Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Allianoi, İzmir ili sınırları içerisinde Bergama ilçesinde
bulunan bir antik sağlık merkezidir. En azından öyleydi.
Günümüzde Yontanlı Barajı altında kalan bu sağlık merkezin
gelin beraber inceleyelim.
ASKLEPİOS KİMDİR?
Allianoi, aynı zamanda “Sağlık Tanrısı Asklepios’un Yurdu” ve
“Ege’nin Zeugması” olarak da bilinir. Asklepios’un Yunan
Mitolojisi’nde tıbbın ve sağlığın tanrısı olduğuna inanılır.
Asklepios’un ölümünden sonra kızı ve oğulları (Hygieia ve
Asklapiades) babalarının mesleğini sürdürmüşlerdir. Atina’da,
Bergama’da (Allianoi), Titan-Trika, Rodos, İstanköy ve
Epidauros’ta Asklepios adına tapınaklar kurmuşlardır.
Bergama’da Asclepion (Asklepios adına kutsanmış şifa
merkezlerine verilen isim) adıyla bilinen sağlık sitesi
(Allianoi) Yunan dünyasındaki üç büyük sağlık merkezinden biri olarak kabul edilir.
Bergama Asklepion’u Galenos gibi ünlü hekimlerinin yetiştiği bir tıp okuludur ve dünyanın ilk
psikiyatri hastanesidir. Bergama Asklepionu’nda en önemli yöntemlerden telkin ve
fizyoterapinin dışında su-çamur banyoları, masajlar, şifalı otlar, müzik, tiyatro ve çeşitli törenler
de tedavi yöntemlerindendi. Asklepion; şifalı sulara, akıl hastalarının su ve kuş sesleri eşliğinde
gezinebileceği koridorlara tünellere ve mermer tiyatrolara sahipti. Helioterapi (güneşle tedavi),
teatroterapi (tiyatro), teoterapi (inanç), jimnoterapi (spor)
Asklepion’un ünlü tedavi yöntemleri olarak bilinir. Bir hasta,
bu merkeze geldiğinde önce şifalı sularla temizlenirdi daha
sonra tanrıya sağlık dileyip çeşitli adaklarda bulunurdu.
Uyunur ve görülen rüyanın rahip hekimler tarafından analiz
edilmesiyle tedavi programı çıkarılırdı. Ölüm riski olan
hastalar bu sağlık merkezine giremezdi yoksa merkezin
iyileştirici gücünün kaybolacağına inanılırdı.
TARİHTE ALLİANOİ
MÖ 63 – MS 21 yıllarında yaşamış olan antik çağın ünlü
coğrafyacısı Strabon, Geographika isimli eserinde buradan
bahsetmemiştir. MS II. yüzyılda Mysia’lı Aelius Aristeides,
Hadrianoterai’den (Balıkesir yakınları) Bergama’ya gelirken
yolda rahatsızlanmış ve Allianoi’deki sudan yararlanarak
iyileşmiştir. Bu olayı “Hieroi Logoi” (Kutsal Söz) isimli
kitabında yazarak Allianoi’den söz eden ilk kaynak olmuştur.
Bu ılıcanın Bergama’ya 120 stadia (23-25 km) mesafede
olduğunu söylemektedir. Kendisinin bu ılıcaya geldiğini,
ılıcanın suyundan içtiğini, şifa bulduğunu, Tanrı Asklepios’u rüyasında gördüğünü ve onun
telkinleriyle iyileştiğini söylemektedir.
Allianoi’nin içinde bulunduğu alanın, prehistorik dönemde birçok kez kullanıldığı bilinmektedir.
Ortasında geçen İlya Çayı nedeniyle tarih boyunca sürekli sel taşkınlarının yaşandığı ve Paşaköy
fay hattının geçtiği bu alanın antik çağda tercih edilmesinin en büyük nedeni sıcak su kaynağı
bulundurmasıdır.
Allianoi’nin yerini Bergama kazı ekibinden epigraf H. Müler tespit etmiştir.
Birkaç kaynakta Allianoi hakkında antik bir kent olduğundan bahsedilse de aslında değildir.
Allianoi, Bergama Krallığı’na ait bir sağlık merkezidir. Antik kent olarak sayılmamasının en
büyük nedeni adına sikke basılmamasıdır.
NYMPHE SU PERİSİ
Yunan Mitolojisi’nde her
suyun bir perisi olduğuna
inanılır. Homeros, bütün
Nympheler gibi su perilerinin
de Zeus'un kızları olduğunu
söyler. Su perilerinin sularını
içen ya da sularına dalan
hastaları iyileştirme güçleri
olduğuna inanılır.
Bugün Bergama Müzesi’nde
sergilenen su perisi heykeli
Allianoi kazı alanından
çıkarılmış, yerinde durması
yerinde müzede
sergilenmesine karar verilmiştir. Nymphe (Antik Yunan su perisi), iki bin yıl sonra gün yüzü
görmüştür; dışarı çıkarıldığı gibi de müzenin dört duvarı arasında yalnız bırakılmıştır.
KAZIDAN ÇIKARILANLAR
Afrodit heykeli, iki asklepios başı, torsolar, termal havuzlar, kolosal heykeltıraş parçaları,
dükkanlar, çeşme, şarap imalathanesi, seramik fırınlar, antik kaideler, iki kadın başı, metal stilus,
1500 altın, gümüş, bronz sikke, çeşitli kandiller, pişmiş topraktan figürler, çok sayıda kemik
objeler, camlar, epigrafik buluntular ve birçok önemli tıp aleti…
BARAJ ALTINDAKİ SAĞLIK MERKEZİ
Bakırçay Sahil Sulama Projesi kapsamında yapım çalışmalarına başlanan Yontanlı Barajı bugün
bir sağlık merkezine ölüm olmuştur. Prof. Dr. Ahmet Yaraş önderliğindeki kazı ekibi Allianoi’nin
sular altında kalacağı gerçeğiyle kazı çalışmalarını hızlandırmış ancak maalesef ki kazı
çalışmaları tamamlanamadan bu sağlık cenneti sular altına gömülmüştür.
Allianoi kazı çalışmasında görev alan arkeolog
Bülent Türkmen kaybettiğimiz sağlık yurdu
hakkında şunları söylemişti: “Şu gördüğünüz iki
kıyının arasındaydı Allianoi. Kazılar boyunca dört
yüzün üzerinde tıp araç gereci çıkardık. Daha pek
çok şey çıkarabileceğimizi bizler biliyorduk ama
buna izin vermediler. Apar topar üzeri çamurla
kapatıp sulara gömüldü Allianoi. Bu çamurun
yapıları sulardan koruyacağı söylendi. Geçen yıl
sular çekilince kazı alanının bir kısmı açığa çıktı.
Gidip baktım. Yapı duvarları yok olmuştu!”
Allianoi’nin sular altında kaderine terk edilmesinin
üstünden yıllar geçse de anlaşılan o ki bu olaydan
ders çıkarılmamıştır. Hasankeyf de Allianoi ile aynı
kaderi paylaşarak Mayıs 2020 yılında sular altında
terk edilmiştir.
Suyun şifası sayesinde kurulan bu sağlık yuvası başta Prof. Dr. Ahmet Yaraş olmak üzere hala
kalplerde derin bir yaradır. Tarihte çok önemli bir yere sahip olmasına rağmen Osmanlı’nın eline
geçtiği dönemlerde değerini yitiren şifa merkezi birçok yabancı firma tarafından kurtarılmak ve
satın alınmak istenmiştir. Biz ise değerini bilmeyerek onu terk ettik, ne kadar acı! Su perisi
Nymphe ise yuvasından çıkarıldı ve müzede yalnızlığa terk edildi, Asklepios burada olsaydı
adımıza utanırdı!
KAYNAKLAR
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/643303
https://bianet.org/bianet/cevre/72575-sularin-perisi-allianoi-suya-kurban-olabilir
https://tr.wikipedia.org/wiki/Asklepion
https://tr.wikipedia.org/wiki/Asklepios#:~:text=Asklepios%2C%20(Asclepius)%20(Yunanca,
Apollon'un%20o%C4%9Flu%20olarak%20ge%C3%A7er.
https://bergama.tripod.com/tarih/allianoi/allianoiE.htm
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/643303
https://www.evrensel.net/haber/351735/allianoiyi-unutmak
“Mavi Zamanlar” kitabı- Mavisel Yener
AMERİKA’NIN EN ESKİLERİNDEN: NORTE CHICO
Amerika kıtasının bilinen en eski uygarlığı. Kum tepelerinin arasında gizlenmiş, 5000
yıllık bir medeniyet.
Mısır’da -Büyük Giza Piramidi’nin inşa edildiği dönemde- dünyanın öbür ucunda bir halk,
muazzam piramitler dikmekteydi. Yazının icat edilmediği zamanlarda, bilgilerini akıl almaz bir
yöntemle kayıt altına aldılar. İşte bu uygarlık, Norte Chico Uygarlığı’ydı. Savaşma ve fethetme
anlayışından yoksun olan Norte Chico Uygarlığı, MÖ 3000 yıllarında, Peru’nun kuzey kıyılarında
kurulmuştur. Uygarlığın sınırları, Fortaleza, Pativilca ve Supe adındaki üç vadi arasında
bulunmaktadır. Norte Chico kelimelerinin anlamı, “küçük kuzey”dir. Norte Chico’nun 30
yerleşiminden en büyüğü ve en çok bilinen şehri Caral’dır. Bunların
yanında Huaricanga, Bandurria ve Aspero da uygarlığın diğer şehirlerindendir.
BAŞKENT CARAL
Norte Chico Uygarlığı’ndan günümüze kadar ulaşmış en etkileyici kalıntıları barındıran şehirdir.
Peru’nun Barranca bölgesinde, başkent Lima’nın 193 km kuzeyinde bulunur ve yakınlarında
kurulduğu Supe Vadisi’den aldığı isimle Caral-Supe olarak da bilinir. Paha biçilemez bir arkeolojik
bölge olan Caral, MÖ 3. yüzyılda, 3000’e yakın kişinin barış içinde yaşadığı hareketli
bir metrapoldü. Yakın çevredeki 18 kentsel yerleşim alanından biri olan Caral, özellikle 6 geniş
piramit yapısıyla, karmaşık ve anıtsal bir mimariye sahiptir. Zamanında daha çok dinî amaçla
kullanılan Caral “Kutsal şehir” olarak anılıyordu. Caral'ın sahip olduğu piramitlerde rastlanan
kalıntılar, Norte Chico toplumunun hiyerarşik bir yapısı olduğunu ve bir seçkinler sınıfının
bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Kazılarda resimli kalıntılara pek rastlanmamış olunsa da şehirde
keşfedilen pelikan ve akbaba kemiklerinden yapılmış flüt, halkın müzikle ilgilendiğini
göstermektedir. Kazılarda bulunmuş etkileyici bulgulardan biri de “quipu” denilen düğümlü iplerdir.
Uzmanlar quipuların bir yazı sistemi olduğunu, sayıları kaydetmek amacıyla kullanıldığını
düşünüyor. Caral'ın eşsiz mimarisinin bir göstergesi olan şehrin en büyük piramidi, adeta bir
mühendislik harikasıydı. Piramidin taşlardan oluşmuş dış duvarının arkasında sıkıştırılmış çakıl
taşları bulunuyordu. Çakıl taşlarının arkasına “shicralar” (bitki liflerinden dokunan, içi taşlarla dolu
çanta) yerleştirilmişti ve bu sayede yapı, depremlere karşı korunmaktaydı.
ÇÖLÜN ORTASINDAKİ BU ŞEHİR SU İHTİYACINI NASIL KARŞILIYORDU?
Hem tarım ürünlerinin yetiştirilmesi hem de halkın su ihtiyacının karşılanabilmesi için su
önemliydi. Arkeolojik kazılar sonucu keşfedilen bir su kanalı, Supe Nehri’nin
suyunu Caral’a taşıyor ve bu su kanalı, şehrin etrafını sarıyordu. Peki ya nehir kuruduğunda? İşte o
zaman da Caral’ın kurulduğu Supe Vadisi rolü üstleniyordu. Yağmur suları vadi yamacından aşağı
iniyor, geçirgen kayalar sayesinde iç kısımlara doğru ilerleyerek şehre ulaşıyordu.
HUARICANGA ŞEHRİ
MÖ 3500’lü yıllarda Fortaleza Vadisi’nde kurulan Huaricanga, Norte Chico’nun en eski
şehridir. Radyokarbon tarihlendirme yöntemi sırasında, “shicralar” Huaricanga’nın yaşının
belirlenmesinde kullanılmıştır. Henüz kesin bir bilgi olmasa da şehrin, dönemsel dinî ritüeller için
halkın çevre illerden geldiği bir merkez olduğu düşünülüyor. Şehirde, törenlerde kullanıldığının
düşünüldüğü iki “huanca” yani dikilitaş bulunuyor.
ASPERO ŞEHRİ
Aspero, Peru yakınlarında ortaya
çıkarılmış Norte Chico şehirlerinden biridir. Kazılarda
bulunan birkaç balık ağı ve oltası, halkın balıkçılıkla
geçindiğini gösteriyor. Aspero şehri de diğer
çoğu Norte Chico şehri gibi üzerinde yapıların bulunduğu
basamaklı, dikdörtgen piramitten
Huaca de Los Idolos höyüğünün illüstrasyonu
oluşuyor. Aspero’da Huaca de los Sacrificios ve Huaca de los Idolos adında iki devasa platform
höyük bulunuyor. Aspero şehrinde de diğer Norte Chico şehirlerinde olduğu gibi savaş aletlerine
veya silahlara rastlanılmamıştır. Bu durum da Norte Chico’nun savaşçı bir toplum olmadığını
gösteriyor.
