20.05.2021 Views

Kerem

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

HAZIRLAYAN VE SUNAN Kerem TAŞ

EDEBİYAT

Sayı: 01 Mayıs 2021

DERGİSİ

Çanakkale şiirini

inceliyoruz

Kitap ve film önerimiz

Futbolun Tarihi

Türkiyemizden bir yer


İçindekiler

ÇOCUKLUĞU VE EĞİTİMİ ............................................................................................................................................................................. 8

İLK KİTAPLARI VE İSTANBUL'DAKİ YAŞAMI ........................................................................................................................................ 9

HAKKINDA AÇILAN DAVA ............................................................................................................................................................................ 9

SONRAKİ ÇALIŞMALARI VE ROMANININ TOPLATILMASI ............................................................................................................... 9

HASTALIĞI, SON ESERLERİ VE ÖLÜMÜ ................................................................................................................................................. 10

ÖZEL HAYATI ................................................................................................................................................................................................. 11

ÖYKÜCÜLÜĞÜ ................................................................................................................................................................................................ 11

İLK DÖNEM ...................................................................................................................................................................................................... 11

ORTA DÖNEM .................................................................................................................................................................................................. 12

SON DÖNEM ..................................................................................................................................................................................................... 12

ROMANCILIĞI ................................................................................................................................................................................................. 13

ŞAİRLİĞİ ........................................................................................................................................................................................................... 13

FİLMCİLİK VE OYUN YAZARLIĞI DENEMELERİ ................................................................................................................................ 13

ÇEVİRMENLİĞİ .............................................................................................................................................................................................. 13

ETKİLERİ .......................................................................................................................................................................................................... 14

SAİT FAİK ABASIYANIK MÜZESİ .............................................................................................................................................................. 14

Tarihçe .................................................................................................................................................................................................................... 21


KEREM TAŞ SUNAR

ŞİİR TANITIMI VE

İNCELEMESİ

ÇARŞAMBA 19.05.2021

Mehmet Akif ERSOY, Türk Edebiyatına ve Türk insanın

kalbine şiirlerinden önce belki de karakteriyle girmiş tek

şairimizdir. Bu onun şiirlerinin zayıflığından değil,

karakterinin güçlü olmasındandır. "M. Akif yakın devir siyasi

tarihimizde de, edebiyat tarihimizde de en çok bahsedilen

Mehmet Akif ERSOY, Türk Edebiyatına ve Türk insanın

kalbine şiirlerinden önce belki de şairlerimizin başında gelir.

Hakkında kitap halinde yüze yakın çalışma vardır. " 1 Safahat

baştan sona Akif'in hayatından ve Türk insanının gerçekleriyle

örülmüş canlı hayat tablolarıyla doludur. M. Akif bir İslamcı

şair olarak, zühd içindeki bir derviş değil, hayatın ve

gerçeklerin içinde, tam ortasında mücadele eden, bağıran,

kendini ortaya koyan toplumcu bir şair, bir dava adamıdır.

Devrinin sosyal-siyasi yapısı, onun şiirlerinde büyük yer tutar.

"Türk edebiyatında onun kadar içinde yaşadığı devri, bütün

teferruatı ile gören ve gösteren başka bir şair yoktur denilebilir.

Safahat, adeta muayyen bir nokta-i nazardan tasvir edilen bir

romana benzer: Sokak, ev, kulübe, saray, meyhane, cami, köy,

şehir, fakir, zengin, dindar, dinsiz, cılız, pehlivan, korkak, kahraman, halk, yüksek tabaka, münevver, cahil, yerli,

yabancı, Avrupa, Asya, ticaret, siyaset, harp, sulh, şehircilik, köycülük, mazi, halihazır, hayat, hakikat hemen hemen

herşey Akif'in duyuş ve görüş sahnesine girer. Ve bunu yalnız şiirle değil, bütün ifade vasıtalarıyla anlatır: Tasvirler

yapar, portreler çizer, hikayeler söyler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaaz eder. Komik, trajik, öğretici,

hamasi, lirik, hakimane her olayı, her tonu kullanır. Bu suretle Akif, şiirin hududunu nesir kadar, edebiyat kadar

genişletir; hatta edebiyatı da aşar, onu hayatın da kendisi yapar."2

Biz burada M. Akif'in şahsiyeti ve sanat anlayışı üzerinde uzun uzadıya durmayacağız. Amacımız, Safahat'ın içinde

ruh ve ses itibarıyla lirik-epik bir hayat taşıyan, şiir tekniği bakımından da diğerlerinden ayrılan "Çanakkale

Şehitlerine" adlı şiirin dünyasına girerek onu tahlile çalışmak.

"Çanakkale Şehitlerine" Safahat'ın 6. kitabı olan Asım'da yer alır. Asım, muhavereli bütün bir manzum hikayedir.

Şiirde başlıca dört kişi vardır: Hocazade (M. Akif), Köse İmam (M. Akif'in babasının talebelerinden Ali Şevki Hoca),

Asım (Ali Şevki Hoca'nın oğlu), Emin (Akif'in oğlu). M. Akif özlediği, idealize ettiği gençliği Asım'la sembolleştirir:

"Asım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek."

"Çanakkale Şehitlerine" şiiri Akif'in, Asım'ın sonuna doğru Hocazade'ye söylettiği lirik-epik bir manzumedir. Bir

muharebe sahnesinin tasviriyle başlayan parçada, düşmanın hem sayıca çokluğu, hem de biraraya gelmiş milletlerin

ve kavimlerin çeşitliliği karşısında Mehmetçiğin kahramanlığı devleşir. Batı'nın yirminci asırda medeniyet adına

yaptığı zulüm ve işkence tabloları çizilir. Nihayet, bu savaş sahnelerinin asıl kahramanına sıra gelmiştir. Akif, bu

kahraman iradesini, gücünü ve bu irade ile gücün ilahi kaynağını tasvir ettikten sonra, şehadet faslına gelir. Şair,

şiirinin bu kısmında sanatının bütün ustalığını göstererek harikulade mukayeseler, teşbihler yapar. Bu sanat

oyunlarıyla şehit tebcil edilir, yüceltilir. Bunlardan birkaçını burada zikretmek istiyoruz. Bu hususta Akif şöyle der:

"O rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar."

Bir tarafta rüku vardır. Yani Cenab-ı Rabbü'l-alemin'in huzurunda baş eğmek, teslimiyet göstermek... Öte yanda

insanın bunun dışındaki değerlere veya başka insanlara başeğmesi. Akif bize bir insan çiziyor ki, Tanrı'nın dışında

hiçbir şeye başını eğmeyecek, hiçbir kuvvetin karşısında kendini ezdirmeyecektir.

"Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhidi.

Bedr'in arslanları ancak bu kadar şanlı idi."

MEHMET AKİF ERSOY:

ÇANAKKALE ŞİİRİ

M. Akif'e göre Çanakkale'de şehit olanların kanı, Tevhid'i, Allah'ın birliği inancını, yani İslam'ı kurtarmıştır. Bu şehit,


bu sıfatıyla da Bedir Gazasına katılanlarla mukayese edilmiştir. Bu, çok dikkate şayan bir teşbihtir. Çanakkale

şehitlerinin Bedir kahramanlarıyla bir tutulması, hatta ancak sıfatıyla daha üstün gösterilmesi, öyle inanıyorum ki,

yalnız Akif gibi, kendisini İslam mefkuresine adamış bir şairin diline yakışabilirdi. Bedir'de şehit ve gazi olanlar da,

Tevhid'i, İslam akidesini kurtarmışlardı. Öyleyse Çanakkale muharebeleri de asrımızdaki büyük İslam dünyasının

Bedr'i gibidir. Akif'in İslam birliği idealinin, milliyetçilikle çatışmayan bir terkibe giden düşüncesinde bu duygunun

önemli bir rolü vardır. Çünkü Birinci Dünya Savaşı yıllarında, İslam dünyasında, ayakta, tam manasıyla müstakil, tek

İslam devleti, hemen hemen Osmanlılardan ibaretti. Osmanlı, İslam'ın son kalesi idi. Çanakkale'de, Osmanlı'nın son

kalesi. Öyleyse Osmanlı'nın Çanakkale'de direnme gücü, Türk'ün kurtuluşu ile beraber İslam dünyasının da kurtuluş

müjdesini taşıyordu. Onun için Çanakkale şehitleri Bedir şehitleri kadar mukaddestir, mübarektir, şanlıdır.

İşte o dönemde İslam dünyasının da tek ümidi olan Türk milleti bu kudretini Çanakkale'de göstermiştir.

"Gömelim gel, seni tarihe desem sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitap;

Seni ancak ebediyetler eder istiab."

Bu mısralarda da mukayese terazisinin bir tarafında Çanakkale'nin şehidi, öbür tarafında bütün bir tarih vardır. "Herc

ü merc ettiğin devirler" ifadesiyle Akif'in, şehidi sadece İslam askeri olarak değil, bir Müslüman Türk askeri olarak

değerlendirdiği açıktır.

Daha sonra Akif, bu şehit için bir abide mezar yapar. Gökyüzü bu şehidin lahit örtüşüdür, tavanı nisan bulutudur.

Kandilleri Ülker Yıldızıdır. Geceleyin türbedarı mehtaptır. Türbenin avizesi güneştir. Şehidin kefeni, akşamın

alacakaranlığıdır. Şair, adeta bütün bir kainattan kurulmuş mezarı da kafi görmeyip:

"Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana." mısrasını söyler. Ancak bu hayali türbe tasvirinin başına eklememiz

gereken, daha da mühim bir unsur vardır:

"'Bu taşındır' diyerek Kabe'yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;"

Bu mısralar, yine İslam idealinin şairi sıfatıyla Akif'in dilinde büyük ehemmiyet taşır. Bir şehit ki, onun başına bütün

İslam dünyasının kıblegahı, kalbi demek olan Kabe-i Muazzama, mezar taşı olarak dikiliyor. Ve yine bir şehit ki, o

mezar taşının kitabesi, şairin ruhunun vahyi olacaktır.

Bütün bu mukayesenin, hiç şüphesiz sanatkar mübalağası da taşıyan bu benzetmelerin ışığı altında, şiirdeki başka bir

mukayeseyi daha izah etmek istiyoruz. Bu destan şiirinin mısraları arasında Akif şunu da söyler:

"Yaralanıp temiz alnından uzanmış yatıyor.

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!"

Aslında yukarıdan beri izah ettiğimiz mukayese, mübalağa ve teşbihlerde, şairin felsefesini bu son iki mısrada

topladığını görebiliriz. Burada da bir tarafta hilal vardır; öbür tarafta güneş. Akif bu mısrada önce, eski

edebiyatımızda adına hüsn-i talil denilen bir edebi sanata başvurmuştur. Malumdur ki, yeni ay yani hilal, ancak

güneşin batışına doğru görülebilir. Öyleyse hilalin görülebilmesi için, güneşin batması gerekir. Mısrada bu hüsn-i

talil, bir istiareyle birlikte kullanılmıştır. Hilalle kastedilen bayrağımızdır ve İslam'ın sembolüdür. Güneş ise burada

Türk askerini temsil etmektedir. Hilalin yani bayrağımızın ve İslam'ın yücelmesi için, güneşin batması, askerin

şehadet mertebesine erişmesi gerekmiştir. Burada şiir dilinin ve şiir sanatının harikulade ustalığı yanında, asıl beşeri

bir düşünce üstüne dikkati çekmek istiyoruz. Bir kıymet hükmü olarak güneş, daima aya üstün tutulmuştur. Güneş her

zaman daha kudretlidir, ışığı kendindendir, sıcaktır, hayat vericidir vs. Ay ise varlığını da ışığını da güneşe borçludur.

Bu kıymet hükmü üzerinedir ki, şair çizdiği tablo karşısında 'Ya Rab!' ünlemiyle hayretini, şaşkınlığını ifade etmiştir:

"Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!"

Yani, olacak şey midir, bir hilal uğruna güneşler batsın! Bu mısra ile Akif'in bütün bir insan görüşü, insana verdiği

değer ortaya çıkar. Hilalin temsil ettiği din, yüce ve ulvi bir inanç sistemidir ve hiç şüphesiz bu inancın uğruna şehit

olunur. Fakat din de nihayet insanlar içindir. "3

Şiire genel yapısı itibarıyla bakıldığı zaman, sırasıyla, Çanakkale Savaşı'nda, Batı dünyasının Türk milletine olan

saldırısı, Batı'nın medeniyet adına işlediği cinayetler, Türk askerinin cesareti, imanı, inancı, kahramanlığı ve nihayet

şehit oluşu ile, şairin şehitler için düşündüğü tabiat unsurlarından mükerrep muhteşem türbenin lirik bir dille tasvir

edilişi görülür. Özellikle şairin, "Yine de birşey yapabildim diyemem hatırana" sözleriyle, yetersiz gördüğü bu

muhteşem türbe tablosunda, itibari alemin, müşahhaslaştırılmaya çalışıldığına, şahit oluruz. Zaten M. Akif hayalle

uğraşmaz, onun işi gerçekle, müşahhasla, eşyanın ve tabiatın bizzat kendisiyledir.

