Çarçuba 2.Sayı
14.05.2021 SAYI:2ÇARÇUBAAKTÜEL PSİKOLOJİ DERGİSİ" İNSANLıK "bensu
- Page 2 and 3: 02İÇİNDEKİLERSUNUŞ3ÇARÇUBA N
- Page 4 and 5: ÇARÇUBA NE DEMEK?Başlığın iş
- Page 6 and 7: İNSANLIK‘Umuda atılan ip gittik
- Page 8 and 9: Varoluşçu felsefe akımı kaygı
- Page 10 and 11: Bunların yerini bir zamanlar öyle
- Page 12 and 13: FOBiLERiMiZ ÜZERiNEDÜȘÜNMEKKork
- Page 14 and 15: Fobilerin oluşum nedenleri üzerin
- Page 16 and 17: İnsan, koşullar ve çevresel fakt
- Page 18 and 19: 18Bir başka yöntem de size önces
- Page 20 and 21: Karşınızdaki kişinin başına g
- Page 22 and 23: 22ipucu alabileceğimiz bir sahne i
- Page 24 and 25: insancıl yaklaşımın bireyselli
- Page 26 and 27: Otoriteye karşı gelinemez. Batı
- Page 28 and 29: ANTHONY BURGESS’ iN ROMANıNDAN E
- Page 30 and 31: 30ve bu projede kullanılabilecek d
- Page 32 and 33: 32çevresindeki kötülüklere, ken
- Page 34 and 35: İNSANA DAiRİnsan nedir, sadece bi
- Page 36 and 37: da biz tutunuyoruz. Dış dünya da
- Page 38 and 39: koruyacaksın, kabul edeceksin,dest
- Page 40 and 41: incitmesin aman birinin göz yaşı
- Page 42 and 43: SAÇMALIKLAR PALTOSUO gün güneş
- Page 44 and 45: 442013’DEN BUGÜNE KULÜP FAALİY
- Page 46 and 47: 46
- Page 48 and 49: 48
- Page 50 and 51: Sanat ve Terapi Atölyesi etkinliğ
14.05.2021 SAYI:2
ÇARÇUBA
AKTÜEL PSİKOLOJİ DERGİSİ
" İNSANLıK "
bensu
02
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ
3
ÇARÇUBA NE DEMEK?
4
EMEĞİ GEÇENLER
5
İNSANLIK
6
iNSAN VAROLUŞUNDA KAYGI
7-11
FOBİLERİMİZ ÜZERİNE DÜŞÜNMEK
12-14
İNSAN, VAR OLMAK
15-16
GERÇEKTEN NE İSTİYORUZ?
17-20
WHIPLASH FİLM ANALİZİ
21-24
KORKUYORUM ANNE FİLMİ
25-27
OTOMATİK PORTAKAL
28-33
İNSANA DAİR
34-40
BİLİNCİN DIŞINDAN ÖYKÜLER, SAHNELER
41-43
PSİKOLOJİ KULÜBÜ HAKKINDA
44-51
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
SUNUȘ
“Benim için küçük, İNSANLIK için büyük bir adım*
Dünya dışındaki bir gök cismine adım adan ilk insan
olan Neil Armstrong’un bu sözü tarihe damga
vurmuştu. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler
Birliği arasındaki soğuk savaş döneminin en önemli
ayaklarından birini oluşturan Uzay Yarışı’nın insanlık
adına bir zaferle taçlandırılması ülkeler arası
rekabetin tarihte eşi benzeri görülmemiş bir olaydır.
Eski Ahit’te anlatılagelen Babil Kulesi’nin hikayesinin
benzer ögeler taşıması oldukça ilginç. Başlarının
üzerinde uçsuz bucaksız gökyüzünü gören
insanların erişilmez olana duydukları özlemin
Dr. Öğretim Üyesi Gökçe ÖZKILIÇCI
etkisiyle dev bir yapı oluşturma arzuları neticesinde bir araya gelmeleri. Hikaye hazin bir son ile
bitiyor. Tanrı onun seviyesine gelmelerinin önüne geçmek adına işbirliği halinde olan insanların
dillerini karıştırıp birbirlerini anlamamalarını sağlıyor. Diyalog kuramayan insanlar bloklara ayrılmış
ve ortak eser yaratma arzularını terk etmişlerdir. Neticede insanlığın ortak eseri olabilecek olan
Babil Kulesi yıkılıp gitmiştir.
Bitmek tükenmez bilmeyen mücadeleler, savaşlar, göçler, devrimler, zaferler… Tarihin tozlu
sayfalarını karıştırdığımızda (ki artık bunu Google başta olmak üzere çeşitli arama motorları bizim
yerimize milisaniye de yapabiliyor) İnsanlığa dair söyleyeceğimiz o kadar fazla şey var ki. Ancak işin
en acı tarafı, karşımıza çıkan hadiselerin ağırlıklı olarak olumsuz olaylar olması. Yüz Yıl Savaşları,
Otuz Yıl Savaşı, Haçlı Seferleri, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları… Bu kadar acı hadiseden sonra
birbirimizi öldürmeksizin, insanlık için ulaşılması güç amaçlara en önce ulaşma motivasyonuyla
rakipleri alt etmeyi öğrenmek insanlığın uzaya attığı adımdan daha önemli bir adım olsa gerek. Bu
adımları atarken unutmamamız gereken en önemli ödevimizin diyalog olduğunu hatırlatmakta
fayda var.
İnsanlığın bugünlerde bir diğer en önemli ödevi ise ümitvar olmak. Nazım Hikmet’in Büyük
İnsanlık şiirinde ifade ettiği gibi, “büyük insanlığın toprağında gölge yok, sokağında fener,
penceresinde cam ama umudu var büyük insanlığın, umutsuz yaşanmıyor.” Hangi koşullarda
olursak olalım, yarınımıza ve insanlığa dair ümidimizi bir gün bile olsa kesmememiz gerekiyor. Çünkü
en son umutlar ölür…
Dr. Öğretim Üyesi Gökçe ÖZKILIÇCI
İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Psikoloji Bölümü
*https://en.wikipedia.org/wiki/File:Neil_Armstrong_small_step.wav
ÇARÇUBA NE DEMEK?
Başlığın işaret ettiği soru okuyucunun da merakına yanıt
olabilir diye düşündüm.
Farsça bir sözcük olan “çarçuba” dört çubuk anlamına geliyor
ve dilimizde “çerçeve” olarak yaşıyor.
Sevgili son sınıf öğrencilerimizin hayal ettiği bu dergi
bölümümüzün psikoloji kulübü ile işbirliği içinde hayat buluyor.
Son sınıf öğrencilerimizin yakıştırdığı isim, yani çarçuba, meslek
yaşamına epeyce yaklaşmış olan son sınıf öğrencilerimizin etik
duyarlılığına ilişkin çağrışımları içeriyor. Zira çerçeve kavramı,
psikoloji alanında üretilen tüm işlerin ayrılmaz parçası olarak
kavranmış ve kabul edilmiş demek ki! Evet; çerçevesiz iş
yapamayız. Ne yapıyoruz, ne için yapıyoruz, nasıl yapıyoruz, yapacağımız iş ne kadar süreyi
kapsayacak ve karşılığı ne olacak soruları ile düşünmek ve tasarlamak mesleki eylemlerimizin içine
yerleştiği çerçevedir. Çerçeve, belirli bir yaşantıyı veya işlemi yaşamın akışı içinde fakat ondan ayrı
bir zaman ve mekan ilişkisi ile tanımlayan bir kavram.
Derginin hazırlığı ve hayata geçişi gerçek anlamda bir öğrenci etkinliği olarak gelişti. Bölüm
hocalarımız ve öğrencilerimiz olarak bu dergi için heyecanlıyız. Öğrencilerimiz “alan –alıcı” rolünün
ötesine geçerek “veren, üreten” rolüne hazırlanmış oluyorlar. Bir bakıma meslek hayatına mesleki
üretim ile adım atmış oluyorlar. Düşüncelerini bilgileriyle birleştirip yazıya dökmek, ifade etmek,
cesaretini gösteriyorlar. Rektör hocamız Sn Prof. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu’nun pek beğendiğimiz
tanımlarıyla “bilgiyi bilince dönüştürme” nin örneğini veriyorlar. Ne mutlu bize ki, öğrencilerimizin,
yakın zamanda meslektaşımız olacak gençlerin mesleki alana düşünsel emek ve üretimle kalıcı bir
adım atmış olmalarında bir parça payımız var.
Derginin oluşumunda ortaya atılan düşünceler, tasarımlar, planlar, yazılar, hepsi ama hepsi
gerçekten öğrencilerimizin kendi çabalarıyla gerçekleşti. Üniversitemiz ve fakültelerimizin öğrenci
kulüplerinden alınan desteklerle süreç ilerledi. Kurumsal yapı içinde sağlanan destek, derginin
sürdürülebilir olması ve geniş bir okuyucu grubuna ulaşabilmesi yönünde umut vericidir.
Çarçuba’ya hoş geldin ve yolun açık olsun dileklerimizle…
İYYÜ Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Öğretim Üyeleri adına
Bölümü Başkanı
Dr.Öğretim Üyesi Hatice Nevin Eracar
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
EMEĞi GEÇENLER
Akademik Danışma Kurulu
Dr. Öğr. Üyesi Nevin ERACAR
Dr. Öğr. Üyesi Gökçe ÖZKILIÇCI
Öğr. Gör. Cihan ASAROĞLU
Dr. Öğretim Üyesi Mehmet Fatih Varlı
Hakemler
Araş. Gör. Büşra Ceren TANGÜL
Araş. Gör. Gamze UZUNORMAN
ÇARÇUBA Aktüel Psikoloji Dergisi
Kurucu Yazman-Gökçe Gülizar Akyüz
Yazman-Nisa Nur ATEŞ
Yazman-Elife EKER
Yazman-Rumeysa ÇALIŞKAN
Yazman-Elif ÇAMCAN
Ressam-Gülay ŞENGÜL
Ar-Ge -Elif DEĞİRMENCİ
Psikoloji Kulübü Yönetim Kurulu
Danışman- Dr. Öğr. Üyesi Nevin ERACAR
Psikoloji Kulübü Başkanı- İrem YAZGAÇ
Psikoloji Kulübü Başkan Yardımcısı- Rumeysa ÇALIŞKAN
Psikoloji Kulübü Yazmanı- Gökçe AKYÜZ
Psikoloji Kulübü Yazmanı- Elif ÇAMCAN
Psikoloji Kulübü İletişim Sorumlusu- Elif DEĞİRMENCİ
Psikoloji Kulübü Afiş Sorumlusu- Emine ŞENGÜL
Psikoloji Kulübü Sosyal Medya Sorumlusu- Kader DEMİR
Tasarım Kulübü Yönetim Kurulu
Danışman- Dr. Öğretim Üyesi Özlem VARGÜN
Grafik Tasarım-Aleyna DÖNERKAYALI
Grafik Tasarım/Kapak Tasarım-Bensu Hilal EROL
Grafik Tasarım-Tuğçe KARAKÖZ
İNSANLIK
‘Umuda atılan ip gittikçe gerilince
Baharla yeni açan yaprağa tutundum
Solacağım sonbaharda’
-Cahit Zarifoğlu
Gülay Şengül
İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
4. Sınıf Öğrencisi
Fen Edebiyat Fakültesi
06
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
İNSAN VAROLUȘUNDA KAYGı
İnsan ana rahminden ayrıldığı ilk an
hayata kaygı ile başlar. Ağlayacak mı,
ağlamayacak mı? Ciğerlerine ilk oksijenin
temas edeceği an nefesler tutularak
beklenir. İnsanın ana rahmine ilk düştüğü
zamana gidecek olursak da insan hep
eksiktir ve tamamlanmaya çalışır. İnsan tam
olabilir mi, olabilirse nasıl ve ne zaman
olabilir? İnsan kaygıyla doğar, eksikliğini
tamamlamaya çalışarak büyür, büyürken
çeşitli aşamalardan geçerek kendini
gerçekleştirmeye çalışır. Ancak bu aşamalar
ne sırayla olur ne de aşılan aşama geride
kalır. Her varılan aşamaya öncekiler eşlik
eder ve öngörülemez bir dansla yola devam
ederler.
İngilizlerin evleri için dediğini, ben
kederim için diyorum: Kederim benim
kalemdir. Birçoğu, keder sahibi olmayı
yaşamın refahlarından sayar (Kierkegaard,
2020: s.18). Kierkegaard burada “My home is
my castle” (Evim benim kalemdir veya
herkesin evi kendi kalesidir) özdeyişine
gönderme yapmaktadır. Ben burada keder
yerine kaygıyı önereceğim. Kaygı bizim
kalemizdir. Fazlası bizi içine çekecek, azı ise
bizi savunmasız bırakacaktır. Kaygımı ne
kadar tanıyor ve dengeleyebiliyorsak biz o
kadar güçlüyüzdür. Varoluşumuzdan bu
yana bize eşlik eden kaygıyı sahne dışı
bırakamayız. Ayrıca unutmayalım ki sahne
dışı da tiyatro salonuna dahildir, sadece
izleyiciler göremez. Sahne dışından sufle
edilir, destek verilir, hazırlıklar yapılır vs.
Kaygıyı istediğimiz kadar sahne dışına atalım
o kapıdan çıkıp bacadan girecektir. Kaygı ile
yapabileceğimiz en iyi şey itişip kakışmadan
sahnede birlikte var olabilmek gibi
gözüküyor.
Kaygıyı korkuyla karıştırmamaya dikkat
etmek gerekir. Bu farkı anlamamıza yardımcı
olan temel fark korkunun bir nesnesinin
olmasıdır. Korku canlı ya da cansız herhangi bir
şeye karşı duyumsanır. Ancak, kaygının herhangi
bir nesnesi yoktur. Nereden geldiği ya da nereye
gittiği bilinmez. Bu yüzden insanlar onu sahne
dışı bırakmaya çalışır. Korku nesnesi belli olduğu
için zapt edilen bir duygu iken, kaygı asla kontrol
altına alınamaz. Çünkü sonlu bir varlık olan insan
sonluluğunu asla yenemez (Alıntılanan Deren,
1999: 116; aktaran Manav, 2011: 207). Kaygının
nesnesinin hiçlik oluşu ve insanı yönlendirdiği
geleceğin yarattığı tedirginlik bir yandan sürekli
bir kaygıyı ifade ederken, bir yandan da insanın
yaşamını anlamlandırmasına yardım eder. Kaygı,
insanın dünyasının anlamsızlığı karşısında
üzerine çöken hiçlik durumundan silkinmesi ve
kendine gelmesi için gerekli olan bir ruh
durumudur. (Alıntılanan Güçlü ve diğerleri,
2002: 710; aktaran Manav, 2011: 206). Yani kaygı,
insanın kendi varoluş yolculuğunu
anlamlandırmadaki en yakın yol arkadaşıdır.
07
Varoluşçu felsefe akımı kaygı kavramını
etraflıca incelemiştir. Kierkegaard, varoluşçu
felsefede kaygı kavramını ilk inceleyen filozoftur.
Kierkegaard insanın yalnızca biyolojik ve
rasyonel yanıyla ele alınmasının yetersiz
olduğunu psikolojik yönünün de önemli
olduğunu vurgulamıştır. Bu düşüncesinden yola
çıkarak kaygı kavramını ele almıştır. Kierkegaard’a
göre kaygı insanın hiçlikten kurtulmasındaki en
önemli adımdır ve kendini bulmasında gerekli
olan en temel duygu durumdur. Heidegger,
Kierkegaard’dan sonra kaygı kavramını ele alıp
geliştirmiştir. Kierkegaard’ın hiçlikten kurtuluş
için gerekli gördüğü kaygı kavramı, Heidegger’de
hiçliğin tehdidi karşısında yolunu kaybeden
varoluşun içine düştüğü güvensizlik duygusu ve
insanın hem dünyaya fırlatılmışlığının hem de
ölümlü varlık oluşunun farkına varmasıyla ortaya
çıkar (Alıntılanan Güçlü ve diğerleri, 2002: 710;
aktaran Manav, 2011: 207).
Dasein, Heidegger’ın “insan olma olanağı”
kavramını tanımladığı varoluşsal bir karakterdir.
Heidegger varlığın anlamını Dasein ile arar.
Dasein dünyaya fırlatılmış bir varlık olduğunu
fark ettiğinde kaygı duymaya başlar. Karanlığın
aydınlığı anlamlı kılması gibi nesnesi hiçlik olan
kaygı, Dasein’ın varlığını aydınlatır. Dasein
özne haline gelir ve özgür bir varlık
olduğunun farkına varır. Olanaklarını özgürce
gerçekleştirmek ister ancak olanakların
hepsini gerçekleştiremeyeceğini anlar.
Olanakların olanaksızlığı onu kaygılandırır.
Olanakların sonuncusu ise ölümdür. Henüz
gerçekleşmemiştir ama hep vardır. Ölüm
olanağı Dasein’e olanakların tamamını
gerçekleştiremeyeceğini hatırlatır. Ölümün
gerçekleşeceği kesindir ama zamanındaki
belirsizlik durumu onu kaygılandırır. Kaygı
Dasein’in insan olma yolundaki en belirleyici
faktördür. Kaygı Dasein’i kendisi yapar
(Alıntılanan Çüçen, 2003: 87−88; aktaran
Manav, 2011: 209)
Kaygı bir hiçlik halidir ve Dasein’ın sonlu
varlık oluşu ile yüz yüze gelmesi sonucu
ortaya çıkar (Manav, 2011: 209). Yani insan
doğası gereği sonlu ve eksik bir varlıktır, bu da
insanda kaygı yaratır. Mesela ana rahmine
yeni düşmüş bir bebeği düşünelim. Eksiktir ve
bir parazit gibi yaşar, kendi gelişimini
gerçekleştirebilmek için anneden ve
vücudundan faydalanır. Her şey yolunda
gider ve ana rahminden ayrılmayı
başarabilirse eksikliğini tekrar hatırlar.
Yaşadığı ortamdan çok daha soğuk bir
dünyaya gelir ve hemen şimdi kendi
ciğerlerini kullanarak nefes almalıdır.
