Journo Almanak 2020
Unutulmaz yıl 2020'nin unutulmaz Journo içeriklerinden bir seçki...
Unutulmaz yıl 2020'nin unutulmaz Journo içeriklerinden bir seçki...
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
GAZETECİLER İÇİN BİR DERGİ
ARALIK 2020
ALMANAK #3
2
EDİTÖRDEN
Sunuş
Yeni tip koronavirüsle birlikte ortaya çıkan
COVID-19 küresel salgını 2020’ye damgasını
vurdu.
Gazeteciler olarak hem “pandemi” denilen
biyolojik salgının, hem de “infodemi” (infodemics)
adı verilen yanlış bilgi salgınının ağır
sonuçlarıyla yıl boyunca mücadele ettik.
Journo, altı ay içinde koronavirüsle ilgili 70’i
aşkın içerik yayımladı. Bunlar arasında Türkiye’nin
dört bir yanındaki haber tüketicilerinin
alışkanlıklarındaki dönüşümü bir hafta boyunca
incelediğimiz “Karantinada Haber” yazı dizisi
de vardı. Telefon ve mikrofonları dezenfekte
ederken işe yarayacak ipuçları gibi gazetecilerin
hayatlarını kolaylaştıran içerikler de...
Herkes salgına odaklanmışken medyayı derinden
etkileyen konuları da unutmadık. Türkiye’de
basın özgürlüğünde yaşananlardan, dünya
medyasını dönüştüren gelişmelere dek sektörle
ilgili her konuyu takip ettik.
Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Avrupa Birliği’nin
finansmanıyla süren telif programımızı
salgın boyunca gazetecilere daha çok destek
vermek için hızlandırdık. Bu yıl 48 serbest gazeteciden,
her birine brüt 100 Euro telif ödemesi
yapılan 106 içerik aldık.
Journo içerikleri yıl boyunca yaklaşık 400 bin
tekil ziyaretçiye ulaştı. Türkiye’de 45 bin kadar
gazeteci olduğu düşünüldüğünde, bu yıl hızla
büyüyen sosyal medya hesaplarımız dahi tek
başına bu kitlenin neredeyse tamamına ulaştı.
Salgın nedeniyle etkinliklerimizi fiziksel ortamdan
dijitale kaydırdık. Yeni etkinliklerimiz,
hem erişimimizi büyüttü, hem de gazetecilerle
kurduğumuz bağı güçlendirdi.
Journo Talks’da iletişim öğrencileri başta
olmak üzere platformumuzun sıkı takipçileriyle
düzenli olarak buluştuk. J Raporu podcasti ile
Türkiye ve dünyada medya olaylarını değerlendirdik.
Journo Pro’da ise dünyanın önde gelen
medya uzmanlarını Türkiye’deki gazetecilerle
buluşturmaya başladık.
Özetle; 2020 gazeteciler için zor, ama dolu
dolu bir yıldı. Bu almanak, yıl boyunca yayımladığımız
içeriklerden bir derleme sunuyor.
İyi okumalar,
journocomtr
journo
YIL: 6 SAYI: 7 / ARALIK 2020
TÜRKİYE GAZETECİLER SENDİKASI ADINA SAHİBİ: GÖKHAN DURMUŞ
YAYIN YÖNETMENİ: MUSTAFA KULELİ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: EMRE KIZILKAYA (SORUMLU)
TASARIM: UĞUR GÜÇ SAYFA TASARIMI: MYRA
ADRES: ABİDE-İ HÜRRİYET CAD. NO: 211/C KAT: 1A 34381 ŞİŞLİ / İSTANBUL
BASKI: KUZEY VEB OFSET SAN. TİC. LTD. ŞTİ.
TAYAKADIN YASSIÖREN CD. NO:75/H ARNAVUTKÖY İSTANBUL
BU YAYIN FRIEDRICH-EBERT-STIFTUNG (FES) DERNEĞİ
TÜRKİYE TEMSİLCİLİĞİ’NİN KATKILARIYLA BASILMIŞTIR.
İÇERİKLERİN SORUMLULUĞU JOURNO’YA AİTTİR.
3
İÇİNDEKİLER
4
Gerçeklerin tsunamisi
6
Kapit-20’nin aşısı var mı?
8
12
14
18
20
24
26
32
36
Oğul Twitter’da,
anne ve baba televizyonda
Koronavirüs aşısı haberlerinde
dikkat edilmesi gerekenler
Haber aramaları, reklamlar ve
kötülüğün finansmanı
Journo dikkat çekti,
TGC en iyi fotoğraf ödülünü
gerçek sahibine verdi
Yerel sansürcüleri harekete
geçiren 10 koronavirüs haberi
Gazeteciler ‘sonraki adımı’
düşünmeli
Babacan belgeselini,
yapımcısıyla konuştuk
140journos belgeselciliği,
gazetecilik refleksini sorgulatıyor
‘Müjde, Akçakoca’da
doğalgaz bulundu’
38
40
Bir yalan haberin anatomisi
Zuckerberg 21. yüzyılda
ifade özgürlüğünün anlamını
kavrayamıyor
KAPAK FOTOĞRAFI: Salgın ortamında görev yapan İstanbul’daki
basın mensupları, 28 Ağustos 2020’de Cumhurbaşkanı Erdoğan
Büyük Çamlıca Camii’nde cemaate seslenirken mikrofonlarını havaya
kaldırarak sesi kaydetmeye çalışmıştı. İsa Terli / AA
4
GAZETECI GÖRÜŞÜ
Gerçeklerin tsunamisi
Yeni tip koronavirüsün Türkiye’de ilk ölüme neden olduğunun
açıklanmasından yaklaşık iki ay sonra yetkililer, kontrollü
de olsa “normalleşme” için ilk adımları bu hafta atmaya
başladı. Covid-19 salgını sonrasında hayatın nasıl dönüşeceği
konusunda gazetecilerin ve iletişim akademisyenlerinin
görüşlerini aktardığımız “Virüsten Sonra” dizimizin bu
bölümünü, deneyimli televizyoncu Erdoğan Aktaş yazdı:
Medya için ‘gerçeklerin tsunamisi’ne hazırlanma zamanı…
ERDOĞAN AKTAŞ
Bugünlerde herkesin dilinde
pelesenk olan cümle şu: “Hiçbir
şey artık eskisi gibi olmayacak.”