Şiir M. Akif'in pek çok şiirinde olduğu gibi olay anlatımına dayanmaktadır. Çanakkale savaşı şiire bir atmosfer

getirerek hakim olmuştur. Tasvirler, savaş anlarının tabloları, oldukça canlıdır ve yer yer bu tasvirler söyleyiş gücü ve

teknik bakımdan mükemmelliğe ulaşır:

"Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,

O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer..."

Söyleyişler o kadar canlıdır ki, insanı saran, savaş ortamının bütün dehşetini hissettiren bir tarza ulaşmıştır. Seçilen


kelimeler, kafiyeler, ses özellikleri savaş mısralarıyla bütünleşmiş gibidir.

Şiirin ilk bölümünde Çanakkale Boğazı'nı saran düşman güçleri, ikinci bölümde bu düşman güçlerini oluşturan

milletlerin çeşitliliği ve bunların acımasızlığı, üçüncü bölümde düşmanın çok güçlü silahlarına karşı kahramanca

mücadele eden Türk askerinin kararlılığı, dördüncü bölümde yurdunu korumak için can veren insanların şehitlikle

müjdelenişi ve finalde:

"Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,

Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber..."

mısralarıyla şehitlerin ödül olarak Hz.Muhammed (s.a.s)'le birlikte olacakları dile getiriliyor.

Daha önce de söylediğimiz gibi 'Çanakkale Şehitleri' Safahat'ın altıncı kitabı olan Asım'dan bir parçadır ve bütünle bir

uyum teşkil etmektedir. Asım bilindiği gibi idealize edilen bir gençlik tipidir Akif'te. Akif bu nesle "Asım'ın nesli" der

ve bu duygu ve ideal sistemi, şiirde önemli bir yer tutar. "Asım'ın Nesli": İnançlı, imanlı, vatansever, güzel ahlaka

sahip, milliyetçi, kafasını Garb'ın ilmiyle, fenniyle ve tekniğiyle donatmış, gönlünü ve kalbini Doğu'nun inancıyla, ruh

zenginliğiyle süslemiş bir 20. yüzyıl Müslüman Türk gencidir. M. Akif böyle idealize ettiği ve yücelttiği bir

tiplemeyi, Çanakkale'de şehit olanlarla da özdeşleştirir:

"Asım 'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek."

diyerek Asım'ın neslinin Çanakkale'de düşmana karşı nasıl bir destan vücuda getirdiğini, nasıl devleştiğini, hatta

"Bedr'in Arslanları"nın mertebesine ulaştıklarını ifade eder. Onları destanlaştırır. Cenab Şehabeddin, onu asrın değil,

tarihimizin en büyük destan şairi olarak görür.4

Çanakkale'de bir zulüm yaşanmaktadır. Teknik bakımdan çok üstün olan Avrupa medeniyeti "en kesif" ordularıyla

ufacık bir karaya sarılmıştır. Bir dengesizlik, bir vahşet var ortada. "Zulümü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,"

diyen M. Akif bu "hayasızca tahaşşüd karşısında" nefret ve tiksinti içindedir. Artık maske düşmüştür. Medeni denilen

Avrupa'nın ve medeniyetin gerçek yüzü görülmüştür. Cepheler açıkça belli olmuştur. Çanakale Savaşı sadece maddi

savaş değildir. Savaştan öte anlamları olan, yılların birikimi, yılların hesaplaşmasıdır: Doğu ile Batı'nın, Hilalle

Haç'ın, Avrupa ile Asya'nın, ehl-i İslam ile ehl-i salibin hesaplaşması...

Bu hesaplaşmada, batıl değil hak galip gelmiştir. Ve "Asım'ın nesli", son ehl-i salibin savletini kırmıştır.

Asım bilindiği gibi idealize edilen bir gençlik tipidir Akif'te. Akif bu nesle "Asım'ın nesli" der. Ve bu duygu ve ideal

sistemi, şiirde önemli bir yer tutar. "Asım'ın nesli": İnançlı, imanlı, vatansever, güzel ahlaka sahip, milliyetçi, kafasını

Garb'ın ilmiyle, fenniyle ve tekniğiyle donatmış, gönlünü ve kalbini Doğu'nun inancıyla, ruh zenginliğiyle süslemiş

bir 20. yüzyıl Müslüman Türk gencidir. M. Akif böyle idealize ettiği ve yücelttiği bir tiplemeyi, Çanakkale'de şehit

olanlarla da özdeşleştirir: "Asım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek."

M. Akif, Çanakkale Savaşı'nı destanlaştırırken önce de belirttiğimiz gibi muhteşem bir tablo çizer. Yalnız onun

çizdiği tablo canlı ve hareketlidir, müşahhastır. Bu tablolar ne Tevfik Fikret'in santimental havada oluşturduğu kuru

resimlere, ne de Ahmed Haşim'in "O Belde" de çizdiği hayali, gölgeli ve flu manzaralara benzer. Durgun değil

hareketli, itibari değil müşahhas, hayali değil gerçekçidir. Savaşın dehşetini ayrıntılara inerek verir:

"Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere sağanak sağanak."

"Akif'in bütün şiirlerinde bir hareketlilik vardır. Akif, hayatı Fikret ve Cenab gibi pencereden seyretmez. Sokak sokak

dolaşır." 5 Onun şiirlerinde İstanbul'un Müslüman semtlerini, Fatih'in bakımsız sokaklarını bütün çıplaklığıyla

buluruz.

"Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil

Ne kadar gözdesi mevcud ise hakkiyle sefil"

mısralarıyla M. Akif Batı insanının, Avrupalı'nın gerçek yüzünü ortaya koyar. Kafiye olarak kullandığı için daha da

dikkati çeken ve birbirine zıt mana taşıyan "asil" ve "sefil" kelimeleri Avrupalının dış görünüşü ile iç yüzünü ortaya

koyar. "O asil görünen mahluk, görüntüdeki asilliği derecesinde, o nisbette sefildir. Yüzsüzdür:

"Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.

Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz...

Medeniyet denilen kahpe, hakikat, yüzsüz."

Avrupalı'nın gerçek yüzünü böyle tesbit eden M. Akif, Müslüman Türk insanını da, "Huda'nın ebedi serhaddi" olarak

görür ve gösterir:

"Bu göğüslerse Huda 'nın ebedi serhaddi;

"O benim sun'-i bediim, onu çiğnetme!" dedi.


Asım 'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek."

M. Akif'in Müslüman Türk insanına, daha geniş manada inanan insana güveni sonsuzdur. İnsanların göğsündeki iman,

ona göre kainatta zaptedilemeyecek tek kaledir. M. Akif'le aynı devirde yaşayan son dönem İslam alimlerinden

Bediüzzaman: "Hakiki imana sahip olan insan, tek başına kainata meydan okur." diyor. Aynı inanç ve teslimiyeti M.

Akif'te de görürüz:

"Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram?

Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkam."

Şiirin tamamında, canlı tasvirlere, savaş sahnelerine ve Çanakkale'de şehit düşenler için düşünülen muhteşem türbenin

şairane tasvirlerine yer veren M. Akif, hızlı bir ritm, lirik bir söyleyiş yakalamış, yer yer bu söyleyiş doruğa ulaşmış,

heyecan artmış:

"Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müthiş tipidir Savrulur enkaz-ı beşer..."

Yer yer lirik söyleyiş, epik unsurlarla birleşerek destanlaşmış:

"Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar...

O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,

Yaralanmış temiz alnından uzanmış yatıyor:

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer."

Yer yer de M. Akif kendini şairanelikten alamamış, adeta kendini şiirin büyüsüne bırakarak muhteşem bir türbe tasviri

yapmıştır:

" 'Bu taşındır' diyerek Kabe'yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da rida namiyle,

Kanayan lahdine çeksem bütün ecramiyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,

Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecri ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana."

Yukarıda gösterdiğimiz mısralar, tam bir vecd halinde söylenmiş gibidir. Bu bölümler teknik bakımdan da şiirin en

kuvetli bölümleridir. Genellikle şiirlerini mantığıyla yazan şair, buralarda kendini kalbinden gelen ilhama bırakmış

gibidir.

"Süleyman Nazif, M. Akif'in "Asım" adlı eserinde Çanakkale Şehitleri için söylediği mısraları okuyunca, kendini

tutamaz:

- Yarabbi!.. Şair bu mısraları senin ilham semalarından birer birer yeryüzüne indirirken, ruhu, kim bilir heyecandan ne

kadar sarsılmış; dimağı, kalbi, asabı ne kadar yıpranmış... ve ne kadar harab olmuş!.. Onun yazdıklarını biz yalnız

okurken bu kadar titredik ve sarardık.

Senin düşmanlarına ve düşmanların merhametsizce yağdırdıkları ateş ve ölüm tufanlarına çıplak göğüslerini açıp da,

sana bu yoldan kavuşmuş şehitlerin gibi, duygu ve heyecanın, dayanılmaz, yaşanılmaz çarpıntılarına kendi ruhunu,

vecidle, aşkla, arz ve kurban eden şairin ne büyüktür!., diye haykırır. "7

Bu şiirinde M. Akif, Safahat'ındaki manzum hikaye tarzındaki şiirlerinden tamamen farklı bir söyleyiş ve ifade tarzı

ortaya koyarken, yukarıda belirttiğimiz mısralarda teknik, estetik ve muhteva bakımından çok güzel bir söyleyişe

ulaşmıştır. Bunu gerçekleştirirken dil anlayışından uzaklaşmış, bazı Arapça ve Farsça kelimelere yer vermekle beraber

genel olarak sade bir dil kullanmıştır. M. Akif edebiyat hakkındaki bir yazısında: "Sade dil bizim için asıldır. Ne

zaman bu asıldan ayrı düşmüşsek, mutlaka muztar kalmışızdır. '8 der.

Daha önce de belirttiğimiz gibi şiir şekil olarak münferit değildir. Asım'dan bir bölümdür. Tamamı sekiz bölümden

oluşmaktadır. Her bölümün mısra ağırlığı farklılık gösterir. Kafiye ölçüsü sağlam ve "aa, bb, cc..." şeklinde mesnevi

tarzındadır. Ölçü olarak M. Akif'in her zaman kullandığı aruz ölçüsü kullanılmıştır:

Feilatün/Feilatün/Feilatin/Feilün (Fa'lün).

Genellikle zengin kafiye kullanılmış:


eşi/beşi Marmara'ya/karaya

beşer/mahşer rengarenk/denk

Kısmen de tam kafiyelere yer verilmiştir:

karşında/Kanada kümesi/kafesi

taşlar/başlar yatıyor/batıyor

M. Akif kafiyelere hem teknik bakımdan hem de muhteva bakımından oldukça önem vermiştir. Şiirde vurgulamak

istediği kavram ve kelimeleri kafiye olarak kullanmış ve bu kelimelere böylece dikkat çekmiştir:

"asil-sefil" (Avrupalı'nın dış görünüşü ile iç yapısını belirtirken)

"bela-istila", "heyhat-cihat", "makber-peygamber"

M. Akif, bu şiirinde "anlama bağlı olarak, şiir sanatının vezin, kafiye, ses, ahenk, şiir sentaksı ve imajlarından

yararlanır. "9 Ölüm imajı, şiirin genelinde kendini ağırlıkla hissettirir. Fakat ölüm, alışılagelmiş imajının dışında,

burada, korkulacak, kaçılacak bir kavram değil bir ödüldür:

"Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın,

'Gömelim gel seni tarihe desem' sığmazsın.

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber..."

