12.09.2021 Views

7.Sayı - Eylül 2021

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

darağacı

___________________

sanat

Eylül

2021

AGÂH ENSAR CAN, EYÜP SAKA, ÇAĞLA FULYA, ASLI ÜNLÜ, HATİCE IŞIKTAŞ, ESRA BARIN,

ÖZLEM POLAT, ORÇUN GÜL, ŞİMAL YANPINAR, ASLI ÇETİNKAYA, ERSİN KADİR GÜNEŞ, AYŞETE YAVAŞ,

CAN SEYFETTİN AL, ECE BOZKURT, ŞAFAK YASEMİN GÜLÜMSER, OĞUZHAN GÜNDÜZ, BETÜL DAĞ,

İREM ÖZDEMİR, ÖZLEM GİRGİN, MATMAZELİN RÜYALARI

daragacisanat.com

daragacisanat

daragacisanat


darağacı

___________________

sanat

k u r u c u l a r

Agâh Ensar Can & Eyüp Saka

Genel Yayın Yönetmeni & Editör: Agâh Ensar Can

Kapak Tasarım & Mizanpaj: Çağla Fulya

© Darağacı Sanat, 2020

Bu derginin yayın hakları Darağacı Sanat'a aittir.

İzinsiz tanıtım amaçlı kısa alıntılar dışında kopya edilemez.

7. Sayı © Eylül 2021


Editörden...

Sevgili Darağacı Sanat Ailesi,

Yeni bir sayıda sizlerle buluşmanın heyecanı içerisindeyiz. İlk sayımızı ilkbaharın ilk

günlerinde çıkarmıştık ve şimdi sonbaharın kapısından girmiş durumdayız. Havada

derin bir şiir kokusu var. Bu kokuyu yazarlarımız da almış görünüyor. Zira şiir yönüyle

oldukça bereketli bir sayı sizleri bekliyor. Onlara öykü ve denemelerimiz de eşlik

ediyor.

Bu sayımızda Eylül ayında doğan usta sanatçımız Orhan Kemal'i anmadan geçemezdik.

Sanatçının yaşam ve yazın hayatına dair bir inceleme hazırladık. Öte yandan bir başka

değerimiz Peyami Safa tarafından yazılan, edebiyatımızın nadide eserlerinden olan

Matmazel Noraliya'nın Koltuğu romanına değindik.

Darağacı Sanat olarak günden güne büyümenin ve siz değerli okurlarımıza

değebilmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Sizlere farklı bir alanda da değebilmek adına

yalnızca aylık sayılarımıza özel bir köşeye başlamanın müjdesini vereceğiz. Sadece

editör tarafından tanınan nitelikli bir eleştirmen ile anlaştık! Kendisi önümüzdeki aydan

itibaren dergimize gönderilen yazılar arasından seçtiklerini köşesinde yorumlayacak.

Biz pek bir heyecanlandık.

Heyecanımızı paylaşmak isterseniz yolu biliyorsunuz.

daragaciedebiyat@gmail.com

Keyifli okumalar.


Biz Kimiz - 4

Söz Büyüğün - 5

Şiir

Kahverengi Yarınlar | Agâh Ensar Can - 6

Çakıl Taşı | Çağla Fulya - 7

Geriye Kalanlar | Aslı Ünlü - 8

Memleketim | Hatice Işıktaş - 9

Çocuğum Ben | Özlem Polat - 10

Başarı | Ersin Kadir Güneş - 11

Buhran Esintisi | Aslı Çetinkaya - 12

Kadıköy'de Sokak Lambaları Yandı | Ayşete Yavaş - 13

Bir Virgül | Can Seyfettin Al - 14

Cehennem Dolu Dünya | Matmazelin Rüyaları - 15

Deneme

Kaosun Nizamı | Orçun Gül - 16

İnsanın Özü | Şafak Yasemin Gülümser - 17

Tek Taşla İki Ruh | İrem Özdemir - 18

Yolculuk | Betül Dağ - 19

Öykü

Rüyamda Ölümünü Gördüm | Ece Bozkurt - 20

Ziyaret | Esra Barın - 21/22

Tutsak | Özlem Girgin - 23/25

Devamlı Öykü

Esrar Kargaşası - 5.Bölüm: İlk Bulgular | Eyüp Saka - 26/27

Araştırma/İnceleme

Edebiyatın Mihenk Taşı ve Öykücülüğün Büyük Ustası: Orhan Kemal | Şimal Yanpınar - 28/29

