Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
BAKIŞ
Çukurova Üniversitesi
Atatürkçü Düşünce Kulübü
2020
Duruştan gelen kültür, üretime dayalı gelecek adına...
BAKIŞ
Sayı : 2
Genel Yayın Yönetmeni
İsmail İLTER
Bakış Dergisi
bakisdergisi
Yayın Kurulu
Sevgi TURŞAKÖZ
Akın ATILĞAN
Güliz ALPAĞU
Recai Doğan ERGÖRÜN
Çukurova Üniversitesi
Atatürkçü Düşünce Kulübü
adkcukurova Cukurova_Adk ADK1919
Tasarım
Berkay YALİM
“Atatürk’ün izi, onun öldüğü noktada biter ama yolu bitmez; sonsuza
dek uzanır.”
Ahmet Taner KIŞLALI
İÇİNDEKİLER
6
Berkay YALIM Kimdir?
9 Türk Düşününde Batı Sorunu
12 Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi
15 Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu
18 Çankaya
21 Bunu Herkes Bilir!
24 Dönüşüm
27 Bir İdam Mahkumunun Son Günü
30 Türk Futbolunun Gelişmeme sebepleri
33 Ayasofya Müzesi
36 İstanbul’un Tarihi Eserleri
39 Sinema Köşesi
ÖNSÖZ
“Sevgili Okur,
Çukurova Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü olarak çıkardığımız Bakış dergimiz ile sizlerleyiz.
İki dönemdir derin ve yoğun uğraşlar sonucunda sizlere bilim, kültür, ekonomi, eğitim, sanat ve daha birçok
başlığı bulabileceğiniz geniş bir içerikle gelmiş bulunuyoruz. Kemalist düşüncenin ve gelişiminin yalnızca
Mustafa Kemal Atatürk ile sınırlı olmadığının bilincinde yazılar bulacağınız dergimizde; fikir üretiminin ve
orijinal bakışın renklerine sıklıkla denk gelmenizi umuyoruz.
Okumakta olduğunuz Çukurova Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü üyelerinin ilgi ve emek dolu günlerinin
ardından ilk sayısını çıkardığımız Bakış dergimiz, bir ideolojiden daha fazlasına ulaşmayı hedeflemektedir.
İçeriğini oluşturan ürünler ise, geleceğe ışık tutacak zihinlerin süzgecinden geçmiş bir dizi ifadeden
çoğudur. Okudukça hak vermenizi umuyoruz.
Keyifli okumalar ve sağlıklı günler diliyoruz.”
5
Adem Buluç
Soykırım mı Tehcir mi?( Ermeni Meselesi)
Soykırım mı
Tehcir mi?
(Ermeni Meselesi)
Tartışmanın başlangıcı, 1915’te alınan
bir karardan dolayı başlıyor. Aradan bir
asırdan fazla geçmesine rağmen hâlâ
çözülememiş ve tartışması devam eden
bir meseledir. Neden bu kadar çok tartışılıyor,
neden bunca süre geçmesine
rağmen çözüme varılamıyor? Aslında
genel olarak tartışma ‘’tehcir mi, soykırım
mı?’’ üzerinden kısır döngüye giriyor.
Türkiye tehcir olarak, Ermenistan ise
soykırım olarak kabul ediyor. Lakin bu
devletler, bunca zamana kadar birbirlerine
o kadar kapalı olmuşlar ki oturup
meseleyi tarafsız şekilde konuşamamışlar
ve bundan dolayı mesele çok farklı
konumlara gelmiş. Hem de bazı devletler,
siyasi çıkarları için bu olayın içinde
olmamasına rağmen kendi lehine kullanmıştır.
Özellikle Almanya, Nazi faciasını
unutturmak için sürekli Osmanlı’nın
tehcir uygulamasını soykırım olarak
göstermiştir. Ayrıca toplumlar arası o
kadar gerilim yaratılmış ki iki millet birbirine
nefret ve kin beslemiştir. Peki, ne
olacak, bu olayın bir çözümü veya sonu
olacak mı? İşte tam bu noktada bir üniversite
öğrencisi olarak çeşitli ve doğruluğu
daha yüksek kaynak ve yazarlardan
faydalanarak meseleye daha sağlıklı ve
yapıcı bir bakış açısı kazandırma amacındayım.
Öncelikle olayın içine girmeden, biraz
Ermeni ve Türk toplumlarının Osmanlı
zamanındaki ilişkilerinden bahsedelim.
Ermeni toplumunun, Osmanlı bürokrasisinde,
mimarisinde, sanatında,
kuyumculuğunda özellikle mühim görevler
üstlenip devlete ve topluma çok
katkıları olmuştur. Bunlar gerçekleşirken
asırlar boyunca iki millet, yani Türkler ve
Ermeniler birlikte yaşamışlardır. Özellikle
komşuluk ilişkileri son derece kuvvetli
olmanın yanında aile içi ilişkiler, akrabalık-sülale
ilişkileri bakımından birbirlerine
yakın olan iki toplumdu. Peki, ne
oldu da iki toplum birbirinden uzaklaştı?
Evet, olayın aslında daha derini vardı.
Bir Fransız Devrimi’nin getirdiği Milliyetçilik
akımı vardı. Yıkımın eşiğine gelen
imparatorluk çöküyordu ve Balkanlar’da
bağımsızlığını ilan eden uluslar oluyordu.
Bu, öyle bir akım ki tarih boyunca
6
devlet kuramayan milletler bile devlet
kurmaya çalışıyordu. Dünya, adeta bir
felakete gidiyordu. Dolayısıyla bundan
etkilenen bazı Ermeni temsilcileri de
özellikle Kars bölgesi ve civarlarında
devlet kurmak istiyordu. Osmanlı, o süre
içerisinde 1.Dünya Savaşı’nın içinde olduğundan
Ruslarla büyük bir mücadele
ediyordu. Osmanlı güç kaybedip geri
çekildikçe Rus ordusuyla birlikte hareket
eden Ermeniler de bölgeye giriyor
ve Ruslara minnet duyup, bölgede katliam
yapıyorlardı. Bunu yapan Ermeni
çeteleri, aslında tüm Ermeniler adına
yapıyordu(İlber Ortaylı, Osmanlı Devleti’nden
Günümüze Ermeniler, Ermeni
Külliyat 3, cilt11). Ek olarak CHP İstanbul
İl Başkanlığının yayınladığı günümüz
Türkçesiyle Nutuk kitabının 348 ve 349.
Sayfalarında Atatürk’ün bu olaylar karşısında
söylediği bazı cümleleri aktarmak
istiyorum. Özellikle dönemi yaşamış biri
olması bakımından, yurt toprakları tehlike
altında olmadığı sürece savaş çıkarmayı
bir cinayet olarak gören ve uluslararası
barışa katkı sunan Atatürk’ün
fikirleri, meseleye farklı bir açıdan yaklaşmamızı
sağlayabilir.
‘’Şüphe etmemek gerekirdi ki, Ermeni
kıtali konusundaki sözler, gerçeğe
uygun değildir. Aksine, güney bölgelerinde,
yabancı kuvvetler tarafından silahlandırılan
Ermeniler, gördükleri koruyuculuktan
cesaret alarak bulundukları
yerlerdeki Müslümanlara saldırmaktaydılar.
İntikam düşüncesiyle her tarafta
insafsız bir şekilde öldürme ve yok etme
siyaseti gütmekteydiler. Maraş’taki feci
olay bu yüzden çıkmıştı. ’Yirmi gün süren
Maraş soykırımında, Müslümanlarla
birlikte şehirde kalan Amerikalıların, bu
olay hakkında İstanbul’daki temsilciliklerine
çektikleri telgraf, bu faciayı yaratanları
yalanlanamayacak
bir şekilde ortaya koymaktaydı.’’
‘’Adana ili içindeki
Müslümanlar, tepeden
tırnağa kadar silahlandırılan
Ermenilerin süngülerinin
baskısı altında
her dakika öldürülmek
tehlikesiyle karşı karşıya
bulunuyorlardı. Canlarının
ve bağımsızlıklarının
korunmasından başka
bir şey istemeyen Müslümanlara
karşı uygulanan bu zulüm
ve yok etme politikası, uygar dünyanın
dikkatini çekecek ve onları insafa getirecek
nitelikteyken, aksinin yapıldığını
iddia ederek ondan vazgeçilmesini isteme
gibi bir teklif nasıl ciddi olarak kabul
edilebilirdi?” (Atatürk’ün CHP’nin İkinci
Kurultayında, 20-25 Ekim 1927 tarihlerinde
okuduğu Büyük Nutuk).
Osmanlı’da bu olayların üzerine kendince
önlemler aldı. Yani hükümet, tehcir
kararı almıştır. İttihat ve Terakki Hükümeti,
çoğunlukla Almanların Kurmay
danışmanlığı ile bu tehciri uygulamıştır.
Uygulamaya göre Ermenilerin, bugünkü
Suriye, Lübnan gibi coğrafyalara göç
ettirilmeleri kararlaştırıldı ve büyük kitleler
halinde göçler başlattırıldı. Lakin
hiçbir hükümet, böyle geniş çaplı bir
tehciri hele ki Dünya savaşındayken tatbik
edecek bir teşkilatı ya da bir kuvveti
oluşturması neredeyse imkânsızdır. Üstelik
insanlar harp şartlarında korkuya
kapılıp insanlıktan çıkabiliyorlar. O esnada
artık kimse orada düzeni, adaleti hatırlayacak
durumda olmuyor. Dolayısıyla
denetim gücünün olmaması ve uygulamanın
hayata geçmesi sonucu istenmeyen
olaylar yaşanmıştır. Süreç içerisinde
açlıktan veya öldürülen insanlar oldu.
Açıkçası acı ve üzüntü verici bir olaydır
ama Osmanlı için zaruri bir uygulamaydı.
Osmanlı Hükümeti, bu uygulamayı
keyfi veya nefret duygularından dolayı
değil, bilakis kendini korumak ve imparatorluğunu
sürdürmek adına yaptığı
bir çeşit savunmadır. Hatta bu kararı veren
İttihat ve Terakki Hükümeti üyeleri,
yaşanan bazı olaylardan ötürü derin bir
üzüntüye girmiştir. Bu bakımdan, imparatorluğun
yıkılış evresi üzücüdür. Fakat
unutmayalım ki dönemin koşullarını iyi
Adem Buluç
Soykırım mı Tehcir mi?( Ermeni Meselesi)
analiz etmemiz gerekiyor. Bu uygulama,
Osmanlı için bir elzemdi. Eğer keyfi olarak
insanları yok eden birileri aranıyorsa,
Nazi Almanya’sının toplu insan öldürmeleri
ve insanları fırında pişirmelerine,
Kırım Tatar sürgününe ve Karabağ
Savaşı’na bir göz atılabilir. Çünkü bir
olayı görmezden gelip diğer olayı sürekli
tartışmaya açmak, samimiyetsiz bir
tutumun göstergesidir. Devletler, eğer
kendilerini haklı göstermek istiyorlarsa,
bunu ciddi bir şekilde eğrisini büğrüsünü
ölçüp samimi bir şekilde sunmalıdır.
Aksi takdirde haklılık payı azalır ve tartışma
kısır döngüye girebilir.
Olayların kısa özetini olabildiğince
aktarmaya çalıştım. Süreç bu şekilde
gerçekleşti ve aradan bir asırdan fazla
zaman geçti, Ermenistan olayı her defasında
gündeme getirip bazı kazançlar
elde etmek istiyordu ve hâlâ istiyor.
Osmanlı Hükümeti’nin yapmış olduğu
tehciri soykırım olarak gösterip yeni kurulan
ve Osmanlı’nın idari yapısından
tamamen farklı olan Türkiye Cumhuriyeti’ne
bazı yaptırımlar uygulanmak
isteniyor. Şayet Türkiye Cumhuriyeti,
soykırım olarak kabul ederse sonucunda;
aşırı uç miktarda tazminat, yurtdışındaki
Türklerin ırkçılığa ve ayrımcılığa
maruz kalması( hem maddi hem
manevi), bazı toprakları verme vb. gibi
yaptırımlara maruz kalabilir. Görüyoruz
ki Ermenistan, yıllar boyu süren dış dünyada
büyük bir propaganda sürdürüyor.
Hatta bir anekdot olarak, Ermeni tehcirini
başlatan kişiler arasında olan Talat
Paşa’yı, 15 Mart 1921’de Almanya’da suikastle
öldüren Soğoman Tehliryan’ın ,
Erivan’da (Ermenistan’ın en büyük şehri
ve başkenti) heykeli dikildi. Heykelinin
ayak ucunda Talat Paşa’nın kesik başı
var. Bu bize gösteriyor ki Ermenistan’ın
devlet idaresi, bu meseleye nefretle ve
kinle bakıp olaya yapıcı yaklaşamıyor.
Bazı uzmanlara göre ise Ermenistan yöneticileri,
bu tür milliyetçi tutumlar içerisinde
davranıp halkın oyunu, takdirini
kazanıp iktidarlığını sürdürme peşinde.
Aslında bu tutumu sergileyen birçok
devlet yöneticisi var. Kendi halkının milliyetçi
duygularından beslenip çokça oy
toplayabiliyorlar. Peki, her şeye rağmen
bu olayın daha sağlıklı çözümü nedir?
Aslında çözüm çok basit gibi gözükebilir
ve dikkate alınmayabilir ama çözüm
gerçekten basit. O zaman çözüme bir
(Sırasıyla Enver , Talat ve Cemal Paşalar. Tehcir uygulamasını yöneten İttihat ve Terakki yöneticileri.)
göz atalım.
Çözüm
Türkiye Cumhuriyeti, bu meseleye karşın
daha sağlam bir duruş sergileyip, olayı
daha objektif bir biçimde değerlendirmeli
ki bazı ortalık karıştırmak isteyenlere
geçit verilmesin. Bu tartışmanın bir
sonu yok ve yapıcı davranmak iki devlet
içinde arz eder. Aslında bu birilerinin
düşüncesi değil, bu olması gerekendir.
Çünkü devlet işleri akılcılık ve gerçekçilik
ışığında yapıcı çözümler ister. Bu tür
kısır döngüye giren tartışmalara girmek
pekte akılcı olmuyor. Özellikle bu konu,
bu iki devleti ilgilendirdiğinden, başka
devletlerin yönlendirmelerine maruz
kalmadan ve bir an önce bir araya gelinip
sorunun çözümü için masaya oturmaları
gerekiyor. Başka bir seçenek yok
gibi gözüküyor ve hassas bir konu olmasından
dolayı bu işin ve çözümünde hâkim
kişilerin bulunması gerekiyor. Masada
elbette kavgalar ve sükûnetli anlarda
olacaktır. Lakin iki devlette birbirlerinin
meyvelerini tatmaya başladıktan sonra
sorun yavaş yavaş ortadan kalkacaktır.
Aslında olması gereken de bu coğrafyanın,
iki topluluğunun beraber yaşamasıdır.
Hem Ermenistan’ın refahı artar hem
de biraz daha huzura kavuşur. Türkiye’de
aynı şekilde Ermenistan ile iyi geçinmeli.
7
Özellikle iki toplumun arasındaki gerginlik
bir anda bitecek değil ama Dünya
çok farklı ve uygar toplumlar, her zaman
sorunlarını daha yapıcı şekilde çözmek
ister. Çünkü tam tersini uygulamak fayda
sağlamaz ve iki devlette zarar görür.
Ayrıca iki devletin toplumlarında yaratılan
algıların ve sloganların yaratmış
olduğu nefret duygusunu azaltmak adına
yöneticiler rol model davranabilir ve
çeşitli tarih uzmanları konuyu gerçekçi
bir biçimde çeşitli platformlarda aydınlatabilir.
Sonuç olarak bu, çok uzun bir
süreç ama çözülebilir. Yani Çözüm İlk
olarak devlet yöneticilerinden ve çeşitli
uzmanlardan başlamasıyla, halkında
sağlıklı bir biçimde aydınlatılmasıyla birlikte
ortada ne nefret ne de kin kalır. Her
şeye rağmen, toplumlar çok acı yaşadı
ve yaşıyor, artık aydınlığa ve uygarlığa
kucak açmalıyız. Yani önce yurtta sulh,
sonra cihanda sulh!