Sezai Karakoç buradaki ölüm ve gömülmeyi başka bir açıdan yorumlar: "Belki bir gömülme olayıdır ama, dünyanın

en yiğitçe ölümünden sonra elbette. Hatta bir dirilişe gebe bir ölümle." 10

Sonuç olarak, şiir, sanat değeri ve estetik bakımdan ele alındığında, M. Akif'in kendine has o manzum hikayeciliğinin

dışında, oldukça yüksek ve sanat taşıyan bir değer olarak karşımıza çıkar. Adeta şairin, şiir gücünü kanıtlayan bir

mücessem örnek oluşturur. Mehmet Kaplan'ın da söylediği gibi alelade bir dille ve sanat gücüyle bir eser, böylesine

abideleştirilemez: "Çanakkale manzumesinde Akif, Çanakkale Savaşı'na derin bir mana vermiş, Avrupalı'nın insanı

yok eden maddi medeniyeti karşısında Mehmetçikle tecelli eden Türk-İslam ruhunun yüceliğini ortaya koymuştur.

Onun bu manayı ifade edişinde, sanat gücünün büyük rolü vardır. Alelade bir dille bu mana, bu kadar ihtişamlı bir

şekilde anlatılamazdı."11 Aynı görüşü Nihad Sami Banarlı bir başka şekilde ifade etmektedir: "Burada ehemmiyetle

hatırlanmalı ki, bu kudretli şairi, yalnız manzum hikayeleri, muhavereli manzumeleri ve manzum vaazlarıyla

tanıyanlar ona, sadece kuvvetli bir nazım olmaktan daha üstün bir paye vermek istememişlerdir."12 Oysa gerek

Çanakkale şehitleri için yazdığı şiirinde, gerek Bülbül'de, gerekse Safahat'ın sonunda yer alan bazı şiirlerinde M. Akif,

usta bir şair, güçlü bir sanatçı olduğunu ortaya koymuştur.

"Mehmed Akif'in son Safahat'ında yer alan üç şiir (Gece, Hicran, Secde) onun bambaşka bir yönünü ortaya çıkarır.

Bütün hayatı boyunca şairliğini, sanatkar tarafını, toplumun uğruna geri plana atan M. Akif bu şiirlerinde gerçek şiir

karakteriyle karşımıza çıkar.

Şiirden kaçan şair, memleketinden kendini sürgün etmek zorunda kaldıktan sonra, şiire yakalanmaktan da

kurtulamamıştır adeta:

Evet, M. Akif "önce inanmış adam"dı. Bu sıfatı önce gelmek kaydıyla şairdi, düşünürdü veya başka özellikleri olan

biriydi. İnanmışlığı, yani birinci vasfı olan şiirini, şairliğini, hayatını, yaşayışını, şahsiyetini etkilercesine etkilemişti.

Şiiri tebliğ için, telkin için, düşünce için, toplumu iyiye götürmek için bir amaç saymıştı M. Akif. Kendi yüksek şiir

kudretinin ihtirasını toplum dertlerinin önünde tutsaydı, şüphesiz şiirde, şairlikte daha büyük muvaffakiyetler

kazanırdı. Ama o mü'mindi, halkı en dertli günlerini yaşıyordu, halkının dertlerini duyan bir muzdarip olmayı tercih

etti.


YAZAR

TANITIMI

SAİT FAİK ABASIYANIK

Türk öykü ve roman yazarı, şair Sait Faikbasıyanık 18 Kasım ya da

22 Kasım ya da 23 Kasım 1906’da Sakarya’da doğdu, 11 Mayıs

1954’te İstanbul’da hayatını kaybetti.

Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından olan Abasıyanık,

çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılarla Türk edebiyatında bir dönüm

noktası sayılır.

Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan Sait Faik, getirdiği

yeniliklerle "kökü kendisinde olan" bir yazar olarak kabul edilir.

Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem

iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille

anlattı. Bunu yaparken diğer çoğu Cumhuriyet sonrası sanatçısı gibi

Batı'daki gelişmelere bağlı kalmadı, hiçbir edebî anlayışın etkisinde

hareket etmedi ve belli bir tarzın takipçisi olmadı.

Bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelen yazar, öykülerinde

çoğunlukla kendisinden yola çıkıp bireyler hakkında yazarak insan

gerçeğini anlamaya çalıştı. Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını

yazan Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri

anlattı. İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını,

korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek, “insanı ele alan sanatçılar”

sınıfında yer aldı.

1930'larda başladığı yazı hayatı boyunca “sorumlu avare”, “gözlemci balıkçı”, “çakırkeyf sirozlu”, “küfürbaz şair”,

“müflis tacir”, “züğürt yazar”, “hamdolsun diyemeyen rantiye”, “anadan doğma çevreci” gibi sıfatlarla anılan

Abasıyanık'ın tüm yazdıkları bir şair duyarlılığı içerdi. Hikâye, roman, şiir yazan, çeviriler ve röportajlar yapan sanatçı

bütün bu türleri kendine özgü tarzı ile kaynaştırdı. Yazarın, anlık heyecanlarını yansıtan izlenimci ve fovist ressamların

üslubunu anımsatan bir tarzı olduğu söylenmiştir.

Kendi özgün dilini oluştururken André Gide, Comte de Lautréamont, Jean Genet gibi isimlerden etkilenen Abasıyanık,

kendisinden sonra gelen Ferit Edgü, Adalet Ağaoğlu, Demir Özlü gibi pek çok yazara da öncülük etti. Ölümünün

ardından Burgaz Adası'ndaki evi müzeye dönüştürülen yazar adına her sene öykü ödülü de verilmektedir.

ÇOCUKLUĞU VE EĞİTİMİ

Sait Faik, 18 Kasım 1906 tarihinde, dedesi Seyyid'in Adapazarı Semerciler Mahallesi'nde bulunan evinde dünyaya geldi.

Babası kereste ve ceviz kütüğü ticareti ile uğraşan Mehmet Faik, annesi ise kentin ileri gelenlerinden Hacı Rıza

Efendi'nin kızı Makbule Hanım'dır. Dedesi Seyyid Ağa, Adapazarı önde gelenlerinin toplandığı bir kahve işletiyordu.

Kurtuluş Savaşı yıllarında bir sene boyunca Adapazarı belediye başkanlığını yürüten babasına, hizmetlerine karşılık

İstiklal Madalyası verildi. Yazarın amcası Ahmet Faik de tıpkı babası gibi Adapazarı belediye başkanlığı yaptı, daha

sonra ise milletvekilliği görevinde bulundu. Sait Faik doğduğunda, kendisine Mehmet Sait ismi verildi. Sonraki yıllarda,

yazar, ismine babasının adını ekleyip Mehmet'i atarak Sait Faik adını kullanmaya başladı. Abasızoğulları olarak anılan

aile, Soyadı Kanunu çıktığında, Sait Faik'in isteği ile Abasıyanık soyadını aldı.

1910 yılında, Sait Faik'in babasının tahrirat kâtibi olarak Karamürsel'e tayini çıktı. Üç sene boyunca bu kasabada

yaşayan aile 1913 yılında Adapazarı'na geri döndü. Yazar, ilköğrenimini Rehber-i Terakki isimli özel okulda tamamladı.

Bu okul yabancı dilde eğitim verdiği için, şehirde Gâvur Mektebi olarak anılıyordu. Sait Faik daha sonra, çocukluğunda

"haşarı bir burjuva çocuğu" olduğunu yazacaktı. Arkadaşları, o dönemde yazarı “Abasızın Mançuko” olarak

çağırıyordu. Abasıyanık'ın ilköğrenimi sırasında anne ve babası geçimsizlik sebebiyle ayrıldılar. Üç buçuk yıl süren

ayrılık döneminde Sait Faik, babası ile birlikte kaldı. Rehber-i Terakki'yi bitirdikten sonra Adapazarı İdadisi'ne devam

etti. 1920'de Yunan işgali sebebiyle eğitimine ara verdi. Bu dönemde Abasıyanıklar diğer akrabalarıyla birlikte önce

Düzce'de, ardından Bolu'da ve son olarak da Hendek'te yaşadılar. Sait Faik, işgalin sona ermesinden sonra Adapazarı'na

dönünce idadi eğitimine devam etti. Aile 1924 yılında, oğullarının lise eğitimi için İstanbul'a Şehzadebaşı Bozdoğan

Kemeri'ndeki Kirazlı Mescit Caddesi'nde 7 numaralı eve taşındı. Sait Faik, İstanbul Erkek Lisesi'nde okumaya başladı.

Onuncu sınıfa kadar bu okula devam eden Abasıyanık, Arapça öğretmenleri Seyit Salih Efendi'nin sandalyesine iğne

koyduğu için kırk bir arkadaşıyla beraber okuldan atıldı ve öğrenimini Bursa Erkek Lisesi'nde tamamladı. İlk öyküsü

olan İpekli Mendil'i bu okulda, edebiyat dersi ödevi olarak yazdı, Uçurtmalar ve Zemberek hikâyelerini de gene Bursa'da

kaleme aldı. Hakkı Süha Gezgin, Bursa Lisesi'ndeki Sait Faik'i “sınıfta sakin ve dalgın, bahçede yalnız” olarak anlatır.

Lise eğitimindeki aksaklıklar ve kişisel isteksizliği yüzünden parlak bir eğitim hayatı olmadı.

1928 yılında liseyi bitirip İstanbul'a döndü. İstanbul'da da yazı çalışmalarına devam etti. Yazdığı hikâyeleri ve şiirleri

çeşitli dergilere ve gazetelere gönderiyordu. Aynı yılın sonunda girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne iki

sene devam ettikten sonra Uygurca öğrenmek istemediği için ayrıldı. 9 Aralık 1929'da Uçurtmalar isimli hikâyesi

Milliyet Gazetesi'nde yayımlandı. Sait Faik, İstanbul Üniversitesi'nde okuduğu dönemde sık sık Beyoğlu'nda dolaşıyor,

evinin ve okulunun yakınındaki Şehzadebaşı kıraathanelerine gidiyordu. Sanat ve edebiyat çevreleriyle o günlerde

tanışmaya başladı. 9 Eylül 1930 ile 23 Eylül 1930 tarihleri arasında, on öyküsü ve bir yazısı Hür Gazete'de yayımlandı.

Yazar, bu öykülerin hiçbirini kitaplarına almadı. Eserlerinin basılmaya başladığı o günlerden hayatının son anına kadar

Hüsamettin Bozok'un ifadesi ile "genç hikâyeci" damgasını, "acı bir gülümseme" ile taşıdı. 1931 yılında babasının isteği

üzerine iktisat okumak üzere İsviçre'nin Lozan şehrine gitti. 15 gün kaldığı şehrin sıkıcılığından bunalarak Fransa'nın

Grenoble şehrine geçti. Bu şehirde Fransızca öğrenmek amacıyla Champollion Lisesi'ne devam etti. Ardından, üç dönem


boyunca Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde okudu. Yazar, Alpler'in eteklerinde kurulmuş, çeşitli endüstri ve

bilim kurumlarıyla tanınan Grenoble'de üç seneden fazla yaşadı. Orada bulunduğu günlerde Paris'i, Lyon'u, Strazburg'u

ziyaret etti. 1934 yılında ailesinin isteği ile Orta Avrupa üzerinden Tuna Nehri yoluyla İstanbul'a geri döndü. Ailesinin

yeni taşındığı, Nişantaşı'nda Rumeli Caddesi üzerindeki Rumeli Apartmanı'na yerleşti.

İLK KİTAPLARI VE İSTANBUL'DAKİ YAŞAMI

Yazar, 1934 yılında İstanbul'a döndükten sonra, Halıcıoğlu'ndaki Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe öğretmenliği

yapmaya başladı. Okula sürekli geç kalan Sait Faik'in ay sonunda gecikmeleri hesaplanıp maaşından düşüldü. Bu yüzden

okulda çalıştığı ilk ay eline 13 lira geçti. Öğrenciler üzerinde hakimiyet kuramaması okul idaresi ile tartışmasına yol

açıyordu. Hem yaşadığı disiplin problemleri, hem de babası Mehmet Faik'in kendisine bir tahıl alım satım toptancılığı

dükkânı açması sebebiyle öğretmenlikten ayrıldı. İleriki günlerde bu durumu "anladım ki öğretmenlik benim harcım

değildi" diyerek açıkladı.

Babası, ortaklarından Ali Emali'yi de oğluyla birlikte çalışması için dükkâna yerleştirdi. Sait Faik, işlerle uğraşmadığı

için altı ay sonra dükkânı babasına boş olarak teslim etti. O günlerde yazmaya ağırlık verdi. Bunun dışında André

Gide'den çeviriler yapıyordu. Fransa anılarından oluşan öyküleri Varlık Dergisi'nde yayınlandıktan sonra, 1936 yılında

babasının maddi desteği ile ilk hikâye kitabı Semaver'i Remzi Kitabevi'nden çıkardı. İlk kitabının yayınlanmasından

büyük bir sevinç duyan Sait Faik, bu sevincini yıllar sonra Hallaç isimli öyküsünde anlattı. Semaver'in çıkışından sonra

yazmaya devam etti fakat bir mektubunda kendisinin söylediği gibi aylaklığı sebebiyle yazdıklarını orada burada

unutuyordu. Yazdıklarının fazla ilgi görmemesi sebebiyle küskünlük ve kırgınlık duyuyordu.

