duvarında

bulunmaktadır. Bu tablo sandığımızdan daha büyüktür. Ölçüleri 4.5 metreye 8.8

metredir.

Tablodaki sahne bir İncil sahnesidir, bu yüzden İncil’de de bahsedilmektedir.

Hristiyan anlayışına göre İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki gün havarileriyle

yediği son yemeğini temsil etmektedir. İsa bu yemekte şarap ve ekmek dağıtmıştır.

Tabloya baktığımızda tam merkezde İsa’yı görüyoruz. Kenardaki dikdörtgenlerin

ve arkadaki 3 camın hizası resmin odağının İsa olmasına katkı sağlıyor.

Kenarlarında ise üçerli gruplanmış havarileri görüyoruz. Havarilerin suratlarından

da anlaşıldığı üzere ortamda bir tartışma ve şaşkınlık olduğu görülüyor. Aslında bu

konu başka ressamlar tarafından da işlenmiştir fakat bu tabloyu özel yapan Da

Vinci’nin duygu hissiyatını karşısındakine açıkça aktarmasıdır. Havarilerin bu

şaşkınlıklarının ve korkularının sebebi ise şu şekilde anlatılmaktadır. İsa yemekte

havarilerine dönerek “Benimle birlikte sahana ekmek banan biri bana ihanet

edecek.” demiştir. Bunun üzerine herkes bu kişinin kim olduğu tartışmaya

başlamıştır. Bu ihaneti yapan ve İsa’yı ele veren kişinin İsa’nın sol tarafında oturan

yüzü tam olarak gözükmeyen, diğerlerine göre daha yaşlı olan ve elinde gümüş

dolu kaseyi tutan Yahuda İskariot olduğu söylenir. Araştırma yapan bilim insanları

bu tabloda gizli anlamlardan, kıyametin tarihine kadar birçok bilgi olduğunu

söylerler. Konu Da Vinci olunca pek mümkün olmasa da belki de hiçbir sır

taşımayan sıradan bir tablodur.


Bu tablo diğer tablolar kadar dayanmamış, yapıldıktan kısa bir süre sonra parça

parça dökülmeye başlamıştır. Tabi ki diğer ünlü eserler gibi bu da zamanla çeşitli

saldırılara uğraşmış ve çok kez restore edilmiştir.


Bu seferki tablomuz diğerleri kadar ünlü

olmasa da Da Vinci’nin büyük eserlerinden

biri kabul edilir. Tabloyu incelemeden önce

Vaftizci Yahya’nın kim olduğuna bakalım.

Kuran’da Zekeriya’nın oğlu Yahya Peygamber

olarak bahsedilir. İncil’e göre ise Aziz Yahya’nın

asıl görevi İsa’yı vaftiz etmektir. Yahya ile İsa

buluştuğunda İsa 30 yaşındadır. Yahya’nın İsa

peygamberliğe başladıktan sonra, on iki havari

ile birlikte ona elçilik yaptığı söylenir. Yahya

Hristiyanlık alemi için “Kurtuluşu haber veren

kutsal aziz “ olmuştur ve 24 Haziran “Aziz

Yahya Günü” ilan edilmiştir.

Bu tablo diğerlerine göre daha az detaya sahiptir. Tabloya baktığımızda yine Da

Vinci’nin mükemmelliğini görüyoruz. Yüzündeki ve elindeki çizgilerin

gerçekçiliği tabloyu fotoğraf karesine dönüştürüyor. Aziz Yahya bu tabloda

vücudu, yüzü ve saçlarıyla oldukça genç görünmektedir. Yüzündeki gülümseme

ise tıpkı Mona Lisa’da olduğu gibi bir kesinlik belirtmemektedir. Yüzünde

kullanılan açık tonlama ise karanlığın içinde yüzün daha önde durmasını

sağlamıştır. Resimde asıl dikkat çeken şey ise Aziz Yahya’nın sağ işaret parmağı

ile gökyüzünü göstermesidir. Kimine göre cenneti işaret etmektedir. Kimine göre

ise İsa’nın gelişini temsil etmektedir. Belki de yüzündeki gülümseme ile de bir

bağlantısı vardır.

Vaftizci Yahya tablosu günümüze Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir.


Raffaello Sanzio da Urbino ya da tanındığı adıyla Rafael, İtalyan bir Rönesans

Dönemi mimarı ve ressamıdır. 6 Nisan 1483’te doğmuş ve 6 Nisan 1520’de tam 37

yaşındayken ölmüştür.

Rafael’in doğduğu yer olan Urbino, kültürel ve sanatsal gelişmeleri destekleyen bir

şehirdir. Rafael’in babası Giovanni Santi de Urbino da kendisi gibi bir ressamdır.

Döneminin Urbino Dükü’nün saray ressamlığını yapan Giovanni Santi, Rafael’e

basit resim tekniklerini öğretmiş ve onu Urbino Dükü'nün sarayında popüler olan

hümanist felsefenin ilkeleriyle tanıştırmıştır.

Babasının ölümünden sonra on bir yaşındaki küçük Rafael, babasından kalan

atölyenin yönetimini üstlenmiştir. Giderek artan şöhreti sayesinde kısa bir süre

zarfında şehrinin en iyi ressamlarından biri olarak kabul edilmiştir.