Sevgi Turşaköz
Cinsten Öte Bir Kimlik
Cinsten Öte Bir Kimlik
Yeni doğmuş bir bebek dahil olmak
üzere tüm insanlar, hayatları boyunca
belirli şemalara sahiptir. Yaşantımızın
ilk evresinde basit refleksler olarak
kendini gösteren bu şemalar, tecrübe
edindiğimiz unsurlarla birlikte gelişerek
yeni şemalara zemin oluşturur. İlk kez
Jean Piaget tarafından kullanılan şema
kavramı; kişinin içerisinde bulunduğu
dünyayı anlamlandırmak üzere geliştirdiği
bir bilişsel yapı, edinilen bilgilerin
oturacağı bir çerçeve anlamını karşılar
(Özdemir, Özdemir, Kadak ve Nasıroğlu,
2012). Size “hırsız” kavramını hatırlattığımda,
fiziki ve karakteristik özellikler
dolayında zihninizde oldukça somut
birini canlandırabilirsiniz. O hırsız büyük
elleri, esmer ve soluk bir teni, uzun
boyu ve kır, dağınık saçları olan; ağzı
bozuk, huysuz, aceleci ama temkinli bir
kadındır. Evet, bir kadındır. Kim bilir, bir
erkek beklerdik çünkü “kadın” şemamız,
bu özelliklerden hayli uzak unsurları taşıyor
olabilirdi. Bireysel hakimiyetimiz
ve farkında oluşumuz doğrultusunda
beklentilerimizin seyri farklı gelişebilirdi
ancak değineceğim asıl unsur şudur ki;
toplumsal cinsiyet kalıplarının beklediği
bir “kadın” ve bir “erkek” vardır. Toplum;
aynı toprak parçası üzerinde iş birliği
yapan insanların oluşturduğu canlı bir
yapıdır. Çok yönlü işlevsellikleri olmasının
yanı sıra her toplumu oluşturan ve
yenilenebilen belirli değerler vardır. Bir
toplumun barındırdığı kitlelerin siyasete
yönelik bakış açıları, o toplumdaki çocuklara,
doğal kaynaklara, eğitime
yönelik duruş, yine toplumun tarihi gelişimine
dair değer algısı bunlara örnek
verilebilir. Bu değerler içerisinde ele
alabileceğimiz; toplumda kadının ve erkeğin
belirli bir alan kısıtlaması olduğu
düşüncesi, toplumsal cinsiyet kalıplarına
temel sayılabilir. Bu yazımda; başkalıkları
ne olursa olsun, tüm insanlar arasında
toplumsal ve siyasal haklar bakımından
hiçbir ayrım bulunmaması durumu olan
eşitlik kavramının, toplumsal cinsiyet
algısına entegre edilebileceğine ve bu
yetkinliğin gerekliliğine farklı somutluklardan
yaklaşacağım.
Ana içeriğe yaklaşmışken üzerinde duracağımız
asıl başlık nedir ve ne değildir,
net olarak anlamlandırmak vesilesiyle
iki farklı kavrama değinmekte yarar olacaktır:
cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet
(gender). Cinsiyet kavramı; biyolojik
dolayda döllenme sonucu bireyin dişi,
erkek yahut interseks olma durumunu
kapsamaktadır. Kişinin fiziksel özelliklerini
ve bazı hormonal değişkenliklerini
tetiklemekte, cinsiyet etkilidir ancak bu
değişimdeki tek etmen, cinsiyet değildir.
Toplumsal cinsiyet kavramına baktığımızda
ise; cinsiyetlere toplum tarafından
yüklenen belirli fiziksel, biyolojik, davranışsal
ve zihinsel özelliklerin tümüdür.
“Kadınsı” ve “erkeksi” ifadeleri, toplumsal
cinsiyet kavramının açıklama alanıdır. Bu
ifadelerin algısı, toplumlarda ve kültürlerde
çokça farklılık gösterebilmektedir.
Dönem dahilinde alışılmış sayılan kadın
ve erkek figürleri, toplumsal cinsiyet algımızı
büyük oranda etkilemektedir (göz
önünde bulunan bir mankenin kadın ve
erkek algımız üzerindeki etkisi buna
8
buna örnek gösterilebilir).
Günümüzde kadına ve erkeğe atfedilen
olguların, davranışların, yaşayış biçimlerinin
olmadığı toplum yok denecek
kadar azdır. Bir kültür içerisinde bulunmadan
sağlıklı bir gözlem sonucu elde
edememekle birlikte; bu durumu evrensel
çaptaki yayın organları, eserler, moda
kisvesindeki unsurlardan tahlil edebiliriz.
“Kadın işi” olan eylemsellikler yahut
“erkek gücü” isteyen uğraşlar, cinsiyetin
ötesinde toplum yanılsaması dolayında
seyretmektedir. Verdiğim somut örnekte
bahsi geçen unsur, biyolojik yapı dahilindeki
güç hakimiyetini aşmıştır: Gücü,
erkeğe zorunlu kılmak ve kadının üretim
alanına sınır çizmek aşamasına geçmiştir.
Toplumsal cinsiyet kalıp yargılarının
büyük çoğunluğu güç, duygusal yapı,
doğurganlık, liderlik ve özellikle az önce
değindiğim bütün bu olguları da tetikleyen
medya unsurları etkisiyle ilerlemektedir.
Haricinde ülkelerin istatistiklerine
ve toplumsal cinsiyet eşitliği adına araştırmalar
yapan uluslararası oluşumlara
baktığımızda genel bir sonuca çıkmak
kolaylaşabilmektedir. Bütün bu gelişimin
sonucu olan somut durumların
seyrine baktıktan sonra ise bu eşitsizliğe
iten soyut temellere değinmekte fayda
olacaktır.
Toplumlardaki çalışma imkanlarına
baktığımızda açıkça bir fırsat eşitsizliği
gözlemek mümkündür. Sektör fark etmeksizin
kadın ve erkek olmanın, çalışma
koşulları dahil olmak üzere imkanlar
bağlamında bir etkisi olmaktadır. Uluslararası
Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2015
yılındaki “Çalışma Hayatında Toplumsal
Cinsiyet Eşitliği” araştırmasına göre; Türkiye’de
toplumsal cinsiyete dayalı ücret
farklılığı oranı %20’dir (erkek ve kadın
medyan ücretleri arasındaki farkın erkek
medyan ücretine bölünmesi sonucu
elde edilmiştir). Yine ILO’nun Mart 2019
verilerine göre bir ilerleme kaydedilmedi
ve gelişim için büyük sıçramalar gerektiğine
değinildi. Aynı yılın İŞKUR verilerine
göre kadınların en çok istihdam edildiği
mesleklerde temizlik işçiliği, dikiş işçiliği,
sekreterlik gözlenirken; erkeklerde bu
alanlar şoförlük, beden işçiliği (somut
emek gerektiren çalışma alanları, inşaat
işçiliği gibi) ve işletmecilik olarak kayda
geçmiştir. Bütün bunların yanında Dünya
Ekonomik Forumu’nun (WEF) 159 ül-
Sevgi Turşaköz
Cinsten Öte Bir Kimlik
keyi kapsayan “Cinsiyet Eşitliği Raporu
2020” çalışmasına göre Türkiye, kadının
çalışma hayatındaki temsil oranının en
düşük olduğu ülkeler arasında yer almıştır
(130. sıra ile). Cinsiyet eşitliği listesi
hazırlanırken; kadınların ekonomiye
katılımı, fırsat eşitliği, eğitim ve sağlık
imkanları ve kadının siyasi olarak güçlendirilmesi
gibi kriterlere bakılmıştır.
En iyi temsil oranı ise İskandinav ülkelerinde
gözlenmiştir. Aynı çalışma göstermiştir
ki, değerlendirmeye giren tüm
ülkeler için eşit işe eşit ücret koşulunun
sağlanması 257 yılı bulabilecektir.
Birçok çalışma alanından kadın ve erkek
temsilcilerle yapılan ulusal ve uluslararası
çalışmalarla da teyit edilmektedir
ki, çalışma hayatındaki cinsiyet eşitsizliği
yoğun bir seyir göstermektedir.
Kadınlar, aile içi sorumluluklarının kariyerlerinde
bir itici güç olmadığını düşünmektedirler
(PwC Türkiye, Çalışma
Hayatında Cinsiyet Eşitliği, Mart 2018)
ancak mülakatlarda erkeğe sorulmayıp
kadına sorulan bir evlilik ve bir çocuk
sahibi olup olmama sorusu açıkça eşitlikten
uzak tahlil koşullarını göstermektedir.
Devam eden çalışma hayatında
“babayı” ayrıştırma ve bir kalıba bağlama
durumu, babalık izni dolayında gözlenebilir.
Türkiye’de İş Kanunu’na göre
çalışan erkek, eşi doğum yaptığında
babalık iznini kullanma hakkına sahiptir.
Memur ve işçi için farklılık gösteren bu
süreç, 5-10 güne tekabül etmektedir.
Aynı kanunun anneye tanıdığı doğumdan
önce ve sonra 8’er hafta olmak üzere
toplamda 16 haftalık iznin çok kısıtlı
bir miktarı, babaya tanınmaktadır. Fiziki
toparlama ve yıpranma payını hesaba
kattığımızda kadına verilen bu sürenin
makul olduğunu düşünmekle birlikte;
asıl eşitsizlik unsurunun erkeğe tanınan
sürede seyrettiğini görebilmekte
yarar olacaktır. Baba ile çocuk bağının
oluşması ve ev içi iş bölümünün sağlıklı
izlenmesi açısından bu imkan farklılığı,
yine cinsler dolayında kalıpları tetikleyici
rolde sayılabilir. Aile içi ve bunun
getirisi olarak ev içindeki toplumsal
cinsiyet rolleri, en somut örnekleri sunabileceğim
bir başka araştırma unsurudur.
Nüfus cüzdanının emanet edildiği
kadından tutun da ev içi bir iş bölümü
durumu olduğunda belirli “avcı-toplayıcı”
algılara yenik düşen zihniyet, kadını
ve erkeği tek tipleştirmekten öteye
geçememektedir. Kadınların eylemsel
kılındığı, kılınabileceği en yüce alanın
“aile” olduğu düşüncesi, bir cinsi baştan
ketlemek ve var olan potansiyeli sömürmekten
ibaret bir rota oluşturmaktadır.
Aynı şekilde bir erkeğin ev içi sorumluluklarını
erkek işi sayılan olguların dışında
ele alabildiğimiz kadar, kimlik teşvik
edebilme refahını kamçılamış olacağızdır.
Kadını, anne olmadan tam ve erkeği,
güçlü eş olmadan var görebilmek; daha
sağlıklı ailelerin inşasına destek sayılabilir.
9
Aile içi şiddetin her türlüsünün temel
bir başka sebebi de bu “görevleri” reddetmiş
kadın yahut erkek algısıdır. Ev
içi sorumluluklarını yerine getirmeyen
kadınlar yoğun bir şekilde psikolojik ve
fiziksel şiddete ve hatta öldürülmeye
varan sonuçlara ulaşmaktadır. Eşini ev
içerisinde mutlu edemeyen, ekonomik
refahı sağlayamayan erkeklerin büyük
çoğunluğu partneri tarafından psikolojik
şiddete maruz kalmaktadır. Algının
eğitilebildiği boyutlarda gözlenecektir
ki ev içerisinde kişinin anne, baba, eş
gibi sıfatlarının olmasının yanı sıra müşterek
bir paylaşımla sağlıklı ebeveyn ve
sağlıklı partner olunabilmektedir.
Zihinsel süreçler dahilinde ele alınan
kadın ve erkek beynine yönelik iddialar,
taraflı bir sonuç arzulayan boyuttadır.
Kadınların doğaları gereği zarafete, ılımlılığa,
ara buluculuğa, sanata; erkeklerinse
savaşmaya, yönetmeye, kontrole,
gür sese ait oldukları düşüncesi keskin
bir var oluş iddiasını barındırmaktadır.
İnsan, yapısı gereği evrilir ve sürekli bir
gelişime sahiptir. Bir kadın, sağlıklı bir
spor hayatı ile birlikte kas yapısını ortalama
bir erkek vücudu kas yapısından
daha gelişmiş seviyelere taşıyabileceği
gibi kendini bir alanda hakim de kılabilir.
Aynı şekilde bir erkek doğasında sanatı
da barındırabilir ki sanatın cinsiyeti
yoktur. İlkel düzenden sıyrılan her dünyevi
rotada, akıl ve gelişimi temel saymak
eşitlik için büyük bir adım olacaktır
çünkü “kadının doğası” ve “erkeğin doğası”
ile başlayan her cümle, potansiyel
bir alternatif kırıcıdır. Her karakteristiğin
ve duruşun geliştirilebileceği gerçeği,
fıtratın ötesinde bir kimlik taşıdığımıza
kanıt niteliğindedir. Kadına ve erkeğe
dair şemalarımızı şekillendiren unsurlar
içerisindeki medya, eğitim ve kültür
başlıklarını ele almak istiyorum. Medya
dili ve görsel aktarımı, çocuktan tutun
yetişkin her bireyi etkisi altına alması
üzerine programlanmıştır (nöro-pazarlama
alanı direkt olarak bu amaçla faaliyet
göstermektedir). Medya vesilesiyle
kadın-erkek iletişiminden giyim tarzına,
cinsiyetlerin beceri alanlarından fiziki
unsurlarına dek pek çok olgu ile ilgili izlenimlerimizi
sağlamlaştırabiliriz. Yayın
organlarının çok da saf olmadığını, tek
tip bir kadın ve erkek yaratma çabasından
da çok; tek tip bir algı yaratma ama
Sevgi Turşaköz
Cinsten Öte Bir Kimlik
cı gütmeleriyle gözleyebiliriz. Bu vesileyle
ürünlerini pazarlayacakları kitleyi
“bire” indirgeyip amaçlarına çok daha
hızlı ve çok daha emin adımlarla ulaşabilirliklerini
sağlamlaştıracaklardır. Gelişim
sürecindeki bir zihni almanın ve o
zihne cazibe yaratmanın yollarına ziyadesiyle
hakim olan bu kültür; belirli bir
kadın-erkek vücudu, cinsiyetler için kabul
görmüş statüler, çocukluğumuzun
renk alternatiflerine kadar toplumsal
cinsiyetin çoğu başlığına dokunmaktadır.
Yine medya aracılığıyla pazarlanan
cinsiyetlerin seksüel boyutu, zihinde
ulaşılabilir üst sınır sayılacağından hayat
tatmini ve kalitesine ket vurabilmektedir.
Bir başka örnek daha vermem gerekirse
oyuncak bebeklere ilgi duyan bir
oğlan çocuğu, kendini sırf reklamlarda
gördüğü arabalarla oynayan diğer tüm
“norma” oğlan çocukları gibi olmadığı
için sorgulamaktan alıkoyamaz. Toplumsal
cinsiyet kalıpları, bir nesli öteki
kılar ve bu bağlamda ne yazık ki kendini
dış, soyut hisseden zihinleri bulanıklaştırmada
etkilidir.
Sona yaklaşırken kültürün ve kültür
içerisine yerleştirilmiş eğitimin, toplumsal
cinsiyet kalıp yargılarımızdaki
işlevselliğine değinmek istiyorum. Yazımın
başında da değindiğim şemalar,
doğduğumuzda yalnızca basit reflekslere
hakim olacağımız düzeydedirler.
Kadını ve erkeği öğrendik; tıpkı işlere
ve renklere cinsiyet atfetmeyi öğrendiğimiz
gibi. Ataerkil bir kültürde oğlan
çocuğuysak kendimizi şanslı hissettik,
ne mutlu bize ki kız gibi değil de adam
gibi oluşa sahiptik. Cinsel deneyimleri
ve güdülenmeleri erkeğe ve erkek oluşa
has sanmaya programlandık. Oysa Gündüz
Vassaf’ın kıymetli denemelerinden
birinde bahsini geçirdiği gibi, “Seksten
yoksun bir toplum gibi ürkünç bir tehdit
ortaya çıkınca, özgürlük de cinsel farklılığı
korumak anlamına geliyor.” (Vassaf,
G. (2018). Cehenneme Övgü, İstanbul:
İletişim). Berrak zihnimizi bu uçluğa alıştırdılar
ancak eğitilebilir bir boş çerçeve,
umut vaat edicidir. O sebepledir ki bir
çocuk yetiştirmek, bir nesil yetiştirmektir
ve özellikle toplumsal cinsiyet kalıplarının
prangalarından kurtuluş, temiz
zihinlere aktarılan kültürle ve nesilleri
eğitmekle kazanılacaktır; her kurtuluşta
olduğu gibi.
Bizi uçlaştıran unsur, çocukluğumuzda
duyduğumuz kadın özelindeki küfürlerin
erkeklerin gür ses tonlarıyla yankılanma
sıydı. Erkeksiliğimize sığınıp insaniyetimizin
duygusallığından mahrum
kaldık. Bizi göz yaşlarımızdan ettiler,
tıpkı bazılarımızı yönetmek kabiliyetinin
farkında olamayacak kadar körelttikleri
gibi. “Erkek gibi kadın” isek güçlüydük,
oğlan çocuğuysak erkek adam olacaktık,
erkek adamsak pembe rengini sevmeyecektik.
Bizi tercih etme özgürlüğümüzden ettiler.
Onlar konuşarak; sorgulamaya ve
öğrenmeye aç gelişim alanımıza hazır
bir malzeme sundular. Bu sebeptendir
ki her devrim dilde başlar ve her devrim
dille kuvvet bulurdu; değişimi sözcüklerine
dökemediler. Adam gibi olmanın
meziyet olarak pazarlanmadığı yarınlarda,
eşit işe eşit ücret imkanlarını konuşabileceğiz.
Babalığın katı ve despot bir
duruştan geçmediğinin anlaşıldığı günlerimizde,
çocuklarımız için alabileceğimiz
iznin süresi uzayacak. Küfürlerin
içerisinde kadından uzak, erkeğin gücüne
yakın unsurları daha az duydukça
sırf kadın kimliğimizle birine namus, süs
olmamaya başlayacağız. Dilde başlattığımız
devrimimizde, kadının ve erkeğin
belirli bir yeri olmadığını zihnimize de
yerleştirebileceğiz.