O günlerde askere çağrıldı. Asabiye kliniğinden aldığı rapor sayesinde askerlikten muaf tutuldu. Bu raporun varlığını

onaylayan Yaşar Nabi konuyla ilgili "Askerlik yapmamıştı. Ruh hastası olduğuna dair asabiyecilerin verdikleri bir rapor

askerlikten ihracını temin etmiş. Bir tıbbi gerekçeye mi dayanıyor yoksa hatır için mi verilmiş? bilmiyorum"

açıklamasını yaptı. Ayrıca, Sait Faik'in söz konusu raporu bir kavga sırasında cebinden çıkarıp Aziz Nesin'e gösterdiği

bilinmektedir.

Eylül 1937'de ikinci kez yurtdışına çıkarak Marsilya'ya gitti. Bu şehirde on sekiz gün kaldıktan sonra İstanbul'a geri

döndü. 1938 yılında, babası Burgaz Adası'nda Çayır Sokak 15 numaradaki köşkü satın aldı ve aile bu köşke taşındı.

Mehmet Faik Bey, 29 Ekim 1938'de Burgaz Adası'nda bronşit sebebiyle vefat etti. Sait Faik, babasının ölümünden sonra

kışları Nişantaşı'ndaki apartmanlarında, yazları ise Burgaz Adası'nda yaşamaya başladı.

Abasıyanık, on altı hikâyeden oluşan ikinci kitabı Sarnıç'ı 1939 yılında Çığır Kitabevi'nden çıkarttı. Bu kitabında da

tıpkı ilk kitabı Semaver'de olduğu gibi Adapazarı ve Bursa'da geçirdiği çocukluk günleri ile, hem İstanbul'daki hem de

yurtdışındaki yaşamında yaptığı gözlemlere yer verdi.

HAKKINDA AÇILAN DAVA

Sait Faik, 1940 yılında yayınlanan üçüncü hikâye kitabı Şahmerdan'da diğer iki kitabının aksine Fransa'da gözlemlediği

olaylara yer vermedi. Yazar, bu kitapta yer alan Çelme isimli hikâyesiyle, halkı askerlikten soğutmakla suçlanarak askerî

mahkemeye verildi. Bu öykü ilk olarak 22 Mart 1937'de Kurun gazetesinde, ikinci olarak ise 15 Haziran 1940'ta Varlık

Dergisi'nde yayınlanmıştı. Sait Faik, 10 Eylül 1940'ta yapılan duruşmaya katılmak üzere bizzat Ankara'ya gitti. Oğlunun

mahkemeye düşmesine en az onun kadar üzülen annesi Makbule Hanım da, yazarı yalnız bırakmadı. Orhan Veli Kanık,

Abasıyanık'a o dönemde yazdığı bir mektupta "... bu arada Çelme hikâyesini buldum ve okudum ve başına bu işi açanlara

küfrettim. Harika hikâye azizim." diye yazarak arkadaşına destek oldu. Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi Nayır da

dönemin Genelkurmay Adlî Müşaviri Münir Paşa'yla temasa geçerek, Sait Faik için destek bulmaya çalıştı.

Yazarın ilk kitabını öven Peyami Safa ise bu olaylar sonrasında Abasıyanık'ı Marksçıların ardına takılmakla suçladı. Bu

suçlamayı duyan Yaşar Nabi'nin yorumu "Peyami Safa edebi günahlarına bir yenisini ekliyor" oldu. Sonuçta, yazar

davadan beraat etti. Fakat, bu olay sonrasında annesi yazma hevesinin başına bela açmaktan başka bir işe yaramadığını

iddia ederek oğlunun yazarlığa devam etmesine karşı çıktı.

SONRAKİ ÇALIŞMALARI VE ROMANININ TOPLATILMASI

Sait Faik, Çelme hikâyesi yüzünden yargılanmasının etkisi ve bu olayın annesini yaralaması sebebiyle uzun süre kitap

çıkartmadı. Abasıyanık, 28 Nisan 1942 ile 31 Mayıs 1942 tarihleri arasında, bir uğraşı olması için, Haber-Akşam Postası

isimli gazete adına muhabirlik yaptı. Mahkemelerde röportaj yapan yazar, bu röportajlarına gözlemlerini de katarak

Mahkemelerde başlığı ile yayınlıyordu. Abasıyanık bu işe bir ay dayanabildi ve 28 mahkeme röportajı yazdı. Öykü

tadında olan bu yazıları, 1956 yılında Varlık Yayınları, Mahkeme Kapısı ismiyle kitaplaştırdı. Çok aktif bir yazı

hayatının olmadığı 1940 ile 1948 yılları arasında Yürüyüş, Büyük Doğu, İnkılapçı Gençlik, Servet-i Fünun gibi

dergilerde öyküleri yayınlandı.

Yazar, muhabirlik yapmadan önce 4 Ekim 1940 ile 21 Şubat 1941 tarihleri arasında Yeni Mecmua dergisinde 19 bölüm

halinde Medarı Maişet Motoru'nu yayınladı. 75 ile 95. sayılar arasında tefrika edilen bu eseri, 1944 yılında kitap olarak

bastırmaya karar verdi. Fakat, hiçbir yayınevi kitabı yayınlamayı istemedi. Yazar, annesinden aldığı parayla kitabı

bastırabildi. Bu konuda, ona, Yokuş Kitabevi'nin sahipleri Agop Arad ve Burhan Arpad yardımcı oldu. Medarı Maişet

Motoru, kısa bir süre sonra Bakanlar Kurulu kararı ile toplatıldı. Sait Faik, Medarı Maişet ismini ilk kez Vakit

Gazetesi'nde yayınlanan Bir Balık Avı Hikâyesi'nde kullandı. Hakkı Süha Gezgin'in söylediğine göre yazar bu sözcüğü

çok seviyordu. Kitap, 1952 yılında, Varlık Yayınları tarafından yeniden basılırken, Abasıyanık, kitabın ismini Birtakım

İnsanlar, romanda geçen Medarı Maişet Motorunun ismini ise Ceylan-ı Bahri olarak değiştirdi. Medarı Maişet

Motoru'nu ilk baskısından sadece 99 adet satılabildi.

Çelme olayının ardından Medarı Maişet Motoru da asılsız bir ihbar sebebiyle toplatılınca, yazarın yazın hayatı bir kere

daha yavaşladı. Çok az öyküsünün yayınlandığı o günlerde ya balığa çıkıyor ya da aylak geziyordu. Beyoğlu'na sık sık

gittiği bu dönemde Şişli'de Bulgar Çarşısı Kırağı Sokak'taki (artık Nakiye Elgün Sokak) evleri İkbal Apartmanı'nda

kalıyordu. Bekâr hayatından sıkıldığında ise adaya annesinin yanına dönüyordu. Bu kırgınlık ve yalnızlık döneminin


etkisini taşıyan hikâyelerden oluşan kitabı Lüzumsuz Adam'ı 1948 yılında yayınladı. Abasıyanık, kitaba ismini veren

hikâyeyi ilk yazdığı günlerde ona isim bulamamıştı. Bu öyküyü okuyan Yaşar Nabi Nayır, daha önce Sabahattin Ali'den

duyduğu Lüzumsuz Adam'ı önerdi. Bu ismi çok beğenen Sait Faik, onu, hikâyesinde kullandı.

HASTALIĞI, SON ESERLERİ VE ÖLÜMÜ

Yazara, 1948 yılında siroz teşhisi kondu. Hastalığın belirtileri 1947 yılında ortaya çıkmıştı. Sait Faik'in amcasının oğlu

Mustafa Raşit Abasıyanık'ın söylediğine göre 1947 yılında, burnundan ara sıra kan gelmeye başlayan Sait Faik, aynı

zamanda yazar da olan doktor arkadaşı Fikret Ürgüp'e muayene olmuş ve karaciğerinin büyüdüğü ortaya çıkmıştı.

Bunun üzerine çok düşkün olduğu içkiyi kesip perhize başladı. Arada sırada gelen sıkıntıları ve tehlikeli krizleri de bu

yolla atlatmaya çalıştı. Sık sık doktorlara da görünmesine rağmen hastalığının kötüye gitmesi üzerine 1951 yılında

Fransa'ya gidip orada tedavi olmaya karar verdi.

31 Ocak 1951'de amcası ve Samet Ağaoğlu'nun desteği ile gittiği Paris'te sadece beş gün kalıp, İstanbul'dan uzakta

öleceği ve tedavinin ağırlığının korkusu ile geri döndü. Sait Faik, daha sonra amcasına yazdığı bir mektupta geri dönüş

sebebini doktorlarla olan konuşması ile hastaneye yatması kararı verildikten sonra düştüğü panik ve yaşadığı kriz olarak

açıkladı. Paris'teki doktorlar, Sait Faik'e ciğerinden parça almaları gerektiğini söyleyince yazar paniğe kapılmıştı.

Fransa'dan döndükten bir hafta sonra pişman oldu. Annesinin de baskısıyla Paris'e tedavisine geri dönme arzusunu ölene

kadar muhafaza etti.

Paris yolculuğunun ardından büyük bir umutsuzluğa düşen, Abasıyanık, aynı zaman yazarlık kariyerinin en verimli

günlerini geçirmeye başladı. Aynı yıl Havada Bulut, Kumpanya ve Havuz Başı isimli kitapları yayınlandı. Yazılarında

ölüm teması görülmeye başlandı. İlk zamanlar oyalanmak için sık sık resim sergilerine, şiir toplantılarına ve tiyatroya

giderken daha sonraki günlerde, çok sevdiği İstanbul'dan nefret etmeye başladı. 1952 yılında Son Kuşlar'ı yayınlandı.

1953 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Mark Twain Derneği, çağdaş edebiyata yaptığı katkılardan ötürü yazara

onur üyeliği verdi. Sait Faik'ten önce Türkiye'den Mustafa Kemal Atatürk'e verilen bu ödülü almasına kimileri karşı

çıksa da yazarın sevinerek aldığı bilinmektedir. Vedat Günyol'un anlattığına göre Mark Twain Derneği üyesi olan Halide

Edib Adıvar, derneğin Türkiye'de bu ödülü kime vereceğini araştırırken, Günyol Halide Edip'e bu kişinin Sait Faik

olabileceğini söyledi. İlgililer konuya eğilip araştırdılar ve 1953 yılında bu ödüle yazar layık görüldü. Sait Faik ödülle

ilgili olarak “Demek ki şimdiden sonra dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın dört

bucağından kendi halinde hikâyeciler de seçilecek” açıklamasını yaptı. Yine 1953 yılında, Kayıp Aranıyor isimli romanı

ve Şimdi Sevişme Vakti isimli şiir kitabı yayınlandı. 1954 yılında ise Alemdağ'da Var Bir Yılan yayınlandı ve Georges

Simenon'dan çevirdiği Yaşamak Hırsı isimli kitap çıktı.

23 Ocak 1953'te Paris'e gidebilmek için bir kere daha pasaport aldı. Ama bu pasaportu hiç kullanamadı. Ölümünden

kısa bir süre önce yazarla Burgaz Adası'nda karşılaşan Nurullah Ataç, Sait Faik'i "dudakları büsbütün incelmiş, kupkuru

ve benzi sapsarı" bulmuştu. 5 Mayıs 1954 günü yaşadığı krizde, yemek borusu kanaması nedeniyle Şişli'deki Marmara

Kliniği'ne kaldırıldı. Beş gün süren krizlerde yazara kan verilmesi de gerekti. Yapılan bütün müdahalelere rağmen yazar,

10 Mayıs'ı 11 Mayıs'a bağlayan gece saat 02:35'te İstanbul'daki bu klinikte hayatını kaybetti. Cenazesi 12 Mayıs 1954'te

Şişli Camii'nden kaldırılarak Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Naaşı, mezarlığa götürülürken, Abasıyanık'ın isteği

üzerine Kırağı Sokağı'ndaki evlerinin önünden geçirildi.


