31.12.2020 Views

SAGU

Dergisi Ocak-Şubat Sayısı

Dergisi Ocak-Şubat Sayısı

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.


Genel Yayın Yönetmeni

Efe Öztok

Yazı İşleri Müdürü

Deniz Nas

Editör

Ada Özgür

Grafik Tasarım ve İllüstrasyon

Melissa Nur Robinson

Elif Öz

Serra Aktaş

Tülin Dilan Söğütlü

Ahmed Melih Pişkindemir

İletişim ve Sosyal Medya

sagudergi@gmail.com

@sagudergi / twitter

@sagudergi / instagram

Kapak Tasarım

Melissa Nur Robinson

SAYI: 1


Sagu dergisi olarak bu sayımız çiçeği burnunda olmakla birlikte, ilk sayımızı çıkarmaktan

mutluluk duyuyor ve sizlerle paylaşacak olmanın heyecanını yaşıyoruz. Bu sayımızın dosya

konusu: "Darağacında Sanat". Yazarlarımızdan Deniz Nas, Safure Hümanur Kaya ve Tuğba

Arslan bu konuyu yazılarında irdelediler. Genç ve farklı bakış açıları yeni görme biçimlerini

denememize olanak sağlıyor. Gençlerimizin arzularının ateşinin harlanacağı ve bu arzularını

okuyucularımıza aktarabilecekleri bir gelecek temenni ederiz

“Darağacında Sanat” konusunu incelerken, bazı zamanlar dillere düşmüş olan “sanat öldü”

veya “sanat eskisi gibi değil” söylemleriyle yola çıkmaktansa, sanata karşı olan algımızın ve

görüşümüzün dayanılmaz değişimini, bununla birlikte gelen sanatsal yozlaşmayı ve

endüstrileşmeyi ele aldık.

Tarihin her döneminde sanatçılar düşünsel arayışlarında görülmeyeni ve bilinmeyeni

arzulamış, bu arzularının neticesinde sanat ve toplum pek çok fikir akımıyla karşı karşıya

kalmıştır. Sanat tarihine bakıldığında sanatçıların ve aydınların bu arzusunun ateşi, zihinsel

alışkanlığımızı ve paslanmışlığımızı küle çevirmiştir. İnsanların algıları her zaman buna açık

kaldı. Fakat ortaya çıkan düşünceler kimileri tarafından benimsenmemiş, engellenmiştir. Çünkü

bu fikirleri ortaya atan sanatçıların aksine, Alexis de Tocqueville’in yıllar önce belirttiği gibi

değersiz zevklerle ruhlarını dolduran, doyumsuz insan kitleleri toplumun büyük bir

çoğunluğunu oluşturmaktadır. Kendi kurdukları küçük dünyalarında kendi istekleri

doğrultusunda malzeme verdikleri için ticari kaygı hat safhadadır. Doğru, haklı, yanlış olsun

veya olmasın ortaya çıkan her şey, pazar yapısının genel ve özel çıkarlarına bağlıdır. İşte XXI.

Yüzyılı en yüksek seviyedeki hipokrasi çağı yapan da budur. Özel çıkarlar dâhilinde talebi

karşılandığı ve halka istediğinin verildiği imajı işlenir. Bu da uzun yıllardır süregelen hisler ve

duygusal alışkanlıkları beraberinde getirir. Artık değişimden korkan insanlar –daha doğrusu

değişmeyenlerden alacakları tepkilerden korkanlar- susar olur ve her şeye göz yumarlar.

Günümüze bakıldığında algılarımız yeterince uyuşmuş vaziyettedir. Ölen veya değişen sanat

değil, biz, insancıklarız. Yine biz sanatın ta kendisiyiz. Tanrı’nın insanlıkla yaptığı barışı

simgeleyen, Nuh’un ikinci güvercininin getirdiği zeytin dalını biz sanata –yani kendimizeuzatırsak,

zihnimizle ve duygularımızla barışıp uykumuzdan uyanabiliriz. Barışmalıyız çünkü

bütün bu yargılayıp asma çağında sanatımızın da darağacına gitmesine göz yumamayız.

Sanatımızı ve kendimizi, kültürümüzü olduğu gibi anlamayı ve kabul etmeyi seçmezsek,

aslında geleceğimizi yargılayıp –hatta yargısız- astığımızın farkına varamayacağız. Bununla

birlikte, bu barışı sağlayan güvercinler aslında oldukça vahşi hayvanlardır. Öyleyse nasıl olur

da barışı simgelerler? Çünkü Picasso’nun da dediği gibi: “Sanat, gerçekleri tanımamıza

yardımcı olan bir yalandır.”

Dergimizin ilk sayısında bütün bu konuları ve yazınımızı işlerken elimizdeki kısıtlı

imkânlarla, olabildiğince profesyonel bir iş çıkarmamızı sağlayan herkese teşekkürümüzü bu

sayıyla ediyoruz. Ayrıca Sayın Şener Bulcun’a desteklerinden ötürü teşekkürü bir borç biliriz.

Yeni yılda sizlerle genç sanatımızı ve fikirlerimizi buluşturmaktan onur duyuyoruz.

Sagu Dergisi Topluluğu

1


Deniz Nas | Eleştiri

Endüstriyel Sanat

Bana göre sanat, sanatçının kendi duygularını ve fikirlerini, hiç kimseye özenmeden

ya da insanların baskısı altında kalmadan karşısındaki kişiye beyan edebilmesidir. Sanatın

benim için önemleri noktaları vardır. Bu önemli hususlardan ilki sanat, kesinlikle evrensel

bir değer taşımalıdır. Sanatçı, sanatını icra ederken hiçbir zaman bir başkasının baskısı

altında kalmayıp duygularını ve fikirlerini sonuna kadar savunmalıdır, yolundan asla

sapmamalıdır. Zaten sanatçı baskılar ya da sosyal çevre yüzünden eserlerine kendi

duygularını ve düşüncelerini katamazsa bence o kendi eseri olmaz, olamaz da!

XIV. yüzyılda Orta Çağ Avrupası’nda Rönesans aydınları kilise baskısı altında

kalıp skolastik ve dogmatik düşüncenin esiri olsalardı ne olur hiç düşündünüz mü? Eğer

böyle bir şey olsaydı şu an dünyada sanatın merkezi olarak kabul edilen Avrupa bu kadar

zengin bir coğrafya ve bu kadar aydın bir toplum yapısına sahip olamazdı. Bu dediklerimi

niteleyici olarak romantikler ve gerçekçileri örnek verebilirim. Çünkü kralların,

padişahların ve çarların sıkı monarşisine rağmen cesur davranıp yazdıkları eserleri

bugünümüze ulaştırabildiler. Eğer birilerinin baskısına boyun eğselerdi dünya çok daha

geç gelişebilirdi.

Şu an, şu devirde sanat ve sanatçılar ne durumda? Şu an sanatçı ve sanat hak ettiği

değeri görüyor mu? Şu devrin sanatçıları yenilikçi mi yoksa devamlı kendilerini tekrar mı

ediyorlar? Bu tip soruların benim aklımı irdelediği gibi sizin aklınızı da irdelediğini

biliyorum. Benim düşüncelerimi soracak olursanız bu devrin kendini sürekli tekrar eden,

baskı altında kalmış ve ticari bir boyut kazanmış olan sanat anlayışını doğru bulmuyorum.

Belki geçim sıkıntıları, belki de toplumun baskısı sanatçıları bu yola sürüklüyor fakat bu

anlayış sanat mı oluyor? Bu devirde kitaplara bile içeriklerine göre değil de sayfa

sayılarına paha biçiliyor. Her şeyin ticari boyut kazandığı bu devirde sanat da gitgide

ticarileşmeye başladı. Gerçekten özgün olan çok az sanatçı kaldı. Belki de bu duruma

gelmesinin bir diğer nedeni de sanatın ve sanatçının eski değeri görmemesidir. Örneğin

sinema sektörünün gelişmesi ile tiyatronun değeri gitgide azaldı. Kitap, dergi ve gazete

gibi yazılı ürünler artık internet aracılığı ile okunuyor. Eskiden kasetler ve plaklar

dinlenilirken bunların da yerini dijital platformlar almış durumda ama eminim ki eskinin

tadını hiçbir yeni unsur vermiyor. Sanatçılar da eskisi gibi değil. Şu anki sanatçılar

yozlaşmış toplumun estetik zevkini tatmin edip kendi ceplerini doldurmakla uğraşıyorlar.

Eskisi gibi isyanlarını, acılarını ve duygularını eserlerinde yer vermiyorlar. Bu da sanatın,

amacının dışına çıkıp gitgide kan ağladığını gösteriyor.

İllüstrasyon: Elif Öz

2


Deniz Nas | Eleştiri

Şu anki dünyada artık çoğu şey endüstriyel bir boyut kazanmış durumda. Peki sanat da

artık endüstriyel mi olmaya başladı? Tam olmasa da evet olmaya başladı. Artık sanatçılar

sürekli aynı ürünleri verip duruyorlar. Aslında bu hususta suçu tamamen sanatçılara atmak

hata olur. Çünkü toplum bu kadar yozlaşmışken ve hazıra alışmışken sanatçılar neden yenilikçi

olsunlar ki. Sonuçta sanatçıların birçoğu işin ticari kısmını çok iyi bir şekilde kavramış

durumda. Ayrıca tüketicinin nabzına göre şerbeti iyi bir şekilde veriyorlar ve kendilerine

bağımlı hale getiriyorlar. Aynı şekilde tüketici de bu endüstriyel sanatçının ürünlerini

tükettikçe sanatçıyı tatmin ederek bu olayı karmaşık bir döngüye sokuyor. Bu durumda özgün

sanatçılar toplum tarafından hor görülüyor ve itilip kakılıyor. Oysaki sanat ve sanatçı

endüstriyel değil özgün olmalıdır.

Olaya en genel bir şekilde baktığımız zaman dünya bu kadar küreselleşmişken, hayat dur

durak bilmeyen bir ivme yakalamışken, insanların genel amacı karınlarını doyurup boş

vakitlerinde sevdiklerine vakit ayırmak olmuşken sanatın bu kadar yozlaşması ve değerini

kaybetmesi ütopik bir durum değil. İnsanlar şu an kodlanmış gibiler. Eve git, işe git, okula git

ve bunu sürekli tekrarla... Durum böyle olunca insanlar kendilerine vakit ayıramıyor ve doğal

olarak kendilerini geliştirmekten yoksun kalıyorlar. İnsanların kendini geliştirememesi de

kendilerini ve toplumu yozlaşmaya sürüklüyor. Zaten sanat ve insan iç içe olduğundan sanat

da yozlaşmaya başlıyor. Bunun kesinlikte önlenmesi gerekiyor. Yozlaşmayı, okullarda düzgün

bir eğitim gösterilerek, insanları daha hoşgörülü bir şekilde yetiştirerek önleyebiliriz. Ayrıca

insanları, boş vakitlerini sosyal medya ya da televizyon gibi yerlerde harcayacaklarına

kendilerini birçok alanda geliştirmeleri için teşvik etmeliyiz...

3


Tuğba Arslan | Eleştiri

Akıntıda Boğulmak

Yozlaşmaya dahil olmak farkında olarak yapılan bir eylem midir, yoksa farkında olmadan

yapılan bir eylem midir? Bana soracak olursanız bilinçli bir birey farkında olmadan bir nebze bu

yozlaşmaya dahil olabilir ancak dahil olmamak için de elinden gelen çabayı gösterir. Bilinçsiz bir

birey ise yozlaşma eylemine bile isteye dahil olur. Tabii, farkında olmadan bu eylem içerisine

girdiği dönemler de olur ancak kendini bu eylemden alıkoymaz. En azından akışına bırakır ve bu

akış da yozlaşmaya doğru isteyerek ya da istemeyerek yol alır. Yozlaşmanın kelime anlamını

bilinçli bireyler olarak illa ki biliyoruzdur, peki aklımızda bu kelime anlamı yüz tuttuğunda biraz

endişelendirici oluyor değil mi? O zaman bu hoş olmayan eylem içerisinde çoğu zaman da bile

isteye neden giriyoruz? Ya da bu duruma dahil olmamak için neden çabalamıyoruz? Her alanda

her şekilde neden özümüzü unutturuyoruz, unutuyoruz? Örneğin, her alanda herkes birbirinin

kopyası haline gelmiş durumda. Bunun nedeni gerçekten üretken olmamamız mı? Ya da

üretkenlikten çekinmemiz, endişelenmemiz mi? Bence ikisi de...

