İris Dergisi ©️ 2021
Yaşar Acar Fen Lisesi
Yaşar Acar Fen Lisesi
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
İRİS
Yaşar Acar Fen Lisesi Dergisi | Yıl:3 Sayı:3
Arda Güven•Berat Efe Özyılmaz•Berit Şeyma Alçiçek•Betül Bayazıt•Burak Mustafa Karakaya•Buse Teke
Caner Karahan • Ceren Dağdelen • Ece Işık • Ece Işık • Elif Ardal • Elif Bahar Taş • Elifnaz Altun
Enes Efe Bilge • Erol Kömür • Hayrunnisa Koçyiğit • Nevin Berra Gündoğdu • Ogün Gençtürk
Orhan Kaya • Seda Nisa Çavuşoğlu • Serdar Arif Çınar • Yahya Numan İncirkuş • Yiğit Atlas
03/2021
Aytaç Özdemir
AH KASPAROV !
Buğulu camları elleriyle silip dışarıya bir göz attıktan sonra adam çalışma masasına oturdu.
Dışarının kasvetli havasının verdiği can sıkıntısı ile masada duran iki dergiyi karıştırmaya başladı.
O ara televizyondan son dakika haberleri geçiyordu. Dünyaca ünlü satranç ustası Garry Kasparov,
Bilgisayar Deep Blue ile yaptığı satranç müsabakasında yenilmişti. Yapay zeka Deep Blue,
insanı yenmişti. Sanayi inkılabı ile başlayan makine ve insan arasındaki mücadele yeni bir safhaya
geçiyordu. Adam bir taraftar algısıyla masaya baktı. Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha”
şiirindeki gibi masaya aklında olup bitenleri koydu. Uykusunu, uyanıklığını, yasak meyveyi…
Yapay zekanın insanı yeni bir serüvene götüreceği endişesiyle “Ah Kasparov açaydın kollarını
müsaade etmeyeyedin!” der gibi masadaki Tübitak dergisini karıştırmaya başladı. Dergi gelecekte
sürücüsüz araba, uzayda yeni yaşam, dijital para, yapay et, insansı robotlardan bahsediyordu.
Sayfalardaki teknolojinin son robotu Asimo’ya bakıp bundan insanımsı bir şey çıkmaz diyerek
olan bitenin bilim kurgudan ibaret olduğunu düşündü. Masadaki ikinci dergi İRİS’e gözü takıldı.
Kapakta Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü” dizesi dikkatini çekti. Pozitivist
bir mantık örgüsünde bu söylemi kafasına oturtamadı. Meraklandı ve dergiyi karıştırmaya
başladı.
Sevgili okur, kahramanımız dergiyi karıştıradursun. Bizler bir sabah yeni normal ile birlikte bugüne
kadar sahip olduğumuz birçok birikimi köşeye koyarak damdan düşer gibi salgın sürecine
alışmaya çalışıyoruz. Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelere ve çağa ayak uydurarak oluşabilecek
yeni durumlara karşı her zaman hazırlıklı olmak gerektiğini bir kez daha tecrübe ettik.
Şüphesiz ki dünya yeni bir yöne evriliyor. Yapay zeka ile oluşan yeni düzende kaygılanarak değil
adapte olarak, üreterek yerimizi almalıyız.
Diğer taraftan insanlık, insandan vicdanlı bir meziyetle insanı yaşatmasını bekliyor. Savunmak
gerekiyor insanı ki en kadim yöntem insan sıcaklığını duyumsatabilmek veya duyumsayabilmektir.
Bu savunmanın da en iyi yolu sanat ve edebiyat… Öğretmen ve öğrencilerimiz insan sıcaklığını
hissettirmek adına İRİS dergisi ile evinize misafir oluyor. Dergimizin yayımlanmasında
emeği geçen herkese çok teşekkür ederim.
Yeni sayılarda buluşmak üzere….
2 / İRİS
İÇİNDEKİLER
B İ R VATAN I Y Ü R E Ğ İ N D E TAŞ I YA N Ş A İ R : M E H M E T Â K İ F 4
MEHMET ÂKIF ERSOY 6
YÜRÜMEK DEĞİL BU ARKADAŞ 7
DÖRT DUVAR 8
MERHABA SEVGİLİ YAFL’LI 9
2021 YUNUS EMRE VE TÜRKÇE YILI 10
150 YILLIK BİR MACERANIN ÖYKÜSÜ 12
BİZDEN GİDENLER 16
TÜBİTAK PROJESİ 18
MUSTAFA 20
KEŞİF 24
UZAKLARI YAKIN ETTİK 26
YA PAY Z E K A V E R O B OTL A R 3 2
EN MUTLU GÜN 33
BEYAZ ÖRTÜ 34
SAHİLDEKİ ASTRONOTLAR 35
BEŞİKTEN KARA TOPRAĞA 37
İSTANBUL'U OKUYORUM 38
EN GÜZEL HİTABINLA MANZUBELERİN 39
KARADAKİ ÇIRPINIŞ 40
FİTOVİD 41
KORONAVİRÜS 42
YAŞAR ACAR FEN LİSESİ OKUL DERGİSİ
YIL: 2021
İmtiyaz Sahibi
Aytaç Özdemir
Genel Yayın Yönetmeni
Gonca Selimoğlu
Sanat Yönetmeni
Emre Karataş
YAYIN KURULU
BİRGÜL KOYUNCU
DİLEK ÖZDEMİR
GONCA SELİMOĞLU
•
TURGUT TORUK
Çizer / İllüstratör
Üveyş Erkol, Emre Karataş
İRİS / 3
Hâk Şairi, Halk Şairi, Kur’an Şairi,
İstiklal Şairi Âkif
Cumhurbaşkanlığımız tarafından 2021 yılı ‘’ İstiklal Marşı Yılı’’ ilan
edildi. Bu çerçeve de anma etkinlikleri ve törenler düzenlendi. Bizler
de dergimizin bu sayısında Âkif ’e yer vermek, onu anmak ve anlamak
istedik. Âkif ’in sevdası vatandır. Allah hepimize Âkif ’in sevdasıyla
dertlenmeyi nasip etsin…
MEHMET
Sahipsiz vatanın batması haktır
Sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır!
ÂKİF ERSOY
4 / İRİS
BİR VATANI YÜREĞİNDE TAŞIYAN ŞAİR:
MEHMET ÂKİF
Elif Ardal
Bir insan en fazla ne yapabilir vatan uğruna? Hiç düşünmeden canını verir elbet,
peki ya sonra? Vatan silahla, topla, tüfekle savunulur da en cengaver bileklerde,
peki herkeste var mıdır fikri, kalemi sallamak “medeniyet dediğin tek dişi kalmış
canavar”a silah diye? Mehmet Akif ERSOY’un vatan sevgisi öyle bir sevgiydi işte.
Milli Mücadele bu topraklarda yaşayan her evladın davası oldu olmasına da,
onun davası çok önceden dağlandı yüreğinde 1910 ‘da belki de hiç gidip görmediği
baba toprağında. Arnavutluk da vatandı o zamanlar, onun derdi zaten vatan oldu
hep, gerisi teferruat. Çünkü biliyordu sonradan olacakları, hangi çılgının ona zincir
vurmaya yelteneceğini; biliyordu ve susmuyordu. Beyazıt Camii Külliyesi’nde,
Fatih Camii’nde, Zağnos Paşa Camii’nde haykıra haykıra taştı vatan sevgisi diline,
yetmedi kaleminden akıttı kâğıda, vatan aşkı destan oldu dillerde, önce kağıda,
sonra koca taşların üzerine yazıldı. O destan önce “Çanakkale Şehitlerine”ydi sonra
“Bülbül”. En nihayetinden meşakkatli günlerin birinde taştı vatan sevdası kalemine;
kağıt yetmedi, doldurdu bir tekkenin küçük odasının tüm duvarlarını. Öyle bir
destan ki o, önce Mehmet Akif ’in yüreğinde yeşerdi, sonra kaleminde bin yıllık
çınar oldu. Şimdi ise hala dilinde her bir minik ağzın, her süngüsünde şehit olan
askerin ve her “Ben Türk’üm” diyenin. Bu vatana en büyük hediyesidir “Allah bir
kere daha yazdırmasın” dediği İstiklal Marşı Mehmet Akif ’in.
İşte bu yüzden sadece şair değildir Mehmet Akif. Uğrunda can verdiği her evladıdır
bu vatanın. Toprağı sıksan fışkıracak şühedâdır. Sesidir Âsım’ın neslinin,
kalemidir her vatan için kendini feda edenin. Bu millet için vatan sevgisi Mehmet
Akif ’tir. Çünkü her bir Türk’ün yüreğinden geçen, onun zaten yazdığı dizeleri, yurdun
dört bir yanında Milli Mücadele için sarf ettiği her kelimedir.
İRİS / 5
Mehmet Âkif Ersoy
Ogün Gençtürk
O Mehmet Akif ’tir ki
Sözünün eridir.
Sırf söz verdiği için
Karda kışta yol gidendir.
O Mehmet Akif ’tir ki
Çok yönlülük abidesidir.
Kendisi hem şair
Hem baytar hem de milletvekilidir.
O öyle vatan aşığıdır ki
Para için marş yazmaz.
Gerekirse giyecek paltosu olmaz
Öleceğini bilse bile para için İstiklal Marşı yazmaz.
O öyle mütevazıdır ki,
Yazdığı marş mecliste
Coşkuyla iki defa okundu diye
Utanıp iki büklüm olandır.
Bizzat kendi yazdığı marşı.
Kendi eseri olarak görmeyendir.
O öyle bir karakter,
Öyle bir insandır ki
Herkesin benzemesi gereken örnek insandır.
O bu vatana gönülden bağlı bir Hâk aşığıdır.
6 / İRİS
YÜRÜMEK DEĞİL BU ARKADAŞ
Arda Güven
Önce cefa sonra hakimiyet,
Sonra can önce millet,
Eğer istiyorsan vatan uğruna ölmek,
Bedenini değil, ruhunu Hâkk’a teslim et.
Kapında seni bekliyor bir gölge.
Söylüyor: “Aç kapını, direnemezsin düşman mermisine.”
Oradan da bir ses karşılık verir gölgeye,
“Bizim hiçbir şeyimiz önemli değildir, vatandan öte.”
Mutlaka direnmeliydi, sonunda bir kurtuluş vardı.
Yetişti Türk askeri; dağıttı karanlığı,
Kurtuluş mücadelesi de böyle olacaktı.
İşgallere aldırmadı; yetişti Mustafa Kemal,
Karanlığı aydınlattı.
Ne ev verecek bir tutum vardı, ne vatan,
Durma, koş! Çok uzakta değil istiklal,
Korkma, gelsin istediği kadar düşman,
Unutma Mustafa Kemal’i var bu halkın.
İRİS / 7
DÖRT DUVAR
Ece Işık
Özlem akıyor kan yerine damarlarımda.
Bakışlarım soluk,
Anlam veremiyorum
Bu dört duvar arasında.
Kırılan arkadaşlıklar karşıladı sonbaharımı,
Ağaçlar da çırılçıplak.
Ben miyim o ağaç?
Sayılı yaprağıyla sallanan o dal,
Ben ve sevdiklerim mi yoksa?
Yavaş yavaş anlam buluyorum
Bu dört duvar arasında.
“Zaman” kavramını yitirdim
En son baharı karşılıyordum.
Doğum yıldönümümü, ilkbaharımı…
Ben; baharın çiçeklerini, yazın güneşini de görememişim!
Uzun zaman olmuş demek ki!
Üç ay? Altı ay? Bir yıl…
Bu dört duvar arasında.
Bakıyorum da
Gidecek bir okul yolum yok
Üşütecek bir soğuk hava,
Yanında ısınacak bir okul kaloriferi,
“Bugün de çok yoruldum.” diyecek bir günüm yok.
Vücudumda bir ağırlık…
Ancak sebebi;
Bu dört duvar arasına sıkıştırmam
Gençlik ateşini.
Bu dört duvar
Çok şey öğretti benliğime.
Çıktığım keşifler
Hayal dünyamın basamakları,
Yolum uzun
Yürümeliyim.
8 / İRİS
Farkındayım ki;
Yeryüzüne olan özlemim bitmeyecek
Ona doyamadıkça.
Yine o ağaçla birleşecek ruhum.
Yapraklar azalıp çoğalacak
Belki fırtına, yaşam sınavım olacak.
Ancak beni merak ederseniz;
Gidemiyorum, buradayım
Bu dört duvar arasında.
Merhaba Sevgili YAFL’ lı
Erol Kömür
21. yüzyıla 21. yüzyılda merhaba diyen şanslı kuşak… 20. yüzyılı ve 21. yüzyılı görme bahtiyarlığına
sahip geçen asrın temsilcileri olarak bizlerin şanslı olduğunuza, sizleri tanıma fırsatına sahip olduğumuz
için de şanslı olduğumuza inanıyoruz.
Mikro alemden makro aleme keşiflerin birbirini kovaladığı, seyyahların yıllarca tamamlayamadıkları
yolculukların birkaç saate indiği, yüzyıl önce dünya dışı yolculukların sadece bir hayal hatta ulaşılması
zor bir hayal iken bugün sıradanlaşmaya başladığı, doğal zekanın ürettiği yapay zekanın ürkütücü kabiliyetlere
kavuştuğu, makinelerin insanlardan daha kolay öğrendiği, nesnelerin insanlardan daha sorunsuz
iletişim kurduğu, insan ömrünün geride bıraktığımız çağlara göre en az bir misli uzadığı, dünya
mirasını ve zenginliğini prensipte de olsa birbirimizi boğazlamadan barış içinde paylaşmayı kabul ettiğimiz
bir çağın çocuklarıyız… Şanslıyız!
Şanslıyız! Fakat, küçük bir sorunumuz var. İnsan ırkı yok olma tehdidi altında. Hem de gözle görülmeyen
varlıklar tarafından. Şaka gibi değil mi? Gözle göremediğiniz varlıklar 7 milyarlık insan ırkının topyekün
varlığını tehdit ediyor. Ama şaka değil… Acıları ve dramları bu dergiye sığmayacak kadar büyük
bir gerçek. Aslında bu tehdit hep vardı. İnsan ırkının yok olma tehlikesi bu dünyada yaşamın başladığı
andan itibaren hep vardı. Canlı varlıklar için bu dünyada yok olma tehdidi hep vardı. Hatta, bazı türler
bu tehdide boyun eğmek zorunda kaldılar. İzlerini fosillerden takip edebiliyoruz.
