27.08.2021 Views

Meftun.Art 3. Sayı © Turgut Uyar Sayısı

https://forms.gle/FrRzshb9zTEGExB97 Meftun.Art Dergisi (Yeni) Turgut Uyar sayısını bu formu doldurarak sipariş verebilirsiniz. Form doldurulduktan sonra ödeme için sizinle whatsapp üzerinden iletişime geçilecektir. Dergi Fiyatı: 8₺ ( İNDİRİM ) Kargo Ücreti 5₺ Turgut Uyar tasarımlı ayraç HEDİYELİ!

https://forms.gle/FrRzshb9zTEGExB97

Meftun.Art Dergisi (Yeni) Turgut Uyar sayısını bu formu doldurarak sipariş verebilirsiniz. Form doldurulduktan sonra ödeme için sizinle whatsapp üzerinden iletişime geçilecektir.

Dergi Fiyatı: 8₺ ( İNDİRİM )
Kargo Ücreti 5₺

Turgut Uyar tasarımlı ayraç HEDİYELİ!

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Meftun.Art

Sanat ve Edebiyat Dergisi

www.meftun.art

Nº 03 - TURGUT

2021 UYAR


Meftun.Art

Sanat ve Edebiyat Dergisi

3. Sayısı

www.meftun.art tarafından hazırlanmıştır

İmtiyaz Sahibi: Meftun.Art Yönetim Kurulu

Genel Yayın Yönetmeni: Emre Karataş

Sanat Yönetmeni: Melike Çan

Editör: Begüm Gür

İletişim: www.meftun.art/iletisim

infomeftun.art@gmail.com

Yazarlar

Açelya Daştan•Adil Çetinkaya•Arda Çağan Güven•Ayşegül Narin•Badel Deniz Kenet

Begüm Gür•Betül Kullu•Bilgesu Özcan•Elif Rana Sivri•Eylül Avcı•Hamza Akarsu

Hatice Nur Cahan•Melike Çan•Miray Palazlı•Murat Kabakçı•Nilgün Ulukaya

Samet Akın•Sara Temoçin•Talha Maraş•Yağmur Dalaklı•Zeynep Avan Mert

İllüstratör / Çizer

Üveyş Erkol•Ayça Oğur•Merve Altuğ•Nazlı Kartal•Emre Karataş

Grafik Tasarım

Emre Karataş•Arda Çağan Güven

Kapak Tasarım

Merve Altuğ

Dublaj / Seslendirme

Arda Çağan Güven•Yağmur Dalaklı

AR Uygulama Geliştirici

Eren Karataş

Telif Hakkı © 2021 Tüm hakları saklıdır.

Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonlar

elektronik ortamlar da dahil olmak

üzere yazılı izin olmaksızın kullanılamaz.

Meftun.Art 2


3

Meftun.Art


Meftun.Art 4

İllüstratör / Çizer

Üveyş Erkol


6

8

10

12

14

15

16

17

18

20

21

22

23

24

26

27

28

29

30

32

34

37

39

41

43

Turgut Uyar Kmdr ?

Hayr Turgut Uyar'n Gözünden: Turgut ve Tomrs

Uyar Ales Albüm

Göe Bakma Dura

knc Yen Öncüsü Turgut Uyar

Puslu Ktalar

Ekm

Gözümüzde Büyüttüklermz

Yal Adam Kouyor

Ve Güne Batt

Burnumun Önündek Cennet

Hüzün Dolu Günler

Br Sabah Uyansam k - Ayr Zamanlar

Hülya ve aylüH

Unutmak Mümkün mü ?

Nedr Bu Edebyat ?

ayet Br Gün Eln Tutup Kaçmam Gerekrse

Masallar Braklr

Gelen Bahar, Yaklaan Yaz ve Braklan Baz eyler

Flm Sanat

Federco Felln

Akra Kurosawa

Ingmar Bergman

Yasujro Ozu

Afrcan Lady

7

12

24

Bu karekod ile meftun.art sitemizden

uygulamamızı indirin!

ve

Uygulama ile açılan telefon kameranızı

kapağa ve Triskeles sembolünün olduğu

sayfalara tutup bakış açınızı değiştirin

Meftun.Art Dergisi

Uygulaması

345

Meftun.Art


Yazar

Badel Deniz Kenet

TURGUT UYAR

KİMDİR?

" Hiçbir şey

umurumda

değil diyorum

aşktan ve

umuttan başka "

Turgut Uyar

4 Ağustos 1927 yılında Ankara’da dünyaya

gelen Turgut Uyar, babası Hayri Bey’in işi dolayısıyla

Türkiye’nin pek çok yerine ayak izlerini

bırakmış bir asker çocuğuydu. Osmanlı

döneminde kolağası rütbesine kadar yükselen

harita subayı Hayri Bey’in evden uzakta geçirdiği

yıllar Turgut’un çocuk kalbinde, daha

sonra şiirlerine de yansıyacak olan kırgınlıklar

ve derin yaralar açmış olsa da baba hasretiyle

büyüdüğü yıllar nihayet Hayri Bey’in emekli

olup da ailesinin İstanbul’a taşınmasıyla geride

kalacaktı. İstanbul’a yerleşmeleriyle, Edirnekapı’daki

Hırka-i Şerif İlkokulu’nda eğitim

hayatına başlayan Turgut, Beşinci İlkokul’da

ilköğretimini tamamladı. Sonrasında yaşadıkları

maddi güçlükler sebebiyle eğitimine

askeri okullarda devam etti. Takip eden yıllarda,

babasına duyduğu özlemle büyümüş olan

Turgut için bir kez daha ayrılık vakti gelmişti.

Bu kez evden uzaklara gitme sırası Turgut’taydı.

Ailesinden uzaklarda tamamlayacağı eğitim

hayatı, onun hisli, hüzünlü yanına dokunmaya

devam etti. Bursa Işıklar Lisesi’ni ve iki yıl sonunda

da Askeri Memurlar Okulunu bitirerek

eğitim hayatını tamamladı.

Turgut, müzikle beslenip onunla hayat

bulan bir ailede büyümüştü. Evden her daim

yükselen keman, saz ve ud sesleri, Turgut’un

kulak kabarttığı notaları aklına ve kalbine

kimi zaman mutluluk, kimi zaman hüzün ve

kimi zaman da sevgiyle işliyordu. Belki de Turgut’un

müzik vasıtasıyla içine doldurduğu bu

duygular ona henüz çocukluktan şiir yazma

kabiliyetini getirmişti.

Turgut Uyar, şiire nasıl başladığını şu sözleriyle

anlatır:

“Daha ilkokulda vezin ve kafiyeden haberim

olmadığı çağlarda manzumeler yazardım.

Sonra ortaokul ve lise devresinde boyuna yazdım.

Günde üç beş şiir, haftada on beş, günde

bir roman yazıyordum. Ama ne şiirler ve

romanlaR… Liseyi bitireceğim yıl, Hayyam,

Nedim, Yahya Kemal, Tevfik Fikret, Hamit ve

Haşim kıskıvrak tutmuşlardı. Taklit ettiğimi

bile bile onlara özenerek, bildiğim ve becerdiğim

kadar terkipli filan gazeller mazeller yazardım.

Hatta Makbere Mezar adıyla bir nazire

bile yazmıştım.”

İlk evliliğini yaptığında henüz 18 yaşında

bir öğrenciydi Turgut. Yezdan isimli komşu

kızı ile evlenmiş, Yezdan’la Semiramis, Deyda

ve Tunga adını verdikleri üç çocukları olmuştu.

Nihayetinde yürümeyen evlilikleri 1966

yılında sona erdi.

1948 yılında Kars’ın Posof ilçesine askeri

memur olarak atanan Turgut sonrasında

sırasıyla Samsun, Terme ve Ankara’da da

görev aldı. Memuriyet işinden aslında pek de

hoşlanmadığını anlayınca bir sonraki tayini

çıkmadan istifayla görevini sonlandırdı. İstifasının

ardından SEKA’nın Ankara bürosunda

çalışmaya başladı ve tekrar İstanbul’a taşınmadan

önce, emekli olana kadar görevini Ankara’da

sürdürdü.

Turgut Uyar sadece şiir yazmıyor, şiirlerini

adeta yaşıyordu. Sancılı ayrılıklar kadar, tutkulu

aşkın da ölümsüz şairiydi. Şiirlerindeki

hüzün belki de yaşamı boyunca yüreğinde

taşıdığı kırgınlıkların derinliğinden geliyordu.

1947’de Yenigün dergisinde yayınlanan ilk şiirine

‘’Yad’’ adını vermişti. Takip eden yıllarda

Nurullah Ataç’ın da yönlendirmesiyle katıldığı

‘’Kaynak’’ dergisinin şiir yarışmasında ‘’Arz-ı

Hal’’ şiiriyle yarışmayı kazandı. Şiire çok yönlü

bakmanın son derece değerli olduğuna inanan

Turgut, batı ve divan şiirinin özelliklerini

kullandı. İlerleyen dönemlerde kalemi giderek

gelişen Turgut Uyar, İkinci Yeni etkisiyle

Garşo akımının özellikleri üzerinden ilerleyerek

İkinci Yeni’nin öncüleri arasında sayıldı.

Şiirlerinde her zaman anlaşılır olmayı savunurken

zaman geçtikçe kendine has bir tarza

ulaşmaya yaklaştı.

Kendi yaşamından doğurduğu şiirleriyle 9

kitap yazdı. 1949’da ölçü kaygısıyla yazdığı ’’Arz-ı

Hal’’ de toplumsal konulara değindi, 1952’de

“Türkiyem”i yayınladı. 1959’da “Dünya’nın En

Güzel Arabistan’ı”ında, 1962’deki “Tütünler Islak”

ve 1968’deki “Her Pazartesi” adını verdiği

kitaplarında da yine birey-toplum ilişkisine

değindi. 1970’te yazdığı “Divan” ile geleneksel

şiir kalıplarına yöneldi. Son olarak da 1974’teki

“Toplandılar” ve 1982’deki “Kayayı Delen İncir”

dönemin sınıfsal mücadelesini yansıttı.

Şüphesiz, “Dünyanın En Güzel Arabistan’ı”

kitabında yer alan “Göğe Bakma Durağı” şiiri,

dizelerinde kullandığı yeni imgelerdeki modernist

yaklaşımla Turgut’un şiir yaşamı için

bir dönüm noktası olmuştu.

Büyük aşkı Tomris ile 1962’de Ankara Sanatseverler

Derneği’nde karşılaştılar. Turgut Uyar,

1966’da eşi Yezdan’dan boşanarak çocuklarıyla

İstanbul’a yerleşti. Aynı dönemde Tomris

de Cemal Süreya’dan ayrılmak üzereydi. İstanbul’da

bir kez daha karşılaşan Turgut ve

Tomris ilk defa oturup konuşma fırsatı buldular.

Tomris bu anı, ilk tanışmaları olarak kabul

ediyordu.

Meftun.Art 6


Sonrasında başlayan mektuplaşmaları başlarda yalnızca şiir üzerineydi. Zamanla daha özel meseleler

de konuşmaya başlayarak birbirlerinin hayatlarına dahil oldular. Turgut’un yaşadığı sorunlar neticesinde

uzaklaştığı şiire karşı Tomris onu tekrar yazmaya teşvik etmeye çalışıyordu. Neticede Tomris, Turgut için

bir ilham perisi olmuştu. 1969 yılında evlenen ikilinin büyük aşklarından, Turgut’un babasının anısına

Hayri Turgut adını verdikleri bir oğulları doğdu.

Ömrünün son yıllarında inzivaya çekilen Turgut Uyar, Siroza yakalandığından şüphelense de teşhis konulmasıyla

yaşamındaki pek çok şeyi kaybedeceğini bildiğinden hastaneye gitmeyi erteleyebildiği kadar

erteledi. Nihayetinde Tomris’in ısrarlarına dayanamayarak hastaneye gitmeyi kabul edince Siroz teşhisini

doktorlardan duydu. İflas eden dalağı ve güçlükle çalışan karaciğeri ancak serumla beslenmesine

olanak tanıyor, şuuru da gidip geliyordu. Hastaneye yatmaktan başka çaresi olmasa da yapacak bir şey

kalmadığından doktorlar Turgut’un eve çıkmasına izin verdi. Turgut ölümü, uzun zamandır görmediği

bir dostu bekler gibi beklerken Tomris de her anında yanındaydı. Turgut Uyar bir gün, ya dozunu bir türlü

ayarlayamadığı sevgisinin ya da alkolün onun sonunu getireceğinden emin gibiydi. 22 Ağustos 1985’te

hayata gözlerini yumduğunda Turgut Uyar’ın oğlu ardından şöyle diyordu: “Sevmek ve içmek, ikisini de

sonuna kadar kullandı. Ama sevdiği için değil, içtiği için öldü”.

Böylece yüreğindeki bir çok kırgınlıkla, iyileşmemiş yaralarla ve kalbine sığdıramadığı büyük aşklarıyla

bir Turgut Uyar geldi ve gitti bu dünyadan.

İllüstratör / Çizer

Üveyş Erkol

Karamsarlık çepeçevre saran bir gerçekti

Duygular birer çiçek... Gölgeleri ise en büyük sığınaktı

7

Meftun.Art


Yazar

Yağmur Dalaklı

" Aşkın aşkla

çarpımı, garip

bir biçimde,

hep sonsuzdur,

karekökü de

yoktur... "

Turgut Uyar

Meftun.Art 8

HAYRİ TURGUT UYAR’IN

GÖZÜNDEN: TURGUT VE

TOMRİS

Gözümü Büyükdere'de deniz kenarı

ufak tefek bir evde açtığımı hatırlıyorum.

Hasretle beni bekleyen annem ve babam

her şeyi düşünmüş. Oradan Etilere,

sokaklarında çocukluğumu koşturduğum

bahçeli evimize taşınıyoruz. O zamanın

sokaklarında oynamak gibisi yoktu benim

için. Eve girmek istemezdim, yine

de annem ve babamın yaşantıları hatırımda

saklı elbette. Benim hatırlayamadıklarımı

da Semiramis ablama sordum,

küçüklüğümüzde ayrı şehirlerde olduğumuzdan

pek görüşemesek de aynı şehirdeyken

mutlaka bir araya gelinirdi.

Babam çocuklarıyla İstanbul'a geldiğinde

tanışmışlar annemle, oturup konuşmuşlar

sonra da mektuplaşmışlar.

Bu mektuplar önce babamın şiir üzerine

düşünceleri, annemin de o şiirler üzerindeki

düşünceleriymiş. Babam o dönem

sıkıntılı olduğundan yedi yıl hiç şiir

yazmamış, annemin ricası üzerine yavaş

yavaş şiirle barışmış. Onlar karşılıklı anlaşmanın

formülünü bu konuşmalarda

bulmuşlar diyebilirim. Aralarındaki derin

bağ da burada filiz vermiş.

İki büyük edebiyatçının çocukları olarak

söyleyebilirim ki, beklenilen gibi

yüksek sesle şiirler okunmazdı evimizde.