Çünkü hepimiz modern bir köleyiz tabiri caizse... Düşünmemiz gereken şeyler başımızı

sokabileceğimiz, karnımızı doyurabileceğimiz bir ortam için çaba gereksinimi maalesef. Tabii ki

de bunları düşünmemeliyiz demiyorum ama tek düşünmemiz gereken şeylerin de bunlar olduğuna

kanaat getiremiyorum. Bizi bu hale getiren şeyin ne olduğunu sorarsanız büyük bir yüzdeliğin

yozlaşmaya sahip olduğunu söyleyebilirim. Her alanda her şekilde yozlaştık yozlaşmaya da devam

ediyoruz. Başka milletlerin başarılı yönlerini örnek almamız gerekirken bizim için çok da lazım

olmayan, bizi unutturan yönlerini örnek alıyoruz. Bilmiyoruz ki geçmişini unutan milletin batması

kaçınılmazdır.

4


1

Tuğba Arslan | Eleştiri

Sizce bu batıştan kurtulma yolumuz var mı? Bu yol uzun ve engebeli mi? Eğer uzun ve

engebeliyse bu yol, bilinçli bireyler olarak başarabilir miyiz? Cevap belli bence... Kesinlikle her

şekilde her şeyi yapabilecek kapasiteye sahibiz. Ama bu yol bu zamanki düşünceyle gidilemez,

aşılamaz çünkü insanlar üretmek yerine sadece tüketmek dahilinde. Tüketmek, üretmek kadar zor

bir durum olmadığı için hepimizin kolayına kaçıyor doğruyu söylemek gerekirse. Ancak buna bir

son vermeliyiz. Edebiyatta, eğitimde, kültürümüzde... Hayatımızın her alanında her şekilde bu

eylemi, yozlaşmayı bitirmeliyiz.

Asıl soru şu; yozlaşmaya nasıl son verebiliriz? Cevap belli değil mi sizce de...

Eğitimle... Bahsettiğim eğitim şu anki iki çarpı iki dört eder eğitimi değil kesinlikle. Bir

millet geçmişini bilmezse geleceğini ancak bu yozlaşma eylemi içerisinde hurafelere inanarak

planlamaya çalışır belki de. Bu plan gerçeklerle üretilen bir plan olmadığı için daha da bataklığa

sürükler her şeyi. Öyle bir eğitim olmalı ki sadece siyah veya beyazları sistem içerisinde

bulundurmamalı. Farklı renkleri de kabul etmeli. Hepimizin yeteneklerinin farklı olduğu

özümsenmeli, buna göre hareket edilmeli. Bu yozlaşma dahilinde olan eğitimde hayallerimize son

verilmezse her fidan birbirinden eşsiz büyüyecek.

5


Safure Hümanur Kaya | Eleştiri

Taş Yüreklere Övgü

Kitle kültürünün, tüketim olgusuyla

nasıl eklemlendiğini ve buna bağlı olarak

sanatın nasıl biçimlendiğini gözler önüne

seren 21. Yüzyıl, sanayi edebiyatının devridir.

Bu devirde sanat icra eden bazı kimseler “Ne

yapsam satılır?” kaygısıyla ürün ortaya

koymak için kıvranıyorlar. Yozlaşmanın bel

kemiği olan popüler kültür yüzünden değerini,

amacını yitiren eserler yok satmasına rağmen

“sanat eseri” denecek nitelikte değildirler.

Estetik değerlerden yoksunlaştırılmış ve

sadece maddi kazanç elde etmek için satışa

çıkarılmış eserler, günler ilerlese de bizi

geriye götürmeye başlıyorlar. Yazarlar, kendi

okuyucu kitlesinin dışına yayılma planları

kurarken benliklerini kaybettiklerini fark

etmiyorlar. Her kitlenin seveceği işler yapmak

zaten akıl kârı olmadığı gibi bir de maddi

kazancı işin içine sokunca yollarından saparak

aktarılmak istenen duygular yerine ruha hitap

etmeyen yazılar ortaya çıkarıyorlar. Eksik

bedenleriyle ve bir başlarına…

Son zamanlarda fazlaca yaşanan bu

olaylara aslında hiç de yabancı değiliz.

Geçmişten beridir ortaya bir şeyler koymak,

kendilerini ifade etmek, sanat yapmak isteyen

herkesin önüne büyüklü küçüklü engeller

çıkıyor. Çoğu zaman koşullar değişse de

kendini yok olmanın eşiğinden döndürmek

isteyen zayıf olanlar, davalarından vazgeçerek

köle olma yolunda emin adımlar atıyorlar.

Gırtlaklarına dayanmış keskin cahillik onları

yollarından ediyor. Kimi sanatçı ise onuruyla

kalmak için hayatı pahasına mücadele ediyor.

Bastırılmak istenen bu insanlar direniş

göstererek hakikati takip ediyorlar, peşlerinde

başlatmış oldukları akımları, açmış oldukları

çağları bırakarak…

Bilinçli ya da bilinçsiz… Hepsi

seslerini duyurmanın bir yolunu arıyor. Bir

köşede müsveddelere yazdıkları yazılar için

sevinç dolarken bir de bakıyorlar ki

pencerenin dışında öfkeli bir kabalık. Neyin

nesidir demeye kalmadan manipüle edilmiş

koyun sürüleri ile uğraştıklarını fark ediyorlar.

Bir bakıma kolay lokmadırlar aslında fakat

kendi doğal ortamlarına bir zarar geleceğine

inanırlarsa, olur da yemeklerinden

olacaklarını düşünürlerse vay halinize… İşte

o zaman gözüne perde inmiş bu grup güya

rahat hissetme pahasına her şeyi yapar. Oysa

yazılan en ufak bir söz işlemez miydi taş

yüreklerine? Oysa devrimcilerin amacı yakıp

yıkmak değil de kendilerini ifade etmek

olabilir miydi? Burada ise birçok bakış açısı

dâhil oluyor. Belki de sussalardı, kana

susamış bu varlıkları tatmin etmeselerdi

bulunduğumuz konumda olmayacaktık.

Belki de Fransız İhtilali hiç olmayacaktı.

Belki de Rönesans’ı hiç yaşayamayacaktık.

Ve nice ihtimal… Yine de gerçekten gerek

var mıydı değişmek için kan dökmeye? Ne

cenkler edilmiştir beğenilmeyen bir düşünce

için, ne çok insan yuvasız kalmıştır ağızdan

çıkan bir kelime uğruna… Bu kadar basit

midir?

İşte bu şekilde bu insanların –belki siz

de bu grup içindesiniz- nasıl yollarından

edilmek istediklerini anlarsınız. Öyle bir

yıpranırlar ki ne acılar kaleme alınır sessiz,

ürperti dolu gecelerde.

6


Safure Hümanur Kaya | Eleştiri

Tabii öbür taraftan, bu işe zaten para

kazanmak için girmiş olanlar da vardır.

Estetik kaygısı değil, cebim en kısa zamanda

nasıl dolar kaygısı yaşadıkları için

özenilmemiş, düşünme becerisi gerektirmeyen

ürünler onların övüneceği birer hüsrandır. Bu

insan kitleleri, ruhlarını değersiz ve banal

zevkler ile dolduran, diğerlerinin geleceğini

önemsemeyen bencil varlıklardır. İki paralık

zevkleri onları arşa çıkardıktan sonra oradan

yere nasıl çakılacaklarını bilmiyorlardır.

Ruhları ile birlikte un ufak olup silinip

gidecekler. Ne yazık… Manevi duyguları bir

yana bırakmış olmalarına, gözlerini hırs

bürümesine karşın kendilerine biçebilecekleri

bir değer de yoktur en nihayetinde. Sadece

ekonomik sıkıntılardan mıdır, bilinmez,

endüstriyelleşmiş dünyada bir şeyler elde

etme çabası altında eziliyorlar. Geçmişte

kendini bulamamış, sınırlı imkânlar yüzünden

şansı olmamış diyebileceğimiz bu insanlar

toplum tarafından kendini ifade etmesi

engellenmemiş olmalarıyla gurur duyarlarken,

gurur duyulacak bir şey olmadığını fark

etmeleriyle yıkılıyor, utanıyorlar. Ya sanatı

kötü işlerine bulaştırmak yerine saflığını

bozmasalardı? Tozpembe mi olurdu gökyüzü?

Bir yerde, düşününce bazılarını

suçlamak haksızlık oluyor. Eğer onlardan

bunu istemeseydik, beğendiğimiz gereksiz

şeyleri işlemelerini, popüler kültüre

uymasalardı silineceklerini söylemeseydik

buna mecbur kalırlar mıydı? Kabul etmesi

söylemesinden zor, hayır. Daha geniş bir

çerçeveden bakmak gerekirse veya olanlara

ayna tutmak, ne yazık ki her şeyin arkasında

yine biz ve bizim doyumsuz ruhlarımız var.

.

7


Çiçek Su Özcan | Şiir

MAHALLEMİZ YANIYOR

Mahallemiz yanıyor.

Göz göz her odası tek tek yanıyor.

Yüreğim yangın yeri, is kokusu her yeri sarıyor.

Mevsimler önemsiz, mahallemiz yanıyor.

Küçük bir çocuğun eğlence diye kibritle oyunu.

Ah diyor, vah diyor; sönmüyor.

Kıvılcımlar sarmış dört yanı, göz yaşı ne fayda.

Oysa çocuğun eline aldığı ilk tehlikeli oyuncaktı o, büyük bir servet gibi

arkadaşlarından sakındığı.

Bilmezdi ki ne kadar yanar, ne kadar yakar...

Mahallemiz yanıyor!

Cayır cayır gözlerine bakıyor, yangını görüyor ama bir şey yapamayacak kadar

çaresiz, elleri bomboş.

Bir bardak su, bir bardak su diye bağırıyor.

Fakat bağrına bassa… Zaten sönecek yangınım.

Mahallemiz yanıyor!

Görüyorum artık ateşin gözlerimdeki valsini, görüyorum artık kalbimdeki

çırpınışların ritmini.

Duyuyorum o soba çıtırtısını ve duruyorum dudaklarının uçurumunda.

Benliğim nasıl da uzaklaşıyor, nasıl da kovalarcasına kaçıyor dünlerimi…

Artık mahallemiz yanmıyor.

Kibrit çöpleri tükeneli çok oldu, o çocuk çok büyüdü.

Düşlerinin kibrit gibi yanıp kül oluşunu izleyerek, gözlerindeki alevin dansını hiç

söndürmeyerek.

Artık mahallemiz yanmıyor dostlar.

Bense bir mum kıvılcımına bakarak yazıyorum, son satırlar yakındır.

Mahallemiz yanmıyor ama bilirsin işte, her yer is, her yer kül…

8


Melissa Nur Robinson | Öykü

Kırmızı Ciltli Kitap

Yapraklar dökülmüş. Çıplak kalmış ağaçların dalları. Oturduğum

yerden gözlerimle selamlıyorum her birini. Kalktım. Havada kar kokusu

var. Ellerim üşüdü. Hemen ceplerime sakladım onları. Yürüyorum.

Havaya karışmış egzoz kokularını içime çeke çeke yürüyorum.

Önümden elinde balonla küçük bir çocuk koşarak geçti. Yaşlı balıkçılar

sahil kenarında oturmuş çaylarını yudumluyor. Şu karşıda bir sahaf var.

Bir girip baksam… Girdim. Loş, tozlu raflarda beni bekleyen

arkadaşlarım sevinç çığlıkları atıyor. Onların bağırışlarına kulaklarım

sağır. Dönüp sahafa bakıyorum. Küçük dikdörtgen çerçeveli gözlüğü

kocaman yuvarlak burnunun ucunda, ha düştü düşecek. Gözlerini bana

dikmiş. Onu görmezden gelmeli. En uçta karanlıkta kalmış raflara doğru

yürüyorum. Eski bir dost edasıyla selamlaşıyoruz kitaplarla. Orada en

üst rafta kırmızı ciltli bir kitap var. Bana göz kırpıyor. Uzanıp aldım

elime. Üfledim üstündeki tozları. Elim korkuyor kapağını açmaya.

Titriyor. Zorluyorum kendimi. Yavaşça açıyorum kapağını. Ben.

Oradayım.

İç sayfada adım yazıyor. Kulağımda çınlamalar…

Sayfaların arasından ışık huzmeleri sızıyor. Rafların arasında kaybolmuşum. Yıllar önce

durduğum yerdeyim. Dükkânın ön taraflarına doğru ilerliyorum. Nereye gitti şu yaşlı sahaf?

Elimde kaldı şu eski kitap. Yerinde genç bir adam var. Yakından bakınca ne kadar da benziyor o

yaşlı sahafa. Aynı koca burun, aynı sert bakışlar. Elimdeki kitabı uzatıyorum. Elim! Benim elim

mi bu? Kırışıklıkları nereye gitti? Ya o benekler, mor mor görünen damarlar? Şu adamın arkasında

kırık, eski püskü bir ayna asılı duvarda. Kendimden korktum. Aynada bana bakan biri var. Kim

ama bu? Adam anlam veremiyor. Delirmişim gibi baktı bana şimdi. Hava almam gerek. Attım

kendimi o garip yerden dışarı. İçime çekeyim şu temiz havayı. Eve gitmeli. Yapacak bir şey

kalmadı artık.