Canlıların dünya üzerindeki var olma mücadelesinde en tecrübeli ve en başarılı türlerden biri insan
ırkıdır. Varlığımız bu iddianın en büyük delilidir. İnsan ırkının biriktirdiği tecrübe ki ona ister tarih, ister
kültür, dilerseniz sadece birikim deyiniz… Bize bu mücadeledeki başarının sırlarını fısıldıyor, zaman
zaman da haykırıyor. Mücadelede başarıya götüren ve bizim yakalayabildiğimiz güçlü özelliklerimiz;
akıl, bilim, inanç, azim, ümit, estetik, sanat, sosyal hayat, ortak sorunlara ortak çözümler bulma, adalet,
acıda/kederde/sevinçte/tasada ortak dil kullanımı ve paylaşmak; bilime, kültüre, sanata, inanca, temel
ihtiyaçlara dair ne varsa hepsini paylaşabilmek… Hayata dair ne varsa paylaşabilmek… İnsan ırkının
hayatta kalmasına, varlığını devam ettirmesine güç veren özellikler… Özelliklere ekleme yapmak detaylandırma
yapmak mümkün.
Pandemi, insana felsefenin asırlardır sorduğu ünlü soruyu tekrar hatırlattı; ben kimim? Evet, bu soruyu
cevap arayan, “soru”nun ürettiği pek çok sorunun üstesinden gelmeyi başaran insan hasarlarıyla ve
kazanımlarıyla kovid-19 pandemisinin de üstesinden gelecek. Süreç yorucu ve yıpratıcı olmakla birlikte
sorunlarla baş etme beklenmedik krizlerle başa çıkma tecrübelerimizi kazanımlarımızı güçlendirdiği
de ortada…
Birey olarak küçük bir yoklama yapmak güçlü yönlerimizi görmeye zayıf yönlerimizi güçlendirmeye
yardımcı olabilir… Aklın yapabileceklerine, bilimin çözümlerine güveniyor muyuz? Geleceğe dair hayallerimizin,
ümitlerimizin pırıltısını hissedebiliyor muyuz? duygularımızı ve düşüncelerimizi yansıtan
ince zevklerimiz var mı? sosyalleşmenin, iletişimin gücünün farkında mıyız? tasayı, hüzünü, sevinci,
mutluluğu bizimle paylaşanlara biz de kapılarımızı aralayabiliyor muyuz? Paylaşırken adil miyiz?
Sorunları aşmada kararlı mıyız?
Çok fazla vaktinizi almayacak küçük bir yoklama… Bazı soruların cevapları belirsiz ise o soruların
belirsizliğini sona erdirecek yine bir insan… Bildiğiniz, tanıdığınız, güvendiğiniz insanlar… Aklın, bilimin,
varlığın ve varlığının farkında olan insanlar… Onlar ile iletişime geçmekten çekinmeyin...
Pandemi hepimize çok şey anlattı! Çok şey öğretti! YAFL ailesinin sıradan bir bireyi olarak en iyi anladığım
şey; birbirimizi ne kadar çok sevdiğimiz… Kapıdan giren her bir öğrencinin, her bir öğretmenin,
her bir velinin ayrı ayrı mutluluk kaynağı olduğunu… Yüzümüzde taşıdığımız tebessümün gönlümüzdeki
havzına akan ab-ı hayatın sebilinin sizde olduğunu…
Sevdiğimizi, sevildiğinizi hatırlatır… Tüm sevdiklerinize sağlık ve afiyet dilerim.
İyi ki varsın YAFL, iyi ki varsın YAFL’ı, iyi ki YAFL’lıyız…
İRİS / 9
YUNUS
EMRE
2021 YUNUS EMRE VE TÜRKÇE YILI
BÜTÜN ZAMANLARIN OZANI YUNUS EMRE
" Yunus, üç zamanın geçmişin, şimdinin ve geleceğin
şairidir "
Yunus, mısralarıyla çağın aşk hocasıdır. Muhabbet rehberidir. Sevgi
elçisidir. Hem Hâkk’a hem de doğruluğa, iyiliğe ve güzelliğe, bu değerlerin
hâkim olduğu bir dünyaya ulaşmak konusunda yol gösteren bir
uyarıcıdır.
"Yunus Emre her şeyden evvel tasavvuf düşüncesinin adamıdır. Onda
tasavvuf kaos içindeki bir toplumda kozmoza varan bir yoldur."
Yunus Emre’nin şiirlerindeki insan ve doğa sevgisi;hoşgörü, barış ve
kardeşlik duygu ve düşüncelerinin yüzyıllar boyunca pek çok dilde ve
kültürde kabul görüp yayılmış olması sebebiyle UNESCO, 1991 yılında
750. Doğum Yıl Dönümü’nü kutlamış, şimdi de 2021 yılında 700.
Vefat Yıl Dönümü’nde de anmaktadır.
UNESCO’da hem doğum hem de vefat yıl dönümlerinde anılan kişi
sayısının azlığı dikkate alınırsa, Yunus Emre’nin evrensel değeri ve bu
değerin gördüğü kabul daha iyi görülmektedir. Yunus Emre, Allah ve
insan sevgisiyle tüm herkese örnek olmuş usta bir tasavvuf şairidir.
10 / İRİS
BİR KOCA ÂŞIK
Berat Efe Özyılmaz
Anadolu’nun bağrından kopup gelen Yunus Emre… Milyonlarca insanın kalbinde taht kuran Yunus
Emre… Tasavvufi konularda âşıkların ustası Yunus Emre… Her konuyu satırlarına nakış işler gibi işleyen
Yunus Emre… O kendi deyimiyle “Bir Koca Âşık”, ya da “Âşıkların Kocası”…
13. yüzyıl ortalarında dünyaya geldi usta âşık Yunus Emre. Ankara Nallıhan’daki Tapduk Emre dergâhında
olgunluğa erişir, manevi yükselişini yaşar adeta. Eğitimi konusunda pek bir bilgi yoktur ancak iyi bir tahsil
almıştır. Her biri birbirinden etkileyici şiirlerine giren Farsça ve Arapça kelimeler, onun dil bilgisinin üstünlüğünü
de gösterir.
Yaşadığı zamanda Anadolu zor dönemler geçirmesine rağmen Anadolu’nun üstüne bir güneş misali
doğmuştur Yunus Emre. Allah sevgisi, aşk, güzel ahlak ve özellikle İslam tasavvufu hakkında yazdığı şiirler
günümüzde, öldükten 600 sene sonra bile milyonlarca insanın dilinde, milyarlarca Müslümanın ise kalbinde
yaşamaktadır. Dizelerini okuyan birçok insan ise ünlü bir şiiri olan “Yaradılanı Severiz Yaradan’dan
Ötürü” şiirindeki dizeleri yaşam felsefesi olarak benimsemiştir. Bu etkileyici şiirden bir dörtlük paylaşmak
isterim:
Yunus Emre ne demiş şöyle kulak verip dinle,
Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü.
İnsanoğlunu sevip onlara söylemiş canla,
Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü.
Yunus Emre günümüzde birçok sanat eserine konu olmuştur. Heykelleri, hayatının anlatıldığı diziler,
biyografi tarzında büyük aşığın konu alındığı kitaplar, belgeseller ve daha nice eserler… Ancak hiç kimse
bu eserleri okuyarak Yunus Emre’yi anlayamaz. Yunus Emre gibi düşünebilmek, “Âşıkların Kocası” gibi
hissedebilmek, dünyaya aynı gözden bakabilmek için yazdığı semaileri, gazelleri okumak, bunların mana
ve verdiği nasihatleri yüreğimizin derinliklerinde hissetmemiz gerekir. Gerçekten Yunus Emre büyük bir
âşıktır.
2021 yılı UNESCO tarafından “Yunus Emre’nin Vefatının 700. Yıl Dönümü” olarak adlandırılmıştır. Bu özel
yılda “Bir Koca Âşık” Yunus Emre’nin adından daha sık bahsedilmeli, etkileyici, insanın kalbine nakış gibi
işleyen şiirlerinin her yerde okunması taraftarıyım. Kısacası bu vesileyle “Aşıkların Kocası” Yunus Emre ve
bize bıraktığı en güzel miras olan şiirleri tüm dünyaya duyurulmalı, tanıtılmalı ve insanları etkilemesi için
elden gelen ne varsa yapılmalıdır diye düşünüyorum.
İRİS / 11
150 YILLIK BİR MACERANIN ÖYKÜSÜ
Orhan Kaya
Matematik Öğretmeni
1 - Jules Verne ve Ay’a Yolculuk
İlkokul öğrencisiyken o okul grubuna ait kitaplardan en çok dünya klasikleri
ilgimi çekmiştir. Tabii bunların içerisinde de en çok Fransız yazar Jules
Verne’nin eserlerine daha tutkulu olmuşumdur. Neleri hayal edip de yazıya
dökmemiş ki büyük yazar; Seksen Günde Devrialem, Balonla Beş Hafta,
Dünyanın Merkezine Yolculuk, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Michel
Strogof, Robensonlar Okulu.... Ve daha sayamadığım efsane kitaplar. Şu
son zamanlarda İş Bankası yayınlarından Jules Verne’nin Ay’a Yolculuk kitabını
aldığımda içimden şöyle bir düşünce geçti: “Yahu çocuk kitabı aldın
ne yapıyorsun geçmişe mi döndün kendine gel. ” Ama kitaba başladığımda
durumun öyle olmadığını gördüm. O düşünce mazide kalmış çünkü ilkokula
yönelik çocuk klasiklerinin yapısı ve içeriği bellidir zaten.
Jules Verne bu kitabını 1865 yılında yayımlamış. Ama gelin görün ki kitapta
neler yok ki!
Dünya’ dan Ay’a insanlı gülle yollama kararı alan bir kulübün maceralarını
anlatıyor. Ama Jules
Verne kitapta tartıştırıyor :
1. O kadar uzağa yollanacak güllenin çapı ve atış hızı ne olmalı derken fiziği sorgulattırıyor.
2. Yollanacak güllenin ince hesapları olmaz mı hiç tabii ki de bunların kanunu fizik olsa da hesabının temelindeki
Matematiği sorgulattırıyor.
3. Yollanacak güllenin yakıtı için ideal olarak kullanılacak barut benzeri bir kimyasala değiniyor ve burada Kimyayı
sorgulattırıyor.
4. Yollanacak güllenin Dünya'dan atılacağı ideal yer için 0-28 derece arası kuzey veya güney enlemlerine ait bir yer
hususu olmasına dayanak olarak coğrafyayı sorgulattırıyor.
5. Yollanacak güllenin atılacak bölgesi belirlendikten sonra o kadar büyüklükteki bir güllenin atım yeri için topografyayı
sorgulattırıyor.
6. Yollanacak güllenin atış menzili ve geçmiş yıllarda yapılan savaşlarda top atışının başarı olayı geri tepme manevrası
vb. kavramlarla tarihi sorgulattırıyor.
7. Ay'a gidecek olanların vücutlarında oluşacağı değişimlerden ötürü dünya şartlarının olmadığı durumda vücudun
uğrayabileceği tehlikelerle biyolojiyi sorgulattırıyor.
8. Böyle büyük bir güllenin yapım malzemesinin maliyetlerini çıkararak uluslararası bir proje olmasından ötürü
yardımda bulunacak dünya ülkelerinin yardımlarına değinerek ekonomiyi sorgulattırıyor.
Tüm bu maddelerde farkına varmadan okuyucuya çok şey kazandırıyor. Kitapta özellikle dünya devletlerinin bu
projeye verdikleri yardımlara değinirken özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun yaptığı bağışın ne kadar bonkörce
olduğunun sebebi de çok hoş bir durumdur.
“Osmanlı da çok eliaçık davrandı; aslında bu işle doğrudan doğruya ilgiliydi; gerçekten de, Ay, hem yılını hem de
oruç ayı olan Ramazan’ı düzenlemektedir. Dolayısıyla, bir milyon üç yüz yetmiş iki bin altı yüz kırk kuruştan daha
azını veremezdi ve bunu, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan kapıyı yöneten hükümetin baskısını hissettirecek bir ivedilikle
yaptı.” (Sayfa 90 işbankası yay.) Gerçekten kitabı okurken inanılmaz bir keyif aldım. Jules Verne’nin bunu yayımladıktan
104 yıl sonra ABD nin 1969 yılında Ay’a Apollo insanlı roketini göndermesi büyük yazarın ne
kadar öngörülü olduğunun göstergesidir.
12 / İRİS
Peki 104 yıl nasıl geçti Ay’a gönderilecek bir cismin ideal hızı ideal yapısı ideal yakıtı oradaki şartlara uyumu gönderirken
atmosferden geçmesi hadi ordan geçti diyelim Van Allen kuşağını geçmesi Ay’a varması çarpmadan inmesi
operasyon orası için bitince tekrar dünyaya dönmesi tekrar Van Allen kuşağından geçmesi atmosfere girmesi dünyaya
inmesi nasıl olacak ? Bütün bunlarda bir ince hesap olmaz mı gerçekten ? Ben bu sorulara yanıt arayıp araştırma
yaptığımda adı sanı duyulmamış bir mühendis çıktı cevap olarak ve bu büyük insanın hayatını öğrendiğimde de
şok oldum. 2. Bölümde bu şahısı tanıtacağım.
2 - İsmi Bilinmemiş Bir Dahinin Hayat Hikayesi
Jules Verne bir başlangıç yapmıştı insanoğlunun
aklına Ay’a seyahati getirmeyi başarmıştı. Ama romanındaki
gibi mermi veya gülle tipi bir düzenek
tabi ki de imkansızdır. Birinci bölümün sonunda
sorduğumuz sorulara cevap verecek ve yaşadığı
dönemin çok ama çok ilerisinde bir dahinin hayatını
inceleyelim. 1897 yılında Ukrayna’da doğan o
zamanki ismi Aleksandr Ignatyevitch Shargei o zamanın
Çarlık Rusya’sında çocukluk dönemini geçirmiştir.
Onun çocukluk dönemi tam bir talihsizliktir.
Beş yaşında annesini kaybeder babaanne büyütür
ama sonuçta öksüzdür. Nasıl bir dünyası var ki babasının
fizik ve matematik kitaplarına merak salar
kendini o dönemden bilime verir. 13 yaşında bu defa
babasını kaybeder bir yakını bakmaya başlar ilerleyen
yıllarda akademide okumasına destek olur.
Üniversitedeyken 1. Dünya Savaşı çıkar Çarlık Rusyası
hemen askere alır. Kafkasya cephesine düşer.
Cephedeyken tek derdi vardır o da: Dünya'dan Ay'a
gönderilecek bir uzay aracının nasıl olması ve Dünya'dan
kurtulma hızı Ay'a varması en iyi rotanın ne
olması gerektiğidir. Bunlarla ilgili çizimler yapar
karalamalarında, daha sonra bu karalamalar kitap
olacaktır. İnsanlığın Ay’a yapacağı yolculuğun başucu
kitabı olacak bu eseri cephede daha 20 yaşına
bile gelmemiş Aleksandr yazacaktır.