Belki de tıpkı M.Ö–M.S gibi,
K.Ö ve K.S olacak. Koronadan
önce, koronadan sonra. Artık bu
konuda hemen herkes hemfikir.
Her sektörün derinden etkileneceği
bir dalgadan medyanın
muaf olması beklenemez. Aksine,
hepsinden önce bu etkiyi,
gelişimi, dönüşümü ve krizi
medyanın görmesi gerekir.
Ayrıca, çok derin tartışılması
gereken bir konu, biliyorum ama
şu notu da düşmek istiyorum.
Tüm dünyanın yeni, bambaşka
bir ‘izm’e ihtiyacı olduğu gerçek.
Çünkü kapitalizm yetmiyor,
yetemiyor ve yoksulluk küresel
bazda en büyük sorun olarak
karşımıza çıkıyor. Bunu sadece
tarihe bir not düşelim.
Türkiye’de hâlâ şöyle konuşanlar
var: “Gelecek internette…”
Yahu ne geleceği, o geçti bile.
Artık her şey dijitalde. Korona
krizi bir anlamda “dijital bir
darbe” gibi. Tüm dünyayı, belki
de 20-30 yıl sonra dijital olarak
geleceği noktaya sadece birkaç
ayda getirdi. Herkes buna mecbur
kaldı. Tabii ki medya da…
Oysa Türkiye’de internet deyince,
dijitalleşme deyince akla,
bir haber portalı kurmak ya da
online alışveriş yapmak geliyordu.
Fakat korona gelip bir omuz
atınca anladık ki; durum bu
değil. Teknolojik olarak yatırım
yapmak, öngörmek ve tüm bunlar
kadar önemlisi, dijitalleşmiş
insan yetiştirmek gerekiyormuş.
Tabii ki bu tanımlamalar bile
çok genel geçer ifadeler. Ancak
medyanın teknolojik gelişimini
hızlandırması gerekiyor.
KÂĞIT BU KRIZE
DAYANAMAYACAK
GIBI GÖRÜNÜYOR
Ayrıca bu süreç basılı medyanın
ömrünün, tahmin edilenden
de önce tamamlanacağını gösteriyor.
Koronadan sonra, kâğıt bu
krize dayanamayacak gibi görünüyor.
Kendisini online konumlayabilen
gazete ve dergiler, hızla
kâğıdı terk edecekler.
Eğlence medyasında da gittikçe
her şey dijital platforma
kayacak. “İstediğin zaman,
istediğin yerde ve istediğin şekilde
izle” mantığı ile, eğlence
televizyonculuğu çok fazla baş
edemez gibi görünüyor. Bu
nedenle ‘konvansiyel TV’lerin
de bu açıdan yatırım yapması
gerekiyor.
Fakat haber kanallarını bir
nebze bunun dışında tutuyorum.
Çünkü kriz ortamlarının en
büyük haber kaynağı internetle
birlikte haber kanalları oluyor.
Elbette haber kanallarının da
kendisini yenilemesi, teknolojik
yatırımlarına hız vermesi ve bu
çerçevede iyi ekipler yetiştirmesi
gerekiyor.
Korona bize, “uzman muhabirliğin”
ne kadar önemli
olduğunu da gösterdi. Eskiden
her tv ve gazetede diğer alanların
yanında sağlık ve eğitim
muhabirleri vardı ki bunlar özel
uzmanlık alanıdır. Ancak son dönemlerde
–bunun birçok nedeni
var fakat bence hepsi geçersizhaber
merkezleri bu uzmanlık
gerektiren alanlardan çekildi.
Dolayısıyla bunun eksikliğini
salgın döneminde çok gördük.
Sabahtan akşama sağlık
konularının konuşulduğu bir
dönemde, milyonlarca öğrenci
tüm dünyada olduğu gibi uzaktan
eğitime yönlendirildi. Fakat
eğitim ve sağlık muhabiri yok
denecek kadar az. Tabii sadece
eğitim ve sağlık alanında değil,
aynı zamanda ekonomide de
“uzman muhabire” ihtiyaç var.
Bir başka konu editörlük.
Bana göre; “iyi editör, kullandığı
haberle değil, vazgeçtiği
5
haberle” anlaşılır. Yani demem
o ki; editör, yayına ya da sayfaya
hangi haberi neden tercih etmediğini
iyi bilen kişidir. Ekonomik
ve siyasal koşullardan dolayı
son 15 yılda yeniden şekillenen
Türk medyasında, bu yapılar da
daha çok el yordamıyla oluştu.
Ajans haberciliği ön plana çıktı
ve “kes-yapıştır” mantığı hâkim
oldu. TV’lerde de böyle, gazetelerde
de, internette de…
‘ÖZGÜRCE YAYIN
YAPAMADIĞINIZ
ZAMAN
KAYBEDERSINIZ’
Oysa Fox Haberin Genel
Yayın Yönetmeni Doğan Şentürk,
haberciliğin temeli sayılan
“5N1K” kuralına bir de “A” ekledi.
Yani “Acaba.” Olağanüstü
bir yaklaşım. Çünkü… Birçok
nedenle el yordamıyla oluşan
haber merkezi yapılarının acilen
“A kuralını” hayata geçirmesi ve
“Acaba” diye de sorması gerekir.
Bu filtrelemeyi en azından yayımlanan
haberin güvenirliliği
açısından yapması lazım.
Fakat öyle dönemler yaşıyoruz
ki, gerçekleri ne kadar
baskılarsan baskıla, “tsunami
dalgası” hâlinde ortaya çıkıyor.
İstediğin kadar haberi ekrana,
sayfaya gerçeklerden arındırarak
taşı ya da hiç yer verme. Ortada
koskocaman bir özgürlük alanı
yani internet var. Bu yüzden,
iyi ve uzman muhabirlikle ve iyi
yetişmiş editörlerle kurulan yapıda,
özgürce yayın yapamadığınız
zaman, kaybedersiniz. Sadece
yayın kuruluşu değil, ülkemiz
de kaybediyor.
İçişleri Bakanlığı, afet çalışmaları
çerçevesinde eğitimler
hazırladıklarını açıkladı ve bakan
şöyle konuştu: “Muhabirlere
nasıl haber yapılacağını öğreteceğiz.”
