Sayı 4
DAKTİLO SESLERİKÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİŞEHİRVEMEDENİYETSAYI:4
- Page 3 and 4: editörden...Merhaba Sevgili okur,
- Page 5 and 6: Şimdilerde gözümüzü boyasa da
- Page 7 and 8: Benim varış noktam ise biraz daha
- Page 9 and 10: Kars Ani HarabeleriOtele dönüp ka
- Page 11 and 12: AĞRI ŞEHRİŞehir: Sözcük anlam
- Page 13 and 14: Anlama serüveninin büyük bir kı
- Page 15 and 16: Pösteki zırnıklamayı, zırnıkl
- Page 17 and 18: Peygamberimiz Yesrib’e hicret ett
- Page 19 and 20: Böylesi dükkânlarda ne kadaroyal
- Page 21 and 22: MEDENÎ ÇOCUKBir kadın yolda yür
- Page 23 and 24: Divan Şiiri ve İstanbulOsmanlı D
- Page 25 and 26: Medeniyeti şehirleşme adıaltınd
- Page 27 and 28: “Karabağ’dan yavrum, Karabağ
- Page 30: İkinci kitabınız “Liya’nın
DAKTİLO SESLERİ
KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
ŞEHİR
VE
MEDENİYET
SAYI:4
editörden...
Merhaba Sevgili okur, Daktilo Sesleri Dergisi’nin ilk sayısının çıktığı günden bu
yana güzel sayılarla karşınıza çıktık. Ekip olarak elimizden gelenin en iyisini
yapmaya çalıştık, yapmaya da devam edeceğiz inşallah. Karşılık bulduğumuzu
görmek fazlasıyla sevindirici. Bunun için en başta ekip arkadaşlarıma ve siz
kıymetli okuyucularımıza teşekkür ederim.
Yazarlarımızdaki ve ekip arkadaşlarımızdaki gelişmeleri ve özveriyi görmek
işimizi daha bir istekle yapmamızı sağlıyor. Çünkü dergicilik bir ekip işidir.
Etrafınızda yapması gerekenleri üşenmeden, istekle yapan insanların olması sizin
de şevkinizi
arttırıyor. Kişi kendinden sorumludur; ama söz konusu dergi çıkarmak olduğunda
daha geniş düşünmeniz gerekiyor elbette. Bunun bilincinde olan kişilerle yolumuza
devam ediyoruz elhamdülillah.
Kasım sayımızda “Şehir ve Medeniyet” konusuna yer verdik. Yine birbirinden
kıymetli yazılar geldi. Her birinde konu
farklı açılardan değerlendirilmişti. Kimisi bir şehrin tarihini ve güzelliklerini
anlatmış, kimisi medeni olmaktan bahsetmiş; kimisi de medeniyet kavramının
nasıl oluştuğuna değinmiş. Tüm arkadaşlarımızın kalemine sağlık. O kalemler bize
daha çok lazım olacak. Kalem derdi yazıya dökmenin en etkili aracıdır.
Dilini kalemiyle en güzel şekilde buluşturanların sayısı artsın her daim.
Bu ay medya sorumlumuz Sevcan Hanım, yazar Funda Uçuk Er
Hanımefendiyle kitaplarına ve özellikle son kitabı “Huşu Ağacı” na dair çok sıcak
bir röportaj gerçekleşti. Sevcan Hanım’a röportaj için, Funda Hanım’a da bizi
kırmayıp vakit ayırdığı için teşekkürlerimi iletiyorum.
Daktilo Sesleri Çocuk Dergisi de bundan sonra iki ayda bir sizlerle olacak.
Buradan bunun da bilgisini vermiş olalım.
Sizleri yine keyifle okuyacağınız güzel bir sayıyla baş başa bırakıyorum.
Sevgiyle, kitapla ve Daktilo Sesleri’yle kalın. Okumak ve yazmak eksik olmasın
hayatınızdan
Esra Kıral
2
ŞEHİR VE MEDENİYET ÜZERİNE
Medine kelimesi ile medeniyet kelimesi akraba iki kelimedir ki Medine zaten şehir
anlamındadır. Dolayısıyla medeniyet ve şehir kavramları birbirinden ayrı düşünülemez.
Medeniyetin görünür yüzüdür şehirler. Nasıl mı?
Lütfi Bergen bu konu ile ilgili bir yazısında “Şehir denen şey Müslümandır.” der.
Buradan anlıyorum ki medeni insan, şehirli insandır; şehirli insan Müslümandır. Medinede
İslam Devleti'nin kurulması ile bizim medeniyetimizin temelleri de atılmış, medeniyet
oradan yükselmiştir.
Dünyanın nefes aldığı her dönemde İslam'ın izlerini görüyor olmak da bunun ispatı
zaten. Öyleyse bu tabir, bugünkü manada maddi gelişmişlikten ziyade ruhi gelişmişliği de
barındırıyor.
O günden bu güne baktığımızda İstanbul bizim medeniyetimizin en önemli mekansal
karşılıklarından biri; bu sebepten konuyu onun üzerinden açıklamak doğru olur kanımca.
Belki de en bariz örnekleri burada, yaşadığım şehirde görmüş olmamdan kaynaklı bu
düşüncem. Şehrin tarihi yerlerini gezerken ve üzerine okumalar yaparken o günleri
bugünle karşılaştırma imkanım, medeniyetin nasıl kurulduğunu ve nasıl kaybedildiğini
anlama şansım oldu.
Osmanlı döneminin İstanbul'unda ve tabi diğer şehirlerinde evlerin avlular içinde inşa
edilmesi, cumbalı pencereler, kapılarda bulunan çift tokmaklar, mezar başlarında bulunan
ve kuşların su içmesi için konulan kaplar... Hepsi üzerinden medeniyetin ne olduğuna
bakarsak eğer; evlerin avlular içinde inşa edilme sebebini mahremiyetin korunması olarak
görüyoruz. Zira ev özel alandır. İnsan o alanda aile fertleri ile birlikte dışarıdan irtibatını
keser, korunur. Bugün olduğu gibi onlarca daire incecik duvarlarla birbirinden
ayrılmamıştır. O dönemde mimari ile bunun sağlanması, medeniyetin insanı koruyan
yönünü gösterir bize.
Cumbalı pencerelerin yapılma sebebine bakınca yine aynı şekilde mahremiyetin
muhafazası amacı ile karşılaşırız. Burada korunması ve rahat ettirilmesi amaçlanan kişi
tabii ki öncelikle kadın. Kadın görünmeden, ev haliyle dışarıyı görebilir ama onu dışarıdan
gören olmaz. Kapı tokmaklarında da aynı durum çıkar karşımıza. Osmanlı evlerinde yan
yana iki tokmak vardır. Biri küçük diğeri ise büyüktür. Küçük olan tokmak kadınların
kullanımı için, büyük olan tokmak ise erkeklerin kullanımı içindir. Bu sayede ev ahalisi
gelenin kim olduğunu tahmin edebilir ve kapıyı o tedbirle açar.
Buradan yola çıkarak medeniyet İslam’dır diyebiliriz ve asıl amacı insanı rahat
ettirmektir; mekansal karşılığı şehirlerdir ve ilk temel Peygamberimizle atılmıştır.
Bugünün şehir dediğimiz gelişmiş köylerine baktığımızda ise teknolojinin getirdiklerini
medeniyet olarak adlandırarak nasıl yanıldığımızı görebiliriz. Zira medeniyet gökdelenler,
metrolar, akıllı telefonlar, otomatik kapılar, uçaklar vs. değildir. Bunlar insan hayatını
kısmen kolaylaştıran ama belli oranda da onu köleleştiren kolaylıklardır.
3
Şimdilerde gözümüzü boyasa da tüm bu ihtişamın içerisinde aslında kimsesi
olan kimsesiz çocuklar yurtlarda; evlerin bereketi yaşlılar bakımevlerinde; gencecik
kadınlar bedeni üzerinden kazanç sağlamak zorunda kalarak geceleri sokaklarda
ise; güven duygumuz kalmamıştır. Komşuluk ilişkimiz sadece asansörde
selamlaşmaktan ibaretse hatta insanlar yalnız halde evlerinde ölüp günler sonra
bulunuyorsa bunun adı medeniyet değil olsa olsa kentli veyahut metropol insanı
olmaktır. Yani belli bir sayıyla sınırlandırılarak tanımlanan yerleşim yerlerinden en
büyüğünde yaşamaktır.
Medeniyet ise bir mekanı paylaşmak değil o mekana ruh katmak, o mekanı
yaşanır kılmaktır. Bir zincirin halkaları gibi toplumu sorumluluk bilinciyle birbirine
bağlamak, insanı insan vasfına uygun yaşatmaktır. Velhasılı medeniyet Müslüman
olmanın mekansal karşılığıdır.
Semra Bay
4
SICAK BİR YAZ GÜNÜ RÜYASI
Urfa’ya gittiğimde fark ettiğim ilk şey modern ve gösterişli
binalardı. Birden şehrin kafamdaki doğu imajından çok farklı
olduğunu anladım. Her şehrin merkezinde yeni binalar vardır.
Bunlar üstünde yaşayanların zevkini yansıtır. Ancak bunu
düzenli ve etkileyici yapmak, “işte bu şehir büyük bir şehir,”
dedirtir. Urfa tam bir büyükşehirdi.
Tabii ki benim Urfa’ya gidiş sebebim modern binaları görmek
değildi. Öyle olsa İstanbul’un gökdelen tarlalarını yahut
Ankara’daki gri yığınları tercih edebilirdim. Büyük şehirlerin
kafeleri, alış veriş merkezleri, kalabalık meydanları hiçbir zaman
ilgimi çekmedi. Oysa bu eritici sıcakta, yani Temmuzun sonu
Ağustosun başı, yerel halkın eyyam-ı buhur dediği günlerde
Urfa’da olmamın bir sebebi vardı.
