HÜTBAT Bülten - Tıbbın Geleceği
Tıbbın Geleceği Sempozyumu için çıkardığımız bu sayıda, hekim adayları olarak bizleri ileride nelerin beklediğine bir ışık tutmak istedik. Emeği geçen herkese teşekkürlerimizi sunarız, iyi okumalar (^◡^)
Tıbbın Geleceği Sempozyumu için çıkardığımız bu sayıda, hekim adayları olarak bizleri ileride nelerin beklediğine bir ışık tutmak istedik. Emeği geçen herkese teşekkürlerimizi sunarız, iyi okumalar (^◡^)
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
İÇİNDEKİLER
Editörlerden
Alzheimer Tanısında Yapay Zekâ
Patojen Tahlilinde Yapay Zekanın Kullanımı
Terapötik Kavrayıcılar, Mikro İğneler ve Nanoveziküllerle Geleceğin İlaçları
Röportaj: Robotik Cerrahi ve Cerrahinin Geleceği
Makineler: Zihnimizi Seyrettiğimiz Aynalar
3D Printing ve Yapay Organlar
CRISPR: Şimdi ve Gelecek
Aşı Karşıtlığı: Gelecekte Bizi Neler Bekliyor?
Solid Tümörlerin İmmünoterapisinde “CAR Makrofajlar”
Sanal Gerçeklik Simülasyonu, Eğitimde Tahtı Devralmaya mı Geliyor?
Kanser Tedavisinde Yenilikçi Yaklaşımlar
Kamyon Büyüklüğünden Sırt Çantasına: Nörogörüntülemenin Geldiği Son Nokta
CRISPR Gen Terapisi Farelerdeki Ağrıyı Uzun Süre Dindirdi
Sinir Rejenerasyonu Teknolojilerinde Potansiyel Yeni Bir Rota
e-doktor
3B Kültür Teknolojisi: Orgonaoidler
Nanoteknolojinin Tıpta Kullanımı
Bir Kas Gibi Kasılıp Akciğer Gibi Nefes Alabilir: Organ Çipleri
Hücrenin Fotoğrafını Çekmek: DNA Mikroskobu
Genetik Gelişmeler ve Etik
DNA Origami
Film Önerileri
3
4
5
6
8
14
16
18
20
22
23
25
27
28
30
31
32
33
34
36
38
39
40
Bültenimizdeki
tüm yazıların
kaynakçasına
bu karekod ile
erişebilirsiniz
EDİTÖRLER
Zeynep Gülhan Teke
Ece Özdemir
Doğukan Onarok
Beyda Berberoğulları
Meriç Sena Canözler
Ceyda Nur Boz
Hasan Hüseyin Çelik
TASARIM
Elif Dilan Gündüz
Kerem Korkmaz
editörlerden
aslfat yol, beni evime götür..
z.
geçirdiğimiz şu zor günlerde hepinize sağlık
ve mutluluk diliyorum. en kısa zamanda normale
dönmemiz dileğiyle, sağlıcakla kalın.
h.
tıbbın geleceği biz hekim adaylarını
ilgilendiriyor ama bu aralar çoğumuzun
geleceği hakkında kafasının
karışık olduğu başka bir kavram
gündemimizde: nft. belki biz de ileride
5000 hütbat bülten’i birleştirip
bir nft hâline getiririz, kim bilir..
5000 bülten sonra da görüşmek
üzere (umarım yüz yüze :))
e.
doğa temelli vermez, ödünç verir her zaman:
eli açık olana borç verir içtenlikle.
böyle yanlış kullanmak olur mu, güzel pinti,
miras bırakman için sana bırakılanı?
c.
3
bir sır daha var, çözdüklerimizden başka
bir ışık daha var, bu ışıklardan başka
hiçbir yaptığınla yetinme, geç öteye!
bir şey daha var, bütün yaptıklarından başka
pandemi döneminde maske, mesafe ve hijyen kurallarına
dikkat edelim :) ve içerisinde bulunduğumuz dijital tıp çağında,
algılarımızın yeterliliğini artıracak güvenli teknolojileri
kullanarak tıbbın geleceğindeki yerimizi alalım.
d.
ö.h.
m.
ne demiş the blues brothers:
“back to that same old place
sweet home hütf”
b.
Alzheimer
Tanısında Yapay Zekâ
Deniz Kapucu
Demansın en sık görülen türü olan Alzheimer, beraberinde
nöropsikiyatrik belirtileri de getiren nörodejeneratif
bir hastalıktır. İlk kez 1906 yılında Alman nöropatolog
Alois Alzheimer tarafından bilim dünyasına
sunulan hastalık, zaman içerisinde hastaya telafi
edilemez hasarlar verir. Hastalık riskinin yaşlanmayla
arttığı ve 65 yaş üzerinde görülme sıklığının her beş
yıl için iki katına çıktığı bilinmektedir. 65 yaş üstü her
10 kişiden birinde, 85 yaş üstü her iki kişiden birinde
görülür.
Alzheimer tanısı, serebrospinal
sıvıda amiloid beta
anomalitesi aranarak
yapılabilir. Bu invazif
işlem hasta için bazı
sağlık riskleri doğurabilmektedir.
PET ve MRI gibi
görüntüleme
teknikleri invazif
olmayan tanı
yöntemlerine
örnek gösterilebilir
ama bu yöntemlerde
de yüksek
maliyet bir sorun
teşkil edecektir.
Retina, Alzheimer biyomarkerları
için iyi bir alternatif
oluşturmaktadır. Son çalışmalar
retinal fundus fotoğraflarının erken
dönem nörodejeneratif hastalıklarla
ilişkili olduğunu gösteriyor. Presemptomatik
Alzheimer farelerin retinalarında amiloid beta plak birikimi
beyindeki birikimden iki buçuk ay önce gözlemlenmiştir.
Yine retina damarlarındaki anormal daralmalar
da Alzheimer hastalığıyla ilişkilendirilmektedir.
Bu açıdan bakıldığında retinal görüntüleme Alzheimer
tanısı için kullanışlı bir alternatif olmaktadır. Buna
karşın nöral retina tabakasının segmentlere ayrılması
ve ölçülmesi gibi çok hassas işlemler insanların hata
oranının yüksek olduğu işlemlerdir. Ayrıca incelenen
özelliklerin tanı için belli standartlara oturtulması da
bir sorun oluşturmaktadır. Bu noktada yapay zekanın
yardımı işleri kolaylaştırmaktadır.
“UK Biobank” adlı İngiltere kökenli açık biyomedikal
veri tabanından alınan verilerle oluşturulan yapay
zeka bu noktada devreye girmektedir.
Araştırmacılar yapay zekayı
uygun kalitede retinal fundus
görüntülerini seçmek için
kullandılar. Yapay zeka,
farklı kalitelerdeki
87.567 sol fundus ve
88.264 sağ fundus
görüntülemeleri
üzerinden seçim
yapabilecek hale
geldi. Makine
öğrenmesinin
kullanıldığı yapay
zeka, farklı
veri tabanlarına
da uyum
sağladı. Makine
öğrenmesine dayalı
bu teknik, tüm
pikselleri dikkate alarak
son kararı verme
yeteneğine sahiptir. Bu
yetenek, insan faktörünün
etkisiyle oluşacak hataları minimuma
indirmektedir. Ayrıca farklı veri
tabanlarıyla uyum sağlaması yönünden
baktığımızda istatistiki bilgileri elde
etmemizi kolaylaştırmaktadır.
4
PATOJEN TAHLİLİNDE
YAPAY ZEKANIN
KULLANIMI
Harun Çeçen
Covid-19 da dâhil olmak üzere pek
çok solunum yolu enfeksiyonlarının
benzer semptomları olması
sebebiyle doğru teşhisi koymak
çok zordur ve teşhis için gerekli
testleri uygulamakta gecikmeler
yaşanabilir. Fakat Covid-19 pandemisi
sebebiyle bir kez daha anladık
ki klinik açıdan, semptomların
görülmesinden sonraki ilk 24-48
saat içinde doğru tedaviyi sağlamak
çok önemlidir.
Bilim insanları bu gecikme sorununu
ortadan kaldırmak ve teşhis
süresini kısaltmak için yalnızca
hasta demografik parametrelerine
dayalı olarak enfeksiyonun nedenini
uzaktan ve anında tahmin edebilen
yapay zekâ tabanlı bir sistem
geliştirdi. Sistem epidemiyolojiye
ve konuma bağlı teşhise dayanıyor;
ayrıca bilgileri birleşik bir viroloji,
epidemiyoloji ve demografik
arama motoruyla besliyor. Günlük
olarak coğrafi ısı haritaları şeklinde
sunulan bilgileri toplayan sistem,
her bir patojen için mevcut
enfeksiyon durumunu sokak düzeyine
kadar gösteriyor.
Geliştirilen sistem, kliniği veya
hastaneyi ziyaret etmeden anında
ve uzaktan tanı sağlamak için
hastanın yaşı, cinsiyeti, adresi gibi
çok az girdiyi dikkate alıyor. Daha
da önemlisi, yapay zekâ teknolojisi
laboratuvar testlerinden elde edilen
gerçek verilere dayanıyor ve bu
nedenle farklı klinik iş akışlarında
uygulanabiliyor.
Bu teknoloji, İsrail Kudüs’teki Hadassah
Tıp Merkezinde on binlerce
hasta üzerinde klinik olarak
denendi. Bordetella pertussis, Haemophilus
influenzae, Mycoplasma
ve Streptococcus pneumoniae
gibi neredeyse tüm yaygın solunum
yolu patojenlerinin tespitini
sağladı. Üstelik bu teknoloji SARS-
CoV-2, adenovirüs, insan metapnömovirüs,
grip ve solunum sinsitiyal
virüsü gibi solunum hastalıklarına
neden olabilecek virüsleri de tespit
edebiliyor.
Yapay zekâ yoluyla yapılan bu testler
umut verici bir doğruluk oranına
sahip. Bulaşıcı patojenlerin belirlenmesinde
%97 ve solunum yolu
enfeksiyonlarının gerçek sebeplerinin
belirlenmesinde %70’lik bir
doğruluk sağlanmış. Covid-19 için
ise bu oran %80’e çıkmış bulunmakta.
Bu veriler bize gelecekte
bulaşıcı hastalık kontrolünün nasıl
sağlanacağı hakkında ipucu veriyor.
Kim bilir belki de bundan yıllar
sonra Covid-19’a benzer bir virüs
baş gösterirse, küresel bir pandemiye
dönüşmeden yapay zekâ sayesinde
kontrol altına alabileceğiz.
5
Beyda Berberoğulları
Terapötik Kavrayıcılar, Mikro
İğneler ve Nanoveziküllerle
Geleceğin İlaçları
Geçmişten günümüze “iyileşme” kavramını
incelediğimizde değişmeyen üç
ana evre görürüz: uzmana başvurma,
tanı koyma ve tedavi. Biz geleceğin
hekimleri, klinikte aktif rol alırız. Ancak
tedavinin ilerleyişi, hastanın ilaçlarını
doğru kullanıp kullanmaması gibi takip
edilmesi zor olan faktörlere de bağlıdır.
Gelin sizlerle bu yazıda geleceğin tıbbına
adapte olan farklı ilaç verme sistemlerini
mercek altına alalım.
Etrafımıza baktığımızda teknolojinin
doğadan ilham aldığı sayısız örnek
görürüz. Geçtiğimiz yılın ekim ayında
Science Advances’te yayımlanan
bir makale bu uzun listeye bir yenisini
daha ekledi. Kancalı kurtlardan ilham
alarak tasarlanan yeni ilaç verme sistemiyle
ilaç içmeyi unutmak tarih olacak.
Gastrointestinal yolla ilaç iletimi emilim
açısından birtakım sorunlara sebep
olur. Gastrointestinal sistem kaslarının
sürekli kasılıp gevşemesi, uzun sürede
emilmesi planlanan ilaçların bağırsaklarda
kalacağı süreyi kısaltmaktadır.
Bu koşullar elbette ki tedavi sürecini
etkilemektedir. Doğada bu soruna çözüm
bulan organizmalardan Ancylostoma
duodenale gibi kancalı kurtlar bağırsakta
iki yıldan uzun süre kalabilir.
Araştırmacılar çözüm olarak bağırsak
mukozasına kendiliğinden bağlanabilen,
istenilen zamanda istenilen dozda
ilacı etrafına yayabilen, terapötik kavrayıcı
ya da kısaca “theragripper”
adı verilen yıldız şekilli mikro
cihazlar tasarladı. Ağızdan ya
da lavmanla alınabilen bu mikro
cihazlar, sıcaklık gibi belirli
bir tetikleyici faktörle tetiklendiğinde
aktifleşiyor ve pençeleri
aracılığıyla mukozaya tutunuyor.
İçerisinde bulunan ilacı tutunduğu
bölgenin etrafına yayarak
amacına ulaşıyor. Bu teknik sayesinde
tek seferde yüksek doz
yerine sürekli ama düşük dozda
ilaç alımı gerçekleşiyor. Makalenin
yazarlarından Prof. David
Gracias’a göre bu durum tam
da nikotin bantlarının kullanımına
benziyor: “Nikotin bantlarını
buna örnek verebiliriz. İnsanlar
A: A. Duodenale’nin
taramalı
elektron mikroskobu
altında
görüntüsü
B: Theragripper’ın
taramalı
elektron mikroskobu
altında
görüntüsü.
C ve D: Theragripper’ların
bağırsak
mukozasında
konumlanması.
bantları sadece takıyor ve günün
geri kalan kısmında akıllarına bir
daha hiç gelmiyor.”
Bu yılın başında yayımlanan bir
başka makaledeyse araştırmacıların
odağı mikro iğneler üzerinde.
Diabetes mellitus, büyüme
hormonu yetersizliği ya da çeşitli
enzim eksiklikleri nükleik asit
ya da protein formunda ilaçlarla
tedavi edilmektedir. Maalesef bu
ilaçlar ağız yoluyla alındığında
gastrointestinal yolda yıkılabilir
ya da düşük oranda emilebilir.
Bu sebeple enjeksiyon bu ilaçlar
için tercih edilen bir yöntemdir.
Tahmin edersiniz ki bu durum
özellikle çocuklar ve yaşlılar için
6
“Aklımdaysa hep şu soru var: Dr. Emmett Brown da
bizi görecek mi?”
daha zordur. Tüm bu koşullar alternatif
ilaç verme sistemlerine olan
ihtiyacı artırmaktadır. Mikro iğneler
daha önceden transdermal ilaç
verme sistemlerinde kullanılmıştı.
Bu çalışmadaysa mikro iğneler
daha hızlı ilaç iletimi amacıyla bukkal
bölgeye uygulandı. Bukkal bölge
kıvrımlı yapısı ve nemli yüzeyine
rağmen ulaşılabilirliği, stratum corneum
tabakasının olmayışı ve yüksek
iyileşme hızıyla mikro iğnelerin
uygulanması için cazip alanlardan
biri. Ayrıca nötral pH ve sindirim
enzimlerinin kıyasla daha az olması
sağladığı diğer avantajlardan sa-
yılabilir. Kısaca mikro iğne bantları,
özellikle çocuk hastalar için acısız,
hızlı ve sistematik ilaç iletiminde
önemli rol oynamaktadır.
Peki alternatif ilaç verme yöntemleri
COVID-19 için kullanılabilir mi?