KİŞİLİĞİ

Sait Faik, eserleri ile kişiliği arasında yakın

ilişki bulunan sanatçılardan biriydi. Yazar,

hayatı boyunca çevresine uyum sağlayamamıştı

ve bu uyuşmazlık onun her şeyden şikâyet

etmesine sebep oluyordu. Hikâyelerindeki

karakterlerde olumsuz yön aramaması ve onları

iyi yanları ile göstermesinin sebebinin, yazarın

ideale ulaşma arzusu olduğu söylenir. Annesi,

Makbule Hanım'ın "Şatafattan nefret ederdi.

Dolabında her şey bulunduğu ve ailevi

durumumuz iyi olduğu halde ekseriya başına bir

kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı

arkadaşlarıyla gününü gün ederdi" tespitlerine

katılan Yaşar Nabi Nayır ise Abasıyanık

hakkında “Aristokrat değildi. Halktan üstün

görünmeye çalışandan hoşlanmazdı. Herkes

gibi olmak, herkese uymak isteği onda sonradan

edinilmiş bir his değildir. Doğuştan gelme bir

tabiattır” dedi.

Abasıyanık'ın psikolojik özelliklerine dair bir

deneme yazan Fikret Ürgüp, sanatçının

karakteriyle ilgili iki noktanın üzerinde durdu.

Bunlardan birincisi annesinin ilgisi ve babasının

aşırı ilgisizliğinin oluşturduğu iç çatışmalar ile

yazarın "çekingen, kendisini çevresinden ve

kendisinden gizleyen, anlamak ve anlaşılmak

istemeyen" bir kişiliğe sahip olduğuydu. Ürgüp

ayrıca, Sait Faik'i hayatı boyunca koruyan

annesinin, aynı zamanda yazarın kendine olan

güveninin gelişmesine engel olduğunu belirtti.

Hakkında söylenen yergiler kadar övgülere de

karşı çıkan Abasıyanık, yazarlığından söz

açıldığında işi kavgaya kadar götürüp

bulunduğu yeri terk ederdi. Sanatkâra ait bu tarz

uyuşmazlıklarla ilgili olarak Fikret Ürgüp

"Münakaşalı durumlarda, ilkel iç tepkimelerden

kuvvet alarak haşin, kavgacı ve isyankar olur ve kimseye güvenmediğini belli ederdi. İnsanlara ve topluma inanmadığı

için, kendisi gibi geleneklere isyan edip, o zamana kadar kabul edilmemiş hırsızları, cinsel sapıkları, toplumun içinden

attığı kimseleri anlayıp onlarda yaşama hakkını savunan yazarları sever ve okurdu. (Gide ve Genet gibi)” dedi.

ÖZEL HAYATI

Sait Faik'in hayatındaki en önemli insan annesi oldu. Yazar ölene kadar annesi ile birlikte yaşamayı sürdürdü.

Yaratılışındaki uyumsuzluk sebebiyle kimseyle uzun süreli dostluklar kuramasa da pek çok arkadaşı olan, herkesle

tanışık bir insandı. Burgaz Adası'ndaki balıkçılar ve esnafla birlikte zaman geçirdiği gibi, sanat dünyasından Hüsamettin

Bozok, Özdemir Asaf, Orhan Kemal, Mücap Ofluoğlu, Adalet Cimcoz, Oktay Akbal, İlhan Berk, Orhan Veli, Tarık

Buğra, Abidin Dino gibi pek çok arkadaşı ile de birlikte olurdu.

Hiç evlenmeyen Sait Faik'in evliliğe yaklaştığı üç kadın oldu. İlk evlilik teşebbüsünü annesi onaylamadı, ikincisinde

teklifi reddedildi. Annesinin isteği üzerine nişanlanan Abasıyanık'ın bu nişanı ise on ay sürdü. Vedat Günyol ise arkadaşı

Abasıyanık'ın kimseye anlatmayı sevmediği aşk hayatını öykülerinde dile getirdiğini belirterek yazarın aslında eşcinsel

olduğunu açıkladı. Günyol, yazarın eşcinselliğinin, halkın gözündeki itibarını kaybetmemesi için sanat çevrelerince

gizlendiğini söyledi. Günyol'un bu açıklamalarına katılan Fethi Naci ise Sait Faik'in ölümüne yakın yazdığı öyküleri

değerlendirirken yazarın cinsel yönelimini de göz önünde bulundurdu ve Abasıyanık'ın son dönem öykücülüğünde

söyleyeceklerini söyleyebilmek için hikâyelerinin biçimini değiştirerek gerçeklik duygusu uyandırma isteğinden

vazgeçtiğini vurguladı.

ÖYKÜCÜLÜĞÜ

Abasıyanık'ın öykücülüğü üç dönemde incelenebilir: 1936 - 1940 tarihleri arasındaki ilk dönem hikâyeleri, 1948'de

Lüzumsuz Adam kitabıyla başlayıp 1952'de yayınladığı Son Kuşlar'a kadar devam eden ikinci dönem hikâyeleri ve bu

tarihten vefatına kadar süren, Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabındaki öykülerle örneklenebilecek son dönemi.

İLK DÖNEM

Sait Faik'in ilk üç hikâye kitabı olan Semaver (1936), Sarnıç (1939) ve Şahmerdan (1940) yazarın öykücülüğündeki ilk

dönem olarak kabul edilir. Yazar, bir sonraki öykü kitabı olan Lüzumsuz Adam'ı üçüncü kitaptan sekiz sene sonra 1948

yılında çıkarttı. Bu ara dönemde, Abasıyanık'ın dilinde, üslubunda, hikâyelerinin kahramanlarında, geçtikleri çevrede

büyük değişiklikler oldu. Ayrıca, yazarın yasaklara ve toplum baskısına karşı duruşu, özgürlük ve ahlâk anlayışı da aynı

kalmadı.


Yazarın ilk dönem öykülerindeki ortak özelliklerinden biri içerdikleri insan sevgisidir. Sait Faik yazdığı ilk hikâyelerde

zenginlere kızmakta, emekçileri yüceltmektedir. Karakterleri ise geneli yansıtmaktadır. Öykülerinde anlattığı tipleri

toplumda sıkça karşılaşılabilen insanlardan seçmesi, onu bir taraftan Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu,

Refik Halit Karay gibi yazarlara yaklaştırırken, diğer yandan Sabahattin Ali'nin öncülüğünü yaptığı "sosyal

gerçekçiliğe" bağlamaktadır. Yazar küçük insanların dünyasına yönelirken uzun süre düşünüp, bilimsel eserler

okumamıştır. Anlattığı küçük insanların ekmek kavgasına ya da sınıf çatışmalarına yönelik ideolojik sanatın dışında

kalmış, kavgasız, şikâyetsiz küçük insanların mutlu dünyasını anlatmaya çalışmıştır. Bu yüzden de Abasıyanık'ın

gerçekçiliği "beş duyu gerçekçiliği"dir. Gene de Tahir Alangu'ya göre "Eskilerin varlıklarından bile haberli olmadıkları,

'küçük adamları' edebiyatımıza ilk getiren o olmadıysa bile iyice yerleştiren, bilinmeyeni gösteren, güçlü bir akım haline

getiren, en güzel hikâyelerini yazan" Sait Faik olmuştur. Bu ilk döneminde, Abasıyanık "fakir insan iyi insandır"

genellemesinden çabuk kurtulup, çalışana duyduğu sevgiyi soyutlaştırarak insan sevgisine dönüştürdü. Bu aşamadan

sonra öykülerinde kişilerin iyiliklerini ve onları ne kadar sevdiğini anlatmaya başladı. Sevgide evrenselliği yakalayan

yazar dil, din ve millet farkı gözetmeksizin insanlara eşit şekilde yaklaştı. Örneğin, Şahmerdan'daki öykülerde yazar,

sevdiği insanların dünyalarını tanımak için sürekli gezer.

Bu hikâyelerde olayların geçtiği yerler de değişiklik gösterir. Bu dönemde çıkan üç kitabındaki elli dört hikâyeden on

altısında olaylar kentte, on ikisinde Burgaz Adası'nda, sekizinde köyde, sekizinde yabancı ülkelerde, altısında kasabada,

ikisinde vapurda, birinde trende, birinde de okulda geçmektedir. Sait Faik hikâyelerinde bir "dil savrukluğu" ve "bol

Türkçe yanlışı" olduğu konusunda yaygınlanmış bir kanı vardır. Oysa, bu dönemki kitaplarından Semaver'de dört

Türkçe yanlışı, Sarnıç'ta iki Türkçe yanlışı, Şahmerdan'da ise bir Türkçe yanlışı vardır.

Bu dönemki öykülerin çoğunun cümle yapısı klasiktir. Sait Faik, bu dönemde tamamen şahsıyla özdeşleşecek bir özellik

göstermediği gibi, anlatımda genellikle konuşma dilinin canlılığından yararlanmamıştır. Yine de bu durumun istisnaları

vardır. İkinci dönem hikâyeciliği ile birlikte ortaya çıkacak "Sait Faik dili"nin coşkulu ve şiirli havasına, az da olsa ilk

dönem hikâyelerinde de rastlanır.

ORTA DÖNEM

1948 yılında yayınlanan Lüzumsuz Adam isimli öykü kitabıyla birlikte, yazarın hikâyeciliğinde orta dönemin başladığı

kabul edilir. Bu dönem 1952'de yayınlanan Son Kuşlar'a kadar sürer.

Sait Faik'in bu döneminde, en büyük değişiklik dilinde oldu ve yazar "özgür hikâye" anlayışı ile yazmaya başladı.

Abasıyanık, klasik cümle yapısına son vererek devrik cümle ve argo kullanmaya, günlük konuşma dilinden çokça

yararlanmaya başladı. Yazar, ilk hikâyelerinde rastlanan mekanlardan olan yurtdışındaki şehirler ve Anadolu'daki

köylere bu dönem öykülerinde çok az yer verdi.

Sanatçının Adapazarı ve Bursa'da geçen çocukluk günleri ile yurtdışında geçirdiği zamana ait anılara fazla yer

vermemesi, öykülerde geçmiş zaman kipine fazla rastlanmamasına sebep oldu. Sait Faik, bu dönemki öykülerinde

çoğunlukla şimdiki zaman kipini kullanmayı tercih etti. Orta döneme ait çalışmaların dikkat çeken bir diğer özelliği ise

Abasıyanık'ın "ve" bağlacını kullanmamaya gösterdiği özendir. Yazarın bu özeninde kendine Nurullah Ataç'ı örnek

aldığına inanılır.

Abasıyanık'ın ilk çalışmalarında rastlanan "insan sevgisi" teması bu çalışmalarında yerini boşvermişliğe, insan

korkusuna, kent nefretine ve umutsuzluğa bıraktı. Sait Faik'in artık daha karamsar olmasının ve gelecek umudunun

olmamasının sebebini, onu ölüme götürecek olan siroz hastalığına bağlayanlar vardır. Bu dönemki eserlerinde yazarın

içine kapandığı, yalnızlığından, kendi sorunlarından bahsettiği görülür ve bu eserlerde çoğunlukla anlatıcı kendisidir.

Sanatçının hem orta dönem hem de son dönem öykülerinde görülen bir diğer özellik ise eserlerin şiirsel dilidir.Yazar,

bu konuyla ilgili bir mektubunda şöyle bir yorum yaptı:

“Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki

ben ne hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.”

SON DÖNEM

Sait Faik'in, Alemdağ'da Var Bir Yılan isimli kitabıyla sürrealizme geçtiği kabul edilir. Vedat Günyol'a göre Sait Faik

sürrealizme, "içe tepilmiş isteklerini düşsel bir dünyada gerçek görme isteğinin verdiği dayanılmaz, ama o ölçüde olağan

bir tutkuyla düpedüz kendiliğinden" kayıvermiştir. Fikret Ürgüp de Sait Faik'in son dönem hikâyeleri hakkında Vedat

Günyol'la benzer fikirdeydi. Ürgüp bu öykülerle ilgili olarak "Artık o eski kalıplardan kurtulmuş hikâyelerdir. Bunlara

sürrealist demek yerinde olur" dedi.

Orta döneminde de birçok yeniliği deneyen Sait Faik Abasıyanık, o güne kadar geliştirdikleri ile yetinmeyerek

Alemdağ'da Var Bir Yılan'da daha farklı biçimler deneyip, topluma ve doğaya bakmadığı açılardan baktı. Ayrıca yazar,

bu döneme kadar üstü kapalı anlattığı bazı duygularını divan şairlerine özgü bir pervasızlıkla yazmaya başladı. Fethi

Naci'ye göre Sait Faik, bu döneminde yazdığı eşcinsel temalı öykülerinde anlatmak istediklerini anlatabilmek için

hikâyesinin biçimini bir kere daha değiştirerek, somut ayrıntılardan hareket yerine imgelemi kullanmaya başladı. Bu da

yazarı o günlere kadar üstünde taşıdığı "gerçekçi yazar" sıfatından uzaklaştırarak "sürrealist yazar" sıfatına yaklaştırdı.