Eksikliğini fark eder ve kaygılanır, bebek ilk
burada ağlar. En çok bebekliğimizde ağlarız
çünkü en çok bebekliğimizde eksiğizdir. En
temel ihtiyaçlarımızı karşılayamayız ve
hayatta kalmak için ötekine ihtiyaç duyarız
ama eksikliğimiz hiç bitmez. Ağzında
annesinin memesi olan bir bebeğin gözü
bazen babasının yediği yemekte kalır, süt
yetmez ve daha fazlasını ister. En sonunda da
ölümlülüğünü fark eden insanın gözünde
sonsuzluk kalır ve onu ister.
08
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK”
Yalom, Varoluşçu Psikoterapi kitabında 4
temel varoluş kaygısını ele almış ve çalışmıştır.
Bunlar ölüm, özgürlük, sorumluluk ve
anlamsızlıktır. Bu dört temel kaygıyı yaşam
haritasındaki dört temel yokuş olarak
düşünebiliriz, aralarda çeşitli yollar vardır.
Bazen bir kaygı yolunu aşabilsek bile yaşam
haritasındaki karmaşık yollar bizi herhangi bir
kaygı yokuşunun herhangi bir noktasına
çıkarabilir. Yani bu dört temel kaygımızla
geçinerek yaşayabilmemiz insan olabilmemize
ve kendimizi gerçekleştirebilmemize olanak
sağlar. Ancak, her ne kadar bu kaygılarla
yaşayabilsek de bir gün bazı unsurlar bu
kaygılarımızı gıdıklayabilir ve harekete
geçirebilir.
Yalom kitabın ilk bölümünde ölüme yer
vermiştir. Oldukça haklı bir sıralamadır.
Varoluşumuzu ele alacaksak olmayışımızın
kaygısını düşünmek önceliktir. Manilius
“Doğumda bile ölürüz; son başlangıçta vardır.”
demekte ve ölüm gerçekliğine dikkat
çekmektedir (Bakırtaş, 2011: 646). Ölüm
insanlıktan bile önce vardı ama her insanın
ölümle temas etmesi biriciktir. İlk başlarda şehir
efsanesi gibi duyduğu ölümü ancak çevresinin
ölümüyle biraz daha anlamlandırma şansı bulur
insan. Çevresinden birinin ölümü bile tam
olarak anlaşılır değildir ve belirsizlik doludur.
Ancak, kendi ölümüyle netlik kazanacaktır
ölüm. İnsanlık genelde burada hızlıca netlik
yerine belirsizliğin yarattığı kaygıyı seçer.
Yapılması gerekense biz doğmadan bile önce
var olan ölümü kabul etmek bununda insan
olmaya dair bir özellik olduğunu kabul
ederek yaşamaktır. Bir Kızılderili
atasözü der ki “Doğduğunda sen
ağlamıştın, herkes bayram
etmişti. Öyle bir hayatın
olsun ki öldüğünde
herkes ağlasın, ,
sen bayram
et.”.
Ölüm gerçek olandır, ölümlülüğünü kabul
ederek insan sınırlarını görmüş olur. Ölümün ne
zaman olacağı belirsizdir bu sebeple esas olan
şimdi ve burasıdır. Şimdi ve buradaya yatırım
yapan kişi öldüğünde bayram edecek kişidir.
Ölümle karşı karşıya kaldıktan sonra, önemli
değişim gösteren insanlara ait örneklerde
psikoterapi açısından belirgin ve önemli
sonuçlar vardır (Yalom, 2018: 62−63). Ölüm
fiziksel varlığımıza son veren bir kavram
olmanın yanında yaşama eyleminin anlam
kazanmasına muhteşem ölçüde yardımcı olur.
Ölümün kabul edilmesi insan hayatını büyük
ölçüde değiştirmektedir. Çeşitli koşul ve
durumlarda ölüme yakınlaşan ya da ölümü
teğet geçen insanların yaşam kaliteleri büyük
ölçüde değişmektedir. Senatör Richard
Neuberger kanserden ölmeden kısa bir süre
önce şu değişiklikleri ifade etmişti:
Dönüşü olmayacağını düşündüğüm
değişiklikler oldu bende. Saygınlık, politik
başarı, mali durum gibi konular birdenbire
önemsiz hale geldi. Kanser olduğumu fark
ettiğim o ilk saatler içinde parlamentodaki
yerimi, banka hesabımı ya da özgür dünyanın
kaderini hiç düşünmedim… Karım ve ben
hastalığımın teşhis edilmesinden bu yana hiç
kavga etmedik. Eskiden onu diş macununu
alttan sıkmak yerine üstten sıktığı, benim titiz
iştahıma uygun şekilde ikramda bulunmadığı,
konuk listesini bana danışmadan hazırladığı,
kıyafetlere çok fazla para harcadığı için
azarlardım. Şu anda ya bu konuların farkında
değilim ya da önemsiz görünüyorlar…
09
Bunların yerini bir zamanlar öylesine
kabul ettiğim şeylerin yeniden takdir
edilmesi aldı- bir arkadaşla öğle yemeği
yemek, Muffet’ın kulaklarını kaşıyıp
mırıltılarını dinlemek, karımın arkadaşlığı,
başucu lambamın altında kitap ya da dergi
okumak, bir bardak portakal suyu ya da bir
dilim kek için buzdolabını talan etmek.
Sanırım ilk defa hayatın tadını çıkarıyorum.
Sanırım ölümsüz olmadığımı fark ettim. Sahte
gurur, yapay değerler ve kibirli bakışlarla – en
sağlıklı olduğum zamanlarda bile – kendi
adıma yazık ettiğim bütün o anıları
hatırladığımda ürperiyorum (Alıntılanan
Neuberger&Frank, 1962; aktaran Yalom, 2018:
56).
Yalom, ikinci bölümde sorumluluk
kavramından bahsetmektedir. Sartre’ın
özgürlük görüşü çok geniş kapsamlıdır:
İnsanoğlu yalnızca özgür değildir, özgürlüğe
mahkumdur da. Ayrıca özgürlük, dünyadan
sorumlu olmanın (yani dünyayı anlamla
doldurmaktan da sorumludur) ötesine
geçmektedir: İnsan ayrıca kendi hayatından
da tamamen sorumludur; yalnızca
eylemlerinden değil, eyleme geçmediği
durumlardan da sorumludur (Yalom, 2018:
298). Öncelikle söylemeden edemeyeceğim
ki az önceki cümlelerde insanoğlu demek
yerine insan ya da insanlık demeyi tercih
ederdim. Yalom, Sartre’ın özgürlük görüşünü
biraz sert bulmaktadır. Mesela Sartre’ın
görüşüne göre ben dünyanın herhangi bir
ucunda yapılan hayvan katliamından
sorumluyum. Bu konu hakkında az bilgi
sahibi olmam ya da kendimin bir şey
yapamayacağımı düşünüyor olmam yeterli
sebepler değil. Bu konuda az bilgi sahibi
olmamın benim seçimim olduğu, en azından
çevremle bunun hakkında sohbet etmemin
ve eleştirmemin bile bir eylem olduğu
düşüncesi hâkim olacaktır. İnsan kendisini ve
dünyasını tasarlamayı ve sorumluluğu eline
almayı kaygı verici bulur. Dünyada insanın
kendi yarattıklarının dışında başka bir anlam
yoktur (Yalom, 2018: 299).
10
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLı”
Yalom, üçüncü bölümde varoluşsal
yalıtım kavramını ele almıştır. Varoluşsal
yalıtım, yalnızlık alanıdır. Ölümlülüğünü ve
özgürlüğünü fark eden insan kendisini bu
yalnızlık alanında bulacaktır. Yazımın başında
da söylediğim gibi insan bu temel kaygılar
arasında ta ki ömrünün sonuna dek dolaşıp
durur. Ölüm oldukça gerçektir ve varoluşsal
yalnızlığımızı anlamada bize oldukça destek
olur. Ölüme insan tüm yalnızlığıyla gider, o
yolda ona eşlik edecek kimse yoktur. Annesi,
babası, eşi, dostu, hayvanı ya da herhangi bir
şeyi ölümünde ona eşlik edemez. Ölüm kişiye
aittir ve bu da varoluşsal yalnızlık kaygımızı
harekete geçirir. Yani mitolojideki Kharon ve
Hermes boşuna değildir, insan ölümde
kendisine eşlik edecek birilerini arar.
İnsan kendisini temel yalıtım
duygusundan nasıl korur? İnsan kendi
payına düşen yalıtımı alır ve ona cesaretle ya
da Heidegger’in ifadesiyle “karanlık” la
dayanır. Geri kalana gelince, kişi tek
başınalıktan kurtulmaya ve bir başkasıyla ya
kendisi gibi bir insanla ya da ilahi bir varlıkla
bir ilişki içine girmeye çabalar. Bu nedenle
varoluşsal yalıtım korkusuna karşı en büyük
destek, yapısı gereği ilişkiseldir ve varoluşsal
yalıtımların klinik belirtilerini anlatışım ister
istemez kişilerarası ilişkiler etrafında
merkezlenmelidir (Yalom, 2018: 488).
Varoluşsal yalıtımımızın gerçekliğiyle
yüzleşip onu kabul edersek diğer insanlara
sevgiyle yönelebiliriz. Bu kaygımızı yok
saydığımızda ise görmezden geldiğimiz
kaygının içerisinde yanımızdaki gerçek
anlamda kuramadığımız ilişkilerimizle birlikte
debelenip durmuş oluruz.
Yalom, son bölümde anlamsızlık
kaygısından bahsetmiştir. Hayatın anlamı
nedir? Neden yaşıyoruz? Sonunda ölüm
varsa şimdi neden yaşıyoruz? Ölümün
olduğu bir dünyada yaşamanın anlamı
nedir? Bu sorulara cevap aramak hem
cesaret işi hem de oldukça acı vericidir.
Elli yaşında Tolstoy intiharın kıyısına
gelmişti:
Hayatımın ellinci yılında beni intihar
fikrine fazlasıyla yaklaştıran soru, gelişmemiş
bir çocuktan en zeki bilgeye kadar her
insanın ruhunda yatan en basit sorudur: “Şu
anda yaptığım ve yarın yapacağım şeyden
ne yarar gelecek? Benim bütün hayatımdan
ne yarar gelecek?” Başka şekilde ifade
edecek olursam – “Neden yaşamalıyım?
Neden bir şey istemeliyim? Neden bir şey
yapmalıyım?” Yine başka bir ifadeyle: “Beni
bekleyen kaçınılmaz ölümle tahrip
olmayacak herhangi bir anlam var mı
hayatta? (Alıntılanan Tolstoy, 1929: 12,
aktaran Yalom, 2018: 562−563)
Nietzsche “Neden yaşadığını bilen kişi her
durumda hemen her şeye katlanabilir”
demektedir. Bu söz az önce okuduğunuz
Tolstoy’un paylaşımının neden acı dolu
olduğunu daha anlaşılır kılacaktır çünkü
Tolstoy henüz sorularını cevaplamamıştır.
Buradaki temel soruları cesaretle kabul edip
incelemeliyiz. En zor olan anlam ve soru
görmezden gelinmemelidir.
Kaygı olumsuzdur çünkü akıl dışıdır ve
rahatsızlık verir. Aynı zamanda olumludur
çünkü kişinin kendisi olmasına yardımcıdır.
Kararlarımıza ve eylemlerimize büyük ölçüde
kaygılarımız yön vermektedir. Bu sebeple
varoluşumuzu gerçekleştirmemizdeki temel
görevimiz kaygıyı kabul edip hayat
yolculuğunda bazen yokuş çıkmayı göze
almaktır. Yaşamak cesaret işidir!
Gökçe Gülizar AKYÜZ
4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Kaynakça:
Bakırtaş, T. (2018) Varoluşçu Psikoterapi (I.D. Yalom). ÇÜİFD, 18(1): 645-649.
Kıerkegaard, S. (2020) Aforizmalar. İstanbul: Pinhan Yayıncılık.
Manav, F. (2011) Kaygı Kavramı. Toplum Bilimleri Dergisi, 5(9): 201-211.
Yalom, I.D. (2018) Varoluşçu Psikoterapi. İstanbul: Pegasus Yayınları.
11
FOBiLERiMiZ ÜZERiNE
DÜȘÜNMEK
Korku kavramı, insanlık tarihinin ilk yıllarından
beri hayatımızda bulunan ve yeri geldiğinde
hayatta kalmamızı sağlayan bir yapıdır. Hayatta
kalmamız demişken aslında binlerce yıl
öncesinden bahsetmekteyim. Atalarımız eğer
ateşten, yeni yerler keşfetmekten veya
hayvanlarla mücadele etmekten korksaydı belki
de hiçbir zaman gelişemez ve bir ilerleme
kaydedemezlerdi. Aynı şekilde anormal
durumlarda korku anında meydana gelen savaş
ya da kaç tepkimiz olmasaydı hayatta
kalmamamız oldukça zor olabilirdi. Savaş ya da
kaç mekanizması vücudumuzun tehlike anında
savunma mekanizmasını oluşturur. Geçmişte
atalarımız için bu yırtıcı bir hayvanla karşılaşmak
olsak da evrimleşerek günümüzde bize
yaptıklarımız için sinirlenen patronumuz haline
gelmiş olabilir. Genel anlamda baktığımızda
korku tepkimiz işlevsel ve bazen bizi harekete
geçiren yapıdır. Ancak korku tepkimizin her
zaman bu kadar olumlu sonuçları olmayabilir.
Korkunun, hareketlerimizi sınırlayan ve bize
kendimizi çaresiz hissettiren bir yönü de
bulunmaktadır. Bazen bu çaresizlik giderek artar
ve denetlenemez hale gelir. Aynı şekilde
korkularımız yaşamımızın kalitesini düşürmeye ve
günlük yaşamımızdaki gidişatımızı etkilemeye de
başlar. Bu durumda karşımıza fobi kavramı çıkar.
İnsanlar iki temel içgüdüsel korku ile doğarlar.
Bunlardan birincisi yüksek ses ikincisi ise düşme
korkusudur. Öyleye diğer korkularımızı oluşturan
şeyler nelerdir?
Hayatımızda kendimizde olmasa bile
çevremizdeki insanlardan onların sahip
olduğu fobileri duymuşuzdur. Bunlar;
yükseklik (akrofobi), yılan (ofidiyofobi)
veya kapalı alan (klostrofobi) gibi fazla
bilinen fobiler olabilir. Ya da güzel
kadınlardan korkmak (venüstrafobi), iş
fobisi (ergofobi) veya cep telefonundan
uzak kalma (nomofobi) gibi fazla
duyulmamış fobiler de olabilir. Bazıları
bizim için oldukça şaşırtıcı veya anlamsız
gelse de fobiyi yaşayan kişi için bu
durumlar işlevselliğini etkileyen ve
günlük yaşamını zorlaştıran bir güce
sahiptir. Bu anlamda baktığımızda klasik
anlamda fobinin tanımından şu şekilde
bahsedebiliriz: Fobi, normalde
korkulmayacak belli bir durum ya da belli
bir nesne ile karşılaşınca ortaya çıkan
korkudur. Kişi bu durum ya da nesne
karşısında bu denli korkulmayacağını
bilir; korkusunu anlamsız, yersiz bulur.
Fakat yine de korktuğu nesne ya da
durumdan kaçınır (1). Tanım üzerinden
bakacak olursak eğer korku ve fobi
kavramlarının iyi ayrılması gerekmektedir.
Bir nesne ya da duruma fobi dememiz
için bazı koşulları göz önünde
bulundurmalıyız. Karşımızdaki durum ya
da nesne gerçekten de tehdit içeriyorsa
buna fobi diyemeyiz. Örneğin, ormanlık
bir alanda yılan çıkmasından korkmak
12
13
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK”
korkmak tam olarak fobi sayılmaz. Ancak yılanın
ismini duymaktan rahatsız olmak, belgeseller
izlemekten kaçınmak bir fobi olabilir. Aynı
zamanda örnek olarak şunu ekleyebiliriz ki
bunun dışında asansörden korkup yine de
asansöre binilmesi de fobi olarak
adlandırılmayacaktır. Ancak kişi çok katlı bir
yere çıkmak için bile asansöre binmekten
kaçınıyorsa buna fobi olarak bakabiliriz. Bunun
gibi farklı birçok durum ya da nesne ile ilgili
örnek verebiliriz. Psikiyatrik sınıflandırma
açısından bakıldığında fobilere baktığımızda;
Ruhsal Hastalıkların Tanısal ve İstatistiksel
Kılavuzu V (DSM V)’de fobi sınıflaması;
agorafobi, özgül fobiler, sosyal bunaltı
bozukluğu (sosyal fobi) şeklindedir (2).
Fobilerin tek tek tanımını yapmak yerine
nedenler üzerine düşünmek daha yaralı
olacaktır. Çünkü fobilerin oluşum nedenleri
kesin olarak bilinmemektedir. Aynı fobinin
oluşumundaki etkenler bile kişiden kişiye göre
farklılık göstermektedir.
Davranışsal etkenler açısından bakacak olursak
eğer; çocukken köpek tarafından kovalanan bir
kişi, yetişkinlik döneminde de köpeklere
yaklaşmaktan hatta onları görmekten korkabilir.
Yoluna çıktığında yolunu değiştirebilir veya
veya aynı ortamda bulunmak dahi
istemeyebilir. Bu durumda nötr bir uyaranın
kaygı oluşumunda koşullu uyaran haline
geldiği söylenebilir. Ve kaygıdan sürekli
kaçınmayla ve davranışın pekişmesiyle birlikte
durum kalıcı hale gelmektedir. Aslında fobiler
davranışçı görüşe göre öğrenilmiş durumlardır.
Kişinin geçmişinde yaşadığı travmatik bir
durumun fobi olarak karşısına çıkabileceği
düşünülmektedir. Ancak burada bilinmesi
gereken önemli bir nokta şudur ki; köpek
tarafından kovalanan her çocuk bir travma
yaşamıştır diyemeyiz. Travma kişinin yaşadığı
olayı değerlendiriş biçimiyle ilgilidir. Çünkü
travma olayda değil kişidedir. Ortak bir
yaşantıyı paylaşan insanların değerlendirme
biçimleri birbirinden tamamen farklı olabilir.