İki sokak ötede beli bükülmüş, yaşlı bir ağaç vardı. O da gitmiş. Yerinde hala cılız, toy bir

fidan var. Kafamı kurcalıyor. Elimde bir ağırlık var. Bakıyorum. Kitap hala yanımda. Ama şimdi

ışık mışık yok sayfalarında. Üşüdüm. Sıkı sıkı sarılıyorum paltoma. Adımlarımı hızlandırmışım.

İşte şu köşeyi dönünce karşımda evim. Anahtarlarım cebimin en kuytu köşelerine kaçmış, benden

saklanıyor. Girdim. Kitabı girişteki koltuğun üstüne fırlattım. Kolumda paltom kalmış. Odanın

karanlık bir köşesine doğru uçtu o da. Salonun ortasında biraz fazla bir kalabalık var. Yazı

masamın yanında kümelenmiş bu tonlarca kâğıt da neyin nesi? Hışımla kümenin en tepesindeki

kâğıdı elime aldım. Yıllar önce üstünde çalıştığım romanımdan bir parça? Elimden kayıp yere

doğru süzülerek düştü kâğıt. Hemen masamın üstünde duran siyah deri ciltli defterimi kaptım.

Paralarcasına sayfalarını çeviriyorum. Yazdıklarım… Gençliğim… Fenalaştım. Kendimi

bırakıverdim arkamdaki koltuğa. Düşünüyorum. Kara kara. Bir zamanlar ben olduğum

zamandayım. Yine “o” yum. Ya yaşlı ben? Nasıl geldim buraya? Hatalarımı düzeltmeliyim.

Elimdeki şansı değerlendirmem gerek.

Yerimden çeviklikle fırlıyorum. Paltom. Nereye atmışım? Kâğıt, kâğıt, kâğıt. Adım atacak

yer yok odada. Elime sert bir nesne çarpıyor. Paltom mu? Hayır. Çekip alıyorum kanepenin

altından. İşte! Yıllar önce reddedilen kitabım! Sahi, neden yayınlamamışlar ki bunu? Şimdi

hatırladım. Para etmezmiş. Şimdi gösteririm ben onlara para eder miymiş etmez miymiş?

9


Melissa Nur Robinson | Öykü

Kapıyı olanca gücümle çarptım evden çıkarken. Sokağın aşağılarına doğru koşuyorum.

Nefesim tükendi artık. Nasıl da özlemişim canlılığı. Caddenin sonlarından bir tramvay geçiyor.

Ona yetiştim. Göz açıp kapayıncaya kadar eski basımevinin önünde buluyorum kendimi. Yağmur

başladı. Yağmur da neymiş? Ben kar bekliyordum. Çevremdeki insanlar hazırlıksız yakalandıkları

bu yağmurdan kaçınmak için buldukları ilk köşeye, ilk kapıya koşuyordu. Fareler gibi. Güldüm.

Islanmaktan korkmuyorum ki. Seviyorum da. Belki biraz cesaret gelsin diye bekledim bu yağmur

altında.

İtiyorum kapıyı. İçerinin sıcaklığı çarptı yüzüme. Unutmamışım yerini. Koştum editörün

odasına. Ne olursa olsun kitabımı bastırmak istediğimi söyledim. İki gün oldu reddettikleri.

Satmazmış. Zarar edecekler güya. Ben alırım hepsini o zaman. Komik. O kadar para bende olsa…

Adamın ağzından girdim burnundan çıktım. Para için yazmayacağımı anladı. Belli ki başka kapıya

yollayacak şimdi. Ne yapmalı? Tüm masrafı benden olsa? Yok. Zor ödüyorum kirayı. Sponsor

diye bir şeyler çıkıyor ağzından. O da ne? Adam konuştukça suratının ortasına bir yumruk atasım

var. Okunmazmış yazdıklarım artık. O nereden biliyor? Okuyucu farklı alanlara yönelmiş. Çok da

umurumda. Onların isteği doğrultusunda yazmalıymışım para kazanmak için. Ya benim sadık

okurlarım? Onlar nereye gitti? Artık bir okuyucu kitlem kalmamış. Laf. Bal gibi de nankörler. Ben

güya çok prestij kazandırmışım basımevine. Ee? Ama bu kadar büyük bir zarara giremezlermiş.

Okunmuyormuşum. Güldüm. Hem de karnımı tuta tuta. Ağlanacak halimize gülüyoruz valla. Ben

de bilmem hangi yazar gibi olmalıymışım. Çok ünlüymüş. Çok güzel yemek kitapları yazıyormuş.

Bilmem ne. Ben ve yemek ha? Dünya yansa ikimiz yan yana gelmeyiz! Öykümü belki dergilere

yollayabilirmişim. Daha dün doğmadım ben. Başından def etmek istiyor ya beni. Fırladım ayağa.

O iğrenilecek surata son bir kez baktım ve arkamı dönüp çıktım. Geldiğim yönden gerisin geri

dönüyorum şimdi.

Zamanında üstünde durmamıştım bu adamın. Dediğini yapmıştım. İşte o da beni şimdiki

hayatıma sürüklemişti. Mutsuz, ruhsuz, monoton, birbirini kovalayan günler, aynı yazılar… İçim

gidiyordu eski günlerimi düşündüğümde. Sürekli yeni fikirler, büyüyen bir okuyucu kitlesi… Ee,

tabii onunla birlikte para. Para hiçbir zaman önceliğim olmadı. Yazarken keyif almam, okuyucuma

da bu keyfi tattırmam önemliydi benim için. Yazılarımda kendim olmam. Ama ona izin verilmiyor

artık. Şu pis adam gibi herkes bir kalıba sokmak istiyor. Boş safsatalar yazarak para kazanıyorlar.

Ama ben o dünyanın bir parçası olmak istemiyorum. Olmayacağım.

Eve varmışım şu arada. Yine anahtarlarım kaçıyor benden. Girdim. Şu kırmızı ciltli kitabım

nerede? Yine sayfalarından ışıklar sızıyor. Kağıtlar! Kayboldu. Yığınla kâğıt vardı daha yeni

şurada. Kitabı bırakmalıyım elimden. Kolum ağrıdı. Elim! Yine geri gelmiş kırışıklıklar.

Gülümsüyor yine şu mor mor damarlar. Size de merhaba beneklerim. Yine yaşlılığa döndüm.

Güzel maceraydı. Yazmalıyım bunu. Belki bu sefer tutar. Satar bu yazdıklarım şimdi. Gülüyorum.

Karnımı tuta tuta gülüyorum.

10


Ahmed Melih Pişkindemir | Şiir

3

Beni düşman bilen cümleler,

Tek ağızdan çıksalar kâfiler.

Hatıralarım gelmiş,

Sen kokulu şiirler.

Yetinmez, bir de cüzi der.

Konuşmak etse fayda,

Dinledim kimseleri aylarca.

Susup, soluklanmak yakışır derdi olana.

Çok ediplerin de ruhu ne ağca!

Yok sayar, konuşur benliğim,

Çok sayar, çok görülen sevdayı,

Var sayar, hasretler aşar.

Görür nafile gerçeği, oturur gün sayar.

Dönüp bir bakar,

Zayi olmuş yıllar.

11


Aybüke Acar | İnceleme

Çalıkuşu

"Kapalı bir mahzenden sızan bir ışık

parçası, yıkık bir duvarın taşları arasında

açmış sıska bir çiçek, her şeye rağmen bir

varlık, bir tesellidir."

Her şeyi arkasında bırakıp kaçmaya karar

verir. Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde

öğretmenlik yapar. Kendi ayakları üstünde

durmayı zor yoldan öğrenir.

Reşat Nuri Güntekin, askerî doktor bir

baba ve vali kızı olan bir anneden 1889

yılında doğmuştur. İstanbulludur.

Çocukluğundan beri okumaya ilgisi olan

yazar, eserlerinde insan sevgisine geniş yer

vermiş, Anadolu insanının sorunlarını,

duygu-düşüncelerini, inançlarını gerçekçi

ve olabildiğince samimi bir dille eserlerine

yansıtmıştır. Çalıkuşu romanı ise,

yazarın tanınmasında büyük

bir etkiye sahiptir.

1922 yılında yazılmış

Ve gerçekçi yönelimin

Başyapıtlarından olan

roman, önce birkaç bölüm

halinde gazetede yayımlanmıştır,

1923 yılında

ise Orhaniye Matbaası tarafından

kitap haline getirilerek

Türk edebiyatının ölümsüz yapıtları

arasına girmiştir.

Çalıkuşu'nun konusundan kısaca

bahsetmemiz gerekirse:

Feride, çocukken ailesini kaybeder.

Teyzesinin yanına gönderilir ve bir

Fransız okulunda yatılı okutulur. Feride

hareketli, yaramaz bir kişiliğe sahiptir. Bu

sebeple okulda ona "Çalıkuşu" adını

takarlar.

Feride, tatillerini teyzesinin yanında

geçirir ve bu sebeple teyzesinin oğlu

Kamran ile yakınlaşır ve evlenmeye karar

verirler. Fakat düğün günü Feride hiç

beklemediği bir haber alır.

"Daha yirmi üç yaşıma

girmedim; yüzümden,

vücudumdan çocukluğun

izleri silinmedi; hâlbuki

gönlüm, baştan başa

bütün sevdiklerimin

ölüleriyle dolu."

Gittiği her yerde güzelliği başına bela olur.

İnsanlar hakkında dedikodular

çıkartırlar. Feride, Zeyniler Köyü'nde

öğretmenlik yaparken tanıştığı Doktor

Hayrullah Bey ile Kuşadası'na gittiği bir

dönemde tekrar karşılaşır. Bir baba gibi

Feride' yi her daim koruyup kollayan,

içtenlikle seven Hayrullah Bey halkın

dedikodularına son vermek için Feride’ye

evlenme teklif eder ve evlenirler.

Feride, öğretmen ol-

duktan sonra bir günlük tutmaya

başlamış ve başına

gelen her şeyi bu deftere

aktarmıştır. Hayrullah

Bey bir gün bu defteri

bulur, okur ve saklamaya

karar verir. Hastalığının

ilerlediği bir gün Feri-

de’ye kendisinin ölümünden

sonra, verdiği kapalı zarfı

Kamran'a vermesini ve arada teyzesini

ziyaret etmesini vasiyet eder. Feride bu

vasiyeti yerine getirir. Kamran zarftaki

mektup ve günlüğü okuduktan sonra her

şeyi öğrenir ve Feride'yi bir daha bırakmaz.

Reşat Nuri, Osmanlı dönemindeki

kadınların varoluşsal çabalarını,

yaşadıkları sıkıntıları, dönemin

insanlarının kendi ayakları üstünde

durmaya çalışan, çabalayan bir kadına

karşı olan bakış açılarını çok anlaşılır ve

çarpıcı bir dille yansıtmıştır

Çalıkuşu’nda.

12


Aybüke Acar | İnceleme

Yazarın öğretmenlik tecrübesi de olduğu

için eserde eğitim-öğretim hayatıyla ilgili

çok başarılı saptamalarda bulunmuştur.

Roman ve dizi, Anadolu’nun

1920'lerindeki iç çatışmaları ve dönemin

eğitim-öğretim hayatındaki yozlaşmayı

kitabın karakterleri, dizideki oyuncular,

replik ve diyaloglar üzerinden yansıtmış.

Özellikle Feride'nin öğretmenlik için tayin

yaptırmaya gittiği sırada vilayet müdürü

ona, mektebinin Yüce Bakanlık tarafından

onaylı olmadığını, bu diploma ile

mezuniyet verilemeyeceğini belirtmiş ve

Feride bu konuda çok sıkıntı çekmiştir. .

Valilikler onu ciddiye almamış, tayin işini

sürekli ertelemişlerdir. Ta ki Anadolu'da

öğretmen olmak istediğini söyleyene

kadar. -O dönem Anadolu'da öğretmen

olmak zorlu ve herkesin isteyeceği bir şey

değildi bu yüzden bunu duyunca, valilik

tayin işini hemen halletti.-

Feride, tayin olduğu okula gittiği ilk gün

Müdire Hanım ona, bir yanlışlık olduğunu,

öğretmen boşluklarının olduğunu fakat 1

hafta önce başka bir hocanın atandığını

söylemiştir. Müdire Hanım'la beraber

Maarif Müdürlüğü'ne gittiklerinde Maarif

Müdürü:

"Bu hanımın emrindeki tarih daha yeni.

Binaenaleyh asıl makbul ve muteber olan

budur." demiştir.

"İnsan ruhu ne anlaşılmaz bir

muamma.”