1500 yılında ise Perugino isimli bir ressam Rafael’i çırağı

olarak Perugia’ya davet etmiştir. Bu dört yıl süren

çıraklık, Rafael’in birçok yeni bilgi edinmesini ve

deneyim kazanmasını sağlamıştır. Çarmıha Gerilme

(1502-1503), Bir Şövalyenin Önsezisi (1504) ve Kutsal

Bakirenin Evlenmesi (1504) gibi eserleri bu dönemde

veren Rafael, eserlerinde gördüğümüz özgün tarzınıda

bu dönemde oluşturmaya başlamıştır.

1504 yılında Florensa’ya yerleşmiş ve 1508 yılında

Roma’ya yerleşene kadar burada kalmıştır. Buradayken

Fra Bartolommeo, Leonardo da Vinci, Michelangelo ve

Masaccio gibi diğer İtalyan ressamlardan etkilenerek

kendi tarzını daha karmaşık ve etkileyici kılacak şekilde

geliştirmiştir.

1508 yılında Papa II. Julius’un papalık dairelerini

yapmak için Roma’ya gelmiştir. Hayatının geri kalanını

da bu şehirde çeşitli eserler vererek geçirmiştir.


İmza Odası

Rafael Odaları, süslemeleri Rafael tarafından yapılan ve günümüzde Vatikan

Müzesi'nde bulunan dört odadır. Aslen Papa II. Julius’un papalık dairesi için

yapılan bu odalar; İmparator Konstantin Salonu (Sala di Costantino), Heliodorus

Odası (Stanza di Eliodoro), İmza Odası(Stanza della Segnatura) ve Borgo'daki

Yangın Odası (Stanza dell'Incendio del Borgo)’ndan oluşmaktadır. Her oda

birbirinden göz alıcı fresklerle dolu olsa da İmza Odası, Atina Okulu freskini

bulundurmasından dolayı ön plana çıkmaktadır.

Papalık dairesinin kütüphanesi olan “İmza Odası”nın dört duvarına, duvarların her

birine dönemin beşeri bilimlerinin ayrıldığı dört daldan biri resmedilmiştir. Bu

dört dal ise teoloji, şiir, adalet ve günümüzde bilim olarak adlandırdığımız temaları

kapsayan felsefedir. Teolojinin beşeri bilimlerle eşit olarak sunulması da kilise

tarihinde oldukça özgürlükçü bir gelişmedir.


School of Athens, 1509-1511

Atina Okulu’nda Antik Çağ’ın önemli düşünür ve matematikçilerinin bir araya

toplandığı bir ortam gösterilmektedir. Bu düşünürler farklı dönemlerde yaşamış

olsalar da birbirleriyle iletişim kurup fikir alışverişinde bulunmaktadırlar.

Resmin arka planınında ağırlıklı olarak Roma mimarisi kullanılmış olsa da

süslemeler ve sütunlardaki Apollo ve Athena heykellerinde Yunan mimarisinin

ögeleri vardır. Resmin merkezindeki figürler ise Platon (solda) ve Aristotales’tir

(sağda). Resimde bu iki düşünür hariç hiç bir figürün kimliği, direkt olarak

belirtilmemesine rağmen yaptıkları aktiviteler ve uğraşları sayesinde kim oldukları

bulunmuştur. Aristotales ve Platon’un kim olduğunu da ellerinde tuttukları

Timaeus (Platon) ve Ethics (Aristotales) kitaplarından anlaşılmıştır. Eserde

Platon’un elinin yukarıyı göstermesi felsefesini dayandırdığı idealizmi,

Aristotales’in elinin yeri göstermesiyse onun felsefesinin dayanağı olan

rasyonelizmi temsil etmektedir. Ayrıca diğer figürler de büyük bir özenle

yerleştirilmiştir. Sol tarafta müzik ve aritmetikle ilgilenenler, sağ tarafta geometri

ve astronomi ile ilgilenenler vardır. Orta kısımdaysa filozoflar yer almaktadır.

Arkadaki müzik, sanat ve şiir tanrısı Apollo (sol) ile zeka, ilham, savaş ve barış

tanrıçası Athena (sağ) da bu düzene göre yerleştirilmiştir.

Ayrıca eserdeki Platon figürü Leonardo Da Vinci’nin yüzü temel alınarak,

merdivenlerde elini başına koymuş olan matematikçi Heraklit figürü ise

Michelangelo model alınarak resmedilmiştir. Resmin en sağ köşesinde nerdeyse

saklanmış gibi gözüken ve seyircilere bakan Apelles figürü ise Rafael’dir


Otuz yedi yaşında vefat eden Rafael’in ölümünden önce tamamladığı son eser olan

Sistin Meryemi, sanat tarihinin en önemli işlerinden biridir. İsmini aldığı San Sisto

Manastırı için 1512-1513 yılları arasında yapılan eser, Papa II. Julius‘un isteği

üzerine esasen Papa II. Julius’un tabut kapağı olarak tasarlanmış ve bir altarpiece,

yani mihrabın arkasına yerleştirilen resim olarak kullanılmıştır. 265x196 cm

ebatlarındaki eser, 1754’te yerinden alınıp Dresden’e taşınmıştır.