NORTE CHICO’YA IŞIK TUTAN BULUNTULAR
Kazılar sonucu, Norte Chico şehirlerinde mavi balina
omurgasından yapılmış oturaklar bulunmuştur. Bu oturakların
bulunması, denizin halk için ne denli önemli olduğunu
göstermektedir. Kıyılara yakın şehirler balıkçılık ile geçinirken
iç kesimlerdeki şehirlerin tarım sayesinde ayakta kaldığı
düşünülmektedir. Omurgadan yapılmış oturakların dışında bir
diğer önemli buluntu da pamuk tohumları ve pamuktan yapılmış
balık ağlarıdır. Bu buluntulardan yola
çıkarak Norte Chico halkının hem tarımla hem de balıkçılıkla
uğraştığını söylemek mümkündür.
NORTE CHICO’YA NE OLDU?
Doğal afetler ve depremler tarihteki çoğu uygarlığı yıktığı gibi Norte Chico’yu da yıkmış olabilir
mi? MÖ 1800 yılında yıkılan Norte Chico’nun yıkılışı hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır.
Bu hâlâ tartışılan bir konu olsa da günümüze kadar gelmiş olan bazı şehirlerdeki
yapılarda, çatlaklara ve deprem sonucu oluşmuş çökmelere rastlanmıştır. Bazı
uzmanlar Norte Chico Uygarlığı’nın depremler ve şiddetli fırtınalar sonucu yıkıldığını, insanların
bu nedenle farklı yerlere göç ettiğini düşünüyor. Kimi uzmanlar ise, kurak bölgenin daha verimli
topraklar için terk edilerek Norte Chico’nun gerilemesinde ve terk edilmesinde rol oynadığını öne
sürüyor.
KAYNAKLAR:
https://en.wikipedia.org/wiki/Norte_Chico_civilization
https://www.hurriyet.com.tr/bu-sehri-amerika-kitasinin-ilk-medeniyeti-kurmustu-12472516
Dominic Eames. Norte Chico: Amerika Kıtasının En Eskileri. Antik Uygarlıklar. 2020/06. 124-127.
https://gizemlidunyam.com/caral-uygarligi/
#:~:text=Caral%20uygarl%C4%B1%C4%9F%C4%B1%20G%C3%BCney%20Amerika,zaman%C
4%B1nda%2020.000%20ki%C5%9Finin%20ya%C5%9Fad%C4%B1%C4%9F%C4%B1%20d%C
3%BC%C5%9F%C3%BCn%C3%BClmektedir.
ATATÜRK’ÜN MANEVİ EVLATLARI
Türk milletinin atası Mustafa Kemal Atatürk’ün öz evladı olmasa da sekiz tane çok değerli
manevi evladı vardı. Bu yazıda onları kısaca tanıyacağız.
Sabiha Gökçen
22 Mart 1913’te dünyaya gelmiştir, Hafız Mustafa İzzet Bey ve
Hayriye Hanım’ın kızlarıdır. Babasını ve annesini daha ilkokula giderken
kaybeden Sabiha, ağabeyi Neşet tarafından büyütüldü. Ziyareti sırasında
evlerinin yanında oturan Atatürk’e okumak istediğini iletmesi üzerine
Atatürk, Sabiha’yı ağabeyi Neşet’ten izin alarak evlatlık edindi ve Ankara’ya
götürdü. Öğreniminin devamına Ankara’da başlayıp farklı şehirlerde devam
eden Sabiha, planör gösterilerinden etkilenerek havacılığa ilgi duymaya
başladı. Havacılıkla ve askeri havacılıkla ilgili gerekli eğitimleri aldı, 1. Hava
Alayı’nda görev yaptı ve manevralara katıldı. Dersim Harekatı’nın hava
safhasında yer alan Sabiha Gökçen, bu harekattaki görevi sayesinde
dünyanın ilk kadın savaş pilotu oldu ve Türk Hava Kurumu İftihar Madalyası
ile ödüllendirildi.
Ülkü Adatepe
Doğum adı Ülkü Çukurluoğlu olan Ülkü, Atatürk’ün en küçük
manevi kızıdır. Babası Mehmet Tahsin Çukurluoğlu, annesi Zübeyde
Hanım’ın evlatlık kızı olan Vasfiye Hanım’dır. Adı Atatürk tarafından
verilen Ülkü, bebekliğinde yine Atatürk tarafından
Çankaya’ya getirildi; biraz büyüdüğünde ise Atatürk’ün
yurt gezilerine katılmaya başladı. Atatürk öldüğünde 6
yaşında olan Ülkü, bundan sonraki dönemde eğitimini devam ettirmedi. Atatürk’ün
çocuk sevgisinin simgesi olan küçük Ülkü’nün fotoğrafı yıllarca ilkokul birinci sınıflarda
okutulan Alfabe kitabının kapağında yer aldı.
Nebile İrdelp
Beylerbeyi Tekkesi Şeyhinin kızı ve İzmit Valisi Eşref Bey’in yeğenidir. 1910
yılında İstanbul’da doğmuştur. Atatürk tarafından 1928 yılında evlatlık edinilen
Nebile Hanım, çok konuşkan ve neşeli biriydi. Güzel sesiyle Atatürk’e şarkılar söyler,
Atatürk de bu şarkıları dinlemeyi severdi. Atatürk ile aynı zamanda hastalanan Nebile
İrdelp, manevi babasının ölümünden beş yıl sonra vefat etmiştir.
Rukiye Erkin
1911 yılında Seydişehir’de doğan Rukiye Hanım’ın babası, Kurtuluş savaşı
sırasında Mustafa Kemal ile tanışan kişilerdendi. Atatürk Rukiye’yi Konya
Gezisinde iken tanıdı. Cumhuriyetin ilk yıllarında ise yine Atatürk tarafından
Ankara’ya getirilip bakımı ve okuması sağlandı. Evliliğini 1930 yılında Atatürk
Orman Çiftliğinde koruma birliği komutanlığı yapan Hüsnü Bey ile yaptı, çiftin
evliliğine şahitlik edenler ise devrin İçişleri Bakanı ve Dışişleri Bakanı’dır.
Abdurrahim Tuncak
1908 yılında Van’da doğdu. Osmanlı-Rus Savaşı 1916 yılında, o
zaman 8 yaşında olan Abdurrahim’i ailesiz bıraktı. Mustafa Kemal ve
komutasındaki ordunun Kafkas Cephesi’ndeki Bitlis ve Muş illerini
kurtardığı dönemde Mustafa Kemal’e, savaşta öksüz ve yetim kalan
çocuklardan bahsedildi. Mustafa Kemal de bu çocuklardan biri olan
Abdurrahim’i evlatlık edindi ve İstanbul’a getirdi. Mustafa Kemal
Samsun’a gittiğinde ise Abdurrahim, Mustafa Kemal’in Annesi Zübeyde
Hanım’ın yanında kaldı ve orada büyüdü. Üniversite eğitimini Berlin’de giderleri karşılanmış şekilde
gördü. 1934 yılında Tuncak soyadını alan Abdurrahim, Savarona yatının satın alınması konusundaki
görüşmelerde de tercümanlık yaptı.
Zehra Aylin
Asıl adının Zühre olduğu düşünülen Zehra, 1912’de Amasya’da
dünyaya geldi. Babası yüzbaşı Mehmet 1916 yılında, annesi ise 1917 yılında
hayatını kaybetti. Mustafa Kema Zehra’yla, eşi Latife Hanım ile
gerçekleştirdiği Amasya gezisindeki öksüzler evi ziyaretinde tanıştı; daha
sonra ise ailenin ilk manevi kızı olarak Ankara’ya getirildi. İlköğrenimini
Ankara’da, Ortaöğrenimini ise İstanbul’da tamamladı. İstanbul’dan sonra
eğitim için Londra’ya giden Zehra Aylin yurda dönmek isteyince Atatürk
önce buna itiraz etti, sonra da hastalığı üzerine gelmesine bir süreliğine izin
verdi. Zehra da Türkiye’ye gelmek üzere yola çıktı, 19 Kasım 1935’te Paris
ekspresinde trenden düşerek hayatını kaybetti. İntihar iddialarını manevi
kardeşi Sabiha Gökçen yalanlamıştır.
Mustafa Demir
1918 yılında Varna’da doğan Mustafa’nın Annesinin adı Efide, babasının adı Recep’tir. Ailesi
bütün varlıklarını bırakıp Türkiye’ye göçen ailelerdendi. Sağlığı kötü ve bakımsız olsa
da okumaya istekli bir çocuktu. 1929 yılında çobanlık yaparken, Yalova’da kaybolan
Mustafa Kemal ile karşılaştı ve ona yolu tarif etti. Bu karşılaşma Mustafa’nın hayatını
değiştirdi. Bir süre sonra kendisini tekrar bulduran Mustafa Kemal, Mustafa’nın
ailesinden izin alarak onu okuttu ve sıtmasını tedavi ettirdi. Tedavi olduktan sonra
Beşiktaş’ta okula başlayan Mustafa liseden itibaren askeri okullarda okumaya
başladı. Kara Harp Okulundan teğmen olarak mezun oldu ve Türk Silahlı Kuvvetlerinde asker olarak
hayatını devam ettirdi. Atatürk’le tanışması Mehmet Selahattin’in bir şiirine de konu olmuştur.
Ayşe Afet İnan
29 Kasım 1908’de Selanik’te dünyaya geldi. Babası
İsmail Hakkı Bey, annesi Şehzane Hanım’dır. Ailenin Balkan
Savaşları dolayısıyla Anadolu’ya göçmesi üzerine ilköğrenimine
Eskişehir’in Mihalıççık ilçesinde başlayan Afet, 1915’te verem
yüzünden annesini kaybetti. Eğitimini Ankara’da ve Biga’da
sürdürmesinin ardından 1920’de ilkokul diplomasını aldı. İki
sene sonra da öğretmenlik ehliyetini alan Afet Hanım
başöğretmen olarak Elmalı Kız Okuluna atandı. 1925’te Bursa
Kız Muallim Mektebini bitirip Redd-i İlhak İlkokulu’nda göreve
başladığı zamanda bir çay ziyaretinde Mustafa Kemal ile
tanıştı. Aynı şehirden gelmiş olmaları Mustafa Kemal’in dikkatini çekti ve Mustafa Kemal, Afet’in
ailesiyle tanıştı. Mustafa Kemal’e eğitimini devam ettirmek ve yabancı dil öğrenmek istediğini
söyleyen Afet Hanım bu istek üzerine önce Ankara’ya tayin edildi, sonra da bakanlık izniyle Lozan’a
Fransızca öğrenmek üzere gönderildi. Yurda döndükten sonra öğrenimini ve öğretimini çeşitli
yerlerde devam ettiren Afet Hanım Cumhuriyet tarihinin ilk profesörlerindendir. Türk medeniyeti ve
devrim tarihine dair birçok kitabı ve makalesi bulunan Afet Hanım Türk Tarih Tezi’ni ortaya koyan
tarihçilerdendir. Türk tarihiyle ilgili birçok çalışmasından biri de Türk Tarih Heyeti’nin 16 kişilik kurucu
üyeleri arasında yer almasıdır, bunların yanı sıra kadın hakları konusuna da ilgilidir ve bu konu
hakkında da çalışmalar yapmıştır.
Kaynakça:
https://www.habernediyor.com/yasam/ataturk-un-birbirinden-degerli-manevi-evlatlari-h13689.html
https://tr.wikipedia.org/wiki/Sabiha_G%C3%B6k%C3%A7en
https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9Clk%C3%BC_Adatepe
https://tr.wikipedia.org/wiki/Nebile_%C4%B0rdelp
https://tr.wikipedia.org/wiki/Rukiye_Erkin
https://tr.wikipedia.org/wiki/Abdurrahim_Tuncak
https://tr.wikipedia.org/wiki/Zehra_Aylin
https://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Demir_(asker)
https://tr.wikipedia.org/wiki/Afet_%C4%B0nan
BULMACA
Bulmacayı doldurun ve anahtar kelimeyi bulun. İyi eğlenceler.
1
1
5 1
6
2
2
3
8
3
2
4
4
5
7
Yukarıdan Aşağıya
1.Arma bilimi
2.Irk bilimi
Soldan Sağa
1. Kitabe bilimi
2. Para bilimi
3. Belge bilimi
4. Zaman dizin bilimi
5. Dil tarihi bilimi
1
__ 2 __ 3 __ 4 __ 5 __ 6 __ 7 __ 6 __ 5 __ 8 __ (ipucu: 16 Büyük Türk Devleti’nden biri)
Cevap Anahtarı
1
H
1 E 5 P İ G 1 R A F Y A
R
A 2
L 6
D
2 N Ü M İ Z 3 M A T İ K
K R 8
O
3 D İ P L O M A 2 S İ
O
L
4 K R O N 4 O L O J İ
J
5 F İ L O L O J İ 7
A
N
“Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar. Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve
sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe
gönderen analar. Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat
uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Bu sözleri Atatürk, Çanakkale Savaşı'nda hayatını kaybeden anzaklar için söylemiştir.