Edip amca, annem ve babam yeni şiirleri

üzerinde birbirleriyle istişare eder, bana

fazla duyurmazlardı. Babamın çalışmalarına

da öyle çok denk gelmedim. “Kayayı

Delen İncir” vardı o zamanlar. Annemden

ve çevremizden duyduğum kadarıyla gün

içinde notlar alır, o notları toparlayarak

çalışırmış yani düzenli bir çalışma şekli

yok diyebilirim. Annem de onun aksine

çok düzenli çalışırdı; iş kitapları olsun

çevirileri olsun, profesyonelliğin gerektirdiğince

davranır günlük işlerini de hiç

aksatmazdı. Salonun köşesinde duran bir

yazı masası vardı üzerinde daktilosu olan.

Orada çalışır yazı yazmak için ayrı bir

odaya çekilmezdi. Daha fazla konsantre

olurdu çalışırken.

Öğle saatlerinde annem ile babamın

beraber mutfağa girdiğini anımsadım. Bir

yandan sohbet eder bir yandan yemekleri

hazırlıyorlardı. Annem yeni tarifler denemeyi

çok severdi misafir ağırlamayı da

öyle. Gün içinde radyo eksik olmaz şarkılar

söylenir, yemekli buluşmalarda müzikler

dinlenirdi. TRT-3 yayınlarından aklımda

kalan: Ayten Alpman, Tanju Okan, Mustafa

Kandıralı.

Ara sıra Vals ve Latin müzikleriyle danslar

edilirdi. Annem daha ilgiliydi müziğe

Holiday, Sinatra ve Beatles severdi. Babamın

da bir şarkısı var ki La Vie En Rose

hem benim hem Semiramis ablamın aklına

geldi. Bir de Glenn Miller müzikleri severdi

diyebilirim.

Annem titiz bir ev hanımıydı her hafta kütüphanesini

temizler eski bir kitaba rastlayınca

da babama seslenir:

Bak Turgut, şöyle bir paragraf vardı, diye

söze başlar. Okudukça okur kahvesinden bir

yudum aldıktan sonra başlar babamla sohbete.

Kimi zaman bana bir kitap seçer, kitabı

canlandırarak okur. Kimi zaman da bir arkadaşının

onun için imzaladığı bir kitabı görür

ya onu görmeye gider ya da onu davet ederdi.

Hem tipik bir ev kadını hem de zengin kültür

birikimine sahip olan annem, çamaşırların

vals müziği dinlenerek yıkanırsa daha temiz

olacağına inanırdı. Biraz gülünç değil mi? Eve

yardımcı gelmeden evi toplar ona yemekler

hazır eder, bazen de işini bırakıp hayatını

anlatmasını isterdi. Okumaya, okuyana çok

önem verir; gözlemleyerek, dinleyerek biriktirdiği

hayatları hikayeleştirmeye bayılırdı.

Bir de herkesin merak ettiği ‘Ölmeme’ günü

var. Ben dostların buluşma bahanesi olarak

görüyorum bu durumu. Kendi içlerinde güzel

bir çerçeveye aldıkları bu gelenek babamın

meyhaneciden bir şişe daha rakı istemesiyle

başlıyor.

- Bakın bu şişeyi gelecek sene bugüne kadar

saklıyoruz. 26 Mart'ta burada yine buluşup birlikte

içeceğiz bu rakıyı.

Ve bu 1985’te babamın vefatına kadar devam

etti, her yıl aynı gün bir araya geldiler.

Turgut’un Tomris’e seslenişleri edebiyatıyla,

sanatıyla, el yazması şiirleriyle olmuştur

hep.

İllüstratör / Çizer

İşte onlardan biri: Sibernetik

Üveyş Erkol

Dünya Ölmeme Günü


TOMRİS’E

3 Kere 3 dokuz eder bilirsin

Birin karesi birdir

Kare kökü de bilirsin

Mutlu aşk yoktur bilirsin

Ama baharda ya da dışarda

Sonsuz göğün altında

Aşkın aşkla çarpımı

Nedendir bilinmez

Garip bir şekilde

Sonsuzdur, kare kökü de yoktur.

İllüstratör / Çizer

Ayça Oğur

Turgut ve Tomris Uyar

(15 Mart 1979)

Annemin de dediği gibi babam tipik bir

edebiyatçı ciddiyetinde, kendi içine kapanık,

dışarısıyla fazla alışverişi olmayan bir adamdı.

Annem ise denizi sever, dolaşmayı severdi.

Daha canlı daha hareketli olmak isterdi

babama göre. Belki de bu bakımdan pek

uyuşmuyorlardı. Evliliklerinin tatsız geçtiği

dönemde beni o tatsızlıkların içinde tutmamaya

özen gösterdiler. Ben kendimi şanslı

sayıyorum çünkü annem ile babam başta

olmak üzere çocukluğumda o çevreden tanıdığım

herkesi iyi duygularla ve severek hatırlıyorum.

Benim Tomris Uyar’ı anne sıfatından ayrı

olarak da değerlendirebilmeyi öğrenmem

zor olmadı. Kendi kişiliğini çok net ortaya

koyan bir insan olduğu için onunla tanışmış

herkesin benzer deneyimleri olmuştur diye

tahmin ediyorum.

Uyumsuz kadın Tomris bu sancılı dönemi

şöyle anlatıyor. “Turgut her an elinden

kaçıracakmış gibi gereksiz kaygıyla yıpranacak;

ben de hiçbir rekabetin söz konusu olmadığı

bir alanda boyuna birinci seçilmekten

yorulacaktım.”

Gerçekten de yoruldu. Tomris, bir başka

gün de şunları söyledi “Turgut Uyar ile geçireceğimiz

bazı hırgürlü geceleri şimdi olsa

kaldıramayacağımı biliyorum ama bütün

güçlüklerine karşın fırtınalı bir aşkı, yavan,

düz-ayak bir ilişkiye yeğlediğimin bilincindeyim.”

Ona ithaf edilmiş onca şiir varken o kendi

hayatının bahsedilecek kadar önemli olmadığını

düşündüğü gibi şiirlere de şu gözle

bakardı.

“Benim için yazılmaları önemli değil.

İyi şiir mi diye bakarım. Yazık ki böyle bir

özelliğim var benim. Güzel şiirler. Bazıları

daha iyi olabilirdi benim adım olmasa. Ben

bana bir şey yazılmasını, ithaf edilmesini sevmem.

Ama güzel bir şiirse hoşnut olurum.

Beni anlatan değil de benim inandığım şeylere

yer veren bir şiirse çok severim.”

Annem ile babamın bir ayrı bir barışık

ilişkileri acı bir birleşmeyle son bulur. Babama

siroz teşhisi konulmuştur ve annem iş

seyahati dönüşü onu görmeye geldiğinde bilincini

kaybettiğinden annemi tanımaz. Aradan

on beş gün geçmeden babam vefat etti.

Annem babamın ölümünü kolay kabullenemedi.

Dile kolay birlikte 18 yıl… Hayatta en

çok sevdiği insanı kaybetti.

TOMRİS

Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur

Ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan.

Dağ biraz daha benden, deniz her zaman

senden

Ve Bozuk Saat Turgut Uyarın gidişiyle durdu...

Annem öyküleriyle tanınmış olsa da bir

şiir kadınıydı elbette, babamın yazdıkları...

9

Meftun.Art


Meftun.Art 10

Meftun.Art 10


11Meftun.Art 11


İllüstratör / Çizer

Merve Altuğ

Göğe Bakma Durağı

Meftun.Art 12


Göğe Bakma Durağı

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım

Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından

Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından

Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar

Şu aranıp duran korkak ellerimi tut

Bu evleri atla bu evleri de bunları da

Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım

İnecek var deriz otobüs durur ineriz

Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya

Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum

Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun

Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam

Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım

Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda

Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım

Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum

Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi

Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor

Seni aldım bu sunturlu yere getirdim

Sayısız penceren vardı bir bir kapattım

Bana dönesin diye bir bir kapattım

Şimdi otobüs gelir biner gideriz

Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç

Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin

Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat

Durma kendini hatırlat

Durma göğe bakalım

Turgut Uyar

gv fs

13

13

Meftun.Art

Meftun.Art


Yazar

Begüm Gür

İKİNCİ YENİ ÖNCÜSÜ

TURGUT UYAR

Turgut Uyar‘ın şiire merakı çocuk yaşta başlar. 14-15 yaşlarında dahi yazarları

takip ederek bol bol okuma yapıyor, okuduğu şairlerden örnek alarak yazdığı şiirleri

ise bir defterde topluyordu. Küçük yaşta yazmış olduğu şiirlerini adeta bir sır

gibi saklayan Turgut Uyar, şu an günümüzde hepimizin tanıdığı ünlü ve İkinci Yeni

akımının öncülerinden olan başarılı bir şairdir.

Uyar, her ne kadar bu şiirlerini başarısız bulsa da o yaşlarda bir çocuk için ileride

büyük bir şair olacağı cevherini taşıdığı su götürmez bir gerçek.

Herkesten gizli gizli şiirlerini karaladığı bu defterde yer alan şiirlerinden bir

dörtlük:

“Güzeldir sevgilim her dakika her an

Güzeldir sözleri kaşı gözleri

Geçtiği her karış sönük topraklar

O anda fışkırır neşe özleri.” (Uyar, 1979)

İlk şiiri, 1948 yılında Arz-Hal -ilk ödül alan şiiri- edebiyatımızda önemli bir yere

sahiptir. Toplumu konu alan şiirler yazan şair: “Şiire, topluma hizmet ettiği derecede

değer veririm.” sözleri ile şiirde toplumsal konuların varlığını savunmuştur.

" Bir bozuk

saattir yüreğim

hep sende durur "

Turgut Uyar

Yarışmaya gönderdiği şiirleri konusunda onun her zaman yanında olan Nurullah

Ataç: “Bilmem yanılıyor muyum, Turgut Uyar’ı iyi bir şair saymakla? Hiç sanmıyorum.

Ne olursa olsun, onun için atıyorum zarımı.” sözleri ile arkadaşını her zaman

edebiyat konusunda desteklemiş ve ona, onun kalemine güvenmiştir. İkinci Yeni

düşünce akımını savunan şiirleri ile edebiyat hayatında nice eserler vermeye devam

etmiştir.

2.Dünya savaşı etkilerini içinde barındıran İkinci Yeni düşünce akımı, çeşitli

fikirlerin varlığı ile birlikte Garip akımına tepki olarak doğmuştur. Bazı fikirlere

göre İkinci Yeni’nin Garip akımının devamı olduğu veyahut Garip akımının ‘Birinci

Yeni’ olduğu söylenir. Çeşitli yazarlara ev sahipliği yapan akımın öncüleri; Turgut

Uyar, Oktay Rıfat, Ülkü Tamer, Edip Cansever, İlhan Berk ve Ece Ayhan gibi çeşitli

başarılı isimlerdir.

Akım; şiirdeki kuralları, gelenekleri reddeden Dadaizm’den, kişinin bilinçaltındakileri

dışa vurmayı amaç edinen Sürrealizmden ve son olarak Varoluşcu düşünce

akımından etkilenmiştir. Şiirdeki kelimelerin Türkçe olup olmamasından çok,

çağrışım özelliğine bakılmış, imgeler ve metaforlar ile derin anlamlaryüklenmiştir.

Demokratikleşme hareketleri ile birlikte halkın da yaşam şartları değişmiş.

Yaşam şartları değişen toplumun şiir ve sanat anlayışı da değişmiştir. Şiir içerik, dil

ve biçim konusunda köklü değişikliklere uğramıştır. Şiirlerde toplumsal konulardan

çok bireyin iç çatışması, kentleşen dünya ve kişinin buna uyumu, köyden kente

göç, yabancılaşma ve statü gibi konular işlenmeye başlamıştır.

Yaşam şartları ile Turgut Uyar da değişmiş, bu değişim kaleme aldığı şeylere de

yansımıştır. Bir dergide ele aldığı yazıda: “Toplum değişiyor, insan değişiyor, insan

ilişkileri ve sorunları da değişiyor.” sözleri ile değişen şartlara dikkat çekmiş ve

değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu vurgulamıştır. ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’

kitabında İkinci Yeni anlayışını tam olarak yansıtmış, yeni anlatım teknikleri

kullanmıştır. Bu şartlar göz önüne alınırsa zamanın tüm bu değişimlerine, sansürlere

ve çeşitli propagandalara rağmen çok güzel eserler vermiş olması şairimizin

başarısı ile mümkün olmuştur.

Meftun.Art 14


PUSLU KITALAR

Radyodan cızırtılar geliyor kulağıma

Pencereye vuran rüzgar uğultusu

Eylül’ü topluyor bulutlarına

Bir parça kızarıyor gökyüzü gözümde

Ormanlar bir buket kucağımda

Koltuğun köşesinde

İki büklüm kırlentler

Dünden kalma soğumuş kahve

Kapıda asılı duran bayat ekmekler

Geçip giden ayak sesleri

Gün göstermeyen aynalar

Soğumuş iki çift kahkaha

Çekmeceden sarkan hayaller

Yerlerde sürünen bugünler

Yalnızlığın en güzel zamanları bunlar

Bir portre gibi asılı işte ömrüm

Puslu ...

Cızırtılar taze kesildi

Nüvesi söylenmemesindeymiş şarkıların meğer

Artık tam karşımda varlığın yoksunluğu ...

Bembeyaz bir sessizlik şimdi odam

Yazar

Miray Palazlı

" Bir ellerin bir

ellerim yeter

belleyelim yetsin "

Turgut Uyar

Yalnız ben kaldım yanlış olan.

15

Meftun.Art


EKİM

Kendi gün batımını yaratırdın gözlerinde

Kızıl, kırılmış hareler bulanıklaştırırdı,

Akşam saatlerini.

Sıcacık bir esinti vururdu kıyına.

Yapraklar usul usul salınırdı.

İskeleye uzanmış,

Boylu boyunca gölgen

Günün en güzel saatlerine dağılırdı.

Üzerine ılık ılık düşerdi güneşin son demleri.

Ellerin belli belirsiz

Bulanırdı akşama.

Kızıldan parçalanmış sarılar turuncular...

Seni resmederdi ufka.

Sarıdan tunca çalardı gün ışığı.

Güneş usul usul ağaçların ardına gizlenirdi.

Yüzüne yavaşça dokunurdu gece

Gülümserdin akan güneşe

Ve kapatırdın gözlerini...

İşte o zaman anlardım güneşin veda ettiğini.

Yazar

Miray Palazlı

İllüstratör / Çizer

Üveyş Erkol

Üç kere üç dokuz eder

Bilirsin,

Birin karesi birdir.

Karekökü de bilirsin.

'Mutlu aşk yoktur',

bilirsin...

Ama baharda ya da dışarda,

Sonsuz göğün altında,

aşkın aşkla çarpımı,

garip bir biçimde,

hep sonsuzdur,

karekökü de yoktur...

Turgut Uyar

İllüstratör / Çizer

Üveyş Erkol

Sonsuzluk özlemi...

Acımasız zamanın kenara itilmiş figûranı...

