Sancaktar Okul Dergisi 2017 - 16. Sayı
Kütahya Necip Fazıl Anadolu Lisesi Sancaktar Okul Dergisi Okul Web Site Adresimiz: http://kutahyanecipfazil.meb.k12.tr/
Kütahya Necip Fazıl Anadolu Lisesi
Sancaktar Okul Dergisi
Okul Web Site Adresimiz: http://kutahyanecipfazil.meb.k12.tr/
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Sancaktar'' Dergisi süresiz
biryayındır. Sosyal
Etkinlikler
yönetmeliğinin ilgili hüküm
lerine göre hazırlanmıştır.
''Kültür
Edebiyat Kulübü''
tarafından ''Okul Gelişim
Planı
Çalışmaları' doğrultusunda
çıkarılmıştır.
SANCAKTAR DERGİSİ
Kütahya
Necip Fazıl Kısaürek Anadolu
Lisesi
Sayı : 1 6 Yıl :201 7
Sahibi :
Kütahya
Necip Fazıl Kısaürek Anadolu
Lisesi
Adına
Okul Müdürü
Mehmet Ali ANATOPRAK
Genel Yayın Yönetmeni:
İsmail AYAN
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
İnceleme Kurulu
Hayati AKARSU
Esra SERDAR
Ayşe Nuriye TAN
Ömer ÖZGÜL
Seçme Kurulu
Rabia Ece BAŞER
Saliha BAYAM
Arif Hamza DAŞGIN
Baskı
Şafak Ofset
Tel : 27421 23282
ayen43@Hotmail.com
İÇİNDEKİLER
HASBİHAL.................................................................................3
BİLGİ BİZE GÜZEL GELİR........................................................4
İYİLİK PAHALI BİR ŞEY DEĞİLDİR .........................................5
BİLİM, FELSEFE, DİN,TASAVVUF........................................6
KUR'AN'A GÖRE MÜ'MİNLERİN ÖZELLİKLERİ ......................8
UZUN YOLCULUGUMUZDA BİR DURAK;
ÖGRETMEN LİSELİOLMAK...................................................1 0
NOKTALAMA İSARETLERİNİN TARİHÇESİ ..........................11
PİYANO ÇALMAK VE KAZANDIRDIKLARİ............................1 3
BİR GECE YARISI..................................................................1 6
MEKAN....................................................................................1 7
SEVGİLİ KAÖL AİLEM.............................................................1 8
ANADOLU’YUZ BİZ................................................................1 9
UMUR..KİMİN UMRUNDA......................................................21
MEVLANA'NIN ŞUASI............................................................22
MEVLANA ...............................................................................23
EVRENİN ÖĞÜDÜ..................................................................24
BİR SALANIN VERDİĞİ ÜRPERTİ..........................................25
POPÜLER KÜLTÜR................................................................28
ŞEHİD-Ü ŞÜHEDA................................................................31
İLK GÜN.................................................................................32
KÜTAHYAM.............................................................................33
ÖĞRETMENİM........................................................................34
UMUDUNU KAYBETME........................................................35
NECİP FAZIL'IN HAYATI.........................................................38
TÜRKLERDE KÜTÜPHANE....................................................45
KALBİ PAKLAMAK..................................................................47
MUTLU ÖLMEK LAZIM HER GECE.......................................48
OKULUMUZDAN BİR ŞAHSİYET Mustafa UZUN..................49
RESSAMIN TABLOSUNDAN..................................................50
SPORTİF FAALİYETLER........................................................51
OKUL ALBÜMÜNDEN FOTĞRAFLAR....................................53
3
HASBİHAL
Bu yıl dergi çıkarma görevini kütüphanecilik kulübü olarak bize verildi. Öğrencilerle ilk toplantyı
yaptığımızda öğrenciler eski dergileri görmek istediler. Bana ilk dergi düştü. İster istemez beni geçmişe
götürdü.
O dergi çıktığında öğretmen sayımız 20, öğrenci sayımız ise 200 civarındaydı. Öğrencilerin
çoğunluğu yatılı kalıyordu. O günkü öğretmen kadrosundan üç kişi kalmışız. Anadolu Öğretmen Lisesi
o zaman EML içinde küçük bir binadaydı, bir müddet sonra depreme dayanıklı olmadığı için yıkıldı.
Daha sonra eğitim araçları binasında öğretime devam ettik. Bina eskisine göre genişti ve öğrenci sayısı
da artmıştı. On iki yıl sonra kendi binamıza kavuştuk.
Bu esnada özellikle idareci arkadaşlarımız çok uğraş verdiler. Neredeyse üç okul kurdular. Bu
nedenle başta müdürlerimiz Sayın Ali Eldiven’e, Gülten Çelebi'ye, Salih Özden'e, Süleyman Sert’e, Ali
Osman Acar'a, Mehmet Ali Anatoprak'a, müdür yardımcılarımıza, öğretmenlerimize, yardımcı hizmetler
sınıfı personellerimize, Okul Aile Birliğimizin başkan ve üyelerine teşekkür eder, okula yaptıkları
hizmetlerden dolayı minnetlerimizi sunarız. Okulumuz fiziki olarak değil Kütahya'nın Türkiye'nin sayılı
okulları arasındadır. 2002 yılında geldiğimizde dört duvardan ve bahçesinde inşaat işçilerinin diktiği
söğüt ağacından ibaret olan bu okul, şimdi küçük bir üniversite kampüsü güzelliğindedir. Emeği
geçenlere sonsuz teşekkürler.
Eğitim öğretim açısından baktığımızda da durum bundan farklı değildi. Benim bu okula geldiğim yıl
iki hazırlık sınıfı bulunuyordu. Ama yeterince öğrenci bulunamamıştı. İlk mezunlardan sonra okulumuz
gerek Kütahya'da gerek Türkiye genelinde hak ettiği yere geldi. Bu başarıda şüphesiz öğretmen
öğrenci ve veli üçlüsünün önemi büyüktür. Öğretmenlerimiz seçilerek bu okula geldiler. Fedakarca
çalışıp başarının yükselmesinde ellerinden geleni yaptılar. Dersler yetmediğinde ders dışı zamanlarda
da öğrencilerle ilgileniyorlardı. Okulun başarısı gün geçtikçe arttı. Türkiye’nin çoğu yerinde Anadolu
Öğretmen Liseleri, Anadolu Liselerinden sonra öğrenci alırdı. Oysa Kütahya’mızda okulumuz Anadolu
Liselerinden önce öğrenci alır hale geldi.
Şüphesiz eğitimin temeli öğrencidir, öğrenci olmadan okul da öğretmen de olmaz. İyi yerlere
gelebilmek için çok çalışmanız gerekir. Bilirsiniz ki "Başarısızlığın mazereti yoktur." Bu okula gelmek
demek çok çalışmaya talip olmaktır.
Değerli velilerimiz eğitimin üçüncü ayağını sizler oluşturmaktasınız. Çocuklarınız emanetimizdir.
Bizler onlar için elimizden geleni yapıyoruz. Onlar bizim evlatlarımız. Onları onurlandıralım. El birliği ile
iyi bir geleceğe hazırlayalım.
Yazımı bitirirken başarımızı yıldızlaştıralım. Hep birlikte mutlu yarınlara yürüyelim. Dergimizin
çıkmasında emeği geçen başta Görsel Sanatlar Öğretmenimiz Ahmet EMEKTAR Bey’e, yazılarıyla
katkı sağlayan öğretmen arkadaşlarıma, mezun öğrencilerimize, velilerimize ve Kütüphanecilik Kulübü
öğrencilerine çok teşekkür eder, minnetlerimi sunarım.
İsmail AYAN
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
4
BİLGİ BİZE GÜZEL GELİR
Bilmek mesuliyettir sorumluluk sahipleri için. İnsan öğrenmiş olmakla kendini sorumluluk
altına almış olur. Her öğrenilen insanı daha korunaklı bir limana taşırken aynı zamanda yeni
meçhullerin ummanından haber verir. Bilmek Tanımak, farkına varmak, haberdar olmak, İlgi
kurmak, Bilmek İç dünya ile dış dünya arasında bağlar oluşturmak. Bilmek İnsanın kişilik
kazanması
Öyle sesleniyor yüzyıllar öncesinden bir bilge. ‘Bilig bil, kişi bol, bedütgil özün.’ Yusuf Has
Hacip’in sesi bu. Daha yalın söyle mutluluk veren bilginin (Kutadgu Bilig) sesi Bilgi bil, kişilik
sahibi ol ve kendini yücelt
Bilmek tatbik ile kıymetlenir. Zira insanın
öğrendikleri hayatına yön vermiyorsa onlar
başta bir yüktür. Öğrendiklerimizi sindirdikçe
yeni bilgilerin açlığını yaşarız. Bunun için
insanlığın en kıymetlisi seslenir. ‘Bildikleri ile
amel edene Allah bilmediğini öğretir.’ Bilmekten
muradı böyle açıklar insanlığın en tebessüm
çehresi Muhammed (as). Anlıyoruz ki; bilmek bir
nihayet değil, bir başlangıç Anlıyoruz ki;
bilmek sadece bir anahtar. Elinde yüzlerce
anahtarı olan, hiçbir kapıyı açmayan, kapıların
önünde anahtarları ile bekleyenin halidir bilgi
edinmiş insanın hali Kapıdan henüz
girmemişse. Oysa anahtar kapıyı açmanın bir
aracı.
Bilgi bizim için bir amaç değil, bir araç. Bizi
mutluluk diyarına taşıyacak bir sefine. ‘Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu’? Öncülüyle
insanı yüksek algı ortamına taşıyan ayette Allah
‘Ancak selim akıl sahipleri ibret ve öğüt alır.’
(zümer suresi) diyerek bilmenin değil, bilip de
öğüt almanın değerliliğini anlatır bilgiyi amaç
haline getiren anlayış sahiplerine.
Bilgi bir şuur sunmazsa, bilinçle bilemezse insanı çağın adının pek önemi yok. İnsanı bilgi
çağına erdiren bilgiçler insanın mutluluğu üzerine hiçbir şey söylemediler henüz. Daha çok
dijital hayatlar, daha bencil, daha ferdi, daha mutsuz
Bilgi insanı olgunlaştırır. Olgun sessizlerin sesiyle sözü sonlandıralım. Kızılderililerin
sessizliği ile
Eğer sorsanız: 'Sessizlik nedir?' Cevap veririz: O Büyük Ruh' un sesidir. Yine sorsanız:
'Sessizliğin meyveleri nelerdir?' Cevap veririz: Kendi kendini kontrol, gerçek cesaret demek
olan metanet, sabır, vakar ve saygı.'
‘BİLGİ BİZE işte bu haliyle GÜZEL GELİR’
Mehmet Ali ANATOPRAK
Okul Müdürü
5
İYİLİK PAHALI BİR ŞEY DEĞİLDİR
Kelebek Hastalığı Nedir ?
Kelebek Hastalığı; Üst deri ve alt derinin yani
epidermis ve dermis tabakasının yapışma
eksikliği olarak tanımlanmaktadır. Kelebek
hastalığı genetik bir hastalık olup henüz tedavisi
bulunmamaktadır. Ancak hastalarda oluşan
yaraların geçici olarak iyileştirilmesi sağlanabilir.
Bu geçici tedavi sürecinde hastalar için kullanılan
steril ve tek kullanımlık yara örtüleri vardır.
Kelebek hastalarının hayatları boyunca bu
medikallere ihtiyaçları vardır.
Peki Neden Kelebek Hastalığı ?
Kelebek hastalığı çok nadir görülen bir hastalıktır
ve buna bağlı olarak toplumda neredeyse hiç
bilinmemektedir.
Sosyal medya aracılığıyla seslerini duyurmaya
çalışan kelebek hastaları maddi ve manevi
sıkıntılarla zorlu bir hayat sürdürmektedir.
İşte toplum tarafından bilinmeyen ve zorluklarla
dolu hayat süren kelebek hastaları için
okulumuzda bir proje yapmaya karar verdik.
Projemizde öncelikle amaçlarımız :
Hastalığı tanıtmak, okulumuzda bir farkındalık
oluşturmak ve bu hastalığa dair bir kampanya
başlatarak ihtiyaç sahiplerine yardım
ulaştırabilmekti.
Proje Sürecinde Gerçekleştirdiklerimiz:
Öncelikle insanların bu konuda bilinçlenmesi, bilgi
sahibi olabilmesi için bizzat kelebek hastalarının
röportajlarının bulunduğu çektikleri zorluklarını,
ihtiyaçlarını, tedavi sürecinde yaşadıklarını
anlatan tanımlayıcı bir video hazırladık ve bu
videoyu tüm sınıflara izlettik. Öğretmen ve
arkadaşlarımızdan çok güzel dönütler aldık. Bu
işte görev almak isteyen birçok gönüllü arkadaş
edindik. İlerleyen günlerde her sınıfa yardım
dosyası gönderdik ve sınıflardan yardımları
toplamaya başladık.
Sosyal medya aracılığıyla da çalışmamız devam
etmekteydi. Çalışmamızı duyan okulumuzdan
mezun bir büyüğümüzün de projemize destek
olması bizi bu süreçte gururlandıran ve mutlu
eden bir olaydı.Çalışmamızı bir hafta boyunca
devam ettirdik ve tamamladık. Bu bir
haftalık süreçte öğrenci arkadaşlarımızın
ve kıymetli öğretmenlerimizin destekleri
ve ilgileri bizi gerçekten onurlandırdı. .
Ve bir kez daha öğrendik ki ;
Okulumuz sadece bilgi ve beceri
kazandıran bir kurum değil ; öğrencilerine
yüksek manevi değerler kazandıran
gerçek bir eğitim yuvasıydı.
Bu kampanyayı yürekten destekleyen
herkese teşekkür ederiz.
Ezgi Nur MİTİL 1 2-B
Ali AKKAYA 1 2-A
6
BİLİM ,FELSEFE ,DİN,TASAVVUF….
Kaynakları, değerleri ve özellikleri göz önünde bulundurularak bilgi türleri altı kategoride
guruplandırılabilir;
1 -Bilimsel bilgi 2-Gündelik bilgi 3-Teknik bilgi 4-Estetik bilgi 5-Dini bilgi 6-Felsefi bilgi
Görüldüğü üzere felsefe bir bilim değildir.Başta değerleri farklıdır.Bilim objektif, felsefe sübjektiftir.
Kaynakları farklıdır; Bilim gözleme ,deneye dayalı olduğu halde felsefenin deneyle gözlemle
doğrulanması mümkün değildir. İkisi de farklı özelliklere sahiptir.
Felsefe bir din de değildir. Dinin kaynağı vahiydir. Felsefe ise sadece akla dayanır. Felsefe beşeri din
ise ilahi niteliklidir. Felsefenin doğruluğu filozofun sistemi içindeki tutarlılığa bağlıdır .Dini bilgi ise inanç
esasına dayanır. İnanan için mutlak doğrudur. İnanmayan için ise hiçbir anlam ifade etmez.
Felsefe sanat da değildir; Sanatın kaynağı sanatçının hayal gücü ve sezgileridir. Sanatta ölçü
doğruluk değil, güzelliktir. Felsefe hakikati ararken güzelliği dikkate almaz.