Urfa çoğumuzun hayatına türkücülerin memleketi, acının ve
kederin diyarı, sıra gecelerinin mekanı olarak girse de çok derin
bir medeniyetler tarihine sahip. Çevremdeki pek çok insanın
dünyadaki en eski mabedin burada olduğunu bilmemesine
şaşırdım. Göbekli Tepe’yi yani tarihin başlangıcını görmek için
yola çıktım ancak ondan önce başka yerlere de uğramadık değil.
Çoğu kişinin aklına Urfa’daki tarihi yerler deyince Balıklı Göl
geliyor. Elbette üç ayrı semavi dinde yer alan Hz. İbrahim’in
etkileyici ve bizler için de manevi değeri yüksek hikayesi Balıklı
Göl’ü uğrak bir nokta yapıyor. Şehir merkezine yakın olması bu
şehre gelen herkese kutsal balıkları görmek için bir şans veriyor.
Ancak çoğumuzun bildiği, belki yakından gördüğü bu gölün
yanında bir de küçük göl ve su kanalı bulunmaktadır. Bu iki
gölün kıyısında, sıcakta kavrulmuş esmer rehber çocuklar size
hikayeyi bir solukta gözlerinin içi ışıl ışılken anlatıveriyor.
Biraz dinlenmek isterseniz göllerin hemen yakınındaki tarihi
camiler ve bahçelerindeki şadırvanlar içinize bir ferahlık veriyor.
Hazır şehirden çok da uzaklaşmamışken eski şehirde Kapalı
Çarşı’ya uğrayabilir hem acıkan karnınızı doyurmak için hem de
alışveriş için zaman ayırabilirsiniz. Lezzetli bir kebap yemeden,
yahut bir bakır tepsi almadan gitmek isota ve isotun ün
kazandırdığı zanaatkarlara saygısızlık olur. Acının kokusu
olduğunu burada öğrendim ben. Eğer siz de benim gibi pul biberi
acı yerine koyanlardansanız, yemeğin yanında bol ayran sipariş
etmenizi tavsiye ederim.
Yemekten sonra biraz dolaşmaya çıkabilir, eski şehri yani bizim
Urfa’nın dizilerden tanıdığımız yüzünü görebilirsiniz. Böylece
lezzete dayanamayarak midenizi tıka basa doldurduğunuz
kebapları eritebilir, sosyal medyada paylaşmak için harika
kareler yakalayabilirisiniz.
5
Benim varış noktam ise biraz daha şehrin dışında yaklaşık yarım saat mesafedeki
11000 yıllık Göbekli Tepe’ydi. Ülkenin değil, dünyanın en eski mabedini görmek
inanılmaz bir deneyim olacağa benziyordu. Öğleden sonra hava iyiden iyiye kızmışken
Örencik köyü yakınındaki Göbekli Tepe’ye vardık. Adı üstünde bulunduğu alana hakim bir
tepede bulunuyordu. Yaklaşık on dakikalık mesafeden yapıyı korumak için inşa edilen
beyaz kubbe görünebiliyordu.
Böyle hâkim bir tepeye yerleşim alanı değil de mabet yapan insanoğlu için bu yapı çok
değerli olsa gerek diye düşünmeden edemiyorsunuz. Gezi alanı da kazı alanı da çok
büyük değil çünkü burası henüz keşfedilmiş bir hazine gibi duruyor. Birkaç yıl önce
başlayan çalışmalar yıllarca devam edecek ve elbette büyük keşifler olacak. Ancak
şimdiden bulunanlar bile insanı dumura uğratmaya yetiyor. Bu mabet 10 veya 12
sütundan oluşuyor. Veya diyorum çünkü sütunlardan ikisi yan durumda. Bu şekilde mi
inşa edilmiş yoksa zamanla mı devrilmiş araştırılıyor.
Göbekli Tepe’nin en yakın akranı olan 6000 yıllık İngiltere’deki Stonehenge de 12 dik
sütuna sahip. Ancak Göbekli Tepe bu yapıdan neredeyse iki kat daha yaşlı. Bu kadar
uzun yıllar önce, bu kadar uzak mesafede insanoğlunun benzer yapılar oluşturması
merak unsurlarından birisi. Bir diğeri ise buranın gerçekten bir mabet olup olmadığı.
Sütunlar üstünde akbaba, ördek, tilki, yılan gibi hayvanlar bir kompozisyonla yer almakta.
Peki, ne ifade ediyorlar?
Bu konuda şimdilik iki teori var: İlki pratik, bunların kabile işaretleri olduğu ve her
kabilenin bu mabette yeri olduğu teorisi. Bu çok kültürlülük demek ve tarihin en eski
medeniyetine sahibiz anlamına gelir. İkincisi ise daha bilimsel, bu sütunların ayları veya
gün içindeki saatleri temsil ettiği düşüncesi. Durum buysa eğer Mısırlılara güneş takvimini
burada yaşayan insanlar öğretmiş olmalı.
Her iki koşulda da yahut ortaya çıkması çok muhtemel yeni koşullarda da gerçek şu ki;
bilinen tarihin arkasında bir o kadar da bilinmeyen gizli. Göbekli Tepe bunu
anlayabileceğiniz bir mekan.
Sinem YÜCEL CEYLAN
6
Kars Ani Harabeleri
“ANİ” DEN
Sabaha nasıl erişeceğini bilemeden başını yastığa
koydu, her zamanki gibi hızlıca
uykuya daldı. O garip rüya başladığında biri başucunda
oturup onu izlese ona macera yaşadığını düşündürecek
kadar hızlı nefes alıp veriyordu. Bir rüyanın içinde olduğunu
tahmin ediyor ama gördüğü şeylere anlam veremiyordu. Üç
tarafı sular, bir tarafı surlarla çevrili, içinde yıkık dökük
yapıların olduğu, tepenin üzerine kurulmuş geniş bir
düzlükteydi. İlk defa gördüğü bu yere şaşkınlıkla bakıyordu.
Rüzgar eserken kulaklarında uğulduyor, sanki uzaklardan
bir sesi de beraberinde taşıyordu: “Seni bekliyorum”.
Gece yarısı rüyadan gerçek hayata kan ter içinde açtı
gözlerini. Yatağın içinde doğrulup düşünmeye başladı. Kızıl
taşlar, yemyeşil arazi, usul usul akan nehir, ihtişamlı
surlar... Gecenin karanlığı bile rüyasında gördüğü şehrin
ışığını söndüremedi. Peki neresiydi burası? Neden rüyasına
girmişti?
Ailesi İstanbulluydu, hiçbir zaman gidip ziyaret ettikleri
bir köyleri de olmamıştı.Bu kadar etkileyici bir çağrı ancak
kökenlerinden geliyor olabilirdi. Yakın zamanda devletin
soyağacı arşivlerini açtığını hatırladı. Telefonunu alıp
sisteme girdi ve soyağacına baktı. Beşinci kuşak dedesinin
adının yanındaki kutuda duruyordu cevap: Kars. “Tabi ya,
rüyamda Ani’deydim!” dedi kendi kendine heyecanla.
Vakit kaybetmeden Kars’a gidecekti. Mimarlık okumak
için geldiği Ankara’dan Doğu Ekspresi’ne bir bilet aldı.
Böyle bir yolculuk için trenin en doğru ulaşım aracı
olacağını düşündü. Gün içinde işlerini halletmiş, akşam
olduğunda yataklı vagonunda yerini almıştı. Kars’a varana
kadar Ani ile ilgili bilgileri okudu. Tren şehirlerden uzakta,
doğanın içinde kıvrım kıvrım ilerlerken o Ani’yi düşünüyor,
bin yılı aşkın tarihi ile medeniyetler beşiği, yüz bini bulan
nüfusu ile tüccarların, seyyahların, mimarların, yazarların
buluşma noktası olmuş bu şehir daha şimdiden onu
heyecanlandırıyordu.
Ertesi gün akşam Kars’a vardı. Geceyi geçirmek için bir
otele yerleşti. Sabah günün aydınlanması ile birlikte dışarı
attı kendini. Soğukla büzüşüp hırkasının içinde gittikçe
küçülerek Kars sokaklarında gezindi. İşgal zamanı Rusların
yaptığı geniş caddeleri ve caddelerin iki yanında yer alan
Baltık mimarisine ait yapıları görünce çok şaşırdı. Burası
daha önce gezdiği hiçbir doğu şehrin benzemiyordu.
7
Kars Ani Harabeleri
Otele dönüp kahvaltısını yaptıktan sonra bir taksi
çağırdı. Ani’ye doğru yola çıkan taksinin şoförü şehrin
her yerinden görünen Kars Kalesi’ni işaret ederek
“Kale’ye de çıkmak ister misiniz?” dedi. “Rivayete göre
Kars Kalesi’ne çıkan birisi buraya mutlaka yeniden
gelirmiş. Ben buna Ani’den sonra karar vereceğim”
diye cevapladı.
Yaklaşık bir saat sonra surların önüne vardıklarında
şoförden onu beklemesini istedi. Kalbi hızlı hızlı çarpar
halde Aslanlı Kapı’dan giriş yaptı antik kente. Son
adımı da surlardan içeri girdiğinde artık hayatının asla
eskisi gibi olamayacağını hissetti. Bir daveti kabul edip
gelmişti Ani’ye. Peki onu çağıran kimdi?