Savaş biter bitmesine ama bu defa ülkesi aynı ülke değildir. Çünkü rejim değişmiştir. Bolşevikler Aleksandr
artık burjuva sınıfından veya rejim karşıtı gördüğünden başı beladan kurtulmayacaktır. Bu korkudan ötürü
Polonya’ya kaçma girişiminde bulunur ancak sınır muhafızları tarafından durdurulur ve geri gönderilir. 1921
de ölmüş bir adamın kimliğini alarak artık o tarihten itibaren adı “ Yuri Vasilioviç Kondratyuk” olacaktır. 1925
yılında “Gezegenler arası Uzay Fethi” başlıklı el yazmasını tamamlar ve dönemin yetkililerine sunar. Tabii o tarihlerde
değil Rusya hiçbir ülkenin uzay programı yoktur. 1930 da mükemmel ötesi bir tahıl ambarı yapar ( aynı
zamanda mühendistir) ancak düşmanları çekemez ve kusur bulmaya çalışırlar NKVD (İçişleri Halk Komiserliği)
sabotajcı ilan ederek tutuklar. Kahramanımızı meşhur Gulag takımadalarına mahkum olarak gönderirler. Burada
kömür madenciliğinde kullanılmak üzere yine sıradışı bir makine tasarlar cezası mahkumluktan sürgüne
çevrilir.
1941 de Almanlar SSCB ye saldırınca bu defa 2. Dünya Savaşı'na katılmak zorunda kalır. Bir yıl sonra 1942 de
savaşta öldürülür. Maalesef ne kadar üzücü bir durum böyle bir dahinin iki dünya savaşına girip yaşasa daha
nice mükemmel şeyler üretecekken böyle serseri bir kurşunla hayatının son bulması.
İRİS / 13
Benzer çizimi 1.Dünya savaşı esnasında Kafkas Cephesi'ndeyken yapmıştır. Dünya'dan
Ay’a bir uzay aracını göndermek ve geri getirmeyi ortaya koyan bu yörüngeye “Kondratyuk
Rotası” denir.
3.Neil Armstrong ve Gerçekten Ay’a Yolculuk
İkinci Dünya Savaşı'nın en önemli etkilerinden biri roket teknolojisinin sonrasında
kullanılması olmuştur. Bu sebeple savaşın bitiminde ilerleyen yıllarda özellikle 1950
lerde ABD ve Sovyetler arasında inanılmaz bir uzay yarışları başlamıştı. Soğuk Savaş
dönemi diye adlandırılan bu dönemde uzay yarışındaki ilk başarı 1957 de Sovyetlerden
geldi.
İlk uydu fırlatma denemesi yapıldı ancak 23 gün sonra atmosfere girerek yandı. Ardından
Ruslar uzaya köpek yolladılar, fakat geri dönüş mekanizması yoktu. ( bu yarışta
SSCB 2-ABD 0) ABD ilk aracı 1958 de yolladı. Ardından Ruslar peş peşe uydu yolladılar
ve 1961 e gelindiğinde ilk kez insanlı uzay aracını yolladılar Yuri Gagarinle. Daha sonra
ilk kadın astronotu Valentina Tereshkova’yı Ruslar yolladılar. Bu savaşta Rusların Amerikalılara
ezici bir üstünlüğü olmuştur.
ABD bu savaşta geride kalmıştı bu dönemde yeni başkan Kennedy uzay programını
açıkladı ve Ay’a insanlı roket çalışmalarını kapsayan Apollo projesini başlatmış oldu.
14 / İRİS
Nihayetinde 1969 yılında astronot Neil Armstrong’un meşhur “Benim için küçük insanlık
için büyük adım” sözüyle Ay’a ayak basılmış oldu. ABD bu yarışta yaptığı bu hamleyle Rusların
önüne geçmiş oldu. Sonrasındaki üç yıl zarfında yine Ay’a insan yolladılar ama daha
sonra Ay projesinden tamamıyla vazgeçildi. Belki artık hedefe varılıp artık sıradaki hedefin
Mars olmasıdır. Aradan 51 yıl geçmesine rağmen Ay ötesi olumlu bir proje olmamıştır.
Ama bu kadar uzun yıllık bir süreçte Mars için çizimler stratejilerin olması da normaldir.
Bu sürece değinmem elbette konu ile ilgili olunca kaçınılmaz oldu. Ama ara detaylar
araştırılarak rahat öğrenebilinir. Asıl mevzumuz Neil Armstrong’un Dünya’ya dönüşünden
kısa bir süre sonra Sovyetler Birliğini ziyaret etmesidir. Bu mütevazi insan yaptığı
ziyaretle rekabette dostluk namına güzellik katmıştır. Özellikle de 2. Bölümde hayatını
anlattığımız dahi gizli kahraman Yuri Kondratyuk’un mezarını ziyaret etmesi. O büyük insanın
sayesinde bu projenin gerçekleşmesinin ayrı bir teşekkürüdür elbette. Belki de bu
iki insan da çocukluğunda Jules Verne’nin Ay’a Yolculuk eserini okuyup etkilendikleri için
Ay'a gidilmiştir.
İRİS / 15
Seda Nisa Çavuşoğlu
BİZDEN GİDENLER
Sarılmak kadar güzel bir şey yok bu dünyada. Birbirine kenetlenmiş ve sevgiyle
ısınan iki beden… Sence de akıl almaz derecede basit olup aynı derecede
huzur verici değil mi?
Sevdiğin, güvendiğin birisinin kollarında olmak, başını göğsüne yaslamak,
kalp atışını dinlemek… Sence de mutluluk verici değil mi?
Ya da ağladığın zaman yüreğindeki acıyı başka birisinin göğsünün oluşturduğu
baskıyla boğmak ve o kişide huzur bulmak… Çok güzel değil mi?
Gerçi bilemiyorum sanırım böyle hissediyor sarılanlar. En azından böyle
hissetmeliler bence. Sonuçta sarılacak kadar sevdiğin birisi var ve sen sarılabiliyorsun.
Çok güzel olmalı. Büyüleyici hatta…
Peki sarılmak neden bu kadar özel bir davranış? Neden bize huzur veriyor?
Doğruyu söylemek gerekirse bu yazıyı hazırlanarak yazmadım. Sarılmaya
en çok ihtiyaç duyduğum bir anda yazdım. Bu yüzden bilimsel bir açıklama
yapmayacağım. Sadece ben ve düşüncelerim olacak bu yazıda.
Bence kalplerimiz sarılırken birbirlerine en yakın hali alırlar ve aralarında
bir bağ oluşur. Bazılarında oluşur bazılarında oluşmaz nedeninin bilemiyorum
ama o bağın oluştuğu kişilerle gerçekten mutlu olacağını ve o kişilere güvenebileceğini
rahatlıkla söyleyebilirim.
Uçurumdan düşmek üzere olan biri tutunacak bir dal veya el ararmış gibi
kalbimiz de en güçsüz en mutsuz anında bağ oluşturmak ve kurtulmak için
aranır. Ve o bağ, o kurtuluş sarılmayla gerçekleşir.
16 / İRİS
Sarılmak öyle özel bir davranış ki sana gerçekleri gösterir. Hiç bilmediğin,
hissederek anlayabileceğin, gerçekleri bile… Eğer biri sana sarıldığında mutlu
oluyorsan ve huzur buluyorsan bırakma o kişiyi. O seni mutlu etmek için sarılmaya
devam edecektir. Sen de devam et.
Eğer kalbin uçurumdan düşmek üzereyken sana bir el uzatılıyorsa o eli tut ve
bırakma bir daha. O elin sahibine sonsuza kadar sarıl. Çünkü o kişi senin gerçek
dostundur.
O kişi, sana en kötü anında sarıldı ve sarılacak. Sen üzgünken sana sarılacak. Sen
mutluyken sana sarılacak. Sen heyecanlıyken, kırılmışken, korkmuşken, sevinçten
ağlarken sana sarılacak. Ve buna devam edecek, sana sarılmaktan hiçbir zaman bıkmayacak.
Bu yüzden çık dışarıya ve sarıl sevdiklerine. Sarıldığında mutlu olduğun kişiyi bul.
Bir bağ oluşsun aranızda. O bağ hiç kopmasın. Bir değil birden fazla bağ oluştur. O
bağlar sayesinde hiç kopma hayattan, hep gülümse, hep mutlu ol ve hep sarıl.
Benim yerime de sarıl insanlara çünkü ben sarılamıyorum:
Benim yerime de mutlu ol
Benim yerime de huzur bul
Benim yerime de boğ acılarını
Benim yerime de sarıl SEVDİKLERİNE
Çok geç olmadan git ve sadece sarıl belli mi olur belki o da bu yazıyı okumuştur.
İRİS / 17
Yahya Numan İncirkuş
Bir alanda uzman olmak bu alanda nitelikli 10.000
saati çalışarak geçirmiş olmak demektir. Yani uzmanlık
deneyimdir diyebiliriz. Tabi ki bu deneyim ne kadar
erken yaştan itibaren edinilmeye başlanırsa kişi meslek
hayatına o kadar önde başlar. Liselerarası proje yarışmalarının
da temel amacı budur. Bu yarışmalar öğrencilerin
uzmanlık yolunda ihtiyaç duydukları deneyimi
onlara Liseden (Hatta bazen ortaokuldan) itibaren vermektir.
Ancak bu deneyim doğrudan uzmanlık için gereken
nitelikli 10.000 saatin bir parçası olmayıp aslında
bu saatleri nasıl nitelikli hale getireceğimizin deneyimidir.
Peki meslek hayatına oldukça yararlı olan proje yarışmalarına
proje hazırlarken nasıl bir süreç işler? Bu
sorunun cevabını hazırladığım bir projenin ilk önce basamaklarını
açıklayarak daha sonra ise örneklendirerek
vermeye çalışacağım. Açıkçası bir proje hazırlarken en
zor kısım başlamaktır. Bunun sebebi uygun bir konu
bulmaktır. Yapacağınız proje orijinal olmalıdır ve bunun
için bol bol beyin fırtınası ve araştırma yapmak gerekli.
Tabi ki yapacağınız projenin ilginizi de çekiyor olması
gerekmekle birlikte yapılabileceğiniz ve ayakları yere
basan bir fikir gerekir. Daha sonra elinizdeki fikir özelinde
araştırmalar yaparak ve önceki araştırmalarınızdan
da yararlanarak fikrinizi bir tasarıma dönüştürmelisiniz.
Tabi ki bu tasarımı hayata geçirirken bir araştırma daha
yapmalı ve malzemeleri nasıl tedarik edeceğinizi planlamalısınız.
Daha sonrasında da ise elde ettiğiniz sistemi
belirli testlerle denemeli ve sonuçları raporunuzda
belirtip bulgularınızı değerlendirmeli ve sürecinizi detaylıca
raporunuzda anlatmalısınız.
Yukarıda anlattıklarım biraz yabancı kaldıysa bu normal
çünkü süreç biraz karmaşık işliyor. İşin güzel yanı ise
her yeni projede farklı şeyler öğreniyor ve her seferinde
basamakların biraz daha kolay gelmeye başladığını
görüyorsunuz. Dilerseniz yukarıda anlattığım sürecin
örneğini son yaptığım projenin aşamalarını kullanarak
örneklendireyim. İlk olarak bahsettiğim gibi fikri belirlemek
gerekiyor.
Projemde son zamanlarda çokça ilgimi çekmeye
başlamış olan termoelektrik jeneratörler üzerine bir
çalışma yapmak istiyordum dolayısı ile bu alanda
araştırma yapmaya başladım ve Science Advances
dergisinde yayımlanan bir makaleye denk geldim. Bu
makaledeki sonuçları (sonuçlara göre manyetik alan
ile bir termoelektrik etki oluşturulabiliyor) ve önceden
yaptığım araştırmalardan edindiğim bilgileri kullanarak
bir sistem tasarladım ve fikir vermesi açısından evdeki
malzemeler ile bir prototip hazırladım sonuçlar kötü
dahi olsa zaten evdeki malzemeler ile yapılabilecek de
budur diye düşündüm. Ardından da daha kaliteli malzemeler
tedarik edip bu malzemeler ile daha gelişmiş
bir prototip hazırladım ve deney düzeneğimi de geliştirerek
daha iyi sonuçlar elde ettim. 1. deney düzeneğimde
bir tarafı ocakta ısıtırken diğer tarafı buz ile soğutuyordum.
2. düzenekte ise bütün sistemi komple fırında
ısıtıp daha sonrasında ölçüm alacağımda bir tarafını
buz ile soğutuyordum. Ardından daha da üst düzey
malzemeler kullanıp sistemi son haline getirdim ve
bu durumda bir araba motoru üzerinde sabit duruyor
hem ısınma hem soğuma kendiliğinden ve son derece
etkin şekilde gerçekleşiyordu. Bu projeyi yaparken bazı
danışmanlık ve malzeme yardımları da aldığımı belirtmeliyim.
Tabi ki yukarıda anlattığım ve örneklendirdiğim proje
yapım aşamaları her proje deneyiminde daha da gelişmekte
ve bu bağlamda her ne kadar yapılan ilk projeler
bazen başarılı olamasa da zaman içerisinde gelişmektedir.
Örnek olarak kullandığım proje Enerji Bakanlığı
ve TÜBİTAK’ın ortak düzenlediği Liselerarası Enerji Verimliliği
Proje Yarışması’nda finalde 1. olmuştur. Ben
bu projeden önce farklı projelerde yapmıştım ancak
başarılı olan projem bu oldu çünkü önceden edindiğim
tecrübeleri bu projede kullanma şansım olmuştu. Bu
noktada şunu belirtmeliyim: Yarışmaların bizlere kazandırdığı
başarımların en büyüğü deneyimdir.
18 / İRİS
İRİS / 19
Dersten yeni çıkmıştım. Herkes okul bahçesinde toplanıyordu. Bahçede bir
öğrenci bir sıranın üzerine çıkmış,öğrencileri etrafına çağırıyordu. Yeteri kadar
kişi toplandığında gazetenin manşetini okudu:
-Kütahya Muharebesi’ni kaybettik.
Bu haberi duyan herkesin yüzü asılmıştı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Öğrenci de
gazetenin geri kalanını okumaktan vazgeçti.
Biraz sonra sınıfa çıktım.Sınıftaki bütün öğrencilerin yüzü asıktı. Herkes
düşünceli bakışlarla yeri izliyordu. Öğretmenin geldiğini bile fark etmemiştik.
O da masasına oturdu ve öğrenciler gibi derin düşüncelere daldı. Sessizliği,sınıfın
en çalışkan öğrencisi Mustafa bozdu:
-Belki savaşa katılabiliriz.
Bütün gözler Mustafa’ya çevrildi. O da öğretmene bakıyordu. Sınıfta tartışmalar
artmıştı. Bazıları bu fikri beğenmiş,bazıları ise okulda kalmaları gerektiğini
düşünüyordu.Biraz sonra öğretmen konuşmaya başladı:
-Bu kadar tartışma yeter. Eğer ülkenize hizmet etmek istiyorsanız,okuyun.
Cephe arkasında da hizmetinizi edersiniz.Sizler öğrencisiniz,asker değil!
Bu sözler üzerine Mustafa karşılık verecek gibi olduysa da vazgeçti. Öğretmen
de konuyu dağıtmak için dersi anlatmaya başladı.
Okul çıkışı eve doğru giderken Mustafa yanıma geldi:
-Peki sen ne düşünüyorsun Hasan,dedi.
Ben de cevap verdim:
-Ne düşünebilirim ki? Zor zamanlardan geçiyoruz. İnşallah muzaffer ayrılırız.