Çanakkale Savaşı 1.Dünya Savaşı'nda Osmanlı devleti ile İtilaf Devletleri arasında olmuştur. Tarihe Çanakkale Zaferi
olarak geçmiştir.1914-1916 yıllarında yapılan Çanakkale savaşı, Türk tarihi ve dünya tarihi açısından son derece önemli
olup tarihin en kanlı sayfalarından biridir. Osmanlı Devleti ile itilaf devletleri (Fransa, İngiltere, Yeni Zelanda,
Avusturalya) arasında gerçekleşen kara ve deniz muhabereleridir. On binlerce askerin can verdiği Çanakkale Savaşı’nı
yeterli donanması olmamasına rağmen Osmanlı Devleti kazanmıştır.
Türk milleti Çanakkale Savaşı’nda çok sayıda insanını kaybetmiştir. Ancak büyük bir kahramanlık gösterip ordu değil
millet olarak savaşıp hem toprak bütünlüğünü sağlamış hem de büyük bir zafer elde etmiştir. Çanakkale Savaşı’nın
zorlu şartlarda kazanılması ile Türk milleti Balkan Savaşlarının yenilgisinin verdiği olumsuzluklardan da kurtulmuştur.
Tüm dünyaya ders verir nitelikte bir zafer kazanılmıştır.
Bu zafer Türk ve Dünya tarihine ders niteliğindedir. Olumlu ders çıkaran kitlelerden biride Anzaklardir. Avustralya ve
Yeni Zelanda Kolordusu, I. Dünya Savaşı sırasında Britanya İmparatorluğu'nun ordusunda savaşan, Avustralyalı ve Yeni
Zelandalı askerlerden oluşan kolordudur. Bu kolordunun askerlerine Anzaklar denir. Birinci Dünya Savaşı'nın bir tarafı
olmamasına rağmen İngiltere çağrısıyla savaşa dahil olan, Anzaklar yenilgi sonrasında Türk askerleriyle ve milletiyle
ilgili ön yargılarını kırmışlar ve bu ulusa büyük bir hayranlık ve dostluk beslemeye başlamışlardır.
Atatürk'ün Çanakkale de şehit olan yabancı ulus askerlerine karşı yazdığı hitabeye karşılık Anzak annelerinden çok güzel
bir mektup şu şekilde Tarih sayfalarına geçmiştir.
“Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını, alicenap sözleriniz hafifletti. Gözyaşlarımız dindi. Bir ana
olarak bana, bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında, huzur içinde dinlendiklerinden hiç
kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata demek istiyoruz. Çünkü yavrularımızın
mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce, ilahi. Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan
büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla…”
FT9-B Ceylin KARADENİZ
Tarihçesi ,sebebi ve etkilediği yerler:
Dönemin kaynaklarına göre Konstantinopolis'teki salgının Mısır'dan gelen tahıl gemilerinde hasta
sıçanlar tarafından şehre taşındığı düşünülüyordu. Ticaret gemileri veba bulaşmış pire taşıyan
sıçanlar barındırdığı için Bizans(Doğu Roma) İmparatorluğu ve özellikle
başkenti Konstantinopolis'in yanı sıra Sasani İmparatorluğu ile tüm Akdeniz çevresinde liman
kentlerini etkileyen bir pandemidir. Veba sekizinci yüzyıla kadar periyodik olarak geri döndü.
İsimlendirilmesi:
Modern tarihçiler bu veba olayını, ilk salgın sırasında imparator olan I. Justinianus ile adlandırırlar.
I. Justinianus hastalığa yakalandı, ancak hayatta kaldı.
Virüsün Yapısı:
2013’te araştırmacılar Justinianus Veba Salgınının nedeninin Kara Ölüm‘ün (1347-1351) sorumlusu
ile aynı bakteri olan Yersinia Pestis olduğuna dair daha önceki spekülasyonları doğruladılar.
Ölüm oranları ve sayısı:
İki asır boyunca yenilenerek tahmini 25-100 milyon insanın ölümüne yol açtığı düşünülüyor.
Sosyo-ekonomik etkileri:
Salgın, bilinen tüm dünyayı ve özellikle Roma İmparatorluğu'nu süpürürken, tarım topluluğunun
çoğunu silip ve gerekliliğin peşinde bir ıssızlık izi bıraktığında, Justinianus perişan özgür mal
sahiplerine merhamet göstermedi. O zaman bile, sadece her bir bireyi değerlendirdiği miktar ile
değil, aynı zamanda ölen komşularının yükümlü olduğu yıllık vergi talep etmekten de kaçınmadı.
Kolera nedir:
Kolera, Vibrio cholerae isimli bakterinin neden olduğu bağırsak enfeksiyonuna bağlı olan, akut ve
şiddetli ishal ile seyreden bir hastalıktır.
Tarihçesi:
1817′de Japonya’da, 1826′da Moskova’da, 1831′de Berlin’de, Paris’te ve Londra’da salgınlar
başlamıştır. Sonrasında Londra’dan göçmenlerle Kanada’ya ulaşan salgınlar birçok insanın ölümüne
neden olmuş ve ardından 1892 yılında Hamburg’da salgın yapmıştır.
Bulaşma yolları:
Bulaşma yolu su ve yiyeceklerdir. İnsandan insana bulaşma gibi bir durum gözlenmez.
Semptomlar:
Semptomların ortaya çıkması genellikle iki ila üç gün sürmektedir ancak semptomların ortaya
çıkma süreler değişkendir ve saatler ya da günler içerisinde görülebilir.
İshal
Kusma
Bacak ağrıları
Tedavi ve Önlemler
Ölüm riski çok yüksek olan ve bugün hâlâ binlerce insanın ölümüne yol açan koleranın tedavisi
aslında fazlasıyla basittir. "Oral rehidrasyon tedavisi" (ağızdan sıvı tedavisi) olarak da adlandırılan
tedavi ile kolera hastaları kısa sürede sağlıklarına kavuşabilirler. Herhangi bir şey içemeyecek
durumda olan daha ağır hastalara (toplam hastaların yaklaşık %10-20'si) ise karışım damardan
verilir. Durumu çok ağır ve acil olan hastalara ise tetrasiklin ve tetrasiklin benzeri antibiyotiklerle
anti bakteriyel tedavi uygulanır.
Alınabilecek bazı önlemlere gelirsek su kaynaklarının ve içme suyunun temiz olması hayati önem
taşır. Dışkıların hijyenik bir biçimde yaşama ortamından uzaklaştırılması ve düzgün bir kanalizasyon
sistemine sahip olunması gerekmektedir. Pişmemiş yiyeceklerin yenmemesi, çiğ gıdalardan uzak
durmak ve özellikle çiğ balık ve kabuklu deniz ürünlerinin tüketilmemesi koleraya karşı korunmak
için alınan önlemlerden bir diğeridir.
Ölüm Oranları: Kolera salgınları çeşitli tarihlerde tekrar etti. İlk kolera salgını 1817-1823 yılları
arasında yaşandı. 110 bin kişinin öldüğü düşünülüyor.
Sonrasında yaşanan kolera salgını ise 1829- 1849 yılları arası görüldü. Bu salgında ölenlerin sayısı
200 bin olarak tahmin ediliyor.
1863-1879 yılları arasında yaşanan kolera salgınında ölenlerin sayısının 700 bin olduğu varsayılıyor.
1881-1896 yılları arasında gerçekleşen kolera salgınında ise ölüm sayısı yaklaşık 1 milyon olarak
düşünülüyor.
Diğer bir kolera salgını ise 1899-1923 yıllarında gerçekleşti. Tahmini ölüm sayısı ise 1,5 milyon.
1961 yılında görülmeye başlayan kolera salgınında ise 550 bin kişinin öldüğü varsayılıyor.
Haiti Kolera salgını olarak adlandırılan kolera salgını 2011 yılından itibaren görülmeye başladı.
Salgında şu ana kadar hayatını kaybedenlerin sayısı 6 bin 631 olarak belirtiliyor.
İspanyol Gribi Nedir ?
Japonya’da 1918 yılında H1N1 virüsünün ölümcül bir alt türünün yol açtığı grip salgınıdır. I. Dünya
savaşının son aylarında tüm dünyayı etkisi altına almaya başladı.
İsmi Nereden Geliyor
Salgın İspanya'da başlamamasına rağmen İspanyol nezlesi olarak adlandırılmasının sebebi ise
İspanya'nın, I. Dünya Savaşı'nda yer almamış olması ve askerî sansür nedeniyle diğer Avrupa
devletlerinde salgından söz edilmezken İspanyol basınının salgın konusunu ilk kez gündeme
getirmiş olmasıdır.
Ölüm ve Bulaşma Verileri
İspanyol Gribi, 500 Milyondan fazla kişiye bulaşması sonucunda 18 ay içinde 50 milyon civarında
insanın ölümüne sebep olarak insanlık tarihinde bilinen en büyük salgınlardan biri olmuştur. Salgın
ılımlı ilk dalga, şiddetli ikinci dalga ve artçı üçüncü dalga olmak üzere üç dalga halinde seyretmiştir.
Salgının bir diğer özelliği ise zayıf, yaşlı ve çocuklardan çok, sağlıklı genç erişkinleri etkilemiş
olmasıdır.
Bulaşma Yolları
İlk başlarda hayvanlardan insanlara bulaştığı düşünülen hastalığın daha sonraları hava yolu ile
bulaştığı fark edilmiş ve korunmak için maske takmanın önemi anlaşılmıştır. İnsanlara maske
takmaları, tokalaşmaktan kaçınmaları ve evlerinden çıkmamaları tavsiye edildi. Okullar, kiliseler,
tiyatrolar ve işletmeler kapatıldı, kütüphaneler kitap ödünç vermeyi durdurdu ve topluluklar
arasında karantinalar uygulandı. Covid-19’da aldığımız önlemler çok benzer.
Semptomlar:
Burun kanaması,
Zatürre,
Ensefalit(Beyin dokusunun iltihaplanması),
40 dereceyi geçen ateş,
Nefritik sendrom gibi böbrek problemleri,
Koma.
Tedavi ve İlacı:
Tedavi etmek için herhangi bir ilaç veya aşı yoktu. Grip vurduğunda, doktorlar ve bilim adamları
buna neyin neden olduğundan veya nasıl tedavi edildiğinden emin değillerdi. O zamanlar, ölümcül
türü tedavi etmek için etkili aşılar veya antiviraller yoktu. Pandeminin sona ermesinin nedeni,
virüsün dünya çapında yayılarak yeterince insanı enfekte etmesi, dünya nüfusunda aynı gribin bir
kez daha pandemi haline gelmesi için yeterli sayıda hastalığa duyarlı insan bulunmamasıydı.
Bilinmeyenler:
Metin Özata’nın yazdığı kitaba göre Mustafa Kemal Atatürk de Samsun'a hareket etme hazırlıkları
içerisindeyken bu hastalığa yakalanmış ve hastalığı Beşiktaş'taki evinde atlatmıştır
Mezar yerleri dolunca, ölüler denize atılmaya başlandı. Cesetler derme çatma morglarda yığılmaya
başlarken, hastaneler hızla grip hastalarıyla dolup tanındı. Doktorlar, sağlık personeli ve tıp
öğrencileri enfekte oldu.
Veba Salgını
1346 - 1353 yılları arasında meydana gelen Kara Veba salgınının 75 ila 200 milyon arasında insanı
öldürdüğü düşünülüyor. Tam sayıları bilmek mümkün olmasa da özellikle Avrupa nüfusunun bu
yıllarda yüzde 30 ila yüzde 60 oranda azaldığı belirtiliyor.
Yaşanan kıyım sonrası toplumda tanrının ve kilisenin sorgulanmasına sebep olan Kara Veba
salgınının dinde reformun ve hayatın pek çok alanında rönesansın başlamasının başlıca
nedenlerinden biri olduğu biliniyor.
Vebadan önce Avrupa’daki hızlı bir nüfus artışı vardı. Bu beslenme sorunlarını da gündeme
getiriyordu. İyi beslenemeyen insanlar hastalıklara karşı dirençsizdi. Kentler temiz tutulamadığı için
her yere yayılan milyonlarca fare vebanın hızla yayılıp ölümlerin artmasına neden oldu.
Sars Salgını
İlk vakası Çin’in Guangdong eyaletinin Foshan şehrinde görülen SARS virüsü, 2003 yılının Şubat
ayında SARS-CoV olarak tıp literatürüne aktarılmıştır
Hastalık, bir ay içerisinde Hong Kong, Tayvan, Kanada ve Singapur’un da içinde bulunduğu yaklaşık
24 ülkeye yayılmıştır.
Kaynağı tam olarak bilinmemekle birlikte, SARS virüsünün ilk olarak Çin’in Guangdong bölgesinde
bulunan bir egzotik hayvan pazarından yayıldığı düşünülmektedir.
Virüs; damlacık, hava veya ağız ve burun salgıları aracılığıyla bulaşabilmektedir.
Ebola Salgını
Ebola, yüksek ateşe yol açabilen, iç ve dış kanamalarla seyreden ve hayatı tehdit eden bir viral
enfeksiyondur. Bu hastalık ebola virüsü adı verilen bir mikroorganizma nedeniyle ortaya çıkar.
Ebola virüsü, 1970'lerin ortalarında Orta Afrika’da ortaya çıkmıştır. Virüs insanlara hayvanların kan
ve vücut sıvıları ile temas sonucu bulaşır. Direkt hayvanlardan insanlara bulaşabildiği gibi insandan
insana da kan ve vücut sıvıları ile temas sonucu bulaşabilmektedir
Hastalığın önemli olmasının nedeni tedavisi için etkili bir ilaç veya aşısının olmayışı ve birçok
vakanın ölümle sonuçlanmasıdır.