Taşı, toprağı bile adeta konuşan bu harabede ilk
göze çarpan 1001 yılında Ermeni kralı 1. Gagik
döneminde tamamlanan büyük katedraldi. Oraya doğru
yürüyüp içeri girdi. Rüyasında duyduğu ses katedralin
içinde yankılanıp kubbenin gökyüzüne
açılan boşluğundan dağıldı: “Hoşgeldin.” Bir an bile
şüphe etmeden bu sesin katedralin Ermeni mimarı
Trdat’a ait olduğunu düşündü. Korkuyla dışarı çıkıp
koşmaya başladı. Uçurumun kenarına yapılmış
Anadolu’nun ilk Türk camisi olan Menuçehr Camii’ne
girdi. Caminin Arpaçay’a ve üzerindeki yıkılmış
İpekyolu Köprüsü’ne doğru bakan pencerelerinden
birinin önüne oturdu. Bildiği ne kadar dua varsa
okuyordu.
Ani’nin bu çağ için büyük bir mimarlık okulu
olduğunu biliyordu. Tıpkı büyük dedeleri ile kan bağı
bulunduğunu düşündüğü Mimar Trdat’ın ruhu
tarafından Ani’ye çağrılmış olduğunu bildiği gibi...
Taksici iki saat sonra surlardan içeri girip kızı aradı
ama onu hiçbir yerde bulamayınca şehre geri döndü.
Genç kız geceyi Ani’de geçirecekti.
Zeliha Altuntaş
8
Esrarengiz Şehir
Bir yanım deniz
Bir yanımsa okyanus kıyıları
Her türlü gemi limana doğru yaklaşırken
Benim gemim ya Kız Kulesi’ne hayran kalır ya da Galata Kulesi’ne
Bir vapurun içine binip oradan seyrederim
Zaman aksa bile umurumda değil
Manzaram denize doğru yaklaşırken
Hiçbir kuvvet alamazdı beni
Kaybolduğum esrarengiz şehirden
Burada doğdum burada da ölesim var
İstanbul al beni kollarının arasına
Kimsenin saramadığı kadar sen sar
Arada martılara simit atarken unutuyorum geçmişin yaralarını
Sessizlik sanki sende hüküm sürer geceye
Sende bulur yeniden yaşama sevincini
Kuşlar, ağaçlar yeşillikler
Yeni bir güne başlama telaşında olan biz insanlar
Koca esrarengiz şehir içinde hem anılar biriktirip
Hem de savruluyoruz senin gölgende
Ah be İstanbul! Sana hayran olamamak
Elde değildir hiçbir zaman
Aleyna Gökçe
9
AĞRI ŞEHRİ
Şehir: Sözcük anlamı itibariyle nüfusun çoğunluğunun ticaret, sanayi ya da yönetim ve
benzeri işlerle uğraşan insanların yerleşim alanı olan kent olarak tanımlanır. Bu terimin
dışında şehir ve şehirlerin, insanların fikri ve duygusal dünyalarında ayrı ayrı tanımlarla
ifade bulduğu kanaatindeyim. Benim için de hakeza öyle; atmosferini soluduğum her şehir
ve belde ayrı çağrışımlara, anılara ve bunların neticesi olarak karakteristik bir
tanımlamaya bürünüyor.
Doğu Anadolu Bölgesi'nin kadim şehri Ağrı, Orta Asya kavimlerinin Anadolu'ya açılan
kapısı, bağrını birçok millet ve medeniyete açan ve Büyük İskender'in suyundan içtiği,
toprağından nasiplendiği şehirdir. Hz. Osman zamanında İslam ordularının ayak bastığı,
Tevrat'ta adı geçen ve Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katılan bağrı
geniş memleket Ağrı, zamana ve yaşanmışlıklara tanıklık eden, efsanelere konu olan Ağrı
Dağı'nın heybetli gölgesinde varlığını sürdürmektedir.
Bendeki karşılığı ile Ağrı; doğaya hakim noktada bulunan iki katlı, geniş balkonlu etrafa
çiçeklerle fesleğenlerin rayihalarının yayıldığı, kuş nidaları ile bezenmiş altından şırıl şırıl
akan derenin sesiyle huzur nakşeden o ev. Sabah namazı sonrası çay içerek sohbet eden
anneannem ve dedemin fısıltı tonundaki seslerine eşlik eden pişi kokusu ve akan derenin
ahenkli sedası ile huzur deryasına dalmışçasına uyanmak. Ağrı çiçek tarlalarında patron
olan ısırganların hakimiyetine rest çekmişçesine, koşarak tarla sonunda karşıma çıkan
muzip kaz sürüsünün tek sıralık nizami dizimini bozup kazlar ve çobanlarınca
kovalanmaktı. Sonrasında buz gibi akan suya girerek balık yakalama yarış yaparak
yakaladığımız bir iki balığa kıyamayarak geri suya salmaktı. Sakallı dedemin “koca kız
oldunuz hoplamayın,” uyarılarına kıs kıs gülerek ağaç dallarında kuzenlerim ile sohbet
edişimdi. Gündüzü ayrı muhterem gecesi ayrı kıymetliydi. Akşam semaver dumanı ile
dere ahalisinden olan kurbağa korosu eşliğinde, ince belli bardaktan her yudumu yaşam
hevesi aşılayan duman kokulu çayı yudumlamaktı. Şimdi ise özlemler ve özlenenler
arasında anılarımın en görkemli şehri Ağrı... Huzeyfe Erdem'in yorumladığı gibi "şehir ve
şehirler yaşanmışlığın en yakın tanığıdır. Şehir anadır yuva yapar; insan anıdır o yuvayı
tamamlar. Caddeler, sokaklar binalar aynıdır değişense yalnızca insanın şehirle olan
rabıtasıdır".
Sümeyra Yavrutürk Köse
10
ŞEHRİN TILSIMI
Yıllar yıllar önce idi. Bu şehre gelip heybeme yeni kültürler
eklemenin mutluluğu içimi olanca gücüyle sarmıştı. Akıp
giden zamanın zehirli tesiri bende olumsuz bir etki
yaratmamıştı. Bu şehrin getirdiği medeniyetin heybemizden
alıp götürdüğü muhabbetlere, kocaman gözlerimle hep
şaşkınlıkla bakmıştım. Beni düşündüren nokta aslında
karşılıklı muhabbetlerin neden bu denli azaldığından çok,
günümüzde yükselen kahkahaların ve ortak paylaşım
noktalarının haddinden fazla artmasına karşı; samimi
duruştan uzak tabloların olmasıydı. Amaan canım
yaşıyorduk işte, neden önünü sonunu kurcalayacaktık ki?
Bir şeyleri oldurmak, sevgiyi iliklerimizde hissetmek; bir
anda yıkıp karşılaştığımız tabloyu çöpe atmaktan çok daha
zordu. Zamana karşı koyamayan bir bedenimiz vardı oysaki.
Bunun yıkıcılığı aynaya her baktığımızda kendini
hissettirirdi. Sahi ruhuyla gören bilene saçtaki tek bir ak bile
neler anlatırdı.
Yaşadığım şehri daha fazla tanımak ve anlamlandırmak
için pek çok müze ve sokak gezmiştim. Gezdiğim yerler bu
şehri yakından tanımam adına zihnimde şifreler
oluşturmuştu. Ardıma bakmadan yürüyordum. Sokakların
bana gösterdiği ihtişam, yeni yerler görmenin heyecanından
çok, yeni tanıştığım bir insanı anlama serüveni gibi uzayıp
gidiyordu. Kasvetli yerlere geldiğimde dahi umutla
bakıyordum. Sahi ben bu şehri olanca gücümle sevmeye;
aynı zamanda da sevilmeye gelmiştim. Bana heyecan
vermeyen bir diyarda gönül bağı kuramadığım kişileri
sevmenin bana ya da karşımdaki kişiye ne gibi bir katkısı
olurdu? Bulunduğum yeri sarıp sarmalamazsan içimde
heyecan oluşur muydu? Bu düşünceleri atlatıp kendimi
bulmam uzunca bir süremi aldı. Yapımda olan “inatçılık”
mayası kim bilir bana neler getirip bir o kadar da benden
götürmüştü.
Kendimi arayıp bulma anlayışım bir yana bu şehri tanıma
serüvenim benim için gittikçe merak edilir bir hal aldı. Şehri,
medeniyette attığım adımları ve şehrin yıllar içindeki
değişimini anlamak amacıyla üniversite yıllarımda müzeleri
kendime mesken edindim. Müzelerde bulunan aletler, tarih
kokan odalar nedense bana göre her daim çekiciydi.
Girdiğim her müzede kendimden bir şeyler bulma umudu
yeni bir dünyaya açılan kapıydı. Bu sebeple müzelerdeki
tarihi alanları inceler kafamda anlamlandırmaya çalışırdım.
Bu anlama serüveni müze dışında da benimle devam etti.
Medeniyet uçsuz bucaksız bir yoldu. Şehri ve medeniyeti
sadece müze ile anlamak belki de şehre haksızlık olurdu. Bu
sebeple anlama ve idrak etme sürecim benimle her gittiğim
yere geldi. Müzeler bu serüvenin “anlamlı” bir bölümüydü.
11
Anlama serüveninin büyük bir kısmını
atlattığımı zannettim. Medeniyet onu var eden
“insanlık” ile ortaya çıkardı, serüvenin bu
kısmını atlamış olmalıydım. Buram buram
medeniyet kokan bir şehirde bin bir türlü iyilik
ve bin bir türlü kötülük aynı anda nasıl
barınabilirdi? Bunu hiç bağdaştıramadım.
Aslında iki kavramın bağdaştırılacak bir yanı
yoktu.
Her şehrin bir dili vardır. Şehirler kendini
gizleyen birer insan gibidir. Bir yandan
kendini tanıtmaya çalışmanın verdiği
heyecanı içinde taşır, bir yandan da tanınmayı
bekleyen bir birey gibidir. Şehirleri ve
şehirlerin içeriğinde barındırdığı medeniyeti
anlayabilmek uzun bir çabadan geçer. Ben bu
çabanın neresinde kaldım, bilmiyorum. Fakat
artık ne zaman içim daralsa ya da gözlerim
yeni bir heyecan arasa aklıma hangi semtlerin
geleceğini bilir oldum. Ben bu şehrin
kalabalığı ve medeniyeti içinde kaybolmak
değil; bana huzur veren sanatçı yanı ile
arkadaş olmak istiyorum…
Deniz Ergeç
12
DEBBAĞ AHMED
Nur yüzlü ihtiyar elindeki önlüğü Ahmed’e giydirdi. Kulağına eğilerek “Kapıdan içeri
giresin evlat!” dedi.