Bazı eleştirmenler, yazardaki bu tarz değişikliğini Abasıyanık'ın ilerleyen sirozuna, yaklaşan ölümünün doğurduğu

umutsuzluğa, toplumsal baskılara ve saygınlığını kaybetme korkusunu boşvermişliğine bağladılar.

Son dönem öykülerinin bir diğer ortak özelliği ise birinde varolan bir karakterin diğerlerinde de kullanılmış olmasıydı.

Bu hikâyelerin kahramanı ise çoğunlukla Panco'ydu. Panco ilk olarak Öyle Bir Hikâye'de okuyucunun karşısına çıktı.

Yalnızlığın Yarattığı İnsan, Panco'nun Rüyası, Alemdağ'da Var Bir Yılan gibi pek çok öykünün de kahramanıydı.

Bu hikâyelerde yazarın, o güne kadar yazılarında sevgiyle andığı İstanbul'dan nefretle bahsettiği görülür. Bu değişimin

sebebini Abasıyanık'ın toplumdan, toplumun baskısından ve ahlâk anlayışından sıkılmış olması olarak görenler vardır.


Yazar önceki dönemlerinde insan sevgisi konulu öyküler yazarken, bu dönemdeki umutsuzluğunu ve İstanbul'dan artık

neden hoşlanmadığını şöyle açıkladı:

“Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”

ROMANCILIĞI

Sait Faik'in iki romanı vardır; 18 Temmuz 1940 tarihinde tamamlayıp 1944'te yayımladığı Medarı Maişet Motoru ve

1953 yılında yayımladığı Kayıp Aranıyor.

Yazar, ilk romanının toplatılmasının ardından 11 Kasım 1949'da yaptığı bir konuşmada: "Medarı Maişet isminde bir

hikâye kitabı çıkarmıştım. Hayatı toz pembe görmüyorum diye mahkeme parası ödedim, üzüntüsü de caba.

Kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı. Bütün sebep bu!" dedi. Fethi Naci, Abasıyanık'ın eserden roman

değil hikâye kitabı olarak bahsetmesine dikkat çekip, bu sözün rastgele mi yoksa bilinçli mi olduğunu sorguladı. Çünkü

bu ilk roman denemesinde Sait Faik'in başarısı tartışmalıdır. Hikâyeye göre daha uzun soluklu bir tür olan, büyük bir

"inşa kabiliyeti" gerektiren, uzun süreli ve sürekli bir çalışma sonucunda ortaya çıkan roman türü için Sait Faik'in mizacı

uygun değildi. Yazar, bir konu üzerine uzun süre odaklanamıyordu.

Dört bölüm olarak tasarlanmış Medarı Maişet Motoru'nda bölümler birbirinden bağımsızdır ve romanın yapısı tesadüfi

ilişkiler üzerine düzenlenmiştir. Yazarın, dikkat problemine bir diğer örnek de iki bölüm boyunca Fahri olarak geçen

roman kahramanının adını üçüncü bölümde Necmi olarak anmasıdır. (Bu hata ikinci baskıdan sonra düzeltildi)

Abasıyanık, eserde şekle bağlı kalamayıp olayları yer yer keserek okuyucuyu duyguya çektiği için olay örgüsünde

bütünlüğü sağlayamadı. Bu çalışma için Tahir Alangu "Aynı çevreye bağlı, zaman zaman karşılaşan kişilerin kopuk

hikâyelerinin bir roman bütünlüğünü vermeyecek kadar zayıf bağlantılarla bir araya getirilmesinden meydana gelmiş

bir taslak" yorumunu yaptı. Vedat Günyol ise "Sait Faik'in 'Medarı Maişet Motoru' isimli romanı yüzünü fazlasıyla

ağartacak bir deneme sayılmaz. Roman birbirini ancak tutan sahnelerden kurulu. Roman, kişilerinden Fahri'nin hayatı

gibi birtakım kopuk yarım şeritlerden meydana gelmiş." dedi.

Yazarın ikinci romanı Kayıp Aranıyor, roman anlatım özelliği açısından daha başarılı bulundu. Abasıyanık'ın roman

kurgusunda daha dikkatli davranması dikkat çekti. Kadın kahraman Nevin'in erkeksi bir yapıya sahip olmasının

sebebinin Nevin'in yazarı temsil etmesi olduğu iddia edildi. Bu eser, Sait Faik'in romancılığı açısından bir aşama olarak

kabul edilse bile, roman yazmak için tahammülü ve zamanı olmayan Sait Faik'i bu edebî türde çok ileri aşamalara

taşıyamamıştır. Bu açıdan da Sait Faik'in roman denemeleri, "hikâyelerinin uzaması" olarak kabul edilir.

ŞAİRLİĞİ

Sait Faik'in şiirleri de öykülerinin havasını taşır. İlk şiirlerini çocukken yazan Abasıyanık, bunları en yakın dostlarından

bile sakladı. İlk şiiri olan Hamal, 21 Ocak 1932'de Mektep dergisinde yayınlandı. Ayrıca, yazarın 1928'de Meş'ale

dergisine üç şiir gönderildiği bilinmektedir. Yazarın bu şiirlerle birlikte gönderdiği mektuptaki "edebiyatın bir heves,

bir arzudan çok bir iç ihtilâlin fışkırması olduğunu bilmez değilim, fakat her heveskâr gibi ben de içimde bir ihtilâl

varmış gibi yazı yazdım... Bugün size gönderdiğim, şu yazılar da o günlerin atılmayan, yırtılmayan mahsülü"

satırlarından, bu eserlerin ilk şiirlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Bu üç eser de biçim ve içerik olarak dönemin

özelliklerini yansıtmaktadır. Hece vezniyle yazılmış olan bu şiirlerde, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Necip Fazıl Kısakürek'in

etkileri görülmektedir. Sanatçının o dönem yayınlanmayan diğer üç şiiri ise ölümünün ardından Varlık Dergisi'nde çıktı.

Uzun süre şiir yazmaya ara veren Abasıyanık, 1936 tarihinde yazdığı bir makalede gençlik döneminde yazdığı şiirleri

de reddedercesine Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç gibi hece vezniyle şiir yazan şairleri

eleştirdi. 1939 yılında ise şiir yayınlamaya tekrar başladı. 1944 yılında Söyleyemiyorum isimli eseri İşte dergisinde

çıkana kadar çeşitli dergi ve gazetelerde şiirlerini yayınladı. Şimdi Sevişme Vakti ise sağlığında yayınlanan son şiiri

oldu. Aynı isimli şiir kitabı 1953 yılında çıktı.

Öykü alanında belirli bir seviyeye ulaşmış, kendi özgün dilini oluşturmuş bir sanatçının, edebi yaşamının belirli bir

döneminde şiire dönerek şiir kitabı yayınlamasının riskli bir teşebbüs olduğunu belirten Mehmet Kaplan, yazarın bu

geçişte başarılı olduğunu belirttikten sonra "şiirlerinde de o orijinal şahsiyetinden hiçbir şey kaybetmemiş, bilakis daha

fazla kendi kendisi olmuş. Burada onu en öz tarafıyla karşımızda buluyoruz" dedi. Abasıyanık'ın şiirlerindeki dize yapısı

ve biçim sorunu çeşitli eleştiriler alsa da, edebiyatçılar şiirlerinin de güçlü olduğu ve yazarın şiirleriyle sanat

bütünlüğünü bozmadığı konusunda hem fikirdir.

FİLMCİLİK VE OYUN YAZARLIĞI DENEMELERİ

Sait Faik, içlerinde Mengü Ertel, Ayfer Feray ve Özdemir Asaf'ın bulunduğu bir grup arkadaşıyla bir film şirketi kurma

teşebbüsünde bulundu. Plana göre kurulacak şirkete girmek için biner liralık bir ortaklık payı verilecek, Sait Faik

senaryolaştırılacak üç öykü yazacak ve Mengü Ertel de filmleri çekecekti. Abasıyanık, Burgaz Film Şirketi'nin

stüdyosunun Şişli'deki apartmanının üst katı olmasına karar vermişti. Fakat, aynı dönemde yazar hastalanarak hastaneye

yatırıldı ve bu plan gerçekleştirilemeden hayatını kaybetti. Abasıyanık'ın daha önceleri de film çekmek istediği

biliniyordu. Fikret Ürgüp, Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabındaki ilk üç öyküden sürreal bir film çekme planları olduğunu

yazarın vefatından sonra anlattı.

Sait Faik Arşivi'ndeki müsveddeler arasında ise iki tiyatro oyunu taslağı vardır. Bu oyunlardan ilkinin ismi Saül'dür ve

çeviri olduğu düşünülmektedir. İkinci oyunun ismi ise Hıfzısıhha'dır ve yazarın Grenoble'da kullandığı Fransızca gramer

defterinin arkasına yazılmıştır.

Yazarın ilerleyen yıllarda Sabahattin Kudret Aksal, Cahit Irgat gibi arkadaşlarına ortaklaşa bir tiyatro oyunu yazmayı

teklif ettiği bilinmektedir. Fakat bu plan da hiçbir zaman gerçekleşmedi. Recep Bilginer'e göre yazar bir sohbetleri

esnasında, üslubunun oyun yazarlığına müsait olduğunu ancak uzun yazmaktan hoşlanmadığını söyledi.

ÇEVİRMENLİĞİ


Sait Faik Fransızcadan çok sayıda çeviri yaptı. Çevirideki serbest tutumu sebebiyle çalışmaları bir tür uyarlama kabul

edilen sanatçının André Gide, Liam O'Flaherty gibi yazarların eserlerinden yaptığı bu çevirilerin bir kısmı uzun süre

kendi eseri sanıldı ve çeviri oldukları daha sonraki yıllarda ortaya çıktı. 2 Mayıs 1948 ile 25 Mayıs 1948 tarihleri arasında

Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan Müthiş Bir Tren, Ecel Altı, Saadet, Bir Eşek Hikâyesi, Diş Ağrısı, Çiviler, Gümüş

Saat ve Venüs'ün Sevgilisi gibi çeviri öyküleri daha sonraki yıllarda kitaplaştırılarak Müthiş Bir Tren ismiyle yayınlandı.

Müthiş Bir Tren ve Gümüş Saat yazarın ölümünden sonra 1954 yılında yayınlanan Az Şekerli isimli öykü kitabına kendi

eserleriymiş gibi alındı, daha sonra bu hata düzeltildi.

Ayrıca Georges Simenon'un L'homme qui Regarde Passé les Trains isimli romanını Gece Yarısı Trenleri olarak çeviren

Sait Faik, bu eseri 1 Aralık 1949 ile 27 Temmuz 1950 tarihleri arasında Yedigün Dergisi'nde yayınladı. Yazarın bu

çevirisi 1954 yılında Varlık Yayınları'ndan Yaşamak Hırsı adıyla çıktı.

ETKİLERİ

1950 - 1960 yılları arasında Türk edebiyatında iki tür hikâyecilik gelişti. Bunlardan birincisi toplumcu sanatçılar

tarafından geliştirilen öyküler iken, diğeri bireysel anlayış kökenli, bireyin iç dünyasına açılan öykülerdi. Sait Faik, tarz

kaygısından uzakta, anlatım incelikleriyle süslü hikâyeleri ile ikinci türün öncü şahsiyeti oldu.

Abasıyanık, kendisinden sonra gelen yazarları da etkiledi. Örneğin, Oktay Akbal, kendi öykücülüğü ile ilgili olarak

"...Sonra Ömer Seyfeddin'den kopuş, Sabahattin Ali, Sait Faik öykücülüğünün etkileri. Öykü derken ille de başı sonu

belli bir olayı anlatmak inancı değişmiş. Kendimi kendim sandığım birini, bir insanı gündelik, basit, iç yaşamıyla vermek

denemeleri. Meydan, semt, köprü gibi semt görünüşlerini vermek istekleri, ilk köklü sevgilerin belirtileri..." diyerek

geldiği noktayı Sait Faik'le birlikte andı. Adalet Ağaoğlu ise yazarlığa nasıl başladığını anlatırken "İlk gençlikten

gençliğe ağdığımız yıllarda, bilebildiğim kadarıyla beni sırtımdan yazmaya doğru güçlü bir rüzgarla iten, Sait Faik

hikâyeleri olmuştur" diyerek Abasıyanık'ın üzerindeki etkisini açıkladı. 2004'te Sait Faik'in ölümünün 50. yılında

yapılan sempozyuma katılan şair İlhan Berk, Sait Faik'te Dil isimli konuşmasında Abasıyanık'ın öykünün yapısını

değiştirmek için verili dili yıkıp yeniden yarattığını söyledi ve yazarın şiirsel dilinin İkinci Yeni şairlerini, Ferit Edgü,

Demir Özlü gibi yazarları etkilediğini belirtti. Bir diğer şair Ece Ayhan da yazarın Şimdi Sevişme Vakti isimli şiir

kitabının Cemal Süreya ve Sezai Karakoç üzerinde büyük etkisi olduğunu iddia etti.