Dostoyevski’den Nietzsche’ye, Wagner’den Goethe’ye kadar birçok önemli kişiyi

etkileyen eser, bugün Dresden’deki Alte Meister Galerisi‘nde sergilenmektedir.

‘Sistine‘ ismi, 258 yılında ölen Aziz Sisto, yani Papa 4. Sixtus’tan gelmektedir.

Resmin solunda gördüğünüz yaşlı adam da kendisidir. Eserin ortasında Meryem

Ana ve kucağındaki İsa, sağ tarafında ise Azize Barbara yer almaktadır. Aziz Sinto,

Julius klanının koruyucu azizi olduğundan, Azize Barbara ise kendisinin kutsal

emanetleri San Sisto Manatırı’nda yer aldığı için resimde bulunmaktadır.


Meryem ve İsa’nın yüzündeki kaygının nedeni ya da Aziz Sisto’nun sağ eliyle

neden karşıyı gösterdiğine dair birçok teori ortaya atılmıştır. Eserdeki kasvetli

hava, eserin San Sisto Manastırı’ndaki çarmıha gerilmiş İsa ikonunun karşısına

asılmak üzere tasarlanması ile açıklanabilir. Böylece Aziz Sinto eliyle bu çarmıha

gerilmeyi göstermekte, Meryem oğlunun acı içerisinde ölümünü gördüğü için yas

tutmaktadır ve İsa ise yetişkin halinin içerisinde bulunduğu durumdan dolayı

dehşet içerisindedir.

Azize Barbara, Çarmıha Gerilmiş İsa‘ya bakamamakta, hüzün ve ağırbaşlılıkla

başını öne eğmekte ve alttaki melek çocuk figürlerine bakmaktadır. Bu melek

çocuk figürleri ise içerisinde bulundukları tablodan bağımsız bir ün kazanmış olup

reklam afişlerinden kartpostallara birçok yerde karşımıza çıkmaktadır.


Michelangelo, 6 Mart 1475’te doğup 18 Şubat 1564’da ölen İtalyan Rönesans Dönemi

ressam, heykeltıraş, mimar ve şairidir. Batı sanatının gelişmesinde çok büyük rol

oynayan Michelangelo, gelmiş geçmiş en büyük sanatçılardan biri olarak kabul

edilmektedir.

Daha altı yaşındayken annesini kaybeden Michelangelo, bir süre sonra Francesco

da Urbino’nun yanında dilbilim okumak için Floransa’ya gitmiştir. Ancak okul

dersleriyle ilgilenmektense civardaki kiliselerdeki ressamları izlemek ve

gördüklerini çizmek daha çok ilgisini çekmiştir. Bunun üzerine on üç yaşındaki

Michelangelo, ressam olan Ghirlandaio’nun yanına gitmiştir.

Daha sonra ustası Ghirlandaio’nun tavsiyesi üzerine Medici Ailesi’nin yanında

klasik heykel eğitimi almıştır. Oldukça nüfuzlu bir aile olan Medici Ailesi sayesinde

Florensa’nın seçkin sınıfını oluşturan şair ve bilginlerle tanışmış, ünlü heykeltıraş

Bertoldo di Giovanni’nin yanında çalışmaya başlamıştır. Lorenzo de’ Medici’nin

ölümünden sonra eğitimine Bologna’da devam etmiştir. 1495’te Floransa’ya geri

döndüğünde helkeltıraş olarak çalışmaya başlamış ve tarzını Antik Çağ’a ait

eserleri modelleyerek geliştirmiştir.

Kardinal Riaria’nın daveti üzerine 1496’da Roma’ya gitmiş ve 1501 yılına kadar

burada kalmıştır. Michelangelo, burada kaldığı süre içerisinde Eski Roma ve Grek

eserlerini incelemiştir.


1501’de Floransa’ya gitmiş ve en ünlü eserlerinden biri

olan Davut Heykeli’ni yapmıştır. Çok beğenilen bu

heykelin, içerisinde Leonardo Da Vinci ve Boticelli’nin

de olduğu jüri tarafından şehrin en önemli yerine

dikilmesine karar verilmiştir. Böylece Palazzo della

Signoria’nın önündeki Donatello tarafından yapılan

Judith Heykeli’nin yerine yerleştirilmiştir.

1512'de Papa II. Julius’un ondan Sistine Şapeli'ni

süslemesini istemesi üzeine Roma’ya geri dönmüş ve

hayatının kalanını bu şehirde birbirinden etkileyici

eserler vererek geçirmiştir. Bütün bu eserlerinde

perspektif ustalığı ve gerçekçi yaklaşımı

görülebilmektedir.

Ayrıca insan formunu her açıdan tasvir edebilmek

amacıyla kadavraları incelemek için Katolik

Kilisesi’nden özel izin almıştır. Bu yöntemle Yunan ve

Roma sanatından devraldığı idealleştirilmiş insan

tasarımlarında ulaştığı gerçekçilik boyutunu

yakalamaya çalışmıştır.


Sistine Şapeli’nin tavanında seyircinin odak noktasında bulunan fresk,

Michelangelo tarafından 1512 yılında tamamlanıştır. Freskte, Tanrı’nın Adem’e

hayat üflemesi konusu işlenmiştir.