Her bilgi türünün anlam ve önemi farklıdır. Bilimin objektif olması tek doğrunun bilim olduğu
anlamına gelmez. Felsefe bilimin sonuçlarını sorgulamasa ,eleştirmese bilim bir adım bile
ilerleyemezdi. Bilimin cevap bulamadığı bir çok metafizik problem hâlâ varlığını devam
ettirmektedir. Bu problemlere felsefe ve din farklı çözümler sunmaktadır. Ve hayatın anlam,
amaç ve önemi için bu çözümler en az bilim kadar gereklidir.
Dini bilgiyi ve tasavvufu da felsefe kategorisinde değerlendirmek bir o kadar yanlış bir
tutumdur. Başta da ifade etiğimiz gibi öncelikle bu bilgiler kaynakları itibariyle farklıdırlar. Bu
nedenle bir ilahiyatçıyı ya da bir mutasavvıfı filozof olarak aksettirmek yanlış, bu yolla onları
eleştirmek ikinci bir yanlıştır.
İmam-ı GAZALİ’yi eleştirenler onun Meşşai filozofları(Aristocu İslâm filozofları)eleştirip
küfürle itham ederken akli delilleri kullandığını, onun da bu nedenle felsefeci olduğunu iddia
ediyorlar. Halbu ki O bu tavrı sadece bir yöntem olarak kullanmıştır.(onlar dini ve tasavvufi
delilleri kabul etmedikleri için)(Keza Descartes ta septikleri akıl yolu ile ikna edemediği için
kendisi de geçici olarak septik gibi davranmış ve şüpheyi hakikate ulaşmada bir yöntem olarak
kullanmıştı.)
7
Buna rağmen İmam-ı GAZALİ neticede bu yöntemi dahi bırakmış tamamen tasavvufa
yönelmiştir. Hakikatin bilgisinin akılla elde edilemeyeceğini görmüştür. Hakikatin bilgisini sadece
kalp gözü açık olanların elde edebileceğini kabul etmiştir.
Görüldüğü üzere ne İmam-ı GAZALİ ne de mutasavvıflarımız Mevlana, Yunus EMRE, Hacı
Bektaş-ı Veli birer filozof değildirler. Gönül gözü açık ,güçlü imana sahip “VELİ” şahsiyetlerdir.
Felsefe akıl tasavvuf gönül işidir.
Bayram ÜZÜM
Kütahya Necip Fazıl Kısakürek
Anadolu Lisesi
Felsefe Öğretmeni
8
KUR'AN'A GÖRE MÜ'MİNLERİN ÖZELLİKLERİ
Yüce Allah, ‘doğru yola ulaşmak isteyen insanlar
için bir rehber ve hidayet kaynağı’ (Bakara 2)
olarak gönderdiği Kur’an-ı Kerim’de, ‘Müslümanım’
iddiasında bulunanların, bu iddialarını tavır ve
davranışları ile ispatlamaya çağırıyor.
‘Müslümanım’ diyen kişilerin hangi özelliklere
sahip olması gerektiğini açık bir şekilde ifade
etmekte, bireysel ve toplumsal huzur için özellikle
ahlaki emirlere itina ile uymaları istenmiştir.
Allah (c.c.)’nün Kur'an'da bildirdiği, Mümin
özelliklerinin belli başlılarını şöyle
maddeleştirebiliriz:
• Müminler ancak Allah'a kulluk ederler. O'ndan
başka zihinlerinde ve fiillerinde ilahlaştırdıkları
hiçbir varlık yoktur. (Fatiha, 1 /1 -7; Nisa, 4/36)
• Allah'tan korkup-sakınırlar. Allah'ın yasakladığı
veya rızasına aykırı olan bir şeyi yapmaktan çok
çekinirler. (Âl-i İmran, 3/1 02; Yasin, 36/1 1 ;
Tegabün, 64/1 5-1 6; Zümer, 39/23)
• Yalnızca Allah'a güvenirler. (Bakara, 2/249;
Tevbe, 9/25-26)
• Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar.
(Ahzab, 33/39)
• Allah'a şükrederler. Bu nedenle ekonomik
yönden darlıkta ya da bollukta olmaları onlara
herhangi bir üzüntü ya da böbürlenme vermez.
(Bakara, 2/1 72; İsra, 1 7/3; İbrahim, 1 4/7)
• Kesin bilgiyle iman etmişlerdir. Allah'ın rızasını
kazanmaktan dönmek gibi bir düşünceye asla
kapılmazlar. Her gün daha şevkli ve heyecanlı
biçimde hizmetlerini sürdürürler. (Hucurat, 49/1 5;
Bakara, 2/4)
• Kur'an'a kuvvetle bağlıdırlar. Tüm hareketlerini
Kur'an'a göre düzenlerler. Kur'an'a göre yanlış
olduğunu gördükleri bir tavırdan hemen
vazgeçerler. (A'raf, 7/1 70; Maide, 5/49; Bakara,
2/1 21 )
• Sürekli Allah'ı anarlar. Allah'ın her şeyi gören ve
işiten olduğunu bilir, sürekli Allah'ın sonsuz
kudretini hatırda tutarlar. (Âl-i İmran, 3/1 91 ; Rad,
1 3/28; Nur, 24/37; A'raf, 7/205; Ankebut, 29/45)
• Allah karşısında acizliklerini bilirler.
Mütevazidirler. (Ancak bu, insanlara karşı aciz
görünmek ve ezik tavırlar sergilemek demek
değildir.) (Bakara, 2/286; A'raf, 7/1 88)
• Her şeyin Allah'tan olduğunu bilirler. Bu
nedenle hiçbir olay karşısında telaşa
kapılmaz, her zaman serinkanlı ve
tevekküllü davranırlar. (Tevbe, 9/51 ;
Teğabün, 64/1 1 ; Yunus, 1 0/49; Hadid,
57/22)
• Ahirete yönelmişler, asıl hedef olarak
ahireti belirlemişlerdir. Ancak dünya
nimetlerinden de faydalanır. Dünya için
çalışmayı ve kazanmayı bırakmazlar.
(Nisa, 4/74; Sad, 38/46; A'raf, 7/31 -32)
• Sadece Allah'ı ve müminleri dost ve
sırdaş edinirler. (Maide, 5/55-56;
Mücadele, 58/22)
• Akıl sahibidirler. Her an ibadet bilincinde
olduklarından sürekli dikkatli ve
uyanıktırlar. Devamlı olarak müminlerin ve
dinin lehine akılcı hizmetler yaparlar.
(Mümin, 40/54; Zümer, 39/1 8)
• Tüm güçleriyle Allah adına inkarcılara,
özellikle inkarcıların önde gelenlerine
karşı büyük bir fikri mücadele verirler. Hiç
yılmadan ve gevşemeden mücadelelerini
sürdürürler. (Enfal, 8/39; Hac, 22/78;
Hucurat, 49/1 5; Tevbe, 9/1 2)
9
• Allah'ın dinini tebliğ etmek. Çeşitli biçimlerde
insanları Allah'ın dinine davet ederler. (Nuh, 71 /5-
9)
• Baskıcı değillerdir. Merhametli ve yumuşak
huyludurlar. (Nahl, 1 6/1 25; Tevbe, 9/1 28; Hud,
1 1 /75)
• Öfkelerine kapılmazlar, hoşgörülü ve
bağışlayıcıdırlar. (Âl-i İmran, 3/1 34; A'raf, 7/1 99;
Şura, 42/40-43)
• Güvenilir insanlardır. Son derece güçlü bir kişilik
sergiler, etraflarına da güven telkin ederler.
(Duhan, 44/1 7-1 8; Tekvir, 81 /1 9-21 ; Maide, 5/1 2;
Nahl, 1 6/1 20)
• Zorluklara katlanırlar. (Ankebut, 29/2-3; Bakara,
2/1 56, 21 4; Âl-i İmran, 3/1 42, 1 46, 1 95; Ahzap,
33/48; Muhammed, 47/31 ; Enam, 6/34)
• Zulümden ve öldürülmekten korkmazlar. Zulme
karşı, mazlumların yanında yer alırlar. (Tevbe,
9/1 1 1 ; Âl-i İmran, 3/1 56-1 58, 1 69-1 71 , 1 73; Şuara,
26/49-50; Saffat, 37/97-99; Nisa, 4/74)
• İnkarcıların saldırı ve tuzaklarıyla karşılaşır,
alaya alınırlar. Ancak buna sabırlı davranırlar.
(Bakara, 2/1 4, 21 2)
• Allah'ın koruması altındadırlar. Aleyhlerinde
kurulan tüm tuzaklar boşa çıkar. Allah, onları tüm
iftira ve tuzaklara karşı koruyarak, onları üstün
kılar. (Âl-i İmran, 3/1 1 0-1 1 1 , 1 20; İbrahim, 1 4/46;
Enfal, 8/30; Nahl, 1 6/26; Yusuf, 1 2/34; Hac, 22/38;
Maide, 5/42, 1 05; Nisa, 4/1 41 )
• İnkarcılara karşı tedbirlidirler. (Nisa, 4/71 , 1 02;
Yusuf, 1 2/67)
• Şeytanı ve yandaşlarını düşman edinmişlerdir.
(Fatır, 35/6; Zuhruf, 43/62; Mümtehine, 60/1 ; Nisa,
4/1 01 ; Maide, 5/82)
• Münafıklara karşı mücadele eder, münafık
karakterlilerle birlikte olmazlar. (Tevbe, 9/83, 95,
1 23)
• İnkarcıların zorbalıklarına engel olurlar. (Ahzab,
33/60-62; Haşr, 59/6; Tevbe, 9/1 4-1 5, 52)
• Birbirlerine danışarak (istişare ile) hareket
ederler. (Şura, 42/38)
• İman etmeyenlerin gösterişli yaşantısına
özenmezler. (Kehf, 1 8/28; Tevbe, 9/55; Taha,
20/1 31 )
• Zenginlik ve mevkiden etkilenmezler.
Para ve makam sevdasıyla çıkarcı
davranmazlar. (Hac, 22/41 ; Kasas, 28/79-
80; Nahl, 1 6/1 23)
• İbadetlere titizlik gösterir, namaz, oruç
ve benzeri ibadetleri dikkatle yerine
getirirler. (Bakara, 2/238; Enfal, 8/3;
Müminun, 23/1 -2)
• Çoğunluğa değil, Allah'ın verdiği
kıstaslara uyarlar. (Enam, 6/1 1 6)
• Allah'a yakınlaşmak, örnek bir mümin
olmak için gayret sarfederler. (Maide,
5/35; Fatır, 35/32; Vakıa, 56/1 0-1 4;
Furkan, 25/74)
•• Atalarına körü körüne uymazlar.
Kur'an'a göre hareket ederler. (İbrahim,
1 4/1 0; Hud, 1 1 /62, 1 09)
• İsraftan kaçınırlar. (Enam, 6/1 41 ;
Furkan, 25/67)
• Dinde aşırılığa kaçmazlar. (Bakara,
2/1 43; Nisa, 4/1 71 ) Haset etmekten
kaçınırlar. (Nisa, 4/1 28)
• Fedakardırlar. (İnsan, 76/8; Âl-i İmran,
3/92, 1 34; Tevbe, 9/92) Temizliğe dikkat
ederler. (Bakara, 2/1 25, 1 68; Müddessir,
74/1 -5)
• Müminlerin arkasından konuşmaz,
kusurlarını araştırmazlar. (Hucurat, 49/1 2)
• Allah'tan bağışlanma dileyenlerdir.
(Bakara, 2/286; Âl-i İmran, 3/1 6-1 7, 1 47,
1 93; Haşr, 59/1 0; Nuh, 71 /28)
Ömer ÖZGÜL
Din Kült. ve Ahl. Bil. Öğretmeni
1 0
UZUN YOLCULUĞUMUZDA BİR DURAK
ÖĞRETMEN LİSELİ OLMAK
Hayat uzun bir yolculuktur diye klişeleşmiş sözler vardır ya hani, kimimiz inanır kimimiz
inanmaz. İşte ben bu lafın doğruluğuna inanlardan oldum hep ve bu uzun yolculukta acı tatlı
duraklarım oldu benim. Bu durakların en önemlisi ise Kütahya Anadolu Öğretmen Lisesi oldu.
Çok isteyerek öğrencisi olduğum bu okulun şimdi ise gururlu bir mezunuyum.
Bizim bu okulda hikâyemiz 1 991 yılında başladı. Okul tarihçesini bilirler ki okul ilk defa
1 990 yılında kız öğrenci alarak Kütahya Anadolu Kız Öğretmen Lisesi olarak başlamıştır.
Bizim dönemimiz bu yolculuğa küçük bir binada zorlu şartlarla başladı. Pırıl pırıl, cesur yürekli
genç kızlardık. Bu okulda aldığımız eğitim ve öğretim bizim hayatımızı temelli olarak etkiledi.
Bu gün başarılı birer birey olan tüm arkadaşlarımın bazıları ile 22 yıl görüşmemiş olsak da ilk
karşılaşmada kaldığımız yerden hiç ayrılmamış gibi sohbet edebilen dostluklar kazandık ve
sevgili öğretmenlerimiz; onlar benim için hayatın her anında hiç tereddütsüz arayabileceğim
yol göstericilerim.
Bu yüce Lisenin eğitim ve öğretime başladığı Endüstri Meslek Lisesi içerisinde ki küçük
binasında, biz yatılı öğrenciler büyük bir ailenin bireyi olarak; mutluluklar, gururlar, acılar ve
öfkeler paylaştık. Mutluklarımız bu büyük ailede daha da büyüdü ve acılarımız bu büyük
ailede paylaşılıp yok olup gitti.
Bizler, öğretmen liselerinin Mor-Beyaz rengini ve her 1 6 Martta Öğretmen Liselerinin kuruluş
gününü coşku ile yaşayan liseli kızlar olarak var olduk hep. Her ne kadar meslek hayatımızda
benim gibi birçok arkadaşım Öğretmenlik mesleğini tercih etmemiş olsak da, bu yüce okulda
aldığımız eğitim mesleklerimizin icrasında her daim bizim kılavuzumuz olmuştur.
Bu gün hayat yolunda benim için en önemli durak olan Anadolu Öğretmen Lisesi, mezunu
olmaktan gurur duyduğum yıkılmaz bir kale. Öğretmenlik gibi en kutsal mesleğin ilk temel
eğitimini aldığımız bu okul mezunu olmak; hayat yolunda benim hızıma hız kattı. Başarı
düşkünü hırslı ve bir o kadar mütevazi bireyler olarak mezun olduk bu okuldan. Şimdi geriye
dönüp baktığımda çocuk yüreğinde Öğretmen Lisesi mezunu olmayı gururla taşıyan tüm
mezunlara selam olsun. Hayat yolunuz hep Öğretmen liseli olmak kadar mağrur ve başarılı
geçsin .
Nilgün Altıntaş Özkan
Kütahya Anadolu Öğretmen Lisesi
6 Sosyal B – 68
1 995 Yılı mezunu
İZMİR BAROSU AVUKATI
1 1
NOKTALAMA İŞARETLERİNİN TARİHÇESİ
Nokta, virgül, soru İşareti gibi noktalama işaretleri öylesine yaygın kullanılıyor kİ onların tarih
boyunca var olduğunu sanıyoruz. Oysa öyle olmadı. İşte bu İşaretlerin hikayesi. Noktalama
işaretleri gramatik yapıların nasıl kurulacağını gösterir; tek tek harfleri kelimelere ve cümlelere
dönüştürmemize veya beynimizde onların resmini oluşturmamıza yardımcı olur. Onlar
olmadan kitapları nasıl okur anlardık diye merak ediyor İnsan. Oysa ilk zamanlarda noktalama
işaretleri yoktu. Yazarlar binlerce yıl onlarsız yazdı yazılarını, Peki, ne oldu da bu tarzı
değiştirme gereği duydular?