Ben de tabii ki karşı
çıktım: “Sayın Bakan, lütfen siz
kendi işinizi yapın, biz de kendi
işimizi.”
Bunu söyledikten sonra neler
neler işittim anlatamam. Bu da
ayrı bir konu fakat İçişleri Bakanı,
“Gazetecilere nasıl haber
yapılacağını öğretirim” dediği
anda, birçok sorunun yanı sıra
ülkemizde olağanüstü bir güvenlik
sorununa yol açtığının
farkında değil. Çünkü… Türkiye’de
İçişleri Bakanı habercilik
öğretmeye kalktığında, gazeteciler
ülke güvenliği açısından
bile çok önemli bir haber yapsa
buna kimse inanmıyor. Siyasi
iradenin nasıl haber yapılacağını
öğretmeye kalktığı bir ülkede o-
lan bitenleri yazanlara da dünya
inanmıyor. Bakınız 15 Temmuz
ve sonra yaşananlar…
Son dönemlerde bence en
önemli haberciliği yapanların
başında Teyit.org ve Doğruluk
Payı gibi siteler geliyor. Son derece
titiz bir çalışma, gerçeklerle
yalanların ayrıştırıldığı bir laboratuvar
gibi. Hani aşı çalışmaları
çerçevesinde sevinçle, “koronavirüs
izole edildi” diye açıklamalar
yapıldı ya… İşte teyit siteleri de
bu şekilde gerçeği arındırarak
yalanı izole ediyor ve bence gazeteciliğe
büyük hizmet veriyor.
Devamı journo.com.tr’de
6
AKADEMISYEN GÖRÜŞÜ
Kapit-20’nin
aşısı var mı?
“Yeni normal” ile de olsa “normalleşmeyi”
bekliyoruz artık… Covid-19 salgını
sonrasında hayatın nasıl dönüşeceğini
konu alan “Virüsten Sonra” dizimizin bu
bölümünde, İstanbul Bilgi Üniversitesi
İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Halil
Nalçaoğlu; özellikle eğitim, ekonomi ve
siyasette dijitalin belirleyici olacağı iyikötü
değişimleri Journo için yazdı.
PROF. DR. HALIL NALÇAOĞLU
Covid-19 kâbusu, dünyayı yangın
yerine çevirmiş durumda.
Yüz yirmi nanometre çapındaki
bir varlık, formunun cazibesiyle
mütenasip olmayan bir yıkıcılıkla
can almaya devam ediyor. İ-
çinde bulunduğumuz büyük kaygı
ve telaş aslında Covid-19’un
öldürme değil, yayılma hızından
kaynaklanıyor. Biliyoruz ki 2019
doğumlu koronavirüs, akrabalarından
daha öldürücü değil.
Daha hızlı. Hız, çoğumuz için
bir problem değil(di). Hıza alışık
bir hayatımız var. Sosyal medya
pratiğimiz sayesinde “viral” kavramına
bu salgından çok önce
alışmamış mıydık? Ama şimdi
“viral” metafor olmaktan çıktı,
gerçek oldu. “Viral,” virüsün
metaforu değil kendisi olunca
işler değişiyor. Hızlı hayat şu
veya bu biçimde devam edecek.
Pandemi ise (umarım) bitecek.
Sonra? Pandemi bittiğinde iyi
ve kötü şeyler yaşayacağız. İyi
olanlardan başlayayım.
İYI ŞEYLER
Bir: Pandemi bitmiş olacak.
Bir otorite, “tamam millet, bitti”
dediği zaman pandeminin bittiğini
anlayacağız. Aslında hiç bir
zaman emin olamayacağımız
bir son olacak bu. Çünkü benim
anladığım, koronavirüsü ölmüyor.
Bunun da basit bir nedeni var.
Yaşamayan bir şey ölemez. Bir
salgın olarak koronavirüs, son bir
asırdır insan ve doğanın girdiği
yeni ilişkinin ürünü. Pandemi
süreci bize yalnızca parçası olduğumuz
doğanın parçası değilmişiz
gibi davranmamızın sonuçlarını
göstermedi. Farkında olmadan
verili kabul ettiğimiz pek çok karşıtlığın
aslında karşıtlık değil, tek
bir büyük bütünün yalnızca dilde
ayrışan hâlleri olduğunu ortaya
koydu. Yaşam ve ölüm, uzak ve
yakın, ekonomi ve toplum sağlığı,
özel alan ve kamusal alan, arzu
ve kısıt… Bu farkındalık da ikinci
iyi şey olarak kayda geçsin. Fark
edene tabii…
Pandemi sonrasında dijital-küreselleşme
bizlere sunduğu
olanakları çeşitleyecek. Eğitim
bunların başında geliyor. Şimdiye
kadar yalnızca yüz yüze eğitimin
gerçek eğitim olduğuna inanan
inatçı hocalar, envanterlerine
dijital ve etkileşimli araçları da
katmış olacaklar. Uzaktan eğitim
normalleşecek. Bunu da üçüncü
iyi şey olarak not edelim.
Uzaktan eğitim gibi uzaktan
alışveriş bir başka güç kazanan
alan olacak. Karantina sürecinde
geliştirilen alışkanlıkların sonucu
olarak “online ticaret” genişleyecek.
Bilirsiniz, pazarlama
alışkanlık yaratmaktır. Bu da iyi
şeyler listemizin (tartışmalı) son
unsuru olsun.
KÖTÜ ŞEYLER
“Pandemi bittiğinde
hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”
söylemini sık sık duyar
olduk. Bana kalırsa özel çaba ile
yaşatılması gereken bireysel kazanımlar
dışında değişen çok az şey
olacak. Hatta her şey eskisinden
daha kötü olacak.
Evet, kötü şeyler listesi maalesef
daha uzun. Ben gene de bir
denge yaratmaya çalışacağım.
Slavoj Žižek’in bir tür dayanışma
ruhu olarak tarif ettiği küresel
komünizm falan gelmeyecek.
Ateist materyalist olarak (!) yükselmesini
arzu ettiği tinsellik de
bence ham hayal. Bunun yerine
Henry Kissinger’ın (evet, hâlâ
yaşıyor) öngörüsü gerçek olacak.
Pandemi sonrası zaten bozulmuş
olan meşruiyet-otorite dengesi
iyice bozulacak.