Aynı şekilde yaşadığı durumdan çok daha
sonra benzer bir durum yaşayan bir kişi daha
sonradan da fobi oluşturabilir. Psikanalitik
etkenlerde ise durum daha derinseldir.
Altbenliğe özgü bilinçdışı dürtülere karşı denge
kurmaya çalışan benlik, herhangi bir nedenle
zayıflar ya da dürtülerin gücü artarsa,
benlik-altbenlik arasında bir çatışma ortaya
çıkar. Çatışma durumunda kalan benlik
bunaltıya karşı savunma düzeneklerini
harekete geçirir. Yer değiştirme düzeneği
bunaltının belli bir nesneye ya da duruma
bağlanmasını sağlar. Böylece fobi oluşur. Kişi
fobik durumdan kaçınabildikçe kendini rahat
hissedecektir. Freud bir erkek çocuğundaki at
fobisini incelemiş, çocuğun bilinçdışında
babasına karşı duyduğu korkunun ata
aktarıldığını ve böylece fobi geliştirdiğini ileri
sürmüştür. Bu vaka fobilerin psikodinamik bakış
açısıyla incelenmesini içeren literatürdeki ilk
örnektir (3). Psikanalitik kurama göre fobilerin
oluşumu daha çok çözümlenmemiş çocukluk
çağı ödipal dönem sorunlarından
kaynaklanmaktadır.
13
Fobilerin oluşum nedenleri üzerine farklı bakış açıları olsa da tam olarak bildiğimiz şey şudur ki
nedenler kişiden kişiye değişmektedir. İnsanın kendi nedenlerine yönelmesi bu anlamda yararlı
olacaktır. Fobisi olan birisine ‘bunda korkulacak bir şey yok ki’ tarzındaki söylemlerin işe
yaramadığını da eklemeliyim. Çünkü anladığımız üzere nesneden ya da durumdan korkmak kişinin
elinde olmayan bir durumdur. Her ne kadar korkunun işlevselliğinden bahsetsek de çaresizlik
yönünü de unutmamalıyız. Bu anlamda yazımızı Montaigne’nin sözüyle bitirebiliriz, “Korku, bazen
ayaklarımıza kanat takar, bazen de ayaklarımızı yere çiviler.”
Nisa Nur ATEŞ
Psikoloji 4. Sınıf Öğrencisi
T.C İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Kaynakça:
Öztürk, O. ve Diğerleri) Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı
Derneği Yayını No.7. Ankara: 1981, s. 347.
Öztürk, O. ve Diğerleri) Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı
Derneği Yayını No.7. Ankara: 1981, s. 347-348.
Öztürk, O. ve Diğerleri) Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı
Derneği Yayını No.7. Ankara: 1981, s. 351.
14
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
İNSAN, VAR OLMAK
Edvard Munch
“Melancholy”
1891−1893
Antik Çağ felsefesinden
başlayarak, insan sorunuyla
hesaplaşmadan adım atılmadığı
kolayca söylenebilir (Ketenci ve Topuz,
2013: 2). İnsan tüm canlılar arasında
kendini tanımlama ve bir kimlik
kavramı geliştirme ihtiyacı içinde olan
tek varlıktır. Bu ihtiyacın bir sonucu
olarak da, hemen hemen
varoluşundan bu yana ben kimim, biz
kimiz, tüm insanlık nedir, nereden
geldik, nereye gidiyoruz sorularını
sormuş ve bu sorulara verdiği
cevaplara göre çeşitli düzeylerde
çeşitli sorunlar geliştirmiştir (Uzunöz,
1988: 52). İnsan kendi iradesi ve isteği
dışında dünyaya gelmiştir. Kimi zaman
varoluşuyla ilgili kaygıları olsa da
varlığının farkında olan ve bunun
üzerine düşünen bir varlık olmasıyla
diğer canlı türlerinden ayrılır.
İnsan, düşünceleriyle, duygularıyla, eylemleriyle
anlaşılması güç ve karmaşık bir varlıktır. Neyi bildiği,
nasıl bildiği, nasıl eyleme geçtiği, bunları hangi amaçla
kullandığı, kendini oluşturması ve bu oluşum sürecinde
kendine neler atfedeceği, neleri referans alacağı üzerine
düşünceleri ve endişeleri vardır. En çok da endişeleriyle
enginlik ve derinlik kazanmıştır ya da Euripides’in
deyişiyle “İnsan, endişeden yaratılmıştır.” Farsça kökenli
“endişe”nin anlamlarından biri de “düşünce”dir zaten
(Arslan, 2018: 311).
15
İnsan, koşullar ve çevresel faktörler
tarafından engellenmedikçe kendi yönünü tayin
edebilmektedir. Engellenme sürecinin olumsuz
bir getirisi olarak bireyin spontan olamaması,
kendi ile teması, yaratıcılığı ve daha birçok
konuda sorunlara yol açabilir. Moreno’ya göre,
yaşadığımız evrenin en zayıf noktası, makine
benzeri araçlarla yarışmak için insanın yetersiz
kalmasıdır. Çünkü insan, bitirilmiş ve
mükemmelliğe ulaşmış ürün yanılsaması
yüzünden, kendi ruhundaki yaratıcı süreçleri
ihmal ve terk etmiştir (Göka, 1995: 53).
(Ketenci ve Topuz, 2013: 6). Yani, insan
yaşamının anlamı, ne makine ne de benzeri
araçlarla ilişkilidir.
Tedirgin olmadan yaşanan sessizlik
insanın kendini algılayabilmesi için gereklidir.
Bu sessizlik içinde hem birlikte hem özgür
olmak daha zengin bir yaşantıyı hazırlar. Bu
tür bir sessizlik, tedirginliğe son vermek için
değil, otantik bir tepkinin doğuşuyla sona erer
(Geçtan, 2020: 171). Bu sessizliğin yapıcı
sonuçları olur. Kişi, özgür iradesini kullanacağı
alanlardan haberdar olduğunda, yaşamını,
varoluşunun farkında olarak ve kendi iç
dünyası ekseninde hareket ederek
şekillendirdiği aktif bir konuma geçer.
Kendimizi ve çevremizi anlayamamanın
getirdiği ürküntü dış dünyanın tehlikeli bir
alan olarak algılanmasına neden olur (Geçtan,
2020: 15). Buradan da anlaşılacağı üzere,
insanın iç ve dış dünya etkileşimini keşfetmesi
önemli bir noktadır. Etrafta meydana gelen
olayların iç dünyada neye denk geldiğini
anlamak, kendini gerçeklik içinde var
edebilmektir; varoluşla ilişki kurabilmektir.
Kişinin kaygılardan uzaklaşıp kendine
derinlemesine bakması, kendiyle temas
etmek için daha çok alan açması, çaba
göstermesi ve vakit ayırması algılanan bu
tehlikeden uzaklaşmayı sağlayacaktır.
René Magritte
“The Art of Conversation”
1950
Aksine, insan eksik kaldığı, tamamlanmamış
hissettiği konularda kendine karşı
sorumluluğunu görmezden gelmemelidir.
Sorumluluklarının ve amaçlarının farkında olan
insan, aslında, kendine bir varoluş alanı
yaratmaktadır. Bu sayede de kendini
yaşayabilme, tanıma ve anlamlı bir hayat sürüp
sürmediğini değerlendirebilme fırsatı bulur.
Aristoteles insan yaşamını anlamlı kılacak şeyi,
yine insanın varlıksal yapısıyla ilgisinde düşünür
Sağlıkla kalın…
İyi okumalar…
Elife EKER
4.Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Kaynakça:
Arslan, A. (2018). Kolektif Endişe: İnsan Olmak. Söylem Filoloji Dergisi, 3 (2), 311-313.
Geçtan, E. (2020). İnsan Olmak. İstanbul: Metis.
Göka, E. (1995). Moreno Nerede Yanıldı. Kriz Dergisi, 3 (1), 53-55. DOI: 10.1501/Kriz_0000000112
Ketenci, T. Ve Topuz, M. (2013). Aristoteles ve Augustinus’un İnsan Anlayışları
Üzerine. Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi,
(20), 1-18.
Uzunöz, A. (1988). Kimlik Kavramı, Varolmanın İkilemleri, Psikolojik Sorunlar ve
Psikoterapi. Psikoloji Dergisi, (22), 52-57.
16
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
GERÇEKTEN NE İSTİYORUZ?
İnsan denildiğinde ele alınacak birçok konu var. Ben
bir davranışta bulunurken düşünme, planlama, karar
verme ve davranışı eyleme dökme süreçlerinde
gerçekten ne kadarının bizim isteğimiz olduğunun
üzerinde durmak istiyorum. Bazı kararlarımızda karşı
taraf bizden daha aktif rol oynayabiliyor. Bazı kişilerin
manipülasyon yeteneği o kadar yüksek ki ne olduğunu
bile fark etmeden kendimizi normalde hiç kabul
etmeyeceğimiz durumların içinde buluveririz. Hemen
hemen hepimizin farkında olmadan içine düştüğü bu
durumları anlatırken Robert B. Cialdini’nin “İkna’nın
Psikolojisi” adlı kitabından yardım alacağım. İnsanlar,
birilerini ikna etmek için birçok yöntem kullanırlar:
Usta iknacıların tekniklerinden biri sizi sınırlı
zamanınız olduğuna inandırmalarıdır. Köşeye sıkışmış
gibi hissedersiniz ve mantıklı düşünemez hale
gelirsiniz. Sınırlı zamanınız olduğuna inanmışsınızdır ve
‘Evet.’ demek için yarın çok geç olacaktır. Üstelik o gün
Robert B. Cialdini
almazsanız bir daha ‘size özel’ olan indirimli fiyat geçerli
olmayacaktır. Bir de sizin gibi zaman kısıtlamasından etkilenip o çok istediği (sınırlı zamandan dolayı
gözüne daha çekici gelecektir) ürünü kaçırmak istemeyen ve almak için kasaya ilerleyen size
benzeyen insanları gördükçe verdiğiniz bu ani karardan daha emin bir şekilde kendinizi kasaya
doğru yürür vaziyette bulursunuz. Benzer bir olay benim de başıma gelmişti. Mont almayı
düşünürken bir tanıdığımın üzerindeki montu beğenmiştim. Kendi üzerimde de denemiş, beğenmiş
ve nereden aldığını sormuştum. Mağazaya girdiğimde kendi bedenimi bulamadım ve iki durak
ileride olan başka bir şubesinde benim bedenim olduğu söylenince çıkıp hemen diğer şubeye
gittim. Fakat mağazada tekrar denediğimde çok içime sinmemişti. Bunun yanında da benim
bedenim tek bir tane kalmıştı ve mağazanın kapanma anonsları yapılıyordu. Yani hızlı bir karar
vermem gerekiyordu. Hem zaman sınırı vardı hem de ürün sayısında bir sınır vardı. Ya hemen
alacaktım ya da büyük ihtimalle bir
daha alamayacaktım. Üstelik
mağazaya kadar gelip denemiştim
yetmemişti daha ileride olan başka
bir mağazaya kadar da gelmiştim.
Yani çokça çaba harcamıştım ve
vazgeçmem iyice zorlaşmıştı.
Sonuç olarak tahminettiğiniz üzere
montu elime almış ve kasaya
doğru yürüyordum.
17
18
Bir başka yöntem de size öncesinde küçük bir iyilik yapmak veya size karşı bir fedakârlıkta
bulunduğunu size hissettirmektir. Fakat bu fedakârlık onlar için önemli değildir çünkü sizi birazdan
aslında istemeyeceğiniz bir duruma ikna ederek karşılığını alacaklardır. Ona karşı borçlu hissederek
‘Benim için yaptığı fedakârlık karşısında bende bu tavizi verebilirim.’ diye düşünmenizi sağlar. Ben de
geçtiğimiz günlerde böyle bir durumun içinde olduğumu fark ettim. Devlet hastanesinde diş doktoru
için randevu olmadığından dolayı önceden annemin de gittiği ve bu tanışıklık sebebiyle daha uygun
fiyata işlem yapan bir diş kliniğine gitmiştim. Birkaç kere daha gittim artık kendi aramızda da bir bağ
oluşmuştu. Daha sonra devlet hastanesinde diş randevuları açıldığında çok arada kaldığımı ve
şimdiye kadar gittiğim kliniği aldatacakmışım gibi hissettiğimi fark ettim. Dişçim indirim yaparak bana
karşı bir adım atıyordu. Benim de sanki cevap olarak ondan başka bir yere gitmemem gerekiyordu.
Buna karşılıkta bulunma ilkesi dendiğini sonradan öğrendim. Halbuki en başta o kliniğe gitmemdeki
en büyük sebep daha uygun fiyata tedavi görmekken, devlet hastanesinde ücretsiz tedavi görmeye
bile tercih edecek hale gelmiştim. Tabii aklımı ‘Daha sonra tekrar karşılaşır mıyız, ondan başkasına
gittiğimi anlar mı?’ gibi sorular da kurcalıyordu. Buradan da daha sonra karşılaşma olasılığının da etkili
olduğu çıkarımını yapabilirim.
Bir başka yöntemde kişinin dış görünüşünü istediğimiz şekilde yönlendirmektir. Çünkü
söylediğimiz sözlerle, düşüncelerimizle ve yaptığımız davranışlarla bilişsel çelişki yaşamak istemeyiz.
Bu yüzden dışarıya yansıttığımız düşünce ve davranışlarla tutarlı bir şekilde davranmaya çalışırız.
Herhangi bir denge bozucu unsur olduğunda onu hemen ortadan kaldırmak isteriz. Bu bizim otomatik
kararlar vermemizde de yardımcı olur. Eğer bir konuyla ilgili tutumumuz kesinse kararlarımızı o tutuma
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
tutarlı bir şekilde hızlıca veririz. Tutumlarımızdan hareketle oluşturduğumuz kalıpyargılarımız bizim
kafa karışıklığı yaşamadan zaman ve enerji tasarrufu yapmamızı sağlar. Fakat bazı durumlarda daha
önce verdiğimiz yanlış bir kararla ilgili körü körüne bir tutumu benimsemek de bize zarar verebilir.
Normalde çok çevreci olmayan ama yere de çöp atmayan bir kişiye, çöpünü çöp kovasına atınca ‘Bu
çevreyi koruyan ve farkındalığı yüksek duruşun çok güzel. Ne yazık ki çoğu insan bu duruştan uzak…
Çevrenin değerini senin kadar bilmiyorlar.’ gibi konuşmalarla kişiye çevreci misyonu yüklerseniz artık
ister istemez davranışlarına o doğrultuda dikkat edecektir. Dışarıdaki çevreci görüntüsüne karşılık
çevreye gerekli önemi göstermezse diğer insanların onun hakkında düşeceği çelişkiye izin vermek
istemeyecektir. Bu dış görüntüsü ne kadar çok insan tarafından bilinirse bu görüntüyle çelişki
yaratma şansıda o kadar zorlaşacaktır.
İnsanlar kanar mı, kandırılır mı, kandırılmak mı ister? Evet, kandırılmak mı ister dedim. İlk
okuduğumda bende o kadar çok şaşırmıştım ki… Ama bir yandan düşününce de anlamaya başladım.
İnsanlar ellerinde başka hiçbir çözüm kalmadığındason bir umut ışığı arayışına girerler. Çaresizce
birisinin gelip kendisini kandırmasını bekler. Çünkü başka hiçbir çıkar yolu yoktur. Elinde
tutunabileceği bir dal kalmamıştır. Oysaki kökü olmayan incecik, çatlak ve güvensiz bir dal dahi onu
bir süre de olsa rahatlatacaktır. O yüzden önünü ardını düşünmeden ufak bir parıltı gördüyse onun
peşinden koşar. Sonuçta bir süre daha umut etmeye devam edecek ve bu ona nefes almak gibi
gelecektir. O an için daha sonra nasıl yere çakılacağını ve hayal kırıklığına uğrayacağını düşünemez.
“İkna’nın Psikolojisi” kitabında da bu konuyla ilgili çok çarpıcı bir örnek var. Robert B.Cialdini, ilk
konferansı ücretsiz olan çıkışta da 75 dolar ödeyerek ön kayıt alınan Transandantal Meditasyon (TM)
programına uzmanlığı istatistik ve sembolik mantık olan profesör arkadaşıyla beraber katılmış.
Programda daha üst düzey yetenekler kazanarak sorunlarından kurtulma vadi veriliyorken arkadaşı
daha fazla dayanamamış ve programdaki bütün açık noktaları, mantık hatalarını, desteksiz
argümanları açıklamış. Sunan iki adam dahi hiç kayıt alamayacaklarını düşünürken program başarılı
olmuştu ve çıkışta yüksek sayıda ön kayıt alınmıştı. Kayıt olan bir grup kişiyle konuşan Cialdini,
“Aslında bu akşam para yatırmayacaktım çünkü zor durumdayım. Gelecek haftaya kadar
bekleyecektim. Ancak arkadaşınız konuşmaya başlayınca parayı hemen yatırmamın daha iyi
olacağına karar verdim çünkü eve gidersem söylediklerini iyice düşünecek ve hiçbir zaman bu
programa katılmayacaktım.” cevabını almıştı. Mantığın onu ele geçirmesine izin vermemişti. Hızlıca
kayıt olup bu karmaşadan kurtulmuştu çünkü beyni kayıt olduktan sonra çelişkiye düşmesine izin
vermeyecekti. Artık TM programı ile ilgili olumsuz bir şey düşünülemezdi. Kesinlikle TM yöntemi
sayesinde sorunlarından kurtulacaktı.
Dikkat ederseniz diğer insanların sizi ikna etmek için hiçbir çaba sarf etmediği durumlarda dahi
tamamen kendi kararınız olmayan davranışlarda bulunduğunuzu fark edeceksinizdir. İnsan hep bir
sebep bulma ve yaşamın ilerleyen sürecini öngörülebilir kılmak istediği içerisindedir. Hayat ise
bunun aksine tamamen belirsizliklerle doludur. Bu kaostan kurtulmak için kalıpyargılara sahibizdir ve
yeni olaylara da o kalıpyargılara göre yaklaşırız. Bu bilinmezlik durumumuzu biraz daha rahatlatsa da
cidden hiç fikrimizin olmadığı veya o an kalıpyargılarımızı kullanarak hızlıca karar veremediğimiz
durumlarda vardır. Bu zamanlarda toplumsal kanıt ilkesine sığınarak etrafımızdaki insanların
davranışlarını gözlemleriz. Ve onların yaptıklarını doğru kabul ederiz. Fakat ya onlarda etrafındaki
insanların davranışlarını gözlemleyerek hareket ediyorsa?