M.Ö. 3. yüzyılda Yunan uygarlığının etkisi altındayken Mısır’ın İskenderiye kentinde Ünlü bir
kütüphane vardı.Bu kütüphanenin başında Aristofanes vardı. Buradaki yüzbinlerce parşömen
tomarını okumak çok zaman alan bir işti. Yunanlılar daima kelimeleri bitişik olarak ve hiçbir
noktalama işareti , büyük küçük harf kullanmadan yazmıştı. Hangi kelimenin ve cümlenin
nerede başlayıp nerede bittiğini anlamak okurların işiydi.
İyi hatip olmak için bu sorun olmuyordu. Hitabete o dönemde yazılı dilden daha fazla önem
veriliyordu. Kitle önünde iyi konuşmak içinse yazılı belgeleri önceden okuyup ezberlemek
gerekiyordu. Fakat bir metni bir defa okuyup anlayana rastlanmamıştı. Bir metni ilk kez eline
alan birinin onu şaşırmadan ve anlamlı bir şekilde yüksek sesle okuması mümkün değildi.
Aristofanes ise okurlara sonu gelmez bir şekilde birbiri ardına sıralanmış harfleri orta nokta ,
alt nokta ve üst nokta işaretleriyle ayırmalarını öneriyordu. Bunların herbiri farklı uzunlukta
duraksamalara işaret ediyordu. Fakat bu yenilik herkesi ikna etmemişti. Antik dünyada
imparatorluk kurma konusunda Romalılar Yunanlıları geçtiğinde Aristofanes’in noktalarını
bıraktılar. Bu dönemde kitlelere konuşmak önemliydi ve bütün metinler yüksek sesle
okunuyordu.Yunanlılar ve Romalılar noktalama işaretlerinden mahrum halde bu okumaları
mırıldanarak yapıyorlardı. Aristofanes’in girişiminin bildiğimiz noktalama işaretlerine
dönüşmesini sağlayan yeni bir gelişme olmuştu.Roma İmparatorluğu 4.ve 5.yüzyıllarda
çöküşe girdiğinde Roma’nın paganları yeni bir din olarak Hıristiyanlığa karşı zorlu bir
mücadele veriyordu.Paganlıkta gelenek ve kültür ağızdan ağıza aktarılırken ilahileri ve
Tanrının sözlerini daha iyi anlamak için Hıristiyanlık yazıyı tercih ediyordu.Kitap Hıristiyan
kimliğinin ayrılmaz bir parçası haline geldi.Bu kitaplarsa çoğunlukla altın yaldızlarla ve süslü
harflerle donatılmış paragraf işaretleriyle bölümlere ayrılmıştı. Hıristiyanlık Avrupa’da
yayıldıkça yazı ve noktalama işaretlerini daha da benimsedi.6.yüzyılda Hıristiyan yazarlar,asıl
anlamlarını korumak için eserlerini okuyucuya sunmadan önce kendileri noktalama işaretlerini
kullanmaya başladı.7.yüzyılda İşidore adlı başpiskopos ve Aziz durma sürelerine işaret etmek
üzere Aristofanes’in noktalarını yeniden düzenledi.İsidor ayrıca noktalama işaretleri ile anlam
arasında da doğrudan bağ kurmuştu.Daha sonra İrlandalı ve İskoç rahipler,aşina olmadıkları-
1 2
NOKTALAMA İŞARETLERİNİN TARİHÇESİ
Latince kelimeleri ayırt edebilmek için kelimeler arasında boşluk kullanmaya
başladı.8.yy.da ise yeni bir ülke olarak Almanya ortaya çıkmış, ünlü kral Şarlman ,rahip
Alcuin’e standart bir alfabe oluşturma görevi vermişti.Böylece bildiğimiz küçük harfler
ortaya çıkmış yazının geliştiği bu dönemde noktalama işaretleri de onun ayrılmaz parçası
haline gelmişti.Bugün kullandığımız nokta , virgül ,noktalı virgül ,soru işareti gibi birçok
noktalama işaretinin kökeni işte bu döneme dayanıyor.
Ünlem işareti İse daha sonra 1 5. yüzyılda, taksim ve tire işaretleriyle birlikte
Rönesans döneminde kullanıma gİrdİ. Matbaanın mucidi Johannes Gutenberg 1 455’te 42
satırlı İncil’i bastığında noktalama işaretleri de artık sabit hale gelmişti. 1 5. yüzyıl sonunda
bugün kullandığımız işaretler bir daha değişmemek üzere son şeklini aldı. Böylece
matbaanın zorunlu kıldığı bir standartlaşma yaşanmıştı. Ancak bugün bilgisayarlar
matbaadan daha yaygın hale gelince noktalama işaretleri de yeniden canlılık kazanmaya
başladı.
Ekranlarda noktalama işaretlerinin yanı sıra his simgeleri de kullanılıyor artık. Yani bu
işaretler ölüm uykusuna yatmamış, sadece yeni teknolojinin gelmesini bekliyormuş.
Önümüzdeki dönemde ne tür noktalama işaretlerinin kullanılacağına bugünün okurları ve
yazarları karar verecek.
Keith Houston’un yazdığı bu makalenin İngilizce aslını
Culture’da okuyabilirsiniz.
1 4 Eylül 201 5 tarihiyle BBC
Esra SERDAR
Türk Dili Ve Edebiyatı Öğretmeni
1 3
PİYANO ÇALMAK VE KAZANDIRDIKLARI
Müzik sadece ‘’hoş zaman geçirmek rahatlamak ve heyecanlanmak’’ için dinlenen ses
dizelerinden ibaret değil ; müzik doğrudan beynimizi biçimlendirici ve hayatımızı yönlendirici bir
etkiye sahiptir. Müziğin çocuk gelişiminde birçok alanda (sosyal,kültürel,duygusal vb)fayda
sağladığı görülmekte ve bütün olarak özellikle çocuğun zekasında farkedilir biçimde gelişim
sağladığı ortaya çıkmaktadır. Zeka gelişimine destekleyici müziğin gelişim üzerindeki diğer
etkileri olarak sosyal gelişme, duygusal gelişme , kültürel birikime bakış açısına ve psikomotor
gelişime etkileri olarak sıralanabilir.
Erken dönemde ninniyle başlayan ve ardından gelen düzgün uyarılar çocuklarda kendini
iyi ifade edebilme becerisine, estetik duygusuna, spor gelişimi ve ritmik gelişimine, ses ve dil
gelişimine, sosyal ve grup gelişimine katkı sağlar. Piyano çalmak beyin gelişimine büyük katkı
sağlar.
Erken yaşta piyano eğitimi alan çocuklarda özellikle sol beyin fonksiyonlarının daha iyi
geliştiği gözlemlenmiştir. Piyano eğitimi alan çocukların matematik ve fen alanlarında daha
başarılı olduğu kanıtlanmıştır. Erken yaşta piyano eğitimi alan çocuklarda konsantrasyon
süresinin geliştiği gözlemlenmiştir. Piyano çalarken nota takibi yapmak , çalınan eserin
temposunu doğru ayarlamak ve devam ettirmek ve on parmak koordinasyonu yapmanın
konsantrasyonu arttırdığı görülmüştür.
Piyano çalan öğrencilerin matematiksel ve bilimsel kavramları daha kolay algıladığı
gözlemlenmiştir. Oran,kesir ve yüzde gibi matematiksel işlemlerde ve zaman-mekan odaklı
düşünmeyi ölçen sınavlarda %34 oranında daha yüksek notlar aldığı tespit edilmiştir.(1 997
nörolojik araştırma)
Düzenli olarak müzik aleti çalmanın beynin görme , duyma, hareket etme ve
koordinasyonla ilgili bölümlerinin büyümesini sağladığı tespit edilmiştir. Araştırma çerçevesinde
müzikten anlamayan veya müzikle amatör veya profesyonel olarak ilgilenen kişiler seçmişlerdir.
Yapılan MR (manyetik rezonans) görüntülerinin müzisyenlerinin beyinlerinin daha büyük
olduğunu açıkça gösterdiğini belirlemiş, müzisyenlerin beyinlerinde duyma, görme, hareket
etme ve koordinasyonlarla ilgili bölgelerde daha fazla ‘’gri madde (gri hücre)’’ olduğunu
saptamışlardır. Ayrıca MR görüntülerinden müzik aleti çalan ve günlük hayatta ağırlıklı olarak
sağ elini kullandığını ifade eden kişilerin sol ellerinde daha sık kullandıklarını tespit ederken,
1 4
PİYANO ÇALMAK VE KAZANDIRDIKLARI
sürekli müzik aleti
çalmanın beynin
büyüklüğünü olumlu
etkilediği sonucuna varmışlardır.
Bunu da beynin kaslar gibi egzersiz
yaptıkça büyüdüğünü; örneğin piyano
çalmanın notaları algılayan beynin, tuşlara
dokunan parmaklara ve pedallara basan ayağa
emir vermesi ile bir koordinasyon oluşturarak beynin
birden fazla bölgesine aynı anda çalıştırdığını, çok yönlü
düşünmeyi ve bağlantılar kurmayı sağladığını dolayısıyla da
beynin kullanımını geliştirdiğini belirtmişlerdir. Ayrıca müzik,
uzaysal algılama becerisini de geliştirir. Bu birbirinden ayrı parçaları
görebilme ve onları yeniden zihinsel olarak bir araya getirebilme
becerisidir ki matematik becerileri de bu tip bir mantığa dayanır. Piyano
çalmayı öğrenme , müzik sembollerini ve notalarını yorumlamayı da kapsar. Beynimiz bu
sembolleri zaman ile uyumlu bir şekilde değişen bir dizi ses yığını olan melodilerin şekle girmiş
hali olarak görür. Böylelikle beynimizin uzay ile ilgili nesnelerin biçimini değiştirme ve gözünde
canlandırma becerisini geliştirir. Ayrıca müzik öğrenimi akademik başarı için gerekli olan disiplini
de sağlar. Missisauga Toronto Üniversitesinden E. Glenn Schellenberg araştırmasında müzik
derslerinde duyguları ifade etme, müziksel aralıkları ve akorları öğrenme gibi çok farklı bölümleri
olduğu için evreni çok boyutlu algılamanın mümkün olacağını ve bunun IQ seviyesini etkilediğini
belirtmektedir.
Hiperaktif çocukların tedavisinde de müzik eğitimi özellikle piyano eğitimi önemli bir rol
oynamaktadır. Piyano çalmak, küçük motor becerilerinin gelişmesinde, dikkat eksikliğinin
azaltılmasında cognitive (bilişsel) ve duygusal gelişiminde azımsanmayacak bir role sahiptir.
Hiperaktif çocuğun notalarla meşgul olması dikkat eksikliğini bir ölçüde de olsa giderirken
piyano eğitimi sırasında beynin her iki lobunu da kullanma zorunluluğu bilişsel yetilerini geliştirir.
Piyano derslerinin bireysel yapılması ise çocuğun sosyal fobi durumunu (varsa) giderirken
duygusal gelişimine de katkıda bulunur.
Beynin bütün bilişsel yeteneklerini kaybettiği Alzheimer hastalığı gibi yıkıcı durumlarda bile
müzikle uğraşmış insanların müzikal yeteneklerinin çok az zarar gördüğü ve kimi zaman kendi
adını dahi hatırlayamayan insanların eskiden öğrendiği ezgileri rahatlıkla terennüm edip
çalabildikleri gözlemlenmiştir.
Piyano çalmanın veya piyanoya başlamanın herhangi bir yaşı yoktur, ancak erken yaşta
piyano eğitimi alan çocuklar gelişim çağında sözel, görsel, uzaysal ve işitsel taraflarını daha iyi
geliştirirler. Kısaca özetleyecek olursak analitik düşünme becerisi kazandırır. Matematiksel
düzen hissi dikkatsizliği azaltır.Daha azhata yapılmasını sağlar, hiperaktif çocuklar ve yetişkinleri
1 5
PIYANO ÇALMAK VE KAZANDIRDIKLARI
sakinlestirir, uzun süreli hafızayı gelistirir, kompleks ve karmasık fikirlerin
daha kolay
çözülmesini ve algı lanmasını saglar. Matematik ve problem çözme ,fen
alanında becerisini en üst seviyeye çıkartır.
-Shaw ve Rauscher’in arastırmaları
-Journal of Applies Developmental Psychology (1 999) dergisi
-Prof.Dr. Erol Belgin –Hacettepe Ün.Tıp.Fak. Odyoloji ve Konusma
Bozuklukları Bilim Baskanı
Eser BOSUN
Müzik Ögretmeni
''MÜZIK RUHUN GIDASIDIR''
1 6
BİR GECE YARISI
Her rüzgar esişinde seni anlattı bana
Çocuktum ve erik ağacının dallarından
Gökyüzünü seyrederdim usulca.
Gönlümce taht kurardım masallardan
Rüyalarım saf ve pembe
Hayallerim yasemen ve menekşe
Küçük bir çiçek demetinin üzerinde
Hayaller ülkesinden bir meltem
Bana şarkılar fısıldardı sevgiden.
Onunla bir odanın çiçekli bahçesinde
Gece yarısında ay ışığında
Yıldızlarla kolkola
Dans ederdim asırlarca
Bir yağmur damlasıyla
İlkbahara düşerdim zamansızca
Kelebeklerin düğün gecesinde neşeyle
Mutluluk okyanusunda sevgiyle
Yüzdük ve büyüdük
Gerçeklerin sofrasında iki lokma yerken
Bulutlardan bir yelken
Sonsuzluğa uçtuk sessizce
Ayşe İrem SEVÖREN 1 0/A
1 7
MEKAN
Yine ağladım bak,
İçimdeki aldanmışlığın sıcaklığı, gözlerimden
Bunalmış günlerinden, düşüncelerimden
Fedakar hislerimden parçalandı
Süzülerek aktı gözyaşlarım, yanaklarımı okşayarak
Beni zavallı olmaktan ve maddiyattan kurtararak
Umutların aktığı zamandan
Bu sefer gözyaşlarım aktı.
Yosun tutmuş zamanları, güneş aydınlattı
Süslenmiş acı gerçekler yerini huzura
Sonbahara, sarılığa, yalnızlığa bıraktı.
Acımasız akşamlar, sonsuz bakışlarda
Güneşin doğmadığı sıradağlara doğru yolda
Son kervanın çıngırak sesleri ruhumda
İniltilerle selamlaştı ve yalvarışta
Umutların ihtiraslı sularında köpük köpük
Zaman yok mekan maneviyatta gelecek sönük.