Geçtiğimiz yıl kasım ayında Communications
Biology’de yayımlanan
bir çalışma COVID-19 dâhil birçok
bulaşıcı hastalığın tedavisi için
gelecek vadediyor. Araştırmacılar
resolvin D1 (antienflamatuvar) ve
seftazidimi (antibiyotik) insan nötrofil
membranından üretilen nanoveziküller
içerisine paketleyerek
Pseudomonas Aeruginosa sebepli
akciğer iltihabı tedavisinde kullandılar.
Nötrofil membranını kullanarak
nanoveziküllerin enflamasyonu
kovalayabilmesini, insan hücrelerini
kullanarak da olası bir ret cevabını
engellemeyi amaçladılar. Bu
yaklaşım sayesinde enflamasyon
ve bakteriyel büyüme, farelerin akciğerlerinde
önemli ölçüde azaldı.
Sürekli bahsedilen “geleceğin tıbbı”
kavramının içindeyiz artık. Geleceği
bizzat şekillendiriyoruz, adım
adım. Aklımdaysa hep şu soru var:
Dr. Emmett Brown da bizi görecek
mi?
>>
Mikro iğne bantlarının konumlanması
ve uygulanması
<<
Kullanılan maddenin bukkal
bölge mukozasında yayılımı
ve kılcal damar çevresinde
emilimi
7
Dr. Öğr. Üyesi Ahmet Güdeloğlu ile Röportaj
ROBOTIK
CERRAHI
VE CERRAHİNİN
GELECEĞİ
Seren Mordağ & Doğukan Onarok
8
Her şeyin büyük bir hızla makineleşmeye devam ettiği çağımızda, robotlar
da artık yalnızca birer bilim kurgu figüranı değil. Yaşadığımız dünya Asimov’un
yarattığı geleceğe doğru evrilirken metal dostlarımız restoranlarda siparişlerimizi
alıyor, yaşlı bireylerin bakımıyla ilgileniyor ve fabrikalarda çalışıyor. Eh, herkes
bir şekilde robotlardan yarar sağlarken tıp camiası da armut toplamadı tabii.
Robotları aldık, ameliyathaneye soktuk. Peki orada ne yapıyorlar? Ya da cerrahların
soyunu kurutacaklar mı? Biz sorduk; değerli hocamız, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Üroloji ABD öğretim üyesi Ahmet Güdeloğlu cevapladı.
9
Merhaba hocam, öncelikle biraz
kendinizden bahseder misiniz?
1982 Samsun doğumluyum. Tıp
fakültesini 2005 yılında Samsun’da
bitirdim. Aynı yıl Hacettepe’de üroloji
asistanlığına başladım. 2011
yılında asistanlığım bittikten sonra
Amerika’da iki buçuk yıl robotik
mikrocerrahi eğitimi aldım. Sonra
Türkiye’ye döndüm ve üç yıl kadar
bir özel hastanede çalıştım. Son
olarak Hacettepe’ye, yuvaya döndüm.
2017’den bu yana Hacettepe’de
öğretim üyesi olarak çalışmaktayım.
Neden üroloji alanında uzmanlık
yapmayı tercih ettiniz?
Ben Samsun tıp fakültesinde öğrenciyken
şu anda Hacettepe Üroloji
ABD’de öğretim görevlisi olan
hocamız Prof. Dr. Cenk Yücel Bilen
de Samsun Ondokuz Mayıs Tıp Fakültesi’nde
derslerimize giriyordu.
Ben de hocamızın 45 dakikalık tek
bir dersine katılmış ve kendisinden
çok etkilenmiştim. Hayatımın
kararını vermeme vesile oldu, iyi
ki de o derse katılmışım. Bugünkü
aklım olsa yine üroloji yazardım.
İnsanlar doğru zamanda doğru
yerde bulunduklarında hayatları
değişebiliyor.
Robotik cerrahi nedir? İlk olarak
ne zaman ve nasıl kullanılmaya
başlanmıştır?
Robotik cerrahi aslında laparoskopik
cerrahinin bir ileri aşamasıdır.
Laparoskopik aletlerin bir robot
yardımıyla kontrol edildiği cerrahi
türüdür. 1999 yılında ilk robotik
ameliyat yapıldı, daha sonra da bu
robotik platformların farklı farklı
versiyonları çıktı. Başlangıçta
daha çok Amerikan Savunma Bakanlığının
desteklediği bir projeydi.
Her şey; Afrika’da yaralanan bir
askeri, cerrah Afrika’ya gitmeden
ameliyat edebilir mi sorusuna cevap
arayışıyla başladı.
Siz robotik cerrahiyle ilgilenmeye
neden ve nasıl başladınız?
Tamamen bir tesadüf. Ben 2007
yılında asistanlığımın 2. yılına
başlarken Fransa’da o zamanlar
laparoskopik cerrahi alanında çok
meşhur olan Lauren Salomon’un
kliniğinde bir aylık gözlemcilik (observership)
ayarlamıştım. Programı
ayarlarken bu kliniğin dünyanın
ilk robotik prostatektomi yapan
klinik olduğunu bilmiyordum. Gittiğimde
hocanın ayağının kırıldığını
öğrendim, o yüzden kendisiyle tanışamadım
ama beni ameliyathanelerinde
gözlemci olarak ağırladılar.
Robotik cerrahiyle de ilk kez
orada tanıştım, robotik cerrahinin
ileride popüler olacağını daha o
zamanlardan anlamıştım. O dönem
ülkemizde hiç robot yoktu,
ben Türkiye’de ancak 10 yıl sonra
robot kullanmaya başlayabildim.
Florida Üniversitesindeki robotik
mikrocerrahi eğitiminizden bahsedebilir
misiniz?
O da aslında biraz tesadüf oldu.
Rahmetli hocamız Doç. Dr. Kubilay
İnci bir kongre düzenlemişti.
Organizasyon gereği o kongreye
gelen davetli konuşmacılara Ankara’yı
gezdirmemiz gerekiyordu.
Florida’daki hocamla da böylece
tanıştım. Asistanlığımın 2. yılının
sonunda Florida’da bir aylık yaz
stajı ayarladım. Staj sonunda da
Türkiye’deki asistanlığım bittiğinde
tekrar gelmek üzere hocamla
anlaştık. Asistanlığım bittikten
sonra iki buçuk yıl kadar Florida’da
robotik cerrahi eğitimi aldım.
Açık cerrahi, robotik cerrahi ve laparoskopi
kullanılan ameliyatların
farkları nelerdir? Hangi durumlarda
robotik cerrahi kullanımını tercih
ediyorsunuz?
10
“
Bu alanda çalışmalarıyla
ünlü Patrick Walsh
hocamızın söylediği
ve eski anabilim dalı
başkanımız Haluk Özen’in
de sık sık kullandığı bir laf
vardır: “Allah bu prostatı
çıkartılsın diye yaratsaydı
o kadar zor bir yere
koymazdı.”
Öncelikle açık cerrahi ve laparoskopiyi
karşılaştıralım. Üroloji açısından
konuşacak olursak açık
cerrahiyi çok büyük ve yapışık kitlelerde
tercih ediyoruz. Laparoskopik
cerrahiyi böbrek tümörleri
gibi daha küçük tümörlerde uyguluyoruz.
Laparoskopik ve robotik
cerrahi arasındaki ayrımda da
ameliyatın türü belirleyici oluyor.
Özellikle rekonstrüktif ameliyatlar
yapıyorsak yani bir yeri bozup yeniden
yapıyorsak robotun artikülasyon
faaliyetinden faydalanmak
amacıyla robotik cerrahiyi tercih
ediyoruz. Ancak sadece eksizyon
yani çıkartma ameliyatı yapıyorsanız,
laparoskopik cerrahiyi tercih
edebilirsiniz. Tabi bu yalnızca bizim
tercihimize bağlı değil. Robotik
cerrahi kullanılan ameliyatlarda
ek bir ödeme alınması gerekiyor.
Hastanın robotik cerrahi için ek
ödeme yapabilme durumuna göre
seçimi hastaya bırakıyoruz.
Ürolojide hangi ameliyatlarda
robotik cerrahiyi daha çok kullanıyorsunuz?
Robotik cerrahi kullanılamayan
ameliyatlar nelerdir,
robotik cerrahinin kullanılmadığı
ameliyatlarda kullanılamama sebebi
nedir?
Ürolojide robotik cerrahiyi daha
çok prostat ameliyatlarında kullanıyoruz.
Lokalize prostat kanseri
için yaptığımız radikal prostatektomi
ameliyatı prostatın anatomisinin
daha iyi tanımlanması ile
gerçekleştirilebilir hale geliyor. Bu
alanda çalışmalarıyla ünlü Patrick
Walsh hocamızın söylediği ve eski
anabilim dalı başkanımız Haluk
Özen’in de sık sık kullandığı bir laf
vardır “Allah bu prostatı çıkartılsın
diye yaratsaydı o kadar zor bir yere
koymazdı.” Ama artık robot bize o
kadar zor bir yerden prostatı kolay
bir şekilde çıkarabilme imkânı veriyor
ve ürolojide bu ameliyatlarda
robotu çok sık kullanıyoruz. Bunun
yanı sıra parsiyel lokalize böbrek
tümörlerinde ve parsiyel nefrektomide
de kullanıyoruz. Kliniğimizde
yaklaşık 3-4 aydır donör nefrektomilerini
robot yardımıyla yapıyoruz.
Yine kliniğimizde uzun süredir
planladığımız ancak ekipman
eksikliği nedeniyle yapamadığımız
robotik transplantasyon ameliyatını
3-4 ay içinde yapabilecek hâle
geleceğiz.
Robotik cerrahinin diğer ameliyatlara
(açık cerrahi ve laparoskopiye)
göre hasta ve cerrah için
avantajları ve varsa dezavantajları
nelerdir?
Açık cerrahi ile karşılaştırıldığında
robotik cerrahi ve laparoskopi
birbirine benzer avantajlara sahip.
Hastaya daha az ağrı, daha az kesi
ve cerraha daha kolay iş gücü sağlıyorlar.
Laparoskopi ile robotik
cerrahi karşılaştırıldığında özellikle
robotik cerrahinin bize sağladığı
3 boyutlu görüntü ve ekipmanlardaki
rotasyon kabiliyeti öne
çıkıyor, bu sayede dikiş ve düğüm
atabilmemiz çok kolaylaşıyor. Robotik
cerrahide kullanılan görüntüleme
yöntemleri sayesinde kan
dolaşımı ve damar yapısı gözlemlenebiliyor.
Robotik cerrahinin en
önemli dezavantajı taktil feedback
olmaması, tabii bir de maliyeti var.
Cerrahlar, robotik cerrahi kullanımına
alışmada zorluk yaşıyorlar
mı?
İçerideki 3 boyutlu görüntü, cerrahi
konsolda çok net ve güzel sunuluyor.
Robotik cerrahide kullanılan
kollar birbirine çok kuvvet uyguluyor,
özellikle öğrenme eğrisinin
başlarında kolları kontrol etmek
güç oluyor bu yüzden kollar gö-
11
rüntü alanınızın dışına çıkabiliyor
ve farklı organları zedeleyebiliyor.
Alışma süreci gözetmen denetiminde
geçiriliyor ve mentorunuz
sizi hatalı olduğunuz kısımlarda
uyarıyor.
Robotik cerrahi kullanımı için ne
kadar süre eğitim almak gerekiyor
ve nasıl bir eğitimden geçiliyor?
Yurt içinde robotik cerrahi
eğitimi ile ilgili imkanlar var mı?
Ülkemizde resmi bir robotik cerrahi
sertifikasyon programı yok.
Cerrah olarak robotik cerrahiyi kullanabileceğiniz
eğitimi bir şekilde
edinmişseniz ekstra dokümana
ihtiyacınız yok; ancak mevcut robotik
platformun uyguladığı, online
eğitimler sonrasında bir günlük
hayvan eğitimini içeren temel bir
program var. Temel eğitim programını
başarıyla tamamladıktan
sonra bir sertifika veriliyor ancak
bahsettiğim gibi bu sertifikanın
resmi olarak hiçbir geçerliliği bulunmamakta.
Dolayısıyla bu alan
gelişmelere ve düzenlemelere açık
gözüküyor. Kısacası şu anki durumda
cerrahi diploması olan herkes
robotik cerrahi yapabiliyor.
Robotik cerrahi günümüzde dünyada
sıklıkla kullanılıyor. Peki
Türkiye gerek ameliyatlarda kullanılma
sıklığı gerek teknolojik
açıdan dünyaya kıyasla ne durumda?
Dünyada yaklaşık 6000 robotik
cerrahi platformu var. Bunların 38
tanesi Türkiye’de bulunuyor. Bugüne
kadar dünyada 8.5 milyona
yakın robotik cerrahi ameliyatı yapılmış.
Ülkemizde Hacettepe hastanesinden
örnek verecek olursak
artık prostatektomi ameliyatlarının
yaklaşık yarısı robotik cerrahi
ile yapılmakta. Bu oran Amerika’da
%90’ın üzerinde seyrediyor. Tabii
bu farkın oluşmasında hastaların
ödemesi gereken ek ücretin de
payı var.
Robotik cerrahinin Dünya’da ve
Türkiye’de en çok kullanıldığı
branşlar nelerdir? Neden bu branşlarda
daha sık kullanılıyor?
Genel cerrahi, üroloji ve kadın doğumda
sıklıkla kullanılıyor. Özellikle
son yıllarda obezite ameliyatlarında
kullanılmasına bağlı olarak
genel cerrahide kullanımı epey
arttı. Türkiye’de ve bizim hastanemizde
en çok ürolojide kullanılıyor.
Robotik cerrahi ile cerrahi yeteneğin
tanımı ve değeri değişti mi?
Kesinlikle değişti çünkü robotun
cerrahın kişisel becerisine kattıkları
göz ardı edilemez. Robotik cerrahinin
getirdiği avantajlar sayesinde
açık cerrahi eğitimi ve becerisiyle
ilgili ameliyatları yapmaya cesaret
edemeyen cerrahlar, bu tarz ameliyatları
yapabilir hale geldiler.
Robotik cerrahinin ameliyatlarda
kullanımı hastalar açısından
güvensizlik yaratıyor mu? Direkt
olarak robotik cerrahiyi talep
eden hastalar var mı?
Başlangıçta bazı hastalar “Nasıl
yani bizi robot mu ameliyat edecek?”
şeklinde yaklaşabiliyor ancak
hastaya cerrahın ameliyatı
robotu kullanarak yapacağını söyleyip
daha detaylı bilgi verdiğimizde,
kabul ediyorlar. Bazı hastalar
için de lazer ve robot gibi sihirli kelimeler
vardır. O sihirli kelimelere
kapılan hastalar hiç robotik cerrahi
endikasyonu yokken ısrarla robotik
cerrahiyi talep edebiliyorlar.
Robotik cerrahi alanında yapılan
da Vinci robotunun cerrah tarafından
konsoldan kontrol edilen ve ameliyatı
gerçekleştiren kolları
mühendislik, yazılım ve medikal
çalışmaları bize ne gösteriyor?
Robotik cerrahi alanında bizi neler
bekliyor?
Robotik cerrahi gelişime çok açık
bir alan. İlk kullanılmaya başlanan
birinci jenerasyon robotlarla
şu anki robotlar arasında, eskiden
kullanılan tuşlu telefonlar ve günümüzdeki
akıllı telefonlar kadar
büyük bir fark var. Bunun yanı sıra
tek portlu sistemler kullanılarak
yapılan minimal invazif ameliyatlar
daha da minimal hale getirildi.