Eserin sol tarafında bulunan Tanrı, dalgalanan beyaz bir tunik ve kırmızı

peleriniyle tasvir edilirken sağ taraftaki Adem ise tamamen çıplaktır. Yeryüzünde

Cennet Bahçesi’nin üzerinde duran Adem güçsüz ve cansız bir şekilde kendisine

yaşam üflenmesini bakliyordur. Tanrı ise yaşlı bir bilgeye benzeyen yüzüne rağmen

genç ve son derece dinç vücuyla Adem’e doğru yaklaşmaktadır. Hem Adem’in hem

de Tanrı’nın vücutlarındaki detaylar Michelangelo’nun geniş anatomi bilgisi

hakkında fikir vermektedir.

Tanrı’nın sol kolunun altındaki figürün, yaratılmış ama daha yeryüzüne

gönderilmemiş Havva olduğunu düşünülmektedir. Tanrı'nın arkasındaki diğer on

bir figürü, Adem ve Havva’nın çocukları, yani bütün insan ırkının ruhu olarak

yorumlayanlar bulunmaktadır.

Eserin tam orta noktasında ise Adem ve Tanrı’nın birleşmek üzere olan elleri

bulunmaktadır. Ademin cansız ve bükük parmaklarıyla Tanrı’nın güçlü parmakları

ilgi çekici bir zıtlık oluşturmuştur.

Michelangelo’nun bu eseri, özellikle de birleşmek üzere olan el detayı günümüzde

bile popüler kültürün içerisinde sıkça kendini göstermektedir.


Michelangelo Buonarroti'nin başyapıtlarından bir tanesi olan Pietà Heykeli,

kucağında ölü İsa’yı tutan Meryem heykelidir. Michelangelo’nun erken dönem

eserlerinden biri olan bu heykel sanatçının yirmi üç yaşında yaptığı ve üzerine

adını yazdığı tek heykeldir.

Günümüzde Aziz Paulus Bazilikası’nda bulunan Pietà Heykeli aslen Fransız

Piskopos Jean Bilheres’in talebiyle San Pietro'daki mezarı için yapılmıştır. Pietà

Heykeli, Meryem’in tasvir ediliş şekliyle de dikkat çekmiştir. Meryem’in burada

genç yüzlü olması onu, o zamana kadar yapılan yaşlı Meryem heykellerinden

ayırmıştır.

Meryem’in çarmıhtan indirilen İsa’nın ölü bedenini taşımasını ve oğlu için tuttuğu

yası anlatan eserde Meryem’in elbisesinin ve İsa’nın Meryem tarafından tutulan

kolunun detayları dikkat çekmektedir.

Meryem’in yüzünde; tuttuğu yasın ve yaşadığı hüznün yanı sıra, oğlunun

insanlığın kurtuluşu uğruna kendini feda etmesinden kaynaklanan memnuniyetin

verdiği huzur da görülmektedir. İsa’nın yüzünde ise insanlığa duyduğu sonsuz

şefkat ve merhametten kaynaklanan bir huzur vardır.


1386 yılında doğan ve tam adı Donato di Niccolo Betto Bardi olan Donatello 1466

yılında ölmüştür. Donatello; Rönesans Dönemi’nin en önemli sanatçıları arasında

yer alır ve eserleriyle, özellikle Davud Heykeli ile büyük yankı uyandırmıştır.

Floransalı Donatello heykeltıraş olarak tanınsa da bunun yanında ressamlık,

mimarlık ve kuyumculuk da yapmıştır.

Birçok tanınmış heykeltıraşın yanında çıraklık yapan Donatello, kariyeri boyunca

gerçekçi ve duygu dolu tarzıyla natüralizmin doğuşuna büyük katkıda

bulunmuştur.

İtalyan heykelcilerin çoğu gibi o da ilk olarak kuyumculuk alanına yönelmiştir.

Daha sonra ise zengin ve nüfuzlu olan ve Medici ailesiyle de sıkı bağları olan

Martelli Ailesi’nin yanında kuyumculuk ve metalurji eğitimi almıştır.

1403 yılında Florensalı metal ustası ve

heykeltraş Lorenzo Ghiberti’nin yanında çıraklık

yapmaya başlamıştır. Sanatında hızla gelişen

Donatello, kısa süre içerisinde dramatik ve

duygusal figürlerle dikkati çeken özgün tarzını

geliştirmiştir. 1411 ile 1415 tarihleri arasındaki

eserlerinde ise gotik tarzdan daha klasik bir stile

geçiş görülmektedir.

Yaklaşık 1425 yılında ise İtalyan mimar ve

heykeltıraş olan Michelozzo ile ortaklığa

girmiştir. Birlikte Roma’ya giden bu ikili burada

Antipope (meşru papaya muhalif olarak

gösterilen rakip papa) XXIII. John ve Kardinal

Brancacci’nin mezarları da dâhil olmak üzere

çeşitli mezarlar yapmışlardır.

Ölümüne kadar kendinden sonraki nesilleri

derinden etkileyen eserler vermeye devam

etmiştir.