Küçük bilgiler:
veba sözcüğü Arapçada salgın bulaşıcı hastalık olarak geçer
Justinianus:
I. Justinianus, tam ve özgün adıyla Flavius Petrus Sabbatius Iustinianus ya da Türkçe kaynaklarda
geçen adıyla Jüstinyen, 527-565 yılları arasında Doğu Roma İmparatorluğu’nun imparatoru. Bazı
tarih yazarları tarafından kendisine "büyük" unvanı yakıştırılmaktadır. Saltanatı döneminde
imparatorluğun eski büyüklüğünü tekrar geri getirmeye ve tarihsel Roma İmparatorluğu'nun
elden çıkmış olan Batı kısımlarını kendi topraklarına katmak için büyük gayretler sarf etmiştir.
Justininanus grip’inin zirve yaptığında günde 10.000 kişiyi Konstantinopolis'te öldürdüğünü
kaydeder, ancak sayının doğruluğu soru işaretidir ve gerçek sayı muhtemelen asla bilinmeyecektir.
İLK ÇAĞDA BİLİMSEL ARAŞTIRMALAR
Uygarlıkların gelişiminde en etkili rol meraktır. Geçmişten günümüze insanlar bir şeyleri merak
etmiş, araştırmış ve sonucuna ulaşmaya çalışmıştır. Ayrıca karşılaşılan zorluklara çözüm
üretme, ihtiyaçları karşılama gibi sebepler de bilimsel araştırmalara zemin hazırlamıştır. Bilim
tarihi çok eski ve köklüdür. Uygarlıkların oluşumundan itibaren bilimsel gelişmeler başlar. İlk
olarak gündelik işlere yardımcı olması için kullanılan yöntemler bilimin temel taşları olmuştur.
Bilimin ne olduğuna ilişkin olarak
genel bir tanım yok. Fakat iş açıklamaya
gelirse insanların dış dünyayı
kesin bir şekilde nesnel olarak
anlaması ve açıklaması diyebiliriz.
Bu tanımdan yola çıkarak sistematize
edilmiş bilgiler bil bilim dalıdır.
Diğer bilgi türlerine nazaran
bilimsel bilgi genel-geçerdir, olguları
tahmin etmemize en olanaklı
bilgi türüdür.
Bilimsel bilginin ortaya çıkışı tarımsal hayata geçişle başlamıştır. Tarımsal hayatla beraber gereksinimler
değişmeye başlamış ve bilimin temelleri atılmıştır. Örnek vermek gerekirse tarımı
planlı hale getirmek için
takvimler oluşturulmuştur.
Bu gibi örnekleri kapsayan
bilim yaklaşık olarak
M.Ö. 4000 lerde Mısır
ve Mezopotamya, M.Ö.
3000 ler civarında da
Hint ve Çin uygarlıklarında
görülmektedir. Tarımsal
geçim başladığı
için çoğunlukla uygarlıklar
nehir kenarlarına kurulmuştur.
Bu dönemlerde
nehirler uygarlıkların
devamlılığı için çok
büyük önem arz etmekteydi. Bilimin gelişmesi zamanla bilgi artışına sebep oldu. Bunun sonucunda
bilgileri sınıflandırmak kaçınılmaz bir ihtiyaçtı. Bunu fark eden insanlar dünyanın temelini
araştırmaya başladı. Böylece bilim daha çok gelişti ve insanlar ufak ufak felsefe yapmaya
başladı.
ÇİN DE BİLİM
Çin medeniyetinde bilim M.Ö. 2500 lere kadar dayanır. Güneydoğu Asya da gelişen Çin medeniyeti
hanedanlıklar olarak saltanat sürmüşlerdir. Güneş yılını esas alan Türklerin de kullandığı 12
Hayvanlı Türk takvimini kullanan Çin medeniyeti ilk çağlardaki bilimsel araştırmalara yön veren
önemli medeniyetlerden biridir. İşte Çin medeniyetinin birkaç icatları:
Efsaneye göre barut, Çinli simyagerler tarafından ölümsüzlüğü
ararken yanlışlıkla bulunmuş. Barutun icadındaki ironi ise insanların
ömrünü uzatma çabasının onları öldürmeye yarayan bir silahla
sonlanmış olması. Çinliler orduda barutu ilkel el bombası
olarak kullanmadan önce havai fişek ve işaret fişeği olarak kullanmış.
Zaman geçtikçe, metallerin karışıma eklenmiş ve farklı
renklerde barut patlamaları ortaya çıkmış bunun sonucunda da
günümüzdeki havai fişekler doğmuştur.
Çinlilerin ana yönü kuzey olmadığından pusula ilk icat edildiğinde
iğne güneyi göstermekteydi. İlk pusulalar milattan
önce 4. yüzyılda mıknatıs taşından yapılmıştı. Çin de yapılan
arkeolojik kazılarda bulunan kehanet yazıtlarında pusula
kepçelerinin resimleri bulunmaktaydı. Çin kâhinlere göre bu
kepçeler yalnızca coğrafi yönü değil içsel uyumu gösteriyormuş.
Dilin gelişimiyle insanlar önemli gördükleri şeyleri bir yüzey üstüne yazmaya başlamış
olabilir. Taş, papirüs, bambu ve kil tabletler üzerine yazılan yüzeylerden birkaçı
olarak örnek verilebilir. Aynı şekilde Sümerler de yazının at yarışlarında kullanılımını
da örnek olarak verilebilir.
Cai Lun ilk kâğıdı icat edince o dönemki Çin de hiçbir şey
eskisi gibi olmadı. Daha önce M.S. 105 yılında Cai Lun odun
lifi ve suyu karıştırıp dokuma kumaşının üstüne bastı. Kumaşın
dokuması rutubetin yumuşak karışımın içine sızmasına
izin verince ortaya sert kâğıt çıktı.
MISIR DA BİLİM
Mezopotamya ile birlikte dünyanın en eski medeniyeti olan Mısır, coğrafi konumu nedeniyle Nil
nehrinin avantajlarından yararlanarak zengin ve güçlü bir medeniyet olarak gelişmiştir.
Mısır kültüründe bilim din adamlarının elindeydi.
Mısır da bize kalan en önemli eserlerden biri
kuşkusuz piramitlerdir. Piramitlerin büyüklüğü
ve ustalık gerektiren yapımları, gizemiyle birlikte
bugün hala büyüleyen niteliğini sürdürmektedir.
eşya yapımında da gelişmişlerdir.
Ayrıca eski Mısırlılar kalay-bakır alaşımından tekerlek,
çırk, kılıç, zırh, çıkrık vb. malzemeler yapıyorlardı.
Bunun dışında çanak, çömlek ve cam
Tıbbi ecza ve boya yapımı gibi uğraşlarda ileri oldukları
gibi kumaş dokuma ve boyama konusunda aynı şekilde gelişmişlerdir.
Mısır tüm bu alanlar bir yana hekimlik üzerinde çok gelişmiş
idi. Elde ettikleri başarılar bir yana Mısır da hekimliğin
bir yanı büyüye dayanmaktaydı. Örneğin hastalık; vücuda
kötü ruhun yerleşmesi olarak tanımlanır, iyileşmek
için ruhun vücuttan ayrılması gerektiğine inanılırdı.
Mısırlılar matematikte, on tabanlı hiyeroglif rakamlarıyla sayıları
sembollerle ifade ediyorlardı. Bu sistemle bazı matematiksel
işlemleri yapabilmiş ve diğer uygarlıklarda da görülen cebire
benzeyen aha hesabı” denilen bir hesaplama yöntemi
geliştirmişlerdir.
Mısırlılar gökyüzü olaylarını dini olarak yorumlamış,
gök cisimlerini tanrı kabul edip gök yüzünde gördükleri
hareketleri ise tanrının yaptıkları olarak tanımlamışlardı.
SÜMER DE BİLİM
Dünyadaki ilk uygarlık olarak bilinen Sümerler, ardından gelecek olan
Mezopotamya medeniyetlerinin temelini atmıştır. Yazıyı ve astronomiyi
ilk kez kullanan toplumdur. Yalnızca bilim değil, mitolojik ve dini
konularda da çok önemli konumda olan Sümerliler, efsane ve destanlarıyla
ünlüdür. Efsanelerinden Yaratılış”, Tufan”, “İnanna Bilulu”;
destanlarından ise Gilgameş”, Enmerkar ve Aratta Beyi” öne çıkanlar
arasındadır. Ayrıca Tufan efsaneleri Nuh Tufanı’na benzerliği dikkat
çeker. Günümüzdeki bazı gelenekler de Sümer kaynaklıdır. Örnek
olarak Yılbaşı ağacının süslenmesi, kurban kesmek…
Sümerler Mezopotamya ya yerleştiklerinde maden işleme ve kilden eşyalar
yapmayı biliyorlardı. Başlıca geçim kaynakları tarım olduğu için
sulama kanalları ve barajlarla suyu kontrol altına aldılar ve bataklıkları
verimli tarım alanlarına dönüştürdüler.
Tekerleği icat ettiler, taşıma işlerinde kullandılar. Sabanlar yaparak tarlalarını
çok daha kolay bir şekilde sürdüler.
Sümerliler matematik ve geometrinin temelini oluşturan uygarlıktır.
İlk olarak dört işlemi bulan Sümerliler, bunu zamanı hesaplama ve bölmede
kullandılar. Astronomide yaptıkları ölçümlerle ayı 30, yılı 360 gün
olarak ölçtüler. Bir günü 12 saat gece 12 saat gündüz olmak üzere 24 saate
böldüler. Aynı zamanda 60 lık birimi saat ve dakikalarda kullandılar,
tıpkı şu andaki gibi. Dünyada ay yılı takvimini de ilk olarak Sümerliler
kullanmıştır.
Geometri alanında da gelişmeler kaydeden Sümerliler
daireyi 360 derece olarak ölçmüş ve dairenin alanını
hesaplamanın formülünü bulmuşlardır. Ayrıca
dünyanın en büyük icadı olan yazıyı bulmuşlardır. Yazıyı
ilk olarak mallarını kayda geçirmek için kullanmışlardır
ve bunun için piktograf sistemiyle her karaktere
anlam yükleyerek yapmışlardır.
BABİL DE BİLİM
İnsanın sorgulaması birçok şeyi değiştirdi. Gökyüzünü, ayı, güneşi, gezegen ve
yıldızları, hava olaylarını merak etmeye başladılar. Bunun üzerine astronomi
çalışmaları başladı. Sümerlilerin başlattığı astronominin devamı olan gelişmiş
ilk astronomi Babil de ortaya çıktı. Bunun sebebi daha çok kehanet ve yorumlama
yapmaktı. Tanrı’nın yaklaşan olayları, savaşları, hasat dönemlerini ve
bunun gibi kritik sosyal ve ekonomik olayları gökyüzü aracılığıyla haber verdiğine
inanılıyordu. Onlara göre çok önemli olan astronomi devlet tarafından
denetimli bir iş haline geldi ve tapınak katipleri her gece gözlemlerin yapıldığı
yüksek tapınaklarda gökyüzünü takip edip kayıt almaya başladılar.
Geçen zaman içerisinde uzun araştırmalar sonucu gökyüzü astronomi
defterlerini oluşturdular. Onyıllar sonra araştırmalarını iyice ilerletip
gezegen hareketlerini hesaplara göre tahmin etmeye başladılar. Gezegenlerin
hareketlerini döngüleri bulana kadar incelediler. Bunun için
uzun ve hassas gözlemler gerekti. Sonuç olarak %100 oranında doğru
hesaplamalara ulaşamamış olsalar da o zamanki teknolojik olanaklara
göre ileri seviyede sonuçlardı.
HİNT MEDENİYETİNDE BİLİM
Oldukça mistik ve farklı inanışları olan Hint medeniyeti, yine inanışları
ve başka sebeplerle bilime önemli ölçüde katkıda bulunmuştur.
İnsanların insan-evren ilişkisini kavrama, bilinç ve ruh, hayatı anlama
gibi konuları keşfetmeye çalışması Hint medeniyetinin evrene
odaklanmasına yol açmıştır. Budizm inancındaki kozmik fikirlerin
matematikle olan ilişkisi bunda çok etkili olmuştur. Sidharta Gautama
nın (Buddha) kurucusu olduğu Budizm in Asya da yayılması
ile Hint medeniyetinin matematiğe katkıları da aynı şekilde yayılmıştır.
Hint uygarlığı matematik, astronomi, tıp gibi alanlarda çalışmalar
yapmıştır. Kozmik ve evren enerjisi gibi fenomenlerle uğraşmalarından
dolayı gezegenler ve gökyüzüyle olan etkileşimleri diğer
uygarlıklardan daha farklı ve derin olmuştur. Yıldızların hareket
ve konumlarıyla ilgili çok az çalışma yaptıkları için kayda değer
bir birikimleri ve yıldız haritaları yoktur. Ayrıca gezegen hareketlerinin
manevi etkileşimiyle ilgilenmeleri dolayısıyla astroloji ile
de iç içe bir toplumdur. Hint topraklarındaki en önemli ilimler astronomi
ve astroloji olmuştur. Ayrıca hintlilerin büyük bir kısmının
inandığı Hinduizm de de astronomi ve astroloji çok önemli bir
konumdadır.
Matematikte 0 kavramını ilk olarak Hintliler kullanmıştır fakat
bunu sayı olarak kabul etmemişlerdir. Roma rakamlarında 0 rakamının
olmamasının sebebi de bu kavramın ortaya çıkmamış olmasıdır.