Yazarın Medarı Maişet Motoru isimli romanı 1970 yılında, Safa Önal tarafından Ağlayan Melek ismiyle filme çekildi.

Bu filmde başrollerde Türkân Şoray ve Ekrem Bora oynadı. Savaş Dinçel, Sait Faik'in yaşamını anlatan Meraklısı İçin

Öyle Bir Hikâye isimli tek kişilik bir oyun yazdı. Bu oyun ilk kez gene Dinçel tarafından, Macit Koper rejisi ile 1993

yılında İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sergilendi. Ayfer Tunç ise Sait Faik öykülerinden yola çıkarak Havada Bulut isimli

bir senaryo yazdı. Bu senaryo filme çekilerek 2003 yılında TRT'de gösterildi.

1978 yılından itibaren, ölüm yıldönümü olan 11 Mayıs'ı izleyen ilk pazar günü Burgaz Adası'nda Sait Faik'i Anma Günü

düzenlenmektedir. Bu günde ayrıca o yılın Sait Faik Hikâye Armağanı sahibine ödülü de verilmektedir.

Sait Faik Hikâye Armağanı

Sait Faik, yaşamının son yıllarında çeşitli edebiyat matinelerine de katıldı. Bu matinelerden biri de Darüşşafaka

Lisesi'ndeydi. Lise'de yapılan ilk toplantının konuğu Fazıl Hüsnü Dağlarca olmuş ve ikinci toplantıya konuk olması için

Abasıyanık'ı ikna etmişti. Matineden sonra okulu da gezen Sait Faik, eve döndüğünde annesine mallarını kimsesiz

çocuklara güzel imkânlar sağladığını düşündüğü Darüşşafaka'ya bağışlamayı teklif etti.

Abasıyanık'ın annesi Makbule Hanım, Sait Faik'in ölümünden sonra, 8 Kasım 1954'te hazırladığı vasiyetinde mal

varlıklarının çoğunu ve yazarın eserlerinin telif hakkını bu cemiyete bıraktı. Bu vasiyetnamenin bir maddesinde de her

sene dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşacak bir jürinin, o sene içerisinde yazılmış en iyi öyküyü seçerek ona

Sait Faik ve Makbule Abasıyanık Hikâye Mükafatı vermesini istedi.

Ödül ilk kez 1955 yılında verildi. Ödülün para armağanı 1960 yılına kadar Varlık Yayınları'nca karşılandı. 1960'tan

1963'e kadar kesintiye uğrayan ödül Makbule Hanım'ın vefatından sonra 1964 yılından itibaren Darüşşafaka Cemiyeti

tarafından düzenli olarak verildi.

SAİT FAİK ABASIYANIK MÜZESİ

Sait Faik'in annesi Makbule Hanım, eşi Mehmet Faik Bey'in vefatından sonra yaşamına Burgaz Adası'ndaki evlerinde

devam etti. Yazar da kışları Şişli'de yazları ise adada annesinin yanında kalıyordu. Abasıyanık, hastalığının da ortaya

çıkmasından sonra ömrünün son on senesinin çoğunu adadaki köşklerinde geçirdi.

Yazarın ölümünden sonra Burgaz Adası Çayır Sokak 15 numaradaki evleri annesinin isteği ile müzeye dönüştürüldü.

Müze, 22 Ağustos 1959 günü açıldı. Giriş ücreti alınmayan müze pazartesi günleri hariç haftanın her günü hizmet

vermektedir.

Müzenin açılması, edebiyat dünyasında da tartışmalara sebep oldu. Orhan Seyfi Orhon, Türk sanatında birçok önemli

yazar varken işe Sait Faik'le başlanmasını eleştirdi. Orhon'un bu yazısına cevap veren Aziz Nesin ise makalesinde böyle

bir müzenin kurulmasının önemli olduğunu vurgulayarak bu müzenin bir öncü olduğunu belirtti.



EĞLENCE

KÖŞESİ

ESPİRİ ZAMANI:

- Mafya babası olmak için oğlumun adını “Mafya” koydum.

-Röntgen Filmi çektirdik, yakında sinemalarda.

- Geçen gün taksi çevirdim hala dönüyor.

- Bak şu karşıdaki uçak PİSTİ, ama bir türlü temizlemediler.

- Adamın birisi televizyona çıkmış bir daha indirememişler.

Baykuşlar vedalaşırken ne der?

BAY BAY BAYKUŞ

Yemeğin suyuna kim bandı?

KOLİ BANDI

Bebeğe patik giydirmeye çalışmışlar ama giymemiş neden?

BEBEK ANTİPATİKMİŞ

İngilizler kendi kıllarına ne der?

MICHEAL

Gülen ördeğe ne denir?

KIKIR-DUCK

Örümcek adam ağ atamıyormuş neden?

ÇÜNKÜ AĞ BAĞLANTISI KOPMUŞ.

Siviller hangi dili konuşur?

SİVİLCE

En değerli meşe hangisidir?

İZZET ALTINMEŞE

Küçük su birikintisine ne denir?

SUCUK

Hiç bozuk paran var mı?

YOK ÇÜNKÜ HEPSİNİ TAMİR ETTİRDİM.

Taşımasu annesinden nasıl su ister?

MATARAMASUKO

Aya ilk bayrağı kim dikmiştir?

TERZİ

İneklerin sevmediği element?

AZ-OT

Kırmızı giyen erkeğe ne denir?

ALBAY

En çok eşek yavrusu nerde bulunur?

SPA MERKEZİ


KİTAP VE FİLM ÖNERİSİ

Kitap Önerisi

1.Black Panther Genç Prens/Konusu:

Black Panther. Wakanda’nın hükümdarı.

O bir Avenger. Bu onun kaderi.

Ama şu anda o sadece genç prens T’Challa.

İzole edilmiş, teknolojik olarak gelişmiş bir Afrika ülkesi olan Wakanda’daki evindeyken, on iki yaşındaki T’Challa için

hayat çok kolay. Bir krallığı nasıl yöneteceğini, tahttaki kral babası Black Panther’den öğrenmeye bile henüz niyeti yok.

Ancak Wakanda’nın yakınlarındaki bir çatışma büyüdükçe, T’Challa’nın babası şaşırtıcı bir duyuru yapıyor: T’Challa ile

M’Baku’yu Amerika’daki bir okula gönderiyor. Bu prestijli bir özel akademi de değil üstelik, Chicago’nun göbeğindeki

South Side Orta Okulu’na kayıt oluyorlar. T’Challa’ya sadece acil durumlarda kullanması için ileri teknolojiyle donatılmış

bir kostüm ve bir Vibranium yüzüğü verilmesine rağmen, Amerika’da yaşamı düşündüğü kadar kolay üstesinden

gelemeyebileceğinin farkında. Özellikle, güçlü bir ulusun prensi olarak gerçek kimliğini gizlerken yeni arkadaşlar edinmek

ve kara büyüye karıştığı söylenen tehditkâr sınıf arkadaşı Gemini Jones’tan kaçınmak söz konusu olduğunda. Okulda garip

şeyler olmaya başladığında, T’Challa neler olup bittiğini ortaya çıkarmak için kollarını sıvar. Fakat bu süreçte keşfettiği

şey, hayal edebileceğinden çok daha kötüsüdür. Arkadaşlarını korumak ve kadim bir kötülüğe son vermek için, T’Challa

bir süper kahraman gibi davranmalı ve Black Panther olma yolunda emin adımlarla ilerlemeli.

2.Kiraz Ağacı ile Aramızdaki

Mesafe/Konusu:

Ailesi ve arkadaşlarının yardımıyla Mafalda,

kendisi için önemli olan şeyleri keşfetmeye çalışır.

Günlük tutar, listeler hazırlar. Her çocuk gibi

hayal kurar. Yıldızları seyretmekten büyük keyif

duyar; her gün sayıları azalsa da onları saymayı

sever.

Mafalda, doktor kontrolünde anne ve babasını

beklerken kendisi hakkındaki gerçeği öğreniyor.

Doktor Olga, Mafalda'nın altı ay sonra tamamen

görme yetisini kaybedeceğini onun için

yapılabilecek tek şeyin onun hayatını

kolaylaştıracak tarzda yönlendirilmesi olduğunu

söylüyor. Bunu duyan Mafalda, gözlerindeki gri

noktaların sebebini de öğrenmiş oluyor. Bu

noktaların giderek büyüyeceğini de.

başlıyor. Mafalda’nın hiç yanından ayırmadığı bir de kedisi var.

Okulda ona yardımcı olması için Fernando ile

anlaşılıyor. Ona körlerin kullandığı altı nokta

alfabesini öğretme görevi üstleniyor. Bir de Estella

var ki, Mafalda’nın okuldaki gözü kulağı

olmaktadır. Mafalda’nın arabadan indiğini görür

görmez okula rahat gelebilmesi için ıslık çalmaya

Görme yetisi kaybolmaya devam ettikçe Mafalda’nın endişeleri daha da artıyor. Okuldaki tek dayanağı Estella ile yaptığı

muhabbetlerinden sonra günlük tutmaya başlıyor. Görmeden de yapılabileceklerinin listesini hazırlıyor. Yaptıklarının

üzerini tek tek çiziyor. Önündeki en büyük hedefi ise okulun yanındaki kiraz ağacında yaşamak. Gözlerindeki leke

ilerledikçe ağaçta yaşayacağı günün hayaline daha da yaklaştığını hissediyor. Orada her şeyden uzakta daha iyi bir

yaşam süreceğini düşünüyor. Onun yanında olan ve en büyük desteği veren Estella oluyor.

Mafalda’nın hastalığı ilerledikçe anne ve babasının görevleri artıyor. Doktorun dediği gibi Mafalda’nın hayatını

kolaylaştırmak için yeni bir karar alıyorlar. Taşınmak. Bu köklü değişikliğin tek sebebi Mafalda’nın hastalığı elbette.

Onun daha rahat girip çıkabileceği bir eve taşınmaya karar veriyorlar. Zaten karar verdikten birkaç gün sonra da taşınma

işlemleri başlıyor. Evden eşyaları taşıyan adamların arasında kedisini bir türlü göremiyor Mafalda. Bu durumu annesine

sorduğunda ise hiç beklemediği bir cevapla karşılaşıyor. Yeni taşınacakları evde kediye izin verilmediğini bu yüzden de

kedisini hayvan barınağına gönderdiklerini öğreniyor. İşte bunu duyar duymaz Mafalda için kabus başlamış oluyor.

Evden kaçıyor. Ağlaya ağlaya sokaklarda bir o yana bir bu yana koşmaya devam ediyor. Gözlerinin görmemesine bir de

kaybolma anı karışıyor.


3.Benim Adım Palyaço/Konusu

"Benim Adım Palyaço," bir kurgu değil. İçimizden seçilen birkaç

arkadaşımızın öyküsü… Yılmadan, yorulmadan insan olma savaşımı. Uzun

soluklu bir emeğin, çabanın, üretkenliğin, inancın ve yaratıcılığın sonunda

gelen bir başarının öyküsü… Emeğiyle, alın teriyle, dayanışmayla, dostlukla

akan bir uğraşının öyküsü… Üstelik içten, sevecen, geleceğe umutla

bakan… Gerçekçi bir bakışla konuyu yakalayan Nilgün Ilgaz; arı, duru bir

dille olayları su gibi akıtıyor. Kitabın bitişi bile yeni bir romanın başlangıcını

çağrıştırıyor. Bu da, yazarın içimizden, bizden biri olduğunun kanıtı. Onun

gözlemleri, sımsıcak yüreği kalemiyle birleşince palyaço yaşamlarımız

devleşiyor. İçimizde binlerce palyaço olduğunun farkına varıyoruz. Bu

kitabı okumaktan, arkadaşlarınıza, ailenize ve hatta komşularınıza

okutmaktan gurur duyacaksınız.