10
Yarınların cevheri ve çağdaş zihinleri
bizleriz, işveren ve işçi olduğumuz günlerde
mücadele edecek senaryoların
yıkıcılığını yontmaya bugünden başlamak
sorumluluğundayız. Kadını ve
erkeği daha özgür kılmaya yönelik her
adım, toplum inşasının yapı taşı niteliğindedir.
Elbet her birimiz bilincindeyiz
ki, içinde yaşadığımız toplumun cinsiyet
yargıları üzerinde inşası, daha nitelikli
ve daha hür bir yaşantı demek olacaktır.
Hepimizin yanında konuşuldu, hepimiz
esas kimliğimizden önce kadın ve erkektik.
Şimdi ise nesillerin cinsten önce
kimlik arayışına daha sağlıklı koşullar
yaratmayı hedefleyen toplum mühendisleriyiz.
Bu bilinçle daha güçlü ve daha
özgürüz.
Furkan Özdemir
Yabancı Dilde Eğitim
Yabancı Dilde Eğitim
2.Mahmut 17 şubat 1789’da tarihteki
ilk tıp fakültesinin açılış konuşmasında
şöyle seslenmiştir:
“Benim sizlere Frenkçe tedrisattan maksadım
,Fransız dili öğretimi yapmak
değildir. Fenni tıbbı git gide kendi lisanımıza
almak, ondan sonra da Osmanlı
ülkesinin dört bir yanına Türkçe olarak
yaymaktır...’Bizde sağlık bilimleriyle
ilgili pek çok kitap vardır, Avrupalılar
başlangıçta hekimliği bu kitapları kendi
dillerine çevirirerek aldılar...Ancak
Arapça yazılmış bu kitapların bir süredir
beri gözden geçirilerek tıp eğitim ve
öğretimi konularından kullanılmasında
özen gösterilmediğinden , bu kitaplar
bir yana itilmiş durumdadır. Bunların incelenip
asıl dilimiz olan Türkçeye aktarmak
şimdi sıkıntılara katlanmanın yanı
sıra uzun bir süreyi gerektirmektedir.
Avrupalılar ise bu bilimi kendi dillerine
aktardıktan sonra yüzyılı aşkın süredir
bu alanda gelişmeler göstererek, öğretim
yöntemleriyle kurallarını kolaylaştırmışlardır.Şimdi
ise bir yandan ordu ile
ülkenin gereksinim duyduğu yetenekli
hekimleri yetiştirip bir yandan da sağlık
bilimini tümüyle dilimize alıp gerekli
yapıtları Türkçe olarak ortaya koymaya
çalışıp çaba göstermemiz lazımdır.”(Tiryaki
, 2008)
Osmanlı Devleti son yüzyılını geri kalmışlığını
telafi etmeye , geri kaldığı konularda
batı uygarlığını yeni kurumlar
oluşturarak eğitim yoluyla aşmaya çalışmıştır.
Ancak yukarıda 2. Mahmut’un
günümüzün Sağlık Bilimleri Üniversite’sinin
açılışında yaptığı konuşma, dili
mizin bilim üretme yarışında geride
kaldığının ve okullarda yabancı dilde
eğitim verilmek zorunda kalındığının
ilk göstergelerinden biridir. Yüzyıllardır
bilim yarışını geriden izleyen devletler
; bu alanda büyük mesafeler katetmiş
, bunun sonucu olarak dönemin ileri
tekniklerine sahip olan devletleri çeşitli
yollardan takip ederek aynı ilerlemeyi
sağlamak isterler , bu yollardan ilki gelişmiş
ülkenin bu ilerlemeyle yeni bilimsel
terimler kazanmış, bu karmaşık
olguları ifade etme yeteneğine ulaşmış
olan dilidir. O dönemde bilim,eğitim
,uygarlık yönünden daha gelişmiş olan
Fransa ile yakın ilişkiler sonucu Fransız
sistem ve görüşü benimsenmişti , devletler
arasında da bu öne çıkmış güçlü
özelliklerinden dolayı Lingua Franca
denilen ortak anlaşma dili Fransızca’ydı .
Bu nedenle dönemde ülkede açılan neredeyse
tüm eğitim kurumları Fransızca
eğitim yapmaktaydı.
Geride kalmışlığı yenemeyen ve yabancı
devletlerle olan yarışından geriye
düşmekten kurtulamayan Osmanlı
Devleti dönem dönem bazı devletlere
siyaseten yakınlaştığında güçlü devletten
sosyal,siyasi,ekonomik olarak etkilenmiştir.
1900’lü yıllarda ise Almanya
Fransa’ya karşı Avrupa’da yeni bir güç
olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla Almanca,
hem Osmanlı-Almanya yakınlaşmasının
bir ürünü olarak hem de Avrupa’da yeni
ortak dilin Almanca olmasıyla Osmanlı
okullarında zorunlu yabancı dil olmuştu.
Türkçe ise ülkede uygarlaşmanın
getirdiği üniversitelerin olgunlaşıp bilimsel
üretim yapacak duruma henüz
gelememesi ve ülkenin geride kalmışlığının
birçok sonuçları yüzünden gelişe
11
gelişememiş, üzerine eğilinmeyen dil
eğitimde unutulmaya yüz tutmuştu.
Cumhuriyet kurulduktan sonra yüzyıllardır
süregelen dil sorununun çözümlenmesi
için büyük çabalar sarfediliyordu.
Cumhuriyet bir yandan sosyal ,
ekonomik alanda inkılaplar yaparken
bir yandan da muasır medeniyeti yakalamanın
biricik koşulu olan ulusal eğitimi
Türk dilinde yapabilmeyi, eğitim
kurumlarında Türkçeyi bilim dili haline
getirmeyi amaçlıyordu. Bilim dili olabilmenin
koşulu ise Türkçe’nin sözlü ve
yazılı tüm yayınlarda kültürde ,müzikte
,edebiyatta ve bu yayınları oluşturacak
olan üniversite, okullarda en güçlü dil
olabilmesidir. Üniversitelerin hem Türkiye’nin
tüm meselelerini açıklığa kavuşturacak
, yön verecek olan sosyal bilimlerde
tarih,sosyoloji,felsefe,psikoloji gibi
alanlarda Türkçe yayın ile hem de teknikte
bağımlılığa son verecek olan pozitif
bilimlerde bilimsel yayın yapma, ders
kitapları hazırlama, yeni türkçe terimler
üretme, yabancı literatürdeki kelimeleri
Türkçeye kazandırma gibi meselelerde
aktif rol oynaması amaçlanmaktadır.
Atatürk 1932 yılında bir konuşmasında ,
“ Batı diilerinin hiçbirinden aşağı olmamak
üzere , onlardaki kavramları anlatacak
keskinliği , açıklığı haiz Türk bilim dili
terimleri tesbit edebilecektir” diyerek bilim
dilinin Türkçe olması gerektiğini dile
getirmiştir.(Sinanoğlu ,2007)
Kültürel anlamda bir dilin yetkin ve bilim
dili olabilmesi o dili konuşanların
düşünce dünyasıyla paraleldir. Karmaşık
olan olguları önce düşünür sonra
da bunu dile aktarır, kelimelerle ifade
ederiz. Felsefe ve bilimin temeli dildir,
bu nedenle kültür ve medeniyetçe ilerlemek
için önce düşünce dünyamızı geliştirmeli
bunu yaparken de Türk dilini
kullanmalıyız. Türkçe, kavramları ifade
etmekte yetkin, uzun yıllar çok geniş
coğrafyada konuşulan ve kuralları oturmuş
, en önemlisi bilimsel kavramları
açıklamaya ve yeni kavramlar üretmeye
elverişli kelime üretme yapısına sahip
bir dildir. Bu nedenle çeşitli aydınlarca
da desteklenen görüşle Türkçe’nin bilim
dili olmasına bir engel yoktur. Cumhuriyet’ten
sonra da Türkçe eğitim dili olmuş
ve önemli gelişmeler katetmiştir. Türkiye’nin
bu dönemdeki ilerici vizyonunu
gösterecek önemli bir anekdot paylaş-
Furkan Özdemir
Yabancı Dilde Eğitim
mak gerekirse; 1933 yılında dünya savaşından
yenik çıkan Almanya’da ağır barış
antlaşmalarıyla ülkede büyük bir yıkım
vardı ve siyasi istikrarsızlık , baskı ortamı
hakimdi. Bu dönemde genç cumhuriyet,
Avrupalı bilim insanlarıyla bir
iltica antlaşması yapmıştı. (Namal,2012).
Çeşitli bölümlerde döneminin en iyi bilim
insanlarına kapısını açan Türkiye’nin
eğitim bakanı Reşit Galip , “Biz fakir bir
ülkeyiz. Sizlere layık olduğunuz ücretleri
veremiyoruz. Ancak Mustafa Kemal’in
kurduğu genç Türkiye Cumhuriyeti’nde
sizler yeni bir bilimsel uyanış açacaksınız.“
diyordu.(Dönmez ve Altıntaş(2014)
Lorem İpsum
Türk eğitim kurumları emanet edilen
bilim insanlarına iltica antlaşmasının
şartlarından biri Türkçe ders kitabı hazırlamaları
ve en geç 3 yıl içerisinde Türkçe
öğrenip Türkçe ders verebilmeleridir. Bu
anlayışla ilerleyen Türkiye; 2. Dünya Savaşı
ile ABD’nin dünya siyasetinde öne
çıkması, İngilizce’nin Lingua Franca (ortak
anlaşma dili) olması ve 1952 yılında
NATO’ya üye olmasıyla Türkiye üniversitelerinde
İngilizce , öğretim dili olarak
yaygınlaşmaya başlamıştır.
Günümüze gelecek olursak İngilizce
bilim ve teknikte öncü dil olarak hala
kabul görmektedir ve günümüzde Türkçe,
üniversitelerimizde yaygın eğitim dii
olmasına rağmen , Türkiye’nin birçok iyi
üniversite ve bölümlerinde ingilizce eğitim
dili o kullanılmaktadır.
Öncelikle bir kavram karmaşasını açıklığa
kavuşturup ardından günümüzdeki
yabancı dilde eğitimin yarattığı sorunları
inceleyelim. Yabancı dil eğitimi ile yabancı
dilde eğitim birbirinden oldukça
farklı kavramlardır. Bilginin yoğun olarak
üretildiği ve araştırmaların sürekli
yapıldığı dünya üniversitelerinin yayınlarını
güncel şekilde takip edebilmek
; ihtiyaç duyduğu bilgiye , dünyanın en
çok bilgi paylaşılan dili olan İngilizce
bilerek , hızlı şekilde ulaşmak bir zorunluluktur.
Bilimsel yayın üretiminde bir
hayli önümüzde yer alan üniversitelerin
ve tüm araştırma dünyasının ürettiği
yabancı literatürü takip edebilmek bilgi
toplamada olmazsa olmazdır. Üniversitelerimiz
yaptıkları araştırmaları
Türkçe’nin yanında dünyanın ortak anlaşma
dili İngilizce’de de yayımlayarak
hem araştırmayı evrensel hale getirip
daha geniş kitlelere ulaştırır hem de
aynı dilde daha kolay tartışma olanağı
bulurlar. Bunun yanında başta mühendislik
fakülteleri olmak üzere her üniversiteli
sürekli gelişen teknolojiyi hızlı
şekilde takip edip deneyimleyebilir. Ek
olarak edebi eserleri de çeviriye ihtiyaç
duymadan okuyabilir.
Yukarıda saydığım faydaları için yabancı
dil eğitimi bir zorunluluktur, ancak
yabancı dilde eğitim bir zorunluluk değildir.
Hele 1 senelik yabancı dilde eğitime
hazırlık sınıflarıyla ingilizce öğrenip
tamamen ingilizce eğitim yapmak eğitimi
baltalayan bazı sonuçlar doğurabilir.
Öncelikle düşünmeyi sonra da düşünceyi
dilde ifade etmenin, öğrenmenin
yolu olduğunu söylemiştik. Bu kavramlar
sezgi , çağrışımlar yoluyla edinilir ve
açıklanmanın en doğru, sağlıklı yolu
bunu ana dilinde yapmaktır. Çünkü kişi
ancak anadilinin sözcük yapısını ,gramerini
en iyi şekilde anlayabilir, yorumlayabilir
; ancak kendi ana dilinde öğrendiği
bilgiyi analiz etmeyi , farklı sözcüklerle
aralarında bağ kurup yeni bağlamlarda
bu bilgiyi kullanabilmeyi başarır. Öğrenci
,öğretim dili olan yabancı dilde gramer
ve yeterli kelime bilgisi anlamında
tam yetkin hale gelmeden asıl eğitim
aldığı alanda anlatılan yeni kavramları
hakkıyla kavrayıp öğrenemez. Bu nedenlerle
yabancı dil yetkinliğini arttırıp
yabancı kaynaklardan yardımcı kitap
olarak kesinlikle yararlanılırken akademisyenlerin
Türkçe kaynak yazımına da
önem verilmelidir. Türkçe kaynaklar ülkenin
sosyal yaşantısına , ekonomik durum
ve şartlarına , geçmiş tecrübelerine
göre bize ait örneklerle kavramları açıklayabilir
, bu şekilde öğrenme, öğrenci
açısından da içselleştirilebilir.
Yabancı dil öğrenimi politikalarında veriye
dayalı , alanında uzman yaklaşımlar
ile çözümler bulunabilir ; üniversiteye
gelmeden ortaöğretimde bu sorun
daha kapsamlı, planlı programlarla
çözülebilir. Üniversitelerde ise birçok
üniversitenin yaptığı gibi akademik ingilizce
dersleri, bazı derslerin %30 gibi
oranlarda İngilizce içerikli verilmesi gibi
çözümler yaygınlaştırılıp yabancı dil yardımcı
, Türkçe ise ana öğretim dili olarak
korunabilir.
Umarız ki Türkçe bir bilim dili olma yolunda
ilerlemeye devam eder. Bu amaca
en büyük katkıyı yapacak olan üniversitelerimiz
ise akademik dünyada daha
da saygın, yetkin,üretken kurumlar olarak
Türkiye’nin muasır medeniyetlerdeki
yerini pekiştirirler. Türkçe’nin ulusal eğitim
dili olarak akademik çevrede daha
da kabul görüp % 100 yabancı dilde
eğitim gibi uygulamaların dilimize , ülkemize
yarar ve zararları verilere dayalı
olarak incelenir ve umarız Türkçe’nin bilim
dili olmasındaki hareket alanını daraltmayacak
çözümler yaratılır.
12
Uğurcan Bakırcı
Film Analiz Köşesi : “The Aviator”
The Aviator
HOLLYWOOD HOLLYWOOD
İlk sayımızda arka raflarda kalmış, kıymeti
bilinememiş, daha sonraları kalitesini
başka filmlerle devam ettirmiş bir
filmi incelemiştik. Önemli olan sizlere
herkesin konuştuğu filmleri getirmek
olamaz, bunun bir özelliği yok. İzlerken
şaşırmanızı, emsalsiz bir filme baktığınızı
farkedin istiyoruz. Bunun için de
yine sizlere biyografi denilince en üstlere
oynayacak fakat nedense üzerine
pek bahsedilmeyen bir filmle geldik. Bu
sefer bağımsız ya da alternatif bir sinemadan
değil, film endüstrisinin en kirli
ve zengin aslında tam da bağrından kopan
bir filmle geliyoruz. Her zaman çok
büyük işlere imza atmış, büyük bütçeli
filmleri çekmiş, biyografi, aksiyon, mafya
ve daha nice kategorilerin şaheserlerine
imza atmış Hollywood prensi, Little
İtaly’nin sinemacı evladı Robert De Niro’nun
kankası Martin Scorsese’den The
Aviator.
The Way Of The Future
Howard Hughes ismini hiç duydunuz
mu? Gerçekten ilham alınası bir hayat
öyküsü. Tıpkı Walt Disney gibi. Her zaman
en iyi olmayı hedefleyen, daima
en güçlüye kafa tutmaktan çekinmeyen,
sorun ne olursa olsun çözen ve geri
adım atmayan iki insan. Tarihte pek emsalleri
bulunmaz bu gibilerin. Ne demek
istediğimi sadece yaptıkları işlerin çeşitliliğinden
anlayabiliriz.
Howard Hughes... Film yönetmeni ve
yapımcısı, Havayolu sahibi, iş adamı,
bir obsesif ve dahası. Yaşadığı dönemin
en zengin insanı. bir obsesif ve dahası.
Yaşadığı dönemin en zengin insanı. Bazen
hükümetle mahkemelerde çarpışan
bazen dünyanın en büyük uçağını yapan,
bazen dünyanın dünyanın en büyük
uçağını yapan, bazen dünyanın en
pahalı filmini çeken, bugün çölün ortasına
kurulmuş olan Las Vegas kentini var
eden kişi, milyarder daha neler neler...
Ölü bulunduğu kral suitinde ise dünyanın
en zengin insanı olarak değil aksine
en fakir insanı gibi görünüyormuş. İronik
değil mi? Fakat göreceksiniz o sizi şaşırtmaya
sadece ölmesiyle değil yaşadığı
her anıyla devam edecek. Gerçek bir
şovmen. Amerika’nın bir fırsatlar ülkesi
gibi görülmesine sebep olan aktörlerin
ilklerinden. Hakkında daha konuşulacak
çok şey var fakat film bunları gayet iyi
anlatıyor sizlere. Göreceksiniz şaşa ve
ihtişamın gerçek ve acı taraflarını.