Dizi içerisinde de birebir repliği bulunan

bu durumdan o dönemdeki eğitim

sisteminin doğru düzgün yerleşemediği,

düzensiz ve mantıksız olduğu kanısına

varabiliriz. Bir diğer yandan valilik

Feride'yi bir süre sonra kandırıp köhne, kuş

uçmaz kervan geçmez, bağnaz görüşlü

insanların yaşadığı bir köy olan Zeyniler'e

göndermeye karar verir. Fakat Feride

köyün durumundan bihaberdir ve gitmeden

önce kandırıldığını Hacı Kalfa'yla

konuştuktan sonra öğrenir.

Bu durum da bize dönemle ilgili şunu

gösteriyor ki, eğitimde atama yapan yerler

işini tam olarak dürüst bir şekilde

yapmamış ve devlet tarafından da bu yerler

doğru düzgün denetlenmemiş. Yahut

düzgün denetlenmiş olsalardı, yalanlar

anlaşılır ve yalancılık yapan Maarif

Müdürleri derhal işlerinden alınırdı.

Aynı şekilde Muhtar Efendi Feride'yi

Zeyniler Köyü mektebinin eski hocası

Hatice Hanım'la tanıştırdığında kadına

acıdıkları için sokağa atmaktan vazgeçip,

birkaç kuruş parayla harı hademe yarı hoca

olarak çalıştırdıklarını öğrenmiştir Feride.

Buradan da Reşat Nuri'nin romanı yazdığı

dönemde öğretmenlerin, emekçi kadınların

değerinin bilinmediğini, sahip

çıkılmadığını ve saygı duyulmadığını net

bir şekilde anlayabiliriz.

Günümüze gelirsek; aradan bir asır

geçmesine karşın yozlaşmış zihniyet hala

çoğu konuda devamlılığını sürdürse de

eğitim-öğretim hayatındaki plansızlıklar,

radikal değişiklikler devam etse de eserin

yazıldığı dönemdeki eğitim sistemine

kıyasla bir nebze iyileşmiş, biraz daha

toparlanmış diye düşünüyorum.

Bunların yanında eserde realist bir

tavırla da Anadolu'nun yanlış inanışları,

köhneliği, yoksulluğu gözler önüne

serilmekle beraber Çalıkuşu, Anadolu’ya,

Anadolu insanının yaşamına bilinçli olarak

eğilen ilk romandır. Yazarın eserde verdiği

ana fikir ise gerçek bir sevginin arasına ne

kadar sıkıntı girerse girsin aşkın asla yok

olmayacağı fikridir ve bunu başarılı bir

şekilde yansıtmıştır okuyucularına.

13


Aybüke Acar | İnceleme

1986 yılında Çalıkuşu romanı, Osman

Fahir Seden tarafından dizi haline

getirilmiştir. Ana karakterlerini Aydan

Şener’in ve Kenan Kalav'ın oynadığı bu

diziyi eleştirmeden geçemeyiz tabii ki.

Kitaptan uyarlanan dizilerde veya

filmlerde izleyici kitlesine hitap edebilmek

amacıyla kurgu genellikle farklı şekilde

yansıtılabiliyor. Bu tutum genelde başarılı

olmuyor. Fakat Çalıkuşu'nun 1986 yılında

çekilen dizisinde herhangi bir kurgusal

değişiklik, kitapla çelişme gibi zıtlıklar söz

konusu değil. Tam tersine dizi kitapla

paralel, sahnelerin arkasına yerleştirilen

müzik seçimleri de çok başarılı ve çok

sürükleyici bir şekilde ilerletmekte diziyi.

Kitabı okuduktan sonra diziyi izlediğinizde

parçalar tıkır tıkır oturuyor yerlerine.

Dizide gelişen olaylar kitabı okurken

zihninizde oluşturduğunuz, karakterleri

hayal ettiğiniz dünyadan çok da farklı

değil. Eser de dizi de samimiyetinden

dolayı hiç yabancı gelmiyor benliğinize.

İkisinin de tutulmasının ve sevilmesinin en

önemli sebebi bu diye düşünüyorum.

Reşat Nuri'nin beni etkileyen

özelliklerinden birisi de, bazı kadın

yazarlarımız dahi eserlerinde kadının iç

dünyasını, duygu-düşüncelerini bu denli

derinlemesine ele almazken, gerçekçi bir

şekilde analizini yapmazken, yapsa bile

bize bunu yansıtamazken Reşat Nuri

kadının iç ve dış dünyasını, bireyselliğini o

kadar başarılı bir biçimde ele almış ki

bunun yanında etkilenmemek mümkün

değil.

Bir diğer konu da şu ki; yazarın diğer

eserlerini de incelediğimizde kadın

kahramanları özellikle seçtiğini görebiliriz.

Bunun sebebinin 'kapalı' toplumlarda

kadının değerini ortaya koymak, yüceltmek

ve yazarın içindeki gizli bir kadın-erkek

eşitliği düşüncesi olduğu kanaatindeyim

kendimce. Fakat kim ne derse desin,

yazarın başarısının inkâr edilemeyecek

boyutta olduğu kesin…

Son olarak, Reşat Nuri ve dizinin

yönetmeni Osman Seden yapıtlara

içtenliğini, samimiyetini kattığı için sadece

bir okuyucu ya da izleyici olarak değil de

sanki olayların hepsine tanık olan birisi,

Feride'nin dertleştiği ve olayları onunla

yaşayan bir dostu gibi hissediyorsunuz

kendinizi. İçtenlikle kalbinizi ısıtıyor

roman ve dizi. Satırların arasında

kaybolmak ve kendinden bir şeyler bulmak

isteyenlerin okuması ve izlemesi gereken

muhteşem bir yapıt Çalıkuşu!

"Hayatın bir felaketten sonra

daima bir saadet verdiğini, o güzel

darbımeselin söylediği gibi, ayın on

beşi karanlıksa, on beşinin mutlaka

aydınlık olacağını bilmiyor

değildim. Fakat bu mehtabın bu

kadar koyu bir karanlıktan, bu

kadar umulmaz bir dakikada

doğacağını aklıma getiremezdim."

14


Aybüke Acar | İnceleme

“Bütün olan, geçen şeylere

rağmen, sen yine bir parça

benimdin; ben bütün ruhumla

senin...”

15 İllüstrasyon: Elif Öz


İrem Köksal | Şiir

Rüzgâr

Dağılmış ruhum savrulur

Rüzgârla

Alsın, götürsün ne var ne yoksa.

Bilirim, gidecek tacım yapraklarımla

Fakat sen olduğun sürece yanımda,

Kalır yapraklarım tacımla başımda.

Essin son kez, essin bir daha.

Rüzgâr daha

Sert ve ıstırapla…

Sen gitsen bile uzaklara…

Dans ederim o âna dek rüzgârla.

Ardından bürünürüm soğuk havalara

Rüzgârla, dansın sonunda.

16


Ayşenur Pamukçu | Röportaj

H. TURGUT UYAR İLE SANAT VE EDEBİYAT ÜSTÜNE

İstanbul’da doğup

büyüdüm. 1990 yılında

İTÜ Kontrol ve

Bilgisayar Mühendisliği

bölümünden mezun

oldum. Bir otelde ön

büro görevliliği ve

muhasebecilik, kısa bir

TÜBİTAK macerası ve

Viyana Teknik

Üniversitesinde konuk

araştırmacılıktan sonra

mezun olduğum

bölümde önce araştırma

görevlisi, sonra da

öğretim görevlisi olarak

çalıştım, halen de

devam ediyorum.

Zihinsel açıdan yorucu

bir mesleğim olduğu

için iş dışı zamanlarımı

bedensel açıdan yorucu

etkinliklere ayırmayı

seviyorum,

kardiyovasküler

antrenmanlar ve eşli

danslar -özellikle de

Jive- gibi.

Sanatla ve edebiyatla dolu bir aileden geldiğinizi biliyoruz. Bunun size ve

hayatınıza olan etkilerinden bahseder misiniz?

Sanatları daha çok takdir etmemi ve yaratıcı insanların çalışma şekillerini

daha yakından görmemi sağladı. Sanatların sadece yetenek ve esine değil

okuyarak, öğrenerek birikimini genişletmeye ve çok çalışmaya dayandığını

öğrendim. Edebiyat ve sanat zevkimin gelişmesine de katkısı oldu mutlaka.

Edebiyata orta derecede meraklı sayılırım. Kurgu işler okumayı severim;

yani anı, belge, biyografi gibi türler yerine öykü, roman okumayı tercih

ederim. Kendim edebi metin yazmıyorum. Gençliğimde bir-iki tane

denemiştim. Herkesin yazdığı ilk şeyler gibi benimkiler de berbattı tabii.

Ama sonra bu işin ilgimi çekmediğine, tahminen pek yeteneğim de

olmadığına kanaat getirip bıraktım.

Edebiyatla bu kadar iç içe bir aileden geldiğinizden insanlar haliyle merak ediyor.

Gelecek için bir kitap çıkarma veya varsa olan taslaklarınızı yayınlamak gibi bir

düşünceniz var mı?

Kitap niyetim yok. Arşiv görevi görecek bir web sitesi oluşturma niyetim

var. Kararlı bir şekilde bir girişip başlayabilsem gerisi gelecek diye ümit

ediyorum.

17


Ayşenur Pamukçu | Röportaj

Keşke hafızamdan silinse ve baştan görme şansım olsa dediğiniz bir film

veya kitap var mı, varsa neden?

İlginç bir soru. “En beğendiğiniz film ya da kitap” değil, ya da “sizi çok

etkilemiş bir film ya da kitap” değil. Film üzerinden konuşursak, bir filmi

neden ilk defa görüyor olmak isterim? İlk görüşte izleyicide uyandıracağı

bazı duyguları tüketmiş olacağı için sonraki görüşlere fazla bir şey

kalmıyor olabilir. Sürprizli bir son veya bir gerilimin nasıl

sonuçlanacağının merak edilmesi gibi. O yüzden en en beğendiğim filmler

bu kategoriye girmeyecektir çünkü onlar ya aynı duyguyu yeniden

yaratabiliyordur ya da odaklanacak başka yanları vardır. Herhalde çok

beğendiğim bazı aksiyon ya da korku filmleri sorunuza uygun bir yanıt olur

benim açımdan, mesela John Carpenter’ın “Karakola Saldırı (Assault on

Precinct 13)” filmi ya da Ridley Scott’un “Yaratık (Alien)” filmi. Kitap

olarak da Kurt Vonnegut’un “Kedi Beşiği (Cat’s Cradle)” geliyor aklıma.

Tabi ki size göre ailenizce yazılan her şiir ve kitap özel ve değerlidir ancak, hiç ''bende yeri

çok ayrıdır'' dediğiniz bir eser var mı, varsa onu diğerlerinden ayıran nedir?

Turgut Uyar’ın “Divan” kitabını ve özellikle “Salihat-ı Nisvan’dan Saffet Hanımefendi’ye”

şiirini çok beğenirim ve severim. Teknik olarak bakıldığında ritmi, duygu olarak bakıldığında

hüznü ve anlatım açısından bakıldığında ruh halini aktarışı bence çok etkileyici. Hem de kadın

ağzından yazılmış bir şiir olarak. Tomris Uyar’ın da “Gecegezen Kızlar” kitabını çok severim.

Belki her iki kitapta da geleneksel formların -yani Divan şiirinin ve masalların- çağdaş

kullanımları hoşuma gidiyordur. Dünya görüşü olarak hiç muhafazakar bir insan olmasam da

sanat zevkimde biraz muhafazakarım belki.

Günümüz edebiyatının popüler kültürün de etkisiyle her geçen gün eski

samimiyetinden ve doğallığından bir adım uzaklaştığını görüyoruz. Siz bu konuda

ne düşünüyorsunuz?

Ben sorunun samimiyet ve doğallıkla ilgili olduğunu düşünmüyorum.

Yapmacıklık eskiden de vardı; kaldı ki yapmacıklığın sanatta yeri olmadığını

da iddia edemeyiz. Özellikle hayatın büyük oranda sosyal medyaya taşınması

sanat çalışmalarının beğeni toplama üzerine yoğunlaşmasına neden oldu.

Popüler olmaya çalışan sanat ürünleri asgari müştereklere hitap eder ve uzun

vadede kalıcı olma şansları azdır. Diğer yandan popüler olmaya

çalışmayanların da seslerini duyurma ve yaşama şansları çok az. Yani sanatlar

açısından çok kötü bir dönemdeyiz. Bir de üstüne eski yapılanları öğrenme

zahmetine katlanmayıp bir şeyler üretmeye çalışma hevesi, yani okumadan

yazma merakı, seviyenin çok aşağı inmesine neden oluyor. Genç kuşakların

eski kuşaklarda olduğu gibi sanatı bir meslek olarak görüp kendi birikimlerini

geliştirecek fırsatları yok gibi ama zaten öyle bir niyetleri de yok gibi

görünüyor.

18


Ayşenur Pamukçu | Röportaj

Turgut ve Tomris Uyar'ın sanatçı kişiliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?