Meftun.Art 16

Turgut Uyar


Yazar

Açelya Daştan

GÖZÜMÜZDE

BÜYÜTTÜKLERİMİZ

“Onunla birlikte olmam imkânsız.” diye geçirdi içinden. O, bir hayalden ibaretti

onun için. Ona ulaşmanın bir yolu yoktu. Onun sevgisine karşılık verebilmesi

gibi bir ihtimal söz konusu dahi olamazdı. O, vardı ama aynı zamanda

o, yoktu. Hayallerini süsleyen bir kadındı yalnızca. Gerçek olamayacak kadar

güzel, beraber olamayacak kadar uzak…

Öyle bir gün geldi ki sevgisine karşılık buldu adam. Hayaller artık gerçek,

uzaklar ise yakın olmuştu. Uçurumlar kapanmış, mucize denen olgu yok olmuştu.

Hayal dünyasından gerçek dünyaya geçiş yapmıştı adam. Bilmiyordu

ki gerçekler hiçbir zaman hayaller kadar büyüleyici olamazdı. Zihnimizden

çıkıp hayatımıza ulaşan her şey kıymetini az da olsa kaybederdi. Ulaşılmazlığın

cazibesi sıradanlaşır, mucizeler rutinimiz olur ve biz alışırdık.

Adam, şimdi hayallerini süsleyen o ilişkiyi yaşıyordu ve gün geçtikçe bu

durum artık gözüne çok normal gelmeye başlamıştı. Başlangıçlarda aşkın zirvesindeyken

bu durum hala olağanüstüydü onun için ama aşkın zirve dönemi

bitip durağan dönemine gelindiğinde adam da gitgide kanıksamıştı ilişkisini.

Mucizeler yoktu artık.

" İnsan eninde

sonunda her

şeye alışır."

Albert Camus

Öyle bir gün geldi ki kadın adamın ilgisinin azaldığını fark edip adamı terk

etti. Adamın monotonlaşmış hayatına o gün renk geldi. Bu renk tehlikenin

rengiydi. Ona ait olan bir şeyin yüzüne bile bakmıyordur belki o güne kadar

ama elinden kayıp gideceğini anladığında artık en değerlisi o olmuştur. Bilmediği

bir şey vardı ki o da kimsenin kimseye sahip olamayacağı gerçeğiydi.

Karşımızdaki kişiyi çok sevebiliriz, çok fazla özveride bulunabiliriz ama onun

üzerinde hâkimiyet kuramayız. Ona ait değildi ki onu kaybetsin. Hayallerimizin

gerçek olması ona sonsuza kadar sahip olduğumuz anlamına gelmezdi. O

yüzden olayları ve kişileri sıradanlaştırırken bu gerçeği göz ardı etmemek gerekti.

Kadın adamı terk ettiğinde elindeki en değerli hazinesini kaybetmişçesine

bir boşluğa düştü adam. “Ben asla onsuz yaşayamam, o olmazsa ölürüm.

Bundan sonra hayatıma devam edemem.” dedi. Ama yaşadı. Bunu da kanıksadı

zamanla. Bitti sandığı hayatına öyle güçlü devam etti ki gücüne şaşırdı.

Ve öyle bir gün geldi ki, gözünde büyüttüğü her şeyin kendinden daha büyük

olmadığını fark etti adam. Büyüttüğü şey olay değildi. Olayı algılayış biçimi

idi. Sorun, zihninde bazı şeylere fazla yer vermeseydi. Dersini almıştı adam

artık. İnsanın her olayı, her durumu sıradanlaştırdığını ve değerin sonsuz bir

olgu olmadığını öğrendi. Değer dediğimiz şey sürekli dönüşen bir hazineydi.

Önemli olan değerin tükenmesi değil varken kıymetini bilmekteydi. Ve de hiçbir

zaman asla dememek hayata alışmamızın en kolay yoluydu.

17

Meftun.Art


Yazar

Adil Çetinkaya

" İkimiz birden

sevinebiliriz

göğe bakalım "

Turgut Uyar

YAŞLI ADAM KOŞUYOR

Ayrılmak üzere olduğum masaya çaresizce

tekrar oturdum. İşlerimi hallederken

yarıladığım acı kahveyle vedalaşıp evin

yolunu tutmayı düşünüyordum. Hesabımı

ödeyip paltoma uzandım ki sokağa dökülme

konusunda yağmurun benden daha hızlı

davrandığını gördüm.

Zamanımı boşa geçirmeyi hiç istemesem

de bu kafede biraz daha oturmak beni

ıslanmaktan daha fazla rahatsız edemezdi.

Hafif sitemkâr koydum paltomu sandalyeye

ve oturup aynı masadan devam

ettim sokağı izlemeye. Doğrusu insanların

telaşı da izlemeye değer gibiydi. Kaldırıma

yakın olan masa bana güzel bir seyir

zevki sunuyordu. Hava kapanmış, şehrin

sesi yükselmişti. Ya da gök gürültüsüyle

yarışırcasına basılan kornalar bana böyle

düşündürüyordu.

Bitiremediğim kahveme devam etse

miydim acaba? Amma da acıydı. Güzel bir

kahve içmeyi de çok istemiştim bugün.

Ismarlasa myıdım ki sütlü şekerli bir kahve

kendime. Neyse, zamanı değildi şimdi.

İçerdim bir gün tatlı bir kahve. Yine de

soğumuş fincana elimi götürürken diğerlerinden

daha kuvvetli bir korna sesi böldü

bu hareketimi. Hareketim de kahvem

gibi yarıda kalmış, gözlerim bu kez asabiyetle

kornası çalınan arabanın önündeki

adama takılmıştı. Epeyce yaşlı bir adamdı.

Bütün sokağın duyduğu küfürleri, kendisine

edilmesine rağmen o duymuyor gibiydi.

Söylenen sürücüye, suçlu olduğunu

kabul eder gibi bir el işareti yaptı. Onu suçlu

yapan şey ise anlaşıldığı üzere bunca

aracın arasında dikkatsizce koşmasıydı.

Lakin yaşlı adam koşmaya devam etti.

Özrünü veya belki de savunmasını henüz

bitirmemiş olacak ki bana doğru koşarken

halâ ağzının oynadığını seçebiliyordum.

Arkasına dönüp bakmadan yoluna devam

ediyordu. Yaklaştıkla yaşlandığını fark ettim.

Uzun kırmızı yağmurluğunun kapüşonu,

adamın zayıf suratını ifşa etmek istercesine

kendini geriye atıp duruyordu.

Çökük yanakları ve çelimsiz bilekleri,

bembeyaz saçlarından daha iyi gösteriyordu

senelerin geçmişliğini. Bu seneler ona

hava durumunu dikkate alma tecrübesini

kazandırmıştı belli ki. Sahi ya, yağmurluk

giyen bu adam neden herkesten daha fazla

kaçıyordu?

Yaşlı adamın ıslandığı sırada, bense

farkında olmadan ağzıma götürdüğüm

kahvenin tatsızlığıyla silkindim. Fincanı

tabağına indirirken bana bu tatsızlığı

yaşatan kahve tanelerinin oluşturduğu

siyah tabakayı görebiliyordum. Beyaz tabağı

da aynı kahvenin damlaları lekelemişti.

Eğdiğim başımı, kafenin önünden

geçen çamurlu ayakkabılar arasında hızla

ilerleyen kırmızı yağmurluğu fark edince

tekrar kaldırdım. Gösterdiği yaşa göre

bir hayli atik olan adamı yakından görme

fırsatım da ağzımın tadıyla birlikte kaçıp

gitmişti. Elimle itelediğim kahve fincanı

gibi uzaklaşmaya başladı benden o kırmızı

yağmurluk. Gördüm ki daha bir kırmızıymış

o yağmurluk ve de uzunmuş içindeki

yaşlı adam.

Yaşlı adam koşmayı bırakmıyordu, bense

düşünmeyi. Nereye gittiğini düşünüyordum.

Bu yetişme arzusu ne uğruna diye

düşünüyordum. Koştukça zaman kazanıyordu

adam, ancak zamanın ondan

alıp götürdüğü kuvvetinin eksikliğini hissetmeye

başlamıştı artık. Sıska bacakları

yorgunluğa direnircesine koşuyordu.

Arabaların önüne atlayan çevikliğinden

biraz uzak, yetişmeye çalıştığı yere biraz

daha yakın. Bu yorgunluk kendini göstermeye

başladığında, yaşlı adamın bir başka

dikkatsizliği de bana yüzünü göstermesine

sebep oldu. Küçük bir çocuğa çarpmıştı.

Döndü ve özür diledi. İzlediğimden beri,

yavaşladığı ilk andı. Bakışları gezdi küçük

çocuğun üzerinde. Kanlanmış gözlerini

görünce yine değiştirmiştim fikrimi,

yağmurluğu pek de kırmızı sayılmazmış.

Hızını hiçbir şeyin keseceğini düşünmediğim

ihtiyar ilgiyle baktı özür dilediği

çocuğun yüzüne. Belki de utandı bu acele

halinden. İstediği şeye on dakika erken

ulaşabilme, bu yaşında on dakikasını

kaybetmeme arzusu yüzünden; yağmurda

ıslanmaktan keyif alan bir çocuğa çarpmak

utandırmıştı onu belki de. Saçlarını

bile isteye açık bırakmış, elleriyle yağmuru

yakalamaya çalışan çocuğun ise pek

umru olmadı bu dikkatsizlik. O daha fazla

yağmur damlası yakalamak istiyordu o an,

başkasının ilgisini değil. Çocuk, oyununa;

yaşlı adam ise yoluna devam etti. Acaba bu

çocuk da yaşlanınca koşacak mıydı yetişmek

için?

Meftun.Art 18


O yağmur damlaları, rakibi saniyeler

olunca elinde tutmak istediği şey olmayacak

mıydı artık? Yere kapaklanmasına rağmen

gülmesini sağlayabilen bu damlalar, yıllar

sonra onun da küfür yemesine mi sebep olacaktı?

Yine de o çocuk bile sadece birkaç saniye

yavaşlatabilmişti yaşlı adamı.

Yaşlı adam koşmaya devam ederken kaldırımdan

indi, alnına siper edip durduğu

sağ eli havaya kalktı. Yaşlı adam otobüs durağına

koşuyordu. Evet evet, yaşlı adam bir

otobüs için koşuyordu. Bu koşusunun boşa

olması düşüncesi onu öyle korkutmuş olacak

ki otobüs zaten yavaşladığı halde elini

şoföre gösterme çabasından vazgeçmiyordu.

Otobüs nereye yetişiyordu bilemezdim ama

yaşlı adamın yetişme arzusu az ötemdeki

otobüs içinmiş, bunu öğrenmiştim. Otobüs

durağında sigara içen gencin yanından geçerken

savuşturdu o dumanı elinin tersiyle.

On dakika kazanmaya çalıştığım ömrümden

nefesimi çalma dercesine.

Sigarasını ziyan etmek istemeyen genç

anlam veremedi bu tavırlı harekete. On

dakika diyorum fakat buradan otobüsler pek

geçmiyordu sanki. Demek ki yaşlı adamın

kazanmak istediği on dakikadan fazlasıydı.

Belki yarım saat, belki bir saat. Bunun böyle

olması içimi rahatlatmıştı işin aslı. On dakika

için yetmişimde koşma ihtiyacını hissetmek

korkutmuştu beni. Son yıllarımda aklım yetişemediklerimde

olsun istemezdim. Son

yıllarımı on dakikanın hesabını yapacak kadar

sıkıştırmak, yapamadıklarımın arasında

sıkışıp kalmak korkutmuştu. İsteyip yapmadıklarım

yüzünden otobüse koşan kırmızı

yağmurluklu yaşlı adam olmak istemezdim.

Nitekim bu adam da olmadı.

Yarım saat veyahutta bir saat çok şey

değiştirirdi öyle değil mi? Sigarasını da

nihayet atmak zorunda kalan gencin binmesiyle

otobüs hareket etmeye başladı. Yaşlı

adam geniş kapüşonu bu kez kendi isteğiyle

kaldırdı ve derin bir nefes aldı. Uzun uzun

izlediğim adamın bana ilk baktığı an da

işte bu nefesini alırken oldu. Otobüs gitti.

Otobüsün hızlanmasıyla birlikte yağmur da

yavaşlamış gibiydi.

Yaktığımdan haberim olmayan sigarayı

çektim içime. Zannediyorum ki gencin üflediği

dumanı görünce dayanamamıştım.

Uzun zamandır yapmadığım bir şekilde

düşüncelere daldığım bu dakikaları biraz

not etmek istedim. Kalem ve kağıt rica ettim

garson kızdan. Başka bir isteğim olup

olmadığını soran kıza teşekkürlerimi de ilettim.

Lekeli fincanımı götürüp, bir tükenmez

kalem ve sayfa kağıt getirdi önüme.

Not tuttum ufak ufak. Yağmurun şiddetini

döktüm kağıda, şehrin sesinden bahsettim

uzun uzun. Küçük çocuğun oyunundan bahsettim,

benim de bugün oynadığım oyunu

yazdım. Bir adamın ne yapacağını izleyerek

bunu bir çocuk gibi nasıl oyun haline getirdiğimi

yazdım. Tabii ki sonrasında da yaşlı

adamı anlatmak istedim. Şehirden ve çocukluğumdan

çok uzun bahsetmiş olacaktım

ki tükenmez kalem yazmamaya başladı.

Buraya kadarmış dedim ben de. Islanmamak

için feda edilen dakikalarımda yazı yazma

noktasına kadar gelmiştim. Yağmur da şiddetini

azalttığına göre, artık eve gitme vaktiydi.

Kalemin tükendiğini farkeden garson

kız elinde başka bir kalemle geldi. Gülümsetmişti

beni bu ilgisi. Tekrar teşekkür ederek

kalem yerine hesabı rica ettim bu kez.

Sonrasında giydim ben de paltomu. Ne hoş

olurdu benim de yanımda kırmızı yağmurluğum

olsaydı.

Masada artık yarısı dolu kağıt parçası yalnız

kalmıştı. Onu da katlayıp koydum paltomun

cebine. Birkaç dakika daha beklediğim

halde hesabın gelmemesiyle kalktım ayağa.

Cüzdanımı cebimden çıkarıp ittim sandalyemi

masaya doğru. Üstümü şöyle bir düzeltip

veda edercesine baktım kare masaya.

Bakışlarımı biraz yukarı kaldırdığımdaysa,

o gün beni korkutan her bir düşünce kapalı

havada bir yazı halinde gösterdi kendini:

70YS. On dakika önce derin düşüncelerle

baktığım durakta bu isimli bir otobüs...

Yaşlı adamın nefes nefese bindiği otobüs.

Belki biraz daha yenisi. Diğeri gideli henüz

on dakika olmuştu. Güzergahı aynı fakat

içindeki yolcular farklı. Rengi aynı fakat

modeli farklı. Tabelasındaki yazı aynı fakat

on dakikaları için hayatını boğan adam...

On dakikasının hesabıyla yaşayan adam...

Garson kız bekletmesinden ötürü dilediği

özürle koydu hesabı önüme. “Hanımefendi”

diye seslendim. Ekledim sonrasında: Hanımefendi

be-ben hesabı istemiyorum. Bana

bir kalem getirin lütfen ve bir de, bir kahve.

Güzel, sütlü şekerli bir kahve... Hanımefendi

lütfen, lütfen çok tatlı olsun.”