En Muazzam Performansıyla
Leonardo Di Caprio
Sanırım uzaktan yakından belki de herkes
bir Di Caprio filmi izlemiştir. Nasıl
izlenmez, Hollywood’un aranan yıldızı,
yapımcıların gözdesi. Son 25 yılın en kaliteli
oyuncularından biri hiç şüphesiz.
İşte o Di Caprio’nun en iyi performansını
görmek için bu filmi izlemelisiniz. Çokça
kez akademi ödülüne aday gösterildi
ve nihayet Revenant filmindeki performansıyla
aldı fakat bana göre o rolden
fazlasını sunduğu üç filmi daha var Di
Caprio’nun. Ve Türkçeye çevrilmiş ismiyle
Göklerin Hakimi aralarında en iyisi.
Bazen hatırlayıp sadece o obsesif adamı,
yine coşkum kabarıyor, şaşıyorum
bu işe. Çünkü film oyuncu kadrosuyla,
kamera arkası ekibiyle, senaryosuyla
bile dünyanın en iyilerinden olsa da bu
filmde bambaşka bir Di Caprio var bana
göre.
13
Asıl Mesele
Aslında olay şu, hem başrolümüzü hem
yönetmenimizi pek çok kez biyografi
türü yapımlarda gördük. Di Caprio’nun
“Catch Me If You Can” Scorsese’nin “Goodfellas”
filmleri bu konuda herkes için
bir çıtadır bana göre. Fakat bu film bir
biyografi olmaktan çıkıyor, uzaklaşıyor,
başka yerlere varıyor. Çünkü onlarca yaşam
tarzına, yüzlerce filme, binlerce insana
ilham veren bir kültürün yetişmesine
sebep olan bir şahsiyet söz konusu.
En başta size bir de Walt Disney örneğini
vermiştim. Ne o, bizim önemli şahsiyetlerimiz,
iz bırakmış başarılı insanlarımız
yok mu. İmza Amerika’ya ait bir olay mıdır?
Elbette ki değil, geçenlerde bir arkadaşla
sohbet ederken anımsadım da
tarihe imza düşen olmak için herkesten
farklı olmak gerekir. Kimsenin yapamadığını
yapmak gerekir. İsterseniz gemileri
karadan yürütmek gibi çılgınca bir
emri uygulatabilen genç bir hükümdar,
isterseniz son parasıyla aldığı kalem ve
kağıtlara çizdiği animasyonu sinemada
tırnaklarını yiyerek izleyen endişeli bir
animatör. Elon Musk ya da Howard Hughes,
aslında ikisi de aynı rüyayı gördüler.
Emek, Para ve Yetenek
Bu filmi açıklayan sözler bunlar. Kurulan
setler, harcanan paralar ve tüm ekibin
özverili çalışması. Özel efektlerden çıkan
iş, görüntü yönetmenin bir obsesifi
sinematik olarak açıklayışı, müziklerin
sizi alıp götürdüğü ve aslında hiç tanımadığınız
o mekanlar, 3 saatlik devasa
bir kurgu inşası derken The Aviator her
yönüyle bir başyapıt. Bazı filmler izledikten
sonra sizi etkisi altına alır ve düşündürür.
O sahnenin içinde olmak , o
anları yaşamak istersiniz. Bazen düşünsel
evreninizde yeni fikirlere ilham verir.
Bazen de sizi dondurur, hayret ettirir.
İzlediğimde, 2 hafta kadar etkisinde kaldığım
bir film olmuştu. Üzerinden yıllar
geçmesine rağmense hala kendimi o
repliği söylerken bulurum bazen.
“THE WAY OF THE FUTURE”
İMDB: 7.5
BİZCE NOTU : BA
İrem Doğru
Benlik ve İdeal Benliğe Ulaşma Çabası
Benlik Ve İdeal
Benliğe Ulaşma Çabası
maktadır. Benlik ve ideal benliğin arasında
her zaman bir fark vardır ki bu
farkın olması kaçınılmazdır. Fakat bu durum
her zaman kötü değildir çünkü bu
durum güdülenmeyi sağlar bu nedenle
sağlıklı ve istenen bir durumdur. Bununla
beraber gerçek benlik ve ideal benlik
arasındaki fark erişilemeyecek düzeyde
ise ve gerçekçi olmayan bireysel özellikleri
içeriyorsa psikolojik bir bozukluk
kendini gösterecektir. Bir çok araştırma
benlik ve ideal benlik farkının yüksek olmasının
kendinden hoşnutsuzluk, stres
ve gerginlik farkın düşük olmasının ise
kaygı düzeyinin düşüklüğünü ve kendinden
hoşnutsuzluğu göstermektedir.
Bizler kendi benlik kavramımıza tutarlı
davrandığımız zaman yeterli, güven
dolu ve değerli hissederiz. Tersi durumda
yani benliğimize tutarlı davranmadığımız
zaman tehdit içinde, yetersiz,
güvensiz ve değersiz hissederiz. Benlikle
ilgili tutarlı olmayan insanlar uyumsuz
olarak değerlendirilirler. Örneğin
ideal benliğimizde kendimizi topluluk
insanı olarak görüyor, ancak gerçekte
bencil bir şekilde davranıyorsak, ortaya
bir tutarsızlık çıkar.Kendimize yabancılaştığımız
oranda kişilik bütünlüğümüz
de bozulur. Çünkü gerçek benliğimize
karşı geliştirdiğimiz nefret ve görkeme
ulaşma çabası sürekli ödün vermemize
neden olur ki bu da kendimize yönelik
nefret duygularımızı pekiştirir bu da
benliğimizden uzaklaşmamıza ve kendimizi
yaşayamamıza neden olur. Bunların
farkına varıp kişiliği bütünleştirebilme
çabasına girdiğimizde ise bazen ideal
benlikle, bazen ise hoşlanmadığımız
benliğimizle özdeşleşiriz. Ancak hangi
yöne gidersek gidelim ikisi arasındaki
14
Kişiliğinne olduğu hayatımızı yönlendiren
kararları alırken hangi özelliğimizin
bizi yönlendirdiğini hep merak etmişizdir.
Çeşitli psikologlar bu konuda çokça
çalışma yapmıştır fakat biz hala bir şeylerin
gizemini koruduğuna inanıyoruz.
Bu gizemler bizim kendi benliğimizi
aslında kabullenmememize sebep oluyor
yani kendi belirlediğimiz ideal bir
benliğe ulaşma çabasına giriyoruz, pekala
benlik ve ideal benlik nedir? Bunlar
arasında aslında uçurum mu vardır?Hep
birlikte inceleyelim..
Benlik her şeyden önce, kendimize ilişkin
inançlarımızın bütünüdür. Önemli
özelliklerimiz nelerdir? Nelerde iyiyiz?
Nelerde zayıfız? Hangi tür durumları
tercih ederiz? Bir kişi kendini fizik profesörü
olmayı planlayan bir zenci kadın
olarak düşünebilir. Bir başkası kendisini
pek akademik yönelimi olmayan, fakat
çoğu sporda iyi birisi olarak düşünebilir.
Üçüncü bir kişi kendisini Orta Batı’nın
en büyük emlak zengini olmak gibi, geleceğe
ilişkin bir amaç açısından düşünebilir.
Kim olduğumuz hakkında sahip
olduğumuz inançların tümüne birden
benlik kavramı adı verilir.
Sık sık kim olduğumuza ilişkin açık bir
fikrimiz vardır. Fakat başka zamanlar bu
konuda kafamız karışıktır. Dış baskılar
ve başkalarının değerlendirmeleriyle
kendimizi yenilgiye uğramış hissederiz.
Başkalarından aldığımız olumsuz geribildirimler
sonucu yenilgiye uğramış
hissettmek kendimizden uzaklaşmamıza
sebep olur. Peki bu durum neden
gerçekleşir işte bu durumda ideal benlik
ortaya çıkıyor. İdeal benlik bireyin sahip
olmayı istediği ve amaçladığı özelliklerdir.
Biz insanlar kendi benliğimizle ilgili
ideal bir kuram geliştiririz. Bu olmak
istediğimiz kişiliktir. Var olan benliğimizin
yerine, olmak istediğimiz benliğin
peşinden koşarız. Fakat hiçbir zaman olmak
istediğimiz bu benliğe ulaşamayız
ancak bunun için gerekli olan özellikleri
edinmeye çalışırız.
Bireyin kendisiyle ilgili algıları ve başkalarının
birey hakkındaki yargıları benlik
kavramını; sahip olmayı ve amaçladı
ğı özellikler ise ideal benliğini oluşturçatışmadan
kurtulamayız
ve bu durum bize acı
verir.
Benlik ve ideal benlik
arasında fark olması
güdülenmeyi sağlayıcı
olduğu için istenen bir
durumdur demiştik fakat
bu durumun çok fazla
olması ve ideal benliğe
ulaşma çabasının zorlaşması
biz insanlarda bir
takım psikolojik sorunlar
meydana getirmektedir
gerek kendimizden nefret etmek, gerek
kaygı durumumuzun artması bizi nevrotik
süreçlere doğru götürmektedir.
Kendine saygısı yüksek insanlar kişisel
niteliklerinin neler olduğu konusunda
açık bir anlayışa sahiptirler, kendileri
hakkında olumlu düşünürler, kendileri
için uygun amaçlar koyarlar, benliği
zenginleştirici bir biçimde geribildirim
kullanırlar, zor durumlarla başarılı olarak
başa çıkabilirler öte yandan, kendilerine
saygısı düşük insanların daha az açık
ve belirgin bir benlik kavramları vardır,
kendileri hakkındaki düşünceleri olumsuzdur,
sık sık gerçekçi olmayan amaçlar
seçerler ya da kendileri için amaç koymaktan
bütünüyle kaçınırlar, kötümser
olmak eğilimindedirler eleştiriye karşı
daha olumsuz duygusal ve davranışsal
tepkiler ya da başka türlerden olumsuz
geribildirim verirler, başkaları üzerindeki
toplumsal etkileriyle daha çok
ilgilidirler ve stres ya da engellemelerle
karşılaştıklarında, depresyona daha
açıktırlar. Kendine saygısı düşük insanlar
benliğini kabullenmeyip ideal benliğine
ulaşma çabasına giren fakat istediklerini
alamayanlardır şu unutulmamalıdır
ki ideal benliğe tam anlamıyla sahip
olmak imkansızdır. Şu unutulmamalıdır
ki insanın benliği iç hazinesidir onu geliştirmek
güzelleştirmek bütünle bağdaştırmak
bireyi daha özgür ve daha
mutlu kılar tersi bir durum olduğunda
ise benlik öz saygımız ve temel özgürlük
alanımızın çatışmasıyla bizi hapsolmuş
bir yaşama sürükler.
Gerçek özgürlük kişinin kendinden
utanmamasıdır...
Anıl Maral
“Tarihteki Yeri Nedir?” Köşesi: 2 Temmuz 1993
2 Temmuz 1993
Unutmayalım Aklımızda
Bulunsun
90’lı yıllar Türkiye için sancılı geçen bir
dönem olmuştur. Pek çok idealist, yol
gösterici aydının faili meçhul cinayetlere
kurban gittiği bir katliamlalar silsilesi
yaşanmıştır. İşte, 2 Temmuz 1993’de 33
aydının katledildiği ve tarihe yakıldıkları
otelin adı, yani Madımak ile yazılmış
“Madımak Katliamı” da onlardan birisidir.
Her yıl sosyal medyada, unutmadım
aklımda sözüyle anılan yas gününü yazmak
istedim. Keşke Madımak denince
aklımıza Sivas’ta yetişen bitkinin adı
gelseydi.
Alevi-Bektaşi kültürünün iz bırakmış
halk ozanlarından “Pir Sultan Abdal”ın
adıyla her yıl Banaz köyünde kutlanan
Gelenekselleşmiş Pir Sultan Abdal şenlikleri,
o yıl ilk defa Sivas’ın merkezinde
yapılacaktı. Zamanla büyüyen şenliklere,
o yıl Türkiye’nin tanınmış yazarları da
davet edilmişti. Salman Rüşti’nin “Şeytan
Ayetleri” kitabını, gazetesinde tefrika
ettiği için bazı Müslüman kesimler tarafından
eleştirilen Aziz Nesin’in de ismi
davetliler arasındaydı. Daha şenlikler
başlamadan Sivas’ta “Müslüman Kamuoyuna”
başlıklı bildiriler dağıtılıyordu.
Bildirilerde çeşitli ayetlerden alıntılar yapılarak
Müminler, cihada çağırılıyordu.
Katliam sonrasında Sivas Emniyet Müdürü,
bu bildirilerin Sivas’ta 10-15 günde
bir dağıtıldığını dolayısıyla çok fazla
üstüne düşmediklerini, söyleyecekti(!)
(Tüleylioğlu,2013,s.499). Kültür Bakanı,
Fikri Sağlar katılacağını söylemiş fakat
gelememişti. Dönemin Sivas kültür Müdürü
yıllar sonra skandal bir iddiayla,
Fikri Sağlar’ın olacaklardan haberdar
olduğunu bu yüzden gelmediğini yazıyordu.
Buna cevap olarak Sağlar ise: O
gün müsait olmadığını ve katılım sağlayamayacağının
çok önceden belli olduğunu
kamuoyuna ifade etmişti. Şenliğin
açılış günü, 1 Temmuz’da, ortamın
havası gayet sakindi. Sivas Valisi, Ahmet
Karabilgin’in ve davetlilerin konuşması
kültür merkezi’nde alkışlar eşliğinde
ilerliyordu. Kürsüye gelen Nesin, açık
sözlü davranarak “Pir Sultan Abdal’ı çok
iyi tanımadığını fakat halkın propaganda
şairi olduğunu” söylüyor, bu yönüyle
Nazım Hikmet’e benzetiyordu. Yaklaşık
7 sayfaya denk gelen Konuşmasının
içerisinde, kendisinin dinsiz olduğunu
fakat tüm inançlı insanlara saygısı olduğunu
belirten Nesin, hiçbir sözün zamana
galip gelemeyeceğini elbet bir gün
değerini yitireceğini dolayısıyla Kuran’ın
da içerisinde güzel sözler olsa da 1300-
1400 yıl hiçbir sözün yaşayamayacağını
ifade etmişti (Tüleylioğlu,2013,s.35). Bu
sözlerinden dolayı ertesi gün ki olayların
sorumlusu tutulacağından haberi
yoktu. İç işleri Bakanı Mehmet Gazioğlu
dâhil olayların yaşanmasını Aziz Nesin’in
tahriki nedenine bağlayacaktı. Ertesi
gün Nesin’in konuşmasına ithafen yerel
gazeteler “Dine Saldırı”, ”Müslümanlara
Hakaret”, ”Müslüman Mahallesi’nde Salyangoz
Satılıyor” manşetlerini atmıştı.
Aynı zamanda Pir Sultan Abdal şenliklerinin
dinsizlik propagandası için yapıldığını
ve bunu kabul edemeyecekleri
yazılıyordu. Kültür Bakanlığı tarafından
yaptırılan Pir Sultan Abdal heykeli de
kültür merkezinin önüne yerleştirilmişti.
Fundamentalistlere göre Sivas putlarla
dolduruluyordu. Kent âdeta kaynamaya
hazır hâle gelmişti fakat tüm bu manşetlere
ve bildirilere rağmen EGM ve MİT
şüpheli bir olay görmüyordu. 2 Temmuz
gününe uyanıldığında şehirde her şey
normaldi, diyor olayın tanıkları. Şenlik
program akışına göre devam ediyordu.
Buruciye Medresesi’nde Metin Altıok,
15
Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Behçet Aysan
9 saat sonra öleceklerinden habersiz
mutlu bir şekilde kitaplarını okurlarına
imzalıyorlardı. Bu sırada kitaplarını imzalayan
Aziz Nesin de ihlâs haber ajansı
muhabirinin sorularını cevaplıyordu.
Kendisi için yerel gazetelerin attığı
başlıkları eleştiriyordu. İlk hareketlilik
belirtisi orada görülmüştü ve arka taraflardan
birisi öfkeli bir şekilde:“Niye
insanların fikrine saygı duymuyorsun.”
diye çıkışmıştı. Valilik tarafından görevlendirilen
yakın korumalar güvenlik nedeniyle
Nesin’i ortamdan çıkartmışlardı.
Sivil polisler de hareketlenen kalabalığı
fark etmiş olacak ki burada bulunan
yazarlara kültür merkezine gitmelerini
söylemişti.
Köktendinciler, 2 Temmuz günü cuma
namazı çıkışında birdenbire ayaklanmıştı.
Her cuma namazı çıkışında görevli
polis memurlarının ifadesine göre,
o gün cemaat çıkarken namazla alakası
olmayan bir grup gelip ellerindeki ABD
bayrağını yakmışlardı. Bu arada “Türkiye’de
PKK, Dünya’da ABD” yazılı pankart
cami avlusunun duvarına asılıydı.