Görüntüleme yöntemindeki yenilikler
bizim işimizi kolaylaştırdı.
Önümüzdeki zamanlarda daha
çok kullanılacak olan artırılmış
gerçeklik (augmented reality),
ameliyat yapılacak yeri daha iyi
tanımamızı sağlayacak ve ameliyatın
etkinliğini artıracak. Bu tarz
teknolojilere robotik cerrahi, açık
cerrahiye kıyasla daha kolay adapte
olabilecek.
Yapılacak ya da yapılmış robotik
12
araçlar sayesinde önceden standart
cerrahi malzemelerle ulaşılamayan
ya da inoperable olarak
geçen ameliyatları gerçekleştirmek
mümkün olabilir mi?
Inoparable olarak kabul ettiğimiz
bir ameliyatı robot sayesinde opere
ettiğimizi söyleyemem ancak
açık cerrahi ile çok zor gerçekleştirilecek
ameliyatı robotik cerrahi
ile çok daha kolay gerçekleştirebiliyoruz.
Açık cerrahide ulaşılması
zor alanlara robotik cerrahi sayesinde
rahatlıkla ulaşabiliyoruz.
Dar kesit alanlarında da robotik
cerrahi bize kolaylıklar sağlıyor. İyi
ki robot varmış dediğimiz ameliyatlarımız
oluyor.
Gelecekte tüm cerrahi işlemler
robotik cerrahi kullanımıyla gerçekleştirilebilecek
mi?
Hayır, açık cerrahinin gerekeceği
hastalar mutlaka olacaktır. Ama
robotik cerrahi gelişecektir. Mevcut
robotik platformlara ek yeni
platformlar çıkınca maliyet düşecek.
İleride daha farklı robot markaları
göreceğiz, böylece daha
fazla sayıda ameliyat daha ekonomik
şekilde yapılabilecek. Bundan
çok ileride ilaç sektörü ve görüntüleme
teknolojilerindeki gelişmelerle
cerrahiye olan ihtiyaç azalabilir
ancak açık cerrahi her zaman için
bir alternatif olarak kalacaktır.
Günümüzde uzaktan cerrahi operasyonların
(teleoperasyon) yapılması
mümkün mü? Mümkün
değilse yakın gelecekte yapılması
muhtemel mi?
İlk teleoperasyon 2001 yılında yapıldı.
Paris’teki bir hastayı New
York’taki bir cerrah robotik
cerrahi kullanarak ameliyat
etti. Bu operasyona
Atlantik okyanusunu ilk defa uçakla
geçen pilota hitaben “Lindbergh
Operasyonu” adı verilirken cerrahi
yönteme de “Transatlantik Cerrahi”
adı verildi. Teknolojik olarak
bu ameliyatın yapılabildiği 2001
yılında gösterilse de uygulamadaki
0.1-0.2 milisaniyelik gecikme ve
bazı etik sorunlardan dolayı rutin
olarak uygulanan bir yöntem değil.
Belki robotik platformların sayısının
artmasıyla hocalar kendi
kliniğinde kalıp eğitime yeni başlayanlara
uzaktan mentorluk yapabilirler.
Yani teknik olarak yapıldı, rutinde
kullanılmıyor ama eğitimde
kullanılabilir.
Yapay zekâ uygulamaları ve hibrit
sistemler cerrahinin gelişimine
farklı bir pencere açıyorlar. Gelecekte
yapay zekâ ve robotik cerrahi
birlikte kullanılarak cerrahi
işlemler cerraha bağlı olmadan
gerçekleştirilebilir mi?
Hayır, bence gerçekleştirilemez.
Anatomik varyasyonların bu kadar
çok olduğu ve hastalığın kişiden
kişiye farklı seyrettiği durumlarda
yapay zekâ tek başına karar verip
ameliyatı yapamaz; böyle bir durum
söz konusu olsa bile illaki bir
cerrahın gözetmenliğine ve kontrolüne
ihtiyaç olacak, cerraha olan
bağımlılık daima kalacaktır. Ancak
gelecekte robotun yapabileceği
bazı rutin işlemler olabilir. Mesela
damar anastomozu yapacaksınız,
damarın iki ucunu bir araya getirdikten
ve optimum koşulları sağladıktan
sonra robot operasyonu
gerçekleştirebilir.
Son olarak, robotik cerrahiyle ilgilenen
ya da cerrahi düşünen
öğrencilere bu alanda kendilerini
geliştirmeleri için ne önerirsiniz?
Öncelikle cerrahi bir branş seçmelerini
sonrasında da robotik
cerrahinin daha sık kullanıldığı genel
cerrahi, kadın doğum, üroloji,
kulak burun boğaz gibi branşları
tercih etmelerini öneririm. Asistanlık
eğitiminden sonra ülkemizde
ya da yurtdışında ilgili branşta
yüksek teknoloji robotik cerrahi
yapan bir merkezde belirli bir süre
geçirerek deneyim kazanmalarını,
özellikle yapabilirlerse yurt dışında
staj, eğitim ayarlayıp yurt dışı
tecrübesi edinmelerini kesinlikle
tavsiye ederim. Amerika’da çalışmayı
düşünüyorlarsa da mezun
olduktan hemen sonra bilgileri tazeyken
USMLE sınavına girmelerini
tavsiye ediyorum.
Bize zaman ayırdığınız ve sorularımızı
cevapladığınız için teşekkür
ederiz hocam.
Ben teşekkür ederim.
13
Makineler:
Zihnimizi Seyrettiğimiz Aynalar
Şevval Tiryaki
Beyin-bilgisayar/makine arayüzleri (BCI/BMI) bir gün
bilinç hakkındaki sorularımıza cevap sunabileceğini
umduğumuz ve uzun süredir bilim kurgu eserlerinde
kendine yer bulan bir teknoloji. Günümüzde özellikle
motor ve duyu fonksiyon bozukluklarında kullanımının
araştırıldığını ve motor bozukluklarda kullanımının
pratiğe yansıyan başarılı sonuçları olduğunu görmekteyiz.
Şimdiye
kadar BMI, düşünce
gücüyle biyonik
bir uzvun hareket
“İmplante edilebilir bir beyin makine
arayüzü geliştirilmesini hedefleyen şirket,
Link adı verilecek bu cihazın cerrahlar
tarafından kolayca beyine yerleştirilmesini
sağlayan bir cerrahi robot
da geliştirmeyi amaçlıyor. Böylece damarlara
zarar verilmeden beyine yerleştirilecek
cihaz şimdiye kadar tasarlananlardan
farklı olarak dış ortamla
kablosuz bir bağ kurabilecek ve 1024
elektrot üzerinden veri toplayacak.”
ettirilmesi konusunda
oldukça ilerlemiş
durumda:
Motor fonksiyonu
düzelten bir BMI,
kullanıcının amaçladığı
hareketi nöral
aktivitesinden
tahmin etmek için
‘dekoder’ denen
bir matematiksel
algoritma ile çalışıyor.
Bu yöntemle
çözümlenen hareket
ise protez cihaza
aktarılıyor ve
kullanıcıya hareketi
ayarlaması için
geri bildirim sağlanmış
oluyor. Böylece BMI, beynin nöral aktiviteyi
değiştirerek hareketi düzenlediği ve karar verici konumunda
olduğu kapalı döngü bir sistem oluşturuyor.
2016’da Minnesota Üniversitesinde ilk kez non-invazif
bir BMI ile 3 boyutlu düzlemde hareket ettirilebilen
bir biyonik kol geliştirildi. Bu geliştirilen kolun kendinden
önce yapılanlardan farkı; beyne yerleştirilen bir
implant ile değil, giyilebilir bir 64 elektrotlu EEG başlığıyla
hareket ettirilebiliyor olmasıydı. Bu gelişme, klinikte
BMI kullanımı için oldukça umut vericiydi fakat
64 elektrot ile toplanan verinin basit hareketler dışındaki
motor becerilerin gerçekleştirilmesi konusunda
yetersiz kalması gibi bazı problemler de içeriyordu.
BMI kullanım alanlarından
bir diğerinin
gelecekte
nöropsikiyatrik
hastalıklar olabileceği
düşünülüyor.
Nöropsikiyatrik
hastalıklarda
semptomlar, hastalar
arasında ve
hatta aynı hastada
farklı zamanlarda
oldukça değişkenlik
gösterebildiği
için kapalı döngü
bir sistemin “mood”
düzenlemede uygun
olabileceği öne
sürülmekte. Nöral
aktivite ile kodlanacak
semptomlara
göre değişen bir
stimülasyon mekanizması, bu hastalıkların zamana
ve kişiye göre farklılaşan doğasını tedavi etmede etkili
olabilir. Henüz bu alandaki çalışmalar çok yeni olsa
da epilepsi ve Parkinson hastalıklarında arayüzlerin
başarılı kullanım örnekleri, psikiyatrik hastalıklar için
de benzeri başarılabilir diye düşündürüyor. Beyin makine
arayüzlerinin ayrıca sürücülerde uyuyakalmayı
14
tespit etme ve uykusuzluk kaynaklı kazaların önüne
geçme gibi farklı amaçlarla kullanımı da araştırılıyor.
Neuralink ise son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz,
Elon Musk ve 8 bilim insanı eşliğinde kurulmuş
bir girişim. İmplante edilebilir bir beyin makine arayüzü
geliştirilmesini hedefleyen şirket, Link adı verilecek
bu cihazın cerrahlar tarafından kolayca beyine
yerleştirilmesini sağlayan bir cerrahi robot da geliştirmeyi
amaçlıyor. Böylece damarlara zarar verilmeden
beyine yerleştirilecek cihaz şimdiye kadar tasarlananlardan
farklı olarak dış ortamla kablosuz bir bağ kurabilecek
ve 1024 elektrot üzerinden veri toplayacak.
Elektrotların topladığı sinyaller ise yine bu implantta
bulunan bir işlemci tarafından amplifiye edilecek ve
gerçek zamanlı olarak gürültülerden arındırılacak. Tanıtımında
domuzlar üzerinden implantın verileri nasıl
topladığı gösterilmişti. Neuralink şirketi, bu implantla
öncelikle felçli insanlara fayda sağlamayı amaçlamış
olsa da şirketin görme sorunları gibi duyu problemlerini
çözme, insan beyninin yapay zekayla karşılıklı
iletişimini sağlama ve hatta yapay zeka tarafından
beyin fonksiyonlarının geliştirilmesi gibi şimdilik biraz
daha uzak görünen başka hedefleri de bulunuyor.
Beyin ve makine iletişiminin başka bir uç boyutu
ise bilincimizin tamamen bilgisayar ortamına aktarılması
hayali. Bunun üzerine de çalışan 2045 Initiative
gibi bazı girişimlerin olduğunu bilmekteyiz.
15
3D PRINTING VE
YAPAY ORGANLAR
Zeynep İşçi
Tıbbın gelişiminde teknoloji şüphesiz büyük bir role sahip. Robotik cerrahiden gelişmiş protezlere, görüntüleme
tekniklerinden tıbbi cihazlara hemen her alanda yardımımıza yetişen teknoloji, son zamanlarda
da 3D yazıcılar aracılığıyla organ yetmezliğine bir umut niteliğinde karşımıza çıkıyor. Her geçen gün bu
alandaki çalışmalar artarken bu yöntemle üretilebilecek organların listesi uzamaya devam ediyor. Peki,
nasıl işliyor bu 3D yazıcılarla yapay organlar üretimi ve gelecekte bu alanda bizi neler bekliyor?
3D yazıcılar, kök hücrelerden oluşan biyolojik
mürekkeplerle 3 boyutlu hücresel yapıları
oluşturabilen yazıcılardır. Temelde 3 farklı
yöntemle yapay organlar üretilebilmektedir.
Her yöntemin kendince avantajları ve dezavantajları
olduğu için elde edilmek istenen
organa göre en doğru yöntemin seçilmiş olması
gerekir.
‘‘Hastanın kendi kök hücrelerinden
veya canlı dokusundan elde edilerek
üretilen organlarla organ reddi problemi
de ortadan kalkacak.’’
İlk yöntemde; plastik polimerlerle beraber fazlasıyla
viskoz olan hidrojel, mürekkep olarak
kullanılır ve katı formda bir ürün elde edilir.
Hidrojelin içinde hücrelerin olup olmamasına
bağlı olarak iki çeşidi vardır. Bu yöntemle 3
boyutlu yapının sertliği kolaylıkla sağlanabilir
fakat bu sertlik morfolojik olarak kompleks
organların oluşmasında bir engeldir.
İkinci yöntemde ise yapılar mikro parçalar
olarak üretilir ve sonrasında hidrojelle bir araya
getirilir. Böylece yüksek miktarda hücreler
üretilebilir ve imalat süreci kolaylaşabilir ancak
3 boyutlu yapının oluşturulması fazladan
emek ister ve kapiller düzeyde damar yapılarının
oluşmasındaki eksiklikler morfolojik yapıyı
olumsuz etkiler.
Hastanın kendi hücrelerinden 3D yazıcıyla
üretilmiş bir kulak
16
Üçüncü ve son yöntemde ise faz değişimli hidrojelle organlar üretilir.
Bu teknikte çeşitli hücreler sıvı formda üretilerek yazdırılır ve hidrojelin
içine gömülür ve katman katman 3 boyutlu yapı dokunur. Damarlar gibi
çeşitli yapılar gerçeğe daha yakın bir şekilde üretilebilirken 3 boyutlu yapının
sağlanması diğer yöntemlere göre daha zorlu bir süreç haline gelir.
Şu ana kadar birçok farklı organ bu yöntemler doğrultusunda üretildi.
Bunların arasında kulak, kornea, yumurtalık, deri, pankreas ve karaciğer
sayılabilir. Aynı zamanda mini boyutlarda bir kalp ve böbrek de üretilmiş
durumda. Aralarında en önemlilerinden biri mini kalp. Hücreler, kan damarları
ve odacıklarıyla gerçek bir kalp yapısına sahip bir çilek boyutundaki
bu kalp, hastanın kendi yağ dokusundan elde edilen hücreleri temel
alarak hazırlandığı için organ reddine karşı da bir devrim niteliğinde.
Bir diğer önemli gelişme ise tamamen fonksiyonel olarak çalışan bir kulağın
üretilmesi. Bu organın işitme engelli bir hastanın kıkırdak dokusundan
alınan hücreler kullanılarak oluşturulmasıyla doku uyumu da sağlanmış
oldu.
3D yazıcılarla üretilen bu organlar diğer yapay organlarla karşılaştırıldığında
gerek hücresel gerek de organ boyutunda canlılığa daha uygun yapısıyla
gelecek adına daha büyük umutlar vadediyor. Aynı zamanda kişiselleştirilmiş
organların hastanın kendi kök hücrelerinden veya canlı dokusundan elde edilerek
üretilmesiyle organ reddi problemi de ortadan kalkacak. Bu yolla üretilen organlar,
ömür boyu bağışıklık baskılayıcı takviyeler kullanılmasını gerektirmemesi
sayesinde organ nakline bir alternatif olarak da yerini almış durumda.
Öte yandan henüz çok yeni olan bu alanda gerek yukarıda bahsedilen üretim teknikleri
gerekse organ çeşitleri ve imalatı açısından birçok yönden geliştirilmesi gereken
kısım var. Buna rağmen donör sayısının azlığı dolayısıyla organ bekleme sırasındaki
yüz binlerce insana büyük bir umut niteliğinde olan bu gelişmeler tıp tarihinin milatlarından
biri olmaya aday.