Ayşe İrem SEVÖREN
1 0/A
1 8
Sevgili KAÖL Ailem;
İçinde hepimizin 4 yılını geçirdiği, sıcak, samimi eğitim yuvamıza kıymet katan
öğretmenlerim;
Halen okumakta olan pırıl pırıl liseli kardeşlerim;
Hepinize kucak dolusu sevgi ve selamlar. 201 1 ’de mezun olduğumdan bu yana içimde
bitmeyen bir özlem var. Çoğu zaman gelmek isteyip gelemediğim, eskimeyen evimi çok
özlüyorum. İçimden sürekli koşa koşa oraya geliyorum. Kalbim bazen orda atıyor, her şey
aynı. Bazen hala ordayım... Bahçesinde güller var, rengarenk. Her şey tertemiz. Lila
perdeleri var güneşin batışına defalarca tanıklık etmiş ufak pencerelerinde. İçinde dünyalar
var, dünyalar sığmaz içine. İçine girenin unutamayacağı, her girene başka türlü özel, başka
türlü güzel bir dünya sunar... Bir adı var evet, o ad anılınca gözleri dolmayacak insan yok
öyle güzel bir adı var. Sadece içinde yaşamışların içine dokunacak bir adı var: Kütahya
Anadolu Öğretmen Lisesi.
Siz öğrenci kardeşlerim; bulunduğunuz yerin kıymetini bildiğinizi sansanız dahi bambaşka
okullardan gelen insanlarla aynı sınıfları paylaşırken üniversite hayatınızda o okulun size
kattığı değeri, farkınızı hissettiğinizde çok daha iyi anlayacaksınız. O yüzden
hocalarımızdan, KAÖL ruhundan, o okulun terbiyesinden ve görgüsünden ne kadar çok şey
katabilirseniz kendinize o yanınıza kar kalacaktır. Sizi görmeden sevebilen, istediğiniz
zaman, ihtiyacınız olduğunda her türlü konu için ulaşabileceğiniz, çeşit çeşit meslek ve
branşlarda bir sürü abi ve ablanız olduğunu unutmayın. İçinde bulunduğunuz kurumun
hakkını layıkıyla vereceğinize sonsuz bir güvenle inanıyorum hepinizi kucaklıyorum...
Öğretmenlerim, hocalarım;
Bizi biz yapan, bize öğretimin yanında eğitimin en güzelini veren, insan olmayı öğreten en
kıymetli eğitim neferleri. Hakkınız ödenmez bilsem de, haklarınızı helal edin. İnsan zaman
geçtikçe, o çağlarda hayatına küçük dokunuşlarla yön verenlerin kıymetini çok daha iyi
anlıyor. Disiplini, azmi, doğru zamanda doğru konuşmayı, sükunet zamanını, saygı ve
sevgiyi, sokakta nasıl yürüneceğine kadar güzel ahlakı yaşayarak öğreten biricik
öğretmenlerim. Kocaman ailemizin büyükleri, siz var olun!
Siz var oldukça, bu aile var olmaya devam edecek...
Hepinizin ellerinden öpüyor, hürmetler sunuyorum.
Diş Hekimi
Sümeyye Tuncer
1 9
ANADOLU’YUZ BİZ
Anadolu’yuz biz .
Irk, din, mezhep ne imiş bilmeyiz Türk olabilmektir derdimiz çünkü biliriz ki ; Türk ün
töresindedir her varlığın, her yaratılanı adaletle yaşatmak
Bugün uzun zamandır topraklarımız üzerinde oynanan oyunların canımı çok fazla
acıtmasından dolayı sadece dertleşmek istedim bu satırlarda ben
Bildiğim şey bizim bir tek yurdumuz var, bir tane gözbebeğimiz vatanımız var Bir çocuk
anne babasız dahi yaşar ama kimse vatansız yaşayamaz değil mi? Ben yaşayamam
vatansız..
Ne değişti ? Ne oldu bize? Kardeşliğimizi kimler, hangi güçler örseleyip duruyor ? Sahi
hoşgörüde, her rengi kucaklayıp bağrına basmada yüzyıllardır değil bu topraklara tüm
dünyaya nam salmış bir millet değil miyiz biz aslında
Neymiş efendim, sağ imiş, sol imiş.. Neymiş efendim aynı görüşte değilmişiz Sünnîsi,
alevisi varmış bu toprakların, hepsi ayrı ayrıymış güya
Müslümanmış değilmiş, dindarmış değilmiş
Açalım gözlerimizi , açalım artık.. Neler edilmek isteniyor bizlere görelim artık 1 000 yıldır
bize ait olan bu topraklarda Türk töresiyle, İslam ruhuyla zenginleştik biz. Bunu yaparken hiç
kimsenin ne dinine, ne mezhebine ne siyasi görüşüne göre değil ! Bizdendir diye, milletimin
ferdi diye baktık birbirimize daima. Kardeşiz biz , kardeş...!!!
Kim bozabilir bu kardeşliği, kim koparabilir milletimin bölünmez bütünlüğünü Elbet
bozamazlar
Ancak
Evet ancak . Şu son dönemlerdeki halimize bakar mısınız. Komşu komşuya yan bakmaya
başladı, her yerde bir gerginlik.. Yapmayalım bunu, kıymayalım kardeşliğimize Yoksa asıl o
zaman yok oluruz biz, asıl o zaman tarih sahnesinden silineceğiz
Ülkemiz yangın yeri arkadaşlar. Terör örgütleri kapkara yüzlerini gösteriyorlar, halkımızın
insanımızın gönlüne nifak sokmak suretiyle bizleri bölmek istiyorlar.. İşte benim buna canım
acıyor Biz bir ekmeği bölüşürüz, biz bir karış toprak için kan veren bir milletiz.. Uyanalım
artık, kendimize gelelim Bir tane Türkiye var, Bir tane devletimiz var ve bir tek Türk Milleti
var Oyun büyük dostlar. Oyun bizi bize kırdırmak.. Farklılıklarımız güzellik sebebimizken,
farklılıklarımızla bizi bize düşman edecekler Çünkü bu topraklarda Batının, emperyalizmin
hep gözü oldu, hep olacak Oyun büyük dostlar
20
ANADOLU’YUZ BİZ
Bize bizden başkaca dost yoktur. Varsın farklı olsun arkadaşımız, varsın bizim gibi
düşünmesin komşumuz, varsın başkaca dinden ya da mezhepten olsun arka sokaktaki
tanıdığımız Bunu farklılık değil aksine bin bir çeşit çiçeğin açtığı bir cennet bahçesi
olarak görelim.. Siyasi fikir ayrılıklarıyla, dini farklılıklarımızdan vuracaklar bizi..
Kıymayalım bize Sevelim her bir insanı yaratanından ötürü, bin yıldır yaşadığımız
topraklarımızda kardeşlik huzur olsun, sevgi olsun
Dört bir yanımız ateş çemberi oldu Her yanımızda savaşlar var, hepsi bölündüler.. Bir
tek biz kaldık ve kalacağız Allah’ın izniyle Yeter ki bir tek Türkiye var, bir tek devletimiz
var ve biz Ona sahip çıkalım, bu yurdu, verdiğimiz şehitleri unutmayalım.. Ne denli zor
kazandığımızı, halen şehit kanımızın aktığını unutmayalım 1 5 Temmuzu unutmayalım..
İhaneti unutmayalım
Çünkü bir tane Anadolu var, çünkü bizi sadece biz biliriz ve biz severiz .
Zehra Ceren BUHARALI
21
UMUR..KİMİN UMRUNDA
Gerçekten de her şey bitti mi? Başarıya koşullandırılmış bir hayat, küçük
oyunlar, büyük gibi görünen insanlar... Yorulmak, durmak ve pes etmek.
Aslında tek anlatmak istediğim herkesin yaşamaya bir hakkı olduğu.
Kendinize zarar vermenizi istemiyorum. Kolunuza kesikler atmayın, acınızı yok
etmek adına içkiye başvurmayın. Bunu zamana bırakın. O, bir gün köpüklü bir
dalgayla hepsini alıp götürecektir. İyi görünmek için sigara içmeyin. Kendinizi
onaylanmak adına başkalarına teslim etmeyin. Siz, siz olduğunuzda güzelsiniz.
Geçmişinizin pişmanlık veren fısıltısına kulak asmayı bırakın. Onu yenmeyi
deneyin. Herkesin yaşamaya, çok güzel yaşamaya hakkı vardır. Ve herkesin
kusurları da vardır.
Bazı kusurlarınız geçmişte kalacaktır, bazılarıysa sizi geleceğe götürecektir.
Kusurlarınız size lazım olacak. Onlar güzel kusurlar.
Tecrübelerinizi sahiplenin, onlardan utanmayın. Tecrübeleriniz, yelkenlinize
yön verecek rüzgarlar gibidir.
Ne ruhunuza ne de başkasının ruhuna zarar verin. Cesaretli olun ve onu
sonuna kadar kullanın. En önemlisi de nereden geldiğinizden çekinemeyin.
Unutmayın, en karanlık gecenizde yıldızlarınız sizi aydınlatacaktır.
Yıldızlarınızsa; kalbiniz, ruhunuz ve zekanızdır.
Zehra Nisa Kaya 9-C
22
MEVLANA'NIN ŞUASI
İlminin ışığından geçmek varmış
Gönül yorgunu olup
Senin gönlünden geçmek varmış
Sabrımın yetmediği yerde
Ya Mevlana senin suyundan içmek varmış
Bakmak değilmiş, mühim olan
Görmek lazımmış gönül gözünden
Hayatı bir de senin pencerenden görmek varmış
Şems’e sevgini kıskandık
Biliyorum hata yaptık
Bizi gölgende bırakma Ya Mevlana
Dönerken durdurdun kainatı
Aslında her birimiz
Sonlu birer yalandık
Senin doğrularınla
Hak yolundayız Ya Mevlana
Ceren OKGİL 1 0/D
23
MEVLANA
Hoşgörüdendir edebimiz
Herkese uymazdı fikrimiz
Farklıydık her birimiz
Git diyemezdik,
Yüz çevirtmezdi sevgimiz
Usulünce Mevlana’ nın , hoşgörüsünü bilirdik.
Sabrımız arşa değerdi
Şemaları titretirdi
En ufak sebep.
O “Yine Gel!’ demese, gökleri gürletirdi.
Haktan yana yolumuz
Işık tutar Mevlana kulunuz
Tertemiz olmasa da geçmişimiz
Halimize bakmaz, derdi gel buyurunuz.
Adaletti tartımız
Kalbimizde büyüdü aşkımız
Mevlana ile bir ömür
Dünya döner, biz döneriz
Seher KABAK 10/B
24
EVRENİN ÖĞÜDÜ
Çevremize dikkatli bir
şekilde bakalım. Güneşin her gün
doğması ve yavaş yavaş batması bize ne
anlatıyor? Güneş her gün doğar bitkiye ışığını bize besinimizi verir. Dünya durmadan
döner. Bir kilo bal uğruna yüz bin kilometre kanat çırpmayı ya da dünyanın etrafında 7
defa dönmeyi kim göze alır? Bilim adamlarının düşüncelerine göre, insan beyninde on
milyar hücre bulunmaktadır. Bu hücreler arasında sayılamayacak kadar çok haberleşme
bağı olduğu söylenmektedir.
Su döngüsü, yağmurun, karın oluşumu, toprağın yeşermesi, mevsimlerin sürekliliği,
gece ve gündüzün birbirini takip etmesi bize aslında çok büyük ders veriyor. Evrende olan
her şeyin belli bir amaç üzerine var olduğunu anlayabiliyoruz. Peki ya biz, evrendeki en
şerefli varlık, ne yapıyoruz? Kendimize soralım. Kalbimizin durmadan atarken,
organlarımız bizim için muntazam bir şekilde çalışırken, bizim tembellik yapmamız ne
kadar doğru?
İnşirah suresinde mealen şöyle buyuruyor, zorlukla beraber kolaylık vardır, şüphesiz
zorlukla beraber kolaylık vardır o halde kalk ve çalış, bir işi bitirdiğinde diğerine kızış ve
yalnız rabbine yönel. Aslında kuran da bize bunu çok güzel bir şekilde açıklamış. Madem
ki her şey bize apaçık delillerle sunulmuş artık başka delil aramaya gerek var mı?
Her şey, gördüğümüz her varlık, bizim hizmetimize sunulmuş biz, evrendeki en şerefli
varlık, karşılaştığımız ilk zorlukta pes ediyoruz. Biz böyle yaparak bu mükemmel düzene
uyum sağlayamayız. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. unutmayalım ki başarı
ancak bu uyum ve bu düzene uymakta ve çok çalışmakta saklı olabilir. Böylelikle ulaşmak
istediğimiz mutluluğa ve başarıya sahip olabiliriz. Hayattaki her şey gibi biz de kendimize
ve çevremize faydalı olabilir, biz de başkalarına örnek olabiliriz. Bizim Yaradılışımız için
de en uygun olan bu mücadele ruhudur ve biz bunu en güzel şekilde hayata
geçirmeliyiz
MERVE EROĞLU 11 /C
25
Bir Salanın Verdiği Ürperti
Belki diğer darbeleri görmedim, belki bu şahit olmak istemeyip şahit olduğum ilk darbe
girişimi ama bir türlü bunun bir darbe girişimi olduğuna aklım almıyordu. Bu bambaşka bir
şeydi. Hızla gelişmekte, ilerlemekte olan ülkemizin hem siyasi hem de sınırlarımızda
yaşanan askeri sıkıntılarından faydalanıp kurmuş oldukları kirli planı devreye sokmaya
çalıştılar. Kendi akıllarınca cennet vatanımızı bölge bölge ayırıp bir harita çizmişler ve yine
kendi akıllarınca istedikleri kişileri istedikleri yerlere atamışlardı. Ama akıl edemedikleri bir
şey vardı. Bu vatan sahipsiz değildi. Ne yapsalar boştu çünkü göklerden gelen bir karar
vardı. Ve o karar, elhamdülillah, onların planlarını boşa çıkartacaktı.
O gece komşumuzdaydık. Tam da evimize gitmek üzere ayrılıyorduk. Komşumuzun
kızı televizyonda haberleri görmüş biz çıkarken “darbe girişimi varmış askerler sokağa çıkma
yasağı koymuşlar” dedi. Ben de “yalan haberdir o" dedim. Kim bilir yine bir yerden vurmaya
çalışıyorlardır ülkemizi, yine ülkemizi küçük düşürmeye çalışıyorlardır diye düşünüyordum.
Evimize gelince hemen televizyonu açtık. TRT’de bir bildiri yayın-lanıyordu. Yine
inanamadım. Uydurmadır, böyle bir şey olamaz dedim. Çünkü inanmak istemedim,
korkmuştum. Yarın neler olabilir hayal etmek bile istemiyordum. Her haber bu doğrultudaydı.
Her yerde silahlar patlıyordu. İçimdeki korku gittikçe artıyordu. Aklım zorlanıyordu gözümün
gördüklerine inanmamak için. Başbakanımız “Bu bir kalkışma girişimidir ve bu girişime asla
izin verilmeyecektir.” dediğinde söz konusunun vatan olduğu çağrışımı uyanıyor içimde ve
artık beynim yeniden bedenime hükmetmeye başlıyordu. Olayları ancak idrak etmiştik.
Hemen dualar etmeye sureler okumaya başlamıştık ailecek. Çünkü yüce dinimizin kitabı
Kur’an’ın bize yol gösterici olacağına inanıyorduk, sadece Allah’ tan yardım
isteyebileceğimizi ve bunun en büyük yardım olduğunu biliyorduk. Saat on ikiyi geçmişti.