Saat 13.30’da Paşa cami’nden çıkan kalabalık
sloganlar atarak Hükümet Konağı
Meydanına yürüyordu. Valiliğin
önünde vali istifa!, şerefsiz vali! Sesleri
yükseliyordu. Halkı sakinleştirmek için
RP’li Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun
konuşma yapması kararlaştırılmıştı.
Buradan sonra Buruciye
Medresesine hareket eden kalabalık
Sonrasında Arif Sağ’ın konser vereceği
kültür merkezine hareket ediyorlardı.
Zaten küçük olan kentin merkezinde
hepsi birbirine yakındı. Kültür merkezinde
semah oynayan ekipleri, polisler
dışarıdaki hareketlilik nedeniyle durdurmuştu.
Bunun üzerine yaklaşık 1000 kişilik
seyirci grubu endişelenmişti. Dışarıya
çıktıklarında taş yağmuruna tutulduklarını
fark ettiler. Laiklik gidecek, zulüm
bitecek! Sloganlarına karşılık diğer grup
Türkiye laiktir, laik kalacak! Şeklinde karşılık
veriyordu. Atılan taşlardan dolayı
yaralananlar olmuştu. Aynı zamanlarda
farklı bir grupta 4 Eylül Sivas kongresinin
yapıldığı protesto edilen vali tarafından
müzeye çevrilmiş “Sivas kongre müzesi”
önünde Atatürk büstüne saldırıyordu
ve Cumhuriyet burada kuruldu, burada
yıkılacak! Sloganları atıyordu. İlginç bir
Anıl Maral
“Tarihteki Yeri Nedir?” Köşesi: 2 Temmuz 1993
şekilde, ertesi sabah büst yerinde olmayacaktı.
Failler ise belirsizdi.
Köktendinciler, yazarların kitaplarını
imzaladığı kültür merkezi; madımak
oteli ve valilik arasında gidiyordu. Sanki
madımak şeytan üçgenini oluşturmuş
gibiydiler. Davetli şairler, heykeltıraşlar,
karikatüristler ve yazarlar endişeli bir
şekilde otele sığınmışlardı. Topluluğun
nasıl hareket edeceği sanki birileri tarafından
belirleniyordu. Olaya tanıklık
edenlerde grubun 14-18 yaş arasındaki
gençlerden oluştuğunu orta yaşlı insanların
gruba önderlik ettiğini ifade
ediyorlardı. Aynı tarihlerde Türkiye Milli
Gençlik vakfının “hicret koşusu” programı
nedeniyle Sivas’ta ki öğrenci yurtları,
Temmuz ayında da doluydu. Sivas halkı
bazı yüzleri ilk defa gördüklerini de söylüyordu.
Saat 16.00 gibi kalabalık son kez otelin
önündeydi. İlerleyen saatlerde dağılmaya
yüz tutmuş kalabalık haberi valiyi sevindirmişken
ne olduğu anlaşılamadan
dinci güruh tekrardan birleşmişti. Bu
sırada otelin önünde yalnızca 10 tane
polis vardı. Otele girmeye çalışanlara
karşılık polis sayısı yetersizdi. Vali saat
13.30‘dan beri Tugay Komutanlığı’ndan
ve çevre bölgelerin emniyet müdürlüğünden
destek istiyordu. Fakat Tugay
Komutanı parça parça 10 asker, 20 asker
gönderiyordu. 10 bin kişiye karşılık
gönderilen kolluk kuvvetleri yetersizdi.
Sivas’ta görevli özel güvenlik jandarma
ekibi de operasyona gitmişti. Tedirgin
vali Ankara’yı durumdan haberdar etmek
istemişti.
Başbakan Tansu Çiller vali’nin telefonunu
açtığında “ne yap et, bu işi önle”
şeklinde sorumluluk almayan bir cevap
vermişti. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel,
halk ile polisin karşı karşıya gelmesinden
endişeliydi(!)
Otel içindeki ekip birazdan polis dışarıdaki
kalabalığı dağıtır düşüncesiyle işin
ciddiyetinden habersizdiler. Fakat uzun
süre gerekli müdahale gelmeyince dışarıdaki
güruh öfkelenerek daha kalabalık
hâle geliyordu. Otelin içindekiler milletvekillerini,
yüksek bürokratları arayıp
olayın ciddiyetini anlatsalar da aldıkları
cevap aynıydı;”Merak etmeyin, gerekli
önlemler alındı.” Kara yobazlar saat
18.00’da sayı olarak 15 bine ulaşmışlardı.
Otelin önünde belediyenin kaldırım
çalışması için dizdiği taşlar durmaktaydı.Bu
taşlar kaldırım için değil oteli
taşlamak için kullanılmıştı. Sloganlar
ilk başta Şeytan Aziz!, Sivas Aziz’e mezar
olacak! Şeklindeyken ilerleyen zamanlarda
rejime yönelmeye başlamıştı.
Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta
yıkılacak!, Şeriat gelecek zulüm bitecek!,
Ya Allah bismillah, geliyor Hizbullah!
Sesleri duyulurken otelin içerisinde
âdeta yaşam mücadelesi verilmekteydi.
İçeridekilerin umudu olan Tugay Komutanı
ve beraberindeki askerler de olayı
izlemekle yetinmişlerdi(!). Asker geldikten
15 dk sonra saat 20.15’de otelin
önündeki arabalar benzinle ateşe verilmişti.
Elektriği 19.30’da kesilen otelin
içerisindeki karanlığa doğru rüzgârın
da etkisiyle yoğun duman dolmaktaydı.
İçeridekiler, karanlık koridorlarda bağırmaktan
başka bir şey yapamıyorlardı.
İtfaiyenin önüne yatan kalabalık aracın
yangına müdahale etmesini engelliyordu.
Bu sırada Vali itfaiyenin kalabalığa su
sıkmasını istiyor fakat Temel Karamollaoğlu
Vali’nin emrine karşılık bir şey demeden
telefonu kapatıyordu(Tüleylioğlu,2013,s.396).
Bu konuşmalar sırasında
kaçış yolu arayan insanlar yan binaya
açılan bir hava boşluğu bulmuşlardı.
Orası BBP’nin il binasıydı. Elinde sopalarla
öfkeli bir kalabalık onları içeri almıyordu.
Arif Sağ’ın yıllar önce hayatını kurtardığı
adam partinin il başkanı olduğu
fark edilince bazı insanlar kurtulmuşlardı.
Geri kalanlar duvarları ısınan otelde
yaşam mücadelesi vermekteydiler. Lütfi
Kaleli, Aziz Nesin’e de yardım ederek linç
edilmek uğruna ön pencereye çıkma kararı
almıştı. Artık kaybedecek bir şeyleri
yoktu.
Aşağıdakilerden birisi Nesin’i polis memuru
sandığı için itfaiye hemen getirtilmişti.
Fakat itfaiye eri Nesin’i öfkeli
kalabalığın içerisine insanlıktan uzak
bir şekilde atacaktı. Vicdanlı bir polis
memuru kanlar içindeki Aziz Nesin’i kurtardı.
Olayların bir numaralı suçlusu görülen
RP’li Meclis Üyesi Cafer Erçakmak bir
daha bulunamadı. 8 sanıktan 2’si Arabistan’a
6’sı Almanya’ya(!) Kaçtı. 2012’de
kayıp sanıkların davası zaman aşımına
uğradı. Bu karara tepki gösteren avukatların
protestosunu biber gazıyla
kısa sürede dağıttılar. 33 sanık 2001’de
idam cezası aldı fakat 2002 yılında idamın
kalkmasıyla müebbet hapse çevrildi.2005
yılında yeni TCK ile 13 sanık
ser-best bırakıldı. Fakat yapılanın yeni
kanuna da aykırı olduğu anlaşılsa da sanıklar
bir daha bulunamadı.
Son olarak Sayın Türk Genci;
Bu olanları unutmayalım ki geçmişin
karanlığını geleceğe taşımayalım.
Unutmayalım ki bu ülkenin sorunlarını
cesur bir şekilde yazıp söyleyebilen aydın
insanlarımıza bunları yaşatmayalım.
Unutmayalım ki iç sorunlarla vakit kaybedip
dış politikada etkinliği olmayan
bir ülke olmayalım. Unutmayalım ki Ulu
Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerini
ve fikirlerini yozlaştırmaya çalışanlara
izin vermeyelim. Unutmayalım
aklımızda bulunsun.
16
Tamer Usta
Türk Kültürü’ne Tarihsel Bakış
Türk Kültürü’ne Tarihsel
Bakış
Kültür Nedir?
İnsanoğlu, var oluşunun ilk zamanlarından
bugüne, öncelikle hayatta kalmanın
bilahare yaşadığı koşulları iyileştirmenin
arayışında olmuştur. Temel
içgüdülerininin rahat edeceği ortamı
sağladıktan sonra, insanlığının bir sonucu
olarak sosyal kimliğini oluşturan birtakım
etkinliklere girişmiş, bir arada yaşamayı
öğrenmiş, üretmiş, paylaşmış ve
bu durum neticesinde birey ve toplum
gibi kavramlar ortaya çıkmıştır. Topluluk
halinde yaşamayı öğrenen insanlar,
aralarındaki etkileşimi ve paylaşımı artırdıkça
yaşadıkları durumlar karşısında
benzer fikirler ve eylemler geliştirmeye
başlamış, bireysel çıkar ve ihtiyaçların
yanında toplumsal ihtiyaçlar da önem
kazanmıştır. Bu ihtiyaçları karşılamak
gayesiyle birbirleri arasındaki iletişimi
sağlayan temel unsur olan dil kavramını
geliştirmişlerdir. Ortak dil ve yaşayışa
sahip insanların da tecrübelerini, yaşam
biçimlerini kendinden sonraki nesillere
aktarmasıyla birlikte kültür kavramı
ortaya çıkmıştır. Dünya üzerinde insan
nüfusu arttıkça gereksinimler de artış
göstermiş ve yeni diyarlara göçler başlamıştır.
Farklı coğrafyalara yayılan insanlar
değişen yaşam koşullarının etkisinde
kalmış, toplumlar kendi arasında farklı
diller geliştirmiş, mimari ve sanat alanlarında
doğal çevrelerinden etkilenmişlerdir.
İnsanlık evrildikçe, dini inanış
farklılıklarının yanı sıra kendini ve evreni
tanıma ihtiyacının da sonucu olarak
farklı felsefi düşünceler geliştirmişlerdir.
Burada bahsedilen tüm farklılıkların
oluşması da insanlığın evrensel bir
kültüre sahip olmasını engellemiş, kimi
zaman köklü kimi zaman geçici birçok
kültürel ayrım ortaya çıkmıştır. Ortak
coğrafi ve yaşamsal paydada buluşan
insan toplulukları milletleri oluşturmuş,
her milletin öznel birer tarihi ve kültürü
süregelmiştir.
Milli kültür, insanların birbirine olan
bağlılığının simgesidir. Fransız İhtilali
ve sonrasındaki dönemde milliyetçi
düşüncelerin yaygınlaşması ile zorluklar
karşısında ortak akıl ve eylem üretebil-me
şuuruna sahip milletlerin büyük
yıkımlar karşısında ayakta kalabilmeleri
tesadüf değildir. Bu durumla ilgili aklımıza
gelen ilk örnek Kurtuluş Savaşı
yıllarında harap ve bitap durumdaki
ülkemizin milli benlik sayesinde kurtarılması,
köklü kültürümüzden ileri gelen
bağlılığımız sayesinde ayakta kalabilmemizdir.
Orta Asya’dan, Anadolu
Kültürü’ne
Altay Dağları’nın eteklerinden dünyanın
dört bir yanına yayılıp söz sahibi olmuş,
en eski kültürlerden biri olan Türk kültürünün
bir uzantısı, devamı olan Anadolu
kültürü, bizi biz yapan değerlerin bir aynasıdır.
Bin yıllık bir tarihsel serüven ile
17
yoğrulmuş, çeşitli toplumları etkilemiş
ve onlardan etkilenmiş, farklı inançların
etkisi altında kalmış ve günümüze
kadar gelmiştir. Bu kültürün temelini
oluşturan bozkır kültürünün izleri M.Ö.
5 bin yıllarına kadar sürülebilmektedir.
Türk kültürünün tarih sahnesindeki ilk
kökeni olan Anav kültürünün merkezi
Aşkabad’da bulunan Anav bölgesidir.
Yerleşik bir yaşam görülen bu dönemde
tuğladan evler, hayvan yetiştiriciliği, tarım
ve çiftçilik yapılmaktaydı. Bu oluşum
zamanında güneye göç eden topluluklar
aynı zamanda Sümer medeniyetinin
de kökenini oluşturmuştur. Türk denince
akla gelen ilk sembollerden biri olan
ve bozkır dönemlerinin vazgeçilmezi
olan at, Anav döneminde evcilleştirilmeye
ve binek olarak kullanılmaya başlamıştır.
Orta Asya Türkleri konargöçer
yaşam biçimleriyle bilinir. M.Ö. 1700
yıllarında oluşan Andronovo kültürü ile
birlikte bozkır yaşam biçimini benimseyen
Türkler, madeni savaş araç gereçleri
ve yüksek at kullanım becerileriyle
coğrafi koşulların yetersizliği ve siyasi
çekişmeler sonucu yaptıkları göçlerde
hayatta kalabilmiş ve diğer toplulukları
etkilemişlerdir. Günümüzde Türkiye
Cumhuriyeti sınırlarını içine alan Anadolu’ya
da bu göçler, akınlar sayesinde
ulaşılmış ve Anadolu Türk yurdu haline
getirilmiştir. Türklerin Anadolu’ya gelişi
hakkında farklı görüşler bulunmaktadır.
Bu durumu M.Ö. 3000’li yıllara kadar dayandıranlar
dahi olmakla birlikte genel
kanı M.S. 4. yüzyıl sonlarına doğru Hunların
gerçekleştirdiği akınlar neticesinde
olduğu yönündedir. Yani 1071 yılında
olmadığı kesindir. M.S. 6 ila 8. yüzyıllar
arası bir döneme ait, Orta Asya Türkleri
tarafından kullanılan şekilde oyma
yazıtlar bulunmuştur. Bununla birlikte
1071 Malazgirt zaferiyle birlikte klasik
tabirle Anadolu’nun kapıları Türklere
açılmış, kalıcı yurt haline gelme süreci
hızlanmıştır. Bu tarihten günümüze gelen
bin yıllık Anadolu kültürünün temelleri
atılmıştır. Eski Türkler boylar halinde
yaşarlardı. Devlet yönetiminde “Kağan”,
“Han”, “Hakan” gibi unvanlar kullanan
bir lider bulunur, yönetme yetkisinin bu
kimseye tanrı tarafından verildiğine inanılırdı
(kut anlayışı). Devlet hanedanın
ortak malı sayılıp yönetme yetkisi kuşaklar
arası aktarılırdı. Kağan’ın devletin
Tamer Usta
Türk Kültürü’ne Tarihsel Bakış
başında bulunmadığı durumlarda yetkileri
eşi olan Katun’un elinde bulunurdu.
Bu da kadınların devlet yönetiminde
söz sahibi olduğunun göstergesidir. Ordu-millet
anlayışı olan Türk topluluklarında,
Her Türk asker sayılır, yaşamın her
evresinde savaşçı disiplini ile donatılırdı.
Aile toplumun yapıtaşı kabul edilmiş,
tek eşlilik benimsemiştir. Dokumacılık,
kilimcilik, oymacılık ve minyatür sanatı
kültürün birer parçasıdır. Göktürk ve
Uygur zamanlarından kalma yazıtların
incelenmesi ile, bugünkü Türkçenin kökenini
oluşturan gelişmiş bir dile sahip
oldukları saptanmıştır. Yaratılış, Bozkurt,
Türeyiş, Göç gibi sözlü edebiyatı
oluşturan destanlar vardır. Var oluştan
kahra-manlığa, zaferden yenilgiye halkın
orta duyguları coşkulu bir biçimde
dile getirilmiştir. İlk Türk boylarında Gök
Tanrı inancı benimsenmiştir. Bunun yanı
sıra her boyun Ongun adı verilen totemleri
bulunurdu. Göktürklerde bozkurt,
Selçuklularda kartal Ongun’dur. Muhtelif
devletler ile yaptıkları ticaret, savaş
gibi kültür alışverişine olanak sağlayan
durumlar sonucu Budizm, Maniheizm,
Hristiyanlık gibi farklı dini inanışları
benimsemişlerdir. 8 ve 9. yüzyıllardan
itibaren Müslümanlık Türk yaşamına girmiştir.
Kültürel gelişim safhalarında küçüklü
büyüklü birçok etmen vardır. Günlük
yaşamı doğrudan etkileyen değişiklikler,
kültürel evrimin hızlanmasında pay
sahibidir. Göçebe yaşam süren bozkır
medeniyetinde hayvan motifleri ve süsleme
sanatına dayalı etkinlikler görülürken
yerleşik hayata geçildikten sonra
kalıcı, büyük çapta mimari ve sanatsal
eserler verilmeye başlanmıştır. Milletin
sahip olduğu inanç yapısında meydana
gelen değişiklikler de yaşamda birçok
düzenlemelere yol açar. İslam’ı kabul
eden Türk topluluklarında da bu böyle
olmuştur. Edebiyat, sanat, dünya görüşü,
aile yapısı, dil, gelenekler inanç doğrusunda
tekrar şekillenmiştir. Bu itibarla
devlet yönetiminde İslami uygulamalara
yer verilmeye başlanmıştır. Hukuk düzenini
Şer’i hükümler oluşturmuş, sanat
ve mimaride dini motifler yer almıştır.