17
CRISPR: SIMDI VE GELECEK
Rabia Düzgün
“
2020 Nobel Kimya Ödülü’nü henüz 8 yıl önce ortaya
çıkarılmış bir yöntem kazandı: CRISPR Cas9. Jennifer
Doudna ve Emmanuelle Charpentier bir erkek dâhil olmadan
Nobel kazanan ilk kadınlar olarak tarihe geçtiler.
Ayrıca geliştirilen bu yöntem inanılmaz bir hızla kendini
ve bilimi geliştirmeye devam ediyor. Genetik hastalıkların
tedavisinden, tarıma birçok alan CRISPR sisteminden yararlanmaya
başladı bile.
“
18
CRISPR: “Clustered Regularly Interspaced
Palindromic Repeats” DNA’daki palindromic tekrarları
hedefleyerek genleri susturmak ya da bir guideRNA
aracılığıyla mutasyonları düzeltmek mantığı ile çalışır.
Hücre içine yollanan Cas9 enzimi DNA üzerinde
bir çift zincir kırık meydana getirmemizi sağlıyor. Buradaki
önemli nokta ise bu enzimin istediğimiz gen
bölgesinde bir kesim yapması ve bu işlemi tek bir kez
yapması. Bu özelliğin sağlanması için farklı yöntemler
denenmekte. Meydana gelen kırık ise tamir mekanizmaları
ile tamir edilecek. Eğer genimizi susturmak
(knock-out) istiyorsak işimiz genelde daha kolay. Bir
guideRNA’ya ihtiyaç duymadan o genin ekspresyonunu
durdurabiliriz. Geni düzeltmeyi ya da değiştirmeyi
amaçlıyorsak da eş zamanlı göndereceğimiz guideR-
NA sayesinde istediğimiz geni elde edebiliriz. Başta
tek gen hastalıkları olmak üzere birçok alanda tüm
insanlık için umut ışığı.
Hatta klinik çalışmalara geçen tedavi yöntemleri
var:
•CRISPR Therapeutics ve Beam Therapeutics ß-talasemi,
orak hücreli anemi gibi hemoglobinopatilerin
tedavisi için çalışmakta. Bu hastalıkların temelinde de
yine tek baz mutasyonları yatmaktadır. Bir hastanın
kendi hematopoietik kök hücreleri, busulfan ile kimyasal
olarak elimine edildikten sonra, CRISPR ile düzenlenen
kök hücreler hastaya geri veriliyor. CTX001 ile
tedavi edilen dört hasta, β-talasemi veya orak hücre
hastalıklarının tedavisi için artık transfüzyona bağlı
değil.
•Editas Medicine tarafından “Leber’in konjenital amorozu
10” adı verilen bir tür kalıtsal körlüğe neden olan
mutasyonu silmek için doğrudan göze gönderildiği
bir başka CRISPR klinik denemesi de yakın zamanda
başlatıldı. Bu çalışmayı özel kılan da CRISPR elemanlarının
doğrudan insan vücuduna gönderildiği ilk çalışma
olması.
Bilimin ve tedavi yöntemlerinin gelişmesine katkıda
bulunacak gelişmelerden bir kısmı ise şöyle:
•Temmuz 2020’de Lui ve Doudna’nın birlikte yaptıkları
bir çalışma ile mitokondri DNA’sında da CRISPR aracılığıyla
değişiklikler yapmanın önü açıldı.
•İngiltere’de insan embriyolarıyla yapılan çalışmalar
ise tüm embriyoloji bilgimizi güncelleme potansiyelinin
olduğunu gösteriyor. Daha önceki çalışmalar sıçan
ve fare embriyolarıyla yapılmış ancak CRISPR ile
yapılan deneyler gösteriyor ki insan gelişiminin deney
yapılan diğer hayvanlardan ayrılan çok yanı var.
Kanser immunoterapisinde de çığır açabilir:
•Şubat 2020’de Pennsylvania Üniversitesi kanser biyoloğu
Carl June, CRISPR tarafından düzenlenen T hücreleri
ile tedavi edilen kanserli hastaların (miyelom veya
ilaca dirençli metastatik sarkom) ilk raporunu Science
dergisinde yayınladı. İki ay sonra, Hong Kong bilim
adamlarından oluşan bir ekip, refrakter küçük hücreli
olmayan akciğer kanseri olan hastaları tedavi etmek
için benzer bir yaklaşımın kullanılabileceğini gösterdi.
•Minnesota Üniversitesi’nde kanser araştırmacısı
Branden Moriarity, hücre içi bağışıklık kontrol noktası
proteini olan, ilaca dirençli protein CISH’I (Cytokine-inducible
SH2-containing protein) hedeflemek için
CRISPR kullanıyor. Ekibi ayrıca, kanser hücrelerini seçici
olarak yok eden CAR-T hücre tedavisine eşdeğer
olacak doğal öldürücü hücreleri CRISPR kullanarak tasarlamak
için çalışıyor.
Covid-19’un tespitinde CRISPR kullanılması için de
çalışmalar devam ediyor. Ayrıca diğer bakteri ve virüslerin
tespitinde de benzer yöntemler gelecekte tercih
edeceğimiz yollardan olacak.
Tıp dışında değişik alanlarda da CRISPRın ilginç
kullanımları mevcut.
•CRISPR evcil hayvanların faydalarına da kullanılacak.
Özellikle Dalmaçya köpekleri genetik yapılarından dolayı
mesane taşı geliştirmeye yatkınlar. ABD’de bir köpek
yetiştiricisi de bu yönde çalışmalar yapıyor. Evcil
hayvan yetiştiriciliği için CRISPR kullanan diğer projeler
arasında minyatür domuzların; özel boyut, renk ve
desenlere sahip koi sazanlarının oluşturulması yer alıyor.
•Besin alerjileri için de çalışmalar var. Yumurta, fıstık,
süt, gluten gibi gıdalarda alerjiye sebep olan genlerin
düzenlenmesiyle “Allergy-free” gıdaların elde edilmesi
için çalışılıyor.
•Kahve çekirdeklerindeki kafein üretiminden sorumlu
genlerin susturulmasıyla kafeinsiz kahve elde etmek
için de çalışmalar mevcut.
•Algler biyoenerji üretmek için yeterli yağ üretme kapasitesine
sahip değiller. CRISPR kullanarak daha fazla
yağ ve dolayısıyla daha iyi enerji üreten algler elde edildi.
Bu da temiz enerji için çok önemli bir gelişme.
•Bunların dışında daha lezzetli domatesler, daha hızlı
koşan atlar, daha besleyici besinler ve daha nicelerini
elde etmek için de çalışmalar mevcut.
“Sadece 8 yıl içinde böylesine gelişmeleri
sağlayan CRISPR, ileride bizlere ne
faydalar getirecek beraberinde etik yönlerden
neleri düşünmemiz gerekecek hep
birlikte göreceğiz.”
19
Aşı Karşıtlığı:
Gelecekte Bİzİ
Neler Beklİyor?
Stj. Dr. Seher Kılıç
Aşı karşıtlığı, Dünya Sağlık Örgütü’nün 2019’da yayımladığı
“Küresel Sağlığa Yönelik 10 Büyük Tehdit”
arasında yer almaktadır. Aşı karşıtlığı yeni bir kavram
değildir, aşıların ilk yapılmaya başlandığı zamandan
beri aşı karşıtları da vardır; ancak son dönemlerde
sayılarında bir artış olduğu söylenebilir. Bu artışın
nedeni olarak ise çiçek hastalığı ve sığır vebası yeryüzünden
silindiği için günümüz yetişkinlerinin o dönemlerdeki
korkunç manzaralarla karşı karşıya kalmamış
olması gösterilmektedir. Yani, aşının olmadığı
bir toplumun karşılaşacağı sorunlar onların zihninde
canlanmamaktadır. Dolayısıyla aşı olmamak onları
korkutmamaktadır. Bilimsel çevrelerce içinde bulunduğumuz
dönemde Covid-19 salgınının etkisiyle aşı
karşıtlığının azalacağı öngörülürken yapılan araştırmalar
aksini göstermektedir.
Aşı olmak, topluma karşı bir sorumluluktur. Aşı, yapıldığı
kişiyi o hastalığa karşı korumanın yanında
immün yetmezliği olan, kanser tedavisi gören hastalar
gibi tıbbi nedenlerden dolayı aşı olamayacak
bireylerin de korunmasını sağlar. Aşı sayesinde sürü
“Aşı olmak, topluma karşı
bir sorumluluktur. Aşı,
yapıldığı kişiyi o hastalığa
karşı korumanın yanında
immün yetmezliği olan,
kanser tedavisi gören hastalar
gibi tıbbi nedenlerden
dolayı aşı olamayacak
bireylerin de korunmasını
sağlar.”
bağışıklığı sağlanır, bulaş zinciri kırılır ve aşı olamayan
gruplara hastalığın ulaşması engellenir. Kızamık
aşısına karşı dünya çapında duyulan güvensizliğin bu
bireylerde yaratabileceği ağır sonuçları acı bir örnekle
göstermek isterim: 2015’te Şanghay’da bir kızamık
salgını meydana gelmiş ve pediatrik onkoloji kliniğinde
tedavi görmekte olan bir çocuğa kızamık bulaşmıştır.
Enfeksiyon bu çocuktan 23 başka çocuğa
daha bulaşmış, yarısından fazlası çok ağır bir enfeksiyon
geçirmiş ve mortalite oranı %21 olmuştur. Bu
oran, aşı olmamış ve immün supresif durumu olmayan
bireylerdeki mortalite oranına kıyasla çok daha
fazladır. Bu üzücü olay, aşı karşıtlığı artmaya devam
ederse bizi bekleyen geleceğin bir fragmanı olarak
görülmelidir.
Kızamık aşısı hakkında bilimsel temeli olmadan ortaya
atılan “Kızamık aşısı otizme neden oluyor.” iddiası,
özür dilenerek yayımlandığı dergiden kaldırılmasına
20
ve o yayını hazırlayan doktorun İngiltere’de lisansının
elinden alınıp ülke sınırları içerisinde doktorluk
yapmasının yasaklanmasına rağmen kızamık
aşısına duyulan güveni bir kere kırmıştır ve aşının
güvenilirliğine ilişkin birçok açıklama yapılmasına
rağmen aşılanma oranları giderek düşmektedir.
Yapılan araştırmalara göre insanların sosyal
medyada izledikleri, okudukları herhangi bir aşı
karşıtı yanlış bilgi o insanları aylar boyunca etkisi
altına almaktadır. Halk, bilimsel yayınları takip
etmediği için tıp dünyasındaki gelişmelerin halk
dilinde anlatılmasına, toplumu felakete sürükleyecek
senaryolara zemin hazırlayan ve bilimsel
temeli olmayan hatalı görüşlere meydan bırakılmamasına
ihtiyaç vardır.
Fransa’da yapılan bir çalışmada vatandaşların
oy verdikleri partiler ile aşı karşıtlığı oranları karşılaştırılmıştır.
Araştırmanın yapıldığı tarihte görevde
bulunan cumhurbaşkanı aşı karşıtı değildir
ve onun partisine oy veren kesimde aşı karşıtlığı,
diğer partilere oy verenlere kıyasla çok daha
azdır. Bu araştırma göstermektedir ki insanlar
yaşadıkları ülkedeki siyasi liderlerin aşı ile alakalı
söylemlerinden ciddi oranda etkilenmektedir.
Sadece siyasi liderler değil, ünlüler vb. toplumda
öne çıkan, ileri gelen herkesin söylemleri toplumu
ciddi oranda etkilemektedir. Son dönemlerde
aşı karşıtlığının Avrupa ve Amerika’da bu kadar
artmasında da bu durumun etkisi büyüktür. Bundan
dolayı gelecekte korkunç senaryolarla karşılaşmamak
için hükümetlerin, ünlülerin, toplumda
söyledikleri ile etki yaratabilecek herkesin bu konuda
daha duyarlı olması gerekmektedir.
“Bu araştırma göstermektedir ki
insanlar yaşadıkları ülkedeki siyasi
liderlerin aşı ile alakalı söylemlerinden
ciddi oranda etkilenmektedir.
Sadece siyasi liderler değil, ünlüler
vb. toplumda öne çıkan, ileri gelen
herkesin söylemleri toplumu ciddi
oranda etkilemektedir.”
21
SOLID TÜMÖRLERIN İMMÜNOTERAPISINDE “CAR MAKROFAJLAR”
Elif Kundakcı
Kimerik antijen reseptör (CAR) ifade eden(edilen) makrofajlar solid tümörlerin hedeflenmesinde
ümit vadediyor. CAR T hücreleri birçok kan kanserini hedeflemekte başarılıyken solid
kanserleri hedeflemede sınırlı başarıya sahipler. Bu durumun T hücrelerinin tümör mikroçevresine
penetrasyonunun zor olmasından kaynaklandığı düşünülüyor. Makrofajlar ise tümör
çevresinde yer alır ve başlangıç anti-tümör yanıtı oluşturmamızda kullanışlı olabilirler.
Klichinsky et al. insan makrofajlarını, CAR taşıyan bir adenovirüs vektörle dönüştürmeyi
başardı. Böylece CAR makrofajlar elde edilerek fagositik aktivite tümörlere yönlendirildi.
İnsanlaştırılmış fare modellerinde CAR makrofajlarla infüzyonun T hücrelerinin aktivasyonunu
sağladığı ve proinflammatuar tümör mikroçevresiyle sonuçlandığı gösterildi. CAR
makrofajlarla muamele edilmiş tümör mikroçevre gen ekspresyon analizlerinde MHC-II ve
TNF gibi pro-imflammatuar genlerin ifadesinde artış gözlendi. Aynı zamanda CAR makrofajların
olgunlaşmamış dendritik hücrelerde aktivasyon ve olgunlaşma belirteçlerini indüklediği
belirlendi.
“Böylece CAR-M’ların çevredeki bağışıklık hücreleri üzerinde
baskın bir etkisinin olduğu gösterildi.”
Bir sonraki adımda faz 1 çalışmasıyla insanlardaki güvenilirliği test edilecek.
22
Sanal Gerçeklik Simülasyonu, Eğitimde
Tahtı Devralmaya mı Geliyor?
Ayşe Betül Zengin
Pratik, hepimizin bildiği gibi cerrahi ihtisasında ana ve temel ögelerden bir tanesi. Alıştırmalar,
ilk aklımıza geldiği üzere hasta üzerinde gerçekleştirilebilir. Hasta öncesi deneyim
kazanma sürecinde ise kadavra ya da VR (sanal gerçeklik) simülasyonları devreye
giriyor.
Hasta üzerinde deneyim kazanmak cerrahide en iyi gelişim sağlayan metot
olmasına rağmen bazı dezavantajlar barındırıyor. Az deneyimli bir cerrah
tarafından yapılan operasyonlar hasta için daha yüksek komplikasyon
oranları, daha büyük bir ekonomik yük anlamına geliyor. Daha fazla
deneyim, daha kısa operasyon zamanı ve daha az kan kaybı sağlıyor.
Eğitilen kişi açısından baktığımızda her türlü senaryo için alıştırma
yapmak mümkün olmuyor.
Kadavra üzerinden alıştırma yapmak ise altın standart kabul ediliyor.