Gözlerimi açtım, üzerimdeki örtüyü hızla kaldırıp musluğa ulaştım. Kalbim yerinden çıkıp
gidecekti. Öyle olmasa ellerimi ne diye kilitleyeyim sol göğsümün üzerine? Çıkmasın
yerinden, gitmesin bir yere. Ben sanki onu yeni buldum ona yeni kavuştum. Ilık ılık saldı
bu sefer kanı damarlarıma. İçine sanki biraz da huzur kattı. Nihayet biraz sakinleşince
musluğu açtım. Yüzüme serptiğim su aklıma 'gel beri' dedi. Geç kalmadım inşallah diye
içimden geçirip hızlıca hazırlandım. Zeytinburnu’nun yolunu tuttum. Usta gelmeden
dükkândan içeri girdim. Kıl payı kurtuldum fırçadan diye düşünüp bıyık altından gülmeyi
de unutmadım. Çırak çoktan çayı demlemişti. Yolda gelirken aldığım simitleri çaya katık
ettik Cemil’le. Karnımızı güzelce doyurduk. Gücümüz kuvvetimiz yerinde olmalıydı bizim.
Zira zor zanaattı, dev zanaatıydı işimiz. Usta gecikti. Az daha oyalanayım, gider bakarım
diye niyetlendim ki haber geldi. Acı haber. Tez gelenden. Hep öyle gelir. Alelacele.
Sabaha karşı ebediyete irtihal ettiğini söylediler, dün şu rafta duran tozlu kitapta neyin
anlatıldığını bana anlatan ustamın. Sırtımı sıvazlayıp bana bir şey olursa diyen Bekir
Usta’mın. Kaşları çatık elleri nasırlı Koca Mustafa Paşalı ustamın. Az ilerideki kireç
çukuruna eldivensiz sokunca ellerimi nasıl da paylamıştı beni. Allah’ın emaneti o eller
sana evlat, iyi bakmalısın onlara, diye de gönlümü almayı unutmamıştı.
13
Pösteki zırnıklamayı, zırnıklanan pöstekinin kireç kuyusunda bekletilmesi gerektiğini, çıkarıp
temizlemeyi, koca koca bıçaklarla tabaklamayı, palamuda yatırıp rengini aldırmayı, tavlansın
diye talaşın içinde bekletmeyi hiç bıkıp usanmadan günlerce, aylarca anlattı bana. Elime
meslek gönlüme insanlık yerleştirdi, göçtü. Heyhat!
Dün akşam tatlı tatlı sohbet edip Ahi Evran Hazretlerinden konuşmuştuk. Raftaki kitap Ahiliği,
Ahileri anlatıyordu. Osmanlının şehirleşmesindeki payını, ahlak ile sanatın bütünleştiği bir
teşkilat olduğunu; lakin günümüzde artık pek de anılmadığını yüreği burkularak anlattı. “Haydi
bakalım ben Sümbülzade’deki tabakçılar kahvesine uğrayacağım sen de çok oyalanma var
evine dinlen,” dedim ya dev zanaat bizimkisi; insan en fazla yirmi yıl dayanır. “Benim vaktim
azaldı, benden sonra sana emanet,” dedi ve kalktı iskemleden. Allah gecinden versin ustam,
dedim uğurladım. Allah her şeyi vaktinde verendi oysa.
Üç ay geçti ustamın vefatının, benim usta oluşumun üzerinden. Aynı nur yüzlü ihtiyar yine
rüyamda. Üzerimde bana giydirdiği önlük var. Eğildi yine kulağıma, bu sefer “Kapıyı unuttun
evlat!” dedi. Bedenimden boşalan terle uyandım; kapı, hangi kapı, ne kapısı? Dükkânda ki
kitap… Ahi Evran… Ahilik teşkilatını kuran Ahi Evran, çağın bilge insanı olup Anadolu’da
Debbağların Piri ve otuz iki çeşit esnaf ve sanatkarın lideri olarak kabul edilmiştir. Tasavvuf
öğretisini Ahmed Yesevi’den almıştır. 1171 yılında Azerbaycan’ın Hoy Kasabasında dünyaya
gelmiş, Moğolların Kırşehir’i kuşatmasıyla doksan bir yaşında savaşarak dünyasını
değiştirmiştir.
Alaaddin Keykubat döneminde kurulan Ahi birliğinin ahlak kaideleri:
Ahinin eli, kapısı ve sofrası açık olur.
Gözü, dili, beli bağlı olur; haramdan sakınır.
Ahi sır saklamasını bilir.
Ahi yeteneğine en uygun olan bir iş veya sanatla uğraşır.
Başkasının ayıbını görmez, onu yüzüne vurmaz, alçak gönüllü olur.
Yoksul ve düşkünlere yardım eder.
Ahi Birliğinin hedefi:
Meslek sahibi iyi insan yetiştirmek.
Toplumda dengeli ilişkiler kurarak sosyal adaleti sağlamak.
Şehrin düzenini sağlamak.
Ahiliğin aşamaları:
Birinci aşama “Şeriat Kapısı”; müride mesleki bilgiler, Kuran bilgisi, okuma ve yazma,
matematik, Fütuvvetname öğretilir.
Ikinci aşama “Tarikat Kapısı”; mesleki bilgiler en üst düzeye ulaştırılırken tasavvuf bilgisi, müzik,
Arapça, Farsça eğitim verilir. Askeri eğitim de bu aşamada verilir.
Üçüncü aşama “Marifet Kapısı”; müritten Allah’a inanması, benliğini öldürmesi, ululara hizmet
etmesi, cehalet karşısında susması istenir.
Ahmet’in zihnine hücum eden bilgiler Kırşehir Ahi Evran Camisinde durdu. Kalbi yine
damarlarına ılık ve huzurlu kan salmaya başladı. Dükkanı Cemil’e emanet edip yola koyuldu. İki
gün sonra Kırşehir Ahi Evran Camisinin şadırvanında “Ya Rab ben dışımı su ile yıkıyorum sen
de içimi nurunla yıka,” diyerek abdestini tazeledi, giriş kapısına yöneldi. Bismillah diyerek
kapıdan içeri girdi.
14
Esra Sırma
MEDENİYET
Çok çeşitli kültür ve
medeniyetlerin hakim olduğu
küresel bir dünyada yaşıyoruz.
Bizler fiziki bakış açımızla
baktığımızda üzerinde
yaşadığımız dünyanın
büyüklüğünü kavrayamaz, akıl
yolu ile baktığımızda ise idrak
etmekte zorlanırız. Oysa
kainatın tek sahibi olan
Rabbimizin nazarında dünya;
bir avuç kum içerisindeki
kumlardan bir kum taneciği
kadardır.
Rabbimizin nazarında o kum
taneciği kadar olan dünyanın
üzerinde yaşayan biz insanlar
ve diğer canlı varlıkların nasıl
küçük varlıklar olduğunu
tahayyül etmek de zordur.
Sonsuz kudreti ile belli bir
düzen ve ahenk içerisinde
yaratmış olduğu kainatta,
yaşayacak olan insanları
yaratırken onlara isimleri,
sıfatları, beşeri ve ilahi
kanunları, nasıl ve neye göre
yaşamaları gerektiğini bildiren
rabbimiz; kullarının eğitimli,
kültürlü medeniyet sahibi kullar
olmasını da murat etmiştir.
Dolayısıyla medeniyet ilk Hz.
Adem ile başlamış ve onun
ailesi ile de sürdürülmüştür.
Rabbimiz, Hz. Adem ile
başlayan medeniyetin sonraki
nesillere aktarılması için nice
Peygamberler, Nebiler ve
kitaplar göndermiştir.
Yeryüzünde medeniyet;
ilahi vahiy ile gelen eğitimle bir
kimlik kazanmış ve varlığını o
ilahi ölçüde sürdürebilmiştir.
Hz. Adem yeryüzüne yerleşen
ilk insan olarak cennetten
çıkarıldıktan sonra Hz. Havva
ile Arafat’ta buluşur ve beraber
batıya doğru yürürler. Tekrar
buluştukları için rablerine
şükretmek ibadet etmek
isterler. Cennette iken tavaf
edip ibadet ettikleri nurdan bir
sütunun yeryüzünde de tekrar
kendilerine verilmesini dilerler
ve o nurdan sütun Allah’ın izni
ile orada tecelli eder ve
yeryüzünün ilk binası olan
Kabe var olur böylece.
Hz. Adem ile ailesi ve diğer
Peygamberler ile sonraki
insanların birbirlerini
etkilemeleri vesilesiyle
medeniyet gelişmiş ve nesilden
nesle aktarılmıştır. Hz.
Adem’den bu güne kadar bitip
tükenmemiş; aksine ilahi
değerlere bağlı kalarak
insanların ve yaşamın
bulunduğu şehir ve çevre
şartlarını iyi halde
olgunlaştırılmasında başarılı
olmuştur. İlahi vahye dayanan
medeniyet ve kültürel eğitime
itirazları olanlar, insanların
refah ve huzur içerisinde
yaşadıkları toplumsal çevre ve
şehirleri zamanla yaşanmaz
hale getirmişlerdir.
İnsanlığın ilk şehri Mekke-i
Mükerreme’dir ve o şehirde
Allah’ın emri ile melekler
tarafından inşa edilen ilk bina
Kabe-i Muzzama’dır.