-Onu bırak şimdi. Bence savaşa katılmalıyız.
-Katılsak ne değişecek ki? İki kişi ülkeyi mi kurtaracağız sanki.
-Sadece iki kişi değiliz ki. Bizim gibi düşünen binlerce iki kişiyle kurtarırız evelallah.
20 / İRİS
-Diyelim ki gitmeye karar verdik. Bir şekilde silah da bulduk. Hadi bir şekilde ordu kampına
da gittik. Peki bizi orduya alırlar mı sence?
-Ülke zor durumda. Baksana savaşı kaybettik. Askere ihtiyaç var. Bizi kesin alırlar.
-O kadar kötü bir durumda olduğumuzu düşünmüyorum. Kusura bakma ama ben seninle
gelmeyeceğim. Çok istiyorsan kendin katılabilirsin.
Düşüncelerle birlikte evime daldım. Savaşa katılmak o kadar da kötü bir fikir gibi gelmiyordu.
Yavaş yavaş aklımda yer etmeye başlamıştı. Vatan görevi ne de olsa. Ancak ucunda
da ölüm olan bir iş bu. Anlık düşüncelere gelmez.
Bütün günüm bunu düşünmekle geçti. Bir yanım gitmeye kararlı,diğer yanım ise bu riski
göze alamamaktaydı. Biraz gözlerimi dinlendirdim. Gözümü açtığımda ordu kampındaydım.
Gece vaktiydi. Bölük komutanı endişeyle çadırından fırladı. Endişeli gözlerle birini
arıyor gibiydi. Bir süre sonra korkuyla bana seslenmeye başladı:
-Hasan! Neredesin evladım?
-Buradayım komutanım!
Birkaç saniye sonra tekrar sordu:
-Hasan! Evladım neredesin?
-Komutanım,buradayım!
-Hasan! Neredesin? Hasan,Hasan…
Derin bir nefesle ayağa fırladım. Tuvalete gittim, buz gibi suyla ayılana kadar yüzümü
yıkadım. Bölük komutanının bana seslenişini hala duyabiliyordum. Tuvaletten çıktığım
gibi dışarı fırladım. Nereye gittiğimi bile bilmeden sadece koşuyordum. Bir süre sonra,
Mustafa’yı gördüm. Hayal gördüğümü düşünerek gözlerimi ovuşturdum fakat o hala oradaydı.
O da korkuyla etrafa bakıyordu. Yanına koştum. Nefes nefese gördüğüm rüyayı anlattım.
O da rüyamı dinleyince şaşkına dönmüştü.
Biraz oturup sakinleşince üşüdüğümüzü fark ettik. Hemen Mustafa’nın evine gittik. Odası
beni hayretler içerisinde bırakmıştı. Benim odamda bayrak bile bulunmazken, onun
odasında yok yoktu. Sadece milli sembollere ayrılmış bir köşesi bile vardı. Bel hizasına
kadar yükselen, pek geniş sayılamayacak siyaha boyanmış ahşap bir masa… Biraz hırpalanmış
fakat boyası yeniydi. İki köşesinde iki küçük çekmece bulunuyordu. Soldaki çekmecenin
kulpu kopmuş, sağdakinin kulpundaki ay yıldız gözlerden kaçmıyordu. Masanın
üzerinde irili ufaklı bir sürü eşya vardı. Birbiriyle çarpışmış iki mermi, Osmanlı arması,-
bayraklar… Fakat bunların en dikkat çekeni hiç şüphesiz masayı tamamen kaplayan dünya
haritasıydı. Macaristan’dan Tebriz’e; Cezayir’den Kırım’a kadar uzanan devletin toprakları
kırmızı renkle boyanmıştı. İstanbul’un üzerinde ise büyük, siyah bir yıldız vardı.
İRİS / 21
Ben masayı incelerken iki tane tüfek getirdi. “Al bunu, savaşta kullanacağız.” dedi.
Ardından masaya oturup planımızı yapmaya başladık. Ben soru soruyordum, o ise
cevaplıyordu:
-Nereye gideceğiz?
-Ankara’ya, ordu kampına gideceğiz.
-Peki nasıl gideceğiz?
-Bileti giderken alalım. Yarın erken bir saatte peronda olmamız lazım.
Korku ve endişe ile Mustafa’ya baktım. Fakat o kendinden gayet emindi. Aynı cesareti benden
de bekliyor gibiydi. Açıkçası onun kararlılığını görüp de etkilenmemek mümkün değildi.
O gece uyuyamadık. Saatlerce ne yapacağımızı düşündük durduk. Sabah olunca da perona
vardık. Ucu ucuna yetişmişiz, az kalsın treni kaçıracaktık. Sıkıcı ve rahatsız bir yolculuğun sonunda
Ankara’ya vardık. Ordu, Kütahya’dan buraya kadar çekilmişti. Durum kötüydü. Kızılay
Caddesi’nden top sesleri rahatlıkla duyuluyordu.
Kampa vardık. Fakat ordu perişan durumdaydı. Sahra hastaneleri dolup taşmış, hemşireler
oradan oraya koşuşuyordu. Kimsenin yüzü gülmüyordu. Bu sahne karşısında çaresizce Mustafa’ya
döndüm. O ise aynı kararlılıkla etrafı inceliyordu. Biz etrafı incelerken bir çavuş bize
seslendi:
-Siz ikiniz, ne işiniz var burada? Derhal bölüğünüze dönün!
Şaşkınlıkla askere bakıyorduk. Yanımıza yaklaşarak:
-Ne diyorum ben size, yerinize dönün, dedi.
Ben tam konuşacakken Mustafa öne atıldı:
-Biz yeni geldik, asker değiliz.
-Ne işiniz var o zaman burada?
-Askerliğe kayıt olmaya geldik.
Çavuş biraz şaşırdı. Birkaç saniye düşündükten sonra:
-Siz mi? Siz daha küçüksünüz. Gidin okulunuza, naş naş!
Asker bizi kapı dışarı atacakken bu sefer ben atıldım:
-Komutanım, biz İstanbul’dan geliyoruz. Bütün paramızı tüfeğe ve trene verdik. Eğer ki bizi
kovarsanız hiç bilmediğimiz bir şehirde sokaklara düşeriz. Bizi orduya alırsanız en azından
bir faydamız dokunur.
Bunun üzerine asker, içeride bir çadıra gitti. Birkaç dakika sonra da bizi ümitsizce kabul etti:
-Peki o halde, başka şansımız yok, dedi.
Kayıt odasına giderken Mustafa bana bakarak sırıtıyordu.
Kayıt işlemlerini yaptıktan sonra acemi kampına götürüldük. Burası öyle bir yerdi ki, Mustafa’nın
kararlı bakışlarını küle çevirmişti. Kaşları hilal gibi açılmış, gözleri yuvasından fırlayacak
gibiydi. Kamp çok içler acısı bir durumdaydı. İçerisinde karanlık ve acımasız deneyler
yapılan büyük bir toplama kampından farksızdı.
22 / İRİS
Savaşın korkunç ve acımasız yönü bu kampa yansımıştı. Öyle ki bütün askerlerin umudu
sönmüş,adeta birer zombi gibilerdi. Yüzlerinin hiçbir yerinde nur kalmamış,simsiyah bir
taştan ibaretti. Herkes boş gözlerle etrafa bakıyordu. Hayattan hiçbir umutları kalmamış,insansal
hiçbir yanları gözükmüyordu. Onlar, ölümün vücut bulmuş hali gibiydi.
Birkaç ay boyunca burada eğitim aldık. Ordunun acımasız ve disiplinli eğitimi bize ne kadar
zor gelse de başka şansımız yoktu. Ülkenin içler acısı durumunu daha iyi anlıyorduk.
Bırakın bir tabak yemeği,bazen içecek bir bardak su bile bulamıyorduk. Her gün aynı tatsız
yemeklerle günü geçiriyorduk. Hoşaf,milli yemeğimiz gibiydi. Çoğu zaman yiyebildiğimiz
tek şey bir parça ekmek ve bir tas hoşaf oluyordu.
Bu şartlara rağmen kimse sesini çıkarmıyordu. Sonuçta hepimiz ülkeyi kurtarmak için burada
toplanmıştık. Geride bıraktıklarımız,annelerimiz,kardeşlerimiz,akrabalarımızın rahat
ve güvenli bir hayat yaşamaları için gönüllü olmuştuk. Biz zor şartlarda yaşasak da,bizden
sonraki nesiller bu zorlukları yaşamasın diye burada düşmanla savaşıyorduk. Bu yüzden
hiçbirimiz şikayet etmiyorduk. Hepimiz bir an önce düşmanı alt etmek ve vatanımızı düşmanlardan
tamamen arındırmak istiyorduk.
Ve kader günü geldi çattı. İki ordu Sakarya Irmağı’nın iki tarafında yerini aldı. Biz ön hatlarda
yer alıyorduk. Mustafa’ya baktım. Bana gülümsüyordu. Sanki yıllardır bu anı bekliyormuş
gibi mutluydu. Sonra arkamızdaki büyük tepeye baktım. Tepenin zirvesinde, atının
üstünde bütün ihtişamıyla Mustafa Kemal Paşa duruyordu. Yanındaki paşalar ile düşman
ordusunu gözlemliyordu. Kendimi birazdan başlayacak savaşa tamamıyla hazırlamıştım.
Moralim ve ümidim tamdı. Diğer bütün askerler gibi benim de zaferden şüphem yoktu.
Derken büyük bir patlama sesi duyuldu. Komutanımın “İleri!” emriyle hücuma kalktık. Bütün
ordu “Allah Allah” naraları atıyordu. Kimisi bildiği bir sureyi okuyor,kimisi dua ediyordu.
Mustafa ile yan yana savaşıyorduk. Düşmanı ezdikçe daha da cesaretleniyor,moralimiz
daha da artıyordu. Her şey çok güzel gidiyordu. Fakat bilmiyorduk ki onca imkansızlığın,umutsuzluğun
ayıramadığı dostluğumuzu yere düşen bir tüfeğin ateşlediği mermi ayıracaktı.
Zaman durmuş gibiydi benim için. Mustafa’nın göğsü kıpkırmızı olmuştu. Yere yığıldı.
Savaşta olmamıza rağmen yanından ayrılamamıştım. Teselli etmeye çalışıyordum. “Mustafa,dayan
kardeşim az kaldı kurtulacaksın!” diyordum. O ise sadece bana bakıp gülümsüyordu.
Hilal gibi bembeyaz suratı,bayrak gibi kırmızıya bulanmıştı.
O büyük savaş bitince eve döndüm. Yol boyunca dalgın ve kederliydim. Eve dönünce bütün
sınıf arkadaşlarım ve öğretmenlerim beni karşıladı. Herkes neler yaşadığımı soruyordu.
Ne merak ediyorlarsa hepsini anlattım. Sıra Mustafa’ya geldi. “Peki Mustafa nerede,ona ne
oldu?” diye soruyorlardı. Yüzümden akan iki damla yaş herkese gereken cevabı vermişti.
Herkesin morali bozulmuştu. Bir dostun kaybı,asla kapanmayan bir yara açıyordu.
O gün yakın bir dostumu kaybetmiştim. Onun çok istediği zafere ulaşmış olsak da, o olmayınca
zaferin hiçbir tadı kalmıyordu.
İRİS / 23
keşif
KEŞİF
Elif Bahar Taş
Kitap okumak şüphesiz ki hayatımızda önemli bir yer tutar, bununla birlikte kitapçıların
ve kütüphanelerin önemi de bir o kadar fazladır. Kütüphaneler binlerce fikirlerle
dolup taşan, ufkumuzu genişleten yerlerdir. Ama maalesef ki günümüzde kitap okuma
oranı oldukça düşmüştür, üstelik geçtiğimiz son bir yılda, hastalık döneminde, hiç
kimsenin kitap okumak için bir nedeni olduğunu düşünmüyorum.
Kitap okumak insanın ufkunu genişletir, kelime dağarcığımızı geliştirir, bize yeni fikirler
katar, bizi yeni dünyalara götürür. Hayatın tekdüzeliğinden kaçmak için kitaplar,
yazarlarımızın düşünceleri ve ilhamları tarafından oluşan ve yazıya geçirilen yeni dünyalar,
en iyi yoldur. Okurken verilen heyecan ve içinde karakterlerle birlikte kaybolmuşluk
hissi, gözlerimizi satırlar üzerinde gezdirirken bütün duygularımızı yeniden
tatmamızı sağlama yetisine sahiptir. Kitap okumak sadece öğretmenlerimiz ödev verdiği
için değil, kendi irademizle okumalıyız. Kitabın olay örgüsünü bir tiyatro izler
gibi okumalıyız, karakterlerin içinde bulunduğu koşullar zihnimizde oluşmalı, gerekirse
karakterin kendisi gerekirse bütün olayları izleyen bir izleyici olmalıyız. İzleyici
olmak ya da karakter olmak bizim hayal gücümüze kalmıştır. Kitap okumak oldukça
eğlencelidir, doğru şekilde okunduğu zaman tabii ki. Bir roman okurken karakter olmalısın,
o karmaşıklığı kalbinin en derinliklerinde hissetmelisin. Bir hikaye okurken
izleyici olmalısın, karşında tiyatro oyuncuları kısa oyunlarını sergiliyor onları en iyi
şekilde anlamaya çalışmalısın. Masal okurken hayallere dalmalısın, yazarın senin için
yaptığı o ufak dünyaya kendinden bir şeyler katarak okumalısın. Deneme okurken bulmacayı
çözmelisin; yazarın anlatmak istediği şey hangi kelimelerde gizli, nasıl gizlenmiş,
neden gizlenmiş… Sizlere kitapların nasıl okunacağını söylemek benim haddime
değildir, fakat bildiğiniz gibi bugünlerde insanlar sorunlar içinde boğuşuyor ve kaçmak
için bir yola ihtiyaçları var. Sorunlardan kaçmak iyi bir şey değil tabii ki, benim bahsettiğim
şey sorunlarımızı alt sıraya alıp başka bir dünyada maceralar yaşarken dinlenmek.
Günümüzdeki çoğu öğrenci kitap okumayı sıkıcı buluyor, yetişkinlerimizin ise yeterli
vakti olmuyor.
24 / İRİS
Öğrencilere kitabı sevdirmek kişinin zevklerine bağlıdır. Bir kişiye sevmediği bir şey
tattırırsanız, o kişi aynı türden bir şeyi denemek istediği zaman kafasında ister istemez
tereddütler oluşur. Bu tereddütlerin sebebi zorla kitap okutmaktan başka bir şey değildir.
Kişiye kitap okutmayın demiyorum ama zevklerinin eleştirilmesi o kişiyi üzer bu da
aynı sonuca çıkar.
Ben roman severim, arkadaşım tiyatro oyunları, başka bir arkadaşım masal sever. Ayrıca
kitap okumak küçük yaşlardan kazandırılması gereken bir alışkanlıktır. Eğer kişi daha
internetin cazibesine kapılmadan kitapların büyülü dünyasına kapılırsa büyüyünce ona
bir ödev veya zorunluluk değil, keşfedeceği yeni bir bölge, yeni fikirler gibi görecektir.