Donatello, biri mermer biri bronz olmak üzere iki Davut heykeli yapmıştır. Her

ikisi de çok büyük önem taşısa da yapılan ikinci heykel, hem Donatello’nun

kariyerinin hem de Erken Rönesans’ın en büyük eserlerinden olarak

görülmektedir. Bu bronz Davut heykelinin yapımı, Cosmo de’ Medici tarafından

Medici Sarayı’nın avlusuna konunmak üzere istenmiştir. Yaklaşık bin yıllık süre

zarfında yapılan ilk çıplak heykel olması nedeniyle de batı sanatı tarihi için

oldukça önemlidir.

Eser, Davut’un Golyat adındaki yaratıkla yaptığı düellonun sonunda kazandığı

zaferi anlatmaktadır. Elinde Golyat’ın kafasını kesen kılıcı tutan Davut'un

ayaklarının dibinde ise Golyat’ın kafası ve bir çelenk bulunmaktadır. Defne

yapraklarından oluşan bu çelenk, Davut’un vahşete ve mantıksızlığa karşı

kazandığı zaferi temsil etmektedir.


Davut, Donatello’nun yorumundan önceki eserlerde daha

olgun biri, bir kral olarak gösterilmekteydi. Bu eserde ise

gençliği, hayatının daha erken dönemlerdeki masum ve

erdemli yaşamı model alınarak yorumlanmıştır. Davut burada

kaslarının tam gelişmemesi, lüle saçları ve duruşundan dolayı

önceki tasvirlerine göre daha genç ve feminen bir havaya

sahiptir. Eser, bu durum nedeniyle döneminde birçok tepki

toplamıştır.

Eser, kimileri tarafından Davud’un elindeki kılıcı tutmakta

zorlanacak kadar genç görünmesinin düşmanına karşı

kazandığı zaferi imkansız kıldığını ve Davut'un bu zaferi ilahi

müdahale olmadan kazanamayacağı şeklinde yorumlanmıştır.

Yani bu görüşe göre buradaki zaferin insandan çok tanrıya ait

olduğudur.

Eser hakkında en yaygın görüşlerden biri ise, sanatçının klasik

döneme özgü ‘’geleneksel çıplak erkek’’ düşüncesinden

sıyrılmak istemesidir. Bu geleneğe uymayarak benzersiz bir

erkek çıplaklığı oluşturmuş ve Rönesans’tan bugüne bir model

olmayı başarmıştır. Donetallo, eserinde herhangi bir geleneğe

uymadığı gibi eseriyle ilgili yapılan yorumlarla ilgili herhangi

bir açıklama yapmamıştır.


Donatello, Judith ve Holofernes

Heykeli’ni kariyerinin sonlarına doğru

1457–1464 tarihlerinde yapmıştır. Bu

bronz heykel, Medici ailesi tarafından

Palazzo Medici-Riccardi bahçesindeki

Davut Heykeli’nin yanına tamamlayıcı

bir parça olarak istenmiştir.

Judith ve Holofernes heykeli, güzel ve

inançlı bir dul olan Judith’in Holofernes’i

öldürmesini tasvir eden bir eserdir. Asur

kralı Nebukadnezar’ın, Med kralına karşı

olan savaşında kendisine yardım

etmeyen kavimleri cezalandırmak

amacıyla Holofernes

himayesinde bir orduyu göndermesiyle başlar. Tüm kavimlerin kısa sürede teslim

olmasına rağmen İsrailoğulları teslim olmaz ve bunun üzerine Judith, hizmetçisi

Abra’yı da yanına alarak kentten ayrılır. Holofernes’in yanına giden Judith, onunla

işbirliği yapacağını ve zaferini kesinleştireceğinin garantisini verir. Böylece birkaç

gün onların yanında kalan Judith, güvenlerini kazanır ve Holofernes’i güzelliği ile

baştan çıkartır. Bir ziyafet esnasında Judith’in ilgisinden hoşlanan Holofernes

içkinin ölçüsünü kaçırır. Judith o gece Holofernes’in çadırına girer ve Holofernes’in

palasını eline aldıktan sonra “Babam Simeon’un tanrısı, bileklerime güç ver!”

diyerek kafasını keser. Öldürdüğü kumandanın kesik başını hizmetçisine verir.

Yemek sepetine sakladıkları kesik başla gece dua etme bahanesiyle kamptan

ayrılırlar ve kente geri dönerler. Hikaye, İsrailoğulları’nın zaferiyle devam eder.


Eserde Judith’in Holofernes’in başını kesme anı tasvir

edilmektedir. Judith, Holofernes’in kafasını

saçlarından tutarak kaldırmaktadır. Diğer elindeyse

güçlü bir şekilde kılıcını tutmaktadır. Holofernes’in

kolları ve bacakları ise aşağıya doğru sarkmaktadır.

Eser zayıfın güçlü üzerindeki zaferini temsil etmektedir.

Heykel, Floransa halkına Floransa'nın düşmanları ne kadar

güçlü olursa olsun, toplumundaki sıradan kişilerin bile

Floransa'nın zaferine katkı sağlayabileceklerini

söylemektedir. Kendilerini Florensa’nın kurtarıcı ve

koruyucuları olarak gören Medici Ailesi, eserin yapımını

taşıdığı bu anlam nedeniyle istemiştir.