Müslümanların ilk
dönüştürmüş olduğu şehir
Medine-i Münevvere’dir. Var
olan bir şehre sonradan
yerleşen Müslümanların
medeniyet anlayışlarına göre
dönüştürdükleri şehre,
dönüştürülmüş şehir
denmektedir. İslam devletinin
ilk kurulmuş olan şehri ise
Kufe’dir.
Mekke-i Mükerreme’de,
İslam medeniyeti ve kültürü ile
yaşamlarını sürdürmeye
çalışan, başta medeniyetin
timsali olan Sevgili
Peygamberimiz ve ashabının,
üzülerek hicret etmelerine
sebep olan Mekkeli müşrikler
yozlaşmış kültürlerinin İslam
medeniyetine
dönüştürülmesine müsaade
etmemişlerdir. Mekke’de
yaşayan ilk Müslümanlar baskı
ve zulümlere dayanamayıp
hicret etmek zorunda kalmış ve
İslam medeniyetini hakim kılıp
yaşayabilecekleri bir şehre yani
eski ismi Yesrip olan Medine-i
Münevvere’ye hicret ederek
yerleşmişlerdir. Bu olaydan
sonra Medine, tarihin ilk
dönüştürülmüş medeniyet
şehri unvanını almıştır.
15
Kufe Mescidi
Peygamberimiz Yesrib’e hicret ettikten sonra ilk olarak mescit inşa ediliyor. Şehrin ilk
mescidi, ilk yönetim binası ve aynı zamanda bir okul. Sonra kendisi için mescidin
yakınında inşa edilen bir odada ikamet ediyor, vefatına kadar da orada yaşıyor. Mescide
yakın olan bir alanda da mezarlık için yer ayrılıyor. Yine mescidin yakınlarında çarşı
pazar yerleri, ticaret alanları olarak belirleniyor. Medine’de yaşayan Yahudi Evs ve
Hazreç kabileleriyle huzuru ve barışı sağlamak için ilk anayasa hazırlandı ve
antlaşmalar yapıldı.
Ancak Hz. Ömer’in hilafet zamanına gelindiğinde yeni yerler fethedildikçe İslami
anlayışa uygun şehirler de çoğalıyordu. Artık mescitten yönetim yapılamadığı için
mescidin yanına bir de yönetim binası inşa edilmeye başlandı. İlk İslam şehri Kufe’nin
inşa edilmesi, Hz. Ömer’in emri ile Peygamberimizin vefatından yedi yıl sonra
gerçekleşmiştir. Toprağının verimli olması, civarda su bulunması, sağlık bakımından
havasının da güzel olması itibari ile orada İslam devletinin ilk şehri inşa edilmiştir.
Evler mescide yakın olarak inşa edilirken kapılarının mescide dönük olmasına ve
duvarlarının mescidin duvarlarından yüksek olmamasına özen göstermişlerdir. Alışveriş
yerleri malın cinsine göre mescidin yakınlarına yerleştirilmiştir; bunun nedeni ise
ihtiyaç hasıl olduğunda insanların kolayca alışveriş yapıp ihtiyaçlarını
giderebilmeleridir. Kokusu ve sesi ile halkı rahatsız edecek iş yerleri için şehrin
uzağında alanlar belirlenmiştir. Mescidin yakınlarında her kabilenin kendi mezarlıkları
yapılmıştır. Şehir kurulurken savaş hazırlıkları için de bir alan ayrılmıştır.
Görüldüğü gibi bir şehri kurarken hangi medeniyete göre kurulması gerektiğini,
üslubunun ve ruhunun da olması gerektiğini unutmamalıyız. İlahi tecellinin insanlara
giydirdiği hilat, yani eşrefi mahlukat olması ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi olması.
İşte insanoğlu da bu hilatini, dönüştürdüğü ve muhafaza ettiği şehre giydirmeli.
Şeyh Galib’in dediği gibi;
“Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen,
Merdüm-i dide ekvan olan ademsin sen.”
“Kendine dikkatlice bir bak; sen alemin özüsün.
“Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.”
Meryem Gezmişoğlu
16
Medine
BAB-I ALİ’DE ARARKEN URLA’DA BULMAK
Dumanı üstünde tüten bir kahveye ne
dersininiz? Hani şu kırk yıl hatırı olan ve
tadını gönül okşayan derin bir sohbetten
alan. Çoğu zaman bu sohbetler için
uzaklara gitmeye gerek yoktur. Eşref-i
mahlukâtın yanı başında belki de ta
içinde bir yerlerde sadık bir dost
hasbihale hazır bekliyordur. Böylesi
sohbetlerin güzelliği; gamzelerde derinlik
oluşturup, gözleri ışık gibi parlatıp ve
gönüllerde mis kokulu çiçekler açtırır.
Urla’nın Bab-ı Ali'si Sanat Sokağı'na
gittiniz mi hiç? Her adımda her
köşesinde başka bir sohbetin kapılarını
aralar. Girişte hemen bir enginar resmi
karşılar sizi. Mevsimi çoktan geçse de
resmin güzelliği zeytinyağlı enginarın
kokusunu burnunuza kadar getirir. Az
ileride karşı yolda erguvan ile kapı
eşiğinin aşkına şahit olursunuz. Nasıl
tutkulu bir aşktır; sarmaş dolaş nasıl içli
dışlı görmeniz lazım. Sohbetin içine kalp
çarpıntısı ekler bir tutam. Sokak boyunca
ilerledikçe beyaz badanalı, kapıları ve
pencereleri mavinin en can alıcı rengine
boyanmış irili ufaklı dükkânlar görülür.
Buralarda satılan kültürümüzün aynası ve
el emeği göz nuru ürünleri incelemeye ne
dersiniz? Diğer dükkânların bazıları
lokanta veya kafeterya gibi yeme içme
hizmeti verirken, bazıları tatilcilerin
ihtiyaçlarına yöneliktir. Öyle avazı çıktığı
kadar bağırmaz satıcıları. Kimisi ince,
narin ve davetkâr sesiyle “buyurun”
derken kimisi de bu işi hafif müzik
tınısına bırakır. O tını ile kalbiniz arasında
oluşan gözle görülmez incelikte bir bağ
sizi içeriye doğru çeker. Gördüğünüz her
şey kalp aynanızın yansıttığı bir güzellik
olacağından sizi büyüleyebilir.
17
Böylesi dükkânlarda ne kadar
oyalandığınıza şaşırırsınız ve ayaküstü
bir sohbetin tadı damağınızda kalarak
başka bir şölene kapılıp gidersiniz. İşte
o şölen; yaz mevsimi tıklım tıklım olan
sokakta ilerlerken çok eski yapılara
rastladığınızda gözlerinize hitap etmeye
başlar. Tarihi evleri sever misiniz? Eğer
öyleyse bu binaların cumbaları, işlemeli
kapıları ve ahşap oyma balkon
pervazlarını görünce “Kim, hangi usta
ellerle yapmış?” der hayret edersiniz.
Ardından yapıların diğer detaylarına
takılır gözleriniz ve derin düşüncelere
dalarsınız. İşte tam bu noktada
sokaktaki sanat şölenin ruhunuzu esir
aldığını fark edersiniz.
Sokağın son dükkânı olan Turkuaz
Sahaf’a doğru yaklaşırken içinizden bir
sesin “Ne olur bitmesin!” dediğini
duyarsınız. Ama malum zamanın
muayyen anı gelmiştir. Sokak biter ama
söyleyecekleri bitmez. Şimdi dumanı
üstünde tüten kahvenin tam zamanıdır.
Siz içeri girip rafların arasında
gezinirken kahveniz de servise
hazırlanır. Muhteşem ortamın büyüsü
hemen içine alır sizi ve gözlerinizi
kapatıp uçsuz bucaksız maviliklerde
yüzersiniz. Eşsiz eserlere dokunurken
sanki sevgiliye dokunur gibi hassas ve
narindir elleriniz. Ve o pamuk ellere
takılır: Faruk Nafiz Çamlıbel’in 1979
yılında basılan Han Duvarları eseri.
Nihayet sohbete eşlik edecek yeni bir
dost bulunmuştur. Masaya oturunca
kavuşur iki yaren. Mavi çini işlemeli
fincanda mis kokulu kahve ve bir kitap.
Bir de hasbihalin sessiz tanıkları vardır.
Bab-ı Ali’de ararken Urla’da bulduğunuz
bu eşsiz sohbet, acaba onların
gönlünde ne leziz tatlar bırakır?
18
Nahide Altunöz
ŞEHRİN BİZE SUNDUKLARI
Kimi bir dağın eteğin de kimi bir derenin kenarında ama hepsi de bir sebebe binaen
kurulmuş yurt olmuş. Gelenlerle, konanlarla gittikçe kalabalıklaşmış. Bazen
çoğalmış, bazen azalmış. Hep ocağı tüten yadigâr bir ev kalmış. Her zaman özlemle
ananlarla yaşamaya devam etmiş. “Annemden mektup aldım, memlekette gibiyim.”
diyen Cahit Sıtkı Tarancı’nın da vurguladığı gibi içimizde bir şehir yaşamaya devam
ediyor. Büyük küçük her şey onu bize hatırlatıyor.
Şehir hayatın merkezi. Bütün yaşanacaklar onda tahakkuk ediyor. Gideceğiniz okul,
yapacağınız düğün, konuştuğunuz şive hep ona göre şekilleniyor. Hangi ülkelerle
kaynaşacağınıza o karar veriyor. Yakınlaştığınız şehirler hep onun sınırları
içerisinde. Yazarın da dediği gibi coğrafya kaderimiz oluyor.
Nereye gidersek gidelim doğduğumuz yerin kültürü bizimle geliyor. Ruhumuzun
aldığı kıvamı oraya da borçluyuz. Coşkuyu, tutkuyu, sakinliği, boş vermişliği ve
daha sayamadığımız birçok meziyeti bariz bir şekilde yansıtıyoruz. Bizim oralarda
hangisi daha müşahhassa biz de onunla anılıyoruz. Bazen istesek de istemesek de.