19

Meftun.Art


VE GÜNEŞ BATTI

Yazar

Betül Kullu

" Bir maviyi

durup dururken

birine

benzetiyorum "

Turgut Uyar

Meftun.Art 20

Yaşlı kadın duvar boyu duran kitaplığına

uzandı. İçlerinden bir kitap çekip çıkardı.

Ağır adımlarıyla bastonuna dayanarak

camın önündeki sandalyesine doğru yürüdü.

Her adımında kemiklerinde yorgunluk

vardı. Huzur dolu koltuğuna oturup

sırtını arkaya yasladı. Koltuğun gıcırtıları

odayı doldururken aynı zamanda da artık

eskimeye başladığını belli eden birkaç

gizli koltuk demirinin battığını hissetti.

Ama olsun yine de ona huzur veriyordu.

Koltuğun karşısındaki camdan dışarı baktığında

akşam olmaya başladığını gördü.

Güneş son kızıllıklarını yayarken evin

içine de son ışık tanelerini bırakıyordu.

Yıllara meydan okuyan beyaz saçlarının

arasında gizlenmiş başında duran yakın

gözlüğünü alıp gözlerinde takılı olan uzak

gözlüğüyle yer değiştirdi. Kaç yaşına gelmişti

ama halen okumaktan vazgeçmemişti.

Kim bilir kaç gözlük yıllanmıştı

kitap satırlarında. Kitabın sayfasını açtığında

birden bir fotoğraf belirdi karşısında.

Gülümsedi. Derin bir iç çekti. Fotoğrafta

genç bir adamın gülümseyişi bir anda

odanın içini doldurdu. Adamın gülümseyişi

bir ateş parçası olup yaşlı kadının

tam yüreğine düştü. O an anladı ki hiçbir

şey eskide kalmamıştı. Fotoğraf sararmış

anılar ise tam tersine renklenip hatıralar

kısmından çıkıp tam yanındaki koltuğa

oturmuştu. Fotoğraf değildi gördüğü artık.

Canlı kanlı bir halde yanındaki boş

koltukta oturuyordu. Adam kadının kendisine

hasretle baktığını görüp gülümsedi.

Yüzündeki genç tavır kadının da gülümsemesine

sebep olmuştu:

-“Değişmiş miyim?”

Kadın gözlüklerini çıkartarak bulanık

gören gözlerini adama çevirdi. Adamın

dışındaki çoğu şey sisliydi. Ama adam en

canlı renkleriyle yanında oturuyordu:

-“Değişmemişsin.”

-“Senin bıraktığın gibiyim hafızanda.”

-“Neden sadece hafızamda?.”

Adam sustu. Fotoğraftaki gibi duran

başının üstündeki şapkayı çıkartıp elleriyle

saçlarını karıştırdı. Kadın, adamdan

ortaya yayılan kokunun içinde kaybolmak

istedi. Derin bir nefes aldı. Adam gözlerini

karşıya dikip güneşin son ışıltılarını izledi.

Güneşin tamamen batmasına birkaç

dakika kalmıştı. Belki de sayılabilirdi geçen

dakikalar, saniyeler.

-“Hayat çok hızlı aktı. Ben hep sanırdım

ki bu geçen zaman hiç geçmiyor. Hep aynı

yerdeyiz. Değilmişiz.”

Kadın cevap alamadığının bilincinde

başını adama tekrar çevirdi.

-“Suçlu ben değilim sensin.” Adam güldü.

“Kaç yıl olmuş. Küçük bir çocuk gibi

hep bunu mu düşündün?”

-“Ben sende hep çocuktum. Bakma böyle

yaşlandığıma sana hep kırgın çocuktum. Gelmedin.

Ne yapayım? Yalvaramazdım ya? Oturdum

bekledim ben de.”

-“Çağırdın mı?”

-“Çağıramazdım. Gelmezdin.”

-“Güneş batacak birazdan.”

-“Akşam oluyor. Söyle neden sadece hafızamda

kaldın?” Adam inatla kadının sorusunu

duymamış gibi davranıyordu.

-“Yaşlanmışsın ama gözlerin halen aynı. İnsanlar

yaşlansa da bazı şeyler hiç değişmiyordu

değil mi?

Adam yine gülümsedi kadının kırgınlığını

fark edip “Peki sen neden bekledin bu kadar?”

diye sordu. Kadın yutkunup büyük bir gerçeği

itiraf eder gibi gözlerini gözlerinden kaçırdı:

-“Sevmişim. Bilmiyorum.”

-“İkimiz de suçluyuz. Bir gurur. Evet, evet

bakma öyle. Bir gurur için her şey.” Kadın

başını eğip elini adamın eline koydu. Adamın

eli yüzündeki tebessümün sıcaklığının aksine

buz gibiydi. Soğuk bir yerden aniden çıkıp gelmenin

sonucu olmalıydı bu. Yada aklının yetemediği

bir neden.

-“Neden soğuksun?” diye sordu kadın. Adam

gülümsedi: “Yıllar benden de çok şey alıp götürdü.

Mesela ruhumu. İnsanı sıcak tutan şey

ruhuymuş. Hiç böyle düşünmüş müydün?”

-“Bıraktıklarını almaya mı geldin? Bana

değil miydi bu gelişin?” adam yine duymamış

gibi haraket ve heyecanla konuşmaya başladı.

-“Hiç duydun mu bilmiyorum ama insanoğlu

sevdiklerini veyahut da sevdiği şeyleri

kaybetmeye mahkumdur. İnsanlar ölür, bitkiler

çürür, beden yaşlanır, maddeler parçalanır,

para harcanır… Bunlar zaten sana ait

değil ki. Soğuk olmam korkutmasın seni. Ben

sana asıl şeyle geldim. Ruhumla.

Hadi gel! benimle bedeninden vazgeç.

Çıkart kalsın burada. Bir kabuk gibi soyun onu.

İnsan istese de kaybolamaz zaten. Korkun yok

olmaksa bu imkan dahilinde bile değil. Rüya

gibi düşün hayatı. Pencereden bakıp izledin

tüm evreni. Hissettin esen rüzgarı. İşittin tüm

çığlıkları. Bazen huzur bazen hüzün… Artık

merak etmiyor musun diğer yerleri? ”

Kadın öylece baktı adama. “Ne istiyorsun

benden?” dedi.

“Benimle gel diyorum sana. Bak işte camdan.

Burası bu kadar. Hissedebildiğin, duyabildiğin,

dokunabildiğin ve hayatın sana verdikleri

kadar.


Verilmeyenleri almak ister misin? Duydum ki ümit etmeyi de bırakmışsın. Sadece bakıyorsun.

Zaman hislerini almış. Artık korkmuyorsun. Kayıpların en büyüğü olsa gerek bu. Ama hep

hayrandım sana. Nasıl da savaştın öyle. İnadına bekledin tüm olasılıkları. Kapının önüne bıraktığın

mektuplar nereye gider demeden yazdın her güne. Hepsinde ayrı ayrı bekleyişler...”

-“Hiçbiri gelmedi. Hiçbir mektup cevap olup dönmedi.”

-“Ama sen inandın. Geldim. Tamam belki başka bir sebeple geldim. Ama geldim. Bilir misin ki

her insan bir hayat gazisidir? Her yara kutsal, her kırgınlık nimettendir. Güçlü kılar seni.”

“Yoruldum!” dedi kadın sıklaşan nefesi arasında. “Ben çok yoruldum.”

Adam hafif bir tebessümle elindeki şapkasını yere bıraktı. Kadının nefesi sıklaşırken içindeki

huzur hüküm sürmeye başlamıştı ruhunda. Neydi bu? Neydin böyle? Ne olup geldin bana?

“Daha erken beklerdim seni. Çok hazırlıksız yakalandım böyle; saçlarım dağınık, beyaz, gözlerim

yorgun…”

“Bu halini bekledim zaten. İnan bana şimdi daha güzelsin.”

“Peki şimdi? Geçen bu kadar zamandan sonra.” Adam kadının gözlerine bakıp gülümsedi.

Eliyle kadının yüzünü kavradı. Kadının başını kaldırıp yüzünü okşadı.

“Yıllar geçti. Ömür bitti. Bak şimdi güneş batıyor.”

Kadın başını adamın omzuna koydu. Koluna sarıldı. “Bari şimdi gitme.”

Kapı çaldı. Çaldı. Çaldı... Koltuğun üstünden bir kitap düştü. Fotoğraf yere saçıldı. Güneş battı.

Yazar

Zeynep Avan Mert

BURNUMUN

ÖNÜNDEKİ CENNET

Güzel boncuk gözleri tarifi olmayan bir mutluluğa açılan; tokmağı ilgiden, ahşabı şefkatten, kilidi

sevgiden olan bir kapıydı. Elma yanaklarına bir öpücük kondurunca insanın burnuna huzurun

kokusu dolardı. Minnacık hokka gibi bir burnu, kahverengi yer yer salıya çalan ipek gibi saçları

ve boncuk gözlerini çevreleyen uzun uzun kirpikleri vardı. Minik ellerini zaman zaman göğe doğru

uzatır, sanki bir şeyi yakalamak istercesine iyice açar, sonra da kapatırdı. Dudaklarındaki bir

gülüşe şahit olmak en büyük keyfi olurdu insanın. Hele ki kollarına aldığında mest olurdu insan

onun kokusuyla. Öyle bir kokusu vardı ki, daha bulunduğu odanın kapısını açar açmaz burnuna

dolardı cennet kokusu insanın.

Büyüyüp koşup oynayacağı günleri düşünür heyecanlanırdık. O ise

hiçbir şeyden habersiz gülücükler dağıtırdı. Varoluşu hayatta verdiğim

en doğru karar, benim yok oluşumu engelleyen tek etkendi.

En büyük korkum ona yetememek; dudaklarındaki bir gülüş olmaktansa

gözlerindeki bir damla yaş olmaktı.

Yağmur gibiydi sevgim; herkesin ihtiyacı olan, barajları dolduran,

dünyaya umut veren su gibi. Rüzgar gibiydi sevgim; esip

gürledi mi insanı korkutan, bazense sevimli bir meltem olan

hava gibi. Sıcak bir güneş gibiydi sevgim; hem yakıp kavururdu,

hem de ışık saçıp aydınlatırdı, ateş gibi sonsuzdu. Bir çiçek

gibiydi sevgim; narin yapraklarına dokununca içi titreyen,

topraktan gelip toprağa giden toprak ana...

Sevgimin tarifini bu şekilde kelimelerle anlatmak oldukça

zor olsa da dünyada var olan her elementten biraz biraz alıp,

onu ilmek ilmek işleyip, dudağında var edip, yanağına bir öpücükle

kondurmaktır evlat sevgisi; ve o ahşap kapıyı ilgiyle açıp,

şefkatle cilalayıp, içine süzülerek sevgiyle kapatıp, ona olan tüm

sevgiyi aktarmaktı evlat sevgisi.

21

Meftun.Art


Yazar

Samet Akın

HÜZÜN DOLU GÜNLER

Artık beni ben bile anlamıyorum!

Suskundur içimde tartıştığım yaralı çocuk.

Siyah gecenin ardından geriye kalan;

Kabuksuz bir yara şimdi.

Geceler artık daha ıssız ve ürkütücü.

Esirlik daha vahşi, insan ve kan,

Hiçliğin olduğu bu dünyada tek gerçek bu olsa gerek.

Aydınlık gelmez mi hiç bu yalnızlar divanına?

Koca dağda bir kar tanesiyle baş başayım,

Soğuduğumu gösteriyor, insan denen benliğe.

Artık ayrılık vaktidir bundan gayri,

Güneş aciz, insan iri.

Dün ben bir rüya gördüm,

Öyle kötüydü ki insanlar.

Saydım, sayarak bitiremedim insansızlığı.

Her yerden bir alçalma nidaları!

Acıyla bileyene bileyene inceldik.

Sevgisizlik taşı inceltti bizi,

Soğuk acı içinde hıçkırıklara boğularak

Bu dünya soğuk dostlar, sıcağa aldanmamak gerek…

Meftun.Art 22


BİR SABAH UYANSAM Kİ

Yazar

Talha Maraş

Bir sabah uyansam ki

Güneş yeni yeni saçılıyor olsa odaya,

Ardından sen doğsan odaya,

Seyrediverse seni gözlerim mamurca.

Bir sabah uyansam ki,

Masama otursam, üstelik masada kalem olsa,

Ardından yazıversem sana,

Yazılmamış tüm şiirleri.

Bir sabah uyansam ki

Sen olmasan yanımda,

Üstelik sana dair bir şey de olmasa

Kolları sıvar işte bu şiiri adardım sana.

AYRI ZAMANLAR

Hep ayrı zamanlarda geçiyoruz o aynı sokaklardan.

Sen geçtiğin vakitler, nasıl görünüyor buralar, bilemiyorum.

Çünkü hep ayrı zamanlarda geçiyorum.

Yazar

Murat Kabakçı

Sen geçtiğin vakitler, nasıl görünüyorsun buralarda, bilemiyorum.

Çünkü hep ayrı zamanlarda geçiyorum.

Ama çok güzel görünüyorsundur, biliyorum.

Çünkü çok gördüm seni, buralardan geçerken.

Bir kere bile başka türlü geçmedin.

Zaten istesen de beceremezsin, biliyorum.

Hep ayrı zamanlarda geçiyoruz o aynı sokaklardan.

Olur ya bir gün aynı zamanda geçerde,

Seninle karşılaşırsam; ne yaparım, bilemiyorum.

Gücenir misin yanına uğramadan geçersem,

Yoksa korkar mısın uğrarım diye, kestiremiyorum.

Ve bu kestiremeyiş beni mahvediyor.

Ben de üzerime düşeni yapıyor, mahvoluyorum.

İllüstratör / Çizer

Nazlı Kartal

23

Meftun.Art


Yazar

Arda Çağan Güven

Meftun.Art 24


25

Meftun.Art


Unutmak Mümkün Mü?

Yazar

Hatice Nur Cahan

" Unutmak

değil belki ama

hatırlamamak

mümkün "

Turgut Uyar

Türkülere, şarkılara, şiirlere şöyle bir

göz ucuyla bakarsanız birçoğunun sözlerinde

“unutmak” ve benzeri manalara

gelen kelimelere, yoğun duygulara

rastlarsınız. Hala dermanı bulunmayan

bir derttir çünkü bu. İnsan hatırlamak ve

unutmak arasında hiç durmadan koşturup

durur. Bu nihayetsiz çabasının karşısında

ise yaratılışın vakur mensubu olan hafıza,

dağ gibi dimdik durur.

Hayat bu! Doğduk ve nihai bir sona doğru

günbegün ilerliyoruz. Bu yolculukta iyikötü

birçok âna sahip oluyoruz. Bazı anlar

hafızamızın bir köşesinde küçük bir yere

atılıp üzerinden geçen günlerin etkisiyle

silikleşiyor, bazıları ise esprili bir duvar

yazısında yazılan gibi derin ve unutulmaz

oluyor. “ Bir gülüşü var, Alzheimer olsam

unutmam.” Hal böyle iken hafızamızı

suçlamak, kadere isyan etmek ve dertli

şarkılara sığınmak biraz anlamsız oluyor.