Eğer kişi kitap okumaya bir anda romanlarla başlarsa korkabilir, düşüneceği tek şey o
ağır kitaptan kurtulmak olacaktır. Kitabı bitirmeye odaklanmaktan karşısında yazarın
özenle hazırladığı karakterlerin gösterisini kaçıracaktır.
Demem o ki benim isteğim olabildiğince fazla kişinin kitapların içindeki dünyayı fark
edip bu güzelliğin farkına varmasıdır. Ama bu iş zorla olacak değildir bu yüzden gençlerin
üstüne fazla gidilmeden kitaplara yavaş yavaş alıştırılmalıdır. Kitaplar zorunlu nedenlerle
değil kişinin mutluluğu, üzüntüsü, heyecanı gibi sebeplerle okunmalıdır.
İRİS / 25
Uzakları Yakın
Ettik
2020-2021 Eğitim-öğretim yılı hepimize farklı deneyimler
kazandırdı. Bu süreçte pandemiyle hepimiz yeni beceriler
kazandık. Yaşar Acar Fen Lisesi olarak dijital ortamda sadece
derslerimizi değil kulüp faaliyetlerimizi de yaptık. Okuma
kulübümüzde yerli ve yabancı bir çok kitapla tanıştık.
Bunlardan biriyle sizi de tanıştırmak istedik. Kitapla kalın,
sağlıklı kalın.
26 / İRİS
Puslu Kıtalar Atlası
Kitap İncelemesi
Nevin Berra Gündoğdu
“Düşündüğüm için ben var değilim, sizler varsınız.
Sizler benim zihnimdeki düşüncelerden ibaretsiniz.”
Uykunuzdan uyandığınızda karanlığa gömüldüğünüzü,
asıl uykuya daldığınızda gerçek hayatla
yüzleştiğinizi ya da olaylara düşüncelerinizle
yön verdiğinizi düşünebilir misiniz ?
Romanımız cesareti, yiğitliği, kahramanlıklarıyla
ön plana çıkan ve ana karakterlerimizden biri olan
Uzun İhsan Efendi’nin dayısı Arap İhsan’ın Haliç’e
gelmesiyle başlar. Uzun İhsan Efendi’nin oğlu
Bünyamin, babasına sormaya cesaret edemediği
sorular ve belirsizlikler nedeniyle uyku şerbeti
içmeye ve aynı babası gibi derin uykulara yatmaya
karar verir. Uyku şerbetinin dozunu kaçırması
nedeniyle uzun bir süre uykusundan uyanamaz
bu yüzden vefat ettiği düşünülür. Bünyamin’in
gömülmek üzere götürüldüğü mezardan sağ salim
çıkması, Vardapet isimli bir Ermeni’nin ona
lağımcı ocağında bir iş teklifiyle gelmesini sağlar.
Uzun İhsan Efendi kendisinin cesaret edemediklerini
oğlunun yaşaması için atlasını da oğluna verip
gitmesine izin vermiştir.
Bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera
ise büyük bir ibadettir; çünkü O’nun eserini
tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş
değilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla
keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olamadığımın
bir göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin
de yapmana yol açmak istemiyorum. Sana izin
veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör,
benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi
sev ve hatta, bu babanın çekmeye cesaret
edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun binbir
halinden korkma. *
Bünyamin’e gittiği seferde Zülfiyar adlı bir ajan
tarafından uğursuz kapkara bir para verilir ve
bu paranın Zülfiyar’ın efendisi Ebrehe’ ye teslim
edilmesi istenir. Bünyamin bu parayı korumaya
çalışırken yüzünden yara alır, dönüş yolundayken
askerleri hafızasını kaybettiğine inandırır ve evine
dönmesine izin verilir.
Bağdat acem mülkü olmadan çok önce yetenekleriyle
ünlü bir hırsız olan Hınzıryedi, kılık değiştirme
planının başarısızlığa uğraması ve paşanın
oğlu tarafından kaçırılma hikayesinden sonra
hırsızlık yapmaya devam edemeyeceğini anlar.
Kendisine meslek olarak dilenciliği seçer ama
isminden de anlaşılacağı gibi dilencilerin ziyafette
kendisine domuz yedirmesi ve Hınzıryedi’nin
bu alışkanlığından kurtulamaması sonucu idam
cezasına çarptırılır. Tam idam edileceği sırada
Ebrehe ve adamları tarafından alınır. Götürüldüğü
yerde Zülfiyar’ın efendisi Ebrehe için çalışmaya
mecbur bırakılır ve aynı zamanda Ebrehe’nin
adamları tarafından işkence edilen Uzun İhsan
Efendi’ye bakmakla görevlendirilir.
- “Güçlü olmayı neden bu kadar çok istiyorsun?
- “Elbette herkes gibi, varlığımı sürdürmek için”.
- “Senin yaptığın bir tür tahnitçilik. Güç ancak
ölüleri korur”
“Ben de düşünüyorum,
dolayısıyla varım,
ama kimim?”
İRİS / 27
“Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti.”
İhtiyarın yanına bir genç yaklaşırsa haber verilmesi
istenir. Bünyamin bu sırada ismini loncaya
yazdırır ama bu Hınzıryedi’yi şüphelendirmez. Bir
gün Ebrehe ve adamları Hınzıryedi görevini aksattığı
için loncaya baskın yapar ve hesap sorar. Hınzıryedi
özürler dileyerek kendisini affettirmek için
ziyafet verdirir. Bu ziyafette boğazına kaçan lokmayla
nefes alamayacak duruma gelen Ebrehe’yi
Bünyamin kurtarır. Bunun üzerine Ebrehe hem
hayatını kurtaran hem de cevaplarından etkilendiği
bu genç delikanlıyla son görüşmesi olmayacağını
anlar.
Efendisi Ebrehe’nin olumlu tepkiler verdiği bu
gence Hınzıryedi bir gün dışarda dolaşması için
izin verir. Bünyamin işte o gün babasını görür. İhsan
Efendi o gün oğluna kulakları, gözü olmasa da
oğlunu duyup gördüğünü çünkü etrafındakilerin
onun düşüncelerinden ibaret olduğunu ve düşüncelerini
yönlendirebileceğini söyler. Bünyamin bu
olay üzerine babasının aklını kaçırdığını düşünür.
Bünyamin tam gece yarısı Ebrehe’nin huzuruna
çıkar. Ebrehe Bünyamin’e karargâhın gizli sırlarını,
neyin peşinde olduklarını anlatır. Bu konuşmalarında
Ebrehe Bünyamin’de bir üstünlük
olduğunu ama bu üstünlüğün silik bir tip olan
Bünyamin’den kaynaklanmadığını sezer. Artık bu
sırları bilen Bünyamin de serbest bir şekilde dışarı
çıkarılamaz ve karargâhta kalmak zorundadır.
“Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti.
Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek
onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha
rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha
neşeli dostlara sığınıyorlardı.”
Zaman geçtikçe Bünyamin her şeyin bir oyun olduğunu,
Ebrehe ve adamlarının da kusursuz bir
plan yaptıklarını düşünmeye başlar ve bu yüzden
Ebrehe’den her şeyi en ayrıntısına kadar anlatmasını
ister. Ebrehe bu sefer yıllar önce aldığı
kehanet aynasını ve kehanetlerin nasıl teker teker
gerçekleştiğini anlatır. Aynanın yeni kehanetinin
ise o yılın yedinci dolunayında kente girecek olan
Büyük Kurtarıcı Mehdi’nin kendisi gibi adamlarla
savaşacağını söyler.
Bir gün öğleye doğru Mehdi’yi kaçırırlar ve işkence
edip gücünü almak üzere bir odaya kapatırlar.
İşkencesiyle ünlenmiş bir adam olan Hattakay’ı
çağırırlar. Biraz sonra Mehdi’nin bir casus olduğunu
ve her şeyin planlanmış olduğunu öğrenirler.
İşkenceci olduğunu zannettikleri Hattakay
ise Ebrehe’nin kendisine sırt çevirdiği Hınzıryedi’dir.
Kılık değiştirme yetenekleriyle Hattakay’a
benzemiştir. Hınzıryedi ve diğer dilenciler orayı
yağmalamaya ve Ebrehe’nin canını almaya gelmişlerdir.
Karargâhı yağmaladıktan sonra Ebrehe
ve Bünyamin’i loncalarına götürürler.
Ebrehe Bünyamin’e son olarak baştan beri Uzun
ihsan efendinin oğlu olduğunu ve uzun zamandır
aradığı paranın onda olduğunu bildiğini ama
onu öldürmediğini çünkü kendisinin de en az para
kadar değerli olduğunu söyler. Aynı zamanda kendisinden
güçsüzlüğü ve silikliği, aynı zamanda iktidar
tutkusunun ne kadar büyük bir erdemsizlik
olduğunu öğrendiğini anlatır.
Ebrehe’nin canını boğazını sıktığı iple alan Hınzıryedi,
Bünyamin’e cesedi onun yıkayacağını söylemiştir.
Bünyamin cesedi yıkar, Ebrehe’nin istediği
gibi o kara mıknatıslı parayı ağzına koyar ve çenesini
bağlar. Hınzıryedi de Ebrehe’nin ölümü şerefine
ziyafet verir.
Ebrehe Bünyamin’e son olarak baştan beri Uzun
ihsan efendinin oğlu olduğunu ve uzun zamandır
aradığı paranın onda olduğunu bildiğini ama
onu öldürmediğini çünkü kendisinin de en az para
kadar değerli olduğunu söyler. Aynı zamanda kendisinden
güçsüzlüğü ve silikliği, aynı zamanda iktidar
tutkusunun ne kadar büyük bir erdemsizlik
olduğunu öğrendiğini anlatır. Ebrehe’nin canını
boğazını sıktığı iple alan Hınzıryedi, Bünyamin’e
cesedi onun yıkayacağını söylemiştir. Bünyamin
cesedi yıkar, Ebrehe’nin istediği gibi o kara mıknatıslı
parayı ağzına koyar ve çenesini bağlar. Hınzıryedi
de Ebrehe’nin ölümü şerefine ziyafet verir.
Sana karşı hissettiklerimi anlatmama imkân yok.
Bir duygu, anlaşılamıyorsa, duygu değildir zaten.
28 / İRİS
“Okumak, yeniden okumak,
kimi mutlu kılmaz?”
Anadolu’nun kasabalarından birinde hayalci ve dalgın
bir tüccar yaşar. Bu tüccar rüyasında gördüğü adamı sürekli
gözler ve bir türlü rahat vermez. Bu sebeple rüyasındaki
uzun adam tarafından uykusuzlukla cezalandırılır.
Uyku için birçok çare arar ama hepsi faydasızdır. En sonunda
gittiği bir sihirbaz yüzyıllardır uyuyan biri olduğunu
eğer onu uyandırabilirse uykusuzluk illetinin onun peşini
bırakacağını söyler. Tüccarın yolu günün birinde yolu
Konstantiniye’ye düşer. Yerleştiği hanın bekçisinin uyku
halinde olması dikkatini çeker ve yıllar boyunca o adamı
gözlemler fakat adam oraya her gelişinde uyuyordur. Tüccar
bir gün yine avluya bekçinin yanına gittiğinde arkasında
bir gölge fark eder.
Bu gölge loncanın yangınından kaçıp gelen Bünyamin’in gölgesidir. Bünyamin ile biraz sohbet eden tüccar han bekçisinin
uykusuna dikkat çeker ve Bünyamin’in de orada olmasıyla bulduğu cesaret ile bekçinin apış arasını yoklar. Bu
olay üzerine han bekçisinin horlaması sekteye uğrar ve uyanır gibi olur. Tüccarı uyku basmaya başlayınca Bünyamin’e
bir şey demeden yatağına gider. Avluda bekçiyle yalnız kalan Bünyamin koynunda sakladığı kitabı çıkarır ve adını tam
olarak okur. İsmi Puslu Kıtalar Atlası’dır. Kitabın son bölümünü açar ve babasının ona her şeyin kendisinin düşüncelerinden
ibaret olduğunu, kullandıkları paraların ve yemeden içmeden yaşayabilmesinin de nedeninin bu olduğunu, bu
düşüncelere nasıl kapıldığını, oğlu için gerçek bir baba olmak istediğini ancak düşlere dokunmanın mümkün olmadığını
söylediği satırlar gözüne çarpar. Bünyamin bu satırları okuduktan sonra tebessüm eder ve daha sonra bekçiyi adamakıllı
sarsarak uyandırır ancak bekçi sabah olmasına rağmen kendisini uyandıran kişiyi göremez çünkü her yer karanlıktır.
“Tehlike doğru düşünmeye mecbur kılar insanı.”
Zaten görülen ve görülmeyen tüm düşler bu karanlığın
ta kendisi değil midir?
Kişisel Düşüncelerim
Yazar Hakkında
Hayatımda okuduğum ve etkilendiğim, birden fazla okumama
rağmen gerçekten sıkılmadığım hatta severek ve
ilgiyle okuduğum bir kitaptı. Kitabın içinde geçen ve daha
önceden çok derin bir araştırma yapmamakla birlikte benim
de aklımdan geçen felsefi bir konu vardı. Bu yüzden
çok daha fazla bir ilgiyle okudum. Bu kitabın böyle bir vesileyle
önüme çıkması beni gerçekten çok mutlu etti. İçinde
geçen felsefi konular ve bu konular hakkındaki açıklamalar
çok faydalıydı. Dünya hakkında, maceralar hakkında,
acılar hakkında, bilme tutkusu hakkında çok güzel mesajlar
barındırıyor. Karakter seçimleri ve bu karakterlerle
ilgili betimlemeler sıkıcı bir hale büründürülmeden yapılıyor.
Geriye dönüş teknikleri her bölümü okurken romanla
ilgili daha çok şey öğrenmenizi sağlıyor. Kesinlikle tavsiye
edeceğim bir kitap, özellikle bahsettiğim noktalara ilgi duyuyorsanız.
İhsan Oktay Anar, 1960 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi. İlk
ve orta öğrenimini İzmir’de tamamladı. Lisans, master ve
doktora öğrenimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde
yaptı. Aynı üniversitede 2011 yılında emekli olana kadaröğretim
üyesi olarak görev yapmıştır.
Edebiyatçılar Derneği ve PEN Yazarlar Derneği üyesidir. İlk
öyküsü “Kâfirler İçin Apologya” Nisan 1985’te Morköpük
dergisinde çıktı. İlk romanı Puslu Kıtalar Atlası, Hulki Aktunç’un
önsözüyle yayınlandı.
• Anar, felsefenin anlaşılmaz gibi görünen yanlarını romanın
anlatım özellikleri ile buluşturup edebiyatımızda
felsefi roman çığırının açılmasında önemli bir adım atmıştır.