Sokaklarını karış karış bildiğimiz şehirlerin çocuklarıyız. Başka diyarlarda kimi
köşeleri memleketimize benzetiyoruz. Çok sevdiğimiz kestane kokusunu kışın
cadde başlarında anımsıyoruz. Kendimizi yabancı hissetmiyoruz. Çünkü küçük
benzerliklerle bizi kendine çekiyor. Her sokağın bir fırını, bir mahalle delisi, bir hacı
dedesi muhakkak var.
Duasını almak istediğimiz büyük zat şehrin en güzel yerinde bizi karşılıyor. Bu her
şehirde böyle. Sakin, huzurlu tabiatın içinde veya en işlek en çok tercih edilen
yerde bizimle olduklarını hissettiriyorlar. Aslında şehir onların etrafında dönüyor.
Bu büyük zatlarla anılıyorlar. Muhakkak yazdıkları bir eser var. Hemen hemen bütün
evlerde yan yana bir Kuran-ı Kerim, bir ilmihal, bir safahat bir de şehrin
kıymetlisinin kitabı. Dillerde dolaşan menkıbeleri var. Her evde konuşuluyorlar.
Şehrin medeniyetini onlardan öğreniyoruz. Nesiller onları anlatıyor yeni gelenlere.
Övgüyle, sevgiyle belki biraz da mahcuplukla, layık olamamanın vermiş olduğu
hisle.
İnsan bu cümbüşün ortak ürünü. Bir medeniyeti bir başkasıyla kaynaştırıyor. Daha
iyisinin var olmasına sebep oluyor. Arıların çiçek polenlerini serpiştirmesi gibi
birey de gittiği yerlere farklı çiçekler bırakıyor. Görenler hayret etmekten kendini
alamıyor. Farklı coğrafyalarda güzellikler ortaya çıkıyor. Medeniyet bizi biz yapıyor.
Özümüzü her yerde tutunulacak bir dala dönüştürüyor.
FEYZANUR ÇETİN
19
MEDENÎ ÇOCUK
Bir kadın yolda yürürken önüne çıkan çöpleri -sanki az dağınıklarmış gibiayağıyla
iteledi, istekli ve yaptığından memnun görünüyordu. Yanındaki adam ise
henüz bitirdiği sigarasının izmaritini yere atıp bir de ayağıyla güzelce çiğnedi;
ayağını kıvırmasına bakılırsa zevk aldığı belli oluyordu.
Tüm bunların üzerinden çok zaman geçmemişti ki yanlarındaki çocuk da henüz
bitirdiği suyun şişesini havaya fırlatıp attığı taklaları heyecanla izledi. Tam yere
düşecekken bir de ayağıyla vurdu şişeye. Şişe karşı kaldırıma giderken çocuk
yaptığından eğlenmiş bir halde annesi ve babasına bakıyordu. Onlar ise çocuğun
tam da düşündüğü gibi hayatlarından gayet memnun yollarına devam ediyorlardı.
Tabi gittikleri yol gerçekten doğru ise...
Bugün tartıştığımız medenî olmak, yaşadığın şehri sevmek ve korumak
kendiliğinden gelişip öylece kalbimize yerleşecek bir şey değil. Bu da her eğitim
gibi ailede başlayıp orada büyüyecek bir olgu. Çünkü medeniyet; bir toplumun
hem maddi hem manevi varlıklarının düşünce, sanat, bilim ve teknoloji
ürünlerinin tamamını içine alan bir kavram. Buradan yola çıkarak medeniyetin bir
hayat tarzı ve bir yaşama biçimi olmasının yanı sıra doğaya ve çevreye saygı
duyarak insanca yaşamak olduğunu söyleyebiliriz.
Medenî halimizi sadece “evli olmak” anlamında kullanmayı bırakmadan medeni
olamayız. Medenî olmak; medeniyetin sağladığı imkanlardan yararlanan, uygar,
saygılı, kibar bir kimse olmak demek. Bunu önce kendi hayatımıza sonra
çocuklarımızın hayatına sokabilmemiz adına yapacağımız ilk şeylerden biri çevre
bilincini oluşturmak olacaktır. Çünkü bir insan kendine ve yaşadığı çevreye saygı
duymazsa kimseye duymaz.
Her eğitim gibi bu da ailede başlar. Çocuklar anne babalarının davranışlarını
gözlemler ve sonra taklit ederek kendi yaşamlarına sokarlar. Anlatıp uyarmak
yerine çevreye verdiğimiz değeri uygulamayla göstermemiz bu bilincin
aşılanmasında etkili olacaktır. En önemlisi de çocuğa sorumluluk vermektir. Evde
bakımını yapacağı bir bitkisinin olmasını, yaşadığı şehirde mini geziler yaparak
etraftaki hayvanlara, bitkilere hâkim olmasını ve onların bakımı için çaba
göstermesini sağlarsanız çevre ve doğa bilincinin gelişmesine önemli katkılarda
bulunmuş olursunuz. Böylece yaşadığınız şehir; doğaya ve etrafına saygılı,
yaşadığı çevreyi seven ve daha iyi olması için çaba gösteren medenî bir birey
kazanmış olur.
Betül Kaya
20
SANAT VE SANATIN KALBİ İSTANBUL
Sanat ve Medeniyete Dair
Sanat insanın ruhunu besleyen en önemli kaynaklardan biridir. Güzeli ve güzelliği
seven yaratıcının insanın içine bıraktığı bir estetik arayışıdır. İnsanın kendini ifade
edişinin en zarif halidir. Hayatı anlamlı kılmanın yollarından birisidir. İnsanın
düşünce ufkunun hudutsuzluğuna tutulmuş bir aynadır. Tüm bunların farkında olan
milletler yüzyıllar boyunca kurdukları şehir ve medeniyetleri sanat dallarıyla güçlü
kılmış; resimden mimariye, şiirden musikiye uzanan sanatın geniş yelpazesiyle
varlıklarını zenginleştirerek tarihe iz bırakmışlardır.
Türk medeniyeti olarak yüzyıllar boyunca geniş bir coğrafyaya güzel
dokunuşlarla renk katmışızdır. Özellikle Osmanlı döneminde sanata ve sanatçıya
verilen önemin artmasıyla bu dokunuşların etkisi çoğalmıştır. Şüphesiz dinlerin
medeniyetlerin inşasında önemli bir yeri vardır. İslamiyet'in kabulüyle beraber
sanatımızın hangi minvalde ilerleyeceği de belli olmuştur. İnşa edilen saraylar,
camiiler, külliyeler, tekkelerin kendisi birer sanat eseri olmasının yanında her biri
başka sanat dallarının da yuvası olmuşlardır.
Çeşitli el sanatları, hüsn-ü hat, tezhip, minyatür, musiki gibi sanatların
doğmasının yanında edebiyatta da İslamiyet'in kabulüyle beraber köklü
değişiklikler görülmüştür. Arap ve Fars edebiyatının etkisi kendini göstermiş, bu
etkiyle yazılan eserlerle divan edebiyatı denilen yeni bir edebiyat ortaya çıkmıştır.
Divan edebiyatı denince hepimizin aklına şiir gelir. O anlamını idrak etmek için
çabaladığımız, derin anlamlı, söz sanatlarıyla süslü şiirler... Bu şiirler daha çok
saray etrafında yani İstanbul'da gelişimini sürdürmüştür. Dönemin şairleri aşkı,
sevdayı anlatırken içinde yaşadıkları şehrin güzelliklerinden etkilenmiş ve hislerini
sık sık dile getirmişlerdir. Bir medeniyetin oluşmasında sanat nasıl önemliyse bir
sanat dalı olan şiir için de bu medeniyeti anlatmak o denli önemli kabul edilmiştir.
İkisi karşılıklı birbirini beslemiştir.
21
Divan Şiiri ve İstanbul
Osmanlı Devletinin başkenti olan İstanbul'un İslam medeniyeti ile aldığı yeni biçim
şairlerin şiirlerinde çokça yer almıştır. Hatta sadece İstanbul'u anlatan birçok şehrengiz
kaleme alınmıştır. Bunlar o günkü İstanbul'a ışık tutmaktadır. Bu şehrengizlerden birini
İskender Pala şöyle özetlemiştir: “İstanbul yedi tepeli bir su deryası olmanın yanı sıra bir
insan, bir ağaç deryası olarak anlatılır. Tepelerindeki minareler göklere birer asa gibi
yükselir. Boğaz'da yelkenliler uçar, sokaklarında asiller dolaşır.”
Yine uzun yıllar vebadan sebep ayrıldığı İstanbul'a hasret kalan Nabi'nin şiirlerine
baktığımızda o zamanki İstanbul hakkında çeşitli bilgiler öğreniriz. Şehrin ilim ve irfan
durumunu, aydınlarının halini, sanat faaliyetlerini, eğlence hayatını, kayık safalarını,
mimari yapılarını, taşra ile karşılaştırılmasını bu şiirlerde bulmak mümkündür.
“Mâ-hasal cümle sınâ'at ü hiref
Hep Sıtanbul'da bulur izz u şeref” Nabi
( Bütün sanat dalları İstanbul'da oluşup
ün ve şeref kazanmıştır.)
İstanbul denilince akla gelen bir diğer divan şairi şiirlerinde Lale Devri İstanbul'unu
anlatan Nedim'dir. Bu şehri nasıl sevdiğini yazdığı mısralarından anlaşılmaktadır.
Şiirlerinde canlı İstanbul tasvirleri vardır. O günkü İstanbul'un insanını, eğlencelerini,
mimarisini, tabiatını anlatmıştır.
“Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü bahâdır
Bir sengine yekpare acem mülkü fedadır...
(Bu İstanbul şehri eşsiz değerdedir, paha biçilmez,
Bir taşına bütün Acem mülkü feda olsun.)