Matmazel Noraliya'nın Koltuğu Romanında Ferit/d | Oğuzhan Gündüz - 30/31

İ Ç İ N D E K İ L E R



Söz Büyüğün

Şaşırmakta haklıyız çünkü ülkemizde aramızdan böyle filozoflar çıkması için koşullar

ve ortam yoktur. Tam tersine, böyle düşünenler olmasın diye, düşünce alanımız dikenli

telle çevrilmiş, üstelik tel yeşile boyanmıştır. Zaten derin derin düşünen, işin felsefesini

yapan, felsefede çığırlar açan bir millet değiliz. Birisi bir konuda az biraz düşünmeye

yönelse, bu bizi tedirgin eder. Hemen babalarız onu: “Karadeniz’de gemilerin mi battı?

Nedir bu halin böyle, kukumav kuşu gibi filozof?” Millet olarak, az biraz düşünüp ani

kararla harekete geçiciyizdir. Bu çok az düşünme sonucu aklımıza dan diye gelen ilk

sıradan düşünceyi de dahiyane bir buluş sanış, sanırım tamamen bize özgü bir şey.

Ferhan Şensoy

Sanatın öteki dallarından anlamayan, zevk almayan birinin şair olması mümkün değildir.

Bir şairin her şeyden önce, iyi bir şiir okuru ve sanat izleyicisi olması gerekir. Param

yoktu, elverişsiz koşullarda yetiştim, iyi bir eğitim görmedim gibi özürleri kabul etmez

sanat. Kimse sanatçı olmak zorunda değildir. Bu olanaklardan yoksun yetişmiş bir insan

için üzülebiliriz yalnızca, o koşulları değiştirmek için savaşım veririz ama bu o kişinin

niteliksiz ürünlerini beğenmemiz için bir özür oluşturmaz. Sen bir şair adayı olarak

yalnızca kendini okuyorsan hiç kalkışma bu işe.

Tuğrul Tanyol

Şiir, düzyazıyla anlatılması olanaksız ya da daha doğru bir deyişle düzyazıya

çevrildiğinde aynı etkiyi uyandırmayacak olan duyguların ve düşüncelerin bir

birleşimidir. Çünkü şiirde bir düşünce ya da duygunun değeri, etki gücü, salt bir duygu

ya da düşünce olmalarının ötesinde içtenlik, gerilim düzeyi, söyleyiş özellikleri şiir

içindeki çeşitli duygu ve düşünceler arasındaki ilişki vb pek çok etkenle birlikte

belirlenir.

Ataol Behramoğlu

















Ziyaret

Alarmın sesine açtım gözlerimi. Normalde uyandığım

saatten biraz daha erkendi. İşe gitmeyecektim, izin almıştım.

Kalktım, hızlı bir duş aldım. Geceden özenle hazırladığım

kıyafetlerimi geçirdim üzerime. Saçlarımı her

günden daha düzgün taradım. Kendime aynada baktım,

hazırdı her şeyim.

Onun sevdiği renkler, onun hep hoşuna giden tarz

kıyafetim, sevdiği saç kesimim... Tümüyle o nasıl

istiyorsa öyleydim.

Ceketimi aldım askıdan, eylüldü ve her an değişebilen

bir rüzgâra hazır olmak gerekti. O öyle derdi çünkü:

“Eylül ayındayız mutlaka hırkanı ya da ceketini al

çıkarken evden, hasta olma.”

Tebessüm ettim bu cümlesini anımsayınca. Ne çok

düşünürdü beni, ne çok önemserdi. Her zaman önce ben,

benim iyiliğim, benim mutluluğum... Güzel kadın...

Evden çıktım, arabama binip yola koyuldum. İşten

bugünü sadece ona ayırmak için izin almıştım.

Telefonumu da kapamıştım kimse aramıza giremesin

diye.

Başka bir şehirdeydi o, ailesinin yanında. O yüzden çok

erken kalkıp da yola düşmüştüm, zamanımız yetsin diye.

Sabah olduğu için yol da açıktı ve keyifle gidiyordum.

Saatler süren yolculuğumun sonunda nihayet olduğu

şehrin tabelasını gördüm ve içimdeki heyecan da

bununla beraber arttı. O kadar özlemiştim ki ona dair her

şeyi... Ama en çok konuşmayı, ona derdimi anlatmayı,

hayatımda olup biten, kimseyle paylaşamadığım her şeyi

ona rahatça söyleyebilmeyi...