İRİS / 29
Future is mysterious
Like nature
Overcome difficulties
We have to be strong
Elevate and have success
Rise and grow
Snowflakes are falling
No one hangs out
Oceans covered with ice
When this all happen
Dynamic hero snowdrop
Rewears its green jacket
Of course with a white hat
Performs its glamorous power
Caner Karahan
30 / İRİS
HIDDEN HEAVEN
I
Elifnaz Altun
İRİS / 31
İRİS / 31
YAPAY ZEKA VE ROBOTLAR
Berit Şeyma Alçiçek
Gün geçmiyor ki yapay zeka ile ilgili bir haber çıkmasın.
Teknolojik gelişmelerin zirve yaptığı 21.yy da karşımıza
çıkan en önemli buluşlar yapay zeka teknolojileridir. Gündelik
hayatımızın hemen hemen her alanında kullanılmaya
başlayan yapay zeka ile ilgili geliştirilen sistemler ve
robotlar insanların hayatlarını kolaylaştırmaya başladı.
İlk olarak İkinci Dünya savaşı yıllarında silah teknolojilerinde
kullanılmaya başlayan yapay zeka teknolojilerinin
günümüzde geldiği nokta hayret, hayranlık ve aynı zamanda
da endişe verici boyutlara ulaşmıştır. İnsanların
yaptıkları işlerin neredeyse tamamının gelecekte yapay
zekaya sahip robotlar tarafından yapılacağı da öngörülmektedir.
Dünyanın en büyük bilişim şirketi IBM tarafından geliştirilen
Deep Blue adında satranç oynayabilen bilgisayar
Dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov ’u yenmeyi
başarmıştır. Yine aynı şirket tarafından Watson adlı bir
yapay zeka programı Riziko isimli bir bilgi yarışmasında
iki yarışmacıyı yenerek yarışmayı kazanmıştır. 2007 yılından
beri hayatımızda olan Iphone telefonlarında 2012
yılında Apple şirketi tarafından Siri sanal asistan geliştirilmiştir.
Siri sanal asistan ile kullanıcılar sesli komutlar
ile istenen bilgilere çabucak ulaşabilmektedirler. 2014’lü
yıllarda insanın düşünme biçimini anlamak üzere farklı
dillerde insanları anlayabilen, hafızası çok güçlü, insan
yüzüne tanımlanmış Amelia isimli bir sanal asistan geliştirilmiştir.
Yapay zeka alanındaki gelişmeler bunlarla
sınırlı kalmamıştır. Dünyanın ilk robot vatandaşı Sophia,
2017 yılında Birleşmiş Milletler’ e tanıtılarak Suudi Arabistan
vatandaşlığı almıştır. Sophia, dünyada yapılan birçok
konferansa davet edilmiştir. İnsanların yaptığı hemen her
eylemi yapabilmekte, farklı mimikler sergileyip duyguları
ifade edebilmektedir. Günümüzde yapay zeka çalışmaları
yapan DeepMind adında bir şirketin olması da yapay zeka
çalışmalarına verilen önemi ortaya koymaktadır.
Artık bizim gibi düşünebilen, yaptığımız işleri bizim gibi
yapabilen robotlar birçok alanda kullanılmaya başlanmıştır.
Dubai’de Arapça ve İngilizce iletişim kurabilen
robot polisler görev almaktadır. Bu robotlar, kamera ve
sensörlerle etrafı tarayıp şüpheli durumları tespit edip
polis merkezine bildiriyorlar. Ayrıca insanların şikayetleri
bu robotlar sayesinde polis merkezine kolayca aktarılıyor.
İngiltere’de ise yapay yargıç robotlar üretilmiştir. Robotların
programına yüklenen davalarla ilgili yargıç robotlar,
tahmini hükümlerde bulunuyorlar ve bu hükümlerden
çoğunu doğru tahmin ettikleri görülüyor.
Yine benzeri şekillerde iş dünyasında, sağlık sektöründe,
edebiyat alanında ve birçok alanda yapay zeka robotların
hayatımızın bir parçası olmaya başladığını görmekteyiz.
Yaptığım araştırmalarda insanların hayatını kolaylaştıran
yapay zeka teknolojilerinin gelecekte farklı boyutlarda
da kullanılabileceğine dair bilgiler edindim. Çok
yakın bir zamanda yapay zeka ile üretilebilecek organlar
olabileceği bunun da bağışçılara olan bağımlılığı ortadan
kaldırabileceği öngörülmektedir. Ayrıca YZ doktorlar
ile her hastalığın isabetli bir biçimde teşhis ve tedavisinin
gerçekleşeceği düşünülmektedir. İnsanların bileklerine
takılan, giyilebilen aygıtlar ile insanlara ait hayati
önem taşıyan değerlerin (kan, tansiyon, şeker, kolesterol
vs.) her an ölçülüp kaydedilerek gerektiğinde ve ihtiyaç
duyulduğunda kullanabilecek sistemlerin geliştirileceği
söylenmektedir.
Yapay zekanın bu kadar hayatımızda sunduğu olumlu katkılarının
yanında olumsuz sonuçlarının da olabileceğini
düşünmekteyim. Elon Musk ve ünlü fizikçi Stephan Hawking
insanlık için yapay zekanın bir tehdit olduğunu ve
hatta insanlığın sonunun yapay zekadan gelebileceğini
düşünmektedirler. Kötü niyetli politikalar üzerine oluşturulan
algoritmalar insanlara, toplumlara, hatta devletlere
çok büyük zararlar verebilir. Yine robotların yukarıda
bahsettiğim çalışma hayatında kullanımının yaygınlaşması
işgücüne olan gereksinimi azaltacak ve ciddi anlamda
işsizlik sorununu ortaya çıkaracaktır. Bu durumda
hem kişiler için hem de devletler için ekonomik kaygıları
ve sorunları beraberinde getirecektir.
Yapay zekanın tarihsel gelişiminde değindiğim gibi bazı
konularda yapay zeka insan zekasının önüne geçmiştir.
Bilim Kurgu filmlerinde gördüğümüz insan zekasının
önüne geçebilen öldüren, insanlık için tehdit oluşturan
robotların da var olabileceği fikri oldukça endişe vericidir.
Çok yakın bir zamanda Facebook şirketinin yapay
zeka laboratuvarlarında geliştirilen iki robot program,
insanların anlayamadığı kendi aralarında bir dil geliştirmişler
ve birbirleriyle iletişim kurmaya başlamışlardır.
Ve mühendisler bu durumdan endişe duyarak robotların
fişini çekmişlerdir. Robotların insanların anlamadığı, birbirlerinin
anladığı dili geliştirmeleri de insanlık için bir
tehdit oluşturabilir.
İnsanların diğer insanlarla anlaşmalarını sağlayan iletişim
gelecekte insanların yapay zeka ile de iletişimine
dönüşecektir. Yapay zeka ile kurulacak iletişim ağının çok
dikkatli ve kontrollü bir şekilde sürdürülmesi önemlidir.
32 / İRİS
EN MUTLU GÜN
Buse Teke
Eşimin hazırladığı tek şekerli kahveden ilk yudumumu
aldım ve kitabımın en heyecanlı kısmına başlamak
üzere kitabı açtım. Bir anda üst katta bir çığlık sesi
duydum. Merdivenlerden korkarak çıktım ve odanın
kapısını açtım. Neyse ki ikisinin de bir şeyi yoktu.
Yalnızca abisi yanlışlıkla oyuncak bebeğinin kolunu
kırmıştı. Yanlarına oturdum ve uzun bir süre onları
izledim. Sanırım eşim aşağı kattan bana seslenmeseydi
orada oturup onları izlemeye devam ederdim.
Aşağı indim. Eşim evde mum kalmadığı için markete
gitmemi istedi. Market, sokağın başındaydı. Koyu yeşil
rengindeki paltomu giydim ve evden hızlı bir şekilde
çıktım. Yolda eski mahalleden birkaç komşumuzla
karşılaştım. Bana belli etmemeye çalışsalar da acı ve
hüzün dolu bakışlarını üzerimde gezdirdiklerini hissettim.
Onlarla selamlaştıktan sonra markete doğru
yürümeye devam ettim. Markette onlarca çeşit mum
vardı. Hangisini alacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Mavi olanı mı yoksa kırmızı olanı mı alsam bir türlü
karar veremiyordum. Sanırım onun en sevdiği renk
olan yeşili alacağım. Kasaya doğru gittim. Kasiyer, biraz
çekingen bir tavırla mumları kasadan geçirdi. Cebimdeki
son beş lirayı vererek marketten çıktım.
Eve vardığımda eşim bembeyaz bir elbiseyle karşıladı
beni. Üzerinde dantel detayları bulunan o elbiseyle
bir melek gibi görünüyordu. Saçları bukle bukle
düşüyordu omuzlarına doğru. Boynunda ona evlilik
yıl dönümümüzde aldığım melek figürlü kolyesi vardı.
Günlerce izleyebilirdim onu. Mutfağa yöneldim ve
aldığım mumları poşetinden çıkardım. Eşimle birlikte
etrafı süslemeye ve balonları şişirmeye başladık.
Yaptırdığımız pastaya mumları dikkatlice dizdik. Tam
altı mum vardı pastanın üstünde. Her yıl için bir mum
almıştım. Her şey hazırdı. O halde sıra kutlamadaydı.
Ailecek pastanın etrafında toplandık. Ona sürpriz yaptığımız
için o kadar mutluydu ki… Gözlerini kapatarak
dilek tuttu. Ardından da mumları üfledi. Ne diledi
acaba? Belki de hayatının sonuna kadar mutlu olmayı
dilemiştir. Herkese pastadan bir dilim kestim ve yemeye
başladım. Pastanın tadı çok lezzetliydi. Çikolata
sosu ve içindeki çikolata kaplı fıstık taneciklerinin
uyumu adeta bir şölen gibiydi. Herkes pastasını bitirmişti
ve sırada günün en heyecan verici bölümü vardı.
Aldığımız hediyeleri verme vaktiydi. Üst kata çıkmak
için merdivenlere yöneldim. Merdivenlerden çıkarken
içimde garip bir heyecan vardı. Hediyemi beğenmeyeceğinden
endişeleniyordum. Yatak odasına girdim
ve sandığın üstündeki hediyeyi alıp ambalajlamaya
başladım. Özenle paketlediğim hediyem işte tam olarak
hazırdı artık. Hediyemi cebime koydum.
Aşağı inmek için merdivenlere doğru gidiyordum ki
bir anda kapı zili çaldı. Eyvah! Davetsiz misafirlerden
hiç hoşlanmam. Aşağı indim ve kapıyı açtım.
Eski mahalleden komşularım gelmişti. Bir açıklama
yapmaları için bekledim. Bir süre sonra “Nasıl oldun
diye bakmak istedik. İyi misin?” dediler. Yüzlerinde
bir gülümseme vardı ama hâlâ acıyarak bakıyorlardı
bana. “İyiyim.” dedim hafifçe gülümseyerek. İçeri girmelerini
istemiyordum. Daha hediyemi bile verememiştim.
Bir süre kapının önünde bekledikten sonra
“Ne zaman ihtiyacın olursa geliriz, araman yeterli.”
dediler ve iyi günler dileyip gittiler. Aslında pek de
dilenmesine ihtiyacım yoktu gayet de güzel bir gün
geçiriyordum. Kapıyı kapattıktan sonra eşime seslendim.
Ama evde hiç kimse yoktu. Masanın üzerinde
kalan pasta da yoktu. Büyük ihtimalle ben yukarıda
hediyemi hazırlarken onlar bir sokak aşağıdaki
parka gidip orada kutlamaya devam etmişlerdir. O,
kesin çok ısrar etmiştir çünkü parka gidip oyun oynamayı
çok sever. Ben de paltomu giyip evden çıktım.
Parka doğru hızlı adımlarla yürüyerek yola devam
ettim.
Parkın girişinde bir kafe vardı. Eşimle ona o kolyeyi
aldığım yıl, yıl dönümümüzü burada kutlamıştık.
Üzerinde narçiçeği renginde bir bluz ve beyaz pantolonu
vardı. Saçlarını düzleştirmiş ve açık bırakmıştı.
Çok mutluydu. Gözlerinin içi gülüyordu adeta. Parkın
içine girdiğimde ise onlarca çocuk salıncaklarla,
kaydıraklarla oynuyordu. Hepsi çok masum, hepsi
çok mutluydu. Parkın sol üst köşesinde yetişkinler
için yapılmış çardaklar vardı. Bir sürü evli çift oradan
çocuklarını izleyip muhabbet ediyorlardı. Belki bir
gün eşimle buraya gelip birlikte vakit geçiririz diye
geçirdim aklımdan. Etrafta rengârenk laleler, karanfiller,
ortancalar; yemyeşil çimenler vardı. Çok güzeldi
bu park. Tıpkı yıllar önceki gibi, hiç değişmemişti.
Çevreye bakındım. Burada değillerdi. Ama ben de
böyle tahmin etmiştim. Parkın biraz ilerisinde çok
büyük bir yer var. Onlar orayı sevse de ben oraya gitmeyi
pek fazla sevmem. Ama sırf onlar seviyor diye
giderim. Parktan çıktım. Bahsettiğim yerin girişinde
kurumuş çiçekler ve çimenler vardı. Buraya bakım
yapılmıyordu. Toprağın üstündeki gidiş yolunun
fayansları kırıktı. Zar zor yürünüyordu. Yan yana dizilmiş
yüzlerce insan arasında eşimi gördüm. Ona
doğru gittim ve yanına oturdum. “Özür dilerim sevgilim…”
diye fısıldadım. İki tarafında da çocuklarım
vardı. Sol tarafa doğru gittim ve cebimdeki hediyeyi
mezar taşının üstüne bıraktım. “Doğum günün kutlu
olsun oğlum, umarım hediyeni beğenirsin.”
İRİS / 33
BEYAZ ÖRTÜ
Hayrunnisa Koçyiğit
Gece gökyüzü gri bir beyaz
Beyaz tozlar hafifçe süzülüyor
Bir kelebek gibi konuyorlar
Çatılara, ağaçlara, balkonlara
Pencerelerden içeri giriyor gizlice
Yığılıyor yollara ve tepelere
Dalların üzerine konuyor zarifçe
Kar taneleri karanlık havada süzülüyor
Şafakla birikte kar taneleri
Ağaçlardan , çatılardan , köprüden sarkıyor
Sessiz dünya beyaz yorganıyla birlikte
Derin uykusundan uyanıyor
Soğuk güneşle birlikte
Hayat kendini göstermeye başlıyor
Çocuklar büyük bir mutluluk içerisinde
Kardan adamlar sokaklarda gülümsüyor
Tek renge bürünen sokaklar
Beyaz köpüğünü püskürten gökyüzü
Hala kara direnen çam ağaçları
Şehir bir kartpostal gibi
34 / İRİS
SAHİLDEKİ ASTRONOTLAR
Ceren Dağdelen
Takvimler haziranı gösteriyordu. Yurttaki tüm çocuklar karne
ve tatil heyecanı ile yanıp tutuşuyorken Selin her zamanki
gibi hissediyordu. Kendine fazla güvenen ve derslerine pek
de önem vermeyen biriydi. Sapsarı saçları omuzlarından
sarkıyor ve boyu annesininkini geçiyordu. Büyüdüğüne
hala inanamıyordu. Liseye geçecekti ve hayatının heyecanlı
kısmı başlıyordu fakat Selin ne heyecanlanıyor ne de seviniyordu.