İstanbul kocaman bir medeniyeti yansıtması, tarihi ve doğal güzellikleriyle hala şiirlere
konu olan, değişen çehresine rağmen ruhu sevilen bir şehirdir. Onun ruhunda fethin
çoşkusu, İslam'ın huzuru, uğrunda savaşan şehitlerin hüznü vardır. Bir medeniyeti
medeniyet yapan da taşıdığı kendine özgü ruhu değil de nedir? Bu ruha bugün katkıda
bulunmak bizim elimizdedir. Önce onu iyi tanımak, sonra güzellikler üreterek üzerine bir
şeyler koymak mühimdir. Bir sanat dalıyla hemhal olmak sadece bizim ruhumuzun değil
içinde yaşadığımız medeniyetin canlı kalması için de elzemdir.
22
ZEYNEP ODABAŞ
ÇOCUK VE MEDENİYET
Çocukların gelişimine
bakıldığında her bir aşaması
dünyanın her yerinde aynıdır. Çocuk
doğar, emekler, yürür, koşar…
Medeniyetin gelişimi de bir çocuğun
büyümesi gibidir. Emek ve zaman
gerektirir. Çocuk etrafındakilerle
etkileşime geçtikçe gelişimi bir o
kadar hızlı ve kalıcı olur. Medeniyet
de öyledir. Peki “ Bu kadar evrensel
olan Medeniyet nedir? “ gelin hep
birlikte buna bakalım.
Medeniyet; binlerce yıl devam
eden gelişmeler sonunda, insan
aklının, bilimin ve teknolojinin katkısı
ile ortaya çıkan ve tüm insanlığın
eseri ve sahibi olduğu evrensel bir
değerdir. Medeniyet; aslında bir
birikim, maddi ve manevi bir miras
olarak toplumun yansımasıdır.
Özünü insanın varoluşu ve ilhamının
birliğinden alan medeniyet ne kadar
farklı kültürlerden doğarsa doğsun
tüm kabulleri ile insanlığı içten gelen
bir ortaklıkta buluşturur. Tıpkı çocuk
gibi…
Çocuklar ilk doğdukları andan
altıncı aya kadar çıkardıkları sesler
evrenseldir. Tüm dünyada ki
çocukların sesleri ortak olmasına
rağmen altıncı aydan sonra ait
oldukları topluluğun dilini
öğrenmeye ve sesleri tanımaya
başlarlar. Medeniyet, aslında
çocuklardaki sestir. Buradaki
mesele çocuk nerede doğarsa
doğsun medeniyet ile ne kadar
temas ettiğidir. Çocuğun bu teması
ailede başlar. Aile içinde çocuğa
nasıl yaklaşıldığı önem arz eder.
Çocuğumuza doğru örnek olmalıyız.
Özellikle aile içinde herkesin
birbirine saygısı ve sevgisi olmalı, o
zaten çocuk deyip söz hakkı
vermezsek, dinlemezsek, odasında
oyun oynarken kapısını tıklatıp
odasına girmek için izin istemezsek
kendimizin de modern ve medeni
olduğundan bahsedemeyiz. İşte bir
çocuğa ne kadar saygılı, sevgili,
hoşgörülü, yardımsever, merhametli
yaklaşırsak bir o kadar da medeni
dediğimiz insanlar yetiştirmiş
olacağız ve medeniyetin gelişimine
katkıda bulunmuş olacağız. Buradan
da anlaşıldığı üzere rol model olmak
çok önemlidir. Ebeveyn olarak
öncelikle kendimize çekidüzen
vermeliyiz. Çocukların yanında
farklı, çevremizde farklı davranırsak
bu ikilemi illa ki çocuklar fark
edecektir. Bu nedenle önce aile
değişime açık olmalıdır. Çünkü her
geçen gün dünya da değişmekte,
kendisini yenilemektedir.
Toplum arasında hep söylenir
“Çocuk geleceğe en güzel
yatırımdır.” diye. Peki toplum olarak
bu yatırımı tabiri caizse saçımızı
süpürge ederek, yemeyip yedirerek,
içmeyip içirterek, hangi özel okula
göndersem de vicdanım rahat olsun
diye gece gündüz çalışarak mı
sağlayacağız? Şehirleşme adı
altında başka yatırımlar yaparak
çocuklarımızın alanlarını daraltarak
medeni olma yolunda ilerlerken
aslında ne kadar da haksız
olduğumuz ortada. Elbette
çocuklarımız bütün fedakarlıkları
hak ediyorlar ve hangi anne baba
olsa çocukları için her şeyi yapar
fakat biz kaş yapayım derken göz
çıkartıyoruz.
23
Medeniyeti şehirleşme adı
altında uzun uzun binalar dikmek
olarak algılıyoruz oysa ki her bir
metrekareye çocuk başına çok
güzel hayal evleri dikilse,
yaratıcılıklarını geliştirsek,
parklarına dokunmasak, -hatta
geçen gün televizyonda duymuştum
“SURVİVOR PARK “ istiyoruz diyen
çocukları- onlara bir kulak versek.
Ne kadar da haklılar! Televizyonda
izledikleri bir programa özenmiş gibi
dursalar da aslında hiç de öyle
bir durum söz konusu değil. Artık
parklarımız sıradanlaştı, hep aynı
oyuncaklar var, yeni binalar yapılıp
içine sadece salıncak ve tahterevalli
konuluyor. Biz büyüklere kalsa al
sana işte park ne kadar da göz alıcı
muhteşem bir şey! Medeniyet
toplumu, şehri ve içinde yaşayanları
yansıtmalıdır. Ortak alanlarda
buluştuğumuzda kendimizden izler
olmalı. En çok da doğal ortamlarda
bu izler olmalı parklarda, mesire
alanlarında ya da aklınıza
gelebilecek her yerde. Büyük
şehirler başta olmak üzere en lüks
yapılan yapıların köprülerin,
parkların, yolların daha sayılabilecek
her şeyin belli bir süre sonra her
yerine zarar verildiğini görürüz.
Duvarlara yazılar yazıldığını,
yapıların çizildiğini vs. işte bunlar
bizim ne kadar da medeni
olmadığımızı ve hoşgörüden uzak
olduğumuzu gösterir. Durum
böyleyken medeniyetin sesi
çocuklarımızdan nasıl bir
yansımayla bize gelir bunu da sizin
düşünmenizi istiyorum.
En basiti farklı bir örnek daha vereyim,
mahallede komşu çocukların hepsi oyun
oynarken kimi annelerin sanki orada hiç
başka çocuk yokmuşçasına sergilediği
tavırlardan biri çocuğuna yiyecek vermek.
Evde çocuklarımıza zaten fazlasıyla
yemeğini veriyoruz bir de dışarı çıkarken
ellerine abur cubur ne varsa dolduruyoruz,
alan var alamayan var demiyoruz. Eskiden
böyle miydi? Şahsen ben küçükken
babamın dışarıda bize hiçbir şekilde yemek
yememize izin vermediğini bilirim. Medeni
olmak bence budur. Karşısındakine saygıdır,
sevgidir, rol olmaktır işte bu yüzden baştan
beri söylediğim şey çocuklar bizi çok güzel
rol alırlar. Komşuya gittiğimizde dikkat
kesiliriz çocuğumuzun bazı anlarına.
Akranıyla oynarken “Aaa! Benim gibi
konuştu, davrandı.” deriz içimizden. Bu
nedenle eskileri toplumumuzda yaşatmak
istiyorsak değer yargılarımıza önem
vermeliyiz. Medeniyet yolunda ilerlerken
asimile olmamalıyız ki geleceğimize,
çocuklarımıza doğru değerler aktarabilelim.
Sürçü lisan ettiysem affola.
ÇOCUK GELİŞİMİ UZMANI
ŞEYDA ERGÜN
24
Tarçınlı Kurab ye / H kâye / Melek Tosun
“İnsan eşrefi mahlukat olmak üzere yaratılmıştır, ama eşrefi safilin olmaya müsaittir.
Yaşadığımız topraklarda ki geçmişimiz, geleceğimizin pusulasıdır.” dedi öğretmenim ve
devam etti, “Herkese bir şehir ismi vereceğim, o şehrin medeniyeti ile ilgili bir sunum
hazırlayacaksınız.”
Eve vardığımda saat ikindiyi geçiyordu. Kimseye seslenmeden lavabonun yolunu
tuttum ve namazdan sonra evdeki sessizliği ancak fark ettim. Sahi kapıyı açınca kimse
“hoş geldin” diye seslenmemişti. Bu vakitler annem çoktan ocak başına geçmiş akşam
yemeğini hazırlıyor olurdu.
Kontrol etmek için odamdan çıkacakken bir mesaj geldi. “Akşama beni bekleme, işim
uzun sürecek. Dolaptaki yemeği ısıt ve ye. Sabah görüşürüz inşallah.” “Neler oluyor?
Neyse!” diyerek telefonu bir köşeye bırakmış olsam da, aklım bir yandan ödevimde, diğer
yandan annemdeydi.
Dizüstü bilgisayarın başına geçip arama motoruna Karabağ, öğretmenimin bana verdiği
şehri, yazmam ile birlikte nüfus, yerleşim gibi bir sürü bilgiler karşıma çıktı. “Kuru kuru
bilgiler, işin yoksa bundan bir sunum hazırla. Ben daha oturduğum mahallenin
medeniyetini çözemedim.” sitemlerimle ekranı kapattım.
Yemekten sonra ağırlık çöktü, kanepe de uyuya kalmışım. Annemin “Oğlum hadi kalk,
okula geç kalacaksın!” sesine uyandım, sabah olmuş meğer. Acele edince, annemle dün
akşam ile ilgili konuşamadık.