Toplumsal kanıtı kullanarak diğerlerinin davranışını doğru kabul ederken bizi en çok teşvik eden
şey ise ‘diğer’ kişinin bize olan benzerliğidir. Diğer kişinin bize benzerliği ile onun davranışını
tekrarlama olasılığımız arasında pozitif yönlü bir ilişki vardır. Söz konusu ilişki güçsüz bir ilişkide
değildir. O insanların da sizinle aynı şeyleri yaşama düşüncesi empati duygunuzu arttırır.
19
Karşınızdaki kişinin başına gelen olayların, duygularının ve düşüncelerinin sizin yaşantınızla olan
benzerliklerini gördükçe sanki aynadaki bir yansımanızı gördüğünüzü düşünürsünüz. Ve onun bu
çıkmazdan nasıl çıktığını gözlemleyerek taklit edersiniz. En uç örneklerden biri ise Jonestown’da
gerçekleşen toplu intihardır.
Şaşıracağınız ikna türlerinden birisi ise sevdiklerinize ‘Hayır.’ diyememenizin kullanılmasıdır. Bir
tanıdığımız aracılığıyla satış yönlendirildiğinde hem ‘Arkadaşım bize kötü bir şey tavsiye etmez.’
güveni oluşmuş oluyor hem de satılacak ürüne ‘Eğer reddedersem arkadaşımı da reddedeceğim.’
gibi bir değer yüklemiş oluyor. Böylelikle reddetme alanımız daraltılıyor. Ürün satıcılarının bir
arkadaşınızın evinde toplandığınız sunum günleri bu durum için iyi bir örnektir. Bu toplantılar
eskiden daha sık rastlanan bir durumdu. Ben de hayal meyal hatırladığım kadarıyla çocukluk
zamanımda böyle bir toplantıda yer almıştım. Bir süpürge markasının sunumunun yapıldığı bir
toplantıydı ve yakın çevremizdeki birkaç kişinin o süpürgeden aldığını hatırlıyorum. Tabii annemler
de dahil.
Satıcılar bu toplantılarda öncelikle size özel fiyat uygulanacağı söylenerek bir adım atar ve sizde
karşılıkta bulunma isteği uyandırır. Tanıdığınız ve sevdiğiniz insanlar da orada sizinle birliktedir. Size
bu ürünü övmüşlerdir ve ürünü reddetmek ‘Hayır, senin fikirlerinin benim için bir önemi yok.’
anlamına gelecektir. Üstelik tanıdığınız ve ‘size benzeyen’ insanlar ürünleri almaya başladıkça sizde
toplumsal kanıt etkisini de uyandırırlar.
Ben “İknanın Psikolojisi” kitabını okurken ikna olduğum birçok noktayla yüzleştim. Bazen
kendime güldüm, bazen kendime kızdım ve hayatımda olanlar karşısında bazen bu kadar seyirci
konumunda kalmama hayret ettim. Birçok duygu ve düşünceyle boğuştuğum bu kitabı okurken çok
da keyif aldım. Siz de kendinizle ve kararlarınızla yüzleşmek için daha detaylı bir yazıya ihtiyaç
duyarsanız bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.
Rumeysa Çalışkan
2. Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T. C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
20
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
WHIPLASH FİLM ANALİZİ
2014 yılında 3 dalda oscar olmak üzere 88 ödül
alan ve başrollerinde Miles Teller ve J.K.
Simmons'un oynadığı bir film Whiplash. Ülkenin en
ünlü müzik okullarından birinde geçen hikayenin,
öğrenci öğretmen ilişkisi üzerinden seyirciye
aktarıldığı ve zaman zaman tansiyonun epeyi
yükseldiği anlara heyecanla şahit olduğumuz,
bazen gerildiğimiz bu filmde bir psikoloji öğrencisi
olarak öğretmen Fletcher (J.K. Simmon) ve öğrenci
Andrew (Miles Teller) üzerinden yapılacak çok
sayıda psikolojik analiz olduğu kanaatindeyim.
Yani amacım filmi anlatmanın ötesinde, psikolojik
karakter analizlerine yer verdiğim bir
değerlendirmede bulunmak.
Andrew konservatuar okulunda bateri çalan ve
yaptığı işi en iyi şekilde yapıp ölümünden sonra
bile başarılarıyla anılmak isteyen fazla hırslı bir
öğrenci. Fletcher ise okulun en sert, en disiplinli
öğretmeni olarak anılan aynı zamanda da Shaffer
konservatuarının orkestrasının şefi olan keskin bir
karakter. Andrew okulda yaptığı çalışmalardan birinde Fletcher'ın onu dinlemesiyle kendini
Fletcher'ın yönettiği orkestranın yedek bateristi olarak buluyor ve böylece hikaye de başlıyor.
Fletcher benimsediği eğitim verme şekli ile sıradışı, fazlasıyla baskın, sert ve zaman zaman şiddete
başvuran, öğrencilerinin sınırlarını sonuna kadar zorlamaktan çekinmeyen ve aslında bunu yaparak
biraz da onları deneyen bir öğretmen. Amacı aralarından en dayanaklı, en hırslı, en iyi ve
vazgeçmeyenlerle yoluna devam edip, kendi öğrencilerinden bir jazz devi olarak kendini tarihe
yazdırmış bir Charlie Parker yaratmak. Fletcher'ın Parker'ı onun kafasındaki mükemmel bu sebeple
bu arayışı Fromm'un anal sadistik kişiliği ile bağdaştırılabilir.
Filmde Fletcher'ın hikayesi hakkında çok fazla bilgi verilmemiş olmasına karşın bunu yapıyor
olmasının sebepleri; kendisinin hiçbir zaman bir Charlie Parker olamayacağının farkında olması,
kendi başarısızlık ve yetersizliğini öğrencilerini zorlayarak ve onlar arasında yaratacağı bir Charlie
Parker ile kazanacağı başarıya bağladığı, kendini buna adadığı ve bunun için zorlamaktan asla
çekinmediği düşünceleri üzerinden değerlendirilebilir. Hayatının amacının yeni bir Parker yaratmak
olduğu ve bunun tatminini yaşamayı her şeyden çok istediği bile düşünülebilir. Fletcher fazlasıyla
narsisistik diyebileceğimiz, bencil ve empati yapmaktan yoksun , hayatını kendi gerçekliği üzerinden
yaşayan , sadece kendi doğrularına inanan belki psikotik bile diyebileceğimiz bir karakter. Nörotik
biri çünkü verdiği tepkilerin anormallikleri çok net göze çarpıyor. Bu adam öğrencisinin kafasına
sandalye fırlatan bir adam yani yumuşak başlılık puanı da elbette düşük. Öz disiplin puanı yüksek.
Orkestrasında yer alması için yeni öğrenciler denediği gördüğümüz sahnelerden olduğu için bu
bağlamda düşünüldüğünde belki deneyime açık biri denilebilir. Hayatı hakkında çok da yeterli bir
21
22
ipucu alabileceğimiz bir sahne ile karşılaşmadığımız için dışa dönük ya da içe dönük olmasına dair
bir değerlendirmede bulunmak gerekmeye de bilir. Kendini işine adamış biri olduğu için belki içe
dönük denilebilir. Ama elbette bir kişilik değerlendirmesi yapılırken her şey olabilir üzerinden
değerlendirilmeye açıktır. Kesin olmak ille de beklendik bir durum değildir.
Fletcher bana göre kendi aşağılık kompleksini bastırmak için narsisistik bir iktidar yaratıyor ve o
iktidarı kaybetmenin korku ve kaygıyla böylesine katı, ödül ve ceza mekanizmasına dayanan, şiddet
içeren bir eğitim tarzını benimsiyor. Fakat hiç kimsenin davranışlarını karakteri, yaşanmışlıkları ve
içinde bulunduğu şartlardan bağımsız düşünerek değerlendirmemek gerekir. Belki onu bu eğitim
sistemine iten durumlardan biri de içinde bulunduğu müzik sektörünün çetin şartlarıdır. Belki bir
çok kişi düşündüklerime karşı çıkacaktır. Fakat Fletcher benimsediği eğitim sistemi açısından ne
derece yargılanabilir? Fletcher'ın eğitim anlayışı çok katı olabilir. Ancak dikkat çekmek istediğim
nokta burası değil. Anlayışını uygulayış tarzından ziyade burada anlatmak istediğim şey; belki de
içinde bulunduğu koşulların adamı bu şekilde bir eğitim sistemi uygulamaya itiyor olmasıdır. Tam da
bu noktada düşünülmesi gereken bir diğer soru öğrencilerin neden Fletcher ile çalışmak istediği
olabilir. Madem Fletcher yanlış bir eğitim tarzı benimsemiş bir öğretmen o zaman neden orkestranın
şefi, neden öğrencilerin en iyi olma yolunda, en iyi eğitimi verdiğini düşündüğü için orkestrasında
bulunmaya can attığı öğretmen o? O zaman bu sorunun cevabı olma ihtimalleri üzerinden devam
edeyim. Okul en iyi okul, öğretmen en iyi öğretmen burada herkes tarafından kabul edilmiş bir kalıp
yargı var. 'Oradan ve Fletcher'dan eğitim alırsan en iyisi olursun'. Yani toplum tarafından kabul
görmüş bir gerçeklik algısı olduğu için bilişsel açıdan Fletcher'ın eğitim anlayışı düşünülüp,
önemsenmeksizin otomatikleşmiş bir sürecin olduğu düşünülebilir. Öğrenciler başına ne gelecek
olursa olsun 'en iyiler bu adamın orkestrasından çıkıyorsa burada işleyen sistem doğrudur' gibi bir
algıyla eğitim sistemini kabul etmiş olabilir. Orkestraya dahil olan öğrencilerin bazıları koşullara ayak
uyduramayarak eleniyor. Saksafon sahnesinde akordu bozuk olmayan öğrencinin yaşadığı baskı
altında belki de kendi akordunun bozuk olmadığının farkında olmasına rağmen durumu üstlenip
orkestradan ayrılması bunun izlerini taşıyan bir sahne. Fakat bazıları devam edebiliyor. Bu noktada
ele alınması gereken durum öğrencilerin karakteri ve yaşanmışlık tecrübelerinin getirisi olsa gerek.
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
Neden bazı öğrenciler pes ederken, bazıları
vazgeçmiyor?
Andrew başından sonuna yaşadığı tüm
baskıya rağmen zaman zaman baş baterist
zaman zaman yedek olduğu tüm o süreçlerde
başarılı olmaya çalışmaktan asla
vazgeçmeyen bir karakter olarak karşımıza
çıkıyor. Fletcher'a oranla hikayesinin daha
çok seyirciye yansıtıldığı bir karakter. Andrew
küçük yaşta annesi tarafından terkedilmiş,
babasıyla hiç de iyi bir ilişkisi olmayan,
kendisini işine adayan bir genç. Öyle ki
görüştüğü kızı bile işi için terk etmek zorunda
kaldığı bir adanmışlık bu. Ben bu adanmışlığın
altında Freudyen bir hikaye buldum. Annesi
tarafından terk edilmesi, o ilk sevgi nesnesi ile
kurulan güvensiz bağ mevcutta devam eden
hayatına bağlanma korkusu olarak yansımış
gibi görünüyor. Andrew belki de bu korkuyla
hayatını onu terk edebilme ihtimali olan bir
durum üzerine şekillendirmekten kaçınmak
üzerine kuruyor. Bu noktada ona Fletcher gibi
narsisistik bir karakter dememiz de mümkün olmayabilir çünkü kızı kendiyle birlikte sürüklemediği
için onu düşünmekten bağımsız ve empatiden uzak bir yaklaşımda bulunmuyor. Andrew terk
edilmesinin mümkün olmayacağı o ilişkiyi bateriyle kurduğu ilişkide bulmuş olabilir. Burada bateri,
oral evrede bahsedilen simbiyotik ilişkideki bebeğin annesinin memesine bağlanması hikayesi ile
bağdaştırılabilir. Baterist olmak belki de bu açıdan Andrew'in hayatının en büyük amacı olmayı teşkil
ediyordu ve bu yüzden Fletcher'ın sistemine asla boyun eğmeden durmaksızın çalışmayı
başarabildi. Başka bir ihtimal hayatındaki o silik baba figürünü Fletcher'ı oraya konumlandırarak
bastırmaya çalıştı . Silik baba varsa süperego gelişiminde sorun olabilir. Belki de Andrew'in içindeki
saldırganlık duygusunun gelişmesinin sebebi budur. Bu bağlamda düşündüğümüzde kan ve ter
içinde pes etmeden bateri çalmak Andrew'in katarsisi de olabilir. Andrew belki de o enerjiyi yansıtma
yolu bulduğu için bateriye taparacasına bağlıydı. En iyi olma yolunda Fletcher onun için örnek
aldığı kişi ya da baba figürüyse elbette katı tutum karşısında bu adamın pes etmesini beklemeyiz. Ya
da sadece beklendik insansal bir tepkidir bu. Andrew'in filmde saldırganlık güdüsünü ortaya
çıkardığını en iyi Fletcher'a saldırdığı sahnede gördük. Bu sahnede Andrew stresle başa çıkarken
problem odaklı bir baş etme tarzını seçti. Zorlu koşullar altında çoğu zaman birbirine benzer tepkiler
veririz ve böyle durumlarda çok da temiz, net bir bilişle düşünemeyiz. Bu Andrew için sadece
bundan ibaret gelişen bir şey de olabilir. Ya da Andrew A tipi kişilik özellikleri gösteriyordur. Hostil
tepkileri bu yüzden ortaya koymuş olabilir. Öğrenciler Fletchter'ı bağımlı kişilik geliştirmiş kişiler
oldukları için de istiyor olabilir. Çünkü her narsisistik bağımlı kişilere ihtiyaç duyar.
Andrew'in çok net bir onaylanma ihtiyacı var. Kendini var etmeye çalışan bir karakter ve bunu
yapmaya çalışırken de zorlanıyor. Bunu en iyi bateriyle yaptığı için de bateri onun için bir tutku
denilebilir.
Ailesiyle yemek yediği sahnede kendini ispatlama çabası içinde olduğu bir sohbet hakim. Burada
23
insancıl yaklaşımın bireyselliğine ters düşen bir durumla da karşı karşıya olduğumuzu söylemek
mümkün.
Andrew içe dönük bir karakter. Nörotik demek çok da doğru olmayabilir. Sabrının taştığı noktada
çok insancıl olabilecek tepkiler vermiş olmasını nörotiklikle bağdaştırmamalıyız. Sorumluluk boyutu
çok yüksek, inanılmaz disiplinli bir yapısı var. Deneyime açık biri olmayabilir. Bateri takıntısı onu biraz
da durumunu muhafaza etmeye meyilli biri haline getiyor. Fakat belki de bu takıntı boyutunu da
deneyime açıklık ile bağdaştırmamak ve bunun nedenini bağlanmasıyla açıklamak da yeterli olabilir.
Fletcher'a başkaldırmaları göz önüne alındığında yumuşak başlı biri olmadığı düşünülebilir. Yine de
tekrar söylemem gerekirse tüm bunlar yaşadığı zorlantı sebebi ile de gelişmiş olabilir.
Fletcher'ın eğitim sistemine baktığımızda Rogers'ın potansiyelini tam kullanan kişisini yaratmak
gibi bir derdi olduğu düşünülebilir. Her iki karakter için de film boyunca kendini gerçekleştirmeye
çalışan figürler olarak yansıtıldıkları söylenebilir.
Aslında o kadar çok ihtimal var ki. Belki de en önemlisi buna maruz kalan öğrencilerin neden
Fletcher'dan vazgeçmediğini tartışırken insancıl yaklaşımın düşünülmesi gerektiği olabilir. Çünkü
kendi haklarını savunmaları ve özgür iradelerini yok saymamaları da onlar için bir seçenek olabilirdi.
Son sahnedeyse jazza doyduk diyebilirim. Bu sahnede Andrew 'in başardığına şahit olduk. Hem
de Fletcher'a kafa tutarak. Ve film Andrew'in Fletcher'ın takdirini kazandığını gördüğümüz ilk ve tek
sahne ile son buldu.
Pelinsu Gündoğdu
4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T. C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
24
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
BİR PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ ÖĞRENCİSİNİN GÖZÜNDEN
KORKUYORUM ANNE FİLMİ
“Korkuyorum Anne” filmini ilk izlediğimde kültürümüzde var olan “Komşu komşunun külüne
muhtaçtır” atasözü aklıma geldi. Film aynı binada yaşayan, oldukça samimi ilişkileri olan ve
birbirlerine destek olmaya çalışan komşuların başından geçen olayları anlatıyor. Filmde bu
atasözünün ne anlama geldiğini tam olarak gördüğümü söyleyebilirim. Filmdeki karakterleri Ali,
Ali’nin babası Rasih Bey, Keten, Keten’in annesi Neriman, İpek, Ümit, Aytekin, kasap ve Çetin olarak
sıralayabilirim. Filmi kısaca özetleyecek olursam filmin ana karakteri Ali, bir kaza sonrası hafızasını
yitiriyor ve bazı şeyleri hatırlarken bazı şeyleri hatırlamıyor. En önemlisi ise babasını hatırlamıyor.
Bina sakinleri Ali’ye babasını hatırlatmaya çalışıyor ve babasına destek oluyorlar. Ali’nin annesi yok.
Komşulardan İpek hamile ve doğacak çocuğuna yine aynı binada yaşayan Keten babalık yapmak
istiyor ama annesi Neriman buna karşı çıkıyor. Keten, İpek’in yüzüğünü Ali’ye bu annenin yüzüğü
diyerek veriyor ve Ali bu yüzüğü saklıyor. Neriman, Ali’yi yüzüğü çaldı diye şikâyet etmek için polisi
arayacakken deprem oluyor. İpek doğuma gidiyor. Neriman parasının eksik olduğunu anlıyor yine
Ali’den şüpheleniyor. Deniz kenarında hepsi birlikte otururken Keten gerçekleri ağzından kaçırıyor
ve yakalanıyor. Film böylece son buluyor. Genel olarak baktığımızda akıcı ve güzel bir olay örgüsü
olan izlenebilecek bir film olduğunu söyleyebilirim.