Sıkıldıkça mutasyona uğrayan
7
Tüm yazı dizisi:
https://journo.
com.tr/konu/virusten-sonra
virüs gibi, neo-liberal kapitalizmin
yeni-muhafazakâr versiyonu mutasyona
uğrayarak adına Rus-tipi
kapitalizm diyebileceğimiz
yeni bir tür doğacak (Kapit-20).
Kapit-20’yi önceki salgınlardan
biliyoruz—Putin, Trump, Xi falan.
Yeni versiyonun eskisinden farkı,
siyasal aparatın kendi ülke sınırları
içinde yaşamasına izin verdiği
nüfusun üzerine titrerken, “dışarıda
kalanların canı cehenneme”
yaklaşımına iyice sarılması olacak.
“Yaşamasına izin verdiği”
diyorum. Çünkü, dünya devletleri
arasında varolan “vize almak
zorunda olanlar” ve “vize vermek
istemeyenler” ayrımı iyice derinleşecek.
Bu, küreselleşme masalının
bize öğrettiği “hadi biraz da
Londra’da yaşayalım” tarzının
sonu anlamına geliyor. Toplumsal
katmanlaşmanın en dibindekiler
ve prekaryum mensubu kişiler
için bu tarzın sona ermesi, daha
fazla “düzensiz mültecilik” ve maalesef
daha fazla umursanmayan
toplu ölümler anlamında geliyor.
İçine gireceğimiz bir başka
büyük kötülük, Ulrich Beck’in
risk toplumuna akraba yeni bir
toplum tipi olacak: Belirsizlik
Toplumu. Dünya nüfusunun büyük
çoğunluğu yarın ne olacağını
bilemez şekilde yaşamını sürdürecek.
Bu teknik olarak işsizlik,
ekonomik kriz, siyasî dalgalanma,
küresel etkili yerel savaşlar gibi
olguların gerçekleşme sıklığının
artması demek. İstikrarı tek bir
alanda göreceğiz: Küresel ısınma.
Bu da ziyadesiyle kötü tabii.
Bir başka problem, iç siyaset
alanında tanımlanabilir. Ülkelerin
pandemi öncesinde biriktirdikleri
yaralar iyileşmek şöyle dursun,
daha da derinleşecek. Örneğin
siyasal kutuplaşma, bilginin
masif manipülasyonu sonucu
gerçek ve gerçek-olmayanın birbirine
karışması, dijital gözetim
ve mahremiyet ihlâlleri… Say
sayabildiğin kadar.
Kapit-20 dönemi sosyo-politik
düzen, siyasal aparatın ekonomik
elitle özdeşleştiği, siyasal sözün
ekonomik karar anlamına geldiği,
sesini yükselten herkesin bir
şekilde susturulduğu bir düzen
olacak. Elbette Kuzey Avrupa ve
İzlanda gibi ülkeler eskiden bildiğimiz
ultra-demokratik yapılarını
güçlendirecekler. Ama dışarıda
kalanlar ciğerci dükkânı önüne
sıralanmış mahalle kedileri gibi
bunu sadece seyredebilecek.
ABARTIYOR MUYUM?
Abartıyorum tabii. Rus-tipi
kapitalizm (kısa adıyla Kapit-20)
pandemi sonrası dünyanın yeni
politik-ekonomisinin tarifi olabilir.
Kapit-20’nin aşısının üretilmesi
çok zor ve uzun zaman alıyor.
Üstelik aşısını bulduğunuz anda
yeni bir mutasyon emekleri boşa
çıkartabilir. Öte yandan pandemi
öncesi düzende yaşamak zorunda
kalan bizler için bir umut var.
Sürü bağışıklığı. Elbette biz bütün
bunları yaşadık, bu olup bitenlere
karşı kendi savunma sistemimizi
geliştirdik. Fakat bağışıklık sadece
hayatta tutar. Değiştirmek için
çalışmak lazım. Belki Covid-19
deneyimi sayesinde “hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak” söylemini
olumlu yönde gerçek kılmak için
bazı kararlar alırız. Gerçek kılmak
için gerçek bir şeyler yapmak
gerekiyor. Yani bir şeyler yapmalı.
Moğollar’ın dediği gibi, “kıyamet
değilse bile bir şey kopmalı.”
8
KARANTINADA HABER
Oğul Twitter’da,
anne ve baba televizyonda
ILGAZ GÖKIRMAKLI
Antalya’da yaşayan bir aile… Genç oğul, muhafazakâr anne ve babasından siyasi olarak
“çok farklı düşünüyor.” Ancak bu dönemde eve kapanan aile üyelerinin hepsi daha çok
haber izliyor. Oğul Twitter’da, anne baba ise televizyonda… “Karantinada Haber” yazı
dizimizin üçüncü bölümüne buyrun…
Koronavirüsün tetiklediği bilgi
ve haber bombardımanı sürerken
çoğu insan evlere kapandı.
Peki, okurların ve izleyicilerin
haber tüketim alışkanlıkları bu
süreçte değişiyor mu?
Bu soruyu yanıtlamak üzere
geçen hafta Kerem ve ailesi ile
haber tüketimine odaklanan görüşmeler
yaptık. Kerem telefonla
konuşmayı pek sevmediğini söylediği
için bu araştırmayı WhatsApp’tan
yazışarak yürüttük. Antalyalı
ailenin aklında “tuzlu su,
kelle paça, Türk geni” haberleri
kaldı. Haberleri farklı şekillerde
yorumladılar. Kimi zaman televizyonda,
kimi zaman internette
gördükleri bir haber, davranışlarının
değişmesine neden oldu.
Kerem ise “Twitter’a normalden
daha fazla girer oldum” diyor.
İstanbul Teknik Üniversitesi
İnşaat Mühendisliği bölümünü
bitirdikten sonra ailesinin
yanına dönen Kerem, geçen
mayıs ayından beri Antalya’da
yaşıyor ve Avustralya vizesi için
gün sayıyor.
Avustralya’nın genç mühendislere
çalışma izni verdiği bir
programa katılmayı ve hayatına
orada devam etmeyi bekleyen
9
Kerem, kendisini ve ailesini
kısaca şöyle tanıtıyor:
“Annem 56, babam 58 yaşında.
İkisi de emekli öğretmen.