Hintliler tartı birimlerinde birlik sağlamış ve onluk sayı birimini kullanmışlardır.
Dönemin ünlü matematikçilerinden Brahmagupta, prizmanın
ve dairenin içine ve dışına çizilen dört yüzlünün hacminin hesaplanmasında
verdiği yöntemlerle geometriye büyük katkı sağlamıştır.
Ayrıca sayı dizileri üzerine yaptığı çalışmalar ve çözüm formülleri
hala kullanılmaktadır.
Felsefe ve kozmolojiyle bağı bulunan
Hint tıbbında ise beden sağlığının yanı
sıra zihinsel sağlık ve ruh-beden bütünlüğü
ile ilgili çalışmalar yapılmış,
yoga okulları ve meditasyon merkezleri
açmışlardır.
KAYNAKLAR
Birsen Bengisu Yarbaş - Duru Eylül Ateş
Hint Bilim Tarihi- Deniz Kayıkçı
Astroloji ve Siyaset: Hint Medeniyetinin Katkısı- Buket Temiztürk
https://tr.wikipedia.org/wiki/Matematik_tarihi
https://bilimfili.com/antik-cin-medeniyetinin-en-onemli-10-bulusu
https://tr.wikipedia.org/wiki/Bilim_tarihi
https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/52703/Bilimsel%20Bilginin%20Ortaya%20Çıkışı%20ve%20İlk%20Uygarlıklarda%20Bilim.html?sequence=1&isAllowed=y#:~:text=Bilimsel%20bilginin%20ortaya%20çıkışı%2C%20ilk%20olarak%20tarım%20uygarlığına%20geçişle%20başlamıştır.&text=Bu%20tür%20bilim%20diyeceğim%20bilgi,Hint%20ve%20Çin%20uygarlıklarında%20görülmektedir
https://akademiksunum.com/index.jsp?modul=document&folder=5d55b5d1716b0244b6582de445838102ea88f256
Kaş, her yaz yerli yabancı fark etmeksizin turistlerin akınına uğrayan tarihi ve doğal zenginliklerden
oluşan, tarih sayfalarında yerini almış Antalya’nın bir ilçesidir. Kaş’ın merkezine geldiğiniz anda yan
yana dizilmiş tur teknelerini, turizm acentelerini görmeye başlarsınız. Hepsi Kaş’ın içindeki ve
çevresindeki tarihi dokuya, turkuazın çeşitli tonlarındaki koylara ve ören yerleri gibi birçok yere sizi
götürmek ister bir şekilde hazır beklerler. Bu yazıda bahsedeceğimiz yer ise Kekova’dır.
Kekova coğrafi açıdan bakacak olursak eğer Türkiye’nin Akdeniz’deki en büyük adası olarak
karşımıza çıkar. Turistik açıdan ise Kaş’a gelenlerin uğramak istedikleri önemli noktalardan bir
tanesidir. Aslında biraz daha açmak gerekirse sadece Kekova adasındaki doğal doku ve tarih, turistleri
etkilemiyor. Kekova adasına sadece deniz yolu ile ulaşım mevcuttur; bu nedenle Üçağız köyünden
Kekova adasına ve Kekova adasının karşısındaki Kale köye, eski adıyla Simena köyüne, tekne ile gidilir.
Tekne ile gidilmesi tekne turlarını ve aralardaki mavinin farklı tonlarındaki koyları oldukça etkileyici
kılar. O nedenle yazımıza Kaş’ın 33 Km uzağındaki saklanmış Üçağız köyünden başlarız. Eski adıyla
Simena’ya, bugünkü adıyla Kale köye kara ulaşımı olmadığı için birbirinden farklı koylarda mola
vererek ve ünlü antik şehri görerek ulaşılır köye.
Küçük bir köy olan Üçağız’ın, çok fazla konaklama ve restoran seçeneği yoktur. Her ne kadar
pansiyonları ve restoranları olsa da birçok turist için sadece Kekova’ya ulaşım için kullanılır.
Üçağız’dan tekne ile açılanların ilk durağı Akvaryum Koyudur. Bir akvaryumu andıran berraklığı ve
turkuaz rengiyle görenleri kendine çekmektedir. Sabahın erken saatlerinde bu koyda yüzmek diğer
koylar hakkında az çok fikir sahibi vermesine rağmen, her koy sürprizlerle doludur.
Antik Tersane Koyu, Akvaryum koyundan sonra gelen diğer bir koydur. Kekova adasının batı
kısmında bulunan bu koy adından da anlaşılacağı üzere çok eski bir tekne yapım yeridir. Dolichiste
Antik kentini de bulunduran doğanın ve tarihin birleştiği yer olarak da karşımıza çıkıyor. Bilindiği
üzere Kekova adası ve Kekova adasının yakınında bulunan kentler ikinci yüzyılda depremler ile sular
altında kalmıştır ve Likya uygarlığı ardından da Bizans İmparatorluğuna ev sahipliği yapmıştır. Deprem
sonucu sular altında kalan şehirler olduğu gibi o şehirlerin yapılarının bir kısmını halen koylarda
adaların üzerindeki kayalarda görebilirsiniz. Şehirleri ise suyun altında tamamen aynısı olarak görmek
ve ne olduğunu anlamak çok mümkün değildir. Ancak suyun altında yapıları seçmek mümkündür.
Turistler dışında bu yapıların ne olduğunu ve tarihini gün yüzüne çıkarmak için gelen arkeologlar da
vardır tabii ki de. Dolayısıyla, Dolichiste Antik kentinde Helenistik döneme ait bir kule, liman ve liman
yapıları ile birlikte 3 kilise ve 2 şapelde arkeologlar sayesinde keşfedilmiştir. Aynı zamanda burada
200 kadar konut, işlik, sarnıç ve kent dokusu da tespit edilmiştir.
Batık kent, Kekova adasının kuzeybatı kıyısında kalan yerleşim yeridir. Kekova adası ve çevresindeki
kentler “Kekova sit alanı” olarak adlandırılmıştır. Tersane koyunda sit alanı olmasına rağmen
yüzülebilirken Batık kentte böyle bir durum mümkün değildir. Sadece kanolarla batık kente belirli bir
mesafe içinde gidilip yakından görülebilir. Adanın bu kısmındaki yapıların bazıları anakaraya oyulmuş
yapılar olsa da sular altında kalan diğer yapıları halen suyun üstünden bile belirgin ve suyun yüzeyine
yakın olduğundan görülür. Sit alanı olması ve yüzmenin yasak olması bu durumlar ile açıklanabilir.
Kentin tarihine bakarsak deprem sonucu en çok zarar alan kenttir. Tersane koyu liman, tekne yapım
kısmı olsa da Batık kent adanın en renkli tarafıdır diyebiliriz. Bu renkli alanda ticari ve askeri üsler,
evler gibi yapılarla karşılaşırız. Çevresel açıdan ise burası tüm Akdeniz’in en temiz denizine sahiptir.
Bu da sit alanı olarak kabul edilmesinden dolayıdır.
Tersane koyunun ve Batık kentin tarihi ve doğal dokusundan sonra ise son durağı olan Kekova
adasının karşısındaki Kale köye (Simena) bulunmaktadır. Bu köyün ulaşımı sadece deniz yoluyla
yapılmaktadır. Kara yolu ile ulaşımı mümkün olmayan bu köyde pansiyonlar, kafeler ve restoranlar ile
küçük ve sakin bir yer olarak turistlerin ilgisini çeker. Bu köyün konumu dışında önemini tarihinden
alan Kale köyün girişindeki küçük limanda denizin yüzeyindeki Likya tipi lahitler bizi karşılar. Köyün
neredeyse her yerinde Likya tipi lahitler, kitabeli mezarlar, su sarnıçları, yapı kalıntıları, mendirek
bulunmaktadır. Köyün şuan ki adını aldığı ortaçağ kalesi turistlerin köye yaklaşırken dikkatlerini ilk
çeken ve en merak edilen yapıdır. Köyde Likya uygarlığının bulunmasından sonra Roma
imparatorluğuna ev sahipliği yaptığından dolayı köye adını veren ünlü kalemiz de bu farklı dönemlerin
etkisi altında kalmıştır. Ortaçağ kalesi olarak geçen bu kale Helenistik, Roma ve Bizans dönemi ile
ilişkili birçok yapı ve kalıntılar da içermektedir. Bunlar kayaya oturtulmuş tiyatro, kaya mezarları, su
sarnıçları şeklinde ve daha fazlası sıralanabilir. Köyün, en tepesinde bulunan kalenin dışında diğer bir
dikkat çekici özelliği ise aynı Kekova adası gibi bir kısmının sular altında kalmasıdır. Çünkü Kekova ve
Simena depremden önce tek bir bölgeydi. Tarihteki bu büyük deprem Kekova’nın Simena’dan ayrılıp
Simena’nın karşısında yeni bir ada oluşturmasına neden olmuştur.
Kale köyün farklı medeniyetlerin zaman içinde yaptığı yapıları, kültürlerini gördükten sonra doğal
güzelliği ile birlikte dar aralardan geçip köyün kendi yetiştirdikleri meyvelerden yapılma ev yapımı
dondurmalardan yiyip serinleyebilirsiniz.
Kültür beşiği haline gelen Kekova sadece ev sahipliği yaptığı medeniyetlerden değil ticaret yaptığı ve
etkileşimde bulunduğu diğer medeniyetlerden de kalıntılar, bilgiler gösteriyor bize.
Duygu Şavran
/ Fen Tek 9B
Kaynaklar:
https://www.kekovatour.com/tr/aktivite-detay/batik-sehir
https://tr.wikipedia.org/wiki/Simena
https://www.milliyet.com.tr/tatil/kekova-adasi-nin-tarihi-gun-isigina-cikiyor-1596215
https://tr.wikipedia.org/wiki/Kekova
KORE SAVAŞI
1905 yılında Japonya, Çin üzerinde daha rahat nüfuz sahibi olabilmek için Rusya ile savaşarak
Kore’ye sahip oldu. 1945 yılında Japonya Kore’yi bıraktığında hem Sovyetler Birliği hem de ABD
Kore’de güç sahibi olmak istedi. 2 taraf da Kore’de yerli olan ama aynı zamanda kendilerine bağlı olan
hükümetler kurdu. Bir süre sonra kendi askerleri ortadan çekilince Kore, Sovyet yanlısı Kuzey Kore ve
ABD yanlısı Güney Kore olarak ikiye bölündü. Yapılan müzakerelerden sonra Güney ve Kuzey Kore
arasında 38. Enlem sınır olarak belirlendi. Anlaşmalara göre bu sınırı geçmek yasaktı. Ancak yine de
sular durulmadı. İki tarafı da yöneten güçler Kore’yi o kadar bölmüştü ki artık toparlanılamıyordu.
Kuzey Kore ordusu 25 Haziran 1950’de belirlenen sınırı geçti. Savaşın başında Kuzey Kore teçhizat
bakımından Güney Kore’den neredeyse 2 katı kadar üstündü ki zaten Kuzey Kore’nin 5 yıldır savaşa
hazırlandığı anlaşıldı. Güney Kore’nin 75.000’lik yaklaşık asker sayısına karşılık Kuzey Kore’ninki
183.000’di. Birleşmiş Milletler 2 gün sonra, 27 Haziranda saldırıya uğrayan Güney Kore için yardım
çağrısı yaptı. İlk cevap ABD’den geldi. O dönem ABD başkanı Truman bu savaşın Sovyetler Birliği ve
Çin ortak saldırısının ilk adımı olduğunu düşünüyordu. Japonya’daki Amerikan Birliklerinin komutanı
Douglas MacArthur’a Güney Kore’ye asker ve teçhizat yardımı yapılması emrini verdi. Sular biraz
duruldu derken Kuzey Kore 4 ana koldan saldırı düzenledi. 29 Haziran’da Güney Kore’nin başkenti
Seul alındı, ertesi gün ise önemli bir liman kenti olan Chumunji alındı. Sonrasında Han Nehrini geçerek
15 Temmuz’da Kum Nehri çizgisine kadar geldiler. Kuzeylilerin saldırısı devam ederken bölgeye gelen
ilk ABD gücü 24. Tümen savaşa katıldı. Temmuz sonunda sayı ve güç avantajları elinde olan Kuzey
ordusu Güneylileri Teugu şehrinin kuzeyine kadar çekilmeye zorladı. Amerikan birliklerinin yardımıyla
orada savunma oluşturuldu ve yaklaşık 1,5 aydır saldırı yapan Kuzeyliler savunmadan ötürü sonuç
alamıyorlardı. Bu sırada Birleşmiş Milletler birlikleri de bölgeye geldi ve artık taarruza geçmeye karar
verildi. 15 Eylül 1950’de Seul’un batısındaki Inchon şehrine çıkarma yapıldı. Ertesi gün de Teugu’nun
kuzeyindeki Pusan’dan büyük bir taarruz başladı. Başarılı bu harekat sonrası Kuzey ordusu 200 km
geri çekilirken Seul, 28 Eylül’de Birleşmiş Milletlerin eline geçti.