Film psikolojinin birçok alanıyla ilişkilendirilebilir.Ben filmi izledikten sonra sosyal psikoloji, sağlık
psikolojisi, nöropsikoloji ve kişilik ile ilişkilendirdim elbette ki filmi izleyenlerin farklı alanlarla
ilişkilendirmeleri de mutlaka olacaktır. İlk olarak sosyal psikoloji açısından ele alacağım. Filmi
izlediğimde doğu toplumlarının özelliklerini yansıttığını gördüm. Filmde ataerkil bir düzen
bulunduğunu söyleyebilirim. Çeşitli sahnelerdeki söylemlerde ve genel olarak baktığımızda bu
ataerkil düzeni görebiliyoruz. Mesela kasabın konuşmalarını bu söylemlere örnek verebiliriz. Ali’nin
hala ailesinin evinden ayrılmadığını ve babasının ona hakaret ettiğini, küçümsediğini ama buna
rağmen Ali’nin buna karşı gelmediğini görüyoruz. Doğu toplumunda ailede otorite babadır.
25
Otoriteye karşı gelinemez. Batı toplumu için
bunu söyleyemeyiz. Eğer batı toplumunda
yaşanan bir film olsaydı Ali’nin bunun tam
tersi bir tepki verebileceğini düşünüyorum.
Çeşitli sosyal rollerden ve bu sosyal
rollerden dolayı oluşan beklentilerden de
bahsedilebilir. Filmde erkeklere yüklenen
erkek sosyal rolünden dolayı çeşitli
davranışları gerçekleştirmesi bekleniyor.
Bunlara askerlik yapma zorunluluğunu,
sünnet olmayı, kasabın Ali’ye öğüt verdiği
sahnede “Erkek dediğin güçlü olur, kaldır
kafanı” demesini ve son olarak İpek’in Ali’ye
“İş bul, çalış” demesini örnek verebilirim. Bu
sosyal rollerin ve oluşan beklentilerin kendi
toplumumuzda, yaşamımızda da olduğunu
söyleyebiliriz. “Erkek adam ağlar mı?” sözünü
veya bir erkek çocuk sünnet olduğunda,
onun için “Erkek olacak” dendiğini mutlaka
duymuşuzdur. Bir kadının çalışıp
çalışmamasına toplum bir şey demeyebilir
ama erkek çalışmadığında hoş karşılanmaz.
Hatta sadece erkeklerin çalışabileceğini,
kadının ev işlerini yapması gerektiğini
düşünenlerin de olduğunu görmezden
gelemeyiz.
Ali kaza yaptıktan sonra geçmişini
unutuyor. Burada retrograd amnezi
yaşadığını düşünüyorum. Retrograd amnezi,
bir hastalık ya da yaralanma öncesi yaşanan
olayların ve öğrenilen bilgilerin hafızadan
silinmesi durumudur. Ali’ye babası, komşuları
eskiden yaşadıklarını hatırlatmak için
uğraşıyor film boyunca ama filmin sonlarına
kadar hatırlamadığını görebiliyoruz.
Filmde Rasih Bey birçok araştırma
yapmasına, çabasına rağmen oğlu Ali’nin
kendisini hatırlayamamasını anlayamıyor
çünkü kendisi doktor ve unutkanlığın sadece
fiziksel bir sebebi olduğunu düşünüyor.
Ali’nin onu hatırlayamamasında psikolojik
faktörlerin de etkili olmuş olduğunu
söyleyebilirim. Ali’yi sürekli küçümsemesi,
hor görmesi onu hatırlamaması için bir sebep
olabilir. Bu sahneleri izlediğimizde sağlık
psikolojisindeki biyomedikal ve
biyopsikososyal modellerin akla gelmesinin
gayet olası olduğunu düşünüyorum.
Biyomedikal ve biyopsikososyal modeller
arasındaki temel fark şudur; biyomedikal
modelde beden ruh dualizmi vardır. Bir
hastalık varsa bunu sadece beden üzerinden
açıklamaya çalışır. Rasih Bey’in yaptığı gibi.
Biyopsikososyal model ise; biyolojik,
psikolojik ve sosyal faktörleri birleştirerek
hastalık ve sağlığı anlamaya çalışır. Ali’nin
babasını hatırlamamasında fiziksel bir sebep
yoktu belki de sadece babasının onu sürekli
hor görmesinin, küçümsemesinin bir sonucu
olarak oluşmuştur. Burada Ali, bastırma
mekanizmasını kullanıp babasını bastırmış
olabilir. Bastırma, kaygı ve üzüntü verici olay
ve durumların bilinçdışına itilmesidir. Kişi
bastırdıklarını hatırlayamaz, unutur. Bunlar
dil sürçmeleri, rüyalar gibi çeşitli yollarla
açığa çıkabilir. Günlük hayattan da bastırma
mekanizmasının kullanılmasına örnek
verebiliriz. Örneğin; büyük bir trafik kazası
yaşayan kişi o kazayı daha sonra
hatırlamayabilir.
26
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
Psikoloji ile ilişkisi olan herkesin hakkında bir şekilde bilgi sahibi olduğu Freud’un psikanalitik
kuramını ve kavramlarını filmde somut olarak görebiliriz. Ali ile babası Rasih Bey arasında fallik
dönemle alakalı bir problem olmuş olabileceğini düşünüyorum. Ali, fallik dönemde babasıyla
sağlıklı bir özdeşim kuramamış. Babasının gömleğini, pantolonunu gördüğünde babasına “Bunlar
benim, niye giydiniz?” diye soruyor. Erkek çocuk, fallik dönemde babasının kendisini sünnet
etmesinden korkar. Bu korkuya iğdiş edilme korkusu denir (Kastrasyon Tehdidi). Ali’yi, babası Rasih
Bey sünnet etmiş bu sebeple fallik dönemde problem oluşmuş olabilir. Ali’nin bastırma
mekanizmasını kullanmış olabileceğini düşünüyorum çünkü babası onu sürekli hor görüyor,
küçümsüyor. Ali de babasını bastırmış olabilir. Filmin sonlarında babası onu yere itiyor ve Ali
babasını hatırlıyor. İtmesi bastırdığı babasını hatırlamasını sağlıyor. Keten’in İpek’in doğacak olan
çocuğuna babalık yapmak istemesi ise kendi babasıyla olan rekabetinden kaynaklanıyor olabilir.
Psikanalitik kurama göre, çocuklar ilerde karşı cins ebeveyne benzer birisini bulmaya çalışır. Ümit,
Ali için bu yüzden de önemli olabilir. Bir sahnede, sol eli başımın altında olsun sağ da beni
kucaklasın, diyor. Bu bebek tutma pozisyonudur. Bu sözden de bunu anlayabiliriz. Annesine ait
olduğunu düşündüğü yüzüğü de sadece İpek’e vermek istiyor.
Filmde Ali’nin Ümit’e âşık olmasını Jung’un anima ve animus kavramları ile açıklayabiliriz. Anima
bir erkeğin bilinçdışı kadın tarafıdır. Animus ise kadının bilinçdışı erkek tarafıdır. İnsanlar bunlara
göre âşık olur. Ümit Ali’nin animası olabilir. Bu yüzden Ali Ümit’e âşık olmuş olabilir.
Filmde insanları normal basanlar, eğri basanlar veya ince belliler kalın belliler diye ayırmasını
bilişsel şemalarla ilişkilendirebiliriz. Neriman’ın sevilmediğine dair bir temel inancı olabilir. Oğluna
sahip çıkmak istemesinin, İpek’i oğlundan uzak tutmak istemesinin sebebi oğlunun kendisini
bırakacağı ve başkası tarafından sevilmeyeceği korkusundan olabilir.
Sonuç olarak Korkuyorum Anne filminin psikolojik temelli bir film olduğu söylenebilir. Psikolojinin
farklı alanlarıyla ilişkilendirilebilir. Psikoloji hakkında bilgi sahibi olan kişiler, filmi izlerken
psikolojideki bazı kavramları somut olarak görebilir. Bu da filmi daha fazla keyif alarak izlemelerine
imkân sağlayabilir. Hem eğlenmek hem de konular hakkında düşünmek için izlemenizi tavsiye
ederim. Zamanınızı ayırıp yazımı okuduğunuz için teşekkür ederim.
Harun Özer
4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T. C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
27
ANTHONY BURGESS’ iN ROMANıNDAN ESiNLENEN VE FiLMiNi BU KiTAPTAN
UYARLAYAN DÜNYACA ÜNLÜ YÖNETMEN STANLEY KUBRıCK’ iN ȘAHESERi
POST-ENDÜSTRiYEL DÖNEM İNGiLTERE’SiNDE VAR OLACAĞıNı ÖNGÖRÜLEN, ȘiDDETLi
KAOS ORTAMıNı BETiMLEYEN VE MEVCUT SiSTEME DE BiRÇOK YÖNDEN ELEȘTiRi SUNAN
FÜTÜRiSTiK BiR FiLM
Kubrick’ i dünyanın gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerinden olmasını sağlayan özelliği aslında
yönetmenliğini yaptığı filmlerde fotoğrafçılık yeteneğini ustaca kullanması ve bunu kamera
açılarıyla süslemesiyle ilgilidir. Bununla beraber çektiği her filmde farklı bir konuyu ele alıp onu
derinlemesine inceleyerek, çekerek karşı tarafa aktarma konusunda başarılı olması filmin konusuyla
beraber kurgusundan da izleyicileri tarafından tam puan almasına sebep oluyor.
Filmin ismine bakalım. Portakalın organikliği insanlığı temsil ederken, otomatik kelimesi de
makineleşmeyi anlatıyor diyebiliriz; yani makineleşmiş bir insanı..
Film Alex’in yüzünün kadraja alındığı ve yavaşça genişleyerek olduğu yeri görmemizi sağlayan
bir kamera açısıyla başlıyor. Alex’in yüzündeki sertlik, bir gözünde hiç kirpik olmaması ve diğer
gözünde aşırı uzun kirpiklerin bulunmasının oluşturduğu tuhaflık ile karakterin dengesizliği
venormal insan görünümünden farklı oluşu tehlikeli biri olduğunu yansıtmış oluyor.
Alex’ in kendisinden ve arkadaşlarından bahsetmesiyle film başlıyor. O an ne yaptıklarını ve
gelişen olayları film boyunca Alex’in ağzından dinliyoruz. Kamera genişledikçe zemin kat
diyebileceğimiz yahut kapalı, ışık girmeyecek bir alanda masa yerine kullanılan çıplak kadın
mankenlerinin olduğunu görüyoruz. Bulundukları mekanda Alex ve çetesiyle beraber asker, polis,
zenci ve başka köşelerde Alex ve arkadaşları gibi bir gruba ait oldukları belli olan giysiler giymiş
grupların var olduğunu görüyoruz. Gerçeklerden uzak bir sahneyle başlayan filmin ütopik bir
dünyada geçtiğini anlayabiliyoruz. Mekandaki kişilerin içtikleri içkinin süt ve süt türevlerinin
olduğunu bu içeceği içtiklerinde tıpkı içki gibi kafa yaptığını söyleyen Alex, alkol kullanıldığında
görülecek yan etkilerle beraber aşırı derecede saldırgan olduklarından bahseder. İşte tam da
burada akla ilk gelecek kişi Freud’ dur. Çünkü sütün içildiği yer gerçek hayattan kopmuş, kapalı bir
alandır. Burası Freud’un yapısal modelindeki id ile uyuşmaktadır. Libidinal enerjiyi yani libido ve
thanatosu (cinsellik ve saldırganlık) içtikleri sütten temin ederlerken akla Freud’un oral evresi
gelmesi gerekir. Çünkü bu evrede cinsel yönden birinci evre ağız dudak ve dildir. Çocuk annesiyle
bağı memeden çıkan sütle pekiştiriyor. Filmde de buna atıf yapılarak libidinal enerjinin oluşmasını
sağlayan içecek manken kadının memesinden akıyor.. Daha sonrasında ise çocuklar sütü içtikçe
sanki büyüyor ve haz aldıkları yer sütün vücutla ilk buluştuğu yer olan dudaktan çıkıp anal evreye
dönüyor. Cinsel yönden birincil duyarlı bölge anal bölge oluyor.
Sütten elde ettikleri bu enerjiyi ilk defa harcadıkları sahne olarak yol kenarındaki yaşlı adamı
dövmeleriyle görüyoruz. Daha sonra bu enerjiyi başka bir grupta terkedilmiş gazinoda bir kadına
tecavüz ederken de görüyoruz. Bu sahne gelmeden önce seyirciye sunulan öncelikle gazinonun
tavanındaki bahçe resmi oluyor. Resim sanatının güzelliği ve sonrasındaki sahnede yaşanılan
tecavüz olayının zıtlığı ile izleyicilere filmdeki dünyanın kargaşası anlatılmak istenmiş. Alex ve
arkadaşları ise olaya şahit olurlar. Bir kadına zorla yapılan taciz, tecavüzün kötülüğünden dolayı o
grupla kavga etmektense içtikleri sütün sağladığı enerjiden dolayı o grupla kavga ederler. Bu
Beethoven’nun 9.senfonisinede koşullaması olduğunu bildiği için Alex’i bir odaya kapatıp bu
28
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
çıkarımı ilerleyen sahnelerde bir yazarın evine
girip yazarın önünde eşine tecavüz
etmelerinden dolayı yapabiliriz. Alex ve
arkadaşlarının istedikleri cinsellik algısı
Freud‘un haz ilkesidir.. Çocuğun susuzluk
ihtiyacı varsa giderilene kadar ağlaması gibi
Alex ve arkadaşlarının sahip oldukları idin
doyumsuzluğu gereği istedikleri bir şeyin
hemen gerçekleştirme arzusu gibi aynı şekilde
içtikleri sütten enerji sağlayan idleri karşı
tarafın isteğine bakmaksızın sadece kendi
hazlarıyla ilgileniyorlar.
Alex ve arkadaşlarının aynı kıyafeti giymesi
ama farklı şapkalar takmasını incelediğimizde,
yönetmenin çetedekilerin kişilikleri hakkında
bize bilgi vermek amacıyla kurgulamış
olabileceği yorumunu yapabiliriz. Kurnaz ve
grubun lideri olmak isteyen Alex’in başında
İngiliz centilmenlerin kullandığı melon şapka
varken liderlik konusunda tartıştığı Georgie’
de ise hokkabazların kullandığı silindir şapka
var. Hiçbir şeye karışmayan ve düşüncelerini
pek belli etmeyen Pete’nin başında ise
köylülerin kullandığı kasket var. Grupta İri
yarılı olmasıyla dikkat çeken Dim’de ise
başında komik duran melon benzeri bir şapka
var ve bize yansıtıldığı kadarıyla aptal
tavırlarıyla şapka seçimi uyumluluk gösteriyor.
Sadece bu şapka seçimleri bile bize ipucu
olarak grup içindeki eşitsizlik durumunu
sergiliyor.
Alex’ in şiddetinin kökeninde var olma
problemi var. Bu yüzden yıkıcılığa başvuruyor.
Alex’in toplum düzenine karşı uyguladığı bu
yıkıcılığın Psikanaliz kuram çerçevesinde
incelediğimizde kastrasyon tehdidi ile bir
alakasının olmadığını görürüz. Yani insanın
biricikliğini ortadan kaldırmak istiyor bu
sebeple de toplumun her yönüne karşı yıkıcılık
mevcut. Bu yıkıcılığı ve saldırganlığı bir de
Alex’ in grubun lideri olmak istediğinde çete
üyelerine karşı kullandığında görüyoruz. Fakat
çetedekiler böyle bir sıyrılış istemedikleri için
Alexle soyguna gittikleri bir zamanda polise
ihbar edip ordan uzaklaşırlar. Alex gerçeği
anlamış olsa da artık çok geçtir, yakalanır ve
hapishaneye atılır.
Hapishanedeki suçluların pazar günleri
yaptıkları ayinde mahkumlardan birinin
Alex’e sürekli öpücük yollaması ve
gardiyanları sinirlendirecek davranışlarda
bulunmaları hapishaneye giren suçluların
içindeki kötülük yapma hislerinde
hapishaneye girdikten sonra en ufak bir
değişim sergilemediklerini ve kötüyü
seçenler için bir değişim olmadığını
görüyoruz.
Hapishanedeki gardiyanın aşırı resmi
davranışları ve üniforması, jest ve
mimikleriyle Hitlere benzetilişi, suçluların
görevlilere yaklaşmasını önlemek için
masaların önüne çizilen garip beyaz sınırlar,
yönetmenin gerçek yaşamdaki
hapishanelerdeki anlamsız kurallara ve
devlet dairelerindeki abartılı resmiyete
yöneltmiş olduğu birer eleştiridir.
Alex hapishanedeyken, hükümet suçluları
azaltma projesi için çalışmalara başlamakta
29
30
ve bu projede kullanılabilecek denekler aranmaktadır. Alex ise bu sırada rahiple yakınlaşmış ve
kutsal kitabı okumaya, incelemeye başlamıştır. Rahip Hz. İsa hakkındaki beyitleri okuduğunda
aslında kendini Hz. İsa’ya işkence edenlerle bağdaştırır. Kendini onların yerine koyup, Hz. İsa’ya
işkence ettikten sonra kendini kadınların arasında hayal eder. Alex’in rahiple yakın durması tesadüfi
değildir. Mahkumlar arasında söylenen LUDOVİCO tekniğini duyması ve bir an önce hapishaneden
çıkmak istemesi rahibin gözüne girmeye çalışmasına sebep olmuştur. Bir gün içişleri bakanı
hapishaneyi ziyaret eder. Alex’in cesur tavırları bakanın dikkati çeker, denek olarak
kullanılabileceğini düşünür. İlerleyen zamanlarda Alex’i deneyde kullanmak için hastaneye
götürülür. Burada dikkat çeken bir unsur da hastaneye geldiklerinde bile Alex’e Alex diye
seslenmekten ziyade ona rakamlarla 6−0−5−3−2−1 hitap edilmesi, sağlık psikolojisinde
kimliksizleştirme terimini akla getiriyor. Yani kişilerin birbirinden farklılaşmasını sağlayan kimlik
özelliklerinden ziyade rakamlarla anılmasıdır. Böylece mahkumlar kendilerine ait özelliklerini
unutarak yalnızca mahkum kimliklerini benimseyebilecektir.