Üç kardeşiz. Ablam eşiyle Kanada’da
yaşıyor. Bir de abim var,
kendisi kaptan ve şu an denizde.
Ben okul bittikten sonra ailemin
yanına geldim. İş bulma süreci
zordu, nitekim bulamadım da.
Yaklaşık bir yıldır ailemle yaşıyorum.
Onlarla hayata bakışımız
çok farklı, sürekli tartışırız.
Onların siyasi görüşü muhafazakârlığa
daha yakın, fakat uç
bir muhafazakârlık değil. İktidarı
destekliyorlar. Kendimi terimlerle
kısıtlamak istemiyorum, ama
onlarla çok farklı düşündüğümüzü
söyleyebilirim.”
TV kumandası normalde
babada, diziler başlayınca
annede
Sıradan bir günlerini ise şöyle
anlatıyor Kerem:
“Televizyon kumandası sabah
namazından sonra televizyonu
açıp önünde uyuyan babamın
kontrolünde. Annem, babam
izlerken ilgisini çeken bir haber
olursa televizyondan (canlı yayın,
son dakika, basın açıklamaları
gibi) izler. Onun dışında tabletle
veya telefonla haber sitelerinde
geziyor. Takip ettiği diziler o-
lunca kumanda anneme geçiyor.
Ben çok fazla televizyon izlemiyorum.
Daha çok sosyal medya,
Ekşi Sözlük ve Twitter ağırlıklı
haber alıyorum. Sabah kalkınca
yaptığım ilk şey telefonumu elime
alıp Twitter’a bakmak.”
BIRINCI GÜN
Koronavirüs gündemini yakından
takip ediyor musunuz
sorusuna, “Ben yakından takip
ediyorum. Ailem haberlerde
gördükleri kadarıyla takipteler”
diyerek cevap veriyor Kerem.
Televizyonda genellikle CNN
Türk, NTV ve HaberTürk
kanalları açık. Baba Mustafa
Bey vaka sayılarını, ÖSYM’nin
ertelediği sınavları, piyasaların
durumunu ve bankaların tedbir
kararlarını ekranlardaki haberlerden
takip ediyor. Ekonomi
haberlerinden sonra “İnsanlar
artık sadece hayati şeylere para
harcayacak” yorumunu yapıyor.
Haberlerin ardından düne
kadar kolaylıkla satacağı arabasını
satamayacağını düşünüyor
ve “Bu aralar arabayı almaya
gelen olmaz” diyor.
Kerem ise sosyal medya aracılığıyla
mağazalarını kapatan
markaları, virüsün gün geçtikçe
daha fazla kişiye bulaştığını ve
Kanada Başbakanı Justin Trudea’nun,
COVID-19 salgını
nedeniyle halka yaptığı çağrıyı
izlemiş. “Üzüldüm, bizim devlet
niye böyle güven vermiyor diye”
açıklıyor hissettiklerini. Türkiye’de
resmi açıklamanın eksik
yapıldığını düşünüyor.
Dolar yükseldi haberleri
tedbire yöneltiyor, Müftüoğlu
yazısı ise tuzlu suya
Annesi Melahat Hanım ise
doların yükselişi nedeniyle tedbirli
olmak gerektiğini düşünüyor.
O da araba satıp değiştirme
fikrini erteleme kararında. Bu
sırada Osman Müftüoğlu’nun
bir yazısında gördüğü tarif
üzerine tuzlu su sürahisi hazırlamış.
Gün içinde ara ara gidip
gargara yapıyorlarmış.
“Daha önce böyle bir haber
görseydi yine uygular mıydı,
yoksa koronavirüs salgını davranışlarını
değiştirdi mi” sorusunu
Kerem yanıtlıyor:
“Annem hep böyleydi. Bu
gündeme özel değil. Televizyonda
duyduğu ya da gördüğü bir
şeyi mutlaka dener. Ne izlediyse
ertesi gün o yemeği yeriz. Ailem
zaten haber izliyor ya da okuyor.
Fakat evden çıkıp yürüyüşe gidiyor
ya da başka şeyler yapıyorlardı.
Şimdi onları yapmadıkları
için evde daha çok vakit geçiriyorlar.
O yüzden haber izleme
oranları arttı, benim için de aynı
şey geçerli. Genelde her gün
arkadaşlarımla görüşüyordum.
O zamanlar bittiği için şimdi
daha çok sosyal medyadayım ve
habere daha çok bakıyorum.”
Genç resmi verileri
sorguluyor, anne ‘devlete
güveniyor’
Akşam haberlerini televizyondan
takip ederken Eski Kara
Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın
ölümüyle ilgili bir habere
denk gelince işler karışıyor. Kerem,
“Adamın korona nedeniyle
öldüğü belliydi. Sağlık Bakanı
neden dün akşam sadece bir ölü
olduğunu söyledi. Saklıyorlar
10
ya da halkı yeterince bilgilendirmiyorlar”
deyince annesi ve
Kerem arasında “Ben devletime
güveniyorum” tartışması çıkıyor.
Bu sırada anne Melahat Hanım
kapı kollarını ve sık dokunulan
yerleri silmeye devam ediyor.
Televizyonda gördüğü bir haber
üzerine sık temasta bulunulan
yüzeylerin silinmesi gerektiğini
duymuş. “Tedbir almak önemli
elbette” diyorum, Kerem ise
ailesinin salgından korkmadığı
fikrinde.
‘İnternetteki haberde
okudum, maske gereksiz’
Buna rağmen Mustafa Bey
dezenfektan almaya gitmiş, fiyatları
pahalı bulunca almaktan
vazgeçmiş. Mustafa Bey bu kez
maske alacağını söyleyince kamuoyunda
kafa karıştıran bir konu
daha açılmış oluyor: “Maske
takılmalı mı, takılmamalı mı?”
Melahat Hanım maskenin korumadığını,
bu nedenle gereksiz
olduğunu düşünüyor. İnternette
gördüğü bir haber neticesinde
böyle düşünmeye başlamış, ona
göre maske kullanımı gereksiz.
Bu arada tuzlu su gargarasına
devam ediyorlar.