Cumhurbaşkanımız meydanlara çıkmamızı söyledi. O sırada salalar verilmeye başladı. O
ses içime öyle bir işledi ki daha önce böyle ürpermemiştim hayatımda. Bu çağrı boşuna
değildi. O ses içinizi nasıl titretiyorsa, farkında olmadan sizi istediği yere sürüklüyordu. Bu
hissettiğimiz atalarımızın ateş önüne atlarken hissettiklerinin kaçta kaçı bilemem ama bizi
harekete geçirmişti. Apar topar evden çıktık ve Cumhurbaşkanımızın dediği gibi şehir
meydanına yürümeye başladık. Meydanda müthiş bir ruhaniyet vardı.
26
Tüylerim o salaları duyduğum andaki gibi diken diken olmuştu. Bayrağını eline
alan gelmişti. Bağıra çağıra bu vatanın bizim olduğunu haykırıyorduk dünyaya.
Her düşünceden, her yaştan insan toplanmıştık. Çocuğu, yaşlısı, genci o gün
hepimiz tek yumruk olmuştuk. Meydanlara kurulan ekranlardan olanları takip
ederek nöbet tuttuk sabaha kadar o gün ve o günü takip eden günlerde. Vaz
geçmiyorduk “durmak yok nöbete devam” diyorduk. Çünkü bu işin ucunda
vatan vardı. Sabaha kadar nöbet tutup namazlarımızı birlikte kılıyorduk. Hiç
aklıma gelmezdi şehrim Kütahya’nın meydanında namaz kılacağımız. Dinimiz
için, namazımızı kılabileceğimiz bu topraklar için, camilerimizden yükselen
ezan sesinin dinmemesi için, şanlı bayrağımızın göklerden inmemesi için
nöbet tutuyorduk. Ama bizim yaptığımız Ankara ve İstanbul’dakilerin yanında
az kalmıştı tabi ki. Saatler ilerledikçe ortaya çıkan görüntülerle bu girişimin
orada kendini silahlarla, bombalarla hissettirdiğini görüyorduk. Onların bu
cesur hallerini izliyor, onlara dualarla destek olmaya çalışıyorduk. Ne yazık ki
şehitlerimizin sayısı artıyordu. Böyle bir olayı yaşamak istemezdim ama şunu
fark ediyorum tarihte olduğu gibi biz yine çok güçlüydük. Hem de bu sefer
silahsız zafere koşuyorduk. ”Göklerdeki yıldızları çalıp omuzlarına takan”
hainler bir bir tutuklanıp, onlara hiç yakışmayan üniformaları çıkartılarak layık
oldukları gibi teslim ediliyorlardı.
27
Ne kadar alçakça bir girişimdi yaptıkları.
Dinle kendilerine çektikleri yurttaşlarımızı parayla kandırarak
bizlere silah doğrultan hainlere çevirmişlerdi İşte bu hain
sürüsü yaptıkları planı gerçekleştirdiklerinde karşılarına
Osmanlı torunları, yiğitlerin dikileceğini düşünememişlerdi. Ne
kadar aciz ne kadar alçak yaratıklardı ki bunlar, bizim ülkemizde
karınca yuvasını bozmamak için yönünü, kediyi ezmemek
için yolunu, kalp kırmamak için huyunu değiştiren yüce
gönüllü insanlar varken içimizde barınabilmişler, böyle
insanların arasında fark edilmeden hayatlarını sürdürmüşler. Bu kadar sinsi
ilerlemişlerdi planlarında. Nasıl da yakışıyor onlara hain sıfatı. Bir hayvandan daha
merhametsiz olduklarını o gece ortaya koymuşlardı.1 5 Temmuz gecesi; ellerinde
sapanı dahi olmayan yurttaşlarına silah doğrulttular. İnsan kendi kardeşine bunu
nasıl yapabilir? Kardeşliği bir kenara bırakın, karşısındaki silahsız bir insana nasıl
tankın namlusunu doğrultur ve nasıl o insanın parçalanışını izleyebilir? Hani biraz
önce karınca yuvasını bozmamak için yönünü değiştiren insanlar var demiştim ya
işte bu hainler o insanları bir karınca gibi ezmek için kullandıkları tankın hızını
arttırmaktan geri durmamışlardı. Bu hainlerin karşısına yürekleri imanla çarpan
aslanlar çıkıp hiçbir zaman silinmeyecek bir tarih yazdılar. Belki biz de gittik
meydanlara biz de sabahladık, nöbet tuttuk ama onlar, bu kahramanlar
korkusuzca ölüme yürüdüler. ”Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?”
diyerek silahların üstüne üstüne yürüdüler. Kimi kolunu bacağını, kimi canını, kimi
kardeşini, eşini, kimi evladını kaybedecekti. Onlardaki öyle bir güçtü ki bunların
hepsini biliyorlardı ama vazgeçmiyorlardı. Gerekirse öleyim ama bu topraklar
Türkiye olarak kalsın, bu vatanda torunlarım rahatça yaşasın diye düşünüyorlardı.
”Asım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek: çiğnetmedi namusunu
çiğnetmeyecek” Çiğnetmediler! Komutanı “Bu görevin sonunda şahadet de var
Ömer” deyince daha da şevke gelen Ömer Halis Demir ve onun gibi 241 tane
kahraman şehit oldular, çiğnetmediler! Onların hakkını hiçbir zaman
ödeyemeyeceğiz. Tek yapacağımız şey ise, ki bu bizim boynumuzun borcudur,
asırlardır süregelen bu mücadelelerde uğruna canlarını verdikleri bu aziz vatana
sahip çıkmak, gerektiğinde onlar gibi mücadele etmektir. Uyanık olmalıyız. Hep
birlikte Alevi, Sünni, Laz, Çerkez, Kürt, Türk ayırmadan, Türkiye olmalıyız. Ben
düşünüyorum ki damarlarımızda dolaşan ve topraklarımızı suladığımız bu asil kan
bizi bunun farkında kılacak ve şehitlerimiz hürmetine bu aziz, bu cennet vatanı
başkalarına diyar ettirmeyecek. Size sesleniyorum; “Ey şehitler ordusu! Bizlere
hakkınızı helal edin ”
Sümeyye Altınay
11 -B 1 25
28
POPÜLER KÜLTÜR
Popüler kültür, özellikle 20. yüzyılda etkisini gösteren ve toplumsal
modernleşmenin yan etkileri arasında sayılabilecek bir kavramdır. Popüler
kültürün genel manası, dönemlik meşhur olan davranış biçimleri, müzikal eserler,
kitaplar, kıyafetler gibi unsurların o dönem içinde yaygınlaşması ve tüketilmesi
durumudur. Yani, üretkenliğin sınırlı kaldığı, kalıcı olamayacak ancak yaşandığı
döneme etki edebilecek unsurlardır.
Popüler kültür; televizyon, basın-yayın, medya ve müzikten oluşur. Popüler
kültür ticari amaçlıdır. Popüler kültür gelip geçici, sıradan, değersizdir. Çünkü bir
anda oluşur, sadece o zamanı yansıtan ögelerden oluşur. Geleneksel kültürün
oluşması yüzyıllar alırken, popüler kültür o dönemlik olarak hemen çıkar ve
hemen söner. Popüler kültürde ambalaj önemlidir, ürünün kalitesi önemli değildir.
Önemli olan gerçekler değil, gerçeklerin verdiği eğlencedir. Yorulmadan
eğlenmektir. Bunun ülkemizde bu şekilde kullanılmasının en önemli sebebi halkın
kültürel bir altyapı eğitimi ve bilinci olmamasından kaynaklanır. Ve televizyon,
basın-yayın, medya ve müziği en çok takip edenler gençler olduğu için popüler
kültürden en çok onlar etkilenirler. Atalarımızın da dediği gibi her şeyin azı karar,
çoğu zarardır. Gençlerin popüler kültürden etkilenmesinin bir nedeni de
özentiliktir. “Batı’da böyle oluyor, demek ki doğrusu bu, hemen ben de aynısını
yapmalıyım.” Maalesef günümüzde Batı özentiliği almış başını gidiyor. Bu şekilde
geleneksel yani hâkim olan kültürümüz Batı Kültürünün etkisi altında ezilmektedir.
Özellikle Batı’dan en çok etkilenen alanlardan biri de dilimizdir. Türkçeyle ilgili
çalışmalarıyla dikkat çeken bilim adamımız Oktay Sinanoğlu açık ve net
konuşuyor: “Türkçe giderse, Türkiye gider.” Çünkü kültür dil aracılığıyla gelecek
nesillere aktarılır. Popüler kültürün en önemli yayın organı medyadır. Popüler
kültürü, medya besler. Medyada en çok işlevi olan da televizyondur. Televizyonda
görülen bir şarkıcı dikkat çeker. İnsanlar onu araştırmaya başlar. Bu konuya bir
örnek vermek istiyorum. 1 989 yılında Türkiye’de ilk pizza dükkânı açılır. İnsanlar
pizza hakkında hiçbir bilgiye sahip değildir ve dükkân işlemez. Daha sonra özel
bir televizyon kanalına yabancı bir şirketten çizgi film teklifi gelir. Normal bir çizgi
film fiyatının %1 0’u kadar teklif sunar yabancı şirket ve bizim özel kanalımız bu
teklifi hemen kabul eder. Bu çizgi film herkesin bildiği Amerikan yapımı “Ninja
Kaplumbağaları”dır.Bu çizgi filmde bildiğimiz üzere kaplumbağaların yediği favori
yiyecek “pizza”dır ve bunu izleyen çocuklar annelerinden pizza isterler.
29
Anneler ne yapacağını bilemez. Daha sonra Türkiye’de pizza dükkânları yeniden
açılır ve çocuklar, gençler gruplar halinde pizza dükkanlarına akın ederler. Şu anda
ülkemizde birçok pizza dükkânı vardır ve insanların severek tercih ettiği bir yiyecektir.
Bu örnek bize medyanın popüler kültür üzerindeki etkisini çok iyi yansıtır.
Ve medyanın yine bir alt başlığı sayılabilecek olan “sosyal medya”. Sosyal
medyada yayılan bir görüntüyü anında milyonlarca insan görebilmektedir. Bu da bir
sürü çöp görüntü meydana getirir. Bizim ülkemizde sosyal medya maalesef yanlış
kullanılmaktadır. İnsanlar hemen her gittiği yeri, her yediği yemeği paylaşır olmuşlar.
Bu şekilde insanlara “Bakın ben mutluyum, geziyorum tozuyorum.” mesajı verir.
Hâlbuki bir insan mutluysa bunu genelde kendisi ve yakın çevresindekiler bilir.
İnsanlar neden bunu sosyal medyada paylaşma ihtiyacı duyuyor? Çünkü artık bu bir
“popüler kültür” olmuş. Şu an çevremde asgari ücret alan insanların elinde son model
cep telefonu var, çoğu kredi çekerek alıyor bunu. Popüler kültür insanları “Bak, yeni
bir model çıkmış, herkes bunu alıyor, sen de al!” mesajı veriyor. Ve eğer o modeli
almazsa kendini psikolojik olarak kötü hissediyor, o dayatmanın altında eziliyor.
Maalesef ülkemizde insanlar teknolojiyi doğru bir biçimde kullanmayı değil, sadece
kullanmayı gelişmişlik olarak algılıyor. Bunun ülkemizde bu şekilde kullanılmasının
en önemli sebebi halkın kültürel bir altyapı eğitimi ve bilinci olmamasından
kaynaklanır. Ve şu an sosyal medya kullanma yaşı zaten düşük ve büyüklerinin
sosyal medyayı bu şekilde kullandığını gören çocuklar da böyle davranıyor ve bu
“popüler kültür” bu şekilde ilerliyor. Hatta günümüzde bazı ebeveynler, küçük yaştaki
çocuklarının boy boy fotoğraflarını paylaşıyor, onlara komik taklitler yaptırarak bir
şekilde onları takip eden bir kitle oluşuyor. Daha sonra bu çocuklara kıyafet satan
mağazalardan kıyafet gidiyor ve o küçük masum çocuklar birden reklam pazarlama
ürününe dönüşüyor.
Tabi ki ebeveynler de çocuğu üzerinden prim yapıyor. Sosyal medyada insanlar
saçma olan bir olayı o kadar büyütüyorlar ki! Birden sosyal medyanın gündemine
oturuyor. Zaten bunu yapanlar da ticari amacına bakıyor. Mesela yakın zamandan
örnek verirsek “Nusr-Et”. Sosyal medyada bir anda fenomene dönüşen Nusret, bir et
restoranının sahibidir ve tuzu serpme şekli farklıdır. Ve Nusret bu hareketiyle meşhur
olur öyle ki yabancı futbolcular bile bu hareketi taklit eder. Bu farklı bir şeydir ve
insanlar bu farklılığı sevmiştir; hâlbuki bakarsak ne bir yararı var ne de zararı. Hatta
mantıken de saçmadır, dümdüz serpmek varken niye böyle diye düşünürüz. Tabi ki
bunun amacı da ticaridir. Daha önce Nusr-Et adlı lokanta örneğin Türkiye’de yüz bin
kişi tarafından biliniyorsa; şu an Türkiye’de sosyal medya kullanan yaklaşık kırk iki
milyon insan bunu biliyor. Bu sayede adam kendi reklamını yapmış oldu ve bu
reklamı yaparken de sosyal medyayı kullandı.
Popüler kültür insanlara “Hızlı yaşa, hızlı düşün!” algısını dayatır. Ne yazık ki
insanlar bunun farkında bile değildir. Hâlbuki çoğu insana sorsak hayatını güzel bir
şekilde adeta ilmek ilmek örülmüş bir şekilde gitmesini ister. Fast-Food ülkemizde
hazır yiyecek olarak bilinse de bu Batı’da bir kültürdür. Onlar bundan “Fast-Food
Kültürü” olarak bahsederler. Fast-Food, insanlara “Hızlı yap, hızlı yapman için de
hazır olmalı, hazır daha basit!” der. Örneğin on sene öncesine kadar bizim köyümüz
taraflarında bayramlarda gelen misafirlere sofra atılırdı ve her evde bol bol yemek
pişirilirdi.Yemekten sonra da çay içilirdi. Daha sonra bu kültür bırakıldı ve sadece çay
ikram edilmeye başlandı.
30
Şu an ise bayramda gittiğiniz evlerde %90 oranında gazoz, kola gibi direk
hazır olan ürünler ikram ediliyor. Artık insanlar hazırlamak istemiyor, nasılsa
hazırı var, kolayı var ya! Hâlbuki Türk kültüründe misafir ağırlamak çok önemli
bir şeydir ve şu an şehirden bahset-miyorum, bu bahsettiğim olaylar köyde
yaşanıyor ve bunları yapan insanlar yetmiş-yetmiş beş yaşlarında, köyden
sadece ilçeye maaşını çekmeye giden insanlar. Genelde alışveriş
merkezlerindeki mağazalarda çalan müziğe dikkat ederseniz, hızlı bir
tempodadır. Bu müziklerin geneli özel olarak tasarlanır ve amacı müşteriye
hızlı müzik ritimleri yollayarak onların ilgilendikleri ürünü hızlı düşünüp hemen
almasını sağlaması içindir.