Tıpkı Pavlov’un klasik koşullama yöntemiyle köpekleri koşullandırdığı gibi Alex’in de çeşitli
uygulamalara tabi tutularak saldırganlık ve cinsellik dürtülerinin azaltılması hedeflenmekteydi.
Deneye başlarken öncelikle Alex’in gözünü kapamasına engel olan bir düzenekle gözleri sabitlendi.
Bunu yapmalarındaki sebep ise izletecekleri cinsellik ve saldırganlık filmlerde ürktüğünde veya
izlemek istemediğinde gözlerini başka yöne çevirmesini ve gözlerini kapamalarına engel olmaktı. Bu
filmleri izletirken de insanın midesini bulandıracak ilaçlar Alex’e verildi. Deneyde yapılmak istenen
denek olan Alex’in aklına saldırganlık ve cinsellik ile ilgili düşünceler geldiğinde midesinin
bulanmasının sağlanmasıdır.
Bu deney hapishanedeki doluluk ile toplumdaki suçluluk oranını azaltmak için siyasiler tarafından
yapılmak istendi. Fakat pederin de dediği gibi bu uygulamayı uygulayan kişilerin seçim hakkı elinden
alındı. Kendileri cinselliği ve saldırganlığı mide bulandırıcı bir şey gibi görmeseler de böyle hissetmek
durumunda kaldılar. Böyle bir uygulamaya maruz kalan kişiler artık belki suçlu olmaktan, suç
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
işlemekten vazgeçecekler ama artık bu kişiler ahlâki seçim yapabilecek bir bilinç düzeyinde
olmayacaklar.
ÇEVRE -BİREY -DAVRANIŞ üçgenini ele alan davranışçılık ekolüne göre bireyi insan oluşundan
uzak bir nesne gibi görüp ona koşullanma yoluyla form vermeye çalışması tek tipleşmesi için yeterli
olmuyor. Sonrasında psikiyatristin ona gösterdiği nesnelere saldırganca ve cinsellik arzusuyla
tepkiler vermesi bunun göstergesi. Çünkü söz konusu olan bir insan ve onu kobay olarak görüp tek
tipleştirmeye çalışmak aslında mümkün olmayan bir şey. Cinsellik ve şiddet güdüsü her insanın
içinde az ya da çok varlığını gösteren yaşamsal bir mekanizmasıdır (id). Burada çevresel koşullarla
yapılan bir koşullandırma neticesinde insanı tek tipleştirmenin başarısız olacağı davranışçı ekolü
çürüten, insancıl yaklaşımının ilkelerini kabul ettiren bir görüşle oluşturulmuş sinematografya var.
Kobay olarak kullanılan Alex artık özgürdür. Fakat geri döndüğünde her şey değişmiştir. Ailesi onu
istemez. Çünkü odasını başka birine kiralamışlardır. Odasına yerleşen genç ile kavga etmek istese
de deneydeki koşullamadan etkilendiği için istese de kavga edemiyor ve midesi bulanıyor. Evinde
istenmeyince evi terk eden Alex yolda filmin başında arkadaşlarıyla dövdükleri dilenciyle karşılaşır.
Yaşlı dilenci onu arkadaşlarının yanına götürüp arkadaşlarıyla birlikte Alex’i dövmeye başlar. Olaya
müdahale etmek için polisler gelir. Polislerin yüzü gözüktüğünde Alex’in grup arkadaşları olduğunu
görüyoruz. Eski grup arkadaşları Alex’i dilencilerin elinden kurtarıp orman gibi bir yere götürüp bu
sefer grup arkadaşları Alex’ i dövüyorlar. Alex’ in arkadaşlarının polis olarak görev yapmaya
başlamasına Freud’un savunma mekanizmalarından yüceltme ile bağdaştırabiliriz. İçten gelen
şiddet dürtüsünü toplumla uygun hale getirme söz konusu. Filmde şiddeti her kesimde görüyoruz.
Ama bir şeyin iyi veya kötü olması onun kim tarafından yaptığıyla ilgilidir. Aslında saldırganlık
otoritenin ve gücün altında meşruluk kazanıyor. Poliste bu saldırganlığı görmemizin sebebi bu
yüzdendi. Alex sürekli şiddete maruz kalıyor ve kendisine uygulanan bu şiddete karşı elinden bir şey
gelmiyor. Filmi izledikçe insan için kaygının da çok önemli bir duygu olduğunu anımsıyoruz. Fakat
kaygıdan daha önemli olan onun yönetilmesi gerektiğidir. Saldırganlık da aynı kaygı gibi insanların
31
32
çevresindeki kötülüklere, kendisini
savunması için gereklidir.
Eskiden arkadaşları olan polislerden kaçan
Alex, yakınlarda bir eve sığınır. Sığındığı ev
önceden evlerine girdikleri yazarın evidir.
Yazar onu ilk başta tanıyamaz. Dayak yediği
her halinden belli olan Alex’e yardım etmek
ister. Banyo yapmasını sağlar. Yazar, Alex
banyodayken, salonda arkadaşlarıyla
beraber suçlulara uygulanan deneyin insan
ırkı adına doğru olmadığından ve bir nevi bu
uygulamaya tabii tutulan suçluların
robotlaştırıldığı üzerine konuşmaktadırlar.
Onlar bu konuya yoğunlaştıklarında Alex de
banyo yaparken şarkı mırıldanmaya başlar.
Mırıldandığı şarkı Beethoven’nun 9.
senfonisidir. Alex ve arkadaşları ilk başta
yazarın evine girdiklerinde de yine bu şarkıyı
mırıldanmıştır. Yazar onu sesinden tanır.
Karısına tecavüz edip ölmesine sebep olan
ve kendisini yatalak bırakan adam
karşısındadır. Yazar Alex’ten intikam almak
için deney sırasında Beethoven’nun 9.
senfonisinede koşullaması olduğunu bildiği
için Alex’i bir odaya kapatıp bu senfoniyi
zorla dinletirler. Alex bu ıstıraba dayanamaz
ve kendini camdan aşağıya bırakır.
Alex gözlerini hastane de açar. Ölmemiştir.
Fakat iyileşmesi uzun sürer. Hastanedeyken
yanına deneyin yapılmasını sağlayan bakan
gelir ve iyileştiği zaman güzel bir iş ve maaş
sözü verir. Uyguladıkları projeden
vazgeçtiklerini söyler. Alex eski haline döner
ve film Alex’in düşlediği bir seks ile sonlanır.
Filmin aslında en çok vurguladığı şey insanın
önemli olduğu psikanalitik ve davranışçılık
aktarımları, terimleri olsa da saf bir şekilde
hümanistik yaklaşımın yansımaları da
mevcut. Zaten filmin çekildiği tarihe
baktığımızda 1974 yılı olduğunu görüyoruz.
Bu yıl hümanistik yaklaşımın hakim sürdüğü
bir döneme tekabül ediyor. Bu yaklaşım
davranışçılığa karşı çıkmıştı. İnsancıl
yaklaşımda insanın biricikliği vurgulanır.
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’
Davranışçılıkta ise insanın biricikliği yoktur. Çevre etkisi ve özgür iradeye karşı bir karşıtlık söz
konusudur. Filmde uygulanan deney de aslında davranışçılık akımına bir eleştiri olarak
yorumlanabilir. İnsanın özgür iradesi, biricikliği deneyde reddedilmiştir yalnızca çevresel uyarıcılarla
davranış değişikliği amaçlanmıştır ve bu basit düzenek sonucunda deney başarısız olmuştur.
Alex’in tedaviden sonra kendini koruyamaması izleyenleri biraz üzüyor. Fakat bu olayda şunu
anlıyoruz ki kişinin kendini koruması için saldırganlığa ihtiyacı vardır. Bir deney nedeniyle elinden bu
özelliği alınan Alex savunmasız kalmıştır. Önemli olan saldırganlık özelliğini öz denetim ile doğru
şekilde kontrol edilmesidir. Bir ölçüm yapılsaydı Alex’in öz-denetim puanı çok düşük olurdu.
Alex’teki saldırganlığı yok etmekten ziyade doğru şekilde kullanmasını sağlamaya çalışmak kalıcı bir
çözümdür. Nitekim yapılmaya çalışılan koşullamanın sonucunda da elbette bir zaman sonra sönme
gerçekleşecek ve Alex’ in koşullandığı şeyle arasındaki bağ yavaş yavaş kopmaya başlayacaktır.
Buna bağlı olarak Alex’in anne ve babası Alex’in neden böyle davranışlar sergilediğini
öğrenmekten ziyade bu gerçeklerle yüzleştiklerinde onun yerine koyabilecekleri başka birini
bulmuş ve Alex’i terk etmişlerdir. Hem de üstelik gazetelerden Alex’in iyileştiği haberlerine
okumalarına rağmen… Annesinin tutum ve davranışlarından anlıyoruz ki Alex aslında şimdi
terkedilmedi o uzun zamandır onunla ilgilenmeyen bir ailede büyüdü ve belki de böyle bir karaktere
bürünmesinde ihmalkar bir ebeveyne sahip olmasının büyük bir payı var..
Otomatik portakal filminin analizini yapmak, filmini izlemek benim için oldukça keyifliydi.. Şiddetin
sınırlarını zorlayan sahneler olduğu için bazen izlemek zorlaşsa da toplumdaki suça yatkın
insanların bilinçdışının nasıl işlediğini anlamak açısından önemli bir yapıt. Yönetmen vermek istediği
mesajları izleyenlerin anlayabileceği şekilde sahnelerde göz önüne koyarken bir o kadarda gizlenen,
detaylı bakıldığında farkedilen mesajları da barındırıyor. Film çekiminde kullanılan kamera açıları
filme oldukça zenginlik kattığını düşünüyorum. Bu filmin kitaptan uyarlandığını göz önünde
bulundurduğumuzda yazara değinmezsek önemli bir ayrıntıyı atlamış oluruz. Yazar Antony Burgess
kitabında şöyle der: 'Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir
baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan
kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum.'
Psikoloji öğrencisi ya da psikolojiye ilgi duyan herkesin pür dikkatle filmi izleyeceğinden eminim.
Bu yüzden şiddetle tavsiye ediyorum.
Büşra Dinçer
4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T. C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
33
İNSANA DAiR
İnsan nedir, sadece biyolojik bir canlı
mıdır? İnsanı diğer canlılardan ayıran şey
nedir? Nasıl ırkı sıyrıldı ve bu denli
gelişebildi?
Uzm. Kl. Psikolog Masum AYDIN
Derginin ikinci sayısında temamızı İnsanlık
olarak belirledik. İnanlık konusunu ele alırken,
insanı gelişiminin en başından başlayarak,
benlik oluşumu ve çevreyle olan etkileşimine
değindik. Bu keyifli röportajı Uzm. Kl. Psikolog
Masum AYDIN ile gerçekleştirdik. Kendisine
destekleri için teşekkür ediyor, herkese keyifli
okumalar diliyoruz…
Elif DEĞİRMENCİ
3.Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T.C İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
İnsan, biyolojik bir yaşam formudur ama
insanlık dediğimiz şey de bu formun
oluşturduğu biyoloji ötesi (metobiyoloji) bir
durumdur. Kendi başına sadece biyolojik bir
form değildir çünkü insanı aynı zamanda
kültürel, sosyal değerler de oluşturuyor.
İnsan kendi anlam dünyası dahilinde
birtakım dönüşümler oluşturup değerler
yaratıyor dolayısıyla sadece kendi başına
biyolojik bir canlıdır dediğimizde
muhtemelen eksik ve yarım bırakmış
oluyoruz ama form olarak baktığımızda
biyolojik bir yaşam formudur yani bizim
yapısal olarak ya da form olarak bir bitkiden
veya diğer memelilerden içerik olarak çok
büyük bir farkımız yok ama insanlık
dediğimiz şey farklı bir yöne evriliyor. Bu
biraz daha biyolojik formun oluşturduğu
biyoloji ötesi bir şeye dönüşüyor. Çünkü
burada insan sosyalliği giriyor; insanın
politik duruşu, iyilik hali, diğer insanlarla
ilişkiselliği giriyor. Diğer bütün biyolojik
formlar arası böyle bir şey var mı pek emin
değilim, olsa da bihaber olabilirim
genelinde mesela insan tek başına, kendi
başına yapayalnız muhtemelen bütün
yaşamını sürdüremez. Diğer insanlarla
ilişkisellik halinde bir insanlığı oluşturuyor
dolayısıyla salt bir biyolojik form
dediğimizde kendi haliyle biraz eksik kalmış
oluyor. İnsan aslında hala gelişiyor. İnsanı,
içinde bulunduğumuz dünyayı, diğer bütün
varlıkları açıklama biçimleri elbette ki vardır.
Benim açıklama biçimim veya kendimi
dayandırdığım nokta evrim teorisinin ortaya
koyduğu bir form. Mesela ben o mecrada, o
34
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’
aks üzerinden düşündüğümde bana daha
rasyonel geliyor, daha tutarlı geliyor. Hem
genetik yapımız itibariyle öyle düşünüyorum,
öyle varsayıyorum. Biz uyum özelliği çok güçlü
olan bir yapıya sahibiz. Muhtemelen bizim
uyum özelliğimiz çok güçlü olduğu için o ilk
biyolojik yaşam formlarından bugüne kadar
türünü devam ettiren ve mükemmeliğe doğru
giden bir form üzerinden gidiyoruz. Benim
buradaki mükemmellik anlayışım ya da
mükemmelliğe dem vurduğum nokta içinde
bulunduğu çevreyi, ortamı kendi için, kendini
devam ettirmek için en iyi bir şekilde kontrol
edebilme diye bakıyorum. Dolayısıyla buradan
gittiğimizde mükemmeliğe doğru giden bir
formuz. Örneğin elimizde veriler var, bizden
önceki yaşam formları kendini devam
ettirememiş hem bizim kendi akrabalarımız
olsun, kendi soy ağacımız üzerinden olsun ya
da hiç akrabamız olmayan dinazorlardan bile
söz edebiliriz yani onlar kendini devam
ettirememiş ya da onlardan buraya doğru
kalan, akrabaları olanlar bizim kadar içinde
bulunduğu dünyayı kendi yaşam alanları için
kontrol edememişler. Bizim en yakın
akrabalarımız -kuzenlerimiz- işte maymunlar
falan diyoruz ya bu tabi büyük bir yorumdur
yani bu evrim teorisinin yorumudur. Direkt
böyle bir şey söyleyemeyiz ama elimizdeki bu
bilgiler üzerinden baktığımızda homo
erectus’tan bu güne gelen çevreyi kendisi için
uyumlu hale getiren bizleriz. Şu anda homo
sapiensleriz ve bu bizim uyumlu olma
özelliğimizden kaynaklanır yani o içinde
bulunduğumuz çevreye daha kolay adapte
olabiliriz. Bunu biz kendi yaşantımızda da
görmüyor muyuz? Mesela insanlara bakıyoruz
yanı başımızda Suriye savaşı var. İnsanlar ne
acılar çekiyorlar o göç yollarında ne sıkıntılar
çekiyorlar ne travmatik yaşantıları var. Eminim
mesela bunu bazı insanlara onların yaşadığı
travmatik deneyimleri anlatsak bazı insanlar
yaşayamayacak ama onlar o travmatik
yaşantıyla baş edip bugüne doğru geliyorlar.
Halen yaşamlarını devam ettirebiliyorlar o
zaman bu onun çevreyle olan bağı ve
çevreye uyumlu bir şekilde yani adaptif
bağlanmasıyla ilişkilidir diye çok kaba olsa
da ben buradan bakıyorum.
İnsan gelişiminin en temelinde anne
karnı, bebeklik ve çocukluk yıllarımız var.
Anne karnına dair çok bilgimiz yok ancak
hayatta kalma mücadelemizin anne
rahmine tutunmakla başladığını
düşünürsek daha orada yaşamayı
anlamlandırmaya
başladığımızı
söyleyebiliriz. Peki bu yıllar bizim
yetişkinlik
yıllarımızı ne derecede belirliyor?
Değiştirilemez mi?
Değiştirebildiğimiz şeyler var çünkü zaten
bizim genetikle birlikte epigenetik
dediğimiz bir kavram çıktı ortaya yani
çevrenin bizim üzerimizdeki etkisi ve bizim
bir şekilde çevre üzerindeki etkimiz bu yine
bir adaptasyon sürecimizle ilgilidir. Şunu
biliyoruz ki anne rahminde iki tane genetik
materyallerin içinde en baskın olanları, en
güçlü olanları, yaşamda kalabilecek
özelliklere sahip olanlarla birlikte anne
rahmine tutunup, orada büyüyüp oradaki
doğal ortama adapte ola ola bizim için o
süreçte neye ihtiyacımız varsa, önümüzde
problem çıkartabilecek neler varsa onlara
bir şekilde ekarte edip onların üzerinden
buraya doğru gelen bir varlığız ve elbette ki
o süreçte genetik materyallerin içinde bizim
için sıkıntılı olabilen ve aynı zamanda bizim
tumumuzu güçleştiren birtakım
özelliklerimiz var. Doğduktan sonra biliyoruz
ki yaşama tutunma noktasında genetik
materyallerimiz bizi ne kadar zorlasa da
çevreye uyum noktasında bizim içimizdeki
o devam etme arzusu yaşama tutunma
nasıl ki anne rahminde anne karnına
tutunmak yaşama tutunmaksa dış dünyada
35
da biz tutunuyoruz. Dış dünya da ayrı bir anne
rahimdir orada da yaşamın devam etmesi
lazım. O zaman bizi geride bırakan, zorlaştıran
birtakım özellikleri baskılamış oluyoruz ve
dolayısıyla onun üzerinden devam ediyoruz,
böyle bir süreç. Birçok noktayı değiştirmek,
değişimlemek mümkün. Buradan da
baktığımızda belki en değiştirebildiğimiz,
değişimleyebileceğimiz şeyin şu örneği
verirsem daha yerinde olur çok uç bir örnek
olsa bile: İnsan prematüre doğuyor yani diğer
canlılara göre çok erken doğuyor ve bütün
biyolojik gelişimini tamamlamadan erken
(2.5−3 yıl) doğuyor. O malzeme onu oraya
doğru getiriyor. Çok doğal olağan bir şeyden
söz ediyorum ama bu erken doğma insan
yavrusu yaşama tutunuyor, yaşama devam
ediyor tabii ki orada bakıcısı onu o güven
kurduğu, bağ kurduğu onu koruyan,
destekleyen onu dışarda soğuk/sıcak
havadan; açlıktan, susuzluktan, mikroplardan
koruyup kollayan bir bakıcısı var ama bütün
bunlara rağmen insan yavrusu hayatına
devam ediyor. Buradan yine daha farklı
çarpıcı olması açısından zihinsel engellilik
durumundan da söz edebiliriz. Kişi zihinsel
engelli biridir. Tamamen ortalama dediğimiz,
“ortalamadan farklı” daha geride bir zihinsel
kapasiteye sahip olan bir insan evladı ne
yapıyor? Bütün bu zorluğa, zihinsel
yetersizliğe rağmen yaşamına devam ediyor
ve ilerliyor. O zaman bu ne demek aslında? Bu
bazen sende var olan genetik materyallere
rağmen ya da işte doğanın evrimsel süreci
erken doğum bir anlamda defekt diyebiliriz
yani defekte rağmen hala devam ediyoruz,
yaşamımızı sürdürüyoruz ve mümkün.