Nihayet olduğu yere gelebildim ve arabayı park edip

indim. Sakince içeri ilerledim, sonra gördüm yerini.

Gözlerim doldu birden, çiçekleri nasıl da güzel büyümüş

ve sarmıştı onu. Sanki onların arasından gülümsüyor gibiydi

bana.

İlerledim, artık yanındaydım. Yavaşça yanına oturdum

ve toprağına sürdüm elimi:

“Ben geldim güzelim,” dedim ve mezar taşına dokundum.

“Seni çok özledim, bu sefer her zamankinden çok.”

Kuşlar uçtu birden mezarlığın üzerinde, gülümsedim.

“Biliyorum, sen de beni özledin. Sen zaten hep özledin

beni değil mi? Ölürken bile...”

Ağlamaya başladım, suçluluk hissim yeniden yakama

yapışmıştı. Yıllardır, onun ölüm haberini aldığımdan beri

kurtulamadığım o his...

Ve yine, acımı dışarı akıtır gibi, belki bu sefer beni

bağışladığını hissederim diye yine içimi dökmeye

başladım ona:

“Her gelişimde aynısını söylüyorum, altı yıldır dinlemekten

sıkılmış olabilirsin ama yeniden söylemem

gerek. Çok pişmanım! Beni ne kadar sevdiğini

anlayamadığım için çok pişmanım. Sana kötü davrandığım,

canını acıttığım, anlayışsızlık ettiğim ve seni tek

başına bıraktığım için çok pişmanım. Ne olur beni affet!

Ben anlayamadım, göremedim işte ne kadar üzüldüğünü.

İçinde yaşadığın, kimseye anlatamadığın o acının seni ne

kadar yıprattığını göremedim. O akşam...” dedim ve

hıçkırıklarımı serbest bıraktım.

Buradan sonrasında, hayatımın en zor konuşmasını

yapıyordum. Ama asıl önemli olan burasıydı çünkü, her

şeyin sebebi... Toparladım kendimi ve kimseyle konuşamadığım

o büyük acıyı dillendirdim.

“O akşam sen beni aradığında, seni doğru düzgün dinlemeden

kızıp kapadığım için çok pişmanım. Eğer seni

dinleseydim...” dedim ve yine hıçkırıklar kesti cümlelerimi.

O kadar zordu ki bu konuşmayı yapmak. Hele ki yılda

bir kez, sadece bir mezarda yatan birine anlatabiliyorsa

insan...

O akşam, beni aradığında çok ters davrandım ona. 6 yıl



Tutsak

Zaman ve yollar... Nasıl akıp gidiyor, içinden

geçiyorum sadece ikisinin de farkına varmadan.

Üzerinde yürüdüğüm bu kıraç topraklar beni

nereye, kimlere ulaştıracak? Korkuyorum. Annemi

istiyorum ben; sarılmak için sıcacık kollarına,

uzanmak için yumuşacık göğsüne, içimi acıtan

duygulardan arınmak için, gülümsemesine... Gözlerimi

kapasam ve bir daha açmasam, bu kâbus son

bulur mu? Ya içimdeki canlı? Ne yapıyordur şimdi,

benim gibi kırgın mıdır, yoksa ona karşı

duygularımı hissediyor mudur? Sevecek mi beni?

Ben onu, annemin beni sardığı gibi sarabilecek

miyim?

Babanı en son gelinlikçi camekanında belime

sarılmış, hayal kurarken hatırlıyorum. İnsanlar

sevdiklerini en son gördükleri gibi hatırlarlarmış

ya... Nasıl bir şey olduğunu kestiremiyordum, şimdi

biliyorum. “Sen benim karım olacaksın, saf, bembeyaz,

tertemiz... Yuvamın kadını olacaksın. Babanın

beline taktığı kırmızı kuşakla alacağım seni.

Ömrümün sonuna kadar yanımda, benimle

olacaksın.” demişti bana... Kırgınım, kırıldım, yüreğim

binlerce parçaya ayrıldı. Acıyor tenimin her bir

yanı…

Anneannen, “Git!” dedi bana. Yüzünde her zamanki

sıcacık gülümsemesi, şefkat yoktu. “Git, uzaklaş

buralardan, ne ara ne sor. Ben bileyim ki uzaklarda

yaşıyorsun... Ama burada kalırsan, yanı başımda...”

sözlerini tamamlayamadı. “Sevdiğin adamdan hamile

kaldığını, adamın da seni terk ettiğini söylersek

baban ve abinler seni öldürür.” diyemedi...