Rönesans Dönemi, kısaca insanların kilisenin

baskılarından ve yobaz düşünce sisteminden yılıp

kendilerini sanata, bilime ve modern düşünceye

yönlendirmeleri olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla

insanların düşüncelerini paylaşmak ve yeni düşüncelere

yelken açmak için seçtikleri en ideal yol olan edebiyat da

bu dönemin aydınlığından nasibini almıştır. Okumaktan

pek hazzetmeyen, edebiyatla uzaktan yakından alakası

olmayan insanlar bile Romeo ve Juliet’in ölümsüz aşkını,

elinde bir kurukafayla ve yüzünde düşünceli bir ifadeyle

poz veren Hamlet’i ve yel değirmenlerine savaş açan

çatlak Don Kişot’u mutlaka duymuştur. Rönesans

Dönemi’nin pek çok alanda olduğu gibi edebiyatta da

insanlığa sunduğu hizmetler göz ardı edilemeyecek kadar

Desiderius Erasmus

fazladır. Rönesans Dönemi, edebiyatseverlerin oldukça

aşına olduğu pek çok yazar, şair ve düşünürün yetiştiği

büyülü bir dönemdir. Bugün en bilindik oyun yazarlarından ve şairlerden biri olan

Shakespeare’i yetiştirmiş ve dünya tiyatrosuna apayrı bir boyut kazandırmıştır.

Bunun yanında 19. yüzyılda temelleri atılan ve 20. yüzyılda hayatımızın önemli bir

bölümünde yer eden sinema da Rönesans Dönemi edebiyatının kült eserlerinden

oldukça yararlanmıştır. Rönesans Dönemi yazarları ve şairleri arasında François

Rabelais, François Villon, John Milton, Desiderius Erasmus ve Edmund Spenser gibi

isimler sayılabilir.Dante, Petrarca ve Boccacio Rönesans’ı başlatan yazarlar

arasında başı çekmektedirler. Bu yazarlar yüzyıllardır Latince’nin bir lehçesi

olarak varlığını sürdüren İtalyanca’nın edebiyat dili haline gelmesini

sağlamışlardır. Düşünceleriyle binlerce insanı ve

kendilerinden sonra gelen yazarları etkilemiş ve

Rönesans Dönemi’nin ve Rönesans Dönemi

edebiyatının fitilini ateşlemişlerdir.

Bu yazıda yukarıda bahsettiğim isimlere ek olarak

dünyanın en ünlü Rönesans yazarlarından

olduğunu düşündüğüm 3 isimden detaylıca

bahsetmeye çalışacağım.

Dante Alighieri


Rönesans Dönemi edebiyatı denilince akla ilk gelen isim şüphesiz William

Shakespeare’dir. Günümüze ulaşan eserleri 38 oyun, 154 sone, iki uzun öykü, şiir ve

birkaç kaynağı belirsiz şiirden oluşur. Oyunları bütün büyük dillere çevrilmiş ve

diğer bütün oyun yazarlarından daha çok sergilenmiştir. Kitaplarından uyarlanan

veya ilham alınan, ödüllere ve övgülere boğulan pek çok sinema filmi vardır.

İngilizce dilinin en büyük yazarı ve dünyanın en iyi dram oyun yazarı olarak anılır.

İngiltere'nin ulusal şairi ve "Avon'un Ozanı" olarak da bilinir. Ancak dünyanın en

ünlü yazarlarından biri olmasına rağmen hayatıyla ilgili pek de bilgi sahibi değiliz.

Kilise kayıtlarından edinilen bilgiler haricinde çocukluk ve ilk gençlik dönemine

ait kısıtlı bilgiye sahip olsak da yazarlığa ve tiyatroya nasıl başladığına dair

elimizde neredeyse hiçbir şey yok. Öyle ki bazıları William Shakespeare’in

gerçekten yaşamadığını, ateist olması veya eşcinsellik konuları işlemesi dolayısıyla

hükümet yanlılarınca bir suikasta uğradığı düşünülen ünlü oyun yazarı

Christopher Marlowe’un aslında ölmeyip bu mahlası kullanarak eserler kaleme

aldığını düşünür.

Shakespeare’in Shakespeare olmasına katkı sağlayan en büyük

etkenlerden biri, Rönesans Dönemi’nde doğmuş olmasının

yanı sıra tiyatro aşkıyla yanıp tutuşan Kraliçe Elizabeth’le

aynı döneme denk gelmiş olmasıdır. Kraliçe Elizabeth,

tahtta oturduğu süre boyunca tiyatro topluluklarını ve

tiyatroyu desteklemiş ve daha sonra Shakespeare’inde dâhil

olacağı Lord Chamberlain’s Men’in kurulmasına

vesile olmuştur. Shakespeare bu toplulukla

beraberken en ünlü oyunlarından olan

Hamlet, Othello, King Lear ve Macbeth

sahnelenmiştir. Kraliçenin ölümünün

ardından tahta I. James geçmiştir ve

topluluğun ismi King’s Men

olmuştur.


Shakespeare’in günümüze kadar etkileyiciliğini hiç

kaybetmeden gelebilmiş olması, onun evrensel bir

yazar olduğunu gösterir. İşlediği konular sıradan

olsa bile yazım dili, benzersiz diyalogları ve

sanatsal metaforları insanı bambaşka âlemlere

götürür ve herkesi kendine hayran bırakır. İnsan,

kimi zaman içinde yeşeren duyguların kelimelerle

tasvir edildiğini görünce Shakespear’in eserlerini

okurken duyduğu zevk kat kat artıyor kanımca.