İkisi de edebiyata profesyonelce yaklaşan insanlar bence. Mesleğin hak ettiği özeni

gösteren insanlar yani. Günlük yaşamdan tanıdığım için dikkatimi çeken diğer bir

nokta da ikisinin metinlerinde de bir içtenlik, sahicilik olması, yapmacıklıktan uzak

olmaları. Yıllar sonra hala okunuyor ve seviliyor olmalarının altında yatan

nedenlerden birinin bu sahicilik olduğunu düşünüyorum.

Son olarak, şu an yaptığınız mesleğin aile uğraşınızdan biraz uzak olduğunu söyleyebiliriz.

Bunun özel bir nedeni var mı yoksa yeteneğiniz o yönde olduğu için mi öyle gelişti?

Yoo, özel bir nedeni yok. Çocukluğumdan beri her zaman matematik bana çok çekici

gelmişti ve aklımın çalışma şekli o tarafa daha yatkındı. Ben de ona uygun bir meslek seçtim.

Şiirle iç içe büyümüş biri olarak özenti, birbirini tekrar eden ve sadece gelir için yazılmış eserler

hakkındaki görüşünüz nedir?

Her sanat ürününün kendi türünün en yükseklerini hedeflemesine gerek yok. Bütün dedikleriniz

olabilir, özenti ya da tekrarlı bir eser ortaya koyabilirsiniz, yalnızca gelir için yapıyor

olabilirsiniz. Önemli olan işinizi iyi yapmanızdır. İyi bir polisiye romanı okumak zevklidir,

hiçbir yeni tarafı olmasa bile. Hem kendi başına bir değeri vardır, mesela tatilde güzel zaman

geçirtir, hem de edebiyatta yeri vardır çünkü her sanat dalının eğlenceye yönelik işlere de

ihtiyacı vardır alanını genişletmek için. Sorun bunların birbirine girmesinde yatıyor. Sizin

dediğiniz yöntem ve amaçlarla üretilen ürünler iyi örnek muamelesi görüyorsa o sanat dalının

başı ciddi dertte demektir ki sorunuzdaki imaya bu bakımdan katılıyorum, gerek edebiyat,

gerek sinema, gerekse müzikte gördüğüm kadarıyla.

19


Efe Öztok | Şiir

Ölüm Kuramı

Soruların keskin bıçağını saplamışım

Göğsümün ortasına, sanrımın cambazına

Kafamın içinde kolsuz karıncalar

Karıncalar, bileden incinirken bile

Beklerler ölümü çığırtkan güz batımı

Çoğu zaman zarif katillerim

Çoğu zaman pervasız intiharlarım

Ölmekteyim çimlerin siyahlığına uzanmış

Kıvrımlı ve titrek bekliyorum

Dördüncü yaprağımı açmışım

Sinekler ve arılar dönüp durur başımın üstünde

Her biri yitik ve kör, arayıp durur

Yitik ve kör yoncanın üstünde

Çimlere yabancı, ellere yabancı

Siyahın ortasında güneşe yabancı

Sular vaftiz olmaz yağar üstüne

Çöl kırık bir aynanın içinde

Yonca kendine ait bir çölde

Ağlayıp yok olur bütün sular

Çerçevesiz aynanın sınırlarında

Kurak ve ölüm kokuyor bütün evren

Değişerek ve çoğalarak boyutlarında

Her şey birdenbire ölüyor istemsiz

Yaşayan tek şeyin ölüm olduğundan habersiz

20


Elifsu Özer | İnceleme

Veba

Albert Camus, yoksul bir baba ile okuma yazma

bilmeyen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş,

babasını çok küçükken savaşta kaybetmiş, sonrasında

annesinin çabalarıyla büyümüştür. 1947 yılında

yayımlanan Veba’yı Fransa’ya tepki olarak yazmıştır.

Roman; Cezayirlilerin Fransa’nın işgalci olduğunu

anlamaları, bu gerçeği görmeleri ve mücadele etmeleri

gerektiğini belirtmek için yazılmıştır. Kaderin

yenilgiye uğratılması ve toplumun özgürleşmesi

konusunda önemli bir yapıttır. Romanda vebaya karşı

savaşanlar, Fransa’da Cezayir işgaline karşı çıkan

siyasi grupları temsil eder.

Roman Cezayir’in bir Akdeniz şehri olan

Oran’da geçer. Oran oldukça sıradan ve alışılagelmiş

bir şehirdir. Başta insanlar apartmanlarında ve

sokaklarda ölü farelerle karşılaşırlar ve buna ilk tanık

olanlardan biri de Dr. Rieux’dür. Önceleri ölü

farelerden endişelenmezler. Ta ki şehirden gelen

beklenmedik insan ölümleri ortaya çıkıncaya, durumun

oldukça ciddi olduğunu anlayıncaya kadar.

Yaşanılanların açıkça veba salgınını işaret etmesiyle

birlikte şehir kendini karantina altında bulur ve tam

anlamıyla bir mücadelenin içerisine girer. Bu mücadele

insanların dönüm noktasını oluşturur.

‘’ Geleceği, yolculukları ve

tartışmaları ortadan kaldıran

bir vebayı nasıl düşüneceklerdi

ki? Kendilerini özgür

sanıyorlardı, oysa felaketler

oldukça kimse asla özgür

olmayacak.’’

Bu duruma gösterilen tepkiler de farklıdır: Bir

yandan kıyamet senaryolarıyla insanların bu cezayı hak

ettiklerini vaaz eden bir peder, diğer yandan her şeyin

sonuna geldiklerini düşünerek, kendilerini eğlenceye

vuran çoğunluk, bir yandan da hastalığın aşılması için

ellerinden geleni yapan gönüllü grubu. Bütün bu

süreci, salgının başından beri Rieux’ün yazdıklarından

takip ederiz. Doktor Rieux, bilimin gücüne

inanmaktadır. Eşi hasta olduğu için başka bir şehre

gönderilmiş, veba salgını çıkınca da eşinin yanına

gidememiştir. Şehirde kalmış, mücadele etmektedir.

Bu anlamda ne kadar yalnız olsa da mücadelesinde

yalnız değildir. Bazı yerlerde romanı, ziyaret için

gelmesine rağmen karantina dolayısıyla orada mahsur

kalan ve sonrasında sağlık görevlilerine yardım için

küçük çaplı bir gönüllü oluşumuna öncülük eden

Tarrou’nun günlüklerinden takip ederiz.

İllüstrasyon: Tülin Dilan Söğütlü

21


Elifsu Özer | İnceleme

Tarrou hem bize hem de doktora roman

boyunca çeşitli sorular sorar ve yaşanan olumsuz

hadiselere karşı daha felsefi, daha anlamsal

bakmaya çalışır. Joseph Grand, belediyede küçük

bir memur olarak çalışan, boş zamanlarında

hayatının romanını yazmaya çalışan yaşlı bir

adamdır; romanda, salgın boyunca istatistik

hesapları yaparak kahramanlara yardımcı olur.

Cottard, yargılanmaktan kurtulduğu için vebadan

haz alan tek insandır. Vebanın bitmesini hiç

istemiyor, aksine biteceğinden de endişe

duyuyordu. Vebadan önce kötü bir ruh haline

sahipken, kalkıştığı intihar ile bunu anlamak

mümkün, vebadan sonra dünyanın en mutlu

insanlarından biri haline geldi. Fakat yaşadığı bu

sinsi sevincin, aslında kendisini de bir kaybeden

yaptığının farkında değildi… Ramberd ise Oran’a

Arapların şehirdeki yaşam koşullarını araştırmak

için gelmiştir. Mahsur kalma sonucunda, özellikle

sevgilisinden ayrı kaldığı için, bunalıma giren

Ramberd roman boyunca şehirden kaçmanın

yollarını arar.

Birbirinden farklı bu insanları koşulsuz bir

şekilde bir araya getiren şey veba salgınıdır. Biz

okurlar, roman boyunca Dr. Rieux ve arkadaşlarının

mücadelesini okuruz. Arka planda ise Oran şehrinde

insanların yaşantısı ve mücadelesi vardır. Şehri

korku, endişe ele geçirirken karamsar ve

umutsuzluğa karşı çıkan biri vardır: Albert Camus.

Camus kendi felsefesini, yani bir başkaldırıyı ortaya

koyar. Ona göre Oran kentinin başına gelen bu

acımasız salgına karşı insan yazgısı, koşulsuz bir

teslimiyet değil, tüm varlığıyla mücadele ettiği bir

başkaldırıdır.

‘’Ama en kötüsü unutulmuş

olmaları ve bunu bilmeleri,

diye yazıyordu Tarrou. Onları

tanıyanlar buradakileri

unutmuştu çünkü başka şeyler

düşünüyorlardı ve bu da

anlaşılabilir bir şeydi. Onları

unutmuşlardı çünkü onları

buradan çıkarmak için

girişimlerle ve tasarılarla

kendilerini tüketiyorlardı. Çıkış

için yollar düşünmekten

çıkarılması gereken kişiyi

düşünemiyorlardı. Bu da

normaldi. Son olarak, en

büyük talihsizliklerde bile olsa,

kimsenin kimseyi gerçekten

düşünecek hali kalmamıştı’’

Romanda, vebayla gelen ölümlerin

sıklaşması, insanların başkalarının ölümüne

alışması ve insanların başkalarının ölümüne

duyarsızlaşması anlatılır. Yani Camus, şunu

belirtmek istemektedir: Bu dünyadaki asıl veba

hissizleşmektir.

Romanın sonunda ise direniş olumlu sonuçlar verir.

Vebayı yenerler ve gelecek için yeniden umut

doğar. Böylece Camus son mesajını burada verir.

İnsan kabul edemeyeceği şeyleri kader olarak kabul

etmemeli, başkaldırmalıdır. Umut ancak

başkaldırmayla mümkün olur.

22


Cansu Okumuşoğlu | Şiir

Sadece Leyla

Ben Leyla olmuşum

Mecnun'a Mecnun bile denmeden önce

Kimin umurunda?

Sonsuz bir vaha yansımış ruhuma

Fark etmeden bulmuşken kendimi kızgın kumlarda

Damla damla serilmiş yoluma kırmızı halılar

Kimin umurunda?

Sonsuz çığlıklar inlemiş önümden arkamdan

Yüreğim darbe almış,

duymamışım

Nice diller uzanmış yollarıma,

görmemişim

Zaman katilim eylemiş canımı canıma

Ölüme sevgimden, sarılmışım katilime

genç bir sarmaşık misali

Boğmuş olmalıyım ki canımı, yetişememiş elleri canıma

Zaten sevmek sarmaşık yetiştirip seni sarmasını

beklemekmiş

Sarılmışım bir camdan öbür cama

Ve hazırlamışım karanlık tabutumu yavaşca

Kimin umurunda?

Bir leylalıktır, yazılmış alnıma silinmeksizin

Kimin umurunda?

Ben Leyla olmuşum

Mecnun hiç gelmemişken

Günler akıp giderken, sudan izinsiz,

Kimselerin umurunda.

Elli sekiz kilo derdim olmuş, omuzlarım ağırlaşmış

Önce ölmüşüm,

derdim diye kendimden olmuşum

Sonra yine ölmüşüm,

derdim diye saçımdan olmuşum

Ben yalnızca benden olmuşum, benden habersiz

Kimin umrunda?

1

23


Dilara Uysal | Öykü

Adımlar

Metrodan çıktım, Güvenpark tarafından. Özleyip özlemediğimi bilmiyorum ama

aynı, yine aynı Kızılay kokusu… Simitçilerden, çocuklarını alışverişe çıkarmış teyzenin

elindeki poşetlerden, kuaförden yeni çıkmış kadınların saçlarından, oje ve parfümlerinden,

yolcu bekleyen taksilerden yayılan kokular… Hepsinin karışımı işte, Kızılay kokusu.

Yanımdan geçen kim bilir kaçıncı kadın, kaçıncı adam, kaçıncı çocuk; yanımda

atılan kaçıncı adım bu varlığını hissetmediğim… Farkında değilim bunları düşünürken

nerede olduğumun, yürüyorum öyle bir yöne doğru. Bir üst sokaktı aslında gitmek

istediğim yer, bu çıkıştan çıktım nedenini bilmiyorum. Biraz önce attığım adımla şu an

attığım adımı karıştırıyorum. Aynı noktaya basmıyorum ama aynı hissediyorum. Biraz

önce yanımdan geçen kısa saçlı sıfır beden kızı şu an yeniden görüyor gibiyim, tek farkı

montunun rengi. On adım ilerledim, yine aynı kız gibi. Bu sefer de sadece ayakkabıları

farklı. Anlattığım üç farklı kız aslında, yanımdan geçen üç farklı kişilik, farklı yaratılmış

üç ayrı insan. Ama hepsinin girmeye çalıştığı tek bir şekil var, belki giydikleri kıyafetlerin

markası veya gittikleri spor salonu bile aynıdır. Üçünde de tek bir saç tarzı, benimsenen

tek bir moda anlayışı var. O yüzden benim gördüğüm de üç aynı kişi. Çok farklı kişiler

olarak geldikleri bu dünyada, aynı kişi olmaya çalışıyorlardır belki, ya da farkında olmadan

aynı görünüşe bürünmüşlerdir.