İKINCI GÜN
Mustafa Bey televizyondaki
haberlerin hepsinin aynı olduğunu
söylüyor. Önemli açıklamalar
ya da son dakika haberleri
gelmediği sürece “Nasıl beslenmeli”,
“Neler yapmalı” temalı
haberleri takip ediyor. Ama
“nasıl beslenmeliyiz” konusunda
tek söz Melahat Hanım’ın.
Sokağa çıkma yasağına ilişkin
haberleri ve yorumları görüyorlar,
ancak yasağı desteklemiyorlar.
Gün içinde Kerem sosyal
medyada karşılaştığı haberleri
ailesiyle de paylaşıyor. Bu durum
zaman zaman tartışmaları da
beraberinde getiriyor, zira aile
sosyal medyadaki haberlere asla
inanmıyor.
Kerem, “Haber kanallarından
onların istedikleri haberleri
alıyorsunuz” derken aile, oğullarını
uyarıyor: “Seni hep sosyal
medya böyle yaptı. Oradan
uzaklaş.”
Bakan çağrı yapana kadar
baba alkışa çıkmıyor
“Haberle yatıp kalkmıyoruz
ancak gündemi takip ediyoruz”
diyor Melahat Hanım. Mustafa
Bey açıklanan ekonomi paketine
ilişkin bir haber izliyor
televizyonda. Paketin “piyasaya
güven verme” amacında olduğu
fikrinde. “Ben işveren değilim.
Emekli adamım ama piyasaların
kapanmaması iyi” diyor.
Dün başlayan alkış etkinliğine
katılmayan Mustafa Bey, Sağlık
Bakanı Fahrettin Koca’nın çağrısını
izledikten sonra, bugün
saatler 21.00’i gösterdiğinde balkonda
buluyor kendini. Kerem
ise uzaktan izlemekle yetiniyor
ve ekliyor: “Normalden daha
fazla girer oldum Twitter’a.”
ÜÇÜNCÜ GÜN
Mustafa Bey televizyondan
takip ettiği sabah haberlerini
izlemeye devam ediyor. Hafta
sonu ve güneşli havayı fırsat bilip
sokağa çıkanlara kızgın, “İnsanlar
ne kadar keyfine düşkün! Hala
sıkış tepiş yerlere gidiyorlar”
serzenişinde bulunuyor.
Gün içinde karşılaştıkları
ikinci haber ise Can Dündar’ın
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan
ve Almanya Angela Başbakanı
Merkel’in koronavirüs
gündemine dair açıklamalarını
karşılaştırdığı bir video. Mustafa
Bey bu videoya sinirli, “Çok
seviyorlar başka ülkeleri övmeyi”
diyerek bir kere daha söyleniyor.
Melahat Hanım’ın Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın ekranlara
daha az çıkmasına yorumunu
merak ediyorum, yanıtı “Sağlık
bakanı açıklama yapıyor ya işte”
oluyor.
Bu konuşmayı aktaran
Kerem, annesinin Erdoğan’ı
sevdiğini, ne dediyse kabulü
olduğunu da sözlerine ekiyor.
“Devletine güveniyor annem.
Karşı fikir beyan etmez, sorgulamaz.
Babam biraz daha
sessizdir. Onu ilgilendirmiyorsa
yorum yapmaz.”
Ailenin hemfikir olduğu
tek konu sokağa çıkma
yasağı
Televizyonda sıkça tartışılan
bir konu da sokağa çıkma yasağı.
Birçok konuda farklı fikirlere sahip
Kerem ve ailesinin hemfikir
olduğu tek konu da bu:
“Ben sokağa çıkma yasağı
gelmesini istemem, açıkçası
mantıksız da buluyorum. Şimdi
açıkladıkları pakette işçi desteklenmiyor
zaten. Sokağa çıkma
yasağı gelirse sokağa çıkamayan
herkes için devletin bir maddi
yardım yapması gerekecek.
Mevcut hükûmet böyle bir şey
yapar mı, tabii ki de yapmaz.
Ama ‘Herkes evinde kalsın,
biz size bir hafta içinde test
yapıp ona göre önlem alacağız’
diyeceklerse tamam, o zaman
gelsin yasak. Babam da sokağa
çıkma yasağını desteklemiyor,
karışıklığa neden olacağını düşünüyor.
‘Millete nasıl bakacaklar
o zaman’ diye soruyor. İşte eğer
Almanya’da yaşasaydı babam da
desteklerdi. Ama Türkiye’de sokağa
çıkma yasağının devlet tarafından
iyi yönetilemeyeceğini
o da içten içten biliyor bence.”
Gün içinde açıklanan 65 yaş
üstüne yönelik sokağa çıkma
kısıtlanmasına ilişkin haberlere
ise sevinmişler, doğru bir karar
olduğunu düşünüyorlar.
11
Canan Karatay haberi
portakal tüketimlerini değiştiriyor
Bugünün beslenme önerisi
Canan Karatay’dan. Normalde
portakal suyunu süzüp içen
Kerem’e annesinden, “Portakalı
yemek daha faydalıymış” uyarısı
geliyor.
Ben de tüm bunlar yaşanırken
neler hissediyorsun diye soruyorum.“Duruma
soğukkanlı yaklaşıyorum
sanırım” diyor Kerem:
“Sosyal medyada yeni paylaşımlar
görüyorum, Afrika’daki
açlık ve çocuk ölümleriyle ilgili.
İşte bu bizim bir nebze bencil
olduğumuzu hatırlatıyor. Oradan
biraz soğuk ve duygusuz
gibi gözükebilirim ama biraz
daha geniş bir pencereden bakınca
aslında az çok bu çağın
insanlarından, kendimden de
utanıyorum.”
DÖRDÜNCÜ GÜN
Kerem ve ailesi için rutin
gündem takibi devam ediyor.
Gün içinde Kerem’in dikkatini
çeken tek şey, sosyal medyada
da sıkça paylaşılan, pazarcı bir
gencin neden çalışmak zorunda
olduğunu anlatan videosu olmuş.
“Sokağa çıkma yasağının
neden olamayacağını basitçe
açıklıyor bu video” diyor Kerem.
Melahat Hanım ve Mustafa
Bey için sıradan bir gün. Bugünün
tartışması ise Kerem’e
“sigarayı bırak” baskısı. Televizyonda
gördükleri bir habere
göre sigara ace-2 proteinini tutuyormuş
ve bu durum bağışıklığı
daha da zayıf hâle getiriyormuş.