Meydan okuyorsun. Genetik materyaline de
ve evrimsel sürece de bir yönüyle aslında
meydan okuyorsun ve yaşamına devam
ediyorsun. Bunu değiştirmek çok olası ya da
mesela stresin genetik altyapısının olduğunu
biliyoruz. Birtakım stres alelleri var yani işte
SS-SL alelleri vardır. Bu alellerden bir kısmı
olduğunda kişi strese daha yatkın, daha zayıf,
daha zorlantılı, daha kaygılı olabiliyor. Bu bir
genetik materyal. Bununla birlikte geldiği
halde telepatik süreçten sonra daha güçlü
oluyor ya da kendindeki bu durumu -ya ben
strese karşı biraz daha dayanıksızım bunu
fark ettim- genetik tahlil sonuçlarından belli
çıktı diyelim kişi bunu fark etti. Bunu fark
ettikten sonra ona meydan okuyabiliyor.
Zihinsel egzersizler yapıyor, davranışsal
egzersizler yapıyor; ona meydan okuyup
yaşamına devam ediyor. O zaman senin
sorduğun soruya bu açıklamayla belki
cevap bulabiliriz. Sorun kapalı uçluydu
yapar mı, yapmaz mı? O zaman cevap
vereyim. Evet, meydan okuyabilir.
Yaşam boyu gelişimi incelemek
insanlara nasıl bir fayda sağlayabilir?
İnsanların yaşam boyu gelişimini
incelediğimizde, bir defa insan
organizmasını ele aldığımızda,
incelediğimizde insanın “ne’liği” adına bir
takım cevaplar elde ederiz. İnsan nedir,
hangi evrede ne gibi dönüşümler sağlıyor,
hangi evrede ne oluyor, çocukluk evresinde
neler oluyor, ergenlik evresine neler oluyor,
yetişkinlikte, yaşlılıkta ya da çok öncesinde
anne rahminde bu evrelerde ‘neler’ oluyor?
Biz bunu bildiğimizde aslında insanın bu
evrelerde birtakım handikapları (zorlukları),
çıkmazları olacak ya da bazı evrelerin
insanlara avantajları vardır. Biz bunları
bildiğimizde hem o zorluklarla baş etme
noktasında destek vermiş, bilmiş oluruz
hem de avantajları biliyorsak o avantajları
bilip o gelişimsel süreci daha avantajlı hale
getirebiliriz. Beck’e burada referans vermek
lazım. Beck herhalde bu şekilde diyordu.
Tercümesi tam böyle olmasa da dilimizdeki
karşılığı oradaki farklı bir anlamı ifade etse
de “bilmek egemen olmak demektir” yani
yön vermektir. O zaman biz bu yaşam boyu
gelişimi bildiğimizde egemen oluruz,
kontrol ederiz. Bugüne kadar insan kontrol
36
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’
etmişse kendini bugüne kadar atmışsa demek
ki birtakım şeyleri bildiği için buraya atmıştır
ve o kendi özellikleriyle çevre arasında yani
içinde bulunduğu doğa arasındaki dengeyi
kurup doğayı kendi lehine çevirebiliyor ve
buraya doğru atabiliyor. Dediğimiz gibi
kontrol edebiliyor. Kontrolden kastım da o
adaptasyon sürecinde kendisi için çevreyi
daha iyi bir hale getirmeyi, kendini devam
ettirmek adına bu noktada da yaşam boyu
gelişimi bilmek o denli önemli. Yaşam boyu
gelişim halihazırda bilimsel metinler dışında
da aslında insanları bugüne doğru atan
yaşam boyu gelişim bilgisidir. Nedir? Mesela
bilimsel bilgi yokken bile yıllar öncesinde
annelerimizin, anneannelerimizin geleneksel
çocuk bakıcılığı yöntemleri vardır, geleneksel
gebe yaklaşımı yöntemleri vardır. Çocuğun
belli bir yaş döneminde dikkat edilmesi
gereken noktalar vardır. O bilgi yaşam boyu
gelişime dahil edilip, aktarıla aktarıla gelmiş.
Şimdi bir anne çocuğunu ilk kucağına
aldığında o gelişimsel dönemi ondan önceki
anne bilmiyorsa ve ona aktarmıyorsa
muhtemelen diğer tarafa aktarılamayacaktır.
Muhtemelen bizi buraya getiren de o bilgiyi
hasbelkader deneme yanılma yoluyla elde
edilmiş o bilgidir. Bu açıdan önemli ya da
nokta atışı bir bilgi verelim: Ergenlik. Yaşam
boyu gelişim içinde ergenliğin bilgisi çok
önemlidir ve ergenlikte çok net hemen hemen
herkesin hemfikir olduğu kimlik krizi (ergenlik
krizi) dönemidir. Ben bunu bildiğimde ergenlik
döneminde nelerin önemli olduğuna, nasıl
atlatılabileceğine rehberlik etmiş olurum;
destek vermiş olurum ve o kişi o krizi daha az
zararla atlatmış olur.
Ergen gelişiminde ailenin rolü ne
olmalıdır?
Majör bir şekilde ergenliği şöyle bir bilelim. Biz
niye ergenlik krizini, kimlik krizi olarak
tanımlıyoruz? Çünkü ergenlik, yetişkinlikle
çocukluk arasına sıkışmış bir yerde kalıyor.
Tabii çocukluktan beri de yerine
getiremediği boşluk kaldığı birtakım
gelişimsel ödevler vardır. Bedeninde
değişiklikler oluyor. Bakıyor ki bedeni
yetişkin bedenine benziyor böyle bir şey
ama duyguları daha biraz çocukluktan
kalma duygular. Kontrol duygusu kendi
davranışları ve duyguları üzerinde kontrolü
çok fazla yetişkin kadar da değil bu kaos
içinde “Ben neyim; yetişkin miyim, hala
çocuk muyum?” burada bir kriz var “ben
nereye aitim?” Hangi mahalleye, hangi ırka,
hangi millete, hangi kültüre, hangi aileye;
nasıl bir aileye, nasıl bir anlayışa?
muhafazakar mıyım ya da daha demokrat
biri miyim? toplumla uyumlu muyum, değil
miyim? çelişen yönlerim var mı, yok mu?
kabul görüyor muyum, görmüyor muyum?
Hem kendi bedeni üzerinde hem de
düşünce dünyasında bu kaosu yaşıyor. O
zaman ailenin bu dönemde ne yapması
gerekir? Kucaklayıcı, sarmalayıcı, “seni her
halinde, her şekilde kabul ediyorum”
demesi gerekir. ‘Ben kimim?’ sorusuna yanıt
arıyor. Ailenin vereceği yanıtlardan belki en
kritiği sen bizim bir üyemizsin, her halinle
bizim kabulümüzsün. Bu yoksa bunu kabul
eden başka gruplara başka kişilere gidecek.
Mesela ailelerin temel yakınması “Gidiyor
garip garip insanlarla birlikte oluyor. Bu
çocuk böyle değildi. O arkadaş grubundan
bağını koparsak iyi olacak” diyor. Neden
gidiyor? Çünkü arkadaş grubu onu kabul
ediyor. “Gel sen böylesin, sen bizim gibisin”
o kendini kabul eden bir yer bulmuş olur.
Ebeveyn gitme dediği zaman bu sefer
ebeveynle çatışır. “Sen beni kabul
etmiyorsun burada kabul eden biri var ben
tabii ki oraya gideceğim.” O zaman hem
baskıcı bir koruma değil esnek bir koruma,
destekleyici bir şekilde her haliyle onu
kabul eden, onun varlığını bağrına basan
bir yaklaşım bu krizi atlatmasına yardım
edecek çünkü bence yaralıdır ergen.
Kanamalı bir yara vardır o zaman sen onu
37
koruyacaksın, kabul edeceksin,
destekleyeceksin ancak o şekilde o krizi
atlatır. Burada şundan bahsedeceğim
ortalama bir ergenlik krizinden, ergenden o uç
noktalar ayrı bir şey.
Kişi diğerlerinden ayrı şekilde var
olduğu duygusunu ne zaman
hissetmektedir?
Bununla ilgili Melanie Klein ve Jacques
Lacan, “ben” ve “diğer” ayrımını bebekliğin
sekizinci ayına denk getiriyorlar. Sekizinci
aydan itibaren ben ayrıyım ve öteki var. Bu
ayrım gittikçe yaşam evreleri boyunca daha
da belirginleşip, netleşiyor bunun için de söz
ettikleri ayrım cismani ve fiziksel ayrımdır. Biz
ayrı varlıklarız, ayrıyız ama bu yaşam evresi
boyunca işin içine farklı fiziki ayrım ayrı bir şey
ondan sonra anlam dünyaları farklılaşıyor
bununda ayrı sınırları vardır. Bu yaşam boyu
artık devam eden bir şey. “Benim anlam
dünyam bir kişinin anlam dünyasından
farklıdır” dediğim yer benim kendi anlam
dünyamı kendimce kabul ettiğim, kendimi
konumlandırdığım yerdir. Bu yaşamın her
döneminde değişiklik gösterir. İlk ayrılmadan
buraya doğru geldiğimizde örneğin kişi bir
müslüman veya bir hristiyanın kendini
konumlandırması, bir demokratın ya da bir
muhafazakarın kendini konumlandırması, bir
erkeğin ya da kadının kendini
konumlandırması, bir esneğin ya da katının
kendini konumlandırması bunu kendi zihinsel
ve imgesel dünyasında tanımladığı zaman
ben ve öteki sınırı konuluyor. O farkların
yaşam boyu devam ettiğine örnek verelim.
Diyelim ki iki kişi müslüman bu iki kişi
üniversitede okuyor. Kendinlerini müslüman
olarak tanımlıyor. Zihin, anlam dünyaları
aynıdır. Belirli bir evreden sonra biri
müslümanlığı çok rasyonel görmüyor, mantıklı
da gelmiyordur. “Ben inceledim yazıları
baktım rasyonel gelmiyor” ve kopuş başlıyor.
O zaman daha önce anlam dünyası
Müslümanlıkken gelişim sürecinden sonra
kendini ayrı bir yerde sınırını çiziyor. “Ben
müslüman değilim” şeklinde
konumlandırıyor ve o diğer arkadaşıyla,
kendi anlam dünyası arasında bir sınır
oluşuyor. Cinsel kimlik üzerinden de bu
ayrımı düşünebiliriz. Kişiyi belirli bir döneme
kadar form olarak görüyor, diyelim ki
aynaya baktığında erkek formu olarak
görüyor ya da kadın formu olarak görüyor.
Kendiliğini kadınlardan ya da erkeklerden
bu yönüyle çok ayırt etmiyor ama içinde
farklı şeyler var. Belirli bir evreden sonra
mesela erkeğin içindeki kadınlık daha
coşkulu bir şekilde yer edinmeye çalışıyor
bu sefer aynada bir erkek figürü var ama
içinde bir kadın var, o zaman kendini kadın
olarak tanımlıyor. Erkek dünyasından
ayrıldı, farklılaştı. Bu kadın için de geçerli.
Kadın kendi fiziksel imgesindeki formun
dışında, içinde başka bir form taşıyabilir.
Yaşam boyu fark ettiğimiz sürece ne zaman
fark ediyorsak oradan ben ve öteki ayrımı
yaparız, fark ettiğimiz sürece. Fark
etmediğimiz zaman o ayrım yoktur. Mesela
psikotiklerde şu denilir ki “ben ve öteki
ayrımı belirgin olmadığı için psikotiktir.”
Gerçeklik algısı, ben ve ötekiyi ayırt
edemiyorum (gerçeklik algısı bozulmuş).
Fark ettiğimde o zaman ayrımı
yapabiliyorum.
Olumlu bir benlik kavramını oluşturan
nedir?
Temel itibariyle kendilik (benlik) imgesi
çoğunlukla 0−3, 3−6 yaş döneminde
bakıcının, bakıcıyla olan ilişkinin, bakıcının
kendisi, kendi eylemselliği, dürtülerine
verdiği yanıtlarla şekillenir. Eğer ki bu
süreçlerde bakıcı “ben’den” doğru gelen
negatif veya pozitif davranışları (eylem
olabilir, söz olabilir) bakıcı tarafından esnek
bir şekilde karşılanırsa bendeki benlik algısı,
38
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’
olumlu benlik algısını oluşturur. Oradan
temellenir ama oradan doğru ya da pozitif bir
geribildirim almazsak o zaman negatif bir
benlik algısı oluşur çünkü kişinin kendini
algılaması biraz ötekinin referansı ile ilişkilidir.
Majör öteki ya da hayat boyu etkisi devam
eden ilk bakıcı (temel bakıcısı) ebeveyndir. İlk
önce anne gelir, ona temel bakım veren kişidir.
Oradan kendini, kendi benlik imgesini, pozitif
ya da negatif benliğini oluşturmaya çalışır.
“Ben iyi biriyim, ben pozitif biriyim” ama
oradan doğru gelmediğinde bu kırılmalar
devam eder.
Ağaç ağaçlığını kendisi yapamaz ama
insan insanlığını kendisi yapar. Peki nasıl
yapar? Bir insan kendisini nasıl
gerçekleştirir?
İnsan, insanlığını kendi yapar mı bilmiyorum.
İnsan, insan olmayı da kendi yapmıyor. İnsan
olmak insanın kendi tercihi değil. Ağaç gibi bir
formdur o da ama insanı ağaçtan ya da diğer
canlılardan ayıran kısım belki beyin bilişi
üzerinden ya da biyoloji üzerinden
konuşabiliriz. Ağacın ya da diğer memelilerin
biyolojik formu, biyolojik görevleri (donanımı
ve yazılımı benzetme olması açısından)
tamamlanmış ve kapanmış bir şekilde gidiyor.
Bir ağacın biyolojik donanımı ve yazılımı
bellidir. Toprakla suyla beslenir sonra
yaprakları dökülür sonra tekrar çiçek açar…
Kendi içinde biyolojik form olarak bu döngüyü
tamamlıyor. Diğer memelilerüzerinden
konuştuğumuzda onlar da beslenirler, ürerler,
yaşlanırlar, ölürler. Gidip 4−5 katlı bir bina
yapmazlar. Kendilerine sığınabilecekleri bir
yuva yaparlar ama araştırmalar şunu
gösteriyor ki insan beyini benzetme açısından
donanım ve yazılım olarak da hep gelişmeye
açık. Hep gelişiyor hep devam ediyor,
kapanmamış. Sürekli gelişiyor belki o düşünce
yapısı oradan geliyor diyebiliriz. Böyle olduğu
için diğerlerinden ayrışıyor, farklılaşıyor. Belki
sorduğun soru üzerinden, niyetin şuysa eğer
ağaç ağaçlığını yapıyor da, insan insanlığını
neden yapmıyor? Burada ki insan ile ağaç
arasındaki ya da diğer memeliler arasındaki
farkı belirginleştirmekse niyet oradan doğru
bunu diyebilirim ama bunun somutuna
doğru gerçekten insan insanlığını yapmıyor
mu, yapamıyor mu? Diye bir soru
geldiğinde buradan benim diyeceğim:
Hayır, insan insanlığını yapıyor. Çünkü insan
neden insanlığını yapıyor? İnsan tam
olmadığı için bitmemiş. Şöyle bir tuval, ağaç
ve insan düşünelim. Tuvali ikiye bölelim bir
tarafına ağacı bir tarafına insanı çizelim.
Ağaç tamamen tamamlanmış bir resimdir
ama insanı çizdiğimizde insan henüz
tamamlanmamıştır. Zaten insan olmak
henüz tamamlanmamış olmaktır. Henüz
tamamlanmamış insan bizim
oluşturduğumuz ‘İnsan neden insanlığını
yapmıyor?’ İnsan zaten insanlığını yapıyor,
tamamlanmaya çalışıyor. İnsanın
handikapları var. İnsanın sonlulukla
sonsuzluğa karşı handikapı var çünkü
düşünüyor. İnsanın eşref-i mahlukat ile
esfeli safilin olma gibi handikapı var. Yani
mahlukların en değerlisi olmayla eşref-i
mahlukat, varlıkların en değersizi olma gibi
handikapı var. Onu da yapıyor onu da
yapıyor bu ikisi de insan. İnsanın güçlü
olmayla güçsüz olma zavallı olmaya dair
handikapı var. Bir yerde çok güçlüdür ama
bir yerde koca bir evrende zavallı, basit yani
evreni düşünüyor, görüyor ve yeryüzündeki
bir karıncadan daha
zayıftır yani üflesen gidecek onu görüyor.
Bir de kendi içinde bulunduğu dünyasında,
okulunda, mahallesinde, arkadaş
çevresinde bir sürü şey yönetiyor. Zihin bu
ikisi arasında gelip gidiyor bir öyleyim bir
böyleyim. Bu handikapları olan bir canlı
bunu yapıyor biz buna insanlık diyoruz.