Birleşmiş Milletlerin yardım çağrısına Amerika’dan sonra ilk yanıt veren Türkiye oldu. Dönemin
cumhurbaşkanı Celal Bayar ve toplanan kabine Kore’ye yapılan saldırılara yönelik yardım edilmesine
karar vermişti. Bu amaçla Birleşmiş Milletler adına savaşacak birlikler gönderilecekti. Aslında
Türkiye’nin savaşa girmesinin başka bir nedeni de vardı. Türkiye yakınındaki Sovyetler Birliği’nin
tehlikesine karşı kendisini koruyabilmek için NATO’ya girmek istiyordu. Gönüllülük esaslı 5090 kişiden
oluşan mürettep bir tugay oluşturuldu. Türkler Kore’ye ulaştığında Amerikan ve Güney ordusu
düşmanı neredeyse bitirmek üzereydi. Amerikanlardan sonra Türklere çok fazla iş düşmüyordu.
Türklerin sadece birkaç gerilla öldürmesi sonrasında rahat bir şekilde ülkelerine geri dönebilecekleri
zannediliyordu. Amerika ordusu Türk birliklerin donanımını yeterli bulmadıkları için onları kendi son
model silahlarıyla donattılar. Türkler, 9. Amerikan Kolordusuna bağlı olarak Taegu-Taejon arasında
dağdan inen gerillaları öldürecekti. Türklerin yanı sıra Birleşmiş Milletler orduları Kuzey topraklarında
başarılı bir şekilde ilerliyordu. Çin devleti kendilerine kadar yaklaşan orduyu bir tehdit olarak gördü
bundan sonra yeni hazırlanan Gönüllü Çin Halk Ordusu, 19 Ekim’de Yalu Nehrini gizlice geçerek 25
Ekim’de ilk hücumlarına başladılar. Savaş Güney ve Kuzey Kore’nin savaşı olmaktan çıkıp iki taraf için
de uluslar arası bir savaşa dönmüştü. Türkler Kaesong bölgesindeki 25. Tümen’in arkasını
gerillalardan koruyacaktı. Gerillalar bu savaş için çok önemliydi. Onların görevleri dağlardan aşağı bir
andan inip orduların arkadaki birliklerini ve ikmal bölgelerini vurup kaçıyorlardı. Kimsenin ruhunun
duymadığı gerillalar savaşın en büyük sorunlarındandı.
1.ve 9. Amerikan kolordularıyla 2. Güney Kore kolordusundan oluşan 8. Ordu 24 Kasım’da bir
taarruz planlamıştı. Türk Tugayı, 25. Tümenin arkasında bulunmak amacıyla bölgeye sevk edildi.
Türklerin savaşacağı günler yaklaşıyordu.. Saldırı tüm cephelerde eş zamanlı olarak 24 Kasım’da
başladı. İlk 2 gün her şey iyiye giderken bir anda ayın 26’sında Çin savunmasını geçmek mümkün
olmadı. Düşmanın durduğunu anlayan Çin ordusu çok şiddetli bir şekilde 2. Güney Kore kolordusu
cephesini yardı. Çinliler sol taraftan ağır bir şekilde devam ediyordu. Bu sırada savaş sırası artık
Türklere gelmişti. Ancak Amerikalılar Türklere hala güvenmiyordu ve olası bir yenilgi durumunda suçu
dil bilmedikleri için talimatları anlayamadıkları ve daha Kuzey ve Güney Korelileri bile ayırt edecek
vasıfta olmadıklarını bu yüzden de geri çekilen Güney Korelilere ateş açtıklarını söyleyerek Türklere
atmayı planlıyorlardı. Bu sebeplerden dolayı Türklerde yeterli teçhizat yoktu, istihbaratta sıkıntılar
yaşıyorlardı. Ayrıca yol da Amerikalıların çizdiğinden daha uzun ve çetin çıkmıştı. Türklere nedeni
bilinmeyen bir gecikmeyle kolordudan emir geldi. Emre göre Tochon’a gidilmeyecek Wawon’dan 9
km uzaklıkta yol kapatılacaktı. Ardından 10 km öteden Çinlilerin geldiği anlaşıldı. Bu sebepten Tugay
komutanı söylenilen yerde beklemenin intihar olacağını düşünerek emre karşı geldi. Wawon savunma
için daha müsaitti. Bunun üzerine kolordu Tugay Komutanını üst birliklere şikayet etti ancak Tugay
Komutanının stratejisi doğru çıkınca bu konu bir daha açılmadı. Dönüş kısmında yol çok dardı. Bir süre
sonra gece yarısını geçerken kötü bir haber geldi. Yüzbaşı’nın telsiz aracı yolda durmuş ve yolu
tıkamıştı. Gece yarısından 1 saat sonra aniden Çinli askerler yolda kalan telsiz aracını kurtarmaya
gelen artçı birliğe saldırıya geçti. Kurtulabilen 2 subay ve 4 er olmuştu. Durumu karargaha
bildirdiklerinde arkada kalanları kurtarmak için birlik gönderilmeye karar verildi ancak birlik harekete
geçemedi çünkü Çinliler bölgeye iyice yaklaşmışlardı. Bu şekilde Wawon Muharebesi 28 Kasım’da
başlamış oldu.
Savaş devam ederken savaşı daha ön saflardan izlemek isteyen Amerikan Albayı yanlışlıkla Çinli
Birliklerin ilerisine kadar girdi. Onu kurtarmak için tank takımı ve 3. Bölük görevlendirildi, albay sağ
salim karargaha geri getirildi. Türkler düşman birliklerini 1 gün oyalamayı başarabilmişlerdi. Bu sırada
kolordu karargahından Türk bir yüzbaşı yeni emirler getirmişti. Gelen emir Amerikalıların geri
çekileceğini ve 2. Birliğin kenar bölgeye tampon olması gerektiği üstü kapalı bir şekilde belirtiliyordu.
Gelen emri anlamayan tugay kararı kendisi verecekti. Wawon’da düşmanın yeteri kadar tutulduğu ve
zaten Çinlilerin sayısı arttığı için orda boşa kürek çekmeye gerek olmadığı sonucuna varıldı.
Wawon’un arkasında bulunan Sinnim-ri’de yeni bir savunma yeri oluşturulacaktı. Gecenin karanlığını
fırsat bilen Türkler geri çekilmeye başladı. Ancak 29 Kasım günü aniden Çin ordusu dört bir yandan
belirdi ve saldırmaya başladı. Çinliler geri çekilmeyi çoktan anlamış ve Türkleri takip etmişlerdi.
Gerillalar sayesinde savunma yapılan köyün içine dahi sızmışlardı. Türkler çok fena baskına
uğramışlardı. Birlikler ağır silahlarını dahi alamadan can havliyle bölgeden kaçıp karargaha geliyordu.
Tugay komutanı Tahsin Yazıcı ellerindeki erlerle baskın yapılan yerin alt tarafında kalan Kaechon’da
yeni bir savunma oluşturacaklardı. Muharebede kalan birlikleri kendi hallerinde bırakıp gitmek
istenilmiyordu. Gece boyu geriye gelen ve önde kalan askerlerin birleşmesi için çok çalışıldı. 29 Kasım
sabahı bir Amerikan piyade taburu ve tank bölüğü yardıma geldi. Tugay Komutanı onları savaşın
içinde olan birliklere yardım için kullanmak istedi ancak Amerikan birliklerinin başındaki 38. Alay
Komutanı, onlara yardıma değil 2. Bölüğün açıkta bıraktığı kısmı kapatmak için geldiklerini söyleyerek
Sinnim-ri’nin kuzeyine yerleşti. Türk Tugayı 26 Kasım günü öğlen vakitlerinde ateş açtı ve
muharebede kalan Türk birlikleri ana yola çıkarak yaralılarıyla birlikte diğer birliklerin yanına geldi.
Bunun üzerine Çinliler daha büyük güçlerle saldırarak Kaechon Muharebesi’ni başlattılar. Saat
17.00’ye doğru yaklaşık bir alay düşman kuvvetleri köyün güneyine sarktı. Amerikan birlikleri
etraflarının çok fazla sarılmasından ötürü geri çekildi ve Türkler yem gibi orada bırakıldı ve yine bu
durumdan Türkler haberdar edilmedi. Etrafları iyice sarılan Türkler savunma görevlerini yerine
getirdiklerini düşünerek geri çekilmeye başladı. Türkler, Amerikan birlikleri ile birlikte Kunuri
Boğazından geçerek geri çekilecekti. Ancak Çinliler boğazın kuzeyine ve güneyine koğuşlanarak
düşmanı geçirmeyeceklerdi. Bu hareketten de sonra Çin Birlikleri iyice Kunuri’ye sokulmuştu. Çinliler
dağlara yerleşince çatışma olmadan boğazdan geçmek imkansızdı. Toplu halde de geçiş zor
olacağından birlikler ufak piyade grupları ile geçecekti. İşler çok zor olunca Amerikan uçakları
Çinlilerin üstüne bomba atmaya başladı. Çinliler durulunca birlikler daha rahat şekilde boğazdan
geçti. Türk Tugayı da Güneye çekilmeye karar verdi, gittikleri yolda Çinliler ve Gerillalar yolu
tutmuştu. Burada Türk Birlikleri en ağır kayıplarını verdi.
Türkler savaş sonunda 218 şehit, 455 yaralı ve 94 kayıpla birlikte toplam 764 insan kaybı verildi.
Teçhizat ve araçların da %70’i kaybedilmişti. Bu savaşta Türkler destan yazmamıştı ama bir avuç Türk
askerinin neler yapabileceğini göstermişlerdi.
BM’NİN ÇAĞRISINDAN SONRA SAVAŞA KATILAN ÜLKELER
• ABD
• TÜRKİYE
• KANADA
• İNGİLTERE
• AVUSTRALYA
• FİLİPİNLER
• YENİ ZELLANDA
• TAYLAND
• ETİYOPYA
• YUNANİSTAN
• KOLOMBİYA
• FRANSA
• BELÇİKA
• GÜNEY AFRİKA
• HOLLANDA
• LÜKSEMBURG
KAYNAKLAR
https://tr.wikipedia.org/wiki/Kore_Sava%C5%9F%C4%B1
https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_Tugay%C4%B1
https://www.milliyet.com.tr/kore-savasi-nedenleri-nedir--kore-savasi-na-turkiye-neden-katildi--
molatik-8851/
https://www.trthaber.com/haber/gundem/turk-askerinin-buyuk-kahramanlik-gosterdigi-kore-savasi-
65-yil-once-sona-erdi-377207.html
Arkeoloji, arkeolojik yöntemlerle ortaya çıkarılmış kültürleri, sosyoloji, coğrafya, tarih, etnoloji gibi
birçok bilim dalından yararlanarak araştıran ve inceleyen bilim dalıdır. Bu bilimin su altındaki
kalıntıları inceleyen dalına ise sualtı arkeolojisi denmektedir. Bizse hem Sualtı Arkeolojisi Uzmanı
hem de bir yazar olan Mehmet Bezdan ile Sualtı Arkeolojisi adına bir röportaj yaptık. Peki Mehmet
Bezdan kimdir? Adnan Menderes Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü’nde lisans; Türkiye’nin ilk ve
tek sualtı arkeolojisi bölümüne sahip Konya Selçuk Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimini
tamamladı. Aktüel Arkeoloji dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Sekiz yıl boyunca editörlüğünü
üstlendiği yayında, Türkiye’de ilk kez tüm içeriğin sualtı arkeolojisine ayrıldığı özel sayılar hazırladı.
Aynı zamanda Actual Archaeology Magazine’in editörlüğünü de üstlendi. TRT Radyo 1 ve TRT Kent
Radyo’da arkeoloji, kültürel miras ve kültür sanat alanında çeşitli yapımlarda danışman ve daimi
konuk olarak görev aldı. 2014’te TINA Vakfı’nın süreli yayını olan TINA Denizcilik Arkeoloji Dergisi’nin
editörlüğünü ve genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Sualtı arkeolojisi hakkında sayılı ve önemli
eserlerinden biri olan "Derinlerdeki Portreler" kitabını kaleme aldı. Üniversitelerde, müzelerde ve
eğitim kurumlarında denizcilik arkeolojisi ve kültürel miras alanında eğitimler ve konferanslar
vermeye, sergi küratörlüğü, belgesel yapımcılığı ve metin yazarlığı yapmaya devam ediyor. Bezdan
Ayrıca Yacht Türkiye Dergisi’nde “Derin Mavi” isimli köşesinde her ay denizcilik kültürü, tarihi ve
arkeoloji üzerine yazmaya devam ediyor.
-Sualtı arkeolojisi ile ilgili ilginç, unutamadığınız bir deneyiminiz var mı? Bize bundan
bahseder misiniz?
Pek çok ilginç şey yaşıyorsunuz lakin akılda kalıcı olarak şöyle bir anımı anlatabilirim: Bir keresinde 45
metre derinliğindeki bir batık yüzey araştırması sırasında bir arkadaşımın oksijen tüpünde çok ciddi
bir problem meydana geldi. Bu gibi derin dalışlarda su yüzeyine çıkmak için zaman zaman 10
dakikaya yakın su atlında beklemeniz gerekir, aksi takdirde halk arasındaki tabiriyle vurgun gibi
tehlikeler geçirebilirsiniz. Arkadaşımla beraber 10 dakika boyunca bir kaya tutunduk ve benim
tüpümden beraber hava soluyarak dalışı gerçekleştirdik. Aslına bakarsanız çok tehlikeli bir durumdu.
Fakat Arkeoloji sevdası öyle bir şey ki arkadaşım ile birlikte o 10 dakika sonunda yüzeye yakın bir
yerde yeni bir batık tespit ettik. Belki bu talihsiz durum yaşanmasaydı yaklaşık 2500 yıllık antik çağa
ait bir batık bulunamayacaktı.