Gözyaşları usulca aktı yanaklarından. Ben de

ağlamak istedim, “Bırakma beni, uzaklaştırma

kendinden!” diyemedim... “Ben senin kızınım, o da

senin torunun olacak, ben sizi, bu toprakları,

yaşadığım yeri seviyorum, gitmek istemiyorum.”

diyemedim. Üç burma bileziğini koydu, üç beş

eşyamı koyduğum çantamın üzerine. Konuşmuyordu,

sanki konuşursa o da kirlenecekmiş gibi bakıyordu

yüzüme. “Kirletmeyeceğim seni anne, ben de

kirlenmedim...” Sevdim ben! Âşık oldum, inandım.

Gitmeliydim, daha fazla söze yer yoktu.

Otobüsler, hep tatili, gezmeleri, eğlenceyi anımsatırdı

bana. Başımı dayadığım cam buz gibi, beni

bekleyen yeni şehirleri, insanları düşündürüyor

şimdi. Ulaşacağım insanlar, şehirler benden daha mı

temizler? Beni arındırabilecekler mi? Yüreğimdeki

kırgınlığı, burukluğu alabilecekler mi? Özlemlerimi

unutturabilecekler mi?

Uyumalıyım, unutmalıyım... Bir süreliğine de olsa

kaybolmalıyım... Gitmeliyim buralardan…

* * *

Gözlerimi araladığımda İzmir’in geniş ve karanlık

yollarındaydık. Bu şehir mi arındıracak beni? Ya da

bu kadar kirliliğin arasında sadece ben mi temiz

olacağım?

Otobüsün muavini, “İzmir’e geldik, bütün yolcularımıza

geçmiş olsun.” dedi. Keşke geçmeseydi

zaman, bu denli çabuk bitmeseydi, keşke hep yol

alsaydık... Ne yapacağım şimdi, nereye gideceğim?

Oturduğum koltuğun altından küçük bavulumu alıp,

merdivenlerden indim. Adamın biri bağırıyor,

“Basmane, Üçyol, Konak, Üçkuyular... Servislerimiz

aşağıda sağ taraftadır.” Ayaklarım adamın

gösterdiği yöne yöneltiyor beni kendiliğinden.

Bilmiyorum ki nereye gideceğim. Bir de bu servis

denen otobüsü deneyelim bakalım, nereye çıkacağız?

Kısık bir sesle, “Ben merkeze gideceğim.”

diyorum. Adam elinde sigarasıyla, küçümseyerek

üzerime doğru eğiliyor; “Nereye gideceksin

bacım?” diye soruyor. Fark etmemeli bilmediğimi,

kirli olduğumu, o yüzden evden uzaklaştırıldığımı...

Konak adı kalmış aklımda. “Konak’a.” diyorum.

“Haa, bak şu ileride beyaz, üzerinde ...... Seyahat


yazan minibüs, kalkar birazdan.” diyor. Uzaklaşıyor

benden. Ayaklarım ilerlemiyor, benimle gelmek

istemiyorlar sanki, sürüklüyorum onları. Ölmeden,

insanların geçmişleri geçer mi gözlerinin önünden?

Benim geçiyor; daha çok da çocukluğum, saflığım...

Ölümden kaçıp, ölüme tutsak oluyorum.

Tükenmek bilmiyor saatler, geçmek bilmiyor

zaman. Işıltılı yollar, kalabalık ama yalnız insan

toplulukları... Servis, içindeki insanları bırakıyor bir

meydanda. Burası Konak mı diye sormuyorum,

soramıyorum. İki kişilik bedenim o kadar ağır ki...

Yüksek binalara bakıyorum, boyumu aşan, içlerine

girmeye korktuğum yapılara. Yüzlerce, hepsini

okuyamadığım, ne iş yaptıklarını anlayamadığım

işyerlerinin tabelaları. Biri dikkatimi çekiyor,

“Kadın Dayanışma Derneği” Birkaç kez tekrarlıyorum

adını. Kadın, kadın olmak. Ne kadar keskin

bir çizgiymiş bu kızlıktan kadınlığa adım atmak,

sırat köprüsünü geçmek, ölümle yaşam arasında

garip bir yerde yaşamak. Sevdiğim adamın kadınlığından,

dayanışmakta olan kadınların arasına.