Sınıfta herkesin dilinde ödev vardı, araştırmalara başlanmış, anlatıyorlardı. Mücahit
“Oğlum, Srebrenitsa’da 1995 de katliam olmuş. Eli silahlı adamcıklar bildiğin bir
medeniyeti yok etmeye kalkışmış!” dedikten sonra, “Abdullah sen neler buldun?” diye
sordu. Yanaklarımın al al olduğunu hissettim. “İlgimi çekmedi uyuyakalmışım”
diyemediğim için, “Ee, şey” diye kem küm ederken, ders zilinin çalması kurtarıcım oldu.
Günün geri kalan kısmını düşünceli geçirdim. Eve dönünce hemen anneme dün akşam
neden geç geldiğini soracaktım. İçeri adım atar atmaz “Abdullah, oğlum bak seni kimlerle
tanıştıracağım.” diye seslendi annem. Meraklı bakışlarla salona geçtim. Fiskos örtüsünün
üzerinde annemin kendi elleri ile hazırladığı tarçınlı kurabiyeleri gördüm, tarçın kokusunu
daha apartmanın girişinde almıştım.
Sehpanın etrafında kim oturuyor diye bakınca, elleri kucağında, sıkıca birbirine
kenetlenmiş, bacakları hafif titrek, başı aşağıda, benimle yaşıt görünen bir genç vardı. O
haline öylesine yoğunlaşmışım ki annemin “Hoş geldiniz demek yok mu?” uyarısını
zaman sonra duydum. “Ah özür dilerim, hoş geldiniz.” diyerek oturdum.
Annem anlattı. “Dün akşam biliyorsun eve geç geldim. Neler olup bittiğini anlatmaya
fırsatım olmadı. Qetibe Hanım ve oğlu Azer birkaç gün evvel memleketimize geldiler.”
“Nereden geldiler?” diye sordum.
25
“Karabağ’dan yavrum, Karabağ’dan. Qetibe hanımın beyi orada bir saldırıda şehit düştü.
Kimsesi olmayan Qetibe bu haberi alınca ne yapacağını bilememiş. Bir şekilde tutmuş
oğlunun elinden, düşmüş yollara. Zor bir yolculuk olduğundan emin olabilirsin. Ama çok
şükür sağ salim buraya kadar gelebildiler.”
“Qetibe hanım ve Azer artık bizim üst katta ki boş dairede kalacaklar. Azer de senin
sınıf arkadaşın oldu. Ona destek olursun değil mi Abdullah?” Tamam dercesine başımı
salladım. Göğsümün tam ortasında bir ağrı hissettim. İki sene olmuştu babam vefat edeli,
Azer’in boynu bükük duruşuna o an anlam verebildim işte.
Sonraki günlerde Azer’le çok samimi olduk. Hafta başında okula birlikte gittik. Azer’e
teklifimi kabul ettiği için “Biliyorum bu senin için çok zor, bu yüzden bir kez daha çok
teşekkür ederim” dedim.
Öğretmen sınıfa girer girmez söz hakkı aldım, “Öğretmenim biliyorsunuz benim sunumum
Karabağ üzerine olacaktı. Elimde herhangi bir sunum yok, bunun için özür dilerim. Ama
yanımda Azer var. Sözü onu bırakmak istiyorum müsaadenizle.”
Şaşkın bakışlarla Azer'in tahtaya gelmesini işaret eden öğretmenim kendi yerine oturdu.
Azer konuşmaya başladığında sınıfta sessizlik hâkimdi. “Menim adım Azer, Karabağ
doğumluyum. Bizim şehrimiz huzurun ve gardaşlığın şehriydi. Herkes birbirini tanır,
muhtaç olana el uzatır, omuz omuza hareket ederdik. Ta ki bir gün düşman
topraklarımıza saldırına dek.”
“Yuvalarımızı yıktılar, kundaktaki bebelerimizi katlettiler. Atam Muhammed, Karabağ'a
sahip çıkmak için şehit düştü.” Derken içli içli ağlamaya başladı ve bizler de daha fazla
engel olamadık gözyaşlarımıza. Derin bir nefes alarak son cümlesini söyleyip yerine
geçti. “Topraklarımıza elbet geri döneceğiz. Eskisi gibi sükunət ve xoşbəxtlik (mutluluk)
içinde Karabağ medeniyetini yaşatacağız.”
Azer sayesinde kendini bir yere ait hissetmenin, bir yere kök salabilmenin ne kadar
kıymetli olduğunu anladım. Onun köklerini koparmaya çalışanlar elbet bir gün sert bir
kayaya çarpacak. O güne dek Azer memleketinin medeniyetini yüreğinde yaşatmaya
devam edecek. O sevgi onun yüreğinden taşacak koskoca bir şehre, bir ülkeye
dağılacak, dağıldıkça dillere destan olacak.
26
HASRET
Hasret çektiğim, sabahlara kadar ağladığım, gözyaşımın uğruna dinmediği şehir Medine
ve Mekke… Ne de çok gitmek istedim. Her gidenin arkasından ağlaya ağlaya, yana yana
‘Davet et ya Rab’ dediğim o kutlu topraklar. O kadar çok istemiştim ki gitmeyi ama
yanmadan gidilmezmiş, onu anladım.
Mekke ve Medine aşkı ilk başlarda dinlediğim ilahilerle başlamıştı. Sonra zamanla
bambaşka duygular uyandı içimde. Televizyonda Kabe ve Ravza’yı her gördüğümde ağlar
olmuştum. Ama ne ağlamak, hıçkıra hıçkıra... Gitmek istiyordum sadece gitmek ve görmek.
Ama olmuyordu, gidemiyordum. Çünkü her şeyin bir vakti vardı ve o vakit bir türlü
gelmiyordu. Çok sonra anladım ki o vakit sen yanıp kül olmadan gelmiyormuş. Ben de
yandım, kül oldum...
Bir gün bana da davet geldi Rabb’imden. Dediler ki sen de gidiyorsun. Rüya mıydı,
gerçek mi çözemeden uçakta buldum kendimi. Gerçekten bindiğim o uçak, beni yıllarca
hasret çektiğim o kutlu şehre mi götürüyordu? İnanamıyordum. Zaten ayaklarım da yere
basmıyordu sanki uçuyordum. Uçaktan indiğimde Medine havaalanındaydım. Nefes alışım
değişmişti, havası bile farklıydı. Otele yerleşme işlemleri bittikten sonra Sevgiliyle (sav)
buluşma vakti gelmişti. Çok heyecanlıydım. Ravza’ya gittim. Hanımlar kapısından girdim.
İğne atsan yere düşmez, öyle kalabalıktı. Sadece ağlıyordum. Vakti gelip kapılar tek tek
açıldıkça Sevgiliye (sav) daha da yaklaşıyordum. Ve işte görünmüştü Cennet Bahçesi
dedikleri yeşil halılar. Ağlaya ağlaya namazımı kıldım. Duamı ettim. Efendimiz’le (sav)
konuştum. Medine’den ayrılana kadar bu böyle devam etti. Medine’den ayrılırken yüreğimin
bir kısmı üzgün bir kısmı heyecanlıydı. Çünkü şimdi vakit Kabe’ye gitme vaktiydi. Kara
sevdama gitme vakti... İhrama girdik. Altı saatlik uzun bir yolculuğun ardından Mekke’ye
geldik. İlk tavafı yapacaktık. Kabe’ye gözlerimiz kapalı girdik; o ilk bakıştaki duanın önemine
mahsuben. Kabe’ye ilk bakışım, ilk duam... Onu anlatmaya kelimeler yetmez. Anlatamam.
Ama gidenler beni çok iyi anlayacaklardır. İlk tavaf… Heyecandan bastığım yerleri
hissetmiyordum. Her şey çok güzeldi. Günler birbirini kovaladı. Sanki zaman orada daha bir
çabuk geçiyordu, bizi bir an önce ayırmak istercesine...
Her güzel şeyin bir sonu vardı ne yazık ki ve sona gelmiştik. Eve dönme vakti... Zamanın
tam da o vakitte durmasını istediğim anlar. Ayrılığın acısı yüreğime taş gibi oturmuştu.
Yürürken ayaklarım geri geri gidiyordu. Beni o en sevdiğim yerlerden ayıracak uçaktaydım.
Gözlerimden akmakta olan yaşlarla elveda kutlu şehir... Yine geleceğim....
TUĞÇE GÜLÇIĞ
27
İkinci kitabınız “Liya’nın Kardeşi Pırt Pırt”
tı değil mi?
İkinci kitabım “Liya'nın Kardeşi Pırt Pırt”ı kızım
Liya'nın kardeşi Kerem'e hamileyken, onun bu
konudaki bazı kaygılarını farkettiğimde yazdım.
Elini ağzına götürüyor, tırnağını yemeye
çalışıyordu. Belli ki bu yeni durum hakkında
üstesinden gelemediği bazı korkuları vardı.
Kitapta geçen,
"Bebek annesinin yanında yattığından,
Liya kendini kötü hissetti.
Yoksa annesi onu artık
Eskisi kadar sevemeyecek miydi?" Cümleleri
ve benzerleri onun bu kaygılarına ses olmak
için pedagojide ki aynalama yöntemi
kullanılarak yazıldı. Henüz baskıya gitmeden
okuduğum gece ilk defa bana kaygılarını
anlattı. Kızım başta olmak üzere yeni bir
kardeşin varlığı konusunda zorlanmalar
yaşayan bütün taze abla ve abiler için yazıldı
diyebiliriz.
Bu güzel röportaj için teşekkür ederim
Funda Hanım.
Ben teşekkür ederim, benim için de çok
keyifli bir sohbetti
"Elinden gelen bütün
adımları doğru bir şekilde
attıysan yapman gereken
artık işi ehline bırakmak.
Sonuç olarak kişiyi onu
yaratandan ziyade kim daha
fazla tanıyabilir ve bir sözü
ile oldurmazları
oldurtabilir?"
29