İnsan dediğimiz şey mükemmel dedik “her
şey çok güzel olsun, çok iyi olsun, dünya
güzel olsun, kimse birbirini öldürmesin,
herkes birbirini sevsin, kimse birbirini
39
incitmesin aman birinin göz yaşına neden
olmayayım” gibi bir şey değil. Sadece iki uçla
değil, iki uç arsındadır. O zaman ağaç
ağaçlığını yapıyor, insan da insanlığını yapıyor
ama yaptığı bazı şeyler bize acı geliyor. Acı
geldiği için kabul etmiyoruz.
Son olarak bir psikolog olarak siz
insanlığa ne demek istersiniz?
Farkında olmalıyız. Biz bu iki uçlar arasında
sıkışmışız. Şunun farkında olalım biz sonlu
olmayla sonsuzluk arasına sıkışmışız. Güçlü
olmayla güçsüz olma arasında sıkışmışız.
Sıkışmışlığımız var bunun farkında olalım.
Kendimizin ve ötekimizin farkında olalım. Her
yönüyle fiziksel olarak, anlam dünyası olarak
farkında olalım çünkü o ayrımı yapmak bilinç
ister. Biliçlilik hali bu demek. Bilinçlilik demek
aslında farkında olmak demektir. Bu süre
içerisinde belki bilmemiz gereken benim
kendi yorumum kendi deneyimlerim,
okumalarım, gözlemlerim şunu gösteriyor;
insan anlamsız yaşayamıyor, bir şeye anlam
vermek zorunda tamamlanmamış ya onu
bulmaya çalışıyor. İnsan lidersiz yaşayamıyor.
İnsan temel itibariyle bağlanma nesnesine
ihtiyaç duyuyor, bağlanmazsa neredeyse
yaşayamıyor çünkü prematüre doğdu, bir
bağa ihtiyacı vardı, o bağa bir liderdir, bir
anlam dünyasıdır. İnsan onlara bağlanarak
gidiyor ama bu bağlar anlam dünyası da
liderler de şunu bilmeliyiz ki bizi (metaforik
olarak cennet ve cehennemi kullanıyorum)
cennete de götürebilir, cehenneme de
götürebilir. Bizi bu dünyada cenneti de
yaşatabilir cehennemi de yaşatabilir çünkü
bizim onu fark etmemiz lazım. Biliyoruz ki biz
insanlar bir anlam dünyasının içine
doğuyoruz, bir hikayenin içine doğuyoruz.
Ben doğar doğmaz, sen doğar doğmaz,
herkes doğar doğmaz bir hikayenin içine
doğuyor. Annemiz babamız bize bir hikaye
anlatıyor “burası bizim köyümüz, burası bizim
mahallemiz, şehrimiz, bizim böyle bir
kahramanımız vardı, bu insan böyleydi, biz
bunu bunlardan kurtardık, bizim
bağlandığımız bir dinimiz var, bağlandığımız
bir liderimiz var” her kimse böyle bir hikaye
oluşturuyor “bizim kurallarımız var, bizim
değerlerimiz var, buna uymak zorundasın,
buna karşı gelmelisin buna gelemezsin gibi”
bir anlam, bir hikaye dünyası oluşturuyor.
Ama bakıyoruz ki bu hikaye bizim annemizin
babamızın hikayesi değil onun da anne
babasının hikayesi aslında bakıyoruz ki o
onların da değil başka birinin hikayesi,
ondan öncesinin de hikayesi bu hikaye
uzayarak gider… Bir hikaye yaratılmış
uzaktan gelmiş biz bu hikayenin içine
doğmuşuz. Biz büyüdükçe bizimmiş gibi
olan bu hikayede biz kendi bireysel
hikayemizi oluşturmaya çalıştığımızda, belki
insan olma, gerçek anlamda insan olma
benim kendi tarifim bu. Kendi hikayemizi
oluştumaya çalıştığımızda o yaratılmış
hikayeyle çelişiyoruz, sıkıntılar doğuyor,
uyuşmamazlıklar oluyor. O zaman burada
şunu soruyorum. Diyorum ki, herkese
soruyorum, bütün insanlığa sesleniyorum.
Şu an içinde bulunduğun hikaye senin
hikayen mi, senin oluşturduğun hikayen mi,
yoksa annenin, babanın, onun atalarının
oluşturduğu hikaye mi? O zaman bu
handikapları daha iyi anlar insan yani o
eşref-i mahlukat ile eşref-i safinin, güçlükle
güçsüzlüğünü fark edilebilir. Soruyorum bu
hikeye kimin hikayesi? Bütün insanlara
soruyorum cevap versinler.
Uzm. Kl. Psk Masum Aydın
Öğretim görevlisi
İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Psikoloji Bölümü
40
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’
BiLiNCiN DıȘıNDAN ÖYKÜLER, SAHNELER
“Uygulamalı Psikodrama dersinde ortaya çıkan öykülerden bir seçki”
Psikodrama, canlandırma yoluyla ya da başka çeşitli teknikleriyle insanlara katarsis ve içgörü
kazandırarak ruhsal onarımı sağlayan bir terapi yöntemidir. T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Psikoloji 4. Sınıf öğrencileri olarak bir terapi yaklaşımını uygulamalı bir şekilde görüp deneyim
kazanmayı, üstelik bu deneyimi kendi ruhsal yolculuğumuza çıkarak kazanmayı bir ayrıcalık olarak
görüyoruz. Bu sebeple müfredatımızdaki bu ders için Sevgili Bölüm Başkanımız Uzm. Psk. Dr. Öğr. Üy.
Hatice Nevin ERACAR’a ve Sevgili Ders Hocamız Uzm. Psk. Öğr. Gör. Oğuz Burak İSMANUR’a
teşekkürlerimizi sunuyorum. Sınıfça iki dönemdir aldığımız uygulamalı psikodrama dersimizde
ortaya çıkan öykülerden bir seçkiyi sizlere sunmak istedik. Dergide öykülerinin yayımlanmasını
isteyen arkadaşlarımın yazılarını aşağıda sizler için derledim. İyi okumalar…
DÜŞÜNEBİLMEK
Gökçe Gülizar AKYÜZ
4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Açıkçası genç veya yaşlı olabilmek bunlar
biraz daha hayatın bize biçtiği öznelerdir.
Önemli olan aslında kişinin ne yaşadığı ne
hissettiği veya neyi düşündüğüdür. Çünkü;
bu bileşenler hayatı anlamlı kılmaktadır.
Sokrates aklın ve bilimin ışığında ne kadar
çok düşünürdü. Şöyle bir dönüp
baktığımızda yaşadığımız şey üzerine bile
düşünebildiğimiz sürece hiçbir şey boşa
değildir. İşte bunları yapabilmek, bir şeyleri
düşünebilmek, kafa yorabilmek,
anlayabilmektir. Aynı zamanda bu yaşamın merdivenlerini sırayla, doyurucu, bir şekilde çıkabilmek
önemlidir. Hemen birdenbire merdivenleri çıkmamak gerekir. Tam burada Sokrates gibi bilim
insanında da gördüğümüz o tecrübe çok kıymetlidir. Neden Sokrates bir şeyleri düşündü, nasıl olur,
neden böyle diye sorguladı, araştırdı, birtakım çalışmalar yaptı. Çalışmaları sırasında bazı
yorgunlukları da oluştu ama hiçbir zaman vazgeçmedi.
Can Top
4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
41
SAÇMALIKLAR PALTOSU
O gün güneş hiç olmadığı kadar
parlaktı. Matmazel uyandı ve kendisini
çılgın parlaklığıyla uyandıran güneşi
selamladı. Matmazel sonsuzluk ülkesinde
yaşıyordu. Her şey sonsuzdu orada.
Yaşamın bir sonu yoktu. Mutluluk varsa
onun da bir sonu yoktu. Aynı şekilde biri
üzüldü mü, onun da sonu gelmezdi. Artık
birileri hep üzgün birileri hep mutluydu.
Matmazel de bu ülkedeydi ama onun için
durum pek de böyle değildi. Onun üzüntüsünün de mutluluğunun da bir sonu vardı. Bir gün
saçmalıklar paltosunu giydi ve dışarı çıktı. Yürüdü, yürüdü yürüdü… Sonra birden karşısına
bir köstebek çıktı. “Hoş geldin dünyamıza.” dedi, köstebeğe yorgun bir sesle. Yorulmuştu
Matmazel. Dedim ya bu ülkede hiçbir şeyin sonu yok diye. Matmazel de sonu olmayan bir
yolda yürüyordu…
“BABAM”
Rabia Nur Köse
4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Küçük kız güneşin sıcaklığını yüzünde
hissettiği an yatağından fırlarcasına kalktı.
Nihayet o büyük gün gelmişti. Babasıyla
uçurtma uçuracaklardı. Okuduğu kitaptaki
çocuklardan öğrenmişti uçurtmayı, hiç
deneyimlemediği bir şeye heves etmişti.
Uçurtma malzemesi aldıkları yerde insanlar
fısır fısır konuşmuşlardı. Işığı bile göremeyen
bir çocuk nasıl uçurtma uçuracakmış, ya
koşarken bir yere takılıp düşürseymiş, ne
biçimde bir ailesi varmış. Anlam veremiyordu
küçük kız bu sözlere. Göz kapaklarının kapalı olması nasıl engel olsundu güneşin varlığını
hissetmeye, babasının elinden tutup koşmaya. Kocaman gülümsedi bu sözlere küçük kız ve
babasının elini sımsıkı tuttu. İyiki dedi iyiki babamın kalbide örtülü değil diğer büyükler gibi.
Merve TEPEYURT
4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
42
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’
KAYIP
Her gün aynı şeyin içinde sürüklenirken
buluyorum kendimi. Tekrar tekrar, tekrar
eden bir oyun. Çıkarcı sistemlerin içinde
kayıp olmuş nereye dönsem başka bir tehlike
var. Bunca kaotik ortamın içinde biyolojim
daha ne kadarına dayanacak bilmiyorum.
Dilan SIRDAŞ
4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
EŞİT TAKAS
Pizarro, 30’ların sonlarındaydı. Yetişkinlik
hayatında bir sürü başarılar elde etmiş,
İspanya kralının bizzat kendisinden
madalyalar almıştı. Örneğin patlayınca etrafa
daha fazla hasar bırakan 222bunlar büyük
başarı sayılırdı. Ancak son günlerde çok
durgundu daha fazla yaşamayı, ölümsüzlüğü
düşünüyordu. Arkadaşlarına bundan
bahsediyordu “Hayattaki en büyük başarım
bu olacak” ölümsüzlüğü istiyordu Pizarro
ancak bu kiliseye karşı gelmekti. Kilisenin
etkisi büyüktü etrafta müritleri gezip duruyordu. Arkadaşları “Sen kafayı yemişsin olmaz öyle şey”
diyorlardı. Pizarronun tek ihtiyacı Felsefe taşıydı. Derken kapı çalmıştı.
Oğuzhan DOĞAN
4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi
T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
43
44
2013’DEN BUGÜNE KULÜP FAALİYETLERİ
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’
45
46
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’
47
48
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’
MART/NİSAN AYINDA
PSİKOLOJİ KULÜBÜ
Dergimizin bu sayısında, İYYU Psikoloji Kulübü’nün mart ve nisan aylarında gerçekleştirdikleri
etkinlikleri inceliyor olacağız.
İlk sayımız çıktıktan hemen sonra uzman
klinik psikolog Emre Konuk’un katılımı ve kulüp
başkanımız İrem Yazgaç’ın moderatörlüğünde
“Travma Perspektifinden Psikoterapi” adlı
etkinliğimizi gerçekleştirdik. Etkinliğimiz Zoom
platformu üzerinden kırk dakika olacak şekilde
planlanmıştı fakat Emre Konuk’un harika
anlatımı ve katılımcılarımızın konuya olan
ilgilerinden ötürü bir saat daha uzatılmıştır.
Etkinliğimizde Emre Konuk’un terapilerinde
kullandığı EMDR yaklaşımını konuştuk ve
katılımcılarımız da bu konu hakkında merak
ettikleri soruları sordular. Karşılıklı etkileşim
içerisinde geçen etkinliğimiz hem konuşmacı
hem de dinleyici açısından çok verimli ve
keyifli geçti. En başta etkinliğimize katılarak
bize engin bilgilerini aktaran Emre Konuk’a,
daha sonra etkinliğimize katılım sağlayan
Psikoloji Kulübümüze önderlik eden sayın
bölüm başkanımız Nevin Eracar hocamıza ve
son olarak katılım sağlayan tüm öğrenci
arkadaşlarımıza etkinliğimize katıldığı için
teşekkür ederiz.
Daha sonra hiç hız kesmeden bu yıl
içerisinde beşincisini düzenlediğimiz
“Sanat ve Terapi Atölyesi” adlı etkinliğimizi
gerçekleştirdik. Her seferinde çok keyifli
vakit geçirdiklerini, kendilerine dair farklı
yönler keşfettiklerini ve farklı duygularla
etkinlikten ayrıldıklarını belirten
katılımcılarımız bu etkinliğimizden de yine
çok farklı duyguları bir arada yaşayarak
ayrıldıklarını belirttiler. Etkinliğimiz Gökçe
Akyüz ve İrem Yazgaç tarafından
yönetilmektedir. Sanat ve terapi
etkinliklerimize en başından beri göstermiş
olduğunuz ilgiden dolayı teşekkür ederiz.
Sizler ilgiyle takipte çünkü bu
etkinliklerimizin devamı için biz
hazırlıklarımızı yapıyoruz.
49
Sanat ve Terapi Atölyesi etkinliğinden
hemen sonra Öğr. Gör. Cihan Asaroğlu
eşliğinde “Yeme Bozuklukları” başlığı altında
vaka analizi yaptık. Vaka analizi başlıklı
etkinliklerimizin ilk serisi yeme bozuklukları
üzerineydi, ilerleyen günlerde alanda uzman
kişilerin anlatımı ile farklı konu başlıklarını da
ele alıyor olacağız. Etkinliğimizde bir yeme
bozukluğu olgusunu Bilişsel Davranışçı Terapi
ekolüne göre formüle ettik. Etkinliğimize
katılım sağlayarak bizleri fazlasıyla mutlu eden
Öğr. Gör. Cihan Asaroğlu’na çok teşekkür
ederiz.
“Yaş Alan Beyin” başlıklı etkinliğimiz ise
Dr. Öğr. Üyesi Pınar Uysal Cantürk’ün
katılımıyla gerçekleştirildi. Etkinliğimizde
yaş ilerledikçe neler değişiyor, neler aynı
kalıyor, neler bozuluyor ve bu bozulmaları
engellemek veya durdurmak için neler
yapmalıyız, bir şeyler yapabilir miyiz, sağlıklı
bir beyne sahip olmak için neler yapabiliriz,
yaşlanma durumu ve bilişsel rehabilitasyon
konularından bahsettik. Bunun yanında
tartıştığımız bu sorular ışığında konu
hakkında Dr. Öğr. Üyesi Pınar Uysal
Cantürk’ün birkaç egzersiz tavsiyeleri oldu.
Yaş alan beyin konusunda yürüyüş
yapmanın öneminden bahsettik. Bizlere
aslında beynin ne kadar önemli olduğunu
ve kalp ölünce kişinin de öldüğü anlamına
gelmediğini beynin işlevini yitirmesi
durumunun da bir nevi ölüm olarak
değerlendirilebilceğini Dr. Öğr. Üyesi Pınar
Uysal Cantürk’ün anlatımından dinledik.
Fiziksel ve zihinsel aktifliğin aynı anda
olması gerektiğinden bahsettik. Etkinliğimiz
son derece keyif vericiydi ve anlatıcı için de
dinleyici için de verimli geçen bir etkinlik
oldu. Etkinliğimizi gerçekleştirmemize
vesile olan ve bizlere eşlik eden Dr. Öğr.
Üyesi Pınar Uysal Cantürk’e teşekkür ederiz.
50
ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’
“Travma, Zihin, Zaman” adlı etkinliğimizde
bize Prof. Dr. Ejder Akgün Yıldırım eşlik etti.
Etkinliğimizde travmanın zihin ve zaman
üzerindeki ilişkisi incelendi ve bu bağlamda
örnekler paylaşıldı karşılıklı paylaşımların
yapıldığı etkinliğimiz bizlere bilgi anlamında
faydalı şeyler katarken keyifli vakit
geçirmemizi de sağladı. Etkinliğimize bizleri
kırmayıp gelen Prof. Dr. Ejder Akgün Yıldırım’a
ve katılan herkese katılımlarından ötürü
teşekkür ederiz.
Kulüp olarak bu ay gerçekleştirdiğimiz
etkinlikler hakkında sizlere özet bir bilgi
iletmiş olduk. Sizlerin ilgisi ve katılımı
devam ettikçe; siz değerli arkadaşlarımızın
da istekleri doğrultusunda farklı etkinliklere
imza atmaya devam edeceğiz. Bu sayıda
özellikle değinmek istediğim bir konu daha
var: Gittikçe büyüyen ve gelişen gayet
dinamik kulübümüz bu yıl iki tane çok
değer verdiği ve çalışmaktan zevk aldığı iki
üyesiyle vedalaşmak durumda kalıyor.
Sevgili İrem ve Gökçe arkadaşlarımıza
mezun hayatlarında bol ışıklı, güzelliklerle
dolu, kalplerinden geçen dileklerin
ömürlerinde olduğu bol başarılı bir hayat
diliyoruz. Biz onlarla çalışmaktan çok keyif
aldık ve dileriz ki mezun hayatlarında da
bizlerle ve kulübümüzle olan iletişimleri hiç
kesilmez. Bu zamana kadar verdiğiniz
emeklerden ve kattıklarınızdan dolayı
sizlere çok teşekkür ederiz. İyi ki sizlerle
yollarımız kesişti ve yolumuzu
renklendirdiniz.
Kulübümüzü, instagram hesabımızdan
(iyyupsikoloji) takip ederek yeni
etkinliklerimizden haberdar olabilirsiniz.
Elif ÇAMCAN
İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Psikoloji Kulübü Yazmanı
51