-Bir batığa daldığınız anda neler hissediyorsunuz?
Arkeolojik bir batığa dalış yapmak dünyada yaşanabilecek en özel deneyimlerden bir tanesi olup
zamanda yolculuk yapmaya benzer. Buna bir örnek vermek gerekirse günümüzden üç bin yıl önce
batmış bir batıkta araştırma yaptığımızı düşünelim. Söz konusu batık eğer elli metrede batmış ise bu
batığın bulunduğu noktaya inmeniz yaklaşık olarak üç dakika civarında bir zaman alır. Başka bir
deyişle üç dakikada üç bin yıllık bir zaman diliminden geçerek zamanda yolculuk yapma şansını elde
edersiniz. Bu demektir ki her bir metrede 60 yıllık bir zamanı aşarak sonunda üç bin yıl önce
Akdeniz'de yelken açan bir batığın kargosunda arkeolojik çalışma yapmaya başlayabilirsiniz. Dünya
üzerinde bu kadar özel bir deneyimi yaşayabileceğiniz çok az sayıda bilim dalı vardır. Arkeolog olarak
bizler ne kadar şanslıyız ki sualtı arkeolojisi, daha doğru bir tanımlama ile denizcilik arkeolojisi bu
deneyimi bizlere sunuyor.
-Sizce Sualtı arkeolojisinin geleceği parlak mıdır ve neden?
Şüphesiz çok parlaktır. Bunun iki önemli nedeni var. Bu nedenlerin ilki; uygar toplumların geleceği
bilimin ışığında aydınlanan yollarda şekillenmektedir. Bilim dünyamızın her geçen gün güçleneceğine
inanıyorum. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, bilime değer veren bir ülkedir. İkinci faktör ise Anadolu gibi
medeniyetlerin beşiği olmuş bir coğrafyada arkeolojinin her zaman en önemli bilim dallarından bir
tanesi olmasıdır. Bu nedenle arkeolojinin bir alt disiplini olan sualtı arkeolojisinin Anadolu gibi
denizcilik tarihinin en kilit coğrafyasındaki önemi gün geçtikçe daha iyi anlaşılacak ve dünya denizcilik
tarihi Anadolu kıyılarında aydınlatmaya devam edecektir.
-Bir Sualtı Arkeoloğu olmanın olumlu ve olumsuz yönleri nelerdir acaba?
Suyun ya da denizin altında arkeolojik eserlerin, kültürel mirasın incelenmesi ve araştırılmasında
çalışan arkeologlar karada çalışan meslektaşlarına göre çoğu zaman daha zor fiziki koşullarda
çalışmak zorundadır. Zaman zaman profesyonel limitlerin üzerindeki derinliklerde zaman zaman
oldukça zorlu şartlarda (akıntı, soğuk su) çalışmak arkeolojinin bir alt disiplini olan sualtı arkeolojisi
alanının gerçeğidir. Fakat arkeoloji gibi bilim dallarını gerçekten severek icra ettiğinizde bunlar
olumsuzluk değil, gerçeğe ulaşırken karşılaştığımız zorlu virajlardır. Bu nedenle özellikle bizim gibi
tarihi açıdan çok önemli bir coğrafyayı araştıran bilim insanları için arkeolojinin olumsuz bir tarafı
yoktur. Olumlu yönleri ise dünya denizcilik tarihinin aydınlatıldığı kıyılarımızda çalışmak. En az dört
bin yıllık denizcilik tarihinin somut veriler ışığında aydınlatıldığı Anadolu kıyılarında ve iç sularında bu
bilim dalını yapabilmek hem büyük bir şans hem de çok önemli bir deneyimdir. Bu nedenle ülkemizin
sahip olduğu eşsiz kültürel ve tarihi mirası aydınlatabilecek çalışmalarda yer almak arkeolojinin ve
dolayısıyla sualtı arkeolojisinin en olumlu ve güzel yanlarından bir tanesidir.
-Sizce bir Sualtı Arkeoloğu aynı zamanda başka bir meslek de yapabilir mi?
Arkeoloji ve diğer bilim dallarında yapmanız gereken sürekli öğrenmeye açık olmak, kendinizi
yenilemek ve dolayısıyla araştırma içinde olmaktır. Bu süreç zarfında ömrünü bilime adamış
insanların başka bir mesleği yapma şansı yoktur. Sanıldığının aksine sosyal bilimler içindeki her bir
bilim dalı çok disiplinli şekilde çalışıldığı takdirde başarıyı size sunar. Bu nedenle günümüz dünyasında
bir takım meslek ve bilim dallarının yanına getirilen amatör sıfatı uygun bir tanımlama değildir. Hiçbir
bilim dalı amatörce icra edilemez. Fakat arkeoloji ve diğer sosyal bilimler alanında bilimsel yayıncılık
söz konusu bilim dallarının uzantısı olduğu için mesleğin ve bilim dalının bir parçası olarak aynı süreç
zarfında icra edilebilir.
-Deneysel arkeoloji nedir? Bu konuda bir çalışmada bulundunuz mu?
Genel bir tanımlama yapmak gerekirse tarihi bir döneme ait şartların yeniden oluşturulduğu bir
alanda tarihi bir yapının, ekipmanın, objenin yeniden üretilmesi ya da inşa edilmesidir. Sualtı
arkeoloji alanından bir örnek vermek gerekirse, antik döneme ait bir teknenin deneysel arkeoloji
yöntemi kullanılarak, yeniden inşa edilme süreci şu şekilde olmalıdır:
1) Antik çağa ait geminin kökeni, ait olduğu medeniyet biliniyorsa söz konusu medeniyetin hangi
ağaç türlerinden gemi inşasını yaptığını bilmemiz gerekir.
2) Söz konusu geminin hangi bölümünde hangi tür ağaç kullanıldığı tespit edilmesi gerekir. Gemilerin
güverte, direk, dümen, kürek gibi bölümlerinde farklı ağaçların kullanıldığı bilinmektedir. Bu nedenle
deneysel arkeoloji projelerinde tüm bu bilgilere hâkim olunmalıdır.
3) Antik çağa ait ekipmanlar ile o günün teknikleri uygulanarak ağaçların kesilmesi, teknenin
yapılacağı alana sevkiyatın yapılması,
4) Söz konusu teknenin ait olduğu dönemdeki gemi yapım teknikleri uygulanarak geminin inşaatının
gerçekleştirilmesi,
5) Bu noktada antik çağa ait bir gemi için ahşapların kesilmesi kadar, birleştirilmesi hususu da hayati
öneme sahiptir. Bu nedenle antik çağ gemi yapımı ve tipolojisini bilen uzmanların proje içinde
bulunması oldukça önemlidir.
6) Antik gemiler sadece ahşap bölümlerden oluşmamaktadır. Söz konusu teknenin yelken gibi
yürütücü güçleri de antik çağa ait teknikler kullanılarak oluşturulmalı ve gemiye eklenmelidir.
Sonuç, yukarıda çok genel ve kaba hatlarıyla altı maddede aktardığım söz konusu çalışma, ideal bir
deneysel arkeoloji çalışmasıdır. Bu yöntemler dışında günümüzde uygulanan ekipmanlar ile yapılacak
çalışmalar, tam anlamıyla deneysel arkeoloji çatısı altında değerlendirilemez. Bu noktada ben de
ülkemizdeki bazı deneysel arkeoloji çalışmalarında ekip üyesi olarak yer aldım.
-Sualtı arkeolojisi hakkında sayılı ve önemli eserlerinden biri olan "Derinlerdeki Portreler"
kitabını kaleme aldınız. Acaba bu kitabın yazılış amacından, sürecinden ve içeriğinden
bahsedebilir misiniz?
Bilindiği üzere Sualtı Arkeolojisi, 1960 yılında Türkiye’ye gelen genç arkeologlar tarafından başlatıldı
ve Türkiye’de gelişti. Diğer bir değişle bilimsel temelleri Türkiye’de atıldı. Ama bunlar yapılırken bu
çalışmalarda sadece Türkiye’ye gelen yabancı arkeologlar rol almadı, bizlere batıkların yerlerini
gösteren süngercilerimiz, önemli bilim insanlarımız ve müzecilerimiz de çok önemli görevler
üstlendiler. Ayrıca Mustafa V. Koç gibi arkeolojiye büyük destekleri olan arkeoloji sevdalıları da bu
toprakların değerlerini korumak adına çalışmalara destek verdiler. Bu kitapta ile birlikte Sualtı
Arkeolojisine çok önemli katkıları bulunmuş 20 kişinin hayatlarını, yaptıkları çalışmaları ve fikirlerini
bir arada vermek istedik. Bu doğrultuda kitabı hazırlarken de Bodrum’dan Amerika’ya, Amerika’dan
Antalya’ya pek çok yere gittik. Kitapta yer alan insanlarla görüştük, arşivlerinde gezindik. Tüm bu
çalışmaları ülkemizin bu konuda çalışan tek Vakfı olan TINA (Türkiye Sualtı Arkeolojisi Vakfı) olarak
gerçekleştirdik. Kitabımızı hem Türkçe hem de İngilizce çıkardık. Bu eserimizi İngilizce çıkarmaktaki
amacımız ise ona evrensellik katmaktı ve bu şekilde Louvre Müzesi, Amerika Kongre Kütüphanesi,
Harvard, Cambridge, Stanford Üniversitesi gibi Dünya’nın sayılı bilgi hazinesi yerler bu kitabı kabul
etti.
-Peki son olarak Sualtı Arkeoloğu olmak isteyen bir gence ne tavsiyede bulunabilirsiniz?
Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin eşsiz coğrafyasını tanımasını ve bu coğrafyadaki binlerce yıllık eşsiz
medeniyetleri araştırmasını öneriyorum. Unutulmamalıdır ki sualtı arkeolojisi, karadaki
medeniyetlerin devamını inceler. Özellikle Akdeniz coğrafyasındaki ülkelerin binlerce yıl boyunca
kültür ve ticari faaliyetlerinin karadan daha yoğun bir şekilde denizde meydana geldiği göz önünde
bulundurulduğunda denizlerin tarihsel ve arkeolojik önemi ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan
bakıldığında, sualtı arkeolojisi alanında çalışmak isteyen gençlere tarihi, arkeolojiyi ve bu iki sosyal
bilim dalının buluştuğu kültürel zenginliği ve bu zenginliğin ortaya çıkardığı birikimi araştırmasını
öneririm. Diğer yandan sualtı arkeolojisi olarak adlandırılan bilimsel disiplinde alan çalışması
yapabilmek için denizi sevmek, deniz kültürüne yatkın olmak ve tüplü dalış sporu hakkında araştırma
yapmak önemli bir husustur. Elbette her bilim dalında olduğu gibi yeni gelişen teknolojilere,
bilgisayar programlarına ve ilgili ekipmanlara ilgili olmak arkeoloji biliminde de oldukça önemlidir. Bu
nedenle genç arkadaşlarımızın teknolojik gelişmeleri yakından takip etmelerini öneririm.
Derinlerdeki Portreler Kitabı
Deneysel Arkeoloji yöntemiyle geliştirilmiş, Antik Dönemin gemicilik teknikleriyle inşa edilmiş Abora
IV gemisi
OSMANLI DEVLET’İNİN UNUTULMAYA YÜZ TUTMUŞ
GELENEK VE GÖRENEKLERİ
Osmanlı'da Ramazan günlerinde zenginler, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav vb.
dükkânlarına girer, onlardan Zimem defterini yani veresiye defterini çıkarmalarını isterdi. Baştan,
sondan ve ortadan rastgele sayfaların yekununu yaptırıp, "Silin borçlarını… Allah kabul etsin" der,
çeker giderlerdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, kimi borçtan
kurtardığını bilmezdi.
Merdivenden çıkarken erkek arkadan gelirdi ki hem vücudu ifşa olmasın hem de hanımı düşerse
tutabilsin diye. Aynı sebeple merdivenden inerken yine erkek önden inerdi.
Kahvenin yanında su gelirdi. Şayet misafir toksa önce kahveyi alır, açsa suyu alırdı. Ona göre ya
yemek sofrası hazırlanır ya da meyve ikram edilirdi.
Kapıların üstünde iki tokmak olurdu; biri kalın biri ince. Gelen bayansa kapıyı ince tokmakla vururdu.
Evin hanımı kapıyı ev haliyle bile açardı. Erkekse kalın tokmakla kapıyı vururdu. Evin hanımı kapıyı ya
örtünüp açar ya da bi' mahremi (kocası, oğlu vs.) açardı.
Pencerenin önünde sarı çiçek varsa ' Bu evde hasta var. Evin önünde hatta bu sokakta gürültü
yapma ' anlamına gelirdi. Pencerenin önünde kırmızı çiçek varsa ' Bu evde gelinlik çağına gelmiş ,
bekar kız var Evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et ve küfür etme anlamına geliyordu
Kız istemeye geldiğinde damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için pantolonunun "diz
izine" bakılırdı.
Osmanlı'da bayram, Sultanın bayram namazı için camiye gelişiyle başlardı. Namaz sonrasında saraya
dönen padişah önce annesinin elini öpüp ardından diğer aile efradıyla bayramlaşırdı. Padişah, bayram
tebriğinin ardından güzel işlemeli keselerle çocuklara para saçarak onları sevindirirdi.
Pederşâhi aile stili. Yani, evin en yaşlısı evin reisi. Birçok aile, büyük konaklarda, konağın ayrı ayrı
kısımlarında ama beraber yaşıyor. Aynı babanın birçok çocuğu. Ve yemek müşterek yeniyor.