24


Dilara Uysal | Öykü

Bunları düşünürken yürümeye devam ediyorum. Yine attığım adımların farkında

olmadan üst geçidin yanına kadar gelmişim. Yoldan süratlice geçen arabaların rüzgârı

bedenimi sarstı, kafamı yola doğru çevirdiğimde gördüğüm tek renk gri. Siyah arabalar,

gri parlak motorlar, griden başka görebildiğim renk yok. Hayatın griliği bu... Asfalt yollar,

arabalar, gökdelenler, alışveriş merkezleri, beton yığınları her yerde. Hayat gerçekten de

gri görünmüyor mu?

Üst geçitten karşıya geçmeye karar verdim. Merdivenlerine attığım ilk adımda ilk

basamağın gıcırdayan sesi, kulak tırmalıyor. İkinci basamağa attım sol ayağımı da ama

aynı ses yok. Üçüncü basamak, dördüncü, beşinci… Yok hiçbirinde o tını. Altıncı

basamakta durdum, aşağı baktım, ilk basamağa. Gözüm takılı kaldı o noktada ayıramadım.

Kulağım o gıcırtıyı duymayı bekliyor. Biri merdivenden çıkmaya karar versin de o ses

yeniden beynimde yankılansın diye bekliyorum. Yok... Kimse gelmedi bu sürede

merdivenin başına. Benden de korkmuş olabilirler, yani ben olsam korkardım. Tek bir

noktada durup arkamı dönmüş, donuk bakıyorum. Birinin geleceği yoktu, inmeye başladım

çıktığım basamakları: beşinci, dördüncü, üçüncü basamak... Ve iki ve bir … Ve işte

duyduğum o keskin melodi, diğerlerinden farklı, rahatsız edici belki, ama farklı. Diğer

basamaklar gibi susup, üstünden geçenleri memnun etmeye çalışmıyor, bağırıyor. İsyan ya

da mutluluk bilemeyiz ama sesini duyurmayı başarıyor, en azından bana.

Çıkmamaya karar verdim, geçmeyeceğim üst geçitten. Eğer karşıya geçersem -

bildiğim tarafa- daha önce tadına baktığım bir yemeği, aynı restoranda, yeniden yemiş

olacağım. Geçmezsem, nereye gittiğimi bilmeden yürüyüp, gri değil de yeşil ya da mavi

bir nokta bulabilirim. Bilmediğim bir sokak lezzeti belki ya da daha önce karşılaşmadığım

küçük bir esnaf lokantası, yemek istediğim ama fırsat bulamadığım yeni tatlar

keşfedebilirim.

25


Dilara Uysal | Öykü

Grinin içindeki kırmızıyı, maviyi, yeşili görmek istiyorum. Bunun için yürüyeceğim

bilmediğim yöne doğru. Umutlarım boşa çıkabilir, çıksa da sorun değil. “En azından

denedim” diyebilirim.

Cesaretimi yeniden kazanmış hissediyorum. Kalabalığın içine girdim, yürümeye

başladım. Siyah ya da beyaz herkesin montu, ben aralarında sarı, parlıyorum. Kalabalık

biraz seyreldikten sonra aradan küçük bir pembelik sızdı, altta, zıplayan bir pembelik.

Neşeli bir pembe mont, kafasında mor şapkası, boynunda yeşil atkısı, ayağında mavi

botlarıyla tam bir moda ikonu; gerçek, neşeli bir ikon. Minicik elleriyle annesinin elinden

tutmuş, gülücükler saçarak zıplıyor. Aşağıya bakmazsanız göremezsiniz o kalabalıkta,

kaybolur gider. O güzel şapkayı, o güzel ayakkabıları göremezsiniz. Ama bir kere bakınca

da hayatınız boyunca gözünüzün önünden gitmeyecek o mükemmel renkler. Daha da

dikkatli bakarsanız, elinden tutan annesinin de montunun yeşilliğini fark edebilirsiniz.

kusursuz.

Yemyeşil çimenlere tutunmuş, rengârenk bir çiçek, her yönden neşeli, her yönden

26


Ada Özgür | Röportaj

‘’Herhangi bir konuda ‘biliyorum’ diyen artık öğrenemez…’’

Son kitabınızda ''İnsanın En Kısa

Tanımı'' bölümünde ''İçlerinde bir

yerlerden sürekli onlara hatırlatılan

hayalleri, kulak asmadıkları taktirde

yıllar sonra 'keşke'ler olarak geri

döner'' şeklinde belirtmişsiniz. Pek

keşkelerimize neler sebep olur? Nasıl

kurtulur nasıl engel oluruz?

İnsan dediğimiz

varlık büyük

oranda “zihninin

içinde” yaşayan

bir varlıktır.

Bütün dünyayı ve

hayatında başına

gelen her şeyi

kendi zihni içinde

değerlendirir ve

kendisine özel

anlamlar çıkartır.

Buna göre de hayatı ve dünyası

şekillenir. Hayaller de yine insan

zihninin pek önemli bir özelliğidir ve

diğer hiçbir canlıda görmediğimiz

şekilde, insanlar olmayan şeyleri

hayal edebilir ve hatta o hayalleri

gerçeğe dönüştürebilir. Bu

olağanüstü özellik hepimizde vardır

ama, pek azımız hayallerimizi

gerçekleştirmek için harekete

geçeriz. Bunun temel nedeni de

çevremizden,

ailemizden,

kültürümüzden öğrendiğimiz kalıplar

ve kendimize dair önyargılardır.

Mesela hiç denemeden “yapamam”;

hiç tatmadan “sevmem”, hiç

görmeden “beğenmem” diye

düşünebiliriz. Başka bir deyişle,

zihnimizin içinde kendi kendimize

engel olan peşin hükümlerle

doluyuzdur. Bir insan ne zaman bu

yargılarına savaş açsa, ne zaman

cesaret edip yeni bir şeyler yapsa,

hayatına yeni bir tecrübe katar ve

gelişim

basamaklarını

tırmanmaya başlar.

Bunu yapmadığı

zaman ise olduğu

yerde sayar, hatta

zihnen ve ruhen

gerilemeye başlar. O

nedenle insan

olmak, çaba ve

cesaret ister.

Cesaretle ve

inandığımız yönde

attığımız adımlar, bizi zihnen

ödüllendirir ve bize kendimizi iyi

hissettirir. Geçmişimizde “keşke”ler

de çoğu zaman, cesaret

gösteremediğimiz; yapmamamız

gerektiğini bildiğimiz halde

yaptığımız yahut yapmamız

gerektiğini bildiğimiz halde

yapmadığımız durumlarla ilgilidir.

Hayatı cesurca yaşamak,

hayallerimiz için çaba göstermek ve

onları asla terk etmemek, keşke

dememenin ve pişmanlık

duymamanın en iyi yol

27


Ada Özgür | Röportaj

İnsanın konfor alanından

çıkmamasının asıl sebebi nedir ve bu

bağlamda atılabilecek en önemli

adımlar nelerdir?

Konfor alanı dediğimizde

genellikle rahat ve dertsiz olduğumuz

durumlar aklımıza gelebilir. Fakat

konfor alanı aslında, rahatsız olsak

bile terk edemediğimiz,

alışkanlıklarımız nedeniyle

sürdürdüğümüz tüm

alışkanlık ve

davranışlarımız için

geçerlidir. Normalde herkes

hayatında birçok şeyden

şikayetçi olabilir ama

insanların çoğu o şikayetçi

oldukları

şeyleri

değiştirmek için adım

atmaya, harekete geçmeye

gönülsüz gibidir. Çünkü

bildikleri yaşam, o

alışkanlıklar üzerine

kuruludur ve o “alanı” tek

ettikleri zaman ne

yapacaklarını

bilemeyebilirler. Bu

belirsizlik hali insanı en fazla

endişelendiren şeylerin başında gelir;

o nedenle de çoğu insan bulunduğu

hali değiştirmeye kalkışmaz. Ancak

çok zorlayıcı, mecburi durumlarda

davranışlarını değiştirmek ve başka

şeyler yapmak zorunda kalabilir.

Bazı insanlar ise bu zorlayıcı sebepler

olmasa da, kendi içlerinden gelen

Konfor alanından

çıkabilmek için:

- Hayatımızı nasıl daha

iyi hale

getirebileceğimizi

sıklıkla düşünmek

- Bize gerekli gelen

konularda adım atma

cesareti göstermek

- Hata yapma korkusunu

bir kenara bırakmak

-Hata yaptığımız zaman

bundan dürüstçe ders

çıkartmak

-İki günümüz eşit

olduğunda zararda

olacağımızı kendimize

sürekli hatırlatmak, en

önemli adımlardır.

seslere kulak vermeye ve

yaşamlarında farklı bir şeyler

yapmaya cesaret edebilirler. İşte bu

insanlar, zihinlerinde böyle bir karar

verdiklerinde konfor alanlarından

çıkmaya ve yeni imkanları

keşfetmeye başlarlar. Bir kez bu

anlamda kendini zorlamış insan,

konfor alanından çıkmanın, yeni

şeyler yapmanın, söylemenin ve

düşünmenin ne kadar geliştirici bir

şey olduğunu hemen fark

eder ve birkaç denemeden

sonra konfor alanında

çıkmak adeta bir alışkanlığa

dönüşebilir. Sürekli aynı

tekrarlar içinde, yani konfor

alanında yaşamak ise insani

gelişmenin en büyük

düşmanıdır ve adeta bütün

bize has ve üstün

özelliklerimizi zaman içinde

törpüleyerek bizi hayatından

hoşnut olmayan ve pişman

bir insana dönüştürebilir.

Ölüm gerçeğinin var

olduğu bir dünyada insan ne

uğruna yaşamalıdır? Kendinizi

boşlukta hissettiğiniz zaman neler

yaparsınız?

Bu soruya şöyle bir soruyla yanıt

vermeye çalışayım: Hiç ölmeseydik,

hayatımız nasıl olurdu? Ben bu

çalışmayı öğrencilerimle çok

yaparım. Düşünün siz de: Ölüm

olmasa ne yapardık? Biraz düşününce

fark edeceğiz ki adına “hayat”

28


Ada Özgür | Röportaj

dediğimiz şey de olmazdı. Bu yazıyı

okumazdık mesela; okula gitmez,

gelişmek için çalışmazdık. Yemek

yemez, hatta nefes bile almazdık.

Nasılsa ölmeyeceğiz, ne gerek var?

İşte düşününce görüyoruz ki ölüm,

hayatı hayatlandıran en temel

faktördür. Ölüm, yaşamın devamını

sağlar; canlılığın bu çeşitliliği,

tabiattaki bu gördüğümüz rengarenk

farklılıklar hep ölüm olduğu için

vardır. Dolayısıyla önce ölümü bu

açıdan anlamak, sonra bu geçici

hayatı, geçici işlerle çarçur

etmemenin yollarına bakmak lazım.

Zira öleceğini bilen tek canlı insandır.

Ona rağmen bunu “umursamayan” da

tek canlıdır. Geçici bir dünyada, her

şey de geçicidir ve geçici olan hiçbir

şey, öleceğini bilen bir insanı tatmin

edemez. O nedenle hayatımızı neye

adayacağımıza çok dikkat etmeliyiz.

Gerçekten anlamı olan, bizim

hayatımızla tüketilemeyecek,

milyonlarca sene geçse bile önemini

kaybetmeyecek bir fikre, bir hedefe

bağlı olan insanların hayatı, ölüm ne

zaman gelirse gelsin, dopdolu geçer.

Ben kendimi boşlukta hissettiğim

zamanlarda, tabiata bakar, onun nasıl

“can sıkıntısı” yaşamadığını çözmeye

çalışırım ve işte o zaman fıtratıma

uygun bir şeyler aklıma gelir ve işe

koyulurum.

Müzikle yakından ilgili olduğunuz

çoğu programda bahsediliyor. Ders

çalışırken, kitap okurken müzik

dinlemek konusunda birçok fikir var.

Siz bu konu hakkında bize neler

söylemek istersiniz?

Müzik insan zihnini çok meşgul

eden ciddi bir uyarıdır. Başka bir iş

yaparken müzik dinlemek o nedenle

genellikle verimi düşürür. Fakat bazı

insanların dış uyaranlara karşı

hassasiyeti düşüktür ve onların

zihinleri ortamda rahatsız edici

faktörler fazlayken daha iyi

odaklanabilir. Bu tip insanlar için

etrafta çeşitli sesler ve müzikler

olması iyi gelebilir. Ama diğerleri,

yani çoğunluk için, müzik, özel

olarak zihin ve zaman ayrılması

gereken bir meşgaledir.