Kerem’e de “izle, bak” deyip
sigarayı bırakmasını tembih
ediyorlar.
BEŞINCI GÜN
Bugün artan “sokağa çıkma
yasağı” gelecek söylentisi aileyi
endişelendiriyor. Isparta’ya
gidip tarlalarına ceviz dikme
planları yapan aile, giderlerse
orada kalmak zorunda olacakları
korkusuyla planlarını erteliyor.
Kerem’e göre annesi Melahat
Hanım ve babası Mustafa Bey
işlerini askıya almak zorunda
kaldıkları için hayli moralsiz.
Geçen hafta Isparta’ya gidip
turşu kurma hayalleri, yerini
evde oturmaya bırakmış. Ayrıca
traktör alma planlarını da
ertelemişler. “Önümüzü görelim,
sonra alırız” konuşmaları
geçiyor evde.
“Daha temkinli davranmaya
başladılar” diyor Kerem. Yasak
gelebileceğini nereden düşündüklerini
soruyorum. “Kendi
yorumları ama izledikleri haberlerden
sonra böyle bir şey
düşünmeye başladılar. ‘Yaşlılar
laf dinlemiyor, böyle giderse
sokağa çıkma yasağı gelebilir’
diye düşündüler” diye yanıtlıyor.
Kerem beşinci günün sonunda
sigara almak için dışarı çıkıyor,
sonrasında da deniz havası
almak üzere sahile gidiyor. Tüm
bu süreçte fiziksel mesafesini koruduğunu
vurguluyor. Kerem dışarıdayken
Mustafa Bey’den bir
telefon geliyor: “Yasak gelebilir.
Haberlerde uzmanlar yorum
yapıyor, sen eve gel.”
Anne, Bakan Koca’nın
açıklamasını ayakta izliyor
Sağlık Bakanı Koca’nın saat
19.00’da yapacağı açıklama
için heyecan dorukta. Melahat
Hanım bu haberi ayakta izliyor.
Açıklamanın ardından, “E
sayıları vermedi” diye şaşıran
Melahat Hanım’a son günlerde
hayatımıza giren ama çoktan kanıksadığımız
yeni alışkanlığımızı
hatırlatıyor Mustafa Bey: “Gün
sonu açıklıyor ya!”
Beş günlük çalışmamızın sonunda
Kerem’den yaşadığımız
bu süreci değerlendirmesini istiyorum.
Medyanın “sorumsuzca”
davrandığını düşünüyor:
“Salgınla beraber tedbirin ne
kadar önemli bir şey olduğunu
görmüş olduk. Aynı şekilde topluma
gerekli bilincin aşılanmasının
ne kadar gerekli olduğunu
da… Tabii sadece toplum değil,
yönetim de bilinçli olmalı. Bir de
medyanın insanları bilinçlendirme
konusunda ne kadar büyük
bir yanlış yaptığı kanıtlandı.
Alanında uzman olmayan insanların
kanallara çıkıp konuşması
insanların yanlış bilgilenmesine
ve salgına körükle gitmesine
neden oldu. Tuzlu su, kelle paça,
Türk geni muhabbetlerle dolu
haberler izledik. Tabii annem
hâlâ tuzlu su gargarasını savunuyor.
‘Olsun, en kötü burnu
açıyormuş’ diyor!”
Görüşme yaptığımız kişilerin
isteği üzerine bu
haberde kişilerin gerçek
isimleri kullanılmamıştır.
Journo yazarları, “Karantinada
Haber” yazı dizisine,
farklı demografik ve
sosyoekonomik kesimlerden
katılımcılarla devam
ediyor.
Vatandaşlar koronavirüs
haberlerini nasıl yorumluyor?
Taşradaki muhafazakar
bir televizyon izleyicisi
bugünlerde haberleri
nereden izliyor? AB
grubundan muhalif bir
kentli, hâlâ bayiye gidip
gazete alıyor mu? Kadın
sosyal medya kullanıcılarının
kararını değiştiren
bir haber oldu mu?
Tüm yazı dizisi:
https://journo.com.tr/
karantinada-haber
12
PÜF NOKTASI
Koronavirüs aşısı
haberlerinde
dikkat edilmesi
gerekenler
Koronavirüs aşısı haberleri, Türkiye dâhil birçok ülkedeki
bilimsel çalışmalarda sona yaklaşıldıkça medyada daha sık
yer alıyor. Harvard Üniversitesi’ndeki Journalist’s Resource
(Gazetecinin Kaynağı), koronavirüs aşı araştırmalarıyla ilgili
haberler hazırlanırken dikkat edilmesi gerekenleri 5 maddede
özetledi. Kerry Dooley Young imzalı yazıyı sizin için çevirdik:
YYıllardır sağlık gazeteciliği
yapan Gary Schwitzer, CO-
VID-19 konusunda haber
yapmanın zorluklarından bahsederken,
afet uyarılarındaki
dili kullanıyor. ABC’ye bağlı
KSTP televizyonuna geçtiğimiz
günlerde verdiği bir söyleşide
Schwitzer, koronavirüsle ilgili
araştırmaların ön sonuçlarının
hızla yayımlanmasının “salgın
dezenformasyonundan kusursuz
bir fırtına” oluşturabileceği
uyarısında bulunuyordu.
Sağlık haberleri konulu Healthnewsreview.org
sitesini de
yöneten Schwitzer, Journalist’s
Resource ile söyleşisinde, CO-
VID-19 bilgilerinin oluşturduğu
“tsunami” ile okurların ve izleyi-
cilerin mücadele edebilmesi için
gazetecilerin onlara yardımcı
olması gerektiğini vurguladı.
Ona göre gazeteciler, özellikle de
dünya kamuoyunun COVID-19’a
karşı etkili bir aşı beklediği
bugünlerde, bilim insanlarının
salgınla ilgili bildiklerinin bazı
sınırları olduğunu okurlara ve
izleyicilere iyi anlatmalılar. Bu
konudaki önerisi şöyle: “Lütfen
kesinliğin söz konusu olmadığı
durumlarda bir kesinlik varmış
gibi yansıtmayın.”
KORONAVIRÜS AŞISI
HABERLERININ PR
ETKISI VAR
Birkaç şirket, aşı denemelerinin
sonuçlarını bilimsel yayınlar
yerine basın bültenleriyle duyurdu.