Film Önerisi

1.Ejderhanı Nasıl Eğitirsin 3:Gizli Dünya/Konusu

Hicks, Vikinglerin ilk ejderha eğitmeni olmuş ve ejderhalar ile insanlar arasındaki barışı sağlama görevini başarıyla

yerine getirmiştir. Ejderhası Dişsiz ile kazandıkları bu barış, Dişsiz'in yeni keşfi ile önemini kaybeder. Dişsiz, artık

tükendiğini sandığı kendi soyuna mensup bir ejderhayı keşfeder. Bu dişi ejderha, vahşi ve zorludur. Tehlike bir kez daha

kapıya dayandığında ve Hicks'in otoritesi sınandığında, ejderha da binici de, kendi türünü korumak için önemli kararlar

vermek zorunda kalacaktır.

2.Matilda/Konusu

Araba satıcılığı yaparak para kazanan bir baba ile hafifmeşrep bir

annenin kızı olan Matilda, çocukluğundan beri kendi haline

bırakılmıştır. Bir gün kütüphaneye giderek yazılmış bütün kitapları

okumaya karar verir ve bilgilendiği ölçüde sahip olduğu telekinetik

yeteneklerin farkına varmaya başlar.


SPOR DALI TANITIMI

FUTBOL:

FUTBOL NEDİR?

21. asır itibariyle 250’nin üstünde ülkede 250 milyon oyuncuyu aşkın kişi tarafından oynanmakta olan, dünyadaki en

yaygın ve en popüler spordur. Kökeni İngilizce olan ve ayak topu manasına gelen “football” kelimesinden

gelmektedir.İki takım arasında ve iki takımın 11 er kişilik oyuncu kadrosuyla oynanır. Her takımda 5 tane de yedek

oyuncu vardır. 100 ila 110 m uzunluğunda, 65 ila 75 m genişliğinde toprak veya çim bir saha alanında oynanır.

Takımların hedefi; topu rakip takımın kalesinden içeri atarak gol olmasını sağlamaktır. Kaleler; 732x244cm

ölçüsündedir. Oyun 45 er dakikalık iki zaman dilimi içersinde oynanır. Devre arasında futbolcular 15 dakika mola verir.

Oyun esnasında futbolcuların topa el ile müdahale etmesi yasak olup yalnızca her iki takımın kalesini koruyan kaleciler,

kendileri için belirlenmiş ceza alanı dahilinde topa elle müdahale edebilirler.

FUTBOLUN TARİHÇESİ

İnsanoğlunun “top” ile oynamaya başlamasının tarihi çok eskilere dayanıyor. Mısır’da mezarlardaki duvar resimlerinde

ayakla top oynayan insan figürlerine rastlanmıştır. Hatta bu zamandan kalma, 7.5 cm çapında deri veya ketenden

yapılmış toplar 2500 yıl önceden günümüze kadar ulaşmıştır ve kimi müzelerde sergilenmektedir. Homeros da

“Odiesa”da top oyunlarından bahseder. M.Ö 2500 yıllarında da Çin’de yere dikilmiş iki mızrak arasından bir topu

tekmelemek suretiyle geçirmeye çalışarak talim yapıldığı bilinmektedir.Futbol tarih boyunca hemen hemen bütün

medeniyetlerde benzer biçimlerde boy gösterdikten sonra bugünkü haline en yakin şeklini 17. yüzyılda İngiltere’de

almıştır. Daha sonraki gelişimi ise şöyle gösterilebilir:

1841 – Futbol topunun tam bir küre biçiminde olmasının kabulü.

1848 – “Cambridge kuralları” adı altında futbol kuralları toplanmış ve bu kurallarla ilk futbol maçı Cambridge’de

öğrenciler arasında ilk futbol maçının oynanması.

1855 – Bir İngiliz takımının ilk kez yurt dışına çıkarak futbol oynaması ve böylece Almanya’da futbolun temelini atması.

1857 – İngiltere’de ilk futbol kulübü Sheffield Club’in kurulması.

1863 – İngiltere Futbol Federasyonu’nun ve böylece modern futbolun doğuşu.

1870 – Portekiz’de oturan İngilizlerin burada futbolu yaymaya başlamaları.

1871 – “Kral Kupası” veya “İngiltere Federasyon Kupası” nın başlaması.

1872 – “İngiltere-Iskoçya” : ilk milli maç.

1875 – Kalelere üst direk konulması ve topa kafayla vurulmasına izin verilmesi.

1876 – Korner kuralının kabulü.

1879 – Glasgow’dan Darwen’e para teklifiyle futbolcu getirilerek profesyonellik yolunun açılması.

1882 – Futbol kurallarında değişiklik yapmaya yetkili “International Board”un kurulması.

1885 – Profesyonelliğin İngiltere’de resmen kabulü.

1886 – Ofsayt kuralının kabulü.

1889 – Danimarka ve Hollanda’da futbol federasyonlarının kurulması.


1890 – Futbol maçlarında tam yetkinin hakemlere verilmesi.

1891 – Penaltının kabulü.

1893 – Amerika’da ilk futbol federasyonunun Arjantin’de kurulması.

1895 – İngiltere’de bayanların ilk futbol maçını oynaması.

1899 – Sürenin 90 dakika, ölçülerin 118.4 x 91.4 olarak belirlenmesi.

1901 – Sheffield United – Tottenham Hotspur federasyon kupası finalini 110.802 kişinin izlemesi.

1902 – İngiltere dışında oynanan ilk milli maçta Avusturya’nın Macaristan’ı 5-0 yenişi.

1903 – Averajın kabulü.

1904 – Belçika, Fransa, Danimarka, Hollanda, İspanya, İsveç, İsviçre’nin FIFA’yı kurması.

1906 – Kıtalar arasi ilk milli maçta Güney Afrika’nın Brezilya’yı Brezilya’da 5-0 yenişi.

1907 – Kendi sahasında bulunan bir futbolcunun ofsayt sayılmamasının kabulü.

1908 – Londra Olimpiyat Oyunları’nda futbolun ilk kez olimpiyat oyunlarında yer alması.

1905- Galatasaray Futbol Kulübü.

1907- Fenerbahçe Futbol Kulübü.

1903- Beşiktaş Futbol Kulübü.

1923- Türkiye Futbol Federasyonu kuruldu ve bu tarih itibariyle bölge turnuvaları başladı. Bugün TFF’nin düzenlediği

1.,2.,3. lig ve amatör lig müsabakaları her yıl düzenli bir şekilde yapılmaktadır.


GEZELİM GÖRELİM KÖŞESİ

CUMALIKAZIK:

Cumalıkızık evleri genelde üç katlıdır;

birbirine akraba olan ailelerin birlikte,

tam bir işbirliği ve uyum içinde

yaşamlarını sürdürdüğü bilinmektedir.

Cumalıkızık, 270 evden oluşmakta, ancak

günümüzde 180 ev kullanılmaktadır.

Evler yapılırken aile mahremiyetine son

derece özen gösterilmiştir. Evlerin dış

kısımlarında zemin ve birinci katlar ile

avlular, sokak döşemesine uygun moloz

taş ve ahşap hatıllı duvarlarla örülmüştür.

Üst kat ahşap taşıyıcı hımış dolgu, üstü

alaturka kiremitli kırma çatılıdır.

Sokaktan ev içinin görülmesi mümkün

değildir. Pencereler üst katlarda kafesli

veya cumbalıdır. Cumalıkızık evlerinde

genelde iki türlü plan uygulanmıştır.

Bunlardan birincisi etrafı moloz taşlarla

yüksek şekilde örülmüş bir duvarla çevrili

dış avludur. Buradan eve giriş kapısına ve

hayat kısmına geçilir.

gördüğüm bir yerdir

CUMALIKAZIK Bursa’da yer alıyor ve

ayrıca benimde bizzat gittiğim ve

Cumalıkızık, Türkiye'nin Bursa ilinin Yıldırım ilçesine bağlı bir mahalledir. Bursa şehir merkezine 11 kilometredir.

Ortalama 20 dakikada ulaşım sağlanır. Uludağ'ın kuzey eteklerinde kurulmuş ve hâlen yaşayan [1] beş Kızık köyünden

biridir. Diğer Kızık köyleri şunlardır: Değirmenlikızık, Fidyekızık, Hamanlıkızık ve Derekızık. Bayındırkızık, Dallıkızık,

Kızık, Bodurkızık, Ortakızık, Camilikızık, Kiremitçikızık, Kızıkşıhlar ve Kızıkçeşme ise günümüze

ulaşamamıştır. [1] Cumalıkızık Etnografya Müzesi burada bulunmaktadır. 2000'de UNESCO tarafından Dünya Mirası

Geçici Listesi'ne dahil edilen [2] Cumalıkızık, 2014'te Bursa ile birlikte Dünya Mirası olarak tescil edildi. [3][4]

Tarihçe

Kuruluşu yaklaşık 1300'lü yıllara denk gelmektedir.

Bir vakıf köyü olarak kurulan köyde, tarihi doku çok iyi korunmuştur ve Osmanlı erken döneminin kırsal kesim sivil

mimari örnekleri günümüze ulaşmayı başarmıştır. Bu özelliği nedeniyle çok ilgi çeken ve ziyaret edilen bir yerleşim yeri

olmuştur. Sık sık tarihsel filmlere mekan olmaktadır.

Uludağ etekleri ile vadiler arasında sıkışıp kalan köylere kızık adı verilmiştir. Diğer kızık köylerindeki köylülerin eskiden

Cuma namazı için toplandığı yer olduğundan bu köyün Cumalıkızık adıyla anıldığı söylenir. Bir başka söylence de, Osman

Bey'in köyün kurulduğu günün cuma günü olması sebebiyle bu köye "Cumalıkızık" adını vermiş olduğudur.

Köy meydanında köy geçmişine ait eşyaların sergilendiği bir de müze (Cumalıkızık Etnografya Müzesi) bulunur. Köyde,

Haziran ayında "Ahududu Şenliği" yapılmaktadır. Ünlü "Cumalıkızık evleri" moloz taş, ağaç ve kerpiçten yapılır, genelde

üç katlıdır. Üst katlardaki pencereler kafesli veya cumbalıdır. Ana giriş kapılarındaki kulplar ve tokmaklar dövme

demirden yapılır. Evler sarı, beyaz, mavi, mor renklere boyalıdır. Evlerin arasında kaldırımsız, taş döşeli, çok dar sokaklar

bulunur.

Köyün camisi, caminin yanındaki Zekiye Hatun Çeşmesi ve tek kubbeli hamamı Osmanlı devrinden kalmadır.

Köyde, Bizans devrinden kalma bir kilise kalıntısı da bulunur. Köyde narenciye, ceviz, kestane yetişir.

Tarihi dokusu nedeniyle sık sık dizi ve film çekimlerine sahne olur. Örnek olarak Türk Kurtuluş Savaşı'nı

anlatan Kurtuluş dizisi, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu anlatan Kuruluş dizisi ve son olarak başrolünü Emrah İpek'in

oynadığı Kınalı Kar dizisi burada çekilmiştir.


SONSÖZ:

Bu projeyi almamın sebebi Türkçe’im zayıf olmasıdır. Türkçe dersinden proje alırsam sözlü notuma etki

edeceğini düşündüğümden proje ödevimi bu ders için seçtim. Bu projenin bana yararı, proje için yaptığım

araştırmalar sonucunda yazar, şair ve şiir tanımam oldu. Ayrıca ülkemizden bazı güzel yerler ve bazı spor

dallarının kökenini öğrendim. Bu proje bana ön hazırlık, araştırma ve Office uygulamalarının kullanımını

öğrenmemde yardımcı oldu.

ARAŞTIRDIĞIM SİTELER:

Yazar için: (https://tr.wikipedia.org/wiki/Sait_Faik_Abas%C4%B1yan%C4%B1k) bu siteyi kullandım.

Şiir için:( https://www.antoloji.com/canakkale-sehitlerine-siiri/) bu siteyi kullandım.

Eğlence köşesi için aslında YouTube,dan aklımda kalmış espiriler kalmış.

Kitap ve film önerisi için ben önceden izlediğim veya okuyup beğendiğim film veya kitapları önerdim.

Spor dalı için (https://tr.wikipedia.org/wiki/Futbol) bu siteyi kullandım.

Gezelim görelim köşesi için (https://tr.wikipedia.org/wiki/Cumal%C4%B1k%C4%B1z%C4%B1k) bu siteyi kullandım.

Dergi örnekleri için “DERGİLİK” diye uygulama var ordan baktım.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!