Uygulamayı yapanın zarar verme olasılığı olmadan deneyim kazanmasına
olanak sağlıyor. Ancak kadavra üzerinden eğitim pahalı, eğitim sürecinde
hastalık geçme tehlikesi barındırır ve yinelenemez. Ayrıca her asistan için
de yeterli sayıda kadavra bulunmamakta.
Diğer bir -pandemi ile önem kazanan- kısıtlayıcı faktör ise kadavra eğitimleri
genellikle bir topluluk ile gerçekleşir. (En azından bir eğitmen, bir teknisyen ve iki
katılımcı şartı ile)
Kadavraya ek olarak kullanılabilen diğer bir seçenek “Sanal Gerçeklik (VR)
Simülasyonu” demiştik. Gelin, bu metodun bazı avantajlarından bahsedelim:
•Katılımcılar herhangi bir kısıtlama olmadan istedikleri zaman ve mekanda kendilerini
geliştirebilir.
•Bir tane VR simülasyon cihazı yıllar boyunca kullanıcılara hizmet edebilir.
•Simülasyondaki yazılım, eğitim alan kişiye yaptığı hataları gösterip hakkında uygun geri
bildirimi verebilir.
•İlgilenilmesi gereken bir organik doku bulunmadığı için pratik yaparken hastalık geçme riski
taşımaz.
•Eğitim görenler başka kimsenin yönlendirmesine ihtiyaç duymadan eğitimlerini gerçekleştirebilirler,
pratik yapabilirler. Pandemi sürecindeki sosyal kısıtlamalarda oldukça önemli bir
avantaj oluyor.
VR Simülatörleri, görüldüğü üzere cerrahi eğitimde altın standart kabul edilen kadavra
eğitimi ile karşılaştırıldığında oldukça yüksek potansiyel barındırmakta.
23
Ancak kadavra diseksiyonları ile sanal gerçeklik simülatörlerini beceri gelişimi açısından karşılaştıran çalışma
sayısı maalesef oldukça az.
Hacettepe Üniversitesi Ortopedi ve Travmatoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Gazi Huri, Op. Dr. Doğaç Karagüven,
okulumuz mezunları Belen Karmiş ve Mert Gülşen’nin gerçekleştirdiği çalışma; VR Simülatörleri ve kadavraları
cerrahi eğitim için objektif parametrelerle, niteliksel ve niceliksel datalar ile karşılaştıran ilk çalışma olma
özelliğine sahip.
Bahsedeceğimiz çalışmada cevabı aranan soru şu:
“Cerrahi eğitimde kadavra diseksiyonunun hala altın standart mı, yoksa medikal simülatör
kullanım kadavra diseksiyonunun yerini alabilir mi?”
Bu çalışma European Orthopaedics & Traumatology Education Platform’un akredite ettiği Shoulder Club International
Cadaver Course’a, Türkiye, Avrupa ve Dubai’den katılan 34 ortopedi asistanı ile gerçekleşti.
Katılımcılar randomize bir şekilde “kadavra ile” ve “simülatör ile“ eğitilenler olmak üzere iki gruba ayrıldı. Her
iki eğitim de ortak adım ve becerilerden oluşuyordu. (Omuz eklemine girmek, belirli anatomik bölgeleri göstermek
ve eklem boşluğu içerisindeki “loose bodies”i çıkarmak gibi)
Eğitimleri sonrası her iki grup “Yetenek Testi” adı verilen standart, bilgi birikimi ve beceriyi ölçen VR Simulator
(Virtamed ArthroSTM, Switzerland) üzerinden bir teste tabi tutuldu. Her iki eğitim 20 dakika, test ise 15
dakika sürdü.
Yetenek Testi, tanı ve tedavi olmak üzere iki parçadan oluşuyordu. Tanı parçasında katılımcılardan anatomik
“landmark”ları kontrol etmeleri ve varsa patolojileri belirlemeleri istendi. (Glenohumoral eklem, biseps tendonu,
glenoid eklem, dorsal labrum vb)
Tedavi kısmında omuz içerisindeki “loose bodies”in beş dakika içerisinde temizlenmesi beklendi.
Yapılan testin sonuçları ise oldukça ilginç:
•Simülatör ile eğitilen katılımcıların verilen görevleri tamamlama süreleri daha kısaydı.
•Komplikasyon oluşturabilecek glenoid ve humerus eklem çiziklerine yol açma hesaplanarak
tutulan “Güvenlik Skoru”nda anlamlı bir fark gözlenmedi. Bununla birlikte humerus ekleminde
çizik oluşturma, simülasyon ile eğitilen grupta daha az gözlendi.
•Testin tanı bölümündeki performans açısından iki grup arasında anlamlı bir fark yoktu.
“Elde edilen sonuçlar gösterdi ki VR Simülatörleri cerrahi eğitimde
kadavralar kadar etkili!”
COVID-19 pandemisi sonrası tıp eğitiminde görülecek büyük değişikliklerde,
okuduğunuz çalışma önemli bir rehber olma potansiyeline sahip.
24
Kanser
Tedavisinde
Yenilikçi
Yaklaşımlar
Mert Selvi
Hastaların kendi hücrelerini, genetik olarak modifiye edip kanserli hücrelerle savaşmalarını sağlamak bilim
kurgu bir yapımdan çıkmış gibi dursa da, bu tarz yenilikçi yaklaşımlar son yıllarda kanser hastalarına umut
oluyor. Kanser biyolojisi, DNA dizileme ve bilgisayar teknolojilerinde yaşanan gelişmelerin sayesinde günümüzde,
birçok potansiyel tedavi ve etkileyici yeni yaklaşımlar geliştiriliyor. Birçoğu kişiye özgü bu yöntemler
kanser tedavisinde devrim yapma potansiyeline sahip.
T Hücre Transfer Tedavisi Uygulamaları
T hücre transfer tedavisi, bağışıklık
hücrelerinin, kanserli hücrelere
daha etkili saldırmasını sağlayan
bir immünoterapi çeşididir. Günümüzde
kullanılan 2 ana T-hücre
transfer tedavisi türü vardır: Tümörü
infiltre eden lenfosit (TIL)
tedavisi ve CAR-T hücre tedavisi.
İki tedavi yaklaşımı da hastanın
kendi immün hücrelerinin toplanmasını,
bu hücrelerin laboratuvarlarda
çok sayıda yetiştirilmesini
ve hücrelerin damar yoluyla kişiye
geri verilmesini içerir.
TIL Tedavisi, tümörlerde bulunan
“tümörü infiltre eden lenfositler”
olarak adlandıran T hücrelerini
kullanır. Doktorlar bu hücreleri
laboratuvarlarda test eder ve tü-
25
mörlü hücreleri en iyi tanıyanlarını bulmaya çalışır. Daha sonra bu seçilen hücrelerin özel maddeler ile hızlıca
ve çok sayıda çoğalması sağlanır.
Bu yaklaşım arkasında, tümörlerin içerisindeki ve çevresindeki lenfositlerin, kanser hücrelerini tanıyabilme
yeteneğini gösteriyor olduğu fikri yer alır. Fakat bu hücrelerden tümörü öldürebilecek veya tümör hücrelerinin
immün sistemi baskılamak için salgıladığı sinyalleri aşabilecek yeterli sayıda bulunmuyor olabilir. Tümör hücrelerine
en iyi reaksiyon veren hücrelerden çok sayıda verilmesi, bu engellerin aşılması konusunda hastalara
yardımcı olma potansiyeli taşımaktadır.
CAR-T hücre tedavisi; TIL tedavisine benzer bir yaklaşım içerir. Bu tedavi yönteminde T hücreleri hastaya geri
verilmeden önce, hücreler genetik olarak modifiye edilerek CAR (Chimeric Antigen Receptor) adı verilen bir
tür reseptör protein üretmeleri sağlanır. “Chimeric Antigen Receptor”ler, T hücrelerinin, kanser hücrelerinin
yüzeylerinde bulunan spesifik proteinlere bağlanmasını sağlar. Böylelikle kanserli hücreleri öldürmeleri sağlanmış
olur.
Günümüzde FDA tarafından onaylanmış 4 CAR-T hücre tedavisi bulunmaktadır.
Kanser Tedavisi Aşıları
Kanser tedavisi aşılarının arkasındaki kilit nokta şudur: Kanser hücreleri normal hücrelerde bulunmayan veya
çok düşük seviyelerde bulunan bazı antijenler içerir. Kanser tedavi aşıları, bağışıklık sisteminin bu antijenleri
tanımasına ve bunlara tepki vermeyi öğrenmesine yardımcı olabilir
ve kanser hücrelerini öldürmesini sağlayabilir.
Kanser aşıları; immün hücrelerinin, kanser hücrelerini
tanımasını sağlar ve tümörlere karşı aktive
eder. Aşının üretilebilmesi sağlıklı hücrelerde
olmayan, kanser hücrelerinde eksprese edilen
spesifik bir proteine (antijen) ihtiyaç duyulur.
Son yıllarda bu alandaki ilerlemeler sayesinde
araştırmacılar ve doktorlar artık kanser hücrelerini
normal sağlıklı hücrelerden ayırt etmemizi
sağlayan antijenleri belirleyebiliyorlar. Bu sayade
birçok potansiyel yeni aşı çalışmaları yürütülüyor.
Bir başka kanser tedavisi yöntemi olan “onkolitik viral tedavi” de bir tür kanser aşısı türü olarak nitelendirilir.
Bu yöntemde normal hücrelere zarar vermeyen ama kanserli hücrelerin yapısını bozan ve öldüren onkolitik
virüs türleri kullanılır. Ölen kanserli hücreler, yeni virüslerin ve başka moleküllerin salınmasına sebep olur ve
bu durum vücutta kanserli hücrelere karşı bir immün cevaba yol açar.
26
KAMYON
BÜYÜKLÜĞÜNDEN SIRT ÇANTASINA:
Nörogörüntülemenin Geldiği Son Nokta
Kasım 1895'te, Wilhelm Röntgen elinin kemiklerini ve
alyansını, bir elektron ışını tüpünün diğer tarafında,
bir fotoğraf plakasında gördü. Bu, insan vücudunun
görüntülemesinin başlangıcını oluşturdu. Teknolojinin
ilerlemesiyle bilgisayarlı tomografi, manyetik
rezonans görüntüleme ve ultrason ile normal veya
patolojik organlar artık o kadar ayrıntılı olarak görselleştirilebiliyordu
ki, dijital görüntü neredeyse gerçek
organın bir kopyası şeklindeydi.
Ancak nörogörüntüleme için en önemli kaldırım taşı
fMRI(Functional magnetic resonance imaging)’ın bulunması
oldu. fMRI, kandaki oksijen seviyesine bağlı
olan BOLD(Blood Oxygenation Level Dependent)
isimli bir teknik kullanmaktadır. BOLD tekniği temelde,
deoksihemoglobini intravasküler paramanyetik
kontrast ajanı olarak kullanmaktadır ve deoksihemoglobinin
konsantrasyonu arttıkça etki artmaktadır.
fMRI’ın bulunuşuyla birlikte birçok bilim insanı, uyumsuz
olan görüntüleri daha netleştirebilmek için yeni
geliştirilen yazılımlarla birlikte yeni düzenlemeler yaparak
anlamlı sonuçlar almaya çalışmaktadır. Bunun
en önemli sebebi nöropsikiyatrik bozuklukların bazılarının
enfeksiyonlara, inflamasyonlara, toksisiteye,
travmatik beyin hasarına ve otoimmün hastalıklara
bağlı olarak ortaya çıkabilmesidir.
Ayrıca yapılan çalışmalar göstermiştir ki aynı psikiyatrik
hastalık bile farklı beyin bölgesini tutabilmekte
ve hastalığın tuttuğu beyin bölgesine göre tedavinin
işe yararlılığı değişerek tedavi şekli etkilenebilmektedir.
Nörogörüntüleme yöntemleri için bilim insanları çok
fazla alan ve paraya ihtiyaç duymaktadırlar. Ayrıca,
net ve okunabilir bir tarama sağlamak için hastaların
makinede yaklaşık 1 saat hareketsiz kalması gerekmektedir.
Bu sebeple University of California, Los
Angeles (UCLA)’dan bazı bilim insanları “Mobil derin
beyin kayıt ve stimülasyon platformu” dedikleri cihazı
geliştirdiler. Bu cihazın yararı hastalardan gerçek zamanlı
birçok veri toplanmasını sağlamasıdır.
Mobil derin beyin kayıt ve stimülasyon platformunun
çalışma şekli; hastanın sırtında bir çanta bulunmaktadır
ve bu çantanın içi monitörlerle doludur. Bu
çantanın içinden asa gibi bir parça çıkar ve bu parça
hastanın kafa derisinin yakınında bulunur. Böylece
hastanın beyninde bulunan implanttan gerçek zamanlı
verileri toplama imkânı oluşturur.
Araştırmacılar bu sayede laboratuvar ortamına bağlı
kalmadan, insanlar hareket halindeyken ve başkalarıyla
etkileşim içerisindeyken beynin nasıl çalıştığı
hakkında incelemelere olanak sağlayabilmektedir.
Fakat şu anda bu cihazı sadece beyninde implantı
olan hastalar kullanabilmektedir.
Her ne kadar şu anda DSM-V’in tanı kılavuzunda
nörogörüntüleme yer almasada, gelişen ve ilerleyen
teknoloji ile birlikte psikiyatrik hastalıklar ve bunlara
sebep olabilecek etkenlerle ilgili nörogörüntüleme
ciddi bir yer tutacak gibi gözüküyor. Hatta sadece tanıda
değil tedavi planı hazırlanması için bile gerekli
olabilir.
Stj. Dr. Gülşah Sevik
CRISPR GEN TERAPİSİ
FARELERDEKİ AĞRIYI UZUN SÜRE DİNDİRDİ
Nur Yıldız Zengin
Bu yaklaşım opoid kullanımına
gerek kalmadan kronik ağrıyı
azaltmayı sağlayabilir.
Science Translational Medicine’da 10 Mart 2021’de yayımlanan
bir araştırma makalesinde CRISPR’a dayanan bir
gen sessizleştirme tekniğinin farelerde ağrıyı giderdiği
gösterildi.
Bu terapinin insanlarda uygulanması için zaman gerekli
olmasına rağmen, bilim insanları bu yaklaşımın
kronik ağrıyı aylardan yıllara kadar sessizleştirebilecek
bir yaklaşım olabileceğini önermekte. Kronik
ağrının tipik olarak morfin gibi opoidlerle tedavi
edilebildiği ancak bu ilaçların bağımlılığa neden
olabildiği bilinmektedir.Bu çalışmada kullanılan
CRISPR terapisi (CRISPR-dCas9) direkt
olarak gen dizisini değiştirmek yerine onun
eksprese edilmesini durduruyor.
Çalışmalar Nav1.7 isimli sodyum kanalının
kronik ağrının merkezinde olduğunu önermekte.
İnsanlarda bu kanalı kodlayan gende
mutasyonlar olduğunda; insanlar, ekstrem ve
sürekli bir ağrı yaşayabildikleri gibi hiçbir durumda
acı ve ağrı hissedemedikleri bir duruma
da gelebilmektedirler.
So Moreno ve ekibi,
dorsal kök ganglion nöronlarında
bulunan Nav1.7 kanalının in situ baskılanması
sayesinde ağrı sinyalinin beyne ulaşmadan
önce durdurulabileceğini önerdiler. Daha
önce bu kanalın küçük moleküllü ilaçlar ve antikorlarla
bloklanması için çalışılmıştı. Fakat bu terapilerde
vücutta yapısal olarak benzer başka sodyum
kanalları ile de etkileşimin olması sonucu birçok
yan etki ortaya çıktı. Fakat CRISPR’ın genleri
hassas bir şekilde hedeflemesinden faydalanarak
Nav1.7 kanalının sentezini,direkt ve hedef dışı etkiler
olmadan durdurabilmek mümkün olabilir.