Bir “Çökertme” bir “Kütahya’nın Pınarları” bir “Elif Dedim Be Dedim” türküsü
desem hepimizin aklındadır sözleri, melodileri. Hepimizin gözleri önüne gelir,
hala hatırlanır. Onlar geçmiş yüzyılın sanat ürünleridir ve günümüze dek ulaşır.
Şu an günümüz sanatçılarının şarkıları en fazla bir iki ay popüler olurken,
geçmişteki türküler yüzyıllar aşmıştır. Onların ortaya çıkması uzun yıllar
almıştır, türkülerimizin çoğunun hikâyesi vardır, temeli sağlamdır. Günümüzde
müziğin içe de “popüler kültür” girmiştir. İki üç yıl önceki popüler şarkılar şu an
hangimizin dilinde? Mesela bundan üç sene önce Gülşen’in “Yatcaz Kalkcaz”ı
meşhurdu, geçtiğimiz birkaç ay Hande Yener’in “Deli Bile” şarkısı. İki ay sonra
Deli Bile gider, yerine başkası gelir. İşte bu da popüler kültürün kalitesizliğini
ortaya koyar. Örneğin türkülerimiz yüzyıllar sonucu oluşur, geçen yaz çıkan bir
pop şarkısı o yaz için çıkar, yaz döneminde popüler olur ve sonra unutulur
gider. Zaten bu şarkıyı söyleyen, yazan popüler kültür üreticileri de bunu
bilirler. Onlar mesela bir şarkı çıkarır, üç ay popüler olur ve sonra unutulur.
Zaten unutulmasını ister, çünkü o unutulsun ki yenisini peşinden çıkararak bu
defa farklı bir şarkı üzerinden ticari kâr elde etsin. Türküler gibi bazı
şarkılar da artık halk tarafından özümsenmiş, adeta geleneksel kültüre
karışmışlardır. Örneğin başta dediğim Barış Mançolar, Âşık Veyseller, Neşet
Ertaşlar Onların şarkı ve türkülerinin sözleri bizim kültürümüzün bağrından
kopmuştur, sözleri anlamlı ve ders vericidir. Barış Manço’nun “Sarı Çizmeli
Mehmet Ağa” şarkısındaki şu bölüm ne de güzel ve anlamlıdır: “ Yaz dostum
yoksul görsen besle kaymak bal ile/Yaz dostum garipleri giydir ipek şal ile/Yaz
dostum öksüz görsen sar kanadın kolunu/Yaz dostum kimse göçmez
dünyadan mal ile ” Ve bu da geçtiğimiz ayların popüler şarkısı “Deli Bile”nin
sözleri: “ Sen anca kalp kırarsın/Aşk senin neyine/Bu şarkıyı sana tuttum/Aç
sesi dinle ”
Şu an bir pop şarkı yazmak bir türküye göre çok kolaydır. Dikkat ederseniz
pop şarkılarının sözleri arasında bir bağ bile yoktur. Nasıl olsa insanlar popüler
kültürün etkisiyle o kadar hızlı yaşarlar ki onlar için sadece melodi önemli,
sözlerine bakmıyorlar bile.
Kültür bir halkın yaşama biçimi olduğu için popüler kültür hayatımızın her
yerindedir. Bu nedenle popüler kültürden ayrılamayız. Dediğimiz gibi her şeyin
azı karar çoğu zarardır. Popüler kültürü bilerek ve halkımızı kültürel bir altyapı
eğitimi verip, kültürel bilinci öğretebilirsek popüler kültürün olumsuzluklarını
yenebileceğimizi düşünüyorum.
Saliha BAYAM 11 /E
31
ŞEHİD-Ü ŞÜHEDA
Sen ki vatan uğruna göğüs geren,
Azrail’e kafa tutan, tankın altına yatan.
O mübarek gecede, 1 5 Temmuz’da,
Uçağa sapan atan şehid-ü şüheda.
Ömer Halis’ti ilk kurşunun sahibi,
Tek bir Türk neferi, tüm düşmana yetti.
Büyük, küçük, herkes meydana indi,
Yine bir tarih yazdı şehid-ü şüheda.
Atamın emaneti bu topraklar,
Bayrağımız arşta, indiremez düşmanlar.
Meydanlarda insanlar, tanklar, silahlar,
Muhammed aşkına can veren şehid-ü şüheda.
İman gücüydü milleti ayakta tutan,
Yine de durmayan, başını dik tutan.
Onca mermiye siper olan,
Şehadet şerbetini içen şehid-ü şüheda.
Aslan misali daldı, cihat emrini alınca,
Oldu demokrasi şehidi, bir hilal uğruna.
Şimdi kefensiz yatıyor toprağın altında,
Yine bir mucize yaratan şehid-ü şüheda.
ŞÜHEDA KARAN
1 0/E
32
İLK GÜN
Hey, sen! Bunu okuyan kişi.
Kim olduğunu, nasıl olduğunu bilmesem de sana birkaç şey
söyleyeceğim. Geçmişte neler yaşadın, neler atlattın veya atlatmaya
çalıştın onu da bilmiyorum fakat sana söyleyeceğim tek şey
“Geçmişinden Kurtulma!” Yaşadığın her şey senin için bir tecrübe ve
bir deneyim, bırak geçmişin seninle olsun.
Olsun fakat daima arkanda olsun. Hiçbir zaman önüne geçmesin.
Her ne yaşadıysan aklından silmeye çalışma, ki zaten bunu hiç kimse
başaramamıştır. “Zaman, her zaman unutturur,” derler ya, aslında
hiçbir zaman unutturmamıştır. Zaman sadece alışmayı öğretir,
unutmayı asla!
Geçmişinin arkanda olduğu ve önündekilerle mutlu olduğun bir
yolculuğa var mısın?
Peki, bugün mutlu olmak için ne yaptın? Bak, dün bitti. Bugün ise
geriye kalan hayatının ilk günü. Ve bu günden itibaren mutlu olmak
için çabala. Unutma! Sen bir yolculuğa çıktın ve bu yolculuk mutluluğa
gidiyor. Bu yolculukta neler mi yapabilirsin?
Sabah alarmını her zamankinden daha erkene kurup elinde kahvenle
güneşin doğuşunu izleyebilirsin. Ne güzeldir doğudan ağır ağır
yükselen Güneş. Şehrin ışıkları hâlâ yanarken gökyüzündeki diğer
renkler…
İzlerken hayallere dal, umutlarını ve hedeflerini düşün. Hedefin,
kendin olsun. Daima kendinin en iyisi olman için çabala. Çünkü insana
en güzel örnek yine kendisidir. Yaşadıklarını kendi süzgecinden
geçirerek tabiatın bir parçası olduğunu anımsa.
Belki bir kş konacak yanına. Tam elini ona uzattığında ürkecek ve o
güzel kanatlarını çırparak gözden kaybolacak. Belki bir kedi
göreceksin komşunun balkonunda. Uzaktan uzağa “Merhaba!”
diyeceksin.
Sen hayata tanıklık ederken geçmişinin ve geleceğinin aynı olduğu o
anda hayata dair içinde beslediğin ne varsa tüm gücünle haykır!
Bugün geriye kalan hayatının ilk günü ve bunu kutlamamız gerek.
Yeni açtığın bu beyaz sayfaya ilk cümlelerini kokulu mürekkeple
yazman için dumanı üzerinde kahven ile seni yalnız bırakıyorum.
Mutluluğa giden bu yoldan hiç sapmaman dileğiyle…
ŞÜHEDA KARAN 10/E
33
KÜTAHYAM
Sırmalısı tellisiyle,
Kadifesi, her türüyle
Desen desen çinisiyle
Ünlüsün sen Kütahyam
Tertemizdir havan senin
Gürül gürül çeşmelerin
Asırlık bir çınar gibi
Yıkılma sen hiç Kütahyam
Tarih kokar konakların
Doludur hep tabakların
Lezzet kokan sabahların,
Başkentisin Kütahyam
Pırıl pırıl gençliğimiz
Aydınlıktır geleceğimiz,
Bilgi verir öğretmenimiz
Başarıya yürü Kütahyam
SEBAHAT ÖZCAN
[MERVE ÖZCAN’IN VELİSİ]
34
ÖĞRETMENİM
Bilgi verdin hece hece
Emek verdin gündüz gece
Yetiştirdin geleceğe
Sabrın çoktur öğretmenim
Doğruyu öğrettin bize
Kutsalsın sen öğretmenim
Allah ömür versin size
Minnettarım öğretmenim
Okulu bize sevdirdin
Hayatı bize öğrettin
Okul bitince de gittin,
Özlemimsin öğretmenim
İlk okul, lise derken
Üniversite gelmiş birden` ,
Geçen günler hayalimden,
Silinmiyor öğretmenim
Bizi evlat gibi sevdin
Her kahrımı sen çektin
Bilgi tohumları ektin
Benim canım öğretmenim
SEBAHAT ÖZCAN
[MERVE ÖZCAN’IN VELİSİ]
35
UMUDUNU KAYBETME
Asla vaz geçmemek ... Hayatın, nefes almanın belki de yaşamanın tek anlamı değil mi...
Bir hikaye anlatmak istiyorum sizlere...
Hayatın akışında kötü şeyler; şans eseri veya tesadüfen ortaya çıkmıyor. Tanrı'nın bir
nedeni olmaksızın hayatımızda hiçbir şeyin olmasına müsaade etmeyeceği ve mutlaka bir
amacı olduğunu bilmenin huzuru içindeyim diyor Niclolas James Vujicic isimli Avustralyalı
yazar.... Ve devam ediyor ;
Ben Finansal Planlama Akademisinden başarıyla mezun oldum. Aynı zamanda motivasyon
konuşmacısıyım. Bugünün gençlerini mücadeleye zorlamak ve cesaretlendirmek için bazı
konuşmalar geliştiriyorum.Gençlere el uzatmak Tanrı' nın benden yapmamı istediği her ne
olursa olsun kendimi hazır durumda tutmak gibi bir tutkum var.Ve Tanrı neyi gösterirse onun
yolunda olacağım.
1 982 yılında Avusturulya'da doğan Bay Nicholas'ın aslında kolları ve bacakları yok ama
insanlara verdiği hayat dersi tüm dünyanın dikkatini çekiyor . ''Sınırsız Yaşam'' isimli kitabı
olağanüstü bir kitap. Kolları ve bacakları olmayan Bay Nicholas kolları ve bacakları
olmamasına rağmen sadece engelli olmanın üstesinden gelmemiş tüm insanlara zengin ve
mutlu hayatın şifrelerini vermeye çalışmaktadır.
Kitabında özetle der ki yazarımız;
Her insan yaşamında çok umutsuz çok zor günler yaşar. Hatta ayağa yeniden kalkacak
gücü kendinde bulamaz. Örneğin kendisi 1 00 defa ayağa kalkmayı deneyip hiçbirinde
başarama-yacağını ancak yine de 1 01 . kez hayata tutunmak zorunda olduğundan bahseder.
Elbette bugünlere gelmek hiç kolay olmamış Bay Nicholas için.
İlk olarak anaokuluna oradan zihinsel engelliler okuluna yazdırmak ister ailesi.Başta hiçbir
okul kabul etmez,ardından zihinsel sorunu olmadığı anlaşılınca ilkokula başlar.Ancak hayat
çok acımasızdır ve okulda çok alay konusu olunca henüz 8 yaşındayken ölmek ister ve
intihara kalkışır. Ardından 1 2 yaşlarında vazgeçer bu düşüncesinden ve aslında her insanın
bir derdi bir sıkıntısı olduğunu anlar .Ve hayatı keşfetmek istediğini, daha katedilecek uzun bir
yaşam koşusu olduğunu düşünür. Çok çalışır,tahmin edersiniz ki inanılmaz zor ama bir o
kadar da her adımında hayattan yeni şeyler öğrendiği okul hayatını üniversiteyi başarıyla
bititrerek tamamlar. Çok çalışır,çok ter döker ve hıikayesini sürekli insanlarla paylaşmak ister.
36
UMUDUNU KAYBETME
Nedeni ise mücadeleyi, pes etmemeyi ve asla vazgeçmemeyi
kendi masalından insanlara anlatmak ve özellıkle gençlere güç
,kuvvet ve umut aşılamaktır. Hemen tüm dünyayı geziyordur
artık, her ülkede insanların gönlüne dokunarak umut filizleri
ekmektedir yaşam için, vazgeçmemek,zorluklara direnmek için.
Hatta öyle ilerler ki iki ayak parmağıyla kalem bile tutmaya
başlar. Daha da ilerler...Yüzmeye başlar Bay Nicholas, golf bile
oynuyordur artık...
Ve yaşamıyla, azmiyle ama herşeyden önce umudunu asla
kaybetmemesiyle bir meşale yakar gönüllerde Bay Nicholas.
Der ki;
''Sınırlı olan insanlar değil, onların düşünceleridir.Zihnimizdeki
engelleri, duvarları yıkarsak belki de kendimizi bile hayretler
içinde bırakacak şeyleri başarabiliriz.''
37
UMUDUNU KAYBETME
Hakikaten de engel nedir ki değil mi? Vazgeçmek nedendir
ki? Bu kadar kolay vazgeçmek; Allah tarafından bunca
yetenekle bunca muhteşem güzelliğimize rağmen bize yakışır
mı hiç...Biliyorum çok büyük zorluklar karşısında,
yenildiğimizde canımız acıdığında, emek verip verip yine
olmayınca....
Yeniden ayağa kalkmak ne de zor gelir bizlere değil mi?
Oysa bu engeller, bu umutsuzluk ve pes etmek belki de sadece
zihnimizde...Öyle olmasa zaten Bay Nicholas masal gibi bir
hayata sahip olmazdı bence... Demek ki istersek herşeye
rağmen düştüğümüz yerden kalkabilıriz. O güç bizde var, biz
muhteşem bir varlığız, çünkü insanız...
Yeter ki vazgeçmeyelim, hergün güneş doğuyor,demek
ki hergün umut var...Yeniden yeniden pırıl pırıl
başlangıçlar için...
BİLGİSER TOSUN
PSİKOLOJİK DANIŞMAN
CEREN BUHARALI
11/D SINIFI ÖĞRENCİSİ
38
Necip Fazılın HAYATI
Necip Fazıl 26 Mayıs 1 905'te İstanbul'un Çemberlitaş semtindeki büyük bir
konakta doğmuştur. Asıl adı Ahmet Necip olan şair, Abdülbaki Fazıl Bey-
Mediha Hanımın ilk çocuğudur. Onun çocukluğu, aslen Maraşlı olan büyük
babası Mehmet Hilmi Efendi'ye ait kalabalık bir konakta geçmiştir. Necip
Fazıl'ın yetişmesinde babasından aile reisi Mehmet Hilmi Efendi'nin büyük
etkisi vardır. Torununa karşı -onu bir hayli şımartacak kadar- büyük bir ilgi ve
sevgi besleyen Mehmet Hilmi Efendi, ona ilk dinî telkinleri vermenin yanı sıra,
millî ve manevî şuuru aşılamıştır.