Bu şirketlerin hisse senedi
fiyatları uçtu. Bazı durumlarda
aslında bu basın bültenlerinde
pek az gerçek bilgi vardı.
Gazetecilerin COVID-19 a-
şılarıyla ilgili haberlerine içgörü
oluşturması için şu uzmanlardan
görüş aldık: Akademik dergi JA-
MA’nın yayın yönetmeni Howard
Bauchner, bulaşıcı hastalıklar a-
lanında uzman uluslararası sağlık
gazetecisi Helen Branswell, ABD
Aşı Eğitim Merkezi Direktörü ve
bulaşıcı hastalıklar uzman doktoru
Paul Offit, yıllardır ABD Gıda
ve İlaç İdaresi kaynaklık haberler
yapan Politico Pro muhabiri Zachary
Brennan ve aynı zamanda
Minnesota Üniversitesi Halk
Sağlığı Okulu’nda misafir doçent
olan Gary Schwitzer.
Onların önerilerinden bazıları
şöyle:
Klinik deneme aşamalarını
haberde iyice anlatın 1.
Aşı gibi tıbbi ürünler, geliştirme
sürecinde farklı klinik
aşamalardan geçer. Muhabirler
bunların bu aşamalarda neyin
söyleyip neyin söylenemeyeceğini
anlamalı. Akademik makaleler
yerine basın bültenleriyle paylaşılan
bilimsel veriler konusunda
uyanık olmalılar.
ABD’deki tedavilerde neyin
kullanılıp pazarlanabileceğine
Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) karar
veriyor. [Türkiye dâhil birçok
13
ülkede ise bu yetki doğrudan sağlık bakanlıklarında].
Aşıların ve diğer ilaçların
araştırma denemeleri birden fazla aşamada
gerçekleştiriliyor. Farklı ülkelerde
FDA uygulamalarını destekleyecek başka
araştırmalar da yapılabiliyor.
Faz 1 adı verilen birinci aşamada aşı
adayı, 20 ila 100 arası sağlıklı gönüllü
üstünde deneniyor. Bu aşamada aşının
etkinliğiyle ilgili çok fazla veri toplanamadığını
belirten Branswell, “Burada
amaç, kullanılması gereken dozu belirlemek
ve aşının daha sonraki aşamalar
için güvenli olup olmadığını saptamaktır”
diyor. Ona göre Faz 2 çok daha
büyük çaplı bir denemedir ve aşının
işe yarayıp yaramadığını gösterir. Faz
3 ise aşının işe yarayıp yaramadığını
netleştirir. Salgınla daha etkin mücadele
amacıyla bilim insanları arasındaki bilgi
paylaşımını artırmak için akademik
yayın öncesi sunucuların kullanımı artırılmıştı.
Araştırmacılar bu sunucular
üstünden, henüz büyük yayıncıların
şartlarını karşılamadan da bulgularını
paylaşabiliyor. Piyasanın COVID-19
aşı haberlerine “çıldırdığını” belirten
Branswell, bu sunucular üstünden paylaşılan
ön bulguların bu yüzden borsaları
coşturabildiğini ifade ediyor.
Örneğin Cambridge merkezli biyoteknoloji
firması Moderna, sekiz kişi
üstünde Faz 1 denemesini yaptığı CO-
VID-19 aşısının tüm deneklerde antikor
üreterek başarılı olduğunu 18 Mayıs’ta
bir basın bülteniyle açıkladı. Aynı gün
bu şirketin hissesi yüzde 20 prim yaptı
ama Branswell’e göre söz konusu basın
bültenindeki bilimsel veriler aslında yetersizdi.
“Ertesi gün bu basın bülteninde
yeterince bilgi bulunmadığını yazdım.
Aşının işe yaramadığını öne sürmedim
ama bu bültene bakıp da bir şey söyleyemeyeceğimizi
belirttim” diyor Branswell.
Ertesi gün Moderna hisseleri yüzde 10
değer kaybetti.
Schwitzer’in dikkat çektiği bir nokta
ise kimileri sadece hayvan deneylerine
dayanan erken dönem araştırmalardan
elde edilen bulguların bazen fazla iyimser
bir şekilde duyurulması. Schwitzer
ve JAMA’nın yardımcı editörü Richard
Saitz, geçen ay yayımladıkları bir makalede,
belirlenen bir araştırmaya
odaklanan haberlerde, bu konunun tek
araştırmayla aydınlatılamayacağının
da vurgulanması gerektiğini belirtiyor.
Onlara göre gazeteciler bu alandaki
diğer uzmanlara da danışmalı ve habere
onların görüşünü de eklemeli.
COVID-19 aşılarının en azından
2. hafif yan etkileri olabileceğini
belirtin
Branswell şöyle diyor: “Bu aşılar
bazı hastaların kendisini kısa bir süre
de olsa kötü hissetmesine neden olacaksa
insanlar buna hazırlanmalı. Bu
bilginin önceden alınması, sonrasında
sosyal medyada patlak verebilecek tartışmalara
karşı topluma bir bağışıklık
kazandıracaktır.”
Bugüne kadar yapılan anketler birçok
insanın aşının olası yan etkileri konusunda
endişeli olduğunu gösterdi. Aşı
denemelerinin bazılarında birkaç gün
boyunca sürebilen kas ağrıları ve mide
bulantısı gibi yan etkiler saptandı. Bazı
hastalarda aşı yapılan bölgede acı, baş
ağrısı, yorgunluk, üşüme ve ateş gibi yan
etkiler de söz konusu olabiliyor. Daha
ciddi yan etkiler (örneğin hayati tehlike
barındırmasa da tıbbi müdahale gerektiren
“3. Derece” yan etkiler) saptandığında
ise o aşı iptal edilip denemeleri
sonlandırılıyor.
Aşıyı kimlerin denediğini, okura
3. ve izleyiciye açıklayın
Gazeteciler, klinik deneme sonuçlarının
paylaşıldığı raporlarda, denek
grubunun nasıl ve kimlerden oluşturulduğuna
dikkat etmeli. Tıbbi akademik
dergilerde bu bilgi genelde “Tablo
1″ içinde yer alıyor.
Bauchner bu durumu şöyle açıklıyor:
“Araştırmanın kimler üstünde yapıldığı
önemli bir soru. 20-40 