Bana da yardım edebilirler mi acaba? Beynime

takılan bu düşünce beni o binaya doğru götürüyor.

Merdivenleri tırmanıyorum, en azından bu geceyi

geçirebileceğim bir yer buldum umudu biraz da olsa

rahatlatıyor beni. En azından soğuk merdivenleri

ağırlayacak beni bu gece.

Öyle de oluyor, ayaklarım karnıma çekili bir cenin

gibi uyuyup kalıyorum merdivenlerde tüm gece.

Gün ışımaya başladı, insanlar yavaş yavaş işyerlerine

geliyorlar. Tuhaf bakışlarla beni süzerek

ilerliyorlar ama benim beklediğim kapı hâlâ kapalı.

Neden sonra, öğleye doğru biri gelip, kapıyı açıyor.

Atılıyorum kapıya doğru, kapanmadan içeri girmek

üzere. Şaşkın bakıyor yüzüme kadın. Bu bakış beni

korkutuyor, o da benden korkuyor besbelli. Sonra

toparlıyor kendini, “Gel.” diyor bana. Bir şey sormuyor,

üşüdüğümü, korktuğumu, kırıldığımı anladı

sanki. Bir çay demliyor ve veriyor bardağı elime;

sımsıcak. Bir ara kayboluyor, geldiğinde elinde

sıcak börekler var. “Acıkmışsındır.” diyor, önüme

koyduğu börekleri göstererek “İzmir boyozu,

meşhurdur...”

Anlatıyorum ama anlatamıyorum, yabancılaşmışım,

sanki başka birinden söz ediyorum, bana uzak.

Ailem beni kirlendiğimi düşünerek göndermedi

buraya, peşimde değiller, unuttular beni, yoktum

belki, hiç olmadım. Gözyaşlarım süzülüyor işte

şimdi. Ben kirlenmedim, ben hâlâ kuzularımla

oynayan, annem için papatya toplayan, yere düştüğümde

anne diye ağlayarak eve koşan küçük

kızım diye bağırıyorum kadına. Adını sormayı

sonradan aklıma getirdiğim Sermin’e... Birilerini

arıyor, çağırıyor. Önce Sevgi adında bir avukat

geliyor, sonra Neriman adında bir başka kadın.

Şefkatle karışık, tuhaf ve sorgulayıcı gözlerle bakıyorlar

bana. Onlara da anlatmalı mıyım namussuzluğumu,

çirkinliğimi, kirimi? Sermin özetliyor

başımdan geçenleri, ekleyecek bir şey yok.

Belki var, gözyaşlarım. Anlatır mı yaşadıklarımın

tümünü? Artık gözlerinde sorgulayan tuhaf bakış

yok, sevgi ve şefkat görüyorum onlarda. Ne kadar

inanmalıyım bu bakışlara? En son inandığımda

başıma gelenlerden sonra... İnandırıyorlar beni. Bir

şeyler söyleyerek değil, davranışlarıyla. Onlara

mahkumum... Hep olduğum gibi... Yasal haklarımdan

bahsediyor Sevgi, yaşamımı bir süre de olsa

sürdürebileceğim bir merkezden... Olur, diyorum,

olur. Başka şansım var mı? Birkaç yere daha telefon

ediyorlar, benden bahsediyorlar, onay alıyorlar,

kabul gördüm galiba. “Ama” diyor Sevgi, “Seni

yarın sabah alabilecekler. Bugün konuğumuz olacaksın.”

“Burada bir yere kıvrılırım ben.” diyorum duyulur

duyulmaz bir sesle. “Hayır.” diyor Neriman, “Hadi

bize gidelim.”