Annesi ve babası bu duruma tanık oldukça kızları
adına üzülüyor ve onu mutlu edecek aktiviteler arıyorlardı.
Selin’in akşamları yürüyüş yapmayı sevdiğini biliyorlardı ve
bu nedenle her akşam onu kendi haline bırakıyorlardı. Selin
tatilin başlangıcından önceki o akşamda da kulaklıklarını
taktı, en sevdiği albümü açtı ve yürüyüşe çıktı. Havalar iyice
ısınmıştı ve yıldızlar koyu gökyüzünü bir tablo etkisi yaratacak
şekilde süslüyorlardı. İçine derin bir nefes çekti ve sahile
doğru yürümeye başladı. Selin, en şanslı olduğu konunun
oturduğu yer olduğunu düşünürdü. Sahile yürüyerek yarım
saatte ulaşabiliyor, dolu ve gürültülü mekânlar ışıklarını
kapatana kadar sahilde oturabiliyordu. En sevdiği şey de o
gece soğukluğunu yavaş yavaş içine çeken kumlarla oynamaktı.
O akşam da bunları yapmayı düşünüyordu. “Bin yıl
bu yürüyüşe devam etsem sıkılmam.” diye geçirdi içinden.
Yavaş başladı yürüyüşüne, sanki dünyayı izlemek istiyordu
bir taraftan da. O dolu mekânları geçmeye başladı. Kocaman
camlardan içeriye baktığında bir tarafta tek başına oturan ve
üzgün gözüken yarı tombul yaşlı bir adamı diğer taraftan da
kahkahalar saçan büyük bir aileyi görüyordu. İçinden aynı
zaman aralığında iki insanın ne kadar da farklı şeyler yaşayabileceğini
geçirdi, bu ona oldukça ilginç gelmişti.
Sahile varmadan önce her zaman yaptığı gibi bir büfeye
girdi ve kendine en sevdiği atıştırmalığı aldı. Daha sonra sahile
doğru ilerledi. Her zaman oturduğu yer yine boş ve ıssız
gözüküyordu, en sevdiği şekli de buydu. Uzun bir yürüyüşten
sonra oturdu ve bu güzel yaz akşamının tadını çıkarmaya
başladı. Kulaklarına sahilin diğer tarafından gelen müzik
notaları vuruyordu. Bu yaz akşamında herkes farklı şeyler
yaşıyor, farklı şeyler dinliyor, farklı şeyler hissediyordu.
Selin tüm bunları düşünerek kafasını kuma koydu. “Biraz
kestirsem sorun olmaz.” diye düşündü ve o şekilde uykuya
daldı. Kalktığındaysa tüm mekânlar kepenklerini kapatmaktaydı.
Gitme vakti geldi diye geçirdi içinden. Soğuk kumun
üzerinden kalktı, etrafını kontrol etti ve tam yürüyecekken
önünden birinden kaçarmışçasına koşan ama hızının verdiği
enerji aksine suratından mutluluk akan bir köpek geçiverdi.
Selin köpeklerden korkmazdı, aksine onlarla çoğu canlıdan
daha iyi anlaşırdı fakat bu yaramaz köpek önünden o kadar
hızlı geçmişti ki sendelemeden edemedi.
Tam kuma yuvarlanacaktı ki elinden kavrandığını hissetti.
Soğuk kuma sertçe düşmekten son anda kurtulmuştu.
Ayağa tekrar kalktığındaysa önünde kendi boyu civarlarında,
koyu saçları olan, pembe bir elbise giyen ve ağzı
kulaklarına gelene kadar sırıtan bir kız vardı. Önce birkaç
saniye kızı inceledi. Yaşıtı gibi görünüyordu, oldukça sırıtkan
ve sevimli biriydi. Fakat Selin hala neden sırıttığını
anlamamıştı. Bu kadar komik olan şey neydi? O, bu düşüncelerle
kızı incelerken sonunda içlerinden biri konuşmaya
karar verdi. Kız orta kalınlıktaki sesiyle lafa atıldı:
-Kusura bakma lütfen. Moka ne zaman sahile gelsek böyle
heyecanlanır ve koşuşmaya başlar. Onu tutmaya çalışıyordum
çünkü seninle uğraşacağını anlamıştım fakat elimden
kaçıverdi. O kadar da kötü olmadı, yeni bir arkadaş edindin.
Kız bunları söylerken hala sırıtıyordu. Selin hayatında
hiç bu kadar çok gülümseyen birini görmediğini düşündü.
Her ne kadar içinden gelmese de cevap vermem gerek diye
düşündü ve söze atıldı:
-Sorun değil. Sadece birden geldiği için biraz ürküttü beni
o kadar.
Kız bunun üzerine küçük bir kahkaha attı ve karşılık verdi:
-Emin ol hiç korkutucu bir köpek değildir. Sadece bazen
fazla arkadaş canlısı olabiliyor. Bu arada ben Alya. Her neyse
galiba yürüyeceksin. Birlikte yürümeye ne dersin?
Alya Selin’in cevabını beklemeden yürümeye başladı. Selin
ne olduğunu bilemeden kendini onu takip eder şekilde
buldu. Her ne kadar neler olup bittiğini kavrayamasa da
kendini bu sırıtkan kıza yakın hissetmiş ve onun arkadaşı
olmak nasıl olur diye düşünmeye başlamıştı. Yolun yarısındayken
Alya ve Selin sohbet etmeye başlamışlardı. Alya o
kadar çok şey anlatıyordu ki Selin içinden gerçekten bu
kadar çok şey yaşamış mıdır, diye geçiriyordu fakat onun
hikâyelerinden aslında oldukça eğlenir olmuştu. Hepsi
birbirinden komik ve eğlenceliydi. Bu şekilde yürürlerken
birbirlerine iyice alışmış ve yakınlaşmışlardı. Selin, Alya bir
şeyler anlattıkça mutlu oluyordu ve uzun zamandır arkadaşlarıyla
ya da herhangi birisiyle sohbet etmediğinden
kendini oldukça garip fakat bir o kadar da mutlu hissediyordu.
Selin’in kapısına geldiklerinde Selin Alya ile daha
fazla vakit geçirmek istediğini hissediyordu. Kendinden
hiç beklemediği şekilde Alya’yı evine davet etti ve Alya bu
teklifi hemen kabul etti. Eve girdiklerinde Selin’in ailesi ilk
şaşırsa da daha sonra kızları adına oldukça mutlu oldular
ve onlara iyi vakit geçirmelerini söylediler.
İRİS / 35
Birlikte evin en kullanılmayan odasına geçtiler ve akıl almaz hikâyelere kaldıkları yerden devam ettiler.
Daha çok Alya anlatıyor, Selin dinliyordu fakat Selin kendini hiç bu kadar heyecanlı hissettiğini hatırlamıyordu
bunu düşündükçe de daha fazla heyecanlanmadan edemiyordu. Sonunda Alya Selin’e bir soru yöneltti:
-Söylesene, sen büyüdüğünde ne olmak istersin?
Selin, hayatında hiç bunun hakkında düşünmediğini o an fark etti. O, hep aynı hayatı yaşayacağını, büyüse
de hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünmüş biriydi fakat o anda aslında hayatın ne kadar uzun olduğunu
ve önünde rengarenk bir yol olduğunu anladı. Fakat hala Alya’ya verecek bir cevabı yoktu.
-Bilmem. Hiç düşünmedim.
Alya bunu duyduğunda ilk şaşırdı. İçinden kim geleceğini düşünmez ki diye geçirdi fakat bunu yeni arkadaşına
belli edip onu üzmek istemiyordu. Bu yüzden ona destek olmaya karar verdi.
-Aslına bakarsan ben de hiç düşünmedim. Peki, sence ne olsak?
Selin’in aklına hiçbir şey gelmedi ilk. İnsanlar ne yapıyordu ki? Düşünmekle olmayacak dedi içinden.
Etrafı inceledi. Yerde geçen geceden okuduğu kitap duruyordu. O an aslında uzayın çok dikkatini çektiğini
ve uzayı keşfetmek için can attığını fark etti. Birden “ASTRONOT!” diye bağırdı. Alya, Selin’den bunu hiç
beklemiyordu fakat içindeki heyecanı da durduramıyordu. En yakın arkadaşıyla astronot olma fikri tüm
bedenini kaplamıştı sanki.
-İşte bu! Astronot olacağız.
Bu şekilde Alya ve Selin astronot olmaya karar verdiler. Birlikte neler yapacaklarını, uzayı keşfetmeyi
saatlerce hayal ettiler. İkisinin de kısa hayatlarında geçirdikleri en güzel ve unutulmaz gün olmuştu o gün.
O gün ikisi için de hayatlarının değişim noktasıydı ve ikisi de o günü önemsediler. Yıllar boyunca birlikte
kurdukları hayalin peşinden gittiler ve birbirlerinin yanından hiç ayrılmadılar. Arada yolları farklı kavşaklara
çıksa da sonunda hep aynı yere ulaştılar ve birbirlerini hiç unutmadılar. Alya, tarihe yazılacak unutulmaz
bir görevde iken hayatını kaybettiğinde dünya Selin’in başına yıkıldı fakat kendi kendine Alya’nın anısını
sonsuza dek yaşatacağına söz verdi. Selin ikisinin bu hikâyesini çocuklarına, torunlarına ve tüm insanlığa
anlatamaya yaşamının sonuna kadar devam etti.
36 / İRİS
BEŞİKTEN KARA TOPRAĞA
Enes Efe Bilge
Biri geliyor emekleyerek oradan,
Ağlayarak bir yandan.
Yeni bir can, yeni bir yaşam.
Geleceğini bilmeden umutla geliyor.
Belki de burası daha iyi sanıyor.
Artık emmeyi bıraktı
Dünyayla tanıştı.
O küçük bebek
Konuşmaya başladı
Emekleyerek geldiği yoldan yürüyerek gidiyor.
Çocukluğa adım adım merhaba diyor.
Masumluk, iyilik, merak
Biraz büyümüş fakat
Geldiği gibi,
Gülerek oynayarak gidiyor.
İşte oradaki çocukluktur.
Dertsiz tasasız
Hiçbir yükü olmadan serbestçe gidiyor.
Gelen gence neşeyle bakıp
Güle güle, diyor.
Gelen ise gidenden farklı
Yüküyle ağırlığıyla geliyor.
Yüzündeki gülümsemeye dair
Selefinden eser yok.
Giden çocukluğa imrenerek bakıyor.
Yetişkinlik şaşkın,
Birden kendini hayatın ortasında buluyor.
Gençliğe zor gelen yükleri,
Mumla arar oluyor
Gençlikten farklı olarak sabretmeyi öğreniyor.
Zaten tek çaresi bu sabretmese hali ne olurdu?
Bu cefa dolu hayatta
Dayanamayıp yok olurdu.
Bu devrede hem yükleri hem kendi bitiyor.
Uzaktan geleni görüp
Hayallerini ve parasını vermeye hazırlanıyor.
Fakat gelenin yaşlılık olduğunu görüp
Onun buruşuk ellerine
Sadece anılarını ve pişmanlıklarını bırakabiliyor.
Yaşlılık sulu gözlerle
Geçmişine bakıyor,
Pişmanlık dolu yorucu geçmişine.
Artık verebileceği tek şey olan
Öğütlerini veriyor.
Onun gibi pişmanlık yaşamasınlar diye
Ama artık onun için çok geç,
Kara toprak onu bekliyor.
Yolculuğunu burada tamamlayıp,
Öbür tarafa göçüyor.
Taşıdığı yükler ona ağır zor geliyor.
Daha fazla dayanamayıp
Yerimi yetişkinliğe bırakıyor.
Gitmeden önce yetişkinliğe,
Acı tatlı anılar veriyor.
İRİS / 37
İSTANBUL' U OKUYORUM
Ece Işık
İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğümüze bağlı okullarda uygulanan İstanbul'u
Okuyorum Projesiyle öğrencilerimize yaşadıkları şehri niçin tanıyıp sevmeleri gerektiği
konusunda bilinç kazandıran, şehrini okuyup gezen ve onu bir bilgi hazinesi
olarak görüp öğrenen lise öğrencilerini şehr-i İstanbulla buluşturmayı hedefleyen bu
projeye Yaşar Acar Fen lisesi olarak katıldık.
Martıların havada dans edip Boğaz’ı bir nakış misali işlediği güzel şehir, İstanbul…
Kültürlere açtığı kollarından sarkan mavi şalı: deniz ve gökyüzü… Rüzgarlarıyla buram
buram umut ve keder kokan nevi şahsına münhasır şehir.
Her yeni gün bambaşka bir kalabalık senfonisi besteleyen, yalnızlar şehri, İstanbul…
Tarihi kucağında sallamış, kim bilir kaç hayata film seti olmuş, nelere tanıklık etmiş
yüce şehir, İstanbul… İki ayrı cihanın birbirine usulca, ses etmeden yanaştığı, ‘eski’
ve ‘yeni’ nin kusursuzca harmanlandığı şehir…
Üsküdar’a inerken yarenlerin eteğine bulaşan çamurun annesi, bir Beyoğlu beyefendisi,
İstanbul… Şehir gibi şehir, İstanbul. Edebiyatın saklı kenti İstanbul, üzerine
en fazla şiir yazılmış kent değilse de, üzerine yazılmış şiirlerin en fazla bilindiği kentlerden
biridir kuşkusuz
38 / İRİS
EN GÜZEL HİTABINLA MANZUMELERİN
Serdar Arif Çınar
Safahat’tır senin ölümsüz eserin
Süleymaniye Kürsüsü’nden, İslami fikirlerin
Hâkk’ın sesleri, Kuran ayetleri
En güzel hitabınla manzumelerin
Fatih Kürsüsü’nde, yaratılış gayemizin
Hatıralar anlatır batılılaşma sitemin
Âsım’da kaybetmedin asla ümidin
En güzel hitabınla manzumelerin
Gölgeler’de bütünleşir sanat eserin
Geçen ömründe hiç bitmeyen kederin
Birde üstüne geldi vatan hasretin
En güzel hitabınla manzumelerin
Safahat’la hayatın değişik yüzleri
Irkçılık cereyanının ayak sesleri
Milletin karanlığını aydınlatır düşüncelerin
En güzel hitabınla manzumelerin
İstiklal Marşı ile yürekleri titrettin
Kurtuluş Savaşı’nda yaşadığın hislerin
Bağımsızlık adına yazdığın eserin
Kaleminden dökülür milletimindir dedin.
İRİS / 39
Laedri
KARADAKİ ÇIRPINIŞ
Yerinde olmadığını anlayabilmişti.
Burası hayaliyle gönlünü avuttuğu beklentilerini ipe serip suyun içinde kuruttuğu yer
değil gibiydi...
Bir şeylerin daha da anlayışsız olduğunu fark ediyordum. Eskiden elimde yok diye
fazladan üzüldüğüm şeyler gibi bir yokluk değildi.