Osmanlı’da Bayramlıklarıyla sokakta gezen çocuklara "arife çiçeği" denilirdi.
Hazırlıyan: Tuna Bektaş
Değerli müdürümüz Sayın Dr.Özge ASLAN,
Öncelikle bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Hazırladığımız tarih dergimizde size de tarihle ilgili
bazı sorular sormak istedik. Sorularımızla tarih ile ilgili düşüncelerinizi ve planlarınızı öğrenmeyi
amaçlıyoruz. Özellikle uzaktan eğitimi yakından takip ettiğiniz bu günlerde samimi sohbetinizle bize
ışık tutacağınızı düşünüyoruz. Sorularımıza öncelikle sizi öğrencilik yıllarınıza götürerek başlamak
istedik. Şimdiden samimiyetinize ve açık yürekliliğinize teşekkür ederek ilk sorumuzla sohbetimize
başlamak istiyoruz.
Soru 1: Okul yıllarınızda tarih dersine olan ilginiz nasıldı? Öğrencilik döneminizden tarih dersi veya
öğretmeninizle ilgili bir anınız var mı?
Üniversiteye gidene kadar tarih derslerini sıkıcı bulurdum. Sadece ezberlenmesi gereken olaylar ve
belirli tarihler olarak gördüğüm bir dersti. Ancak üniversiteye gittiğimde ilk yılımda tarih dersi ile ilgili
bir hocam olayların gerçekleşmesini hikayeleştirerek anlatmaya başladığı anda ders ilgimi çekmeye
başladı ve hatta sevmeye başladım. Hatta her hafta müze ziyaretleri yapmamızı ve derste
paylaşmamızı isterdi. Konumuz “Bu hafta farklı ne öğrendim?” idi, bu soru benim bakış açımı çok
değiştirdi. Tarih ile ilgili araştırmalarımı bu hafta yeni ne öğreneceğim sorusu ile başladığımdan beri
aslında öğretmenin dersi anlatma şeklinin, öğrencinin bakış açısını, dersi sevmesini ne kadar etkilediği
çok daha iyi anladım.
Soru 2: Tarihi bir kişilik ile tanışma şansınız olsaydı o kim olurdu ve ona neler sormak isterdiniz?
Tarihi bir kişilik ile tanışma şansım olsa bu kişinin kesinlikle Mustafa Kemal Atatürk olmasını isterdim.
Ona sormak istediğim birçok soru olurdu tabi ki. Ama öncelikli olarak “Düşman işgaline uğramış,
kaynakları tükenmiş ve umutsuzluğun hâkim olduğu bir süreçte bağımsızlığa olan inancınızın kaynağı,
motivasyonunuz neydi?” diye sormak isterdim.
SORU 3: Bir zaman makinası olsaydı ve geçmişe gidebilme şansınız olsaydı hangi tarihi olaya
tanıklık etmek isterdiniz?
İnsanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar tarih öncesi ve tarihi çağlarda, tarihin akışına etki
eden birçok olay yaşandı. Bunlar arasında tabi ki benim de merak ettiğim birçok olay mevcut.
Mezopotamya’ da Sümerlerin ilk şehir devletlerini nasıl kurduklarından tutun da, Roma tarihini,
Fransız İhtilali ya da I. ve II. Dünya Savaşı’nda yaşanan olayları hep merak etmişimdir ve merak ettiğim
konuları araştırarak bunlara cevaplar bulmaya çalışmışımdır.
Bir zaman makinesi olsaydı ve geçmişe gidebilme şansım olsaydı; demokratik devlet anlayışının en
güzel uygulandığı, insan unsuruna verdiği değer ile çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı en iyi şekilde
gerçekleştiren Cumhuriyetin ilan edildiği güne tanık olmak isterdim.
SORU 4: Türkiye tarihi bakımdan oldukça zengin bir ülke. Şimdiye kadar gezdiğiniz yerlerden sizi en
çok etkileyen yer neresi oldu ?
Anadolu’nun yüzyıllardır birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olması, ülkemizin eşsiz birçok tarihi
esere sahip olmasını sağlamıştır. Ne şanslıyım ki tüm Türkiye’de 63 ilde 134 tane Bahçeşehir Koleji
kampüsümüz var. Ben de kampüslerimizi sıklıkla ziyaret ederim ve kampüs ziyaretlerim esnasında
fırsat buldukça ülkemizdeki bu eserleri görme imkânım da oldu. Bunlar arasında 2015 yılında
UNESCO Dünya Miras Listesine girmiş olan Antik Yunan, Helen ve Roma uygarlıklarının izlerini taşıyan
Efes Antik Kenti ve birçok dil, din ve kültür mozaiğiyle farklı tarihsel süreçlerden geçmesine rağmen
birlik ve beraberliğin sergilendiği Mardin kenti beni en çok etkileyen yerler arasında olmuştur.
SORU 5: Kendinize rol model aldığınız tarihi bir kişilik var mı? Hangi özelliklerinden etkilendiniz ve
kendinize yakın buldunuz?
Toplum tarafından kabul edilmiş, örnek davranışlar sergileyen kişiler rol model olan kişilerdir.
Hayatımın farklı aşamalarında bende farklı kişilerden etkilenmişimdir. Bunu sadece tarihi kişilik olarak
değerlendirmek istemem. İlk başta annem rol model olmuştur, özverili, sevecen, yardımsever kişiliği
ve adaletli yaklaşımı benim de kişisel özelliklerimin temelini oluşturuyor.
Öğrencilik yıllarımda tarih öğretmenimiz gökyüzünde cesareti ile süzülen, dünyanın ilk kadın savaş
pilotu, Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in hayat hikayesini anlattığında çok etkilenmiştim.
Sonrasında araştırdığımda başarılı bir öğrencilik hayatı, yeni bir dil öğrenme gayreti ve Fransızca’sını
geliştirmek için bir süre Paris’te yaşaması, hayallerinin peşinden koşması, cesaretli ve planlı yaklaşımı
beni etkileyen ve sanırım kendime benzettiğim özellikler olmuştu.
SORU 6: Aklınızda kalan etkilendiğiniz ve bizlere önerebileceğiniz bir tarih konulu film veya kitap
var mı?
II. Dünya Savaşı sırasında Polonyalı ünlü piyanist Wladyslaw Szpilman’ın anılarını anlattığı gerçek bir
dramı konu alan “piyanist” filmi beni etkileyen ve önerebileceğim bir film.
Kitap konusunda iyi bir okuyucu olduğumu söyleyebilirim. Amin Maalouf’un Semerkant’ı keyifle
okuduğum kitaplar arasında olduğu gibi Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetimizin kuruluş sürecinin
anlatıldığı Nutuk kitabını da herkese öneriyorum.
SORU 7 : Her konuda öncü olan Bahçeşehir Koleji olarak gelecek dönemde tarih dersi ile ilgili bir
planlamanız var mı?
Öğrencilerimizin tarih derslerine olan ilgi ve motivasyonu artırmak ve onların sosyal ve zihinsel
becerilerini geliştirmeye yönelik tarihi olayların simülasyonları olan sınıfların oluşturulması ve
metodbox sistemimiz içinde konu anlatımlarımızın animasyon içerikleri ile desteklenmesi yapacağımız
çalışmalar arasında yer alıyor.
SORU 8: Röportajımızı bitirmeden önce öğrencilerinize iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Tarih sürekli gelişen ve değişen bir süreçtir. Dünü anlamak, bugünü doğru yorumlamak geleceğe ışık
tutacaktır. Bu doğrultuda tarihin sadece bir ders olarak değil de hayat akışında bir kılavuz olarak
değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Daima araştıran, sorgulayan, keşfeden bireyler olup
bilimin ışığında ilerlemeye devam etmenizi diliyorum.
Hazırlayanlar: Selin Ece Türel 9/ FT B
Ceren Vuranok 9/ FT B
Duygu Şavran 9/ FT B
Antalya’nın Manavgat ilçesinde bulunmaktadır. İsmini Luvice dilinden alan ve “nar” anlamına gelen
Side’nin tarihi, milattan önce 7.yüzyıla dayanmaktadır. Yarımada üzerindedir.
Apollon Tapınağı
Tarihi Hititlere kadar uzanan Antik Kent; Lidya Krallığı, Persler, Büyük İskender, Ptolemaioslar,
Seleukoslar, Bergama Krallığı, Roma İmparatorluğu ve Suriye Krallığı gibi devletlerin egemenliği
altında günümüze kadar çok çeşitli eserler bırakmıştır.
Büyük İskender zamanında sikke basım merkezi olmuş, MÖ 2. yüzyılda güçlü savaş filoları sayesinde
en parlak dönemini yaşamıştır. İmar edilmiş, bilim ve kültür merkezi haline getirilmiştir. Bergama
Krallığı döneminde büyük ticaret donanmasına sahip olmuş ve refaha ulaşmıştır. Roma döneminde
bölgenin ticaret merkezi haline gelmiştir. Suriye Kralları’ndan Kral Sidetes’in ismi, tahta geçmeden
önce burada eğitim görmesinden kaynaklanmaktadır.
4. yüzyıldan önce Side halkı; Athena, Apollon, Afrodit, Ares, Asklepios, Hegeia, Kharitler, Demeter,
Dionisos, Hermes gibi birçok tanrıya inanmıştır. MÖ 5. yüzyılda halk Hristiyanlaşmaya başladıktan
sonra kent, Piskoposluk Merkezi- Pamfilya Metropolisi- haline gelmiş ve tekrardan parlak bir dönem
yaşamıştır. MS 7. yüzyıldan sonra Haçlı Seferleri, Arap Akınları; Rodos, Venedik, Ceneviz ve Kıbrıs
Korsanlarının saldırıları ile zarar görmüştür. İstilalar sonucu zarar gören kent, terk edilme noktasına
gelmiştir ve yerli halk Antalya’ya göç etmiştir. Zarar gören kenti Ünlü Coğrafyacı İdrisi “Yanmış
Antalya” olarak tanımlamıştır. 12. yüzyılda Side tamamen boşaltılmıştır. 13. yüzyılda Selçukluların
egemenliği altına girse de yerleşim olmamıştır. 15. yüzyılda Türk topraklarına katıldığı kesinleşmiştir.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yerleşim olmadığı için bu dönemlerin izlerine rastlanmamıştır.
1895 yılında Yunan İsyanı sonucu Girit Adası’ndan gelen Giritli Müslüman Türkler, yarımadanın uç
kısmına bir köy kurmuşlardır. Bu köy, zaman geçtikçe büyüyerek “Selimiye” adını almıştır.
Side Antik Kent’i mimari açıdan inceleyecek olursak günümüze birçok mimari eser bıraktığını
gözlemleyebiliriz. Apollon-Athena Tapınağı, Side Antik Tiyatrosu, Anıtsal Çeşme, Dionysos Tapınağı,
Liman Hamamı, Güney Bazilikası, Devlet Agorası, Psikoposluk Sarayı, Nyphaeum gibi birçok mimari
yapı geçmişin izlerini taşımakta ve ziyaretçileri tarafından yoğun ilgi görmektedir.
Side Antik Kent- Giriş Kapısı
Side Antik Tiyatrosu, Kolezyum Roma mimarisi ile benzerlik taşımaktadır. Geç Roma Dönemi’nde
gladyatör ve hayvan dövüşleri için kullanıldığı bilinmektedir.
Side Antik Tiyatrosu
Kazılardan çıkan kalıntı ve eserlerin bazıları koruma altında olmakla birlikte bazıları ise ziyaretçilerin
görebileceği şekilde sergilenmektedir. Her yeni kazıda ortaya çıkan yeni kalıntılarla bu güzel nadide
kentin sahiplik etmiş olduğu dönemlerin izlerine rastlanmaktadır. Yerli halkın şu anda bile yaşam
sürdüğü ahşap ve taştan evlerin bulunduğu, restorasyonların devam ettiği sokaklara girdiğinizde her
bir sokağın tarih koktuğunu, Akdeniz’in serin esintisini yaşayacağınız ılıman bir iklimin hakim
olduğunu, yazın dünyanın dört bir yanından gelen rengarenk turist popülasyonuyla ana caddeden
limana salınan caddede birçok hediyelik eşya dükkanı olduğunu görebilirsiniz. Limandan Apollon
Tapınağı’na doğru giden yolda oturup deniz manzarasına karşı harika bir tatil yapabilirsiniz. Giritli
Kahvesi’nde bir fincan Giritli kahvesi içip, limana kenetlenmiş gemileri ve Akdeniz’in derin mavisini
izleyip huzur bulabilirsiniz. Her sokağa farklı çiçek isimlerinin verildiğini fark edebilirsiniz. Kışın çok
daha sakin ve boş sokakların, yazın ne kadar enerjik ve kalabalık olduğunu söylemeden geçmeyelim.
KAYNAKLAR:
https://tr.wikipedia.org/wiki/Side
https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/antalya/gezilecekyer/side-1
https://www.antalyagezirehberi.net/side-antik-kenti.html
https://www.arkeogezgin.com/side-antik-kenti/
http://antalyaekspres.com.tr/roportaj/haber/antik-mola/249636
https://seyyahdefteri.com/side-antik-kenti-nerede-nasil-gidilir-giris-ucreti-ziyaret-saatleri/
https://www.arkeogezgin.com/side-antik-kenti/
http://antalyaekspres.com.tr/roportaj/haber/antik-mola/249636