Büyük otobüsler, büyük binalar, kalabalık, ışıklar,

bu şehir çok büyük, içinde küçücük kaldım, yitip

gittim adeta. Neriman’ın evi güzel, küçücük de bir

köpeği var. “Yarın daha rahat edersin, sonra başka



Esrar Kargaşası

5. Bölüm: İlk Bulgular

Işığı kesik tüm odaların aksine salonun ışığı yanmayı

sürdürüyordu. Aralık olan pencereden gece

boyunca içeri sızan rüzgâr salonda boylu boyunca

geziniyordu. Önündeki masada yığılmış kitapların

sayfalarını değiştiren bu rüzgâr; bir elini sürekli

olarak acıyan gözlerine götüren Kadir’in hiç mi hiç

umurunda değildi. Salonun mavi duvarına yaslanmış

olan açık kahve koltuğa oturmuş, önüne çektiği

küçük masanın üstüne yerleştirdiği bilgisayarına

gece boyunca bakıp durdu. Önceleri mutfağa kadar

zahmet edip koyduğu kahvesini bir yerden sonra

yanına aldığı sürahiyle doldurmaya devam etti.

Masadan taşıp yere dökülen kahve çöpleri onun

uyanık kalmak için ettiği mücadeleyi anlatmaktaydı.

Kahve bardağının masada bıraktığı onlarca

izi ise onun yorgunluğunu anlatmaya yeterli görünen

belirtilerden biriydi.

Salonun karşıki duvarı kitaplıkla kaplıydı. Fakat

kitaplara uzun süre el değmediği üstlerinde gezinen

tozlardan ve bir düzensizlik arz eden dizilişlerinden

belli oluyordu. Bu gece belki de Kadir mevsimler

sonra ilk kez bu kitaplığa uzandı. Bakındı. Aradığı

bazı kitapları bulup bazılarını bulamadı ve hep geri

çekilip bilgisayarına gömüldü. Gece karanlığı yerini

gündüzün ılık aydınlığına bıraktığında artık salonda

yanan lambanın etkisini yitirmeye yüz tutmuştu.

Fakat Kadir bunun da farkında değildi. Çünkü oldukça

yorgun ve yıpranmış bir haldeydi. Onun bu

haline kitapları çok üzülüyordu. Ayak basmaya

imtina ettiği annesinden yadigâr kilim de çok

üzülüyordu.

Duvara asılmış hediye tablolarınınsa umurunda

değildi. Çünkü Kadir ne zamandır önlerinde durup

da kendilerini izlemiyor, üzerlerine konan tozları

almıyordu. O nedenle kendilerine saygı gösterilmeyen

sanat değerleri kendi haline batmış bu insan

ruhunu önemsemeyen adamı önemsemiyorlardı.

Neydi göz açıp kapatıncaya kadar geçip giden ömrün

nasıl geçirdiğini düşünülmemesindeki anlam?

Şimdi duvarda yan yana ve karşı karşıya duran bu

dört tablonun düşündüğü şey bu konuydu.

Uykuyu çoktan geride bırakmış kızarmış gözler

parmakların hareketli dokunuşlarında ortaya çıkan

bilgileri hızlıca okuyorlardı. Kadir kâh geriliyor kâh

öne eğiliyor ama hiç gözlerini kırpmadan karşısındaki

bilgisayarına bakıyordu. Yorgun ve bitkin

ve halsiz olmasına rağmen dimdik durabiliyordu.

Her hâlükârda böyle durabilirdi zaten.

Saatlerdir bilgisayarının başında geçmişi kurcalıyordu,

arşivleri karıştırıyordu. Küçük de olsa bir

bulgu, işine yaracak bir ipucu arıyordu. Aklına

geldikçe hâlâ şaşırmaya devam ediyordu Kadir.

Gerçekten de Hamza’nın fark ettiği şey doğruydu

ve işin kötüsü öylece ortalıktaydı. İlk kez on altı yıl

öncesinde başlayan bu cinayetler her dört yılda bir

kez tekrarlanmıştı. İşin tuhaf yanı her cinayetin

katili belliydi. Bu cinayetlerde de tuhaf bir yan

görünmüyor birbiriyle örtüşecek yan bulunmuyordu.

Türlü şekillerde ölmüştü maktuller. Kimisi

bir kazara yanlış anlaşılmaya kimisi töreye kimisi

namusa kimisi kavgaya kurban gitmiş.

Ama hayır Kadir’i asıl şaşırtacak ve gözlerini bir

mıh gibi bilgisayara çakacak olan bu bulgular değildi.

Bir sayfadan diğerine hızla geçerken gözüne

takılan bir haberin başlığı onu bu hale düşürdü:

“Hasan Fehmi 4’lüler adını koyduğu gizli yapının

gerçekleştirdiğini iddia ettiği cinayet zincirini çöz-



Edebiyatın Mihenk Taşı

ve Öykücülüğün Büyük

Ustası: ORHAN KEMAL

Adanaspor’un Golcüsü Raşit mi?