Çünkü bu iki olguyu yaratan aslında biziz.

Bu uğurda çabalayan da biziz.

Akıp giden zamanın farkına varan insanoğlu,

istenilen ânı kayda almak (bir

nevi unutmayı ve unutulmayı sağlamak)

amacıyla fotoğraf makinesini icat etmiş.

Fotoğraflar güzeldir öyle değil mi? Aynı

zamanda hüzünlüdür de bana kalırsa. Ailece

gidilmiş ve üzerinden otuz yıl geçmiş

sararmış bir fotoğraftakiler eksilmişse,

yan yana bir daha asla gelemeyecek, birbirine

bir daha hiç gülemeyecek iki neşeli

yüz bir karede donmuşsa, önünde bir avuç

insanın fotoğraf çekildiği -kim bilir kaç

yılın emeği bir ev- hazin bir sonla yıkılmışsa…

Yalnızca fotoğraflarla değil kendi

içimizde yarattığımız dünyada da unutmayı

imkansız kılarız. Aşkın dünyanın en

güzel duygularından olduğu bilinir. Birini

sevmek, onun tarafından sevilmek tarifsizdir.

Bu sebepten edebiyatın ve sanatın

en besleyici duygusudur. Ama her aşk bir

elinde ayrılıkla gelir insana. Yaşanılan bir

aşkın ardında kalan enkazın başında öylece

oturmak, dünyanın renginin solması,

bir daha hiç kimseyi böyle… diye başlayan

cümleler kurmak acıdır, daha da acısı her

anını aklına kazıdığınız bir şeyi unutmak

isteyip de ne yazık ki unutamamaktır. Bu

duruma oldukça uygun sözü Dostoyevski

bir kitabında söylemiştir. “Çok sevdiğin

ama geri döndüremeyeceğin kişiler, her

hatırladığında seni tekrar tekrar terk

eder.” Nitekim öyle de olur. Hatırlamanın

cezasını kırgın kalbiniz öder.

Peki ya unutulmak? Unutmak bu kadar

arzu edilirken unutulmak ne acı vericidir,

öyle değil mi? Romalılara göre ölmekten

daha büyük ceza sayılan unutulmak

korkunçtur. İyi-kötü bir ömür yaşadığımız

şu dünyadan geçerken bir rüzgar olsun

duyulmak, bir zamanlar hayatlarında olduklarımızın

hafızasında yaşamak, seneler

sonra karşılaşsak bile eski bir dost

yüzünde hatırlama ibaresi bir gülüş olmak

isteriz. Bu unutulmama isteği sanatın

doğuşuna da sebep olmuştur en akıl almaz

kötülüklerin doğuşuna da.

Hatırlamanın o dik duruşunun altında

bir sürü faktör vardır. Görüntüler, hisler,

sesler, kokular… Peki ya unutmak, onu

mümkün kılan ne? Burada bilim insanlarına

kulak veriyoruz. Yapılan araştırmalara

göre -nadiren yapılan ciddi tedaviler

ve akıl hastalıkları hariç- bir anıyı silmek,

hiç yaşamamış gibi unutmak mümkün

değil. Yani o rezillikle anımsadığınız düşme

anınız, kayıplarınız, ayrılıklarınız ve

daha nice kötü anıyı daha uzun seneler

aklınızın bir yerinde ister istemez taşıyacaksınız

ama bu o kadar da kötü bir şey

değil zannımca. Çünkü bizi biz yapan iyi

ya da kötü yaşadıklarımızdır. İlle de unutmayı

istiyorsak şairin şu sözüne kulak kesilelim

o vakit: “Unutmak değil belki ama

hatırlamamak mümkün.”

Meftun.Art 26


NEDİR BU EDEBİYAT ?

Yazar

Hamza Akarsu Kimine göre bomboş bir uğraş, kimine göre ise hayat felsefesi. Çağlar

boyunca süre gelen edebiyat kavramı birçok evreden geçmiştir. Kimi

zaman konu, kimi zaman üslup birçok kez değişip yenilenmiştir. Peki size

göre edebiyat boş vakitlerde uğraşabilecek bir uğraş mıdır? Yoksa yüksek bir

ciddiyet ile üzerinde durulması gereken bir meslek mi?

Zannımca, edebiyatın çok kapsamlı ve geniş bir kavram olduğu kanısındayım.

Yani şöyle ki bir memur da edebi eser üzerinde çalışabilir, bir kurye da aynı şekilde.

Edebiyat bir nevi insanın dünyaya bakış açısıdır. Kimi mavi görür bu esrarengiz

dünyayı kimi gri. Kısacası sen bir balıkçı teknesini sadece denizin üstünde

yüzen bir odun parçası olarak görürsün. Bir başkası ise o balıkçı teknesini gözlemleyip

bir şaheser yaratır.

Günümüz popüler kültüründe birçok yeni yazar türedi ülkemizde. Özellikle bu

zorlu salgın döneminde eline kalem alan bir şeyler yazmaya başladı. Aslına bakarsak

bu ülkemiz için çok değerli ve umut verici bir durum. Okuyan, yazan, araştıran

bir nesil. Bilinçli bir toplum için başka ne istenir ki? Fakat günümüzde türeyen

“yeni” yazarlarımız edebiyatı tamamen bir iş, geçim kaynağı olarak görüyor. Hâl

böyle olunca bu yazarlarımız sadece belirli bir kitleye hitap etme uğraşına giriyor.

Dini, aşkı, siyaseti mütemadiyen o kadar güzel kullanıyorlar ki, insanları kandırma

konusunda cidden çok başarılılar. “Ben aşk konusunu ele alırım ve bu konuya

fantastik şeyler eklerim lise öğrencilerine hitap ederim.” diyerek tamamen

çıkar amaçlı bu işe giriyorlar. Bunun sonucunda eserleri ne kadar sağlıklı ve besleyici

oluyor? Fikirlerinizi almak isterdim.

Mamafih ortada ne edebiyat kalıyor ne sanat. Bu durumdan da en çok gençler zarar

görüyor maalesef ki. Aşk, acı, keder, mutluluk gibi kavramları kitaplarda nasıl

görüyorlarsa beyinlerinde de öyle kalıyor, hayatlarında da o şekilde uygulamaya

çalışıyorlar. Ülkemizde bu tür “bilinçsiz” yazarlar gün geçtikçe fazlalaşıyor. Büyük

bir çoğunluğu estetik kaygıdan uzak tamamen işin maddi kısmına odaklanıyor.

Böyle olunca da yeni gelen nesil ile birlikte gençler hem hayata hem de kitaplara

yanlış ve sağlıksız bir açıdan bakıyorlar.

Bütün bunları bir kenara bırakalım. Bu topraklar o kadar usta kalemler yetiştirmiştir

ki. O essiz İstanbul boğazını ve oradaki balıkçılık yapan insanları Sait

Faik’ten; Aşk, tutku, özlem gibi kavramları Sabahattin Ali’den; Çukurova’nın o

çalışkan, boynu bükük, ezilen insanlarını Yaşar Kemal’den daha iyi anlatabilecek

kalemler, yazarlar gelir mi tekrar bu

yeryüzüne? Hiç sanmıyorum.

İllüstratör / Çizer

Üveyş Erkol

Kent yaşamından, otoriteden uzak...

Şiirlerini doğa ile harmanlayan şaîr.

27

Meftun.Art


Yazar

Ayşegül Narin

ŞAYET BİR GÜN ELİNİ

TUTUP KAÇMAM

GEREKİRSE

" Falanca

durağa şimdi

geliriz göğe

bakalım "

Turgut Uyar

Hadi kalk, hadi! Gidelim. Kafa dinlemeye

diye çıkalım, gelmeyelim. Kafamız

dinlenmedi deriz, bahane bol: “Telaş”

Akşam vakti çıkalım yola. Tüm dertleri

bi bavula koyup, yol kenarına bırakalım.

Aynı yola devam edelim; tenimizde güneş,

benliğimizde rüzgarla… Radyoda da

90’lardan bir şarkı, Erkin Koray: Sevince,

sevince… “Zevkli”

Yol bitmesin hiç, gideceğimiz yeri bilene

kadar bitmesin. Benzinliklerde duralım

çay içelim birer bardak. Gün batımına

doğru sürelim sonra, maviliklere

doğru. Denizin ta kendisine varmadan

durmayalım, devam etmeyelim sonra da.

Otobandan maviliğe dönünce, bir sahil

kasabasına varınca, arabamız denizin

kenarına ulaşınca; işte orada duralım,

yaşayalım ömrübillah. Orası neşenin,

sevincin, mutluluğun kenti olsun. “Merdümgiriz”

Yine denizin hemen karşısında bi ev

bulalım. Çatısıyla beraber 3 kat olsun. İşte

bulduk bile. Denizle aramıza giren bir yol

var yalnızca. Evimizin önünde küçük bir

bahçe, duvarları çiçekten. Küçük bi demir

masa, iki sandalye, yerde üç minder.

Yan tarafımızda emekli olduğu çiçeklere

bakışından belli olan bi amca var, bahçesini

suluyor. İsmi Tahsin. Eşi yıllar önce

göçmüş bu diyardan. Göçmüş göçmesine

de onu aşkıyla kuşatan bu adamı yalnız

bırakmış ne yazık ki. Tahsin amcanın gözlerinde

var yalnızlığın hüznü. Ve yine

o hüzün yüreğini güzel kılmış yüreğindeki

güzellik ise suretine yansımış yaşlı

adamın. Her anını beraber geçirdikleri bu

evin bahçesindeki asmayı da beraber dikmişler,

çiçekler de hanımefendinin eseriymiş.

“Bana onun hatırası bunlar, gözüm

gibi bakarım” diyor. "Sadık"

1 buket çiçek toplayıp olağanca zarifliğiyle

hediye ediyor. Bahçenin köpeği

Lale yeni yavrulamış. “Bir tanesi hep sizin

bahçeye kaçıyor kızım.” diye kızıyor küçük

afacana. Olsun diyorum, bir zararı yok ya.

Bakıyorum ki minderlerin üstünde küçücük

bir misafir. Öylesine masum ve sevimli

ki…

Rahatını bozmadan hanımellerinin

sardığı yoldan geçip taş eve giriyorum.

Camları da beyaz, ahşap çerçeveli. Dört

basamak merdiven çıkıp salonu da geçip

mutfağa gidiyorum. Evin ilk çiçeklerini

özenle vazoya koyup mis gibi koksunlar

diye masanın üstüne bırakıyorum. “Zambak”

Salonda ki gramofona bir plak yerleştirdim.

Perdeler açık, uzun camlardan esen

rüzgâr ince beyaz tülleri uçuşturuyor, bahçedeki

misafir halinden pek bir memnun

gibi. Mutfaktan çayımı alıp arka bahçedeki

ağaçların arasında yaz güneşinden

koruyan kamelyaya geçiyorum. Defterim

kalemim burada. Biraz yazıyorum aklımdakileri,

huzurumu, sevgimi, aşkımı. Biliyorum

ki yazmak hepsinden çok sevindiriyor

beni. “Huzur”

Çayım bittiğinde ve hava da yavaştan

kararmaya başladığında içeri giriyorum.

Eskiden ikişer üçer çıktığım basamakları

şimdi içime dolan mutlulukla beraber

teker teker çıkarak üst kata göz atıyorum.

Kitap okurken uyuyakalan birisi... Öyle

masum ki uyuyan insan. Bakınız insan

bile olsa masum, uyuyan. Üstünü örtüp

çatıya yol alıyorum. Yüzüme hafifçe vuran

meltem akşam dinginliğini üzerimden

atmama yardımcı oluyor. İşte deniz

çarşaf olmuş dertlerim henüz batmakta

olan güneş. Dertlerim kocaman bir yıldız

da olsa günün sonunda o da terk ediyor bu

şehri. İzliyorum işte batışını, gidişini, yok

oluşunu. Diğer gün tekrar karşıma çıksa

da şimdi yok. “Mes’ûd”

Bir daha ki gün yaşar mıyız? Yoksa ölüm

bizi çekip alır mı huzuru bulduğumuz

anda? Hadi kalk, hadi. Gidelim. İzmir'e

kaçalım. Güneşin batışını izleyelim, gecenin

fısıltısını dinleyelim. Kötü düşüncelerden

uzak, kin ve nefretten bihaber yeni

bir hayata başlayalım yarısına geldiğimizi

düşündüğümüz hayatın içinde.

Umudum var, umutsuz dönmez bu

dünya.

Hadi kalk, gidelim. Henüz vakit varken,

henüz sarmamışken ölüm boğazımızı.

Hadi, gidelim.

Meftun.Art 28


MASALLAR BIRAKILIR

Yazar

Nilgün Ulukaya

Bir düşün.

Bir çocuğun gözlerindeydi hayatı,

Seyrettiği tüm manzara içten dışarı aktı.

Gökyüzü kadar renkli, çizgi film kadar kuşaklı.

Dünya döndü durdu, tetkik ettiğin her ayrıntı hizmet ettiği amacına ağırdı.

Onun gözünden baktı da doğa yamacına,

Ay ışığıyla saçılan ilahi bir zamanda.

Dünyayı görebilseydim senin küçük gözlerinden

Güneş açarım dediyse de yıldızlarla,

Kendiliğinden durdurulmamalı bu doğaçlama gülümseyiş

Belli ki doğal aklından çok çocukça seyler geçmiş

Deyinivermiş oldu o asil doğanın mutluluğuna

Aklında, yaşam gamzelerinin her köşesi bir çocuksu seviniş…

Tabiatın rivayetine, desene, sade anlatımına evvel zamanlar çokça gelmiş, gitmiş.

Bilirsin ki dünya farklı bir işleyiş.

İçindeki çocuğun tınısı dokunur ya doğada, duyanın ruhuna…

İçinden geldiği gibi girilir ya masallara, çıka gelir ya ilham perileri.

Işığa elçi olunur ya naif kanatlarıyla,

Anladım seni çoçuk, bildim seni, tanıdım.

Der ki o an ilahi bir güç,

Ben, Tabiat ana…

Dinlendikçe anlarsın, dinlendikçe doğada.

Anlarsın. Sende bunu anlarsın da zamanla.

Çoçuklar, senin gözünün önünde büyür.

Sen, çocukla yeniden büyürsün.

Gelecekle gözünü doldurur ya hissettiğin o tablo.

Geleceğe yaşam ışınlanır, inan.

Işığın kaynağından bilinsin.

Bilirsin ki ışığın kaynağıdır çoçuklar…

Kalbin düşündükçe aydınlanır, hayatın ritmini yakalar.

Düş ve gerçek bütünleşir inan.

Doğada varoluş kaynağı bir dünya, biliminle ışığına…

Sen günbegün yeni doğan

Bir çoçuğun gözleriydi hatırlasana!

Ve onun naif kanatları…

Onun gözlerinin perdesinden hatırlarım umutla baktı da doğa,

Kendiliğinden bıraktı masalını, bakılsın, anlatılsın diye

Kucakladı da aydınlık yarınlarını

Masallar bırakılır, ışıktan çoçuklara

Tanımla hayallerinde sınır olmayan çoçukları,

Hayatın gizemini nasıl da bulurlar?