Çocukluk yıllarında bir hayli zayıf ve hastalıklı olan geleceğin Çile şairi,
okuyup yazmayı henüz dört-beş yaşlarındayken konakta öğrenmiş. On iki
yaşına geldiğinde ise Pol ve Virjini, Graziella, La dome aux Camelias, Zavallı
Necdet, Michel Zevaco serisi gibi eserleri okumuştur. Bundan sonra Necip Fazıl
için okul yılları gelir. Onun ilkokul öğrenimi, çeşitli okullarda düzensiz bir
şekilde geçmiştir. Necip Fazıl bu yıllarda kendini derinden sarsan bazı acı
olaylar yaşar. Kız kardeşi Selma ölür; onun acısına dayanamayan annesi
vereme yakalanır; 1 91 5'te de büyükbabası vefat eder.
Çocukluktan delikanlılık çağına geçme devresinde ilk aşklarını yaşayan Necip
Fazıl eğitimini Heybe-liada'daki Bahriye Mektebinde sürdürür. Yahya Kemal,
Hamdullah Suphi, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hamdi Akseki gibi önemli
şahsiyetler bu okulun hocalarıdır. Onun şiir ve edebiyata yönelmesi; hatta ilk
denemelerini kaleme alması bakımından son derece önemlidir. Okulda adı
"şair"e çıkan Necip Fazıl, kendinden birkaç sınıf önde bulunan Nazım Hikmet'le
burada tanışmıştır. Yine aynı okulun edebiyat hocalarından İbrahim Akşî
Efendi, Necip Fazıl üzerinde derin etkileri olan şahsiyetlerden birisidir. Zira
İbrahim Akşî Efendinin verdiği iki hediye kitap, onun tasavvufa yönelmesini
sağlamıştır. Şair, bu yılların ruh dünyasını şöyle özetler: "Marazî bir
hassasiyet... Acıtan bir hayal kuvveti... Ve bu arada dehşetli bir korku..."
Necip Fazıl'ın yüksek öğrenimi 1 921 yılında kaydolduğu Darulfünûn'un Felsefe
Bölümüyle başlar. Buradaki hocası Mustafa Şekip Tunç vasıtasıyla Henri
Bergson'u tanır. Fakülteyi bitireceği yıl girdiği imtihanı kazanarak Sorbon'da
felsefe tahsili yapması için Fransa'ya gönderilmesi (1 924), Necip Fazıl'ın
önünde yeni bir kapı aralar. Ancak Paris'te bulunduğu sürece felsefe tahsili
yerine sanat çevreleriyle ilgilenmiş ve tam bir bohem hayatı yaşamıştır. Onun
ömrü boyunca kurtulamayacağı kumar tutkusunun başlangıcı da Paris'tedir.
"Bütün bir mevsim, Paris'te gündüz ışığını görmedim. Paris'te gündüz nasıldır,
haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında da hafakanlarla
yatağından fırlayıp kulübe koşuyordum."
39
Eğitimi ile doğru dürüst ilgilenmediği için hükümet tarafından tahsis edilen bursu
kesilen Necip Fazıl, bir süre daha dayısının yardımlarıyla Paris hayatını
sürdürdükten sonra İstanbul'a dönmek zorunda kalmış; babasının ölüm haberini de
bugünlerde almıştır.
Necip Fazıl yurda dönüşünde (1 925) geçimini temin edebilmek için bazı bankalarda
(Osmanlı Bankası, Hollanda Bankası, İş Bankası) memur ve müfettiş olarak
çalışmış; Fransız Mektebi, Ankara Devlet Konservatuarı, İstanbul Güzel Sanatlar
Akademisi ve Robert Kolejinde değişik tarihlerde ve farklı sürelerde öğretmenlik
yapmıştır. 1 931 'de vatanî görevine başlayan şair, askerlik dönüşü zengin bir paşa
kızına âşık olur ve uzun süre bunun bunalımını yaşar. Kısakürek'in 1 935'lere kadar
olan hayatı çok büyük ölçüde düzensiz, disiplinsiz ve derbederdir. Paris'te alıştığı
bohem hayatını, Türkiye'ye dönüşünden sonraki on yıl içinde de devam ettirir. Bu
yıllar, onun bütün benliğiyle fikrî ve ruhî bunalımlar yaşadığı bir dönemdir.
Necip Fazıl böyle bir buhran ortamında bunaldığı 1 934 sonları bir dönemde
"Efendim ve can kurtarıcım" dediği Nakşî Şeyhi Abdülhakîm Arvasi'yi tanır. Bu
tanıyış onun ruhunda büyük bir değişime zemin hazırladığı gibi, bir türlü deva
bulamadığı "ağrıyan akıl dişi" de belli bir sükûna kavuşmuş olur. Şair, zamanla bu
inkılâbın hazırladığı kapıdan geçerek farklı bir kimlikle yeni bir misyonun sahibi
olacaktır.
Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel
Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel... (Allah Dostu, s. 32)
Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız! (Nazar, s.33)
1 935'lerde Muhsin Ertuğrul'un tesir ve teşvikleriyle tiyatroya yönelen Necip Fazıl,
önce Tohum, ardından da Bir Adam Yaratmak isimli tiyatrosunu kaleme alacaktır.
1 936'da da Ağaç dergisini çıkararak yayımcılığa adım atar. Estetizim ve
spitürealizmi esas alan dergide Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Abdülhak Şinasi Hisar, Burhan Toprak, Fikret Adil, Mustafa Şekip Tunç, Sabahattin
Ali, Ahmet Muhip Dıranas, Sait Faik, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi imzalar
bulunmaktadır.
1 942'de memuriyetten ayrılan Necip Fazıl, bundan sonraki hayatını kalemiyle
kazanmaya karar verir. 1 Eylül 1 943'te, 1 978 Haziranına kadar pek çok defa
kapatılan, siyasî, fikrî ve edebî bir kimliğe sahip Büyük Doğu mecmuasını çıkarır;
1 949'da da Büyük Doğu Cemiyeti‘ni kurar.
1 962'den sonra ise, yaklaşık on yılı kapsayacak bir süre, vilayet vilayet
dolaşarak konferanslar verir. Ancak yazıları ve konferansları yüzünden sık
sık mahkemeye verilir ve zaman zaman hapse girer. 1 972'den sonra daha
çok evinde kendi köşesine çekilen şair, çalışmalarını burada sürdürür. Doğumunun
75. yıldönümü münasebetiyle 1 980 yılında Türk Edebiyatı Vakfı bir gece tertip
ederek onu "Sultanü'ş-Şuara" ilan eder; Kültür Bakanlığı da Büyük Kültür
Armağanını ona verir.Necip Fazıl, 25 Mayıs 1 983'te vefat etmiş, Eyüp sırtlarındaki
mezarlığa defnedilmiştir.
40
MİZACI
Batı ve bize has değerlerin hayat verdiği bir iklimin müstesna sentezlerinden biri
olan Necip Fazıl, tam anlamıyla "nev'i şahsına münhasır" bir insandır. O, çocukluk
yıllarından itibaren zekasıyla hemen dikkati çeker. Son derece güçlü bir "ben"
duygusuna sahiptir. Mağlubiyeti, ikinciliği asla kabul etmez; kolay kolay da kimseyi
beğenmez. Kavgaları, büyük ölçüde bu beğenmeme mizacından kaynaklanır. Son
derece temiz ve titiz giyinen şair, sohbetleri renkli ve nüktelidir. Tok, gür ve yüksek
bir sesle konuşur. Bunda da kendinden emin olma duygusu sezilir. Sevgi ve
yergilerinde mübalâğalıdır. Zira yüceltmek, idealize etmek, trajedi hâline getirmek,
onun kişiliğinin bir parçasıdır. Çevresinde birçok insan bulunmasına rağmen sık
sık anlaşılmamak ve yalnızlıktan şikayet ederek; Shakespeare, Goethe,
Rimbaude, Baudelaire, Pascal, Yunus Emre, Fuzûlî, Şeyh Galip, saygı duyup
dilinden düşürmediği insanlardır.
Necip Fazıl'ın mizacını sezdirebilecek iki anektodu burada hatırlatmak faydalı
olacaktır:
Bir gün treni kaçırmış. Öfkeli öfkeli gardan dönüyormuş. "Ne o üstad treni
kaçırdınız mı?" diye sormuşlar. "Hayır!", demiş; "Kovdum gitti!"
Bir ara oturduğu apartman katında eşek beslemeğe kalkışır. Bir bayram günü
eşek, misafirlerden birinin üstünü kirletince, misafirlerine; "Ne yapalım efendim,
eşekliğini gösterdi." açıklamasını yapar ve bu hevesten vazgeçer.
ŞAİRLİĞİ ve ŞİİRİ
Necip Fazıl, tiyatro, roman, hikâye, hatıra, deneme, makale türlerinde pek çok
eser vermiş bir yazar; birçok dergi ve gazetede yazılar yazmanın yanısıra Ağaç,
Büyük Doğu, Borazan dergilerini çıkarmış bir yayıncı ve gazeteci; on yıl boyunca
bütün Türkiye'yi dolaşıp büyük kalabalıklara konferanslar ve seminerler vermiş bir
hatip olmakla birlikte, asıl şairdir.
Kısakürek'in yazı hayatı Heybeliada'daki Bahriye Mektebi'nde başlar.
Büyükbabasının ölümü üzerine yazdığı kompozisyon ödevi ile başlayan bu
faaliyet gittikçe güçlenir ve ömrünün sonuna kadar devam eder. Başta şiir olmak
üzere tiyatro, hikâye, roman, hatıra, deneme, makale, inceleme türlerinde 70’ten
fazla esere imza atmıştır.
Hatıralarında, hasta annesinin isteği üzerine henüz on iki yaşında iken şair
olmaya karar verdiğini belirtir. "Şairliğim on iki yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır:
Annem hastaneydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı,
küçük ve eski bir defter... Bitişikte yatan genç kızın şiirleri varmış defterde...
Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp:
-Senin, dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!
Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım
bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi... Gözlerim, hastane odasının
penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgara karşı, içimden kararımı verdim:
-Şair olacağım! Ve oldum.
41
Yine hatıralarında ilk şiirini aruz vezniyle yazılmış bir deneme olduğunu;
yayımlanan ilk şiirinin ise Millî Mücadele yıllarında Tercüman gazetesinin edebî
ilavesinde yer aldığını belirtir. Bugünkü bilgilerimize göre onun yayımlanan ilk şiiri
1 Temmuz 1 923 tarihli Yeni Mecmuadaki Kitabe'dir. Bir mezartaşı kitabesi olan bu
şiirin sahip olduğu, ölüm motifi, aşktaki marazî hassasiyeti, tekke şiirinden gelen
edası, divan mazmunlarını yeni bir sesle kullanılışı, gelecekteki Necip Fazıl'ın ilk
müjdecisi gibidir.
Benim de yerim bu il oldu yâhû!
Gençlik bahçesinde sel oldu yâhû!
Çünkü tâ derinden bağrımı yaran
O başımın tâcı el oldu yâhû!
Saçları boynumdan dalgalandı da
Beni boğmak için tel oldu yâhû!
Alevde yaktıktan sonra, nefesi
Külümü savurdu, yel oldu yâhû!
Ben bu hâlden ibret almadan göçtüm
Ondan ibret alan el oldu yâhû![4]
Aynı dergide peş peşe yedi şiiri daha yayımlanır, ama bunların hiçbirisini ne
Çile‘ye ne de diğer şiir kitaplarına almayacaktır. Necip Fazıl'ın şiirde kendi sesini
daha belirgin olarak duyurduğu şiiri, 1 924′te Millî Mecmuada yer alan Örümcek
Ağı‘dır. Öyle ki, bir yıl sonra bastıracağı ilk kitabının da adı olan bu şiir, "Çocuk, bu
sesi nereden buldun sen?" sorusuyla Ahmet Haşim'i bile şaşırtır ve onun genç bir
şair olarak tanınmasını sağlar.
Duvarda bir titiz örümcek gibi,
İnce dertlerimle işledim bir ağ.
Ruhum, gün doğunca sönecek gibi,
Şimdiden hayata ediyor vedâ.
Kalbim yırtılıyor her nefesinde;
Kulağım, rûhumun kanat sesinde,
Eserim duvarın bir köşeşinde;
Dışarda çığlığım geziyor dağ dağ.
Bir taraftan dergilerde şiirlerini yayımlamayı sürdüren Necip Fazıl, 1 925′te ilk
şiirlerini Örümcek Ağı adı altında kitaplaştırır. Bunun ardından Kaldırımlar (1 928)
ve Ben ve Ötesi (1 932) gelir. Hiç şüphesiz Kaldırımlar şiiri, onun bu vadideki
şöhretini çok daha güçlü bir biçimde perçinler ve yıllar yılı "Kaldırımlar Şairi"
olarak tanınmasını sağlar.
42
Peyami Safa, Nahit Sırrı, Abdullah Cevdet, Reşat Nuri, Mustafa Şekip, Ziya
Osman Saba, Kaldırımlar hakkında yazılar yazarak, tükenmekte ve kendini
tekrarlamakta olan Türk şiirine yeni bir ses ve nefes geldiği hususunda birleşirler.
Bundan sonraki şiir kitapları Sonsuzluk Kervanı (1 955), Çile (1 962), 1 01 Hadis
(1 951 ), Şiirlerim (1 969), Çile (1 974), Esselam (1 973) bundan öncekilerin, bazı
yeni şiirlerle birlikteki yeni baskıları durumundadır. Necip Fazıl, şiirlerini 1 974'ten
itibaren Çile adı altında toplamıştır.
Öncelikle Türk şiirinin genel bir panoramasını çizelim. Böylece hem Necip
Fazıl'ın şiire ne getirdiğini daha iyi tanıma imkânı buluruz hem de onun
şiirimizdeki yeri ve önemini tespit etmiş oluruz.
Necip Fazıl'ın ilk şiirini yayımladığı 1 923'lü yılların Türk şiirinde görülen en belirgin
çizgi, Balkan Harbi yıllarında başlayan Millî Edebiyat anlayışının varlığını güçlü bir
biçimde devam ettirmekte oluşudur. XX. yüzyılın başından itibaren Osmanlı
İmparatorluğunda yaşanan büyük olaylar, Türk milletinin sosyal, ekonomik,
kültürel ve siyasî yapısını ve bu yapıyı oluşturan bütünkurumları derinden
sarsmıştır. Bir taraftan düşmanla savaşılıp vatanın ve milletin bağımsızlığı için
mücadele verilirken bir taraftan da sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasî hayatın
yeniden şekillendirilmesine çalışılır. Anadolu'nun merkezinde kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, söz konusu mücadelenin somut örneğidir. Türk kimliği, kültürü, tarihi
ve coğrafyasının çok daha bilinçli biçimde öne çıktığı bu dönemde, yazar ve
şairlerimiz, dikkatlerini çok büyük ölçüde bu noktalar üzerinde yoğunlaştırırlar. Yer
yer uzak Türk tarihi, coğrafyası ve kültür değerlerini yoklayan şiirimiz, daha çok
Anadolu coğrafyası, insanı ve onun değerleri üzerinde yoğunlaşarak güçlü bir
memleket edebiyatı geleneği oluşturur. Öte taraftan, temeli Tanzimat yıllarına
kadar uzanan batılılaşma süreci de, varlığını sürdürmektedir. Bu süreç,
Rusya'daki ihtilâlin de etkisiyle maddeci ve Marksist bir niteliğe doğru kaymıştır.