Mehmet Raşit Öğütçü mü Orhan Kemal mi?

1914 yılının Eylül ayında dünyaya gelen yetenekli

edebiyatçı, yazın dünyasına sağladığı sayısız

katkılar ve verdiği onlarca edebi eserle, adını en

derinimize kazımayı başarmıştır. Esas adı Mehmet

Raşit’tir ancak takma adı olan Orhan Kemal ismi ile

ünlenmiş ve kitaplarını da yine bu takma ismiyle

yayınlamıştır. Hikâye, roman, şiir, oyun ve daha

birçok türde çalışmaya sahip olan ünlü edebiyatçının

yazım dili, anlaşılırdır ve düzgün Türkçesi

ile her türlü okura hitap etmeyi amaç edinmiştir.

Roman ve öykü türünde çok başarılı olan Orhan

Kemal, ilk çıkardığı öykü seçkisi “Ekmek Kavgası”

ile kendini tanıtma imkânı sağlamıştır. Özellikle

doğup büyüdüğü Adana’nın dertlerini, sıkıntılarını,

ekonomik, siyasal ve sosyal problemlerini dile

getiren eserleri yazmasıyla halk tarafından takdir

edilmiş ve ilgiyle karşılanmıştır. İşçi ve çiftçinin

dünyası, pamuk tarlaları, eşitlik ve adalet kavgaları

onun romanlarının ana konularını oluşturmuştur.

1969 senesinde TDK ödülü, 1958 ve 1969

yıllarında ise Sait Faik Hikâye ödüllerinin sahibi

olmuştur.

Doğduğu ve adına pek çok eser kaleme aldığı

Adana’nın meşhur futbol takımında golcülük yapan

Orhan Kemal, “Golcü Raşit” olarak da tanınmıştır.

Gençliğinin ilk zamanlarında matbaacılık ve

bulaşıkçılık yapmıştır. Romanlarında yer alan çırçır

fabrikasında işçilik yaptığı sıralar aynı zamanda

kâtiplik mesleğini de icra etmiştir. Çırçır

fabrikasında âşık olduğu bir işçi kadınla evlenmiş

ve bu evlilikten ilk kızı Yıldız dünyaya gelmiştir.

Bacaksız Orhan ve Nazım’ın Tanışması

Nazım Hikmet ve Maksim Gorki okuduğu gerekçesiyle

askerde cezalara çarptırılan başarılı romancı,

hapishanelere gönderilmiştir ve ilk tutsaklık

yılları bu şekilde başlamıştır. Propaganda yaptığı

gerekçesiyle çeşitli işkencelere maruz kalmıştır.

Bursa Cezaevi’nde ünlü şair Nazım Hikmet ile

tanışmıştır. Birlikte kısa bir zaman aynı odada

yoldaşlık yapan iki yetenekli sanatçı, birbirlerini

edebi ve sanatsal anlamda bir hayli etkilemiştir.



Matmazel Noraliya’nın

Koltuğu Romanında Ferit/d

Matmazel Noraliya’nın Koltuğu romanı Peyami Safa’nın

tezli romanlarından biridir. Romanın ilk sayfası Ferit’in

âdeta bir haykırışı ile başlamaktadır. Peyami Safa, ‘t>d’

meselesini bilinçaltı tekniğiyle usta bir şekilde işleyerek

romana başlar:

“FERİT, Ferid, it, id, t, d, t değil, d, fonetik, fonetik ve

babasının kahkahaları…” (s.7).

Modernleşmeyle beraber her alanda olduğu gibi dilde de

çeşitli inkılaplar yapılmıştır. Örneğin Arapça kelimelerin

yazılırken Arapça aslından ziyade Türkçede okunduğu

gibi yazılması önerisi kabul görülmüş ve “kitab” değil

de “kitap”, “ferd” değil de “fert” şeklinde yazılmıştır.

“Odabaşı onun adını deftere kaydederken “ben Ferid’i

d ile yazarım,” demişti. Ferit’in babası da bu fikirde idi

ve Hamid’in “âhir-i ömrümüzde ismimizin sonuna bir it

taktılar!” sözünü tekrarlarken kopardığı kahkahaların

peşinden “bugünkü imlâda fonetik yok, fonetik, fonetik!”

diye bağırırdı. …şuurunun eşiğinde kalan ses –Ferid,

Ferit, it, id…- rüyasına girmişti. ( s. 19).