İpekli, sıralı, incili düşlenen gülüşlerinde bil ki,

Sanırsın ki neden masal gibi yaşarlar?

Niye bu yüzden değerlidir anlatılan?

Masallarda, hayal gücü bulguları buluşur.

İşte bu yüzden nicedir, değerlidir hayaller.

Bu yüzden ki yaratım bırakılır yaşama, yaşamda ki masallar…

Yaşamak güzeldir, masalını hatırla.

29

Meftun.Art


Yazar

Bilgesu Özcan

Gelen Bahar, Yaklaşan

Yaz ve Bırakılan

Bazı Şeyler

" Durma

kendini hatırlat

Durma göğe

bakalım "

Turgut Uyar

Yüzümü çimlerin arasına koyup kokuyu

içime gömüyorum, birkaçı burnumu gıdıklıyor,

kendi kendime kahkaha atıyorum.

Çimlerin üstünde yayılmaya başlıyorum.

Yüzüm güneşe dönük yanımda

birkaç papatya ile gökyüzündeki değişen

bulutları izliyoruz. Köşedeki piknik sepetine

uzanıyorum ve bir limonata çıkarıyorum.

Bugün sadece ben varım, yanımdan

ayırmadığım alışkanlıklar bile o küçük

camdan odada kaldı. Düşüncelerimi yine

o ana odaklıyorum. Hafifçe esen rüzgâr

burnuma denizin tuzlu yosunlu kokusunu

getiriyor, ellerimin üzerindeki tuz izlerine

bakıyorum. Omzumdaki yanıkları hissediyorum.

Kocaman bir gülümseme aldım

yanıma buraya gelirken, gözlerimin parıldamasına

izin vereceğim artık. Koşup bir

çocuk gibi denize atlamak istiyorum, yüzmeyi

yeni öğrenmiş korkusuz bir küçük

çocuk gibi olacağım artık. Aklıma takılan

tek şey akşam eve gidince saçlarıma dolanan

kumları nasıl temizleyeceğim düşüncesi

sanırım. Denizin yakınında dolanıp

duran martılara odaklıyorum, onların

neşe içinde birbirleriyle konuşmasını dinliyorum.

Denizlerin tanrısının martı olmasının

sebebini düşünüyorum. Ben de

martı olurdum sanırım ya da bir yunus

balığı. Farklı yerler keşfetmek onlar için

bir sorun değil. Eski ‘ben’in yerinden bir

adım kıpırdamakta zorlanan halini hatırlıyorum.

O zamanki ‘ben’in yazdığı bir şey

aklıma geliyor;

Parçamı bulamıyorum. Her şey dağılmış

paramparça olmuş. Bir şekilde birleştirmeye

çalışıyorum. Ucundan tutacak

kimse yok. Çiçekler yerde görüyorum,

birinin kalbi kırık. Biri ise uğraşmak istemiyor.

Bırakıveriyor öylece karanlığa

karışıyor sessizce. Arkasından bağırıyorum

ama duyan, dönen kimse yok. Gece

dalgalarına karışıp kayboluyor. Bulursam

eğer bir yansımamı bırakmayacağım asla

diyorum. Her bulduğuma sanki oymuş

gibi seviniyorum heyecanlanıyorum. Kalbimi

ellerimde taşıyorum. Sonra kalan

saatler sessizlik ardından hayal kırıklığı.

Rüzgarlara karışan bir öfke, dağılmış her

şey. Parçamı bulamıyorum. Rüzgar getirmiyor,

deniz getirmiyor.

Bulutlar, gece, şarkılar, dalgalar hiçbiri

bana getirmiyor parçamı. İsyan ediyorum

hepsine, küsüyorum biraz. Yanıyorum

içinde. Kaybolmuş bir seneyim ben. Unutulan

bilinmeyen bir sene. Öylesine yavaş

öylesine istenmeyen. Öylesine bulunamayan.

Üstüne kimsenin bir şey yazmadığı

çizmediği bir dönem. Bir tek ben karaladığım

şeyler ve geçen mevsimler var.

Parçamı bulamıyorum.

Bu kişinin dalgalarla martılarla çimlerin

kokusu ile bana denizi getiren rüzgâr

ile gitmesine izin veriyorum. Bana bugün

daha mutlu olmayı ve o her yerde çaresizce

aradığım eksik parçanın dibimde

yaşadığını gösterdi. Bana hep uzaklara

bakarken eteklerimi çekiştiren o küçük

kız çocu-ğunu duymayı öğretti. Kafamı

kaldırıp bulutların şekline bakıyorum,

yalnızca dört yaşında küçük bir çocuğun

görebileceği şeyleri görüyorum, on gözlü

tatlı bir canavar, sevimli bir dinozor, minik

bir araba ve bir ev. Oturduğum yerden

kalkıyorum, ayaklarımı çimene daldırıyorum.

Serinliği diğer her şey gibi mutlu

ediyor beni. Piknik sepetini ve diğer her

şeyi orada bırakarak rüzgârı takip etmeye

gidiyorum. Artık gün batmaya başladı.

Ufukta gözüken bütün renkleri, her bir

de-tayı derinliği ışıkların sarıdan pembeye

oradan maviye dönüşmesini hayranlıkla

izliyorum. Göz-lerimi kocaman açık

tutuyorum bir anı bile kaçıramam. Burada

her gün farklı batıyor, bir anı bile aynı

değil, diğer dünler yaptığım gibi bugün

de kafamın içine hiç unutmayacağım bir

şekilde kazımalıyım. Bu mutluluk anlarını

şişeleyip saklamak mümkün olsa

keşke, her kara bulutlar gel-diğinde bu ışık

dolu şişeleri açar bu anın geri dönmesini

sağlardım. Sanırım bunun da bize öğre-teceği

bir şey var? Yalnızlıktan korkmamak

üzülmekten kaçmamak hepsini olduğu

gibi kabul etmek çünkü bilmeliyim ki ben

her gözümü kapattığımda o renkli anı içeride

duruyor. Bu anları şişelememe gerek

yok o sırada fark ediyorum. Zaten asla

unutmayacağım hep kurtulmak için tutunacağım

bir yerdeler.

Meftun.Art 30


Bir süredir çok daha önceden bırakmış olmam gereken bir alışkanlığı bırakmanın tarifsiz

enerjisi ve mutluğu var içimde. Vişne reçeli gibi hissediyorum, ekşi ve eğlenceli, nefesi

kesilene kadar güldüğüm anlarla dolu içim. Ama bir yandan da tatlı çünkü yaşarken farkındayım

o anın değerini, yoğunluğunu... Etrafımdaki insanlar gibiyim ben de güneşe yüzünü

dönmüş bir ayçiçeği ya da rüzgarda sebepsiz bir hafiflikle çimlerin arasında bir oraya bir

buraya sallanıp duran papatyalar gibi. Dinlediğim müzikler bile bağırıyor neşe içinde, artık

her şey geride kaldı. Yalnızca arabamın dikiz aynasından kendime duyduğum gurur ve

yeni bir başlangıç nefesi ile hatırlıyorum onları. İlerledikçe uzaklaşıyorum. Önümde yolun

çizgileri hızlıca ilerlerken ben rotamı Ege’nin, Akdeniz’in masmavi derinliklerine çeviriyorum.

Yolda ilerlerken birkaç arkadaşı ziyaret etmek için duruyorum.-Çanakkale, Gökçeada,

İzmir, Bodrum, Ayvalık- Benim dünyam burası olmalı diyorum içimden. Kendimi bilmeden

kendim için seçtiğim kararları hatırlıyorum, içime yüz yıllardır her şeyi bilen bir kahinin

gülümsemesi çöküyor. Yanından geçerken bir çizgi haline dönüşmüş zeytinlikleri düşünüyorum

bu sırada. Dayanıklı mutlu ağaçlar, gölgesinde kenarında, kıyısında, köşesinde sevgilerini

paylaşmış aşıklar geliyor aklıma, iki dalına ip bağlayıp torununa salıncak yapan dedeler,

çıplak ayakla oradan oraya koşup annesinin “Ama daha yemek yemedin!” lafını duymamış

gibi yapan ve bir anda fırlayıp kendini denize atan çocuklar geliyor aklıma. Koku bana hatırlatıyor-

Bütün güzellikleri, hayatımdan uzaklaşmış bütün o değerli insanları, beni büyütenleri

hatırlıyorum. Tıpkı kuru tarhana kokusunun ananemi hatırlatması gibi- zeytin ağaçları,

denizin tuzlu yosunlu kokusu bana unuttuğum bütün güzel şeyleri hatırlatıyor. Bir daha

unutmayacağım.

Şu ana kadar hep yanlış şeyi arıyormuşum. Benim unuttuğum parçalarımı hatırlamam

gerekiyormuş. Dışarıdan kendime yapıştırdığım bir parça bana iyi gelmiyormuş. Şimdi elimde

üstü açık bir arabam, rengi vişne reçeli gibi arkamda geride bıraktığım anlarım, alışkanlıklarım,

yüklerim, cebimde hikayelerim önümde masmavi bir denizin üstünde parıldayan

bir güneş var. Yollar uzadıkça uzuyor ama ben yolda olmaktan memnunum, radyomda çalan

şarkılardan memnunum, bana eşlik eden zeytinliklerden memnunum.

" Hiçbir şey umrumda değil diyorum aşktan ve umuttan başka "

Turgut Uyar

31

Meftun.Art


FİLM

SANATI

“PERDE BÜYÜLÜ BİR DÜNYADIR. ÖYLE BİR GÜCÜ VARDIR Kİ, DUYGULARI

BAŞKA HİÇBİR SANAT FORMUNUN YANINA BİLE YAKLAŞAMAYACAĞI

BİR SEKİLDE ORTAYA ÇIKARIR.”

STANLEY KUBRICK

Meftun.Art 32


SİNEMADA AUTEUR KAVRAMI

Auteur kuramı, fransız yeni akım sinemacıları tarafından

oluşturululan bir kuramdır. Bu kurama göre, iyi veya kötü film

yoktur; filmleri oluşturan yönetmenler bir ressam olarak görülür ve

dolayısıyla da filmler, o ressamların çizmiş olduğu resimlerdir

aslında. Bu sebeple sinemada yaratıcılık önemlidir. Auteur olarak

adlandırılan yönetmenler de bu yaratıcılığı yakalayan, filmlerinde

kendi anlatım tarzına ve film anlatısına sahip olan ve bu farklı

tarzları ile filmlere imza atan yönetmenlerdir. Bir film yapımında

auteurler için her detay çok önemlidir, bu sebeple auteurler film

yaparken çok uzun süre, her detay üzerine çalışırlar ve filmi

oluşturan her unsurun işleyişini kendileri belirlemek isterler. Hatta

bununla ilgili olarak Stanley Kubrick'in bir sözü vardır, der ki: "Bir

romanı bir kişi yazar, bir senfoniyi bir kişi besteler, bir filmi de bir

kişinin yapması önemlidir." Onları auteur yapan da budur aslında,

filmlerinin yapımında her yönden üstün olmak isterler. Bu sebeple

de bir auteur filmi izlediğinizde, izlediğiniz film hakkında hiçbir

bilginiz olmasa dahi filmde kullanılan farklı anlatım tarzıyla

yönetmenin kim olduğunu hemen fark edersiniz. Sinemaya ilgili olan

herkesin auteur kuramı hakkında daha fazla bilgiye ulaşması

gerektiğini düşünerek, bu sayımızda auteurship kavramına yer

vermek istedik ve bu konuyu filmler, yönetmenler üzerinden

detaylandırmak adına sayımızda, Federico Fellini, Akira Kurosawa,

Ingmar Bergman, ve Yasujiro Ozu'ya yer verdik.

Keyifli okumalar!

Melike Çan

33

Meftun.Art


Yazar

Eylül Avcı

FEDERİCO FELLİNİ

" Her sanat

otobiyografiktir.

İnci, istiridyenin

otobiyografisidir. "

Federico Fellini

“Talking about dreams is like talking about movies, since the cinema uses the language of

dreams; years can pass in a second, and you can hop from one place to another. It's a language

made of image”

“Sinema rüyaların dilini kullandığından, rüyalar hakkında konuşmak filmler hakkında

konuşmak gibidir; yıllar bir saniyede geçebilir ve bir yerden diğerine atlayabilirsiniz. Bu,

görüntüden oluşan bir dildir.”

Federico Fellini kendi anılarından

ilham alarak kendi sinema

dilini yaratır. Çoğu filminde

kendi geçmişini ve çocukluğunu

ele alarak seyirci ile bağ kurar.

Fellini’nin karakterleri acımasız

gerçek hayatın içinde mutlu olmayı

bilen karakterlerdir. Ne

olursa olsun küçük anlarda mutlaka

bir mutluluk, bir umut vardır.

Bu yüzden acı-tatlı bir havası

vardır Fellini dünyasının. Nino

Rota’nın efsanevi müzikleriyle de

hikayeler bir festivale dönüşür.

Karakterler bir şenliğin içinde

süzülür. Ve herkes bu kutlamada

bir role sahiptir. Filmlerdeki hayalci ve masalsı hikayeler ve karakterler, inkâr edemeyeceğimiz

bir gerçeklikle sunulur. Komedi unsuru ön plandadır fakat acı hayat da hep oradadır.

İşte bu unsurlarla Fellini, sinema dünyasına yeni bir terim getirmiştir: “Felliniesque”.

Felliniesque denildiğinde, sirklerden bahsedilmeden geçilemez. Yönetmenin en büyük

ilhamı sirk dünyasıdır. 1970 yapımı I Clowns isimli belgeseli, mutlu etmekle görevli sirk

dünyasının arka planındaki acıları, sirk kavramının yok oluşunu ve Fellini üzerindeki etkilerini

birebir konu eder. Palyaçolar eğlendirmek için var olsalar da ürkütücüdürler. Sebebi

yüzlerindeki boyalar değildir. Korkunç olan şey o boyanın ardındaki yüzü görememektir.

Duygularını, düşüncelerini benliğini saklayan palyaço her gün kendi hayatımızda

gördüğümüz insanları andırır. Her insan bu toplumda birer palyaçodur. Belki de bu yüzden

hayat bir sirktir. İnsanlar, anılar, arzular… Hepsi oyunun bir parçasıdır. Her insan ve her anı

tıpkı yönetmenin 1963 yapımı ikonik otobiyografik filmi 8 ½’un finalindeki el ele tutuşup

dans eden insanlar gibi gelip geçerler.

Açılış sahnesinde, Guido isimli karakterin, ifadesiz bir şekilde bakan insanlarla trafikte

sıkıştığını görürüz. Bu absürt hava gerçeküstü bir rahatsız edicilik yaratırken, arabaların

ve insanların sıkışıklıkları seyircide aynı Guido’da olduğu gibi boğulma hissi yaratır. Arabanın

is dolmasıyla bu his daha da artar. İnsanlar hala tepkisizdir. Bu tepkisizlik Guido’nun

toplumdaki dışlanmışlık hissini yansıtır.