İslami bayramlar, özel günler benimsenmiştir.
Osmanlı Devleti’nin Anadolu topraklarında
hakimiyet kurup, siyasi ve toplum
sal birliği sağlamasıyla birlikte, Anadolu’da
kültürel manada da bir bütünlük
oluşmuştur. Halkın aynı dili konuşması,
ortak gelenek ve göreneklere sahip olması
millet olma bilincini kuvvetlendirmiştir.
Osmanlı’da devlet lideri padişahtır.
“Bey”, “Sultan” ve dini bir lider ve vekil
sıfatıyla “Halife” unvanlarını kullanmıştır.
Türkçe’nin Arap ve Fars alfabesiyle yazılmasıyla
birlikte Osmanlıca adı verilen dil
ortaya çıkmıştır. Yine Arapça ve Farsçadan
dilimize yeni sözcükler yerleşmiştir.
Bu dönemde edebiyat ve sanata önem
verilmiştir.
Ulema çevresinin ilgi gösterdiği Divan
Edebiyatı, sade ve anlaşılır bir dile sahip
Halk Edebiyatı ve İslamiyet etkisiyle
ortaya çıkan Tekke (Tasavvuf) Edebiyatı
gibi akımlar görülmüştür. Mimari anlamda
cami, medrese, sur, han, hamam
gibi yapılar öne çıkmaktadır.
Osmanlı’nın son dönemlerinde Tanzimat
Fermanı, Islahat Fermanı ve Meşrutiyet’in
ilanı gibi yönetimsel, askeri
ve kültürel bağlamda reform, modernleşme
ve çağdaşlaşma umuduyla
bazı adımların atılması neticesinde
Batılılaşma kavramı önem kazanmaya
başlamıştır. Bu girişimlerin Osmanlı’yı
dağılmaktan kurtaramamasının ve halk
tarafından benimsenmemesinin nedenlerinden
biri de halkın sosyokültürel durumu
ve devletin yapısı, düzeni dikkate
alınmadan Batı medeniyetinin biçim ve
işleyiş bakımından taklit edilmesidir. Batı’nın
ilmi ve kendi kültür tarihinden ileri
18
gelen ahlak yapısının ortaya koyduğu
sürerlilik ile Anadolu medeniyetinin yapısı
farklı olduğundan, çağdaşlaşmanın
taklitçilik ile başarılabileceği düşüncesi
bir yanılgıdır.Bu dönemlerde Batılılaşma
etkisi sanat, edebiyat ve sosyal yaşam
anlamında da yankı bulmuştur. Kimi
aydınlar Batı’yı bir bütün olarak taklit
etmeyi savunurken, bazıları teknolojik
ve yapısal yenilikleri alıp kendi kültürümüzle
bağdaştırmayı uygun görmüştür.
İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra bazı
kesimler Türkçülük akımını ortaya çıkarmış,
bağımsızlık, özgürlük, kültürel birlik
kavramları benimsenmiştir. Milli bir devletin
gerekliliği üzerinde durulmuştur.
Bu akım amacına tam olarak ulaşamamakla
birlikte, daha sonrasında gerçekleşecek
Kurtuluş Savaşı ve yeni devletin
inşası sürecine katkı sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında siyasi,
askeri ve ekonomik bağlamda büyük
sıkıntılar yaşanmış, Anadolu toprakları
düşman işgaline uğramış ve halk büyük
sıkıntılar çekmiştir. Bu olumsuz vaziyetten
kurtulmak için milletçe birlik, dayanışma
ve fedakârlık gösterilmiş, vatan
topraklarını düşman eline vermemek
uğruna savaşılmıştır. Bu iradenin temeli
şüphesiz kültürel birlikten gelmektedir.
Ülkenin kurtuluşu ve Cumhuriyet’in
ilanı ile milletin karakteri ile örtüşen
bağımsızlık ve demokrasi sağlanmıştır.
Yeni Türk devletinin inşasına başlanması
ile birlikte hayatın birçok alanında yenilikler
vuku bulmuştur. Çağdaşlıktan
Tamer Usta
Türk Kültürü’ne Tarihsel Bakış
uzak, ülkeye faydası dokunmayan müesseselerin,
uygulamaların yerine modern,
uluslararası kabul görmüş sistemlere
geçilmiştir. Yönetim, hukuk, eğitim,
ailevi ve sosyal yapı, giyim kuşamdan
kullanılan alfabeye kadar değişiklik ve
yeniliklere gidilirken, bir yandan da milli
kültürün, örf ve ananelerin korunması,
kuşaklara aktarılmasına yardımcı olacak
dil, tarih ve kültür araştırmaları yapan,
bunları halkla buluşturan Türk Dil Kurumu,
Türk Tarih Kurumu, Türk Ocakları
gibi kuruluşlar hizmete açılmıştır. İnkılaplar
ile birlikte Türk halkının okuma
yazma oranı yükselmiş, eğitim seviyesi
artmış ve ufku genişlemiştir.
Son 50 yıllık döneme geldiğimizde
dünya çapında hızlı bir teknolojik gelişim
yaşandığını görmekteyiz. Televizyonun,
radyonun, telefonun ve sonrasında
internetin hayatımıza girmesi ile iletişim
kurmak, dünyada neler olup bittiğinden
haberdar olmak ve anı yakalamak çok
daha kolaylaştı. Bir dünya dolusu bilginin
bir tık uzağımızda olması, yaşanan
önemli bir gelişmenin anında cebimize
girmesi bizleri farklı bir boyuta taşıdı.
Dünya çapında iletişimin bu kadar kolaylaşması;
farklı milletten, kültürden
insanların mütemadiyen etkileşim halinde
olması anlamına gelmektedir. Bu
da kültürel birikimin paylaşılması, ortak
değerlerin çoğalması mahiyetini taşır.
Eski dönem toplulukların aksine yeni
kuşaklar atalarından öğrendiklerinin
yanına sosyal medyadan, televizyondan
öğrendiklerini bir araya getirip buna
bağlı bir dünya görüşü meydana getirir.
Bu durum günlük hayatın ve kültürel
kavramların hızla değişmesine, millet
insanı olmaktan çıkıp dünya insanı olmaya
yönelime sebep olur. Gün geçtikçe
artan nesiller arası çatışkı da bu silsile
ile açıklanabilir.
Günümüz Türkiyesi’nde geçmişten
gelen birçok motifin korunduğunu görmekteyiz.
Geleneklerimizde, özel günlerimizde
ve aile yapımızda dini etkilerin
çokça görüldüğünü söyleyebiliriz. Bunun
yanında Orta Asya’dan göçen en
eski atalarımızın da bıraktığı izleri taşıdığımızı
söyleyebiliriz. Değişen koşulları
da göz önünde bulundurarak halkımızın
ordu-millet özelliğini koruduğunu;
güreş, binicilik, okçuluk gibi ata sporlarının
devam ettirildiğini; kilimcilik, dokumacılık
kültürünün sürdüğünü, aile
hayatının benzerlik gösterdiğini, hoşgörünün
ve misafirperverliğin yaygın
olduğunu söyleyebiliriz. Bağımsızlık ve
özgürlük karakteri de ayrıca atalarımızın
bize mirasıdır.
Sonuç
Kültür; geçmişten gelen birikimlerin,
tecrübelerin bir tezahürü olmasının yanı
sıra sürekli gelişen, güncellenen canlı bir
olgudur. İnsanların hayatındaki önemli
gelişmeler kültürel yaşamı doğrudan etkilemiştir.
Geçmişte yaşanan göçler, savaşlar,
siyasi değişiklikler, günlük hayata
dair buluşlar kültürel bir dönüm noktası
haline gelmiştir. Türkler binlerce yıllık
köklü bir geçmişe ve kültüre sahip olan
bir toplumdur. Birçok medeniyet ile etkileşim
kurmuş, etkilenmiş ve etkilemiştir.
Yukarıda sayılan nedenlerden ötürü
kültürel yaşamında değişimler ve gelişimler
meydana gelmiştir. Toplumsal
hafızanın, bilinçaltının en derinlerinde
ataların mirası korunmakla birlikte, günlük
hayatta ve dünyaya bakış açısında
bir dönüşüm süregelmektedir.
19
Günümüzde ise bu dönüşümün en büyük
sağlayıcısı teknolojik değişimlerdir
diyebiliriz. Eğitim çağına gelen çocukların
benzer dönemde (hatta daha
erken) teknolojiyle tanışıyor olmaları
öğrenimin hızlanmasına katkı sağladığı
gibi, kültürel bilgi aktarımını da güçleştirebilir.
Yine de unutulmamalıdır ki
kültürünü tanımak, bilmek; kendine
aynadan bakmak demektir. Kendi yansımamızı
unutmamak, kim olduğumuzu
hatırlayabilmek için, Atatürk’ün “Türkiye
Cumhuriyeti’nin temeli dildir, kültürdür.”
vecizesini aklımızdan çıkarmamalı; çağdaşlaşmanın
Batılılaşmak, taklit etmek
değil; toplumun benliğini, yapısını düşünerek
en günceli, en iyiyi kendi kimliğimize
kazandırmak olması gerektiğini
bilerek hayatımıza yön vermeliyiz.
Bedriye Bozok
Katledilen Aydınlar Köşesi: Ahmet Taner Kışlalı
Ahmet Taner Kışlalı
Ahmet Taner Kışlalı, hayatını doğru
bildiği gerçekleri topluma anlatmaya
adamış bir Cumhuriyet aydınıdır. Kemalizm’in
özüne değil de bazı biçimsel
uygulamalarına kendi çıkarları doğrultusunda
sahip çıkanlara karşın, Kemalizm’in
özünü doğru anlamak ve ileriki
nesillere de doğru şekilde anlatmak
amaç ve ideali ile bir ömür sürmüştür.
Hayatının başından sonuna kadar bu
ideale doğru yürüyüş ve düşünüş içinde
olmuş olan zengin anıt bir kişiliktir. Mustafa
Kemal Atatürk’ün Türk Gençliği’ne
emanet ettiği Cumhuriyet meşalesini
dönemin aydınlarıyla beraber taşımış,
gençlerin yürüyeceği yolları aydınlatmıştır.
Bizlere atalarımızdan armağan
olan Cumhuriyet ve demokrasinin değersizleştirildiğini,
anlamını yitirdiğini,
belli kesimlerce kişisel çıkar doğrultusunda
kullanıldığını, Kemalizm’in ve
içinde barındırdığı ilkelerin çarpıtıldığını
gören Kışlalı; bilinçli ve vatansever her
Türk evladının yapması gerekeni yapmıştır:
Susmamış, sessiz kalmamış, itaat
etmemiştir. İnatla, inançla ve büyük bir
cesaret örneği göstererek savunmuştur
Kemalizm’i ve Kemalizm’in bizlere miras
bıraktığı bütün değerleri. Bu savunuş,
bu cesaret belli kesimlerin hoşuna gitmemiştir
elbette. Ortadan kaldırmak istemişlerdir
Kışlalı’yı, susturmak… Nitekim
21 Ekim 1999’da arabasına konulan
bombanın patlaması sonucu aramızdan
bedenen ayrılacaktır Ahmet Taner Kışlalı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı
yolda, Kemalizm’in ışığında yürüyüşü,
cesareti, düşünceleri ve bizlere kattığı
değerler ise bizimle beraber çağlar aşacak,
unutturulmayacaktır.
Ahmet Taner Kışlalı kimdir, anlamaya
ve anlatmaya çalışacağız. Unutturulmak
istense de, bir giz olarak kalması dilense
de, perde ardına itmek için uğraşılsa da
unutmamakla birlikte unutturmayacağız
da. Kalemimiz var oldukça yazacak,
nefesimiz yettiğince savunacağız.
Yazının işleyişi şu şekilde olacaktır: Ahmet
Taner Kışlalı’nın hayatı anlatılacak,
eserlerinden bahsedilecek, siyasi hayatı
ve düşünceleri anlatılacaktır. Son olarak
ve yazının asıl konusu olan “Kışlalı suikasti”
bütün ayrıntılarıyla irdelenmeye
çalışılacaktır. Yazının amacı ise; o günlerde
meydana gelmiş olayları milletçe
tekrar hatırlama ve tekrar o günlerde
meydana gelen olaylara isyan etme,
duyar geliştirme vesilesi olabilmektir.
Kışlalı hakkında doğru kanılara varabilmemiz
adına, önce bu zemine giriş
olacak şekilde, kişisel hayatını ve tahsil
kariyerini anlatarak başlamamın elzem
olduğu kanaatindeyim.
Hayatı
Ahmet Taner Kışlalı 10 Temmuz 1939’da
Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya geldi.
Annesi ilkokul öğretmeni babası banka
memuruydu. İlkokulu ve ortaokulu
20
Kilis’te bitirdi. Sonrasında İstanbul’a gelip
Kabataş Erkek Lisesi’nde eğitimine
devam etti. Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi’ne girdi. Üniversitede
eğitimine devam ederken bir yandan
gazetecilikle ilgilenip, diğer yandan
spor muhabirliği yaptı. 1962-1963 yıllarında
Yenigün Gazatesi’nde yazı işleri
müdürlüğü yaptı. Üniversiteyi bitirince
Fransa’ya gitti. Bir yandan Fransızca öğrenirken,
öte yandan 1967 yılında Paris
Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi dalında
“Modern Türkiye’de Siyasi Güçler” başlıklı
doktorasını yaptı.
Kışlalı, Fransa’da okuluna devam ederken,
Fransız asıllı Nicolle ile evlendi. Nicolle
Kışlalı’yla evlenmesinden kısa bir
süre sonra müslüman oldu ve Nilgün
ismini aldı. Kışlalı’nın bu evliliğinden “Altınay”
ve “Dolunay” isimlerini verdiği iki
kız çocuğu oldu. 9 Eylül 1995’te Antalya
yolunda geçirdikleri trafik kazasında
Ahmet Taner Kışlalı ağır yaralanırken, eşi
Nilgün Kışlalı yaşamını yitirdi. Kışlalı çok
sevdiği Fransız asıllı eşinin anısına yazdığı
yazıya “Bir Türk’ün Ölümü” başlığını
verdi. Kışlalı 1997’de ikinci eşi Nilüfer
Hanım’la evlendi. Nilüfer Hanım’dan da
Nilhan Nur adını verdiği bir kızı oldu.
Ahmet Taner Kışlalı Fransa’dan Türkiye’ye
döndüğünde Hacettepe Üniversitesi’nde
“Siyaset Sosyolojisi” dalında
öğretim üyeliği yaptı. Daha sonra Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde
mesleğine devam eden Kışlalı,
1972 yılında doçent oldu. 1971-1977
yılları arasında Yankı Dergisi’nde yazdığı
yazılarla dönemin Cumhuriyet Halk Partisi
(CHP) Genel Başkanı Bülent Ecevit’in
dikkatini çekti. Yine Ecevit’in teşvikiyle
siyasete atıldı. 1977 seçimlerinde CHP 5.
Dönem İzmir Milletvekili olarak meclise
girdi. 1978’de Bülent Ecevit tarafından
kurulan 42. Hükümet’te Kültür Bakanı
olarak görev yapan Kışlalı, 12 Eylül 1980
darbesinden sonra Ankara Üniversitesi’nde
öğretim üyeliği yaptı. 1991’in son
aylarından itibaren Cumhuriyet Gazetesi’nde
“Haftaya Bakış” ismini verdiği
köşede Kemalizm’i ve demokrasiyi savunan
yazılar yazdı.
Kışlalı’nın en çok kafa yorduğu konulardan
biri de 1960’lardan beri maruz
kalınan terör olgusuydu. 8 Haziran 1999
tarihli son röportajında terörizmden ve
teröristten bahsetmişti. .
Bedriye Bozok
Katledilen Aydınlar Köşesi: Ahmet Taner Kışlalı
Terörün toplumu akılcı düşünceden
uzaklaştırıp korkuya
ve duygusallığa yönelttiğini
böylece de insanı
daha zayıf kıldığını, terörün
amacının panik havası yaratıp
insanı dehşete düşürmek
olduğunu açıklıyordu.
“Terörist neye göre kurban
seçer? “ sorusunu soruyor,
cevabı yine kendisi veriyordu:
“Terörist kurbanının kim
olduğuna bakmaz, toplumda
nasıl ve ne boyutta yankı
uyandıracağına bakar.”
diyordu. Günler sonra kendisini
hedef seçecek olan
teröristin, kendisini nasıl
seçeceğini anlatıyordu. Kışlalı
tehdit altında olduğunu
biliyordu, ama bu korkuyla
yaşamak istemiyordu. Terörizme
taviz verilmemesi,
ona güç katılmaması ve terörizmden
korkulmaması taraftarıydı. Önlem almadı,
koruma istemedi. (Karma Videolar.
(2011, 21 Eylül).