Dönemler değişse de duygular değişmiyor ne de

olsa, insan her daim insan. Hepimiz âşık oluyor,

nefret ediyor, gülüyor ve ağlıyoruz. Bunun en iyi

örneklerinden biri tartışmasız Romeo ve Juliet’tir.

İki gencin imkansız aşkını anlatan oyunun konusu

Shakespeare’den önce ve Shakespeare’den sonra

yüzlerce kez işlenmiş ancak hiçbiri ne

Shakespeare’in Romeo ve Juliet’i kadar kalıcı

olmayı başarabilmiş ne de onun kadar haz

verebilmiştir. Oyunun çeşitli ve tanıdık duyguları

işleyiş biçimidir insanı kendine çeken.


Miguel de Cervantes Saavedra, İspanyol

romancı, şair ve oyun yazarıdır. Modern

Avrupa’nın ilk romanı olarak bilinen Don

Kişot’u kaleme almıştır ve bu eser batı

edebiyatı klasikleri arasında yer alır. Bugüne

kadar yazılmış en iyi kurgusal karakterlerden

biri olarak anılır. İspanyol edebiyatında

romancılığı başlatmış ve Don Kişot’tan sonra

yazılacak romanlara ilham kaynağı olmuştur.

Don Kişot'u hapishanede kaleme almıştır ve

bu eseri sayesinde tüm dünyada tanınmıştır.

Eserde yazarın kendi hayatıyla alay ettiği ve

kahramanla aralarında çokça benzerlikler

olduğu görülmektedir. Don Kişot dünyanın en

çok okunan eserlerinden biridir ve otuz sekiz

dile çevrilmiştir. Bu eser hâlâ dünyanın en

popüler romanları arasındadır. Yazarın diğer

eserleri arasında Novelas Ejemplares(Örnek

Alınacak Hikayeler)La Galate, Los trabajos de

Persiles y Sigismunda (Persiles ve

Sigismunda’nın Acıları) ve La Gitanilla

bulunmaktadır. Her ne kadar Don Kişot’la

edebiyat alanında yeni bir dönemin

başlamasına katkı sağlasa da yazarın diğer

eserleri, Don Kişot gibi günümüzde popülerliği

yakalamayı pek başaramamıştır.


Montaigne, 16. yüzyıl Fransız deneme yazarlarındandır. Ailesinin onun eğitimine

olan yoğun ilgisinden dolayı Alman bir eğitmen tarafından yetiştirilmiş, Yunan ve

Latin dillerini ve edebiyatını öğrenmiştir. Sürekli kilisenin insanların üzerindeki

etkilerini eleştiren yazılar yazmış, coğrafi keşifler sonrası çıkan kölelik kültürünü

elinden geldiğince yermiştir. Keşfedilen yeni medeniyetlere karşı kullanılan

aşağılayıcı sözcüklere karşı çıkmıştır. En ünlü eserlerinden biri olan Denemeler,

yazarın tüm bu düşüncelerinin birleşip iki kapak arasında toplanmasıyla ortaya

çıkmıştır. Denemelerinde başta insan sevgisi olmak üzere pek çok konuya değinmiş

ve insani değerler hakkında söz söylemiştir. Bunun yanında savaş, aşk, felsefe,

ölüm, cinsellik ve mutluluk gibi kavramlardan yararlandığı ve bu kavramları konu

ettiği pek çok denemesi de vardır. Sabahattin Eyüboğlu, Denemeler için yazdığı

önsözünde ‘’Montaigne Avrupa’ya serbest düşünmesini öğretmiş olan adamdır,

demek fazla büyük söylemektir ama böyle bir söz olsa olsa Montaigne için

söylenebilir,’’ diyerek yazarın Rönesans Dönemi düşünce yapısına olan katkılarını

belirtmiştir. Denemeler eserinde Montaigne’in Türk ordularına hayranlığını

belirttiği ‘’Türk Ordularında Disiplin’’ adlı bir denemesi de mevcuttur.

Montaigne’in yazdığı yazılarda gözettiği şey fikirlerini kabul ettirmekten çok

onları yaymaktır.

Montaigne, tabiri caizse yeni bir edebi türün ortaya

çıkmasına vesile olmuştur. Dolayısıyla onu

‘’deneme türünün ve kavramının babası’’ olarak

adlandırmak yerinde olur. Montaigne’den sonra

İngiliz yazar Francis Bacon da deneme yazmaya

başlamış ve bu sayede deneme türü yayılmaya

ve başka yazarların kaleminde de hayat bulmaya

başlamıştır.


İngiliz Rönesans'ın Usta Kalemi William Shakespeare

William Shakespeare, Rönesans'ın İngiltere’ye geç gelmesi ve kendisinin

Rönesans'ın sonlarına doğru doğmuş olmasına rağmen, Rönesans'ın temel

değerlerini tiyatroya taşıyan ilk oyun yazarlarından biri olmayı başarmıştır.

Shakespeare, Rönesans öncesi dramadaki basit, iki boyutlu yazı stilini güncelleyip

kendi oyunlarında karakter derinliği yaratarak bu konuda mihenk taşı

oluşturmuştur.