Meftun.Art 34


En sonunda arabadan çıkmayı başarır ve gökyüzüne doğru uçar. Fakat hala onu kontrol eden, ayağına

bağlanmış bir ip vardır. O kaçmaya çalıştıkça ip onu aşağıya çeker ve Guido da zihninin derinliklerindeki

çıkılamaz bir krize doğru düşmeye başlar.

“Karışık bir psikiyatr ziyaretiyle çarpık bir vicdanın ve araf olarak bir film setinin incelenmesinin arasında

bir şey olduğunu” söyler Fellini 8 ½ için. Marcello Mastroianni’nin hayat verdiği karakter Guido, Fellini’nin

alter egosudur: Yönetmenin düşüncelerini ve hislerini seyirci ile paylaşması için oluşturulmuş bir

araçtır. Bu da yönetmene “auteur” lük sıfatını kazandırır. Guido tıkanmış bir yönetmendir ve olmayan

bir filmin içinde bir çıkış yolu arar. Sanat camiasının baskıları ve beklentileri, ilişkileri eski anılarıyla ve

harmanlanır. Karakterin korkuları, çocukluğu, fantezileri, kaygıları, karakter kontrolü kaybetmeden bir

cevap bulmasına yardım etmeye çalışır. Rüyalar ve fanteziler somut bir şekilde seyirciye sunulur. Seyirci

gerçeklik ve rüya dünyasında sıkışır kalır bir süre sonra iki kavramında bir farkı kalmaz. İzleyici, karakter

ile yakından bir bağ kurar. Bu bağlamda yönetmenin de bilinçaltı birebir deneyimlenir. Ve yönetmen

ile seyirci arasındaki duvar incelir.

Fellini’nin bir diğer imza filmi, Roma'yı başrole getirdiği La Dolce Vita (1966)’dır. Marcello karakterini

burjuvaziye uyum sağlamaya çalışırken izleriz. Kendisi ile çatışma içerisinde olan Marcello, en sonunda

çöküntü içerisinde olan burjuvazide sahte kimliğini seçer. Ancak Fellini, her ne kadar La Dolce Vita ve

8 ½ ile anılsa da, aslında kariyerine İtalyan yeni gerçekçilik akımı altında başlar. Tanınmasını sağlayan,

I Vitelloni (1953) ve La Strada (1954) bu akımda yer alan filmleridir. İki film, İtalya’nın savaş sonrası sosyolojik

ve ekonomik ağrılarını anlatsa da ikisini de akranlarından ayıran bir Fellini bakış açısı vardır.

Hikayeler yeni gerçekçiliğin diğer örneklerine göre daha bireyseldir.

Örneğin La Strada filminde Gelsomina, kaba Zampano’nun yanında küçük bir at arabasıyla dolaşıp

gösteriler düzenler. Gelsomnia’nın çocuksu ruhu yolculuk ne kadar kötü olursa olsun seyirciye bir çocuk

gözünden bakar gibi hissettirir. Gelsomnia, Zampano ve Matto karakterleri ayrı ayrı gerçekliği, zalimliği,

çocukluğu, ruhu, korkusuzluğu, farkındalığı ve masumluğu simgelerler. Ve bu da filmi sadece savaş

sonrası sosyolojik bir filmden daha öteye taşıyıp hayat ile ilgili bir film yapar.

1973 yapımı Amarcord (Hatırlıyorum) ise tıpkı adının anlamı gibi Fellini’nin anılarıyla donanmış acı-tatlı bir

hikâyedir. Yarı otobiyografik der Fellini Amarcord için. Hikayeyi 8 ½ gibi tek bir karakter üzerinden anlatmak yerine,

öyle başlayıp, tüm kasabalının halini anlatır.

Baharı müjdeleyen bir festivalle başlar film. Fellini izleyicisinin

alışkın olduğu anlatının içindeki müzik uzun süre

devam eder. Dans sahnesinde el ele tutuşan insanlar 8 ½’un

son sekansını hatırlatır. Bu insanlar bir bakıma insanın anı

sistemidir. Bir insanın hayatında tanıştığı insanlar, edindiği

anılar, deneyimler, hisler. Fellini’nin hayal gücünde dans

ederler. Karakterleri yavaştan tanırız. Amarcord’daki festival

sahnesi, daha sonra tanıyacağımız insanların kolektif

bir hafızasıdır.

35

Meftun.Art


Fellini’nin kasabadaki insanların gündelik hayatını

ele alırken sık yaptığı politik eleştiriler vardır.

Örneğin; inşaatta çalışan bir işçinin, şakasına: “Ben

bir duvar örüyorum, peki benim evim nerede?” demesi

gibi. Okul sahnesi ise eğitim sisteminin nasıl

çalıştığını gösterir. Öğretmen ve öğrenci ilişkileriyle

ezberci sistemi, din baskılarını ifade eder ve Benito

Mussolini’nin otoriter rejimine vurgu yapar.

Volpina karakteri ise bir fetiş figürü olarak karşımıza çıkar. 8 ½ deki Saraghina gibi. İkisi de hikâyenin

dışında kalsa da aslında bütünlüğün önemli bir parçasıdır. Saraghina, Guido'nun gelecekteki ruhunu ve

ilişkilerini oluşturacak figürdür. Çocukluğundan beri karşılaştığı cinsellik ve günah kavramını vurgular.

Bir bakıma Amarcord'da gençler ve Volpina gibidir diyebiliriz.

1965 yapımı Juliet of the Spirits filmi ise bastırılmış duygular

ve anılar etrafında kendi kimliğini bulmaya çalışan bir kadını

konu alır. Kocasının kendisini aldattığını düşünen karakter

bir süre sonra, kendini bilinçaltında kalan anılar ve arzuların

içinde bulur. Filmdeki renklerin, kostümlerin kullanımı

sahnelerdeki anlamları daha da güçlendirir; Fellini’nin stiline

bir yardımcı olarak gelmiştir.

Juliet of the Spirits için 8 ½ ‘un renkli versiyonu diyebiliriz. Örneğin, 8 ½ ta Guido’nun hamamda rahiple

yüzleşme sahnesi ve Juliet karakterinin küçük bir çocukken oynadığı dini tiyatro sahnesi, zorunlu ve

yanlış verilen dinin kişi üzerindeki etkisini vurgular. Çocuklukta getirilen yükümlülükler, kişinin mevcut

ruh halini etkiler. Fellini, Amarcord’da ise İtalya'nın kilise anlayışına günah çıkarma sahnesinde rahip

karakteri ile atıfta bulunur.

Son bir sahneden örnekle, Fellini sinemasını en iyi yansıtan sahnelerden biriyle bitirmek gerekirse,

Cabiria Geceleri'nde (1957), Cabiria çok kötü bir günün ardından yürürken, sahnede müzisyenler belirir,

Cabiria’ya katılırlar ve Cabiria’nın yüzünde bir gülümseme belirir. Hepsi birlikte müzik eşliğinde

yavaşça yürüyüp giderler. Çünkü hayatta hem hüzün hem de neşe vardır. Ve insanlar da bu duygular

arasında dans edip yaşamaya devam ederler.

Federico Fellini, eşsiz stili ile sinemaya çok fazla yenilik getirmiştir. Rüyalarla ve özel bir ruhla harmanladığı

somut dünyası, çok fazla insanın ufkunu açmıştır ve yeni yönetmenlere ilham vermiştir. Fellini’nin

her filmi birbirlerinden izler taşır ve hepsi Fellini’nin sanatsal anlayışını yansıtır.

Meftun.Art 36


Yazar

Melike Çan

AKİRA KUROSAWA

" Yaratıcısı

hakkında, işin

kendisinden

daha fazla şey

söyleyen hiçbir

şey yoktur. "

Akira Kurosawa

Sinema tarihinin en etkili yönetmenlerinden

biri olan Akira Kurosawa,

57 yıllık sinema kariyerinde 30 film

yönetmiştir. Filmleri, gelenekler ve

modernizm gerilimi üzerine ilerleyen

epik anlatıdan oluşmaktadır.

yaşadığı toplumun katı ve otoriter

yapısından oldukça etkilenen Kurosawa,

bu etkinin izlerini filmlerinde

farklı bir şekilde yansıtmıştır. Kurosawa'nın

filmlerindeki gerçekçilik

ve gerilim iç içedir, Kurosawa gerilimi

yansıtırken gerçekçiliği ön plana

çıkarmayı tercih eder. Örneğin,

Düşler (1990) isimli gerilimin yoğun bir şekilde hissedildiği filmde savaş ve kaos,

gerçekçilikle aktarılır. Öte yandan Kurosawa, kaosu gerçekçilikle birlikte yansıtırken, sık

sık doğayı kullanır ve nesnelerle doğa arasında bir bağlantı kurar. Bunu yapmasındaki

neden, doğanın güçlü duyguları tasvir edebilmesinden kaynaklanır. Yani Kurosawa'nın

filmlerindeki kaos, duyguların doğa unsurları ile tasvir edilmesidir aslında.

Kurosawa, izleyicilere bu unsurlarla mesajlar vermeye çalışır. Ayrıca, Kurosawa'nın filmlerinde

tanımlayabileceğimiz iki fikir var: Gelenekçilik ve Modernizm. Kurosawa’nın film

anlatıları gelenekselliği içerir ve modernizmden etkilenir. Filmlerindeki gerilimi bu iki

unsura dayandırır. Dolayısıyla bir filmini izlediğimizde, izlediğimiz filme dair bir fikrimiz

olmasa dahi o filmin Kurosawa'ya ait olduğunu tahmin edebiliriz.

Filmlerinde kullandığı özellikler ve yenilikçi hareketler filmlerinin ayırt edilmesini

sağlar; Kurosawa'nın filmlerinde anlatının yanı sıra çekim, görsel anlatım, ses ve kamera

kullanımı da farklılık gösterir ve hikaye anlatısına yenilik getirir. 'Art Cinema and Authorship'

adlı makaleye göre, Kurosawa'nın üslup farkı anlatımın netliğini sağlarken, filmin

sahnelenmesi ve çekimi üç ana "zaman dilimini" belirler ve bu, izleyiciyi neler olup

bittiğini anlamak için soru sormaya teşvik eder (Thompson, K., Bordwell D. 2019). Yani

Kurosawa, anlatmak istediğini direkt olarak vermez.

Kamera kullanımının en önemli

örneklerinden biri, Rashomon (1950)

filmidir. Filmin açılış sahnesinde yönetmen

karedeki nesneye yaklaşırken

kamerayı hareket ettirmez ve jump-cut

ile nesneye yaklaşır. Böylece karakterler

ve mekan arasındaki ilişki önem

kazanır ve Kurosawa farklı bir görsel

ifade geliştirir. Bu sahnede, görsel ifade

direkt olarak hikaye hakkında seyirciyi

soru sormaya teşvik eder. Açıklamak

gerekirse, sahne hikayedeki cinayet

gizemine zemin hazırlar. İlk olarak,

yağan yağmurun sesini duyarız ve harap olmuş bir yapının görüntüsünü görürüz. Bu

açılış sahnesi bir şeylerin ters gittiğini işaret eder ancak ana karakterleri ve filmin olay

örgüsünün ne olacağına dair herhangi bir göstergeyi belirtmez.

37

Meftun.Art


Kamera daha sonrasında karakterlere yaklaşır. Düşünceli karakterler, ve karakterlerin yüz ifadelerinden

hissedilen dehşet duygusu. İzleyiciler, bu karakterler dolayısıyla kafa karışıklığını ve gerilim duygusunu

hisseder. Bu duygular, filmde bir karakter olan ormancının ilk satırlarıyla birleşir: Ormancı, bir şeyleri

anlamadığından bahseder. Hemen ardından, oduncunun yanındaki rahibin başını çevirerek oduncuya

baktığını görürüz ve bu esnada kameranın yakın çekim yapmasıyla birlikte, rahibin de yüz ifadesinden

anladığımız üzere, onun da aslında bir kafa karışıklığı içerisinde olduğunu görürüz. Bu kafa karışıklığı,

gerilim duygusunu daha da güçlendirir. Filmin ilk sahnelerinde verilen bu gerilim duygusu, yakın çekim

görüntülerle ve yağmur sesiyle pekiştirilir. Kamera çekimleri bizi yönlendirir, adeta hikayede ne olacağını

görmemiz için beklememiz gerektiğini hissettirir ve bir noktada, düşmüş bir sütunun görüntüsü

bile izleyiciye olumsuz bir şey görmekte olacağımızı vurgular...

Bunun dışında Kurosawa'nın Dersu Uzala (1975), Düşler ve Rashomon

adlı filmlerinde dikkatimi çeken tematik benzerlikler

ve üslup benzerlikleri var. Düşler filminde yönetmen hikayeleri

rüyalar aracılığıyla anlatır ve bu rüyalar birbirinden bağımsız

da olsa iç içe bir şekildedir. Ayrıca filmde doğa çok kullanılır.

Rüyaların içeriği sürekli olarak doğa tasvirlerini içerir ve Kurosawa

anlatım tarzıyla izleyicide farkındalık yaratmayı hedefleyerek

gerçekçi bir bakış açısı benimser.

Rashomon adlı filmde ise birden fazla karakterin hikayesini ayrı ayrı izleriz ama bu hikayeler birbiriyle iç

içe geçer. Tıpkı Düşler filmindeki gibi. Üstelik bu filmde çelişkiler de var, bu çelişkiler seyircinin izlerken

sorular sormasını sağlar ve bu sayede Kurosawa, seyirciyi düşündürerek dikkat çekmeyi başarır.

Ayrıca Dersu Uzala filminde yine doğanın içinden

anlatım vardır. Yalnızca görsel olarak değil,

söylem olarak da. Hatta bir sahnede şöyle geçer:

"İnsan, doğanın karşısında çok küçüktür."

Filmde doğanın bu şekilde kullanımı, seyirciyi

yine sorgulamaya iter ve bu noktada seyircinin

tepkileri de hikayede önemlidir. Bu üç filme genel

olarak baktığımızda her üç filmin de izleyicinin

farkındalığını artırmak istediğini görürüz. Öte

yandan, Kurosawa'nın her üç filmde de kalabalığı,

toplulukları kullandığı söylenmelidir. Bence

bunu yapmasının nedeni, seyirciyi olabildiğince etkilemek. Çünkü kalabalık, hikayeleri daha ciddi hale

getirerek; duyguların daha yoğun bir şekilde belirtilmesini sağlayarak, izleyicinin tepkisini artırabilir.

Filmlerindeki bu kullanımların gerçek tepkiler üzerinde paralel bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz.

Özetlemek gerekirse Akira Kurosawa, filmlerinde pek çok unsuru bir arada kullanarak farklı bir anlatım

tarzı yaratan ve güçlü bir anlatıya ulaşan bir yönetmendir. Kullandığı farklı tekniklerle filmin anlatım

tarzına büyük bir yenilik getirmiştir. Soyut duyguları somut varlıklarla birleştirerek duyguları açıklamaya

çalışmış, ve bir durumun duygusal seviyesini tanımlamaya çalışırken doğanın unsurlarını kullanmıştır.

Bu nedenle izleyiciler Kurosawa filmlerini çok dikkatli izlemelidir. Çünkü ne kadar dikkatli izlersek, o

kadar çok hikayeye dahil olur ve filmi o kadar çok takdir ederiz

Meftun.Art 38


Yazar

Elif Rana Sivri

" Bir film

çekmek, bütün

bir evreni

organize etmektir."