Kişilik Özellikleri
ve
Eserleri
Ahmet Taner Kışlalı hoşgörülü bir insandı,
hiçbir fikrin dayatmayla kabul
ettirilemeyeceğinin bilincindeydi. Karşıt
görüşlü insanları ya da öğrencilerini
incitmez, onlarla oturup uzun sohbetler
ederdi. Doğru bildiği gerçekleri savunur
ve asla geri adım atmaz, davasından
vazgeçmezdi. Siyasi yaşamında ve gazetecilik
kariyerinde sert bir dil kullanıyor
olmasına karşın, günlük hayatında
son derece kibar ve sakin bir insandı.
Kültürel değerlere çok önem veriyordu
ve Türkiye’nin kültürel gelişimi için çok
emek harcamıştı.
Öğrencilerine devrimin ilkelerini anlatır,
Atatürk’ü ve Kemalizm’i doğru anlayıp
benimseyebilmeleri için yüksek çaba
gösterirdi. Haftada 3 defa olmak üzere,
Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı yazılarla
ise halka ulaşabilmeyi amaçlıyordu.
Dönemin kamuoyundan saklanmak
istenen, basına yansıtılmak istenmeyen
gerçekleri halka duyurmayı görev biliyordu.
Açık sözlü ve cesurdu. Tehdit
21
ediliyor olmasına rağmen düşüncelerinden,
savunduğu değerlerden vazgeçmedi.
Ahmet Taner Kışlalı’nın doktora tezi
olan, Modern Türkiye’de Siyasi Güçler
(Forces politiques dans la Turquie moderne)
1968 yılında yayımlanmış ilk
eseridir. 1974 yılında yayımladığı bir
diğer eseri olan “Öğrenci Ayaklanmaları”
‘ nda; o dönemin şartları dahilinde
değişik gelişme düzeylerindeki, farklı
rejimlere sahip olan ülkelerde, öğrenci
ayaklanmalarının birbiri peşi sıra patlak
vermesi bir rastlantı mıdır, çözümler
nelerdir, gibi soruları irdeleyerek doğru
cevapları bulmaya çalışmıştır. 1987’de
ilk baskısı yayımlanan ve geniş ilgi gören
“Siyaset Bilimi” adını verdiği kitabı,
bu alanda öğretmenlik yapan Türk veya
yabancı bireyler için bir başucu kitap
niteliğindedir. 1991 yılında “Siyaset Bilimi”
adlı eserinin bir uzantısı niteliğinde
olan “Siyasal Sistemler-Siyasal Çatışma
ve Uzlaşma” yayımlanmıştır. . “Şiddetin
Psikolojisi” ve “Terörün Sosyolojisi”
bölümleriyle daha da önem kazanan
Siyasal Sistemler, İslam dininin siyasete
etkisinden laikliğe, Kemalizm’den sosyal
demokrasiye, farklı devrimlerden Marksist
rejimlerdeki köklü değişikliklere,
diktatörlük kuramından askeri rejimlere
kadar birçok sıcak tartışmaya açıklık ve
bütünlük getirmiştir. 1993’te yayımlanan
Cumhuriyet Gazetesi’nde
yazdığı bir yazının başlığını alan
ve bu yazıyla başlayan “Atatürk’e
Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği”
, Kışlalı’nın Cumhuriyet
Gazetesi’nde yazdığı güncel ve
bilimsel nitelikli yazılarının bir
araya toplanmış halidir. Kitapla
aynı ismi taşıyan ve Cumhuriyet
Gazetesi’nde yayımlanma tarihi
8 Mart 1992 olan yazının bitiriş
cümlelerini aynen aktarmak istiyorum:
“Bir cümle hala kulaklarımda:
‘Cesaretim olsa, tıpkı İnce
Memed’in destanını yazdığım
gibi, Mustafa Kemal’in de destanını
yazmak isterdim ... ‘ Ölümünden
yarım yüzyıl sonra ve
tüm ideolojik değerlerin altüst
olduğu bir dünyada eğer bir kişi
hala Yaşar Kemal’de ve milyonlarca
insanda bu duyguları yaratabiliyorsa,
hala güncelse, bunun
anlamı açıktır. Bu ülkede Atatürk’ü
yıkarak olumlu bir şeyler yapılabileceğini
sananların, kendi küçük dünyaları
içinde büyük bir yanılgıyı yaşadıklarını
sanıyorum.” (Kışlalı, A.T. (1993). Kemalizm
Üzerine. Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz
Hafifliği (2. Baskı) içinde (s. 17).
Ankara: İmge Kitapevi Yayınları. )
1994’te yayımlanan ve üç ayda üç baskı
yapan “Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi”
kitabında; “Kemalizm bir ideoloji midir?“,
“Kemalizm eskidi mi? “ gibi sorulara
cevap vermekle birlikte, Kemalizm’in
ilkelerle bağıntısını inceler ve yine Cumhuriyet
Gazatesi’nde yayımlanmış konuyla
ilintili bazı yazılarına yer verir. Ülkemizde
meydana gelen veya gelecek
olan her türlü problemin çözümünün
Kemalizm’in içinde olduğunu savunur.
1995’te “Seçimsiz Demokrasi” yayımlanır.
28 yılını paylaştığı eşi Nilgün Kışlalı’yı
kaybettikten sonra kaleme aldığı “Bir
Türk’ün Ölümü” ise 1997’de yayımlanır.
Ve geniş yankı uyandırır. Son eseri olan
“Ben Demokrat Değilim” 1999’da yayımlanmıştır.
Bu eserinde ise; demokrasisi
kökleşmiş ülkelerde, geri kalmış ülkelerde
ve de gelişmekte olan ülkelerde
ordunun konumunu irdeler. “Ordu niçin
ve ne zaman siyasete karışır? Hangi koşullar
üst üste eklendiğinde ‘darbe’ yapar?”
, “ ‘Cumhuriyet mi demokrasi mi?’
yol ayrımında, öncelik acaba hangisinde
Bedriye Bozok
Katledilen Aydınlar Köşesi: Ahmet Taner Kışlalı
olmalıdır?” gibi sorulara cevap arar.
Yazdığı kitaplar sayesinde, okumuş
halk kitlelerince tanınan Ahmet Taner
Kışlalı’nın eserlerinden yurdumuz, milletimiz
için, ve her birimizin anlayış tarzı
için, her okumada kim bilir daha ne yararlı
düşünceler çıkacaktır.
Suikasti
21 Ekim 1999… Ahmet Taner Kışlalı,
Cumhuriyet Gazatesi’ne “Kınıyorum”
başlıklı son yazısını gönderdikten sonra,
eşini ve bebeğini işyerine bırakmak,
kendisi de Ankara Üniversitesi İletişim
Fakültesi’ndeki dersine gitmek üzere
evden çıktı. Eşi Nilgün Kışlalı’ya içeride
beklemelerini, kendisinin arabayı ısıtacağını
söyleyerek dışarıya çıktı. Arabanın
sileceklerinde bir paket gördü ve
onu oradan almak istedi. Paketi alırken
büyük bir patlama meydana geldi ve
Kışlalı’nın paketi tuttuğu sol kolu koptu.
Kışlalı bilinci kapalı bir halde Tıp Fakültesi
Hastanesi’ne getirildi. Hastaneye
getirildiğinde ölmüştü. Ankara Karşıyaka
Mezarlığı’na defnedildi.
Nilgün Kışlalı, Ahmet Taner Kışlalı’nın
ölümünden sonra verdiği bir röportajda
şunları söylüyor: “Ahmet çok sevgi dolu
bir insandı. Asla insanlara kızmayan, tek
kızdıran Fenerbahçe’nin mağlubiyeti
olan bir insandı. ‘Yaptığın şeyin arkasında
duracaksın, hedef seçilirsen de bundan
kaçış yoktur.’ derdi. Bu nedenle herhangi
bir tehdit veya başka bir şeyden
bahsetmedi. O biliyorsa bile benim haberim
yoktu bundan. O akşam Galatasaray’ın
milli maçı vardı ağabeyiyle beraber
maç seyrettiler. . Maç seyrederken
önünden biri geçse sinirlenir normalde.
O gün bebek kanepede uyuyordu
bebeği seyretti maçtan çok. Maç bitip
ağabeyi gittikten sonra bebeğin başına
gelip dedi ki: ‘Nilüfer çok heyecanlanıyorum.
Bir an önce büyüsün istiyorum,
bir an önce beni tanısın, baba desin. ’
21 Ekim sabahı beni işe bırakacaktı bebekle,
kendisi de üniversiteye gidecekti.
‘Hava bugün biraz rüzgarlı, siz üşümeyin
ben arabayı kapıya getireyim.’ dedi.
Peki dedim ben de. Bir gün önce olsa
biz beraber gidiyorduk arabaya, ama
o gün nedense o gitti biz kaldık. Gideli
çok olmamıştı daha, sadece patlama sesini
duydum ben, ev sallandı. Yola baktım,
bizim arabadan alev çıkıyor yanıyor,
Ahmet yerde yatıyor. Hemen yanına
koştum, yanına gittiğimde sol kolunun
kopmuş olduğunu gördüm. O arada
kalabalıktaki insanlardan biri ambulans
çağırmış, Ahmet’le beraber ambulansa
bindim. O an sadece dua ediyorsunuz.
Allahım n’olur yaşasın diye. Kolu kopsa
da yaşasın. O an tek istediğiniz yaşaması,
yakıştıramıyorsunuz ölümü.” Ve
ekliyor: “Tek tesellim onun inandığı bir
yolda ölmüş olması, ve ölümsüzleşmesi.
Hep kendi kendime bunu söyledim: Ben
ölümlüyüm, öleceğim ama o ölümsüzleşti
o hep yaşayacak.” (Odatv. (2019, 21
Ekim).
Olaydan 2 yıl sonra bazıları Ankara’da
taksicilik yapan çoğu lise mezunu bir
gruba operasyon düzenlenmiş ve eş
zamanlı olarak Ankara’nın etrafındaki
tarlalarda onlarca kilo patlayıcı madde
gömülü olarak bulunmuştur. Tamamı 24
kişi olarak yakalanan sanıklara yöneltilen
suçlama, Prof. Dr. Muammer Aksoy
ve Doç. Dr. Bahriye Üçok cinayetleriyle
Ankara’daki bazı yabancı diplomatlara
yönelik saldırılar da dahil olmak üzere
10 yıl içinde 20’ye yakın suikast yapmak
ve suikast teşebbüsünde bulunmaktı.
Dava 2000 yılında açıldı. İlk karar 2002
yılında verildi. Daha sonra bazı sanıklar
yönünden karar değiştirildi ve dava
2004 yılında ikinci kez açıldı. Yaklaşık bir
sene sürüp 2005 yılında kapandı. Burada
sanıklardan en önemli rolü oynadığı
tespit edilen bir kişi müebbet hapis cezasıyla
yargılanmış, diğer sanıklar ise 10-
17 yıl hapis cezası almışlardır.
Adli açıdan olayın karanlıkta kalan bir
yönü yoktur. Ancak suikastin arkasındaki
asıl güç tespit edilememiş, veyahut
tespit edilmek istenmeyip perde ardına
itilmiştir. Dava failler açısından kapanmış
olabilir ama asıl azmettirenlerin ve
planlayanların kimler olduğu bulunamamıştır.
Ayrıntıları bu kadar ince planlayabilmek
için daha büyük bir beyin
gücünden yardım aldıkları ve kurban
seçerken üst düzey bir birimden emir
aldıkları aşikardır. Özenli ve gerektiği
kadar inceleme ve araştırmaya dayandırılarak
yapılmadığından, hangi amaçla
öldürüldüğü ya da asıl suçlunun kim
olduğu bulunamamıştır. Olayın varolan
diğer boyutları incelenmediği, diğer
suikastlerle bağıntısının araştırılmadığı
veyahut yetkisiz ve bilimden uzak çevrelerce
yanlış ve eksik değerlendirildiği
için, Ahmet Taner Kışlalı suikasti üzerinden
yıllar geçmiş olmasına rağmen hala
bir sırdır.
Sonuç
Suikast sonrası Ahmet Taner Kışlalı’nın aracı
1989’da başlayan faili meçhuller zinciri,
birçok Cumhuriyet aydınını bizlerden
koparmıştır. Öne çıkan bütün insanların
tehlikede olduğu bu dönemde;
tehlikelere boyun eğmeyen, tehditlere
aldırmayan, inandıkları değerlerden
vazgeçmeyen devrimci aydınlarımız her
birimize örnek olmuştur. İsimlerini ve
düşüncelerini yaşatmak görevimizdir.
22
Bedriye Bozok
Katledilen Aydınlar Köşesi: Ahmet Taner Kışlalı
30 Ocak 1990 tarihinde Prof. Dr. Muammer
Aksoy evine girerken tabancayla
3 el ateş edilerek öldürülmüştür.7
Mart 1990’da Araştırmacı Gazeteci Çetin
Emeç, aracına binerken şoförüyle birlikte
öldürülmüştür. Bundan yaklaşık 7 ay
sonra 6 Ekim 1990’da Doç. Dr. Bahriye
Üçok, bombalı bir kuryenin evine gelmesi
ve bombanın patlaması sonucu
ağır yaralanmış, ertesi gün hastanede
hayatını kaybetmiştir. 24 Ocak 1993 tarihinde
ise hedef Araştırmacı Gazeteci
Uğur Mumcu’dur. Ahmet Taner Kışlalı’yla
benzer şekilde, aracına bomba yerleştirilmek
suretiyle haince öldürülmüştür.
Kışlalı, 1996’da Uğur Mumcu için yazdığı
bir yazıya, “Niçin Uğur Mumcu?” başlığını
atmış, ve cevabını şöyle açıklamıştır:
“Niçin Uğur Mumcu, çünkü Türkiye’deki
siyasi kutuplaşmada Kemalizm bir kez
daha odak noktasına oturdu. Mumcu,
Kemalizm’in simgesiydi, öldürülünce
meşalesi oldu.” (Kışlalı, A.T. (1996, 28
Ocak). Niçin Uğur Mumcu. Cumhuriyet.ahmettanerkislali.com/nicin-ugur-mumcu/
) Halide Edip Adıvar’ın 21
Ağustos 1919 tarihinde Atatürk’e ilettiği
bir telgrafta geçen şu cümlelere dikkat
çekmek istiyorum: “Sınırlarında bu kadar
çok çocuğu ölen zavallı ülkemizin
düşünce ve uygarlaşma savaşında kaç
şehidi var? Serüven ve savaş dönemi
artık geçmiştir, gelecek için ilerleme ve
birlik savaşı açmak zorundayız.” (Atatürk,
M.K. (2019). S. Tokuç (Ed.), Gençler
İçin Fotoğraflarla Nutuk (1. baskı) içinde
(s. 89). İstanbul: Eksik Parça Yayınları. )
Kurtuluş savaşı yıllarında ülkemizi işgalden
kurtarmak için sayısız yurttaşımız
canını hiçe saymış, cephelerde şehit
düşmüştür. Mustafa Kemal Atatürk bir
taraftan savaşı komuta edip, diğer taraftan
ülkemizi çağdaş medeniyetlerin
de ötesine taşıyabilmek için düşünce
ve uygarlaşma savaşı vermiştir. Uygarlaşma
savaşını kazanması sonucu kurduğu
ve “en büyük eserim” dediği Cumhuriyet’i
ise Türk Gençliği’ne emanet
etmiştir. 1990’lı yıllarda, bu emaneti en
değerli hazineleri olarak gören Cumhuriyet
aydınları elini taşın altına koymuş,
uygarlık ve birlik savaşı vermişlerdir. Bu
uğurda canlarını ortaya koyup, devrim
şehidi olmuşlardır. Bizler var oldukça
fikirlerimizde yaşayacak ve ölümsüz
olarak kalacaklardır. Aydınlarımıza borcumuzu
ödeyebilmemiz için, ülkemizi
daha yaşanılabilir bir hale getirebilmek
için, dünyada yaşanan gelişmelere ayak
uydurup yeni şeyler üretebilmek için,
haklıya hakkını suçluya cezasını verebilmek
için elimizi taşın altına koyma
sırası bizlerde. Sen ya da ben. Tek başımıza
başaramıyor muyuz, o halde hep
birlikte! “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür.”
demiş Ziya Paşa. İnsan belleğinin
sakatlığı unutmaktır... Evet insan belleği
unutur, özellikle belirsiz şeyleri unutmaya
çok daha müsaittir. Ama buna izin
vermemeliyiz sevgili okuyucu. İşte tam
da burada, hep birlikte, el ele. Kışlalı’yı
ve beraberindeki bütün aydınları unutmamak
ve unutturmamak adına, anlatmalıyız,
yazmalıyız. Ama tartışarak değil,
23
onların yaptığı gibi saygıyla ve sevgiyle.
Hocalarımız için adalet istemeye devam
etmeliyiz. Biz bir Cumhuriyet coşkusunu
hakkıyla yaşayacaksak, aydınlarımızın
katilleri bulunduğu zaman yaşayabileceğiz.
Düşünce özgürlüğüne engel olup
karşıt görüş nerede olursa olsun bulup
yok etmek suretiyle Atatürk’ü yanlış
yorumlarla genç kuşaklara aktarmak isteyenlere,
bir Atatürkçü ve her şeyden
önce bir insan olarak isyan ediyorum.
Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı yolda,
Kemalizm’in ışığında, her daim güçlü
kalıp, kendini gençlikten sorumlu hisseden
ve gençlere doğru bildiklerini anlatmayı
görev bilen aydınlarımıza sonsuz
teşekkürlerimi sunuyorum.
Ahmet Taner Kışlalı’nın Cumhuriyet Gazetesi’nde
yayımlanan16 Haziran 1993
tarihli bir yazısından ufak bir alıntı yapıp
yorumu size bırakarak yazımı noktalamak
istiyorum. “Ve o nedenle de yenik
ve güçsüz düşmüşlerin kızgınlığını çekecek
kadar güçlü kaldı. Çünkü, düşünceler,
ancak doğrulara oturdukları zaman
güç kazanırlar.” ( Kışlalı, A.T. (2001).
Kemalizm Üzerine. Kemalizm Laiklik ve
Demokrasi (7. baskı) içinde (s. 144). Ankara:
İmge Kitapevi Yayınları.)
Meliha Yücel
Avrupa Sanat Tarihi - Heykel ve Heykeltraş
Sin Cera
İnsanlığın güzele bakışı, iyiyi tartabilme
yetisi ve yaratıcılık anlayışı
ne zaman oluştu dersiniz?
Bireyin kendi iç dünyasında içini doldurduğu
bu kavramlar estetik algısının
da oluşmasını sağlamıştır. Estetik algı,
objenin ya da olgunun kişide yarattığı
hazzı fark etme becerisinin gelişmesidir.
Altamira mağarasında bulunan ve
bilinen tarihin en eski duvar resminden
tutun da Mona Lisa’ya ve sonrasına uzanan
eserler bireyde gelişen estetik algının
ve yaratma isteğinin bir ürünüdür.
Heykel, gelişen estetik algının ve yaratma
isteğinin üç boyutlu olarak vücut
bulmasıdır. Eski çağlardan beri
ilahi varlıkları tasvir etmek veya ilahi
varlıkla iletişimde aracı kılmak, kahramanları
veya kralları-kraliçeleri anmak
veya saygı gösterisinde bulunmak için
kullanılmıştır. Çok tanrılı dinlerin bazılarında
tapınılan kutsal varlığın kendisi
olarak heykeltıraşlar tarafından yapılan
heykeller Rönesans dönemine gelindiğinde
kutsallık atfedilen kişilerin görünüşüne
bürünmüş, kimi zaman tek
başına bir figür olarak sergilenmiş kimi
zaman da bir olaya gönderme yapılmak
istenmiş ve adeta taştan, mermerden,
tunçtan yapılma tiyatro oyuncuları gibi
olayları aktarmışlardır.
Rönesans ve
Heykel
Rönesans, genel anlamda
İtalya’da 15.yüzyılda
başlayan ve 1 asır sonra
doruk noktasına ulaşan
entellektüel bir hareketi
karşılar. Sözcük kökenbilim
olarak Latincede “tekrar,
yeniden doğuş” anlamına
gelen “Renascere”
kelimesinden türemiş,
sanat tarihçisi Giorgio
Vasari tarafından “...sanatın
kaybolduğu zamanımızda onu yeniden,
aşama aşama canlandıran ve yüceltenlerin
dönemi.” olarak tanımlanmıştır.
Ortaçağ’da hakimiyet sürmüş olan
skolastik düşünceden bunalan sanatçılar,
sanatın sadece dini amaçlara
hitap etmediğini kanıtlama düşüncesiyle
Ortaçağ’ın skolastik felsefesini
yaratan ve yöneten din adamlarına karşı
Rönesans’ın bilim insanlarına dayalı
“hümanizm” akımını başlatmışlardır.
Rönesans heykelinde ortaçağ’ın yalın,
perspektiften uzak ve sadece Yeni
Ahit konularından ilham alan eserlerin
aksine figürler dingin, huzurlu, sakindir,
kompozisyon tek yönlü, tek akslıdır;
karmaşıklık yoktur, bütünlük vardır.
Detaydan ziyade ana hatlar öne çıkar.
Heykellerin hammaddesi olarak mermer,
tunç ve ahşap kullanılır. Sanatçı
yontulan maddenin karakterini anlayıp
ona göre kendine bir yol çizer. Heykeltıraş
kimi zaman hammeddeyi istediği
kalıba sokmak için uğraşır, hammade
ise benliğini korumak için mücadele
verir. İkilinin arasında geçen bu savaşın
sonucu olarak ortaya sanat eseri çıkar.
Bazen heykeltıraş üstün gelir ve ortaya
kusursuz bir eser çıkarır ama hammaddenin
galip çıktığı savaşlar da vardır. Bu
galibiyet sonucunda bizim küçük kusurlar
olarak isimlendirdiğimiz çatlaklar
veya oyuklar oluşur. Bunlar hammadenin
yaratıcısına başkaldırısıdır. Eserin
üzerindeki çatlaklar ve oyuklar yine
heykeltıraş tarafından mermer tozu ve
balmumu karışımıyla yapılmış olan ve
adına “cera” denen bir dolgu maddesiyle
kapatılır, kusurları gizler ve heykele son
şekli verilir. Heykeltıraşın galip çıktığı ve
çatlakları cera ile gizlenmemiş eserlere
temiz ve hilesis anlamına gelen “Sin
Cera” denmiştir.
Pieta - Michelangelo
Michelangelo eseri 1498’de Fransız
Piskopos Jean Bilheres’in isteği üzerine
eser “bir esvaba sarılmış olan Meryem
24
Ana’nın kollarında yatan İsa’nın naaşını”
betimleyecek şekilde yapmaya başlamıştır.
Eser günümüzde Aziz Petrus Bazilikası’nda
sergilenmektedir.
Eser Michelangelo’nun imzasını attığı
tek eser olması yönüyle eşsizdir. “Michael
Angelus Bonarotus Florentinus Faciebat”
yazısını kazımıştır. Latince sözcüklerin
anlamı “Bu Eser Floransalı Michelangelo
Buonarroti Tarafından Yapılmıştır”
şeklinde imzasını atmıştır.
Eser, İsa’nın çarmıha gerildikten sonrasında
yaşanan zamandan bir kesittir.
Cansız bedeni annesinin kollarında
yatan “yüce varlık” sanki öncesinde hiç
acı çekmemiş ve ihanete uğramamış
gibi huzurludur. Eserde dikkat çeken
bir diğer nokta Meryem Ana’nın olması
gerektiğinden daha genç duran yüzüdür.
İsa’nın 33 yaşında çarmıha gerildiği
düşünüldüğünde annesinin ondan
geç görünmesi imkansızdır. Sanatçı bu
detayla Meryem Ana’nın saflığını, günahsızlığını
ve “el değmemişliğini” vurgulamak
istemiştir. Meryem Ana da tıpkı
kollarında yatan oğlu kadar huzurlu görünmektedir.
Bunun sebebi oğlunu ait
olduğu yere, tanrının yanına gönderdiği
için olabilir. Meryem Ana’nın fiziksel olarak
normal şartlara göre daha görkemli
tasvir edilmesinin sebebi onun anaçlığını
vurgulamak ve kucağında yatan adamın
“tanrının oğlu” olmasının dışında
kendisinin biricik yavrusu
olması ve sarıp sarmalayacak
kadar büyük
olması olabilir.
İsa’nın kolları, bacakları
ve derisinin altında belli
olan kaburga kemikleri
incelendiğinde Michelangelo’nun
insan
anatomisine ne kadar
hakim olduğu göze
çarpmaktadır. Çoğu
heykeltıraş tıpkı Michelangelo
gibi insan
anatomisi hakkında bir
bilgi birikimine sahiptir
ve gerek kendi vücudu üzerinde gerekse
kadavralar üzerinde incelemeler yapmışlardır.
Meliha Yücel
Avrupa Sanat Tarihi - Heykel ve Heykeltraş
David-Donatello
Donatello tarafından 1460 yılında tamamlanan
eser dönemin iktidarında
söz sahibi olan Medici ailesinin isteği
üzerine yapılmıştır. Günümüzde Bargello
Müzesi’nde sergilenmektedir. Eserin
boyu gerçek insan boyutuna yakındır
ve boyu 1 metre 58 santimdir. Bu bronz
heykel, 15. yüzyıl heykel sanatında hem
antik Yunan, hem de Roma heykelinden
yararlanıldığının bir göstergesi olabilir.
Rönesans döneminin ilk büyük boyutlu
çıplak heykeli olarak kabul edilir.
Heykelin konusu ise; Davud peygamberin
Calut ya da Golyat adıyla bilinen
yaratıkla yaptığı düelloya dayanmaktadır.
Calut’a meydan okumaya cesaret
eden Davud onu kolayca yenmiş izlenimiyle
heykelleştirilirken, heykelin ayaklarının
dibinde ise Calut’un kafası görülmektedir.
Donatello tarafından 1460 yılında tamamlanan
eser dönemin iktidarında
söz sahibi olan Medici ailesinin isteği
üzerine yapılmıştır. Günümüzde Bargello
Müzesi’nde sergilenmektedir. Eserin
boyu gerçek insan boyutuna yakındır
ve boyu 1 metre 58 santimdir. Bu bronz
heykel, 15. yüzyıl heykel sanatında hem
antik Yunan, hem de Roma heykelinden
yararlanıldığının bir göstergesi olabilir.
Rönesans döneminin ilk büyük boyutlu
çıplak heykeli olarak kabul edilir.
Heykelin konusu ise; Davud peygamberin
Calut ya da Golyat adıyla bilinen yaratıkla
yaptığı düelloya dayanmaktadır.
Calut’a meydan okumaya cesaret eden
Davud onu kolayca yenmiş izlenimiyle
heykelleştirilirken, heykelin ayaklarının
dibinde ise Calut’un kafası görülmektedir.
Ayaklarının altında ise defne yapraklarından
yapılmış bir çelenk vardır. Bu
çelenk, zafer ile ilişkilidir. Vücudu tamamen
çıplak olan heykelin ayaklarında
bir çift çizme başında da kenarlıklı ve
çiçekli bir şapka bulunmaktadır. Donatello
“kontrapost (contrapposto)” diye
bilinen ve kalçalardan gelen bükülme
hareketi olan vücut ağırlığının bir bacağa
bindirildiği ve öbür bacağın dizden
hafifçe kırılarak serbest bırakıldığı
duruşu heykelde kullanmıştır. Bu duruş
ve detaylar ona feminen bir görünüş kazandırmıştır.
Michelangelo ve Bernini’ye ait Davut
heykelleri de olmasına rağmen Donetello’nun
heykeli daha az gerçekçi ve
dinsel tasvirlerden uzak olması yönüyle
diğerlerinden ayrılır.
PORTA DEL wPARADISO -
LORENZO GHİBERTİ
Ghiberti’ye ait olan “Cennetin Kapısı”
olarak bilinen bu eser 20 yılı aşan bir çalışmanın
ürünüdür. Floransa’da bulunan
St. Giovanni Vaftizhanesi’nin kapısı için
tasarlanmıştır. Vaftizhane sembolizmin
bir eseri olarak 8 köşelidir ve Hristiyanlıktaki
Tanrı’nın cennet ve cehennemi
yarattığı altı günü, Sebt için bir günü ve
Hristiyanların vaftizle ‘yeniden doğdukları’
veya ‘yeniden yaratıldıkları’ sekizinci
günü temsil etmektedir. Bu eser için 10
dikdörtgen panonun üzerine işlemeler
yapan Ghiberti konuyu ise Eski Ahit’ten
sahneler üzerine kurmuştur. Eser ismini
ise yaratıcısından değil bir diğer büyük
sanatçı Michelangelo tarafından almıştır.
Kapının üzerindeki kabartmaların
güzelliğinden etkilenen Michelangelo
“Cennetin Kapısı” ismini layık görmüştür.Kapının
üzerinde işlenen sahneler
şöyledir:
Adem ile
Havva’nın
yaradılışı
İki kardeş Habil ile
Kabil ve Kabil’in
kardeşini öldürdüğü
sahne.
Nuh Tufanı
İbrahim peygamberin
oğlu İshak’ı kurban
edişi.
Davut peygamberle
Golyat savaşı
Kral Sülayman’ın
tahta çıkışı
İshak, Esav ve Yakub
Yusuf peygamberin
köle olarak satılması
Hz.Musa ve 10 emri.
Yeşu’nun düşüşü.
25
Uğurcan Ata / Anonim
Şiir Köşesi
Şiir Köşesi
Zamana Serzeniş
Geleceğe bakışın portresidir: yaşam.
Bir çocuk doğar, dünyayı değiştirir,
Bir düşünce yeşerir, bin düşünceye ilham yerleştirir,
Bir ömür tüketilir;
Her çökmüşlüğe bir ruh,
Her bitkin ruha ışık ve her ışığa bir umut.
Terk edilmeyi bekleyen uzun vakitler vardır elde.
365’lerin her saniyesi unutulacak anılar,
52’lerin her dakikası bitmek bilmeyen sabahlar,
Ve 12’lerin her saati kederlendirecek yarınlar.
Karanlık bir geçmişin aydınlık geleceğe kavuşması gibi.
Hayal, beklenti ve bir tutam çaresizlik,
Kimine göre bir hayli gerçek bir hayli yakın,
Kimine göre geç, kimine göre er geç.
Uçsuz bucaksız derinliklerin sessizliğine haykırışlar,
Her tüketilen nefesin yettiğince ağır,
Görünecektir elbet geleceğin baharı,
Geçmişin yankısından;
İlelebet aydınlık.
Kelimelerin çemberinde yaşama öyküsüyle bir çocuk,
Cümlelerin uyumsuzluğuyla hayata tutunma hevesinde,
Bir zelzele gibidir büyümenin verdikleri,
Direnip savaşarak gençliğe erişmenin.
Günlerin şafağında kahkahaların varlığı,
Her bir yandan duyulma isteğinde,
Oysa ki yaşamın azizliğinde hüzün,
Tek duyulansa bir neslin içten yakarışları.
Hırkamın Cebinde
İlk şiirlerimi yazdığım sokakta oturdum bu gece
Giydim üstüme,
Sokak lambasının, ağır hırkasını.
Ve kapattım gözlerimi usulca.
Bir sevda türküsü takıldı dilime.
İçime bağıra bağıra,
Dışıma susa susa,
Yüreğimi yaka yaka söyledim.
Sonra aldım elime kalemi.
Hırkanın cebinden yalnızlığı çıkarttım.
Önce mürekkebe vurdum dilimi.
Dilimde acı bir tat bıraktım.
Namütenahi sokağım,
Ben otururum en başında.
Bir güvercinim var bir kedim.
Uyurlar yanı başımda.
Kavgamı kedim anlatır,
Güvercin de sevdamı.
Kedim herkesi ağlatır.
Güvercin esirgemez selamı.
Kağıdım hâlâ taze bir yara,
Diyerek bıraktım kalemi elimden.
Geçirip tırnaklarımı duvara,
Usulca kalktım yerimden.
Önce selamladım,
Gökteki tek yıldızı.
Sonra güvercinimi uçurdum
Evcilleştirdim kedim gibi arsızı
Derince bir nefes çektim,
Lambanın parlaklığını doldururcasına ciğerime.
Ben bu şehri zoraki terk ettim,
Pranga vururcasına bileğime.
Vurulur vurulmaz kelepçeye ellerim
Sevdalım da gitti Dostum da
Ne kuşum kaldı yanımda ne kedim
Bir şiir bıraktım ceketin sol yanında
Bu sokak benim için kavgamın
Ve sevdamın ismiydi
Fakat şimdi sadece karganın
Ciyaklayan sesiydi.
namütenahi : ucu bucağı olmayan, sonsuz, sınırsız.
26
SON SÖZ
“Çok Kıymetli Okur,
Dünden bugüne yoğun uğraşlar ve derin emekler sonucu getirdiğimiz Bakış dergimizin son seslenişindesiniz. Buraya
kadar geldiyseniz ve bu cümleleri, ilk seslenişimizden bu yana en ufak bir farkla dahi okuduğunuzu hissediyorsanız, ne
mutlu bir olabilene: Bizlere.
Okumuş bulunduğunuz dergimizin her bir satırında belirli renkler, savunular ve yoğunluklar hakimdi. Her bir sayfada,
farklı kalemlerden çıkan ürünleri gözleyebildiniz fakat temel bir ortaklık vardır: Çukurova Üniversitesi Atatürkçü
Düşünce Kulübü kalemlerinin, Mustafa Kemal ışığındaki ilerici üretkenlikleri. Bu bilinçte ve aynı şuurun samimiyetinde
sürekliliğini planladığımız dergimiz; okuyan, dokunan herkesindir.
Geleceğin umutları, hepimiziz: Yarınların bilim insanları, eğitimcileri, sanatkarları, iş insanları ve daha nicesi, bizleriz.
Emek gösterdikçe emeğin kıymetini anlayanlar, umut ettikçe içimizde çoğalanlarız.
Yarınlar, bizimdir sevgili okur. Bilimle, sanatla, üretimle kalın…”
27
İşte senin anlattığın Türk gençliği.
Bize emanet ettiğin her değer kalbimizde, dilimizde,
kalemimizde ve yaşamımızda.
Hep daha ileriye.