Aşık Shakespeare(Shakespeare in Love)

1998'de beyaz perdede sergilenen Aşık Shakespeare filmi, William Shakespeare'in

Viola De Lesseps ile olan aşkı üzerinden “Romeo ve Juliet” oyunun yazım sürecini

anlatıyor. John Madden’ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu bu yapımda başrolleri

Gwyneth Paltrow ve Joseph Fiennes paylaşıyor. Ayriyeten filmde Judi Dench, Ben

Affleck gibi önemli isimlerde yer alıyor. Film genel olarak İngiliz Rönesansı'nın

beyaz perdeye uyarlanmış iyi bir emsalidir. O dönemde sanata karşı olan din

adamlarını ve tiyatro oyunlarında kadın oyuncuların oynayamamasına da

değinmeyi unutmuyor. Kostüm ve dekor tasarımının başarısıyla da kendimizi adeta

16. yüzyıl İngiltere'sinin ortasında buluyoruz. Film, bu başarısı sayesinde 71.

Akademi Ödülleri’nde “En İyi Kostüm Tasarımı" ve “En İyi Yapım Tasarımı" ödüllerini

almıştır. Bir başka Oscar Ödülü’nü de Gwyneth Paltrow “ En İyi Kadın Oyuncu"

alanında Viola De Lesseps rolü ile kazanmıştır. Film ayrıca “En İyi Film", “En iyi

Senaryo" başta olmak üzere 7 Oscar almıştır. Azımsanmayacak bir kesim,

Akademi’nin bu filmi “En İyi Film" kategorisinde ödüle layık görme sebebi olarak

Amerika’daki bağımsız sinemanın en büyük destekçilerinden biri olan Miramax film

yapım şirketinin itibarını arttırmak amacıyla olduğunu düşünüyor. Maalesef

bağımsız sinemanın öncüsü olan bu şirket bir süre sonra Disney'e satılıyor. Her şeye

rağmen film genel anlamda 1. Elizabeth dönemi İngiltere'sini ve William

Shakespeare’ın hayatını iyi bir biçimde kurgulayarak seyircilere sunmuştur.


1.Rönesans:

https://www.tarih.gen.tr/ronesans-nedir.html

https://www.makaleler.com/ronesansin-nedenleri-ve-sonuclari

https://wannart.com/icerik/8208-fatih-sultan-mehmet-portresi-ile-italyan-ressamgentile-bellini

https://www.kitaptansanattan.com/10-unlu-ronesans-sanatcisi-eserleri/

https://tarihselbak.com/kristof-kolomb-1451-1506-ve-amerikanin-kesfedilmesi/

https://www.bilgiustam.com/unlu-kesis-martin-luther-kimdir-dunyaya-katkisi-nedir/

https://e-okulbilgi.com/galileo-galilei-kimdir-galileonun-hayati-eserleri-nelerdir-

1417.html

https://tr.maywoodcuesd.org/difference-between-northern-renaissance-and-southernrenaissance-2224

https://tr.wikipedia.org/wiki/R%C3%B6nesans

https://www.nkfu.com/ronesans-nedir-ronesans-donemleri-ve-etkileri/

https://www.youtube.com/watch?v=aAVv4SIPBpk

https://www.youtube.com/watch?v=_weAzN4Atdg

Uygarlığın Ayak izleri-Rönesans’tan Barok Dönem’e, Celil Sadık,2019

2. Rönesans’ta Müzik:

https://tr.wikipedia.org

https://www.tarihlisanat.com

3. Opera:

http://cevadmemduhaltar.com/opera-nasil-dogdu-radyo-konusmasi.html

https://bilgihanem.com/opera-nedir/

https://musiconline.co/tr/blog/opera-nedir

https://tr.m.wikipedia.org

https://www.3nokta.com/en-eski-opera-ve-iv-henry-marie-de-medici-

4. Da Vinci:

https://tr.wikipedia.org/wiki/Mona_Lisa

https://paratic.com/mona-lisa-tablosu/

https://www.youtube.com/watch?v=nonjtFFXk28&list=WL&index=87

https://tr.wikipedia.org/wiki/Son_Ak%C5%9Fam_Yeme%C4%9Fi_(tablo)

https://www.tarihlisanat.com/son-aksam-yemegi/

https://www.youtube.com/watch?v=anBwbKZpGAU&list=WL&index=88&t=5s

https://tr.wikipedia.org/wiki/Yahya

https://resimbiterken.wordpress.com/2014/05/02/leonardo-da-vincinin-st-john-thebaptist-eseri/

https://www.leonardodavincitr.com/vaftizci-yahya/


5.Rönesans Edebiyatı:

https://tr.wikipedia.org/wiki/William_Shakespeare

https://en.wikipedia.org/wiki/Lord_Chamberlain%27s_Men

https://tr.wikipedia.org/wiki/Miguel_de_Cervantes

https://tr.wikipedia.org/wiki/Michel_de_Montaigne

https://tr.wikipedia.org/wiki/Christopher_Marlowe

https://www.makaleler.com/deneme-turunedir#:~:text=Deneme%20yazarlar%C4%B1%20ve%20denemenin%20fikir,ki%C5%9F

i%20Frans%C4%B1z%20yazar%20Montaigne'dir.

6. Romeo ve Juliet:

https://tr.wikipedia.org

https://www.tarihlisanat.com

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!