Her iki çizginin birleştiği ortak nokta, ideolojik veya muhtevacı bir şiir olmuştur.
XX. yüzyıl Türk şiirinde, söz konusu muhtevacı şiire karşı ve bir anlamda ona
tepki olarak farklı bir şiir arayışı da dikkati çeker. Bu, yüzyılın başında, Servet-i
Fünûn şiir etkisinde yetişmiş Fecr-i Âtî grubunun başlatıp Ahmet Haşim ve Yahya
Kemal‘in olgunlaştırdığı saf şiir hareketidir. Saf şiir, dış âlemden ve sosyal
hayattan uzak durarak insanın iç dünyası ve psikolojik durumunun ifadesini esas
alır.
Necip Fazıl'ın şiirini, ana çizgileriyle de olsa böyle bir saf şiir anlayışı ve
hareketinin devamı olarak düşünmek mümkündür. "Fakat Necip Fazıl'ı bu akıma
bağlayan, sadece şiiri kaba bir ideolojizmden veya materyalist bir dünya
görüşünden uzaklaşmaktan ibarettir. Bunun yanı sıra daha mistik ve metafizik
eğilimler, yalnızlık, korkular, sayıklamalarla görülen trajik karakter Necip Fazıl'ın
şiirini bu saf şiirden ayıran özellikleri oluşturur. II. Meşrutiyet sonrasında dikkatini
büyük ölçüde dış dünyaya çeviren Türk şiiri, onunla birlikte iç dünyaya yönelmiş,
mistik ve psikolojik bir derinlik kazanmıştır.
Aslında Necip Fazıl'ın başlattığı şiir, çağın ortak bir duygusu olarak, ideolojik
veya muhtevacı şiirde eserler vermiş pek çok şairi de etkilemiş, bu vadide eser
vermelerine zemin hazırlamıştır.
43
Enis Behiç Koryürek, Salih Zeki Aktay,
Ömer Bedrettin Uşaklı, Sabahattin Ali,
Haluk Nihat Pepeyi, Yusuf Ziya Ortaç,
Orhan Seyfi Orhon, Ahmet Hamdi
Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer gibi şairler,
bu çerçeve içinde yer alırlar.
Necip Fazıl'ın şiir hakkındaki görüşlerini
Çile’nin son bölümünde görebiliriz.
Şairin sanatı ve eserleri hakkında daha
çok söylenecek söz yazılacak yazı var
ama ben yazımı burada bitiriyorum.
İsteyen arkadaşım kaynaklardan daha
geniş bilgilere ulaşabilir.
İlayda ÇOLAK M. Hilmi SARITAŞ
10/A 10/A
BİR GENÇLİK,
BİR GENÇLİK,
BİR GENÇLİK,
''ZAMAN BENDEDİR
ve
MEKAN BANA EMANETTİR''
ŞUURUNDA BİR GENÇLİK
44
Türklerde Kütüphane
Türklerde ilk kez Orta Asya'da Uygurların bir kütüphane oluşturduğu bilinmektedir.
Karahoça ve Turfan kazılarında da 30 bin kadar yazma ortaya çıkarılmıştır.
Türklerin İslam dinini kabul ettikten sonra kurdukları ilk devlet olan Gaznelilerde
Gazneli Mahmut'un büyük saray kütüphanesi ünlüydü.
Büyük Selçuklular döneminde başkent Merv'de cami içinde yer alan Aziziye ve
Kemaliye kütüphaneleri, Medrese-i Amidiye içindeki Medrese ve Hatuniye
kütüphaneleri gibi 1 0 tane kütüphane kuruldu.
Nizamülmülk'ün Bağdat ve Nişab-+
ur'da açtığı Nizamiye medreselerinin kütüphanelerindeki değerli yazma
koleksiyonlar günümüze kadar korundu. Anadolu Selçuklularında kütüphaneler
daha çok Konya'da toplanmıştı. Altun Abanın İplikçi Medresesi'nde kurduğu iki
kütüphanenin işleyiş düzenini 1 201 tarihli vakfiyesinde anlatmıştı. Birçok İslam
bilgininin yararlandığı Sadreddin Konevi Kütüphanesi' nden de 61 tane yazma
günümüze ulaştı.
Osmanlılarda genellikle bir medrese bünyesinde yer alan kütüphanelerin ilki
Osman Bey döneminde İznik'te, ikincisi Lala Şahin Paşa tarafından Bursa'da
kuruldu. İstanbul'un alınışından sonra kentteki ilk medrese Ayasofya yakınlarında
açıldı. Bu medresenin kütüphanesi de 1 464'te kuruldu. Bunu Zeyrek Camisi'ndeki,
Eyüp Sultan ve Fatih külliyelerindeki medrese ve kütüphaneler izledi. Eyüpsultan
Camisi'ndeki kütüphane halka açık ilk vakıf kütüphanesiydi. İstanbul'dan başka
Amasya'da, Edirne'de, Bursa'da, Taşköprü'de, Yozgat'ta, Manisa'da ve Trabzon'da
medrese kütüphaneleri kuruldu.
Osmanlılarda ikinci bir kütüphane türü cami kütüphaneleriydi. Yazma kitaplar
caminin bir köşesindeki birkaç dolapta ya da ayrı bir odada korunurdu. Daha çok
hadis, akaid, fıkıh konularındaki yapıtlardan ve Kuran'lardan oluşan bu
koleksiyonlar herkesin yararlanmasına açık bulundurulurdu.
45
Türklerde Kütüphane
Osmanlı döneminde tekke kütüphaneleri de yaygındı. Bunlarda daha çok
tasavvufa ilişkin dinsel yapıtlar bulunurdu.
1. Mehmed (Çelebi) döneminde başlayan saray kütüphanesi kurma geleneği
2. Mehmed'in (Fatih) hükümdarlığında da sürdü. Ünlü bilgin Molla Lütfi, 2.
Mehmed'in özel kütüphanecisi oimuştu. Sarayın kütüphanesi 3. Ahmed ve 2.
Abdülhamid dönemlerinde çok zenginleşti.
Osmanlılarda ulemanın ileri gelenleri de pek çok vakıf kütüphanesi
kurmuştu. Bunların en küçük ayrıntıları bile düşünülerek hazırlanmış iç
yönetmelikleri vardır. Vakıf kütüphanelerinin ilki 1661'de Köprülü Fazıl Ahmet
Paşa'nın kurduğu Köprülü Kütüphanesi'ydi.
1869'da çıkarılan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'yle kütüphanelerin
denetimi Maarif Nezareti'ne verildi. Böylece kütüphaneler ilk kez devletin
eğitim politikası içinde ele alınmış oluyordu.1882'de ilk büyük devlet
kütüphanesi olan Kütüphane-i Umum-i Osmani açıldı.
1912'de İzmir ve Kayseri'de, 1917'de Eskişehir ve Konya'da, 1918'de
Diyarbakır'da, 1920'de Bursa'da Milli Kütüphane adıyla yeni kütüphaneler
kuruldu.
1934'te çıkarılan 2527 sayılı yasa Türkiye'de basılan her yapıttan beş
nüshanın Ankara İl Halk Kütüphanesi'nde ve İstanbul Üniversitesi
Kütüphanesi'nde toplanması hükmünü getirdi. 1976'da çıkarılan bir yasayla
TBMM Kütüphanesi de bu kütüphaneler arasına katıldı.
Adnan Ötüken'in girişimiyle 16 Ağustos 1948'de Ankara'da Milli
Kütüphane açıldı. Devletin özel olarak kurduğu kütüphane sayısı 1987'de
72'ye ulaşmıştır. Günümüzde etkinlik gösteren toplam kütüphane sayısı
812'dir. Bunlardaki toplam kitap sayısı ise yaklaşık 6,5 milyondur. Çeşitli
illerdeki halk ve çocuk kütüphaneleri, Kültür Bakanlığı Kütüphaneler ve
Yayımlar Genel Müdürlüğünün yönetimindedir.
46
Türkiye'deki kütüphanelerin önemli bir bölümünü
oluşturan üniversite kütüphaneleri ise oldukça plansız
bir örgütlenme ve gelişme göstermiştir. En önemli
üniversite merkez kütüphaneleri İstanbul Teknik
Üniversitesi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi, Boğaziçi Üniversitesi ve İstanbul
Üniversitesi'ninkilerdir.
Türkiye'de hızlı gelişme gösteren başka bir kütüphane
türü de banka, fabrika, şirket, yayın ve meslek
kuruluşlarının özel araştırma kütüphaneleridir.
Elif KURT 9/D
Kitap en iyi dosttur
.
Gerçek bilgi kaynaklarımız
kütüphanelerimizdir.
Bilgin unutmuş, kitap unutmamış.
Parayı kasa, bilgileri kütüphane saklar.
Her kütüphane bir cezaevi kapatır.
47
KALBİ PAKLAMAK
İnsanlar yaşarken bir hayatı
Hayat kaderde kitledi bin parçayı
Hepsinin özgürlüğü bir kuş oldu
Giden dönmedi bu bahar sondu
Herkesin sesini yalnız Allah duydu
Kimse sormadı yoldaşına
Bu yolun sonu son muydu ?
Son olsa kabul eder mi
Gölgesindeki zelzeleyi
Herkes bilir hatasını
Özür ise hatadan
Bildiğin hatayı
Tekerrür etme yürekten
Af ise Haktan
Hak af eylemez mi ki
Hatasını kabul
Gönlü razı edenden
Seher KABAK 10/B
48
MUTLU ÖLMEK LAZIM HER GECE
Küçükken korktuğum
karanlıklarda
Öğrendim renkleri bulmayı
Uyandığımda yakaladığım
renkleri
Aramak için
Uyudum her gece
Madem uyku yarım ölü hali
Mutlu öldüm hergece
Kapatmaya korktuğum gözlerimi
Sımsıkı yumdum bu gece
Yapraklarını uğurlayan
Ağaçlar gibi
Yumdum bu gece
Korkum yenildi
Yeni güne
Yine mutlu uyanmak başka bir güne
Bu gece
Her gece
Yumdum gözlerimi sadece
Mutlu ölmek lazım her gece
Uykun kabusa dönüşürse
Aç gözlerini
Yeniden kapamak için
Mutlu uyanmak için
Rüyaların seninle bütün gece
Seher KABAK 10/B
49
OKULUMUZDAN BİR ŞAHSİYET - Mustafa
UZUN
1 )Kendinizden bahseder misiniz?
25.01 .1 957 doğumlu Kütahya-Merkez Ahiler Köyü’nde doğdum. 7 yaşında Kütahya’ya geldim ve
ilkokulu Hürriyet İlkokulu’nda okudum. Ortaokulu Merkez Ortaokulu’ndan ayrıldım. Bunun yanında
sanayiye gittim. 5 sene sanayide çalıştım (demir doğrama üzerine). 75 senesinde Anlak Anadolu
Kozan Fabrikasına kaynakçı olarak girdim. Burada 8 sene çalıştıktan sonra bazı porselen
fabrikalarında, Kümaş mal işletmesinde, montajlarda Almanlarla,
İtalyanlarla çalışarak 1 982 senesinde Kümaş mal işletmesinde
kadrolu olarak işe başladım. 2000 senesinde emekli oldum.
2 sene çalıştıktan sonra Anadolu Öğretmen Lisesi’ni denetlemesi
için müdürüm, İsmail Hocam, M. Emin Bey, Süleyman Bey beni
çağırdılar. Okulun denetlemesini yaptık. Bunun yanında bana teklifte
bulundular ben de kabul ettim. 2002 senesinde işbaşı yaptım. 2002 senesinde aynı okulu aldığım gibi
A’sından Z’sine tebeşir tahtalarından öğretmen masalarına yemekhane masalarından yurt yatakhane
ranzalarına, hepsinin hizmeti ve gördüğünüz bahçenin çiğden yapılmasında hepimizin emeği vardır.
2)Anadolu Öğretmen Lisesinde ne zaman göreve başladınız?
2002 yılının 1 0. Ayında başladım.
3)Boş zamanlarınızda neler yaparsınız?
Benim boş zamanım yok. Neden, ben burada bahçemde eğleniyorum. Gülü çok severim, gül olduktan
sonra mesele yok.
4)Hayattan beklentileriniz nelerdir?
Çok şükür bin şükür, 3 tane nur topu gibi evladım var. Biri okudu Türk Dili edebiyatı, biri okudu
bilgisayar programcısı oldu. Biri de hukuk son sınıfta hakim olur, avukat olur. Sağlığınıza duacıyım.
Size öğüdüm de, erkek çocuklarını boş veririm ama kız çocuklarının okumasını isterim. Ayaklarınızın
üstünde durmayı öğrenin. Altta durmayın, hep okuyun, boş kalmayın. Hem okuyun hem de sosyal
faaliyetlerden geri kalmayın.
6)Okulumuzda başınızdan geçen ilginç bir anı var mı?
Maçlar var kapalı salonda, ben görevli değilim ama oranın elemanıyım. Hocalarımdan biri
koçmuş(takım sorumlusu).Tabii o zaman şube müdürlerimden Ali Kaya Bey var oturuyorlar orada. Koç
kalktı ayaklarında postal yürüyor. Ben de hocam dedim durdu ne var dedi. Sen bu şekilde gezinemesin
dedim, ben koçum dedi. Hani senin düdüğün dedim, hani eşofmanın, daha ayaklarında postal var ya?
Sen burada gezinemezsin dışarı çık dedim. O ara Ali Bey geldi. Ne diyorsun sen dedi. Durumu
anlattım. Ali Bey adama döndü, bu adam çık diyorsa çıkacaksın dedi. Hadi koçum dedim, çıktı. (yazar
burada gülüyordu)
7)Neden bu kadar fazla çalışıyorsunuz?
Kütahya’mızın biricik okulu, örnek okulu Anadolu Öğretmen Lisesi, ben de katkıda bulunayım diye
hem de çocuklarımız okuyordu ihtiyacımız var diye çalıştım, bana da sosyal faaliyet gibi oldu. Biz
sabah 8’de geliyorduk akşam 8’de bırakıyorduk, o zaman doğalgaz falan da yoktu hem okula hem
pansiyona kömür yaktık, pansiyon ranzalarını kurduk.
8)Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?
Anadolu Öğretmen Lisesi’nin helalinden ekmeğini yedik, çocuklarımızı oranın desteği sayesinde
okuttuk. Yoksa emekli maaşıyla olacak iş değil. Allah bereket versin.
Sonay Sunay 1 1 -A 21
Rumeysa Betül Özkan 1 1 -A 80
50
RESSAMIN TABLOSUNDAN
Dün aksam bir resim yaptım,
Medeni Avrupa ortası Bosna.
Dün aksam bir resim yaptım,
Medeniyet sanı lan bir tutam yosma.
Dün aksam bir resim yaptım,
Kafkaslar ortası Çeçenistan.
Dün aksam bir resim yaptım,
Hayretler içinde bakıyor insan.
Dün aksam bir resim yaptım,
Kızı l Çin, ortası Dogu Türkistan.
Dün aksam bir resim yaptım,
Insanlar yatıyor üstünde kanlı fistan.
Dün aksam bir resim yaptım,
Hak dagları üstünde söküyor safaklar.
Dün aksam bir resim yaptım,
Insanlar haykı rıyor,
Hani nerede bizim haklar!
Ahmet EMEKTAR
Ekim -1 998
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60