Bunun canımın acıması gibi bir şey olduğunu düşündüm. Aslında can neymiş öğrenemeden
sonu görmenin çaresizliği neymiş.
Evet artık hissedebiliyorum.
Yok dediğim yok diye yakıp yıktığım şeylerin çok olduğunu anlayabiliyorum.
Çok mu geç fark ettim ? Yok olacağım mı artık ?
Bunu anlatabilecek miyim ?
Bilemiyorum.
Ümidim var ama devam etmeye değil
Belki son bir nefes daha alabilirim diye ümidim var.
Bu farklı bir duygu. Suda susuz kalmanın kuruluğu değil bu.
Bir şeylerin artık ıslanmadığını akmadığını hissedebiliyorum. Ve bir çok şeyin.
Gönlüm mü daraldı ömrüm mü bitiyor...
Ama var bir noksan
Fark etmek istediğim.
Fakat suyun zenginliği gibi değil.
Vicdanin uzaklığı gibi bir fakirlik yaşayan birinin üzerimdeki planları olmalı bu.
Tokken aç olan birinin oynadığı oyun bu bana.
Doymayan belki doyamadan ve bir gün ben gibi veda hazırlığı yapamayacağını da
bilmeyen birinin büyük gayretleriyle...
artık denizde değilim...
Diye gözüme bakarak daha çok vaktim olsa da konuşsam diye üzülüyordu.
Ve o balıkçının iğnesini aldanmanın çaresizliğiyle
İnsan olduğumu umursamıyordu.
Kaybetmenin kazanmaya eş olmadığı bir anın hiç bir şeye vakti yokken elindeki son
zamanının ne için nasıl kullanılacağını hesap etmek dert etmek de manasızdı
Aldanmanın aldatılmış olmanın vicdanında hesaba değer yanı da kalmamıştı.
öyle zaman dilimleri olmuştur ki son bir bakışın bütün kayıplardan üstün bir kazanç
vereceğine inanmak nefes dengesini normale döndürebilirdi.
Ama bu gün nafile yeniden bir nefes ekleyemeyecek idi
Bütün bunlarla beraber bir ümit ile bakınırken
Bütün bunlarla beraber:
Bana derdini anlatmanın da canını yakabileceğini düşünmüyordu.
Bir genellemeye gidip ne bütün iyiler iyi diyordu.
Ve ne de bütün kötüler kötü diyordu...
Bulanık muğlak ama acıyı hissetmek istemeyen halleriyle gözlerime son bakışını hediye
etmişti.
Çoğunun güvende hissettiğini bazen öyle zannettiği KARADAKİ ÇIRPINIŞ!!!...
40 / İRİS
FİTOVİD
Betül Bayazıt
Günlerden 13 Mart 2003; ilkbahar kapıda, çocuklar montlarını giymemeye
başlamış bile... Her şey harika gidiyordu taa ki sinek valesi lakaplı, en az psikolojisi
kadar dağınık saçlara sahip, sakin olmayan mahalle sakinimiz Serhat,Büyükçekmece
sahilinde yürümeye karar verene kadar ‘’E ne var bunda? ’’ dediğinizi duyar gibiyim.
Ama sorun sahilde yürümesi değildi, sorun yediği çokonatın kabını güzelim Marmara
Denizine atmasaydı. Aslında asıl sorun bu da değildi, asıl sorun atılan çokonat
kabının denizde kendi halinde yaşayan sevimli, zararsız bir fitoplanktonun kafasına
düşmeseydi.
Düştü de ne mi oldu, filtoplanktonumuzun küpesini düşürdü... Hem de bir daha
bulunmamak üzere. İnanabiliyor musunuz bir çokonat kabının açtığı felaketlere, ben
inanamıyorum. Kim bilir o fitoplankton o küpeyi almak için kaç miligram organik
molekül sentezlemişti... İşte olaylar tam burada başladı. Artık insan denen yaratıklar,
fitoplanktonların ezeli düşmanıydı. Fitoplanktonlar intikam ateşiyle yanıp tutuşuyordu
ve bunun için öncelikle karaya çıkmaları gerekti ama bunu nasıl sağlayacaklardı?
Sonunda bir yolunu buldular, timsaha danışmak. Neden mi timsah;çünkü o öyle yetenekliydi
ki, hem karada hem denizde yaşayabiliyordu. Timsahın verdiği birkaç taktik
ve deri parçası (kulak memesinden ihtiyacı olmayan derileri kesip fitoplanktonlara
verdiler) sayesinde fitoplanktonlarımız dünyaya yayılmaya başladılar. Binler, milyonlar
hatta trilyonlarca fitoptlankton insanları rahatsız etmek hatta öldürmek için karaya
çıkmıştı. İnsanlara göz açtırmıyorlardı ve boğazlarına dolanıp öldürüyorlardı,
yaşlılar için daha büyük risk oluşturuyorlardı çünkü onlar yavaş yürüyordu ve yakalaması
daha kolaydı. Bu olayla başa çıkamayan devletlerin tek çaresi insanlara evde
kalın demekti. 3 yıl eve takılan insanlara 3 yılın sonunda bir umut ışığı doğdu, evet
sonunda. ‘’ Armağan Kartal’’ isimli Almanya’da yaşayan Türk taksi şoförü bir çözüm
bulmuştu, fitoplankların yüzeyindeki timsah derisini fark etmişti ve bu deri ile teması
sonucu deriyi çözen sprey üretti.
İnsanlar bu spreyi boyunlarına sıktılar ve artık hayatları tehlike altında değildi.
Bu olayları insanların başına açan sinek valesine ne mi oldu dersiniz; inanın ben de
bilmiyorum.
İRİS / 41
KORONAVİRÜS
Burak Mustafa Karakaya
42 / İRİS
Virüsler sınıflandırılırken içerdikleri genetik materyale
göre ikiye ayrılıyor, bunlar DNA ve RNA
virüsleridir. Koronavirüsler zarflı RNA virüsleridir
Resim. Koronavirüsler çok geniş bir virüs ailesidir.
2019 yılı sonunda duyulan ve tüm dünyada pandemiye
sebep olan koronavirüs alt tipi için SARS
-Cov2 veya Covid19 ismi kullanılmaktadır.
Yandaki Resim: SARS Cov2 virüsünün, RNA’sı üzerinde
Open Reading Frames (ORF) denilen kendi
yaşamı için gerekli 11 çeşit proteini kodlayan gen
alanları vardır. ORF 2 virüsün enfekte ettiği hücrelere
tutunmasını sağlayan Spike proteinini (S),
ORF 4 zarf proteinini (E), ORF 5 hücre zarı proteinini
(M) kodlamaktadır. Birçok ORF’nin hangi proteini
ya da proteinleri kodladıkları henüz bilinmemektedir.
virüs
Spike proteini virüsün enfekte ettiği canlı hücrelerine
tutunmasını sağlar. Bu proteinin enfekte
ettiği hücreye bağlanma gücü daha önce 2002
yılında yine bir zatürre çeşidi olarak ortaya çıkan,
ancak bu denli dünya çapında yayılmayan SARS
virüsünün (Sars CoV-1) bağlanma gücünden 10-
20 kat daha güçlüdür. Bu yüzden SARS CoV-2 yani
Covid 19 tüm dünyada pandemiye yol açmıştır.
KORONAVİRÜS AŞILARI
A - DNA AŞILARI
Vücuda etkeni veya etkene ait antikor yanıtına
sebep olacak virüs proteinini vermek yerine, virüs
proteinini kodlayan DNA sekansını verme yoluyla
uygulanan aşılardır. Bu DNA aşısı verildikten sonra
verildiği canlıda hücreler içine girdikten sonra,
sitoplazmayı geçerek hücre çekirdeğine ulaşır. Burada
aşının içerdiği genler, virüsün proteinlerini
verildiği canlıda sentezlettirirler. Sonuçta aşı verilen
canlı, gerçek virüsle karşılaşmamasına rağmen
virüsün proteinlerine karşı duyarlılık oluşturularak
bağışıklık kazanması sağlanır .
B - mRNA VE AŞILARI
mRNA teknolojisinin tedavi amacı ile kullanımı ilk
olarak 1989 yılında mRNA molekülünün laboratuvar
ortamında izole edilip başka bir hücreye aktarılması
ile başladı. Bu gelişmeden birkaç yıl sonra elde
edilen bu mRNA aşı alanında kullanılmaya başlandı.
İlk olarak aşı alanında kullanımı influenza(grip)
virüsünün çekirdek proteinini kodlayan mRNA
aşısının üretilmesiyle hayvanlarda başlandı .
DNA molekülünün aşı üretim teknolojisi ile karşılaştırıldığı
zaman, mRNA DNA ya göre özellikle tedavi
güvenliği açısından çok daha avantajlıdır. Çünkü
mRNA molekülünde aşı için gerekli olan protein sentezi
kodunu şifreleyen küçük bir genetik kod vardır
ve bu kod verildiği kişinin DNA molekülü ile genetik
ilişkiye çok nadir durumlar dışında girmez. Bu yüzden
aşı üretiminde DNA değil mRNA kullanılmaktadır.
Bu teknoloji ile gerekli olan herhangi bir protein
mRNA kodu oluşturularak üretilebilmektedir. Bu
günümüzde koronavirüsün yüzeyinde bulunan spike
proteini olabildiği gibi kanser tedavisinde kişiye
özel kanser tedavisi olarak da kullanılmaktadır.
Kanser tedavisinde mRNA kullanımı uzun yıllardan
beri mevcuttur, bu tedavide kişiden alınan kanserli
hücre proteinleri laboratuvar ortamında üretilip,
bu proteinlere göre hazırlanan mRNA aynı kişiye
verilip, kişinin kanserli hücrelerine karşı bağışık sistemi
aktive edip, kanseri yenmesini sağlamaktadır.
Ancak maliyeti yüksek olduğundan rutin kullanımı
henüz yaygın değildir.
Koronavirüs aşılarının bir kısmı da mRNA’lardan
üretilmiştir.
mRNA Koronavirüs aşıları insana verildikten sonra
öncelikle kandaki akyuvarlar tarafından hücre içine
alınır. Tabi sadece akyuvarlarda kalmayıp tüm hücre
zarlarını geçerek hücrelere hücrelere de girebilir.
Hücre zarını geçen bu mRNA ribozoma giderek
içerdiği koronavirüs spike proteinini sentezler.
Daha sonra bu hücre bu proteini hücre zarı yüzeyinde
bağışıklık sistemi beyaz kan hücrelerine sunar.
Böylelikle vücut bağışıklık sistemi koronavirüsle hiç
enfekte olmamış olduğu halde ona karşı bağışıklık
kazanmış olur .
mRNA aşılarının en çok bilinenleri Almanya’ da yetişmiş
Türk kökenli bilim insanları olan Uğur Şahin
ve Özlem Türeci’nin kurucu olduğu Biontech şirketinin
ürettiği Comirnaty isimli aşıdır. Diğer en çok bilinen
ve dünyada uygulanan mRNA aşısı ise mRNA
1273 aşısıdır. Bu iki aşı Aralık 2020 itibari ile FDA‘dan
acil kullanım onayı almıştır.
İRİS / 43
C - REPLİKE OLMAYAN (ÇOĞALMAYAN) VEKTÖR AŞILARI
Vektör aşıları üretilirken aşısı üretilmek istenen bakteri veya virüsün antijenik (antikor yanıtına sebep olacak
virüs veya bakteri proteini) yapısını kodlayacak genler başka bir virüs üzerine entegre edilerek üretilmeye
çalışılır.Yani bir aşısı üretilecek antijeni kodlayacak gen , bir vektör virüs DNA’sıyla birleştirilir. Burada
replike olmayan demek, virüs antijeni ile entegre olmuş vektör, ki bu vektör olarak koronavirüs aşılarında
çoğu zaman adeno virüs kullanılıyor, konak hücreye verildikten sonra bölünüp çoğalmıyor demektir. Bu
aşılarda aşı hazırlanırken vektör virüsün yani adenovirüsün çoğalma yeteneği ortadan kaldırılmaktadır.
Adenovirüsün (vektörün) çoğalma yapan genleri etkisiz hale getirilip aşının konak hücrede çoğalması engellenmektedir.
D - REPLİKE OLAN (ÇOĞALAN) VEKTÖR AŞILARI
Burada ise vektör olarak çoğalma yeteneği alınmamış canlı zayıflatılmış virüs kullanılmaktadır. Burada
aşı canlı olduğu için direkt enjeksiyon yoluyla uygulanmaz, ağızdan damla veya sprey şeklinde uygulanır.
E - İNAKTİVE AŞILAR
Bir virüsü izole edip daha sonra geleneksel olarak formaldehit ile inaktive ederek aşı üretim yöntemi en
eski yönetemlerden biridir. Dünyada koronavirüse karşı Eylül 2020 itibari ile 4 büyük inaktive aşı üretim
çalışması yapılmaktadır. Coronovac isimli aşı Sinovac Biotech firmasının daha önce SARS CoV-1 aşısı geliştirilen
platform üzerine inşa edilmektedir. Afrika yeşil maymununun böbrek epitel hücrelerinden elde
edilmiş olan Vero hücrelerinde virüs yetiştirilip, daha sonra beta propiolakton maddesi ile inaktive edilerek
üretilmektedir.
F - PROTEİN (PEPTİD) AŞILAR
Virüsün yapısındaki bağışıklık sistem cevabı oluşturacak bazı proteinlerin verilerek, insan beyaz kan hücrelerinde
duyarlılık oluşturulmasıdır. Ancak bu aşılar çoğu zaman zayıf bağışıklık yanıtı oluşturmaktadır.
G - DİĞER AŞILAR
Koronavirüs için çalışılan bu son aşı grubunda canlı zayıflatılmış, nanopartikül aşıları, hücre bazlı aşılar,
bakteriyel vektör aşıları vardır. Aşağıdaki tabloda tüm dünyada devam eden SARS CoV-2 aşı çalışmalarından
bahsedilmektedir. Yukarda anlattığımız gruplara göre tabloda sınıflandırma yapılmıştır Tablo. Tablo
J.S Tregoning ve arkadaşlarının çalışmasından alınmıştır .
44 / İRİS
İRİS / 45
İSTİKLÂL MARŞI'nın 100. YILI
“HİLÂL”İN GÖLGESİNDE İLELEBET
Mehmet Akif İstiklal Marşı’ nı hangi duygularla yazdığını ifade ederken : ‘’Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakk’ın / Kim
bilir, belki yarın belki yarından da yakın’’ mısralarını hatırlatarak : ‘’ İmanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben başka
türlü yazanlardan değilim. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır… O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi.
O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir facia karşısında bunalan ruhların ıstıraplar içinde kurtuluş
dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz… Onu kimse
yazamaz… Onu ben de yazamam… Onu yazmak için o günleri yaşamak lazım… O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır.
Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur… Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın! ‘’ der.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli
O zaman vecd ile bin secde eder –varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
MEHMET AKİF ERSOY
46 / İRİS
İRİS DERGİSİ © 2021