Yukarıda romandan alıntılanan bu bölümde Doğu-Batı

çatışması Ferit’in zihnindeki bu kelime oyunlarıyla

yapılmaktadır. Ferit’in bilinçaltında yer eden bu ses

Ferit’in rüyasına girmektedir. Burada Freud’un

psikanalist kuramına gönderme yapılmaktadır. Zira “id”

(alt bilinç), bireyin doyumsuz yanını temsil etmektedir

ve o anki duyduğu cinsellik, saldırganlık ve açlık gibi

duyguları şartlar ne olursa olsun gidermek ister. Bunun

yanında Ferit’in bilinçaltındaki babasının kahkahalarının

Ferid, Ferit, it, id şeklinde yer etmesi aynı zamanda

Doğu-Batı arasında bocalamanın örneğidir.

Ferit önceleri tıp fakültesinde okumuş fakat felsefeye

merak saldığı için tıp fakültesini bırakıp felsefeye devam

etmiştir. Yazar hem tıp bilgisi hem de felsefe bilgisi olan

bir karakter çizmiştir. Çünkü Ferit’in türlü korku ve

vehimlere kapılması karşısında alınacak cevaplara kolay

bir şekilde tatmin olmaması gerekir. Bu tatminsizliği

yaşayacak kişi ise normal bir kişi olmamalıdır.

Ferit, onu tıptan felsefeye ve oradan da ‘nihilizm ve

tembelliğe’ atan bir ‘iradesizlik’ yaşamıştır. Aklındaki

sorulara tatmin edici bir cevap bulamadığından sürekli

bir “çıldırma korkusu” hissini taşır. Romandan

öğrendiğimize göre Ferit’in bu çıldırma korkusu on

seneden beri devam etmektedir: “…belki on seneden

beri onu kovalayan çıldırma korkusunun…”( s. 42). (

s.16, s.42, s.85). Çocukken onu bir siyah köpeğin takip

ettiği hayalini; pansiyondayken de sürekli çıplak bir

kadının hayaletini görür. Artık bir zaman sonra bunun

bir hayalet değil gerçek olduğuna inanmaya başlar. Daha

sonra bunun kim olduğuna karar veremez. Fena hâlde

gerçek – düş çatışması yaşamaktadır. Aynı zamanda

Ferit bir titizlik hastasıdır. Romanın ilerleyen

bölümlerinde devamlı olarak ‘elini yıkama vehmi’ göze

çarpar.

Ferit önceleri bu sıkıntılarını pansiyonu yöneten dindar

Vafi Bey ile atmaya çalışacaktır. “Vafi Bey’in mistik

hezeyanları, hiç değilse gündüzün meselelerini biraz

ikinci plâna itebilmişti.” (s. 109). Vafi Bey onun

sıkıntısını bir nebze rahatlatsa da o hâlâ aklındaki

soruları cevaplayamaz. Ferit, Kapalı Çarşı’da sinir krizi

geçirir ve bir muhallebiciye girer. Dükkândaki ihtiyar

Ferit’in derdini anlayınca, canının sıkıldığı zaman o

hapları alması yerine, nefes alıp yüreğinden “Allah’ım”

demesini söyler. Ferit ihtiyarın sözünü dinler ve böyle

yaptığında kalbinde âdeta bir serinlik bulur. Fakat

aklında bu olayda bile bir kuşku belirir ve o pozitivist

yönü devreye girip aslında ilacın etkisinin erken tesir

ettiğini düşünerek kendi aklının kabul göreceği bir

açıklama yapar. Romanın birinci bölümü Ferit’in bu

sıkıntılı hâlini ortaya koymaktadır. Ferit’in birinci

bölümdeki hâli için romanda dikkat çekici bazı ifadeler:

“Sen benim geçirdiğim irade fırtınalarını bilemezsin.”(s.84)

“Çıldırdım mı?” (s.144)

Romanın ikinci bölümünde ise Ferit’in bu hâlinden

kurtulması, edebiyatın ilk temlerinden olan “yolculuk”



Yazar ekibimize katılmak ister misin?

Dilediğin türdeki yazını mail adresimize

gönder, değerlendirmeye alalım!

daragaciedebiyat@gmail.com

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!