29

İllüstrasyon: Tülin Dilan Söğütlü


Ada Özgür | Röportaj

Nörokuantoloji hakkında bilgi

edinmek isteyenlere kimleri veya

hangi kitapları tavsiye edersiniz?

Nörokuantoloji, şu anda Üsküdar

Üniversitesi’nde görev yapan Prof.

Dr. Sultan Tarlacı hocanın ismini

koyduğu ve bir dönem üzerinde

yoğun çalıştığı bir bilim alanıdır.

Maalesef Türkiye’de yeterli ilgiyi

görmediği için kendisi bir süre sonra

bu konuda çalışmalar yapmayı askıya

almış olsa da bence yakında önemi

daha iyi anlaşılacak olan bir alandır.

Kısaca, sinir sistemimizin

işleyişinde, kuantum fiziksel

olayların rolünü araştıran

araştırmaları bir araya getirmeye

çalışan bir alan olan nörokuantoloji,

hem fizik hem de biyoloji alanında

derinlikli bilgisi olan az sayıda

akademisyen tarafından çalışılan

konuları kapsar. İleride inşallah bu

konuda çalışanların sayılarının

artması, beynimizin işleyişiyle ilgili

bize çok yeni bilgiler de sağlayacaktır

diye düşünüyorum.

anlam dünyasını da doğru

yaşayamaz. O nedenle ben ikisi

arasında bir öncelik ayrımı pek

yapamıyorum.

İnsanın hangisini koruması daha

önceliklidir, fabrika ayarlarını mı,

manevi ayarları mı? Neden?

Bence aslında bu ikisi birbirinden

ayrılamaz. Eğer bir insan fabrika

ayarlarına; yani “fıtratına” göre

yaşamıyorsa, zaten manevi, yani

30


Ada Özgür | Röportaj

Şu anki yaşamınız boyunca elde

ettiğiniz tecrübeler ve bilgiler

sonucunda, hangi yaşta olursa olsun

verebileceğiniz en iyi tavsiye nedir?

Çok şey söyleyebilirim ama

öncelikle şunu söylemek isterim.

Benim hayat boyu en çok

faydalandığım bir cümlem, bir de

sorum vardır. Bunları kendime sık sık

tekrar ederim. Cümlem:

“bilmiyorum” cümlesidir. Bu sayede,

yani bilmediğimi bildiğim için

öğrenmeye devam ederim ve

“biliyorum” diyenlerden olmamaya

çalışırım. Çünkü herhangi bir konuda

“biliyorum” diyen artık öğrenemez…

Kendime yönelttiğim soru ise

“nereden biliyorum?” sorusudur. Bu

soruyu ne zaman sorsam, bildiğimi

sandığım şeyleri aslında bilmediğimi,

zannettiğimi fark eder ve aslını

öğrenmek için çalışmak zorunda

kalırım. Dolayısıyla verebileceğim en

iyi öneri, bildim demeyin ve

bildiğinizi zannettiğiniz her şeyin

kaynağını ve kökenini muhakkak

sorgulayın. Bunu alışkanlık haline

getirirseniz, sırtınız yere gelmez!

Prof. Dr. Sinan Canan’ a katkılarından dolayı teşekkür

“ ederiz…

31


Ece Tekiş | Deneme

EBEDİ YAŞAM

Bir dünya varsayalım. Üzerinde milyonlarca insan, hayvan, canlı… Ancak şu

an var olduğumuz dünyadan farkı insanların ölümsüz olabilmesi. Düşünülünce

kulağa pek cazip gelen bu durumun aslında olumlu sonuçlardan ziyade olumsuz

sonuçlar doğuracağı apaçık ortada. En başta insani duygularımız körelecektir. Aşk,

nefret, empati, heyecan, tutku vs. Bu duygular zamanla zedelenecek ve bu

duygulardan mahrum kalınacaktır. İnsanlar yaşlanmayacak, üstlerinden o kasvetli

ölüm korkusu kalkacaktır ve sonsuz yaşama sahip oldukları için daha mutlu

olacaklarını düşüneceklerdir, ancak bir müddet sonra zaman kavramını, zamanın

işleyişini yitirecekler, yavaş yavaş tatminsizlik, doyumsuzluk ortaya çıkacaktır.

İnsanlar bunun bilinciyle çoğu zarar verici, yapamayacaklarını zannettikleri şeylere

daha çabuk yelteneceklerdir. Bu neticede kaotik ve medeniyetten bir hayli uzak bir

topluma dönüşmek kaçınılmaz olacaktır.

Unutmamalıyız ki insanların ölümsüz olabilmesini zihnimizde canlandırdık,

dünyanın değil. Bunu göz önünde bulundurunca savaşlar, susuzluk, çevre kirliliği,

açlık, artan suç oranları ve daha nicesi baş gösterecektir. Varoluşsal amacımız

anlamını yitirecek, doğal denge bozulacak, insanların çoğalması ve üstüne üstlük

biyolojik yaşlarından daha uzun yaşamaları sebebiyle birçok hayvan, bitki nesli

tükenecek bunun etkisinde ekolojik denge olumsuz anlamda etkilenecektir.

Muhakkak aklınıza gelmiştir hiç mi olumlu sonuçları yok diye. Tabii ki var. Örneğin

bilgiye erişmenizin sınırı olmayacaktır. Dünyada var olduğunuz süre zarfında tüm

yazılı kaynaklara ulaşabilme imkânı var ya da yapmaya çekindiğiniz tereddütte

kaldığınız vakit bulamadığınız herhangi bir şeyi rahatlıkla yapacaksınızdır ama bu

durumun olumsuz sonuçları daha ağır basacaktır.

Demem o ki sonsuz yaşam kavramı bize sonsuz bir mutluluk sunmayacaktır.

Kim bilir belki de sonlu yaşam insanoğluna verilmiş bir armağandır.

32


Şener Bulcun | Şiir

Hayrân oldum zülfüne ben cânım

Dest-i câmından içmeyeli perîşanım

Bahar geldi ne elde kadeh ne gönülde kâm

Senden ırak olalıdır efgânım

Hayli zaman oldu almadım senden haber

Sitem ‘’saba’’yadır uğramadı cânânım

Uşşâkın gerçi yoktur senin benden gayrı amma

Servileri kıskandır revânın, endâmın

Kûyuna meyledeli terk eyledi sahbâ-yı Tarik’ın

Tarikın âşıkların rehgüzârıdır Sultanım

33


Umut Dedekargınoğlu | Şiir

Çığlık

Kör oldum,

Sağır kaldım,

Sarhoş,

Ciğeri beş bara etmez biri

oldum.

Fakat sevdan terk etmedi

beni.

Alkolsüz kaldım,

Zamanı içtim,

Tütünsüz kaldım,

Yaktığım şiirleri sardım,

Fakat sevdan terk etmedi

beni.

Sensiz kaldım tanrıya

sığındım,

Yağmura yakalandım,

Sensizliğe karşı

gözyaşlarımla ıslandım,

Fakat sevdan terk etmedi

beni.

Baharlar cehenneme döndü,

Çiçeklerim soldu,

Sert Ankara ayazında,

Aşkın, sevdan, acınla kaldım.

Neyim var neyim yok aldın,

Kurumuş ağaçlara benzedim,

Bu saf canla bu bedende

yandım,

Kalanlarla yandım,

Ömrüm yanıyor,

Sen terk ettin,

Fakat sevdan terk etmiyor

beni.

34


Aslı Uzunoğlu | Makale

Mercan Kayalıkları: Denizin Yağmur Ormanları

Tükettiğimiz deniz ürünlerinin çoğunun hayatı

dünyanın yağmur ormanları dediğimiz resiflerde

başlar. Okyanuslar hayatımızın birçok alanında

büyük etkiye sahiptir: iklim, ulaşım, ekonomik

gelir, yiyecek, ilaç. Sağlıklı bir okyanus olmadan

sağlıklı bir gezen düşünmek mümkün değildir. Bu

da okyanusların kalbi, mercan kayalıklarında

başlar.

Mercanlar Nedir?

Mercanlar, deniz omurgasızlarından

Anthozoa sınıfının üyeleridir. Mercanlar ne bir

kaya parçası ne de bitki olup gerçekte birer

hayvandır. Mercanlar genel anlamda, sert ve

yumuşak olmak üzere ikiye ayrılırlar. Sert

mercanların dış kısmı kalkerlidir ve birbirlerine

tutunmaya yarar. Yumuşak mercanlarda kalker

bulunmaz; dış kısımları kalsiyum içeren iğneler ile

sertleşip korunur.

Her mercan bir organizmadır. Üzerinde kese

görünümlü birkaç milimetre boyutunda binlerce

polipleri vardır. Ancak her polipin ayrı bir canlı

olduğu inanışının aksine, polipler hayvanın birer

parçasıdır. Poliplerin her biri dokunaçlarla

çevrilmiş dairesel bir ağızdır. Bir tek polipte

milyonlarca dokunaç bulunabilir. Bu dokunaçların

içlerindeki dokularda, mikroalg adında küçük

bitkiler bulunur. 1 cm kareye bir milyon tane

mikroalg düşer. Mikroagler fotosentez yapar ve

hayvanlar da bunu besin kaynağı olarak baz alır.

Yani esasen içlerinde yaşayan yemek fabrikaları

bulundururlar. Mercan büyüdükçe, yukarıya

doğru, iskeletini kaplayarak ve bir katman

oluşturarak gelişir.

Geceleri, mercan polipleri beslenmek için

iskeletlerinden çıkar ve uzun iğneli dokunaçlarını

çevrelerinde yüzen hayvancıkları avlamak için

kullanırlar.

Hem eşeyli hem de eşeysiz olarak

üreyebilirler. Eşeysiz üreme, tomurcuklanma

Mercanların ortalama 6.000 farklı türü bulunur

ve hepsi farklı şekil ve boyuttadır. Bazıları denizin

dibindeki büyük kayalara benzer. Bazıları kocaman

dallanmış desenlere veya masif levha şekline

sahiptir. Bazıları bir çiçeğin taç yapraklarına benzer.

Bu türler dünyamızın temel yapı türleridir. Onlara

bağımlı bir sürü organizma barındırırlar. Şu anda

bizim uzaydan çıplak gözle görebildiğimiz (Büyük

Set Resifi) bir yapıyı oluşturan ve konsorsiyum

halinde hareket eden ortak bir organizma gibiler.

Bir dış etken onlara zarar vermediği sürece

yaşamaya devam ederler. Peki mercanların

ölümüne neler sebep olur?

Mercanların Tahrip Olma Nedenleri

· Mercanların zarar görmesi ve ölmesinde

insanoğlunun yerinin büyük olduğu reddedilemez

bir gerçektir. Ancak mercanlara insanlar dışında

diğer unsurlar da zarar vermekte.

· Mercan madeni: Canlı mercanların sudan alınıp;

tuğla, yol dolgusu, çimento ve bina yapımında

kullanılmasıdır. Bunun nedeni içlerinde kireç taşı

barındırmaları ve inşaat malzemesi olarak

kullanılmalarıdır.

· Mercan kirliliği (Tortu ve diğer kirleticiler suya

girdiğinde mercan resiflerini boğarlar, onlara zarar

veren alglerin büyümesini hızlandırırlar ve suyun

kalitesini düşürürler. Ayrıca mercanları hastalığa

açık hale getirebilir; üreme ve büyümelerini

engelleyebilir ve resiflerdeki yiyecek yapılarını

bozabilirler.)

· Aşırı avlanma.

· Blast balıkçılık (Dinamit balıkçılığı olarak da

bilinen ve genelde yasadışı olan bu uygulama, balık

sürülerini kolay toplanmak için patlayıcı

kullanımıdır. Patlama genellikle altta yatan habitatı

yok eder.)

biçiminde gerçekleşir ve daha çok yumuşak

mercanlarda görülür.

35


Aslı Uzunoğlu | Makale

· Adalar ve koylara kanal kazımı.

· Zarar verici balıkçılık uygulamaları ve ısınan

okyanuslar.

Okyanusların dünyamızdaki karbon yutağı

rolü (Bazı karbon içeren kimyasal bileşikleri

belirsiz bir süre boyunca biriktiren ve depolayan,

böylece CO konsantrasyonunu düşüren, doğal

veya başka herhangi bir rezervuardır.)

· Atmosferik değişiklikler.

· Ultraviyole ışınları.

· Okyanus asidifikasyonu.

· Virüsler.

· Toz fırtınaları (Bilim insanları, uydu görüntüleri

yardımıyla Karayipler’deki mercan resiflerinin

zaman geçtikçe kötüleşmesinin Kuzey Afrika'dan

gelen patojenler kaynaklandığını düşünüyor.)