28
Araştırmacılar,araştırmaya ilk
olarak CRISPR gen düzenleme
sisteminin bir parçası olan
Cas9 proteininin modifiye edilmiş
versiyonu ile başladılar.
Bu modifiye protein, Nav1.7’yi
kodlayan geni kesmeden hedefleyebiliyordu.
Ardından modifiye Cas9 proteinine
Nav1.7 geninin ekspresyonunu
durduracak ikinci bir
“repressor” protein eklediler.
Bu oluşturulan sistem, adeno-associated
virus isimli
küçük, inaktif bir virüse aktarılarak
sistemin nöronlara yollanması
sağlandı.
Fareye spinal enjeksiyonla terapi
verildikten sonra, kemoterapi
ilaçları ve inflamatuar
ajanlarla kronik ağrı oluşturuldu.
Terapi verilmiş farelerin acı
veren stimuluslara daha toleranslı
olduğu görüldü. Ayrıca
daha öncesinde kronik ağrı ile
acı çeken farelerin de terapiden
faydalandıkları gösterildi.
Örneğin kemoterapi almış bir
fare ağrıya çok hassaslaşırken
gen terapisinin tek bir enjeksiyonu
sonrası bu sensitivite
ortadan kalktı.Ağrının dinmesinin
uzun sürdüğü görüldü,
bazı deneklerde ağrı enjeksiyon
sonrası 44 haftaya kadar
vardı.
Önemli bir nokta da tedavinin
Nav1.7 ekspresyonunu durdururken
diğer sodyum kanallarını
etkilememesidir.
Farelerde ağrı dışında herhangi
bir duyu kaybı görülmedi.
Bu çalışma bize umut vermekle
beraber daha yapılması gereken
çok iş var. Moreno’nun
başında olduğu ekip bu yaklaşımın
insanlara uygulanabilir
bir tedavi haline getirilmesi
için planlamalara başlarken
çalışmaların primatlarda ilerletilmesi
için de hazırlıklar yapılmaya
başlandı.
Farelerde test edilen deneysel
bir ağrı tedavisi, yanda
insan omuriliğinde gösterilen
duyusal sinirler üzerindeki
iyon kanallarını hedef alır.
29
Felç geçirdiniz.
Ne yapacaksınız?
Periferal sinir travması, motor ve duyu fonksiyonunun
ömür boyu kaybedilmesine sebep olabilir. Periferal
sinir sistemi (PNS) rejenere olma ve aksonlarını
yeniden büyütme noktasında çok kısıtlı bir
yeteneğe sahiptir. Eğer aradaki kopukluk <0.5 cm
ise iki ucu süturlamak mümkündür ve ancak %50
oranında bir geri dönüş yakalabilir. >2cm durumlarda
otograftlama altın standart kabul edilir, oran
ise yine aynıdır, alınabilecek sinir dokusu sınırlıdır
ve graft dokusu <5cm olmalıdır. Kadavralardan allograftlamak
ve hayvanlardan xenograftlamak ise
nakil komplikasyonlarını beraberinde getirir.
Bu sınırlamaların ortadan kalkması için nöral kök
hücrelerin implantasyondan önce aktif iskelelerde
in vitro olarak yetiştirilebildiği biyohibrid implantları
içeren çözümler büyük ilgi gördü.
Hamlyn Center araştırma ekibi, periferik sinir rejenerasyonu
sürecine yardımcı olmayı amaçlayan
çekilmiş bir fiber iskelede nöral kök hücre farklı-
“Çekilmiş fiber iskelede uyarılmış nöral kök hücre farklılaşmasına
yönelik yeni bir biyohibrit yaklaşım”
laşmasını indüklemek için nanobilimi nöronal kök
hücreler ile birleştiren yeni bir biyo-hibrit yaklaşım
önerdi.
Öncelikle, dikkatlice tasarlanmış ve 3D baskılı bir
preformun termal çizimi ile üretilen bir polikarbonat
fiber iskele, poli-L-ornitin (PLO) ve çift duvarlı
karbon nanotüpler (DWCNT’ler) ile işlevselleştirildi.
Daha sonra kök hücreler, fiber hücre iskelesinin
yüzeyinde kültürlendi ve DWCNT’lerin nöral
kök hücrelerin nöral hücrelere farklılaşması üzerindeki
etkisi araştırıldı.
“
Bu çalışma sayesinde araştırmacılar,
gelecekte sinir rejeneratif implantlarının
gerçekleştirilmesi için bu yeni
biyohibrit yaklaşımın potansiyel kullanımını
aydınlatıyorlar.
Dahası, bu çalışma termal olarak çekilmiş fiber
tekniğinin alet çantasını nöral rejenerasyon alanını
ekliyor.
Aslında bu çalışma, bu potansiyel yeni sinir rejenerasyonu
yaklaşımının sadece bir başlangıcıdır.
İlk çalışmalarında araştırmamış olsalar da, araştırmacılar
hücre iskelesine lümenler yerleştirdiler.
Bu lümenler, sinir rejenerasyonunda yeni bir paradigma
olması amacıyla elektrik, kimyasal, optik
ve biyokimyasal uyaranların iletiminin etkisinin
gelecekte araştırılmasına ve yüzey mühendisliğiyle
sinerjisinin araştırılmasına izin veriyor.
Düz bir yüzeyin (solda) yüzey yapısının ve mikroyapılı
fiber iskelenin (sağda) nöral kök hücre yönlülüğü üzerindeki
etkisi üzerine çalışma.
Nöronlarınızı sevin.
Sinir Rejenerasyonu Teknolojilerinde Potansiyel Yeni Bir Rota - Nidanur Sinanoglu
30
E-DOKTOR
Stj. Dr. Aygül ERDEMİR
DSÖ’nün yayınladığı teletıp raporunda “mesafenin kritik bir faktör olduğu durumlarda, hastalık ve yaralanmalardan
korunulması; araştırma, değerlendirme ve sağlık çalışanlarının sürekli eğitimi ile bireylerin ve toplumların
sağlığını geliştirmek ile ilgili bilgi alışverişi için, sağlık profesyonelleri tarafından, bilgi ve iletişim teknolojileri
kullanılarak sağlık hizmeti sunumu” olarak tanımlanan teletıp Covid19 pandemisi ile sıkça duyduğumuz
ve rutinimize giren bir kavram oldu. Teletıp senkron ya da asenkron olarak gerçekleştiriliyor. Senkron teletıp
eş zamanlı olarak video konferans gibi uygulamalarla hasta ve doktor görüşmesi, doktorlar arasında konsültasyon
yapılması gibi durumları karşılar. Asenkron uygulama ise laboratuvar sonuçları, medikal görüntüleme
sonuçları gibi belgelerin saklanıp sağlık profesyonellerine
iletilmesiyle gerçekleşir. Radyoloji, psikiyatri ve
kardiyoloji hasta ve hekim olarak teletıpın kullanıldığı
en yaygın alanlar olurken; acil tıp hekimleri, patologlar
ve radyologlar konsültasyon için teletıpı en yaygın
kullanan gruplardır.
Teletıp yöntemleriyle ya da birebir temasla sağlık
hizmetine erişimin ayrı ayrı avantaj ve dezavantajları
mevcuttur. Hastaların doktorlarla birebir görüşerek
yardım alması durumunda tatmin duygusunu daha
fazla olmaktadır. Fizik muayene ve laboratuvar testleri
yapılabilmesi açısından da direkt temas avantajlıdır.
Ulaşım, bekleme odalarında beklemek gibi koşullardan dolayı zaman kaybı yaratması; anında doktora
erişim şansının düşük olması, fiziki ya da sosyoekonomik koşullardan dolayı herkes için ulaşmanın kolay
olmaması ise dezavantajlarıdır. Teletıp uygulamalarıyla zaman kaybı azalmakta, daha fazla kişi için sağlık
hizmetleri erişilebilir konuma getirilmektedir. Teletıp alanında yazılım ücretleri, yazılımları kullanabilecek insan
eğitilmesi gerekliliği ve laboratuvar testleri için sağlık kuruluşu ziyaretleri gerekliliği dezavantajlardır. Ayrıca
burada ülkelerin hukuk sistemlerinde yapılması gereken yenilikler, teknolojiye erişimin ve kullanabilme
oranlarının yüksek olması gerekliliği, hasta ve sağlık personelinin sisteme adaptasyonu, kültürel değerler gibi
başlıklar teletıp kullanımı önündeki aşılması gereken engellerdendir.
Teletıp uygulamalarının geliştirilmesi pandemiden bağımsız olarak pek çok açıdan oldukça değerlidir. DSÖ’nün
2010 yılından beri yayınladığı teletıp raporlarında farklı uygulama alanlarında ulaşılabilirlik, maliyet etkinliği ve
yüksek kalite sağlık hizmetinin bütün gruplara sunulabilmesinin sağlanması için yapılan araştırmalar ve gelişmeler
raporlanmıştır. Gelişmiş ülkelerde bu alandaki yatırımlar devlet desteğiyle gerçekleşirken gelişmekte
olan ve geri kalmış ülkelerde bağışlarla sürdürülmeye çalışılmaktadır. Gelişmiş ülkeler için teletıp uygulamaları
zaman ve insan gücü tasarrufu sağlaması açısından önemliyken geri kalmış ülkelerde toplumun bütün
kesimlerine hizmet götürebilme ve toplum sağlığı alanlarında önemli bir konumdadır.
Sosyal medyanın kullanımı tüm dünyada giderek artarken insanlar sosyal medya kanallarıyla sağlık konusunda
paylaşımlar yapmakta ve buradan aldıkları bilgileri önemsemektedir. Hükümetler ve sağlık örgütleri sosyal
medyayı kullanarak daha çok insana erişebilir ve doğru bilginin yayılması için daha çok kanal kullanabilirler.
Dünyanın hızla değişmesi ve teknolojinin kendine çok hızlı yeni alanlar açması kaçınılmaz olarak sağlık hizmetlerini
de etkiliyor. Teletıp kullanım alanlarının geliştirilmesi ve geleneksel yöntemlere entegre edilmesi
hem hasta hem de doktor açısından kazanımlar sağlayacaktır. Umarım bu hizmetler Sahra Altı Afrika ülkeleri
gibi dezavantajlı olan toplumlar açısından sağlık gibi çok temel bir insan hakkına ulaşımın önündeki engelleri
aşmada başarılı olur.
31
3B Kültür Teknolojisi:
Organoidler
Beyza Gül
Organoidler, insan gelişimi ve hastalıkların araştırılması konularındaki potansiyeli sebebiyle
2017 yılında Nature Methods dergisinde “yılın metodu” olarak seçilmiştir. Peki
nedir bu yılın metodu unvanını hak eden organoid?
Organoidler; farklı hücre çeşitlerini bir arada barındıran,
kendi kendilerini yenileyebilen, fonksiyonel, üç
boyutlu organ benzeri yapılardır ve boyutları bir saç
telinden daha küçük bir boyuttan 5mm’ye kadar değişmektedir.
Gelişmiş üç boyutlu doku kültürü teknikleri
sayesinde kök hücreler kullanılarak beyin, bağırsak
gibi neredeyse tüm organların ufak versiyonları
olan organoidler yapılabilmektedir. Klinik araştırmaların
yürütüldüğü iki boyutlu hücre kültürlerine göre
organoidlerin en önemli avantajı hücrelerin hareketi
ve hücreler arası iletişim gibi komplike alanlarda çalışmaya
olanak sağlamasıdır. Bunun yanında hastalıkların
daha doğru modellemesini ve araştırma
ortamının daha hızlı hazırlanmasını sağlamak gibi
çeşitli alanlarda da hayvan modellerine göre organoid
teknolojisinin üstün yanları vardır. Boyu bir hardal
tohumundan daha küçük olan organoidlerin var
olan faydaları ve gelecek için sağlayabileceği yararlar
hiç de azımsanacak düzeyde değil. Biyoloji alanında
ve hastalık süreçleri hakkında araştırmalar için yeni
yollar sunan organoidler, rejeneratif tedaviler ve hastalıkların
teşhisi için de büyük potansiyel sunmaktadır.
Koronavirüs salgınından kansere ve genetik
bozukluklara kadar tıpta birçok alanda kullanımı vardır.
Organoidlerin model sistemi olarak kullanılması
biyomedikal araştırmalardaki boşluğu kapatmakla
birlikte terapötik yaklaşımların ve yenilikçi ilaçların
önünü açıyor. Ayrıca sağlık araştırmalarında hayvan
deneylerinin kullanımı azaltabileceği fikrini de ortaya
çıkarıyor.
Organoidlerin kanser araştırmalarında da önemi giderek
artıyor örneğin kanser ilaçlarının hazırlanmasında
çeşitli maddeler tümör organoidleri kullanılarak taranabilir.
Bunun da ilerisinde gelecekte hastaya özgü
tümör organoidleri klinisyenlerin çeşitli kanser ilaçlarına
karşı tümör direncinin gelişimini araştırmasına
olanak sağlayabilir. Bu şekilde organoidlerin bireysel
hastalık modelleri olarak kullanılabilecek olması kişiselleştirilmiş
tıp için de önem taşıdığını göstermektedir.
Organoidler ayrıca genom düzenleme ve CRISPR
/ Cas9 gibi yöntemlerle modifiye edilebilir. Bu sayede
örneğin mutasyon sonucu oluşan belirli bir genetik
değişimin etkisini araştırmak ve bunu düzeltmek için
32
genetik değişimi içeren organoid oluşturulabilir ve
bunun üzerinde araştırmalar yürütülebilir. Gelecekteki
bir diğer uygulama rejeneratif tıp olarak bilinen, organoidlerin
veya bunlardan türetilen hücrelerin kişilere
nakledilmesidir. İlerde mutasyonların düzeltilmesi
için organoid nakilleri gerçekleştirilebilir. Ancak canlı
ortamlarda organoid işlevselliği üzerine daha fazla
çalışma yapılması gerekmektedir.
Günümüzde organoidleri dondurmak mümkün ve
dünyada çeşitli yerlerde karaciğer ve böbrek organoidleri
gibi organoid biyobankaları kurulmuş durumda.
Bu biyobankalar ilaçların geliştirilmesinde ve ilaçların
belirli hastalık grupları üzerindeki etkisinin araştırılmasında
kullanılabilir. Bir ilaç insan üzerinde denenmeden
önce toksik madde içermediğinden emin olmak
için hayvan modelleri üzerinde denenmektedir.
İlerde bu toksik etkinin organoidler üzerinde denenerek
bu alanda hayvan moddelerine olan ihtiyaç kısmen
ya da tamamen kaldırılabilir.
Organoidler her ne kadar organlara benzerlik gösterse
de organlardan daha az karmaşıktırlar ve bu durum
çeşitli sınırlamaları beraberinde getirmektedir.
Araştırmacılar bu nedenle daha karmaşık yapılı organoidler
üretmeye çalışıyorlar. Bunun yanında özellikle
beyin organoidleri konusunda çeşitli etik sorular
gündeme çıkmaktadır. Gereken geliştirme çalışmalar
yapılarak ve etik noktalara dikkat edilerek organoidler
şu an sağladıkları faydaları ilerde daha da artırarak
tanıdan tedaviye sağlıkta birçok alanda kullanılabilecektir.