Ingmar Bergman

INGMAR BERGMAN

Ingmar Bergman, filmlerinde insan ilişkilerini

ayrıntılı olarak gösteren ve seçkin eserler

üreten bir auteur ve film yapımcısıdır. Bergman

genel olarak filmlerinde temayı açık tutar

ve ilişkiler hakkında iç karartıcı, drama dolu

hikâyeler gösterir. Sevginin, ilişkilerin, sorunların,

endişelerin psikolojik tarafını yansıtır.

Genellikle kadın-erkek veya kadın-kadın ilişkileri,

din sorunlarını, yalnızlık ve aile gibi

konuları işler. Anlatılarını güçlendirmek için

montaj ve sinematografi kullanır. Ayrıca, filmlerinde

hikâyeyi anlatmak için yakın çekimler,

müzik ve mekânlar Bergman'ın kendine özgü

tarzını gösterir. Bunlar, Bergman'ın tarzını

göstermesinin yanı sıra, filmlerini sanat olarak gösterecek unsurlardır. Bergman'ın bir

auteur olması, filmlerinde benzer unsurları aramamıza izin verir. Bu nedenle, yazarın

diğer filmlerini bilmek izleyicinin eldeki filmi anlamasına yardımcı olabilir.

Bergman'ın filmleri arasındaki ortak bileşenlere

tematik olarak bakılabilir. Bergman'ın Persona

(1966) filminde oynayan ünlü bir aktris olan Elisabeth,

tiyatroda Electra karakterini gerçekleştirirken

aniden sessizleşir. Sessizliği bilinçlidir ve tedaviye

ihtiyacı vardır, bu sebeple ona bakması için bir

hemşire görevlendirilir. Alma hemşire. Hemşire

ve Elisabeth, tedavi süresince herkesten uzak bir

yerde, deniz kenarındaki bir yazlıkta zaman geçirirler.

Ancak Elisabeth’in sessizliği, Alma’nın kendini

benliğini, sırlarını açık etmesine sebep olur.

Bergman’ın filmleri, İsveç'teki İkinci Dünya Savaşı sonrası depresyonun izlerini taşır. Bu

sebepten filmlerinde psikolojik izleri görürüz ve çoğu filmi psikolojik analiz için uygundur.

Karakterlerin kimlikleri, iç dünyaları filmlere konu olur. Bunları ele alırken Bergman,

karakterlerin yüzlerini çok dikkatli bir şekilde belirler. Karakterlerin yüzlerini

kullanarak, kendine özgü tarzıyla filmlerini benzersiz kılar. Persona filminde de, Elisabeth

kişisiyle özdeşlerek kendini kaybeder: Bir aktris olan Elisabeth, mitolojide annesini

öldüren Electra'yı canlandırdığında sessiz kalır. Hastanede iken kocası tarafından

gönderilen oğlunun bir resmini yırtarak da anneliği reddeder. Filmin sonuna doğru, Elisabeth'i

annelik hakkında onunla yüzleştiği bir sahnede görürüz. Bu noktada çocuğunu

sevmediğini, kariyeri için onu bir engel olarak gördüğünü ve hatta ondan nefret ettiğini

anlarız.

Bir başka örnek olarak, Bergman'ın Autumn

Sonata (1978) filminde de bu ilişki temasından

bahsedilebilir. Autumn Sonata, anne ve kızı

arasındaki ilişkiyi gösteren oldukça başarılı

bir film. Filmde, Charlotte isimli karakter kızlarıyla

hiç iyi bir ilişkisi olmayan ve kızlarını

uzun zamandır görmeyen bir anne. Ve film,

Charlotte'un kızının yıllar sonra Charlotte ile

yüzleşmesini konu alır.

39

Meftun.Art


Başarılı bir piyanist olan annenin, çocuklarını görmediğini

ve hasta çocuğuna duyduğu nefreti bu filmde

psikolojik bir anlatımla gözlemleriz. Anne, kızı Eva ile

ilgilenmeyi zaman kaybetmek olarak görür ve kızı için

zaman kaybetmeyi reddederek kariyerine odaklanır, kızına

sevgi göstermez. Bu durum da Eva'nın anne eksikliği

hissetmesine, dolayısıyla yetersiz bir benlik oluşturmasına

neden olur. Eva'nın annesiyle yüzleştiği sahnede

ise, Eva annesine çocukken ondan nefret ettiğini söyler.

Ancak Charlotte annesi olduğu için nefretini bastırır ve

zamanla bu nefret korkuya dönüşür. Bu filmde, Electra

kompleksinin çözülemediğini görüyoruz. Eva'nın annesiyle

gece geç saatlerde yüzleşmesi sırasında beklenmedik davranışı ilk başta karakterine ters bir hareket

olarak görünür. Ancak filmin sonunda, Eva ve Charlotte'un başlangıçta ortaya çıktıkları gibi karşıt kişiliklerden

ziyade, benzer olduklarını görürüz. Bu filmde de Bergman kadınların yüzlerini oldukça yakın

çekimden gösterir. Özellikle de ikili arasındaki tartışmada, karakterlerin hissettikleri duyguları daha iyi

yansıtmak için yakın çekimlerle kullanmıştır.

Aynı şekilde Cries and Whispers (1972), diyalogların ve yakın çekimlerin hakim olduğu bir filmdir. Film,

19. yüzyılın sonlarında, iki kız kardeş Maria ve Karin'in ölümcül hasta kız kardeşleri Agnes için nöbet

tuttukları bir İsveç malikanesinde geçer. Filmde Maria ve Karin'in, Agnes'e ihtiyacı olan ilgiyi göstermek

için birbirlerinden ve kendi benliklerinden nefret etme konusundaki endişeleri gözler önüne serilir.

Bakıcı olarak da Anna isimli karakter, Agnes’ e bakar ve şefkat doludur. Bu film, Bergman'ın sevgi, sevilmeme,

kendini tanımama gibi duygu ve durumların üzerinde durduğu bir filmdir. Bergman duyguları,

içsel sorunları tasvir ederken sinematografiye önem verir. Yakın yüz çekimleri, çoğu filminde olduğu

gibi bu filminde de bizlere bu sebepten gösterilmiştir.

Ayrıca filme hâkim olan renk kırmızıdır. Kırmızı tonları izleyiciye iç acıyı, ölümü ve ıstırabı iletmek

için seçilen bir renktir. Bergman’ın filmlerinde kadınlar acılarına sezgisel olarak yaklaşırlar ve anlam

aramaya çalışırlar. Bunları diyaloglar, yakın çekimler, renklerle sağlar.

Ingmar Bergman, üç filmde de benzer konuları tematik olarak ele alır: Aile, içsel benlik, kimlik gibi

temalara sahip filmlerde Bergman'ın kendine özgü bir anlatımı vardır. Bunları bize yaratıcılığıyla görselleştirerek

aktarır. Özellikle, karakter çatışmalarında kullandığı yakın çekimler, üç filminde de bir stil

olarak kullanılmıştır. Bergman, anlatısını güçlendirmek için ışığı önemli ölçüde kullanır. Bize hikâyesini

farklı ve karışık kompozisyonlarla anlatır. Bu yazıda bahsettiğim üç filmin tamamında da anlatıma

göre ışığı şekillendirmiştir ve renkleri anlatıyı güçlendirmek için kullanmıştır.

Ingmar Bergman'ın bir auteur olarak kabul edilmesi için birçok neden gösterilebilir. Auteur kavramında,

filmlerde kullanılan temalar ve sinematografiler önemlidir. Bahsettiğim üç filmde de, Ingmar Bergman'a

ait olduğunu gösteren birçok bileşen ve benzerlik vardır. Karakterlerin kimliklerinin psikolojik

analizi olan filmler, Bergman'ın yaratıcı görselleştirmesiyle birleştiğinde başyapıtlar haline gelmiştir.

Meftun.Art 40


Yazar

Sara Temoçin

YASUJİRO OZU

Yasujiro Ozu, filmlerinde Japon gelenkselliğini

tüm gerçekliğiyle sunması ile ünlenmiş bir

yönetmendir. Ozu, bize genellikle savaş sonrası

Japonya'yı, Japon aile yapısını hümanist bir

yaklaşım ile gösterir. Bu kendine has stili onun

sinema tarihinde bir Auteur olarak görülmesini

sağlamıştır.

" Sadece tofu yapmayı

biliyorum... Kızarmış

tofu, haşlanmış tofu,

doldurulmuş tofu.

Kotlet ve diğer süslü

şeyler, diğer

yönetmenler için.."

Ingmar Bergman

Ozu, filmlerinde belirli konuları ve temaları kullanmayı

seven bir yönetmen olması ile bilinir,

bu yüzden filmlerinde kendine özgü tarzını ortaya

çıkaran pek çok benzerlik vardır. Filmlerinde

odaklandığı temanın tamamen Japon ulusal

özellikleriyle ilgili olduğunu görürüz.

Tokyo story (1953) ve An Autumn Afternoon (1962) filmlerine baktığımızda iki filmin

de birbirine benzer tematik özellikleri olduğunu fark ederiz. İki film de aynı ev içindeki

nesiller arası farklılıkları, çatışmaları ve savaş sonrası Japonya’yı konu edinir ve

batılılaşma hareketini gösterir. Tokyo Story filminde, gözümüze çarpan Bridgestone

lastikler ve Rinso markası, Japonya’daki batılılaşma hareketinin bu tür batılı markaların

kullanımıyla aktarılmasıdır.

Benzer batılılaşma hareketleri

örneklerine An Autumn Afternoon

fiminde karakterlerimizin

içki masasında geleneksel sake

yerine viski tercih etmesiyle, ve

ayrıca büyük kardeşin golf oynamaya

olan tutkusuyla da rastlarız.

Öte yandan, film sırasında bazı sahnelerde Japon gelenekselliğini yansıtmak amaçlı

karakterlerin barlarda tatami matlarında oturup sohbet ettiğini de görürüz.

Bunun dışında, her iki hikâyede de ebeveynler, çocuklarının yaşları geçmeden evlenmeleri

konusunda oldukça ısrarcıdır ve iki hikayenin sonunda, iki baba da çocuklarının

evliliği sonucu yalnızlıkları ile baş başa kalmıştır. Bu sessizlikle aktarılan

sahneler Ozu'nun kendi yalnızlığının bir dışavurumudur.

41

Meftun.Art


Ozu’nun bir diğer önemli eseri The Flavour of Green Tea Over Rice (1952) filmi de bahsetmiş

olduğum diğer iki film ile benzer konuları paylaşmaktadır. Daha önce bahsettiğim

filmlerde olduğu gibi, bu filmde de gelenekselliğe önem veren Japon ebeveynleri, çocuklarının

evliliği konusunda fazlasıyla ısrarcı davranır. Filmde, karakterimiz görücü usulü evliliğe

itilir. Karakterimiz ilk başlarda kocasında kurtulmak ister, bu zorunlu evlilikten hiç memnun

değildir ve hatta aynı evde bulunmayı dahi istemez. Ancak ilerleyen sahnelerde kocasının,

varlığının içindeki boşluğu doldurduğunu fark eder. Bunu eşinin eve dönüşü ile birlikte

yemek hazırladıkları sahnede görürüz. Bu tür bir sahneye An Autumn Afternoon filminde

de rastlarız. Taeko, Aya ve Chizu isimli karakterlerin katıldığı beyzbol maçı sahnesine baktığımızda

da, The Flavour of Green Tea Over Rice filmindeki batılılaşmayı görürüz. Tüm

bu benzer temalar, Ozu'nun farklı anlatım tarzının ürünleridir. Bir de Ozu'nun olmazsa olmazı,

neredeyse tüm filmlerinde çekmeyi sevdiği bir sahne vardır: “Yuvarlak masa muhabbetleri”.

Bu sahneler adeta bir imzadır. Sadece konuştuğumuz üç film ile sınırlı kalmayan,

neredeyse artık bir Yasujiro Ozu imzası olan bu sahneleri çoğu filminde görmek mümkün.

Ayrıca filmlerinde belli bir üslup da vardır. The Flavour of Green Tea Over Rice ve Autumn

Afternoon filmlerinin sahneyi bitiriş tarzını ele aldığımızda, iki filmde de kadrajdaki son karakterin

çıkışı ile sahne biter ve bir sonraki sahne, kadraja giren karakter ile başlar. Bu stili bitiş

sahnesi de dahil bütün sahnelerde görüyoruz. Öyle ki, An Autumn Afternoon ve Tokyo Story'de

neredeyse şehri görebileceğimiz tek bir sahne dahi yok denebilir. Sadece köprü ya da fabrika

bacalarını görebileceğimiz birkaç geçiş sahnesi. Çoğunlukla dış mekan çekimindense iç

mekan çekimini tercih eden bir yönetmendir Ozu. Filmlerinde tekrar eden sekanslar kullanır.

Yine bahsettiğim filmlerin neredeyse hepsinde sahneyi noktalama amaçlı, boş alan çekimlerini

kullanır. Masa sohbetleri sahnelerinde ise önden baş ve omuz hizasında çekimleri ile dikkat

çeker. Sahne sonlarında sahneyi bitirmek için soldurma gibi teknikleri,efektleri kullanmak

yerine, tam tersine sahneleri düz bir tarzla keserek bitirir. Filmlerinde neredeyse hiç yakın

çekim kullanmaz, aksine uzak mesafe çekimlerini tercih eder. Ayrıca, Ozu'nun en önemli biçimsel

özelliği olan, kendisinin yarattığı tatami shot tekniği vardır. An Autumn Afternoon ve

Tokyo story filmleride dahil, Ozu bu tekniği neredeyse her filminde kullanmıştır. Bu teknikle,

kamera daha alçak bir seviyeye konumlandırılır ve göz hizasında bir tatami mat üzerinde oturan

karakterlere odaklanılır. Bunun Yanı sıra, çekim sırasında kullanılan mekan dizaynında

geleneksel detayları da içerir. Tüm bu farklı anlatım teknikleriyle izleyiciyi etkisi altına alan

Ozu filmlerini henüz izlemeyen okurlarımızın, bu üç filmi çok beğeneceğine inanıyorum.

Meftun.Art 42


İllüstratör / Çizer

Nazlı Kartal

Güzelin rengi siyah mıdır beyaz mı?

Yoksa tüm renkler midir estetik güzelin kaynağı?

Güzellik siyahtır. Güzellik beyazdır. Güzelin rengi

tüm renklerdir. Güzellik tüm renklere tüm mevsimlere

aittir. Peki öyleyse, çalsın oradan bir ıslıkla

Vivaldi…

African Lady

43

Meftun.Art


Üç kere üç dokuz eder

Bilirsin,

Birin karesi birdir.

Karekökü de bilirsin.

'Mutlu aşk yoktur',

bilirsin...

Ama baharda ya da dışarda,

Sonsuz göğün altında,

aşkın aşkla çarpımı,

garip bir biçimde,

hep sonsuzdur,

karekökü de yoktur...

Turgut Uyar

Meftun.Art 44 Meftun.Art

www.meftun.art

Sanat ve Edebiyat Dergisi ©

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!