· Alg patlaması (Diğer bir adı yosun patlaması

olan ve çoğunlukla etkiledikleri su kaynağının

renk değiştirmesiyle anlaşılan bu olay, tatlı veya

tuzlu su sistemlerinde alg popülasyonunda hızlı

bir artış veya birikmesidir.)

· Mercanların ağarmasına neden olan küresel

ısınma.

Mercan Ağarması

Seksenlerde şaşırtıcı bir olay gerçekleşti.

Mercanların büyük bölümlerinin beyaza dönmeye

başladığı gözlemleniyordu. Bu olay birkaç hafta

süresinde oluştu.

Prof. Ove Hoegh-Guldberg (Mercan

Resifleri Bilimcisi) bu deneyimi şöyle anlatıyor:

"Seksenlerde bu garip olguyu araştırmaya

başladık. Kelimenin tam anlamıyla birkaç hafta

süresince resiflerin büyük bölümleri beyaza

dönüyordu. Kimse tam nedenini bilmiyordu. Biz

deney yapmayı sürdürdükçe anladık ki; bu bir

salgın değildi, çok fazla ışığın etkisi de değildi.

Gerçekleştirdiğimiz deneylerde mercanların

beyaza dönmesini sağlayabilmek için

yapabileceğiniz tek şey, sıcaklığı 2°C arttırmaktı.

(Mercan resiflerinin normal ortalama sıcaklığı 23°C

–29°C arasındadır.) Ph doktoramın sonunda

literatüre tedbirli kelimeler koymaya özen

göstererek: 'Belki de nedeni küreselısınmanın

resiflere erken etkilerinden biridir.' diyorduk."

Richard Vevers (Sualtı fotoğrafçısı, XL

Catlin Seaview Survey):

"İklim değişikliğine sadece havadaki bir

problemmiş gibi bakıyoruz ve 'Bir ya da iki derece

Celcius mu? Bu gerçekten önemli mi?’ diyorsunuz.

Ancak konu okyanuslara geldiğinde bu vücut

ısınızın değişmesi gibi bir şey oluyor. Bedeninizin

önce 1° santigrat, sonra iki santigrat derece

yükseldiğini hayal edin. Belirli bir zaman

sonrasında bu ölümcül hale gelecektir ve bu da

okyanusların durumunun ciddiyetini yansıtır.”

Karbon Döngüsü ve İlginç Bir Olay

Mercan resiflerinin önemini anlayabilmek

için öncelikle karbonun önemini anlamak gerek.

Karbon; hava, toprak, su ve canlılar arasında

dolaşır. Gaz halindeki karbon, karbondioksit olarak

atmosferde ve sularda erimiş haldedir. Su içerisinde

bulunan karbon, mercan resifleri ve suda yaşayan

canlıların iç veya midye gibi kabuklu canlıların dış

iskeletlerinde depo edilir. Karadaki karbon,

kireçtaşları, dolomitler gibi kayalar ve kalkerli

kabuklar, petrol, doğal gaz ve kömür gibi fosil

yakıtlarda bulunur.

Canlı organizmaların kimyasal yapısının bir

bileşeni olduğundan canlılar da bir karbon deposu

durumundadır.

Karbondioksit, atmosferi oluşturan su buharı

ve başka birçok gazla birlikte dünyaya sera etkisi

yaparak soğumasını önler ve yeryüzünü ortalama 14

derece sıcaklıkta tutar. Fakat son 150 yıldan beri

artan karbondioksit oranı, dünyanın %30 oranında

ısınmasına yol açtı. Ancak bu noktada ilginç bir

durum ortaya çıkıyor. Çünkü yapılan hesaplar, yılda

oluşan 8 milyar ton karbondioksitin yarısının yok

olduğunu gösterir. Karbondioksit, küresel

ısınmanın temel nedenlerinden biridir. Küresel

ısınma yüzyılımızın en büyük tehlikelerinden kabul

edildiği halde hala niye kaldıramayacağımız

boyutlara ulaşamadı? Ve bu karbondioksit fazlası

nasıl yok oluyor?

36


Aslı Uzunoğlu | Makale

Yapılan araştırmalar, ormanların ve

okyanusların insanoğlunun ürettiği milyarlarca

ton karbondioksitin yarısını emerek yok ettiğini

göstermekte.

Bitkilerin, daha hafifi olduğundan karbon

13 yerine karbon 12 içeren gazları tercih

etmelerine rağmen, okyanusların seçici olmayıp

tüm gazları kabul etmesi atmosferin

temizlenmesinde büyük rol oynar. Deniz bitkileri

çözünmüş karbon ile beslenir ve öldüklerinde bu

karbon denizin dibinde depolanır. Denizler

tarafından emilen karbon, oksijen üretmek için

kullanılmadığından da dünyadaki oksijen

seviyelerinde bir değişiklik görülmez.

Mercan Resifleri Olmasaydı Ne Olurdu?

Öncelikle mercan resiflerinin hızlı büyüyen

canlılar olmadığını ve yılda sadece 15 cm

büyüdüklerini bilmemizde yarar var. Büyük Set

Resifi bile son 20,000 yıldır oluşunu sürdürüyor!

Mercan resiflerinin dünyamızdan yok olmalarının

etkisi adeta domino taşları gibi ilerleyecek ve bu

dünyanın toplu yıkımına yol açacaktır.

Son 30 yılda dünyanın mercan

kayalıklarının %50'sini kaybettik. Araştırmaların

bazılarına göre önümüzdeki 30 yıl içerisinde

resiflerin 1/3'ünün yok olacağı savunulmakta.

Birçok uzman 2050 yılının kritik bir tarih

olduğunu ve küresel ısınma böyle devam ederse

2050 yılında dünyanın yaşanabilir olmaktan

çıkacağını söyler. Ancak en kritik yıllar

önümüzdeki 10 yıldır. Çünkü bu dönemde

alınacak önlemler ile geri dönülmez bir noktaya

gelip gelmediğimiz belli olacaktır. Peki yaşam

şeklimizi değiştirmezsek gelecekte bizi ne

bekliyor?

· Dünya Yaban Hayatı Koruma Fonunun raporuna

göre Akdeniz havzasında bulunan Türkiye'de

40°'ye yakın sıcaklıkların mevsim normali

olacağı, tarım alanlarının ise %40'ının kuruyacağı

belirtilmekte.

· Mercan resifleri sadece denizin %1'ini kaplasalar

da bütün deniz canlılarının ekosisteminin 1/4'ünü

etkiliyorlar. Binlerce deniz canlısı türleri, tek

yiyecek kaynakları ortadan kalktığı için, diğer

birçoğu da yırtıcılardan saklanacak yerleri

kalmadığı için yok olacaktır.

· Bu tehlikeyi insanların atlattığı sanılmamalı.

Özellikle kıyı bölgelerde büyük bir yiyecek krizleri

başlayacaktır. Ayrıca hayat kurtarıcı ilaçların büyük

bir kısmı kaybedilmiş olacağından sağlık endüstrisi

olağanüstü sıkıntıya girecektir.

· Küresel ısınma ve mercan ağarması, mercan

bazlı turizmi çekici olmayan bir olay kılacak veya

tamamen ortadan kaldıracaktır. Bu alanlarda çalışan

insanlar işlerini kaybedecekler. Bu da gelişmekte

olan ve küçük ada ülkelerini sert bir şekilde

etkileyecektir.

· Mercan kayalıkları, kıyı şeritlerindeki sel ve

erozyonları önlemeye yarıyorlar. Onlar yok

olduklarında kıyı şeritlerinde hızlı bir şekilde

erozyonlar başlayacaktır. Hatta bazı küçük ada

ülkeleri dünyanın haritasından bile silinebilir.

· Şu anda algılayamadığımız daha bir sürü ciddi yan

etkiler vardır. Bütün bunların en şaşırtıcı tarafı ise

listelenmiş maddelerin hiçbirinin varsayımsal

olmayışıdır. Hükûmetler arası İklim Değişikliği

Paneline göre global sıcaklığın sadece 1,5° artışı

bile dünyadaki tüm mercan resiflerinin %70-90'ının

neslini tüketebilir. Eğer global sıcaklık 2°C artarsa

bu rakamlar %99'a ulaşabilir.

· Uluslararası Mercan Resif Girişimi gibi dünya

kuruluşları ve devletler, mercan kayalıklarının daha

iyi korunması için girişimlerde bulundu. Fakat

dünyadaki herkes iş birliği yapmaya ve bu krizi

direkt olarak ele almaya başlamadığı sürece bu

çabaların hepsi nafile.

· Bazı tür canlılar ne kadar önemsiz görünse de bir

tanesinin bile nesli tükendiğinde besin zincirinde

büyük sarsıntılar meydana gelir ve bu da dünyanın

dengesini bozma yolunda ilerletir. Sadece daha iyi

bir gelecek için değil, evimiz dediğimiz bu

gezegende yaşayan diğer tüm canlılar için

sorumluluk almamız gerekli.

37


Aslı Uzunoğlu | Makale

Nasıl Yardımcı Olabilirim?

· Karbondioksit salınımını azaltmak için petrol

kökenli yakıtlardan bitkisel kökenli yakıtlara ve

hidrojen, rüzgâr, güneş enerjisi gibi yenilenebilir

enerji kaynaklarına yönelin.

· Resif dostu güneş kremleri kullanın.

Araştırmanızı yapın ve deniz yaşamına zararlı

kimyasallardan barındırmayanları seçin.

· Uzun ömürlü ampuller kullanın. Enerji verimli

ampuller sera gazı emisyonunu azaltır, bu da

küresel ısınmayı yavaşlatır.

· Çöplerinizi geri dönüşüme gönderin ve uygun

yollarla onlardan kurtulun. Yerlere çöp atmayın.

Dünyanın her yıl ürettiği 260 milyon ton plastiğin

ortalama %10'u okyanuslarda biter, bu çöpler de

mercanlara zarar verir.

· Gübre kullanımını azaltın. Gübrelerin içindeki

maddeler suyun kalitesini düşürür, suları kirletir

ve mercan resiflerine zarar verir.

· Çevre dostu ulaşım araçları kullanmaya özen

gösterin. Arabayla gitmek yerine yürümeyi,

bisikleti veya toplu taşıma araçlarını tercih

edebilirsiniz. Eğer araba almak niyetinde iseniz

hibrit ve elektrikli otomobil gibi yakıt verimli

araçlar seçin. Bunlar, atmosfere yayılan sera

gazlarının etkisini azaltmaya yardımcı olur.

Ayrıca okyanus asidifikasyonu ve ısınmasının

önüne geçer.

· Eğer dalmaya karar verirseniz mercanlara

dokunmayın ve kesinlikle onları koparmaya

çalışmayın. Onlar oyuncak değildir.

· Arkanızda çöp bırakmayın. (Hele de kumsalda!)

Buna ek olarak etrafta gördüğünüz çöpleri

toplamadan geçmeyin.

· Bir balık veya akvaryum alırken bilinçli davranın.

Canlı mercan almaktan kaçının ve alacağınız

balıkların sürdürülebilir bir ortamdan alınmış

olmasına dikkat edin.

· Su kullanımına dikkat edin. Ne kadar az su

tüketirseniz o kadar az su okyanuslara atık su olarak

geri dönecektir.

· Kâr gütmeyen organizasyonlara bağışta bulunun.

(coralrestoration.org, coralgardeners.org... vb.)

Bilgi, cehaletin en önemli ilacıdır. Cehaleti

toplumlar karşısında bir kalkan olarak kullanmaya

çalışan çıkarcı insanlara karşı koymamız ve el

birliği ile doğru olanı yapmamız gerekli. Aksi

takdirde kaybeden hep biz ve bizden sonra gelen

nesiller olacaktır. Bu öğrendiklerinizi etrafa yayarak

insanları bilinçlendirin. Denizlerin yağmur

ormanları için savaşmayı bırakmayın. Hiçbir şey

yapamasanız bile, bunların aklınızda kalması,

gelecekte bizi etkileyen konular hakkında bilgili

olup bir fikre ve görüşe sahip olacağınız anlamına

gelir. Sizden her şeyi alabilirler ancak beyninizin

içindekileri; asla. En önemlisi de zaten budur.

Kaynakça

https://telanganatoday.com/what-will-happen-ifallcoral-reefs-die

https://earthobservatory.nasa.gov/features/Dust

http://www.sureyelken.com/okyanus/mercanresifle

ri/

https://www.epa.gov/coral-reefs/what-you-candohelp-protect-coral-reefs

https://oceanservice.noaa.gov/facts/thingsyoucando

. html

· Evde veya okulda enerji tasarrufu yapın. Böylece

enerji santralleri tarafından salınan toksik duman

miktarı azaltılmış olur.

· Su yollarımızdan kimyasallar göndermeyin.

Bunlar, mercanların üzerindeki alglerin

büyümesini destekleyerek güneş görmelerini

engellerler.

38


“Kendinden süphe . etmeyen sanatçı, bir yere varamaz.”

Leonardo Da Vinci


Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!