Nanoteknoloji en genel anlamıyla, boyutları
1 nanometre ile 100 nanometre arasında
olan maddenin anlaşılması ve kontrolüdür.
İnsan saç telinin çapının yaklaşık 50.000 nanometre
olduğu düşünülürse ne kadar küçük
bir ölçekten bahsedildiği daha rahat anlaşılabilir.
Bu kadar küçük bir ölçekte maddelerin
davranış özellikleri de değişir, bu değişim
bize makro boyutta sahip olmadığımız bazı
avantajlar sağlar. Bu avantajları sayesinde
nanoteknoloji; in vivo ve in vitro teşhis, görüntüleme,
ilaç salınımı gibi tıbbın farklı alanlarında
kullanılabilir.
NANOTEKNOLOJİNİN
TIPTA KULLANIMI
Öykü Tosun
Nanomateryallerin farklılık yaratacak özelliklerinden
biri yüzey alanı/hacim oranlarının
büyük olmasıdır. Bu özellikleri sayesinde nanomateryaller
taşıyıcı olarak kullanıldığında,
yüzeyleri birçok molekülle kaplanabilir. Ayrıca
etkileşim yüzeyi fazla olacağı için reaksiyonlar
da daha hızlı gerçekleşir.
Nanomateryallerin özellikle kanser tedavisinde,
etki edecekleri dokuya daha spesifik
olmaları nedeniyle öne çıktığı söylenebilir.
Nanotaşıyıcıların koruması sayesinde
ilaçların, hedef hücrelere ulaşmadan önce
vücutta parçalanması daha az gerçekleşir.
“Artırılmış geçirgenlik ve tutma etkisi” sayesinde,
nanomateryallerle çevrilmiş ilaçlar,
tümörlerde daha çok birikir. Böylece hem
hedef dokuya daha çok ilaç ulaştırılmış olur
hem de sağlıklı dokuların ilacı absorbe ederek
zarar görmesi en aza indirgenmiş olur.
Nanoteknolojik yöntemler, sağlıklı dokuları
koruyabildiğimiz için, kemoterapi gibi yaygın
uygulanan kanser tedavilerine göre büyük
bir avantaj sağlar.
İlaç salınımında nanoparçacıkların kullanılmasının
bir avantajı da, bu işlemin daha
“kontrollü” gerçekleşebilmesidir. Yani nanomateryal
kaplı ilacın vücuda verildikten sonra
hemen işlev göstermesi engellenebilir,
nanomateryaller sayesinde ilaç salınımının
sadece belirli işaretlerle tetiklenmesi sağlanabilir.
Enzim miktarı farklılığı veya pH değişikliği gibi sadece istediğimiz
bazı koşullar sağlanırsa ilacı ortama salan nanoparçacıklar
üretilebilir. Diyabeti ele alırsak; nanomateryallerin bu özelliklerini
kullanarak, kandaki şeker miktarını algılayan ve ona
göre insülin salınımı gerçekleştiren ilaçlar üretebiliriz.
İlaç salınımında kullanılabilen nanomateryaller, kontrast ajanlar
olarak kullanıldığında teşhiste de birçok avantaj sağlar. Mesela,
süpermanyetik demir oksit parçaçıkları (SPIONs) hem
enjeksiyon sonrası tümörde kalma sürelerinin uzunluğu hem
de geleneksel ajanlardan farklı manyetik özellikleri sayesinde,
tümörleri MRI yöntemiyle daha uzun süre ve daha kaliteli bir
şekilde gözlemlenebilir kılar.
Nanopartiküller aynı zamanda rejeneratif tıp alanında da kullanılabilir.
Rejenaritif tıp, en genel anlamıyla, belirli nedenlerden
dolayı zarar görmüş doku ya da organı yeniden üretme
işlemidir. Bir doku veya organı yeniden üretmek, hücrelerin büyüme
ve değişmelerini stimüle etmek ile mümkündür. Bu da
büyüme faktörleri gibi bazı moleküllerin hücreye verilmesiyle
sağlanabilir. Bu büyüme faktörleri aynı ilaç salınımında olduğu
gibi, nanotaşıyıcılarla verilebilir. Bir doku ya da organ oluşturmak
için, büyüme faktörleri dışında yine nanomateryaller aracılığıyla
genetik materyaller de verilebilir. Böylece hücrelerin
büyümesi ve gelişmesi için gereken proteinleri üretebilecekleri
bir kod hücreye aktarılmış olur. Bunların hepsi nanomateryallerin
farklı davranış özellikleri, duyarlılıkları, kontrollü olmaları
ve yüzey alanı/hacim oranlarının büyük olması sayesinde;
geleneksel yöntemlere göre daha verimli bir şekilde gerçekleştirilebilir.
33
Nanoteknolojinin güncel bir kullanımı da yeni bir aşı sınıfı olan, DNA -veya RNA- temelli aşılardır. Bazı CO-
VID-19 aşılarında da bu sınıfta yer alan mRNA aşıları kullanılıyor. Bu aşılarda, geleneksel aşılarda kullanılan
zayıflatılmış veya öldürülmüş virüs yerine, spesifik viral proteinlerin genetik kodu (mRNA) kullanılıyor. Taşınacak
olan tüm virus değil sadece mRNA olacağından, bu molekül kanda daha kolay yıkılıyor. Bunu engellemek
için mRNA’yı bir taşıyıcıyla koruyarak kullanıyoruz. Nanomateryaller de burada, taşıyıcı olarak kullanılıyor.
Bahsettiğim bazı nanoteknolojik uygulamalar hâlâ klinik araştırma sürecindeler, birçoğu da FDA (Amerikan
Gıda ve İlaç Dairesi) tarafından insan kullanımı için onaylanmış durumda. Görüldüğü gibi tıpta nanoteknoloji;
göreceli olarak hâlâ yeni, gelişmekte olan ve aynı zamanda geleneksel yöntemlerin sahip olmadığı birçok
avantaj sağlamasıyla büyük umutlar vadeden bir alan. Nanoteknolojinin tıpta değiştirip geliştirebileceği her
şeyi, bize açacağı yeni pencereleri düşünür ve bunlar üzerine kafa yorarken unutulmaması gereken bir diğer
durum ise nanopartiküllerin biyolojik organizmalarla nasıl etkileştiğinin hâlâ tam olarak anlaşılamamış olmasıdır.
Yani tıpta nanoteknolojinin tüm olanaklarının kullanılması için hâlâ birçok çalışma yapılması gerekiyor
ama bu başarıldığında, insan sağlığı için yepyeni bir dönemin başlayacağından da hiç şüphe yok.
Selin Şahin
Bir Kas Gibi Kasılıp Akciğer Gibi
Nefes Alabilir: ORGAN ÇiPLERi
Laboratuvar deneylerinde kullanılan ve sıvıları,
hacmi 10-9-10-18 litre arasında değişen
ve boyu yüzlerce mikrometreyi bulabilen
mikrokanallar boyunca kontrol eden mikroakışkan
sistemler (‘’lab on-a-chip’’) gelişmekte
olan “organ-on-a-chip” (OoC, organ çipleri)
teknolojisinin başlangıcıydı. 2000’li yılların
başından beri doku mühendisliği alanlarında
çalışan araştırmacılar, hücrelerin in vitro ve
in vivo koşullardaki fizyolojik fonksiyon farklılığını
gidermek için mikroakışkan cihazları
hücre kültürü uygulamalarında kullanmışlardır.
“Organ-on-a-chip” terimi ise ilk defa 2010
yılında insan akciğerinin organ düzeyindeki
fonksiyonunu yansıtmak üzere mikroakışkan
bir çip geliştiren Donald Ingber tarafından
kullanılmıştır.
İndüklenmiş pluripotent kök hücreler (iPSCs) ve karışık hücre
kültürü yetenekleri, genom düzenleme, 3D yazıcı, sofistike
hücre sensörleri, mikroakışkanlar ve mikrofabrikasyon mühendisliği
gibi bağımsız gelişen teknolojilerin bir noktada buluşması,
geçtiğimiz on yılda organ-on-a-chip alanındaki dramatik
gelişmeyi mümkün kılmıştır.
34
Halihazırda ilaçların geliştirilmesi, test edilmesi sürecinde
kullanılan hücre kültürleri ve hayvan modelleri,
insan hastalıklarının patofizyolojisini, spesifik hasta
gruplarının kişiselleştirilmiş ilaç duyarlılıklarını ve hedef
dışı ilaç toksisitelerini tahmin etmekte yetersiz
kalmaktadır.
Organ çipleri insan vücudundaki hücrelerin maruz
kaldıkları doğal fizyolojiyi ve mekanik kuvvetleri in
vitro koşullarda yeniden yaratmak için tasarlanmıştır.
Her bir organ çipi içi boş mikroakışkan kanallar içeren
ve bir hafıza kartı boyutunda olan saydam, esnek
bir polimerden oluşur. Bu kanallar, insan endotel hücreleri
ile kaplı yapay kan damarlarıyla bağlantılı olan
organ spesifik canlı insan hücreleri ile döşenmiştir.
Her OoC platformunun üç kritik ve belirleyici özelliği
vardır: platformdaki dokuların üç boyutlu doğası ve
ayarlanması, daha fizyolojik bir dengeyi yansıtması
için birçok hücre tipinin varlığı ve entegrasyonu (parankimal,
stromal, immün…) ve modellenen dokuyla
ilişkili biyomekanik güçlerin bulunması (akciğer dokusundaki
gerilme kuvvetleri gibi). Organ spesifik
mikroçevre ve mimarinin yeniden üretildiği ve kontrol
edilebildiği organ çipleri; kasılma, albümin sekresyonu
gibi doğal dokuların ayırıcı olan özelliklerini
sergileyebilir. Esnekliği sayesinde çipler bir akciğerin
nefes alıp verme hareketlerini, kas kasılmasını, bağırsaktaki
peristalsis benzeri hareketleri taklit edebilir.
İlaç dağılımının araştırılması ve yeni terapötiklerin
keşfi için kan-beyin bariyeri gibi ara yüzler oluşturulabilir.
Ayrıca hayvan deneyleri pahalı olmaları, uzun sürmeleri
ve sonuçların insanlar için de geçerli olup olmaması
hakkındaki endişeler nedeniyle tartışmalıdır.
Organ çipleri normal insan fizyolojisinin yanı sıra
hastalıkların da modellenmesi ve patofizyolojilerinin
daha iyi anlaşılması için yeni bir araç olmuştur. OoC
teknolojisi, yeni geliştirilen ilaçların insanlar üzerindeki
etkinliği ve güvenliğinin tahmin edilebilmesi için
daha hızlı ve uygun maliyetli alternatif bir yol sunar,
preklinik ilaç testlerinin etkinliğini ve doğruluğunu
arttırmayı amaçlar. Birçok farklı doku ve organ çipini
birbirine bağlayan ‘’body-on-a-chip’’ cihazları insan
vücudundaki organların kompleks etkileşimlerini taklit
ederek ilaçlara verilecek farmakokinetik cevapları
(ADME) tahmin etmek ve ilaçların farmakodinamik
özelliklerini değerlendirmek için kullanılabilir.
Organ-on-a-chip cihazlarının tıpta ve ilaç endüstrilerinde
başarıyla kullanılabilmesi için çiplerde üretilen
biyolojik fonksiyonları iyi kavramak ve doğal dokuları
temsil ettiklerinden emin olmak gereklidir. İlaç endüstrilerinin
ihtiyaç ve standartlarını daha iyi karşılamak
için akademik laboratuvarlar ve endüstrilerin iş
birliğiyle çok sayıda organ çipi sistemi geliştirilmekte
ve cihazların biyolojik uygunluğu iyileştirilmeye çalışılmaktadır.
OoC teknolojisinin ticarileşmesiyle birlikte
cihazlar biyoteknoloji, ilaç, kozmetik gibi sektörlerde
ve kişiselleştirilmiş tıp uygulamaları için akademik
enstitülerde ve hastanelerde kullanılabilecektir.
35
Hücrenin Fotoğrafını Çekmek:
DNA
Mikroskobu
17. yüzyılda Robert Hooke tarafından keşfedilmesinden bu
yana içinde neler olup bittiğini aydınlatmak, hücrenin biyolojiye
entegre olmuş bir merak konusu ve çalışma alanıdır.
Hücrelerin içerisindeki çeşitli molekülleri araştırmak isteyen
araştırmacılar için bu, ancak yüksek çözünürlükteki ışık ve
elektron mikroskoplarının kullanımıyla mümkün olmaktadır.
Meriç Sena Canözler
Joshua Weinstein ve arkadaşlarının geliştirdiği DNA mikroskobu
tekniği ise hücre içi görüntülemede yeni bir yol gösterici
olarak karşımıza çıkıyor. Hücreyi görüntülemek için kendi
genetik materyalinin kullanıldığı DNA mikroskobu, kimyasal
reaksiyonlara dayanan optik bir düzenek içermeyen bir
görüntüleme yöntemidir ve tam dizi bilgisini korurken aynı
zamanda transkriptlerin uzamsal organizasyonunu ortaya
çıkaran bir hesaplama algoritmasıdır.
DNA mikroskobu çok basamaklı biyokimyasal bir yöntemdir.
Bu yöntemde ilk olarak fikse edilmiş insan hücrelerindeki
mRNA’dan cDNA sentezlendikten sonra bu cDNA’lar,
seçilen mRNA hedeflerine bağlanan ve UMI dizisi (unique
molecular identifier sequence) içeren DNA primerleriyle etiketlenirler.
UMI, ilgilenilen bir mRNA’nın her bir ayrı kopyasını
spesifik olarak etiketleyen rastgele bir dizi etiketidir.
Etiketlenmiş cDNA’lar örtüşme uzantılı PCR (overlap extension
PCR) primerleri ile çoğaltılır. Bu çoğaltmanın iki amacı
vardır:
• Etiketlenmiş her cDNA’nın amplifikasyon bölgesinden
difüze olabilen çokça kopyasını üretmek.
• Aynı fiziksel konumu işgal eden iki farklı etiketli
cDNA’nın hibridizasyonuna izin vermek.
Bu kopyalar biriktikçe orijinal konumlarından uzaklaşmaya
başlar. Gezinmekte olan iki DNA molekülü birbiriyle karşı-
36
Bir hücre kültüründeki bağımsız RNA molekülleri
(renkli noktalar)
laştığında birleşirler ve bu hibridizasyona işaret
eden benzersiz bir DNA etiketi meydana
getirirler. Bu etiketler hücrenin DNA resmini
çekmek için oldukça önemlidir. Eğer iki DNA
molekülü birbirine yaklaşmaya başlarsa, bunların
difüzyon kopyaları sıklıkla birbirine bağlanır
ve birbirlerinden uzaklaşan iki DNA molekülünden
daha fazla etiket üretir. Sonrasında
bir bilgisayar algoritması ortaya çıkan veriyi
yorumlar, DNA moleküllerinin orijinal pozisyonunu
ortaya çıkarır ve hücrenin resmini çekmiş
olur.
Weinstein, bir bakıma, orijinal DNA moleküllerinin
birbirlerine DNA molekülleri biçiminde
mesajlar gönderen radyo kuleleri gibi olduğunu
söylüyor. Böylece araştırmacılar, bir kulenin
yakındaki bir başka kuleyle iletişim kurduğunu
tespit edebilir ve konumlarını haritalamak
için kuleler arasındaki iletim
modellerini kullanabilir.
DNA mikroskobu tekniği; birleştirilmiş
ürünlerde kodlanan bilgilerin
karmaşıklığı, cDNA difüzyon
özelliklerini modelleme ihtiyacı,
PCR ve dizileme aşamalarındaki
hatalar gibi çok sayıda bilişim sorununa
sahiptir. Bu nedenle çalışmanın
çoğu, sorgulanan mRNA’ların
anlamlı bir sanal görüntüsünü
elde etmek için veri analizi stratejileri
tasarlamaya ve optimizasyona
adanmıştır.
Weinstein, “Amacımız DNA mikroskobunun
optik mikroskobun
yerini alması değil.” diyor. Ancak
DNA mikroskobu, optik mikroskobun
yapamadığı bazı şeyleri yapabilmektedir.
Örneğin; optik mikroskop,
genellikle genetik açıdan
benzersiz olan spesifik mutasyonlu
tümör hücreleri veya somatik
rekombinasyon mekanizması olan
bağışıklık hücreleri gibi DNA farklılıkları
olan hücreleri sıklıkla ayırt
edemez. Weinstein, DNA mikroskobunun,
tümörlere saldırabilen
bağışıklık hücrelerini tanımlayarak
belirli kanser tedavilerini iyileştirmeye
yardımcı olabileceğini söylüyor.
Bu teknik, kanser tedavilerinde
kullanılabilirliğinin yanı sıra
“Fikse edilmiş insan
hücrelerindeki mR-
NA’dan cDNA sentezlendikten
sonra bu
cDNA’lar, seçilen mRNA
hedeflerine bağlanan
ve UMI dizisi (unique
molecular identifier
sequence) içeren DNA
primerleriyle etiketlenirler.
UMI, ilgilenilen
bir mRNA’nın her bir
ayrı kopyasını spesifik
olarak etiketleyen rastgele
bir dizi etiketidir.”
sinir sisteminin gelişim sürecinde
özel protein üretiminde rol
alan spesifik RNA’lar transkribe
eden nöronların araştırılmasına
da yardımcı olabilir.
Bir görüntüleme uzmanı olan Ulrike
Boehm, tekniğin adında her ne
kadar mikroskop ifadesi geçse de
pratikte herhangi bir optik düzenek
içermediği için “DNA haritalama”
olarak adlandırılmasının daha
uygun olduğunu söylemiştir.
Sıralamaya dayalı olan DNA mikroskobu
dizi varyasyonunun keşfine
de uygundur. Örneğin verilen
mRNA için konum, ifade düzeyi,
varyasyon, splicing izoformları
ve modifikasyonlar gibi faktörler
hakkında bilgi sağlaması mümkün
olabilir.
Dolayısıyla DNA mikroskobu, sanal
görüntüleme yöntemleri konusunda
umut verici bir gelişmedir.
Bu tekniğin katı doku bölümlerine
uygulanabilirliğini sağlamak, aynı
anda çalışılabilen transkript sayısını
ve hücre çözünürlüğünü arttırmak
araştırmacılar için sonraki
hedefler arasında yerini almıştır.
Sonuç olarak DNA etiketleri, DNA
ve proteinler dâhil olmak üzere
diğer makromoleküllerin uzamsal
analizleri için kullanılabilir. Keşfedilecek
potansiyel bir uygulama
olarak DNA mikroskobu, 3D kromozom
konformasyon analizi için
diğer yöntemlerin tamamlayıcısı
olma potansiyeli taşımaktadır.
Yeşil ve kırmızı
floresan etiketli
hücrelerin floresan
mikroskobu fotoğrafı
(solda), aynı numunenin
daha detaylı
bir DNA mikroskobu
görüntüsü (sağda)
37
Genetik Gelişmeler ve Etik
Mert Meriç Ünal
1. Etiğin Günümüzdeki Önemi
1.1. Genetik Gelişimlerin Hızı ve Etik Tartışmalar
Geçmişten günümüze genetik teknolojiler insanoğlunun üzerine çalıştığı bir alan olmuştur. Fakat geçmişten
farklı olarak teknolojiler günümüzde logaritmik olarak çoğalıyor. Ulaşılan her bilgi diğer bir bilginin bulunması
için adeta kapı aralıyor. Bu yüzden de geçmişe oranla çok daha hızla değişen teknolojiler ve gelişmeler oluyor.
Bu hızlanma gelişmenin toplumsal ve kültürel olarak yerleşememişken yeniden değişmesine yol açıyor. Bu
hızlı gelişmelerin günlük yaşama geçirilmesi için etik olarak toplumsal bir kabulleniş olması gerekiyor. Bu gelişme
hızı içerisinde etik tartışmaların da aynı hızda yapılması için şeffaf bir ortam ve düşünce özgürlüğünün
bulunması gerekiyor.
1.2. Toplum ve Etik Kabulleniş
Bir teknolojinin mutlu ve sağlıklı biçimde hayata geçirilmesi için de toplumda ahlaki olarak kabul görülmesi
gerektiği göz önüne alındığında etik tartışmaları çok daha önemli hale geliyor. İnsanoğlu çoğu zaman yeniliğin
çekiciliği ile teknolojilerin hayata geçirilmesi için uğraş verse de bazı uygulamaların toplumda büyük
sorunlara yol açma potansiyeli vardır. Bunun için geliştirilen materyallerin topluma bütünleştirmeden önce
etik yönünün iyice araştırılması ve düşünülmesi gerekmektedir. Bu araştırılma ve düşünülme konusunda etik
tartışmalar ve toplumsal vicdan ortaya çıkıyor. Toplum içerisinde teknolojinin kabullenilişi bu teknolojinin
hızla yayılmasına ve kullanım kolaylığını beraberinde getirmektedir. Klonlama bu kapsamda örnek verilebilir.
Halen birçok popüler kültür ögesinde klonlanma temasının işlenildiğini ve bir korku ögesi olarak kullanıldığını
görebiliriz.
2. DNA Manipülasyonları ve Risk Unsuru
1990 yılında başlayan İnsan Genom Projesi insan genomu üzerindeki
çok önemli etki alanları ve ilişkileri gözler önüne sermiştir.
İnsan Genom Projesi sonrası gen tedavisi ile genetik hastalıkların
tanısı ve ucuz tedavisi sağlanması hedeflenmiştir. Bu
karakteristik özelliklerin dışarıdan müdahale ile değiştirilmesi
sonradan insan ırkının homojenleşmesi ve çeşitliliğin yitirilmesi
anlamına gelebilir. Bu homojenleşme, belirli gen üzerinde
etkili olan patojenlerin çok daha ölümcül ve tehlikeli olacağı
anlamına gelmektedir.
Gen terapisi DNA üzerinde yapılan çeşitli manipülasyonlar ile insan genomunu
ve buna bağlı olarak fenotipik değişmeyi hedefleyen bir tedavi biçimidir. Bu
tedaviyi basit şekilde açıklarsak bazı viral vektörler kullanılarak istenilen genin
genom üzerine yerleştirilmesi amaçlanmıştır fakat viral üzerinde bulunan genin
mutasyona uğrama ihtimali ile farklı hastalıkların ortaya çıkabilme ihtimali vardır.
3. Sonuç
İnsan genomuna bu kadar direkt etki edilebilmesi belirli grupların
çıkarları ile insan gruplarının çoğaltılması siyasi ve sosyal
açıdan birçok sorunu beraberinde getirme potansiyeline
sahiptir. Bu unsurların şeffaf ve özgür bir ortamda tartışılması
gerekmektedir.
38
DNA Origami
Nazlı Vural
Japonca katlama anlamına gelen “ori” ve kağıt anlamına gelen “kami” sözcüklerinin birleşiminden oluşan
origami, hepimizin az çok aşina olduğu bir kağıt katlama sanatıdır. DNA origami ise nanoteknolog ve kristalograf
Nadrian Seeman’ın 1980’li yılların başlarında DNA nanoteknolojisinin temelini ortaya koymasıyla başlayan
sürecin bu antik sanatla harmanlanmasıyla ortaya çıkmış, nanometrelerle ölçülebilen küçücük alanlarda
DNA’dan yapılar inşa edilmesi işlemidir.
Nanoteknolojinin ümit vadeden alanlarından biri olan DNA origami, DNA’nın katlanmasıyla nanometrik 2D ve
3D yapılar oluşturulması prensibine dayanmaktadır. Ana yapıyı oluşturması için “yapı iskeleti” denilen, yaklaşık
7000 nükleotit uzunluğunda, tek zincirli viral DNA; bu DNA’nın katlanmasını sağlamak amacıyla da bilgisayar
yazılımıyla tasarlanmış, kısa ve çok sayıda, tek zincirli ve sentetik DNA oligonükleotitleri kullanılır. DNA
oligonükleotitleri; uzun DNA zinciriyle baz eşleşmesi yaparak birbirinden uzak kısımlarını birbirine bağlar, bu
nedenle bu kısa zincirlere “zımba” adı da verilir. Bu teknik, kare ve üçgen gibi basit geometrik şekillerden DNA
kutularına iki ve üç boyutlu sayısız nanometrik yapının oluşturulmasına olanak tanır.
DNA origami, birçok alanda gelecek vadetmektedir. Bunlar arasında özellikle biyofizik ve biyomedikal alanlar
dikkat çekmektedir. Tekniğin en önemli uygulama alanlarından biri, nanotıbbın da temel uğraşlarından
biri olan ilaç salınımıdır. DNA’nın istenilen büyüklüğe ve şekle sokulabiliyor oluşu, bu tekniği ilaç salınımında
kullanılmak üzere mükemmel bir aday yapmaktadır. Bu amaç doğrultusunda tasarlanan DNA kafesleri; aptamer
denilen, hedef moleküle bağlanabilen oligonükleotit dizileriyle işaretlenir. Bu aptamerler sayesinde kafes,
hedef bölgedeki aşırı derecede eksprese olmuş molekülleri tanıyarak açılır ve içindeki terapötik ilaçları salar.
Böylece; prostat kanseri hücrelerinde ifade edilen özel bir RNA dizisi ya da lösemi hücrelerinin yüzeylerindeki
antijenler gibi spesifik bölgeleri tanıyabilen “nanometrik kargolar” elde edilebilir. Hedefe yönelik ilaç salınımı
dışında ümit verici bir başka alan da doku mühendisliği ve rejeneratif tıptır. DNA, büyüme ve farklılaşma faktörlerini
gerekli yerlere konumlandırarak doku büyümesine olanak tanıyacak bir çevrenin oluşmasını sağlayabilir.
DNA origaminin bu alandaki kullanımı, doku büyümesi ve rejenerasyonun son derece dinamik bir süreç
olmasından ötürü hâlâ başlangıç aşamasında olsa da kök hücre ve kanser tedavileri açısında son derece
heyecan verici fırsatlar sunabileceği açıktır.
DNA origami; bizleri sayısız şekil ve biçimde yapıların tasarlanabileceği, hayal gücüyle teknolojiyi birleştiren
nano ölçekli bir dünyaya götürüyor. Hâlâ geliştirilmesi gereken yönleri ve giderilmesi gereken eksikleri bulunsa
da bu “sanat”, nanofotonikten doku mühendisliğine, biyofizikten nanotıbba çok geniş bir yelpazede
yenilikler yaratırken belki de günümüzün en bilinen hastalıklarının çaresini de bu minik dünyasında saklıyor.
39
Çok değerli okuyucular,
Bilim kurgu sever misiniz? Çat diye soruyla girdim ama cevabınızı duyamıyorum, ne yazık. “İşin içinde
bilim olsun, kurgu olsun da ben nasıl olmayayım!” mı dediniz? Yoksa sıkıntıdan uyuyakaldığınız
filmlerin arasına mı giriyorlar? Belki de konunun uzmanı olarak bu cümleleri okurken içinizden beni
ayıplıyor, “Bilim kurgu dediğin sadece sinemadan mı ibaret a cahil!” diyorsunuz. Eh, haksız sayılmazsınız.
Yine de çoğunluğa hitap etmek istedim efenim; sinemaseverlere, bilim-kurgu-severlere,
tıbbı sevmek için bahane arayanlara, yapacak daha iyi bir işi olmayanlara, arkadaş ortamında caka
satmak isteyenlere… Bu nedenle karşınızda: Bilim kurgu (ft. tıbbın geleceği) filmleri derlemesi. Evet
feat, çünkü listedeki filmlerin hepsi direkt tıbbın geleceğini anlatmıyor. Bazı filmler tıbbi bir gelişme
üzerine değişen dünyayı konu alırken bazılarında sadece geleceğin tıbbından esintiler var. Birkaçında
ise tıp bağlantısı kurmak için hiç çabalamayın, sadece o filmleri yazmamaya kıyamadım |・ω・)
Arkeolojik keşifler kadar geriye gitmese de çekildiği döneme göre filmlerle tarihi turlamak mümkün.
Ama aynı sanat dalı bizi uzay zaman sürekliliğinin ötesine de fırlatabiliyor, yani sinemaya geleceğin
fragmanı diyebiliriz. (Diyebilir miyiz? Hangisi hangisini tetikliyor? Alın size münazara konusu.) Böyle
düşününce sinema aslında hantal bir zaman makinesi gibi, değil mi? Sizler de listedeki bu filmlerle
yönetmenin gözünden de olsa geleceğe bir bakış atabilir, sonra dilerseniz üstünde derin düşüncelere
dalabilirsiniz. Dilemezseniz de kapatırsınız ekranı, şimdiyi yaşamaya devam edersiniz. Seçme
hakkı size, seçilme hakkı filmlere ait; tabii bana kalırsa hepsini izlemelisiniz. Nasıl olsa hiçbirimiz
dışarı çıkmıyoruz değil mi, evde bol bol vaktimiz var ;)
İyi seyirler.
40
Gattaca
Etik derslerinin vazgeçilmezi,
hâlâ izlemediyseniz çok ayıp
ediyorsunuz.
Frankenstein
It’s from 1931. And it’s alive!
A.I.
Kubrick’ten Spielberg’e, yapay
zekâdan insana, düşlerden
mavi periye bir yolculuk.
Eternal Sunshine of
the Spotless Mind
İsmini tek seferde söyleyebilene
madalya takıyorlar. Jim
Carrey var ama komedi değil.
Arrival
Bilim kurgu diyorsak uzay, uzay
diyorsak Arrival. Interstellar’cılar
köşede ağlayabilir.
Fifth Element
İzleyenlerin %83’ü film bittikten
sonra Milla Jovovich dışında
bir şey hatırlamıyor.
Blade Runner
Şiir gibi bir bilim kurgu. Bitirince
siz de malum soruyu
soracaksınız. Deckard--..?
Children of Men
Sinematografisi çok iyi diye
duydum :p
Sakasama no Patema
Yine insanlar, yine dünyanın
canına okumuşlar. Ama hangi
dünyanın? Asıl soru bu.
Minority Report
Aksiyon mu, bilim kurgu mu,
gerilim mi, Tom Cruise mu?
Bilmiyorum ama hepsini de
çok iyi beceriyor bu film.
Dark City
Elimizde Matrix kalmadı,
bununla idare edeceğiz. Şaka.
Sonuna kadar #darkcityfanclub
41
Ex Machina
Hangisi daha kötü, diye sorduran
film. İnsanın eline düşmek
mi, yapay zekânın merhametine
kalmak mı?
Sonraki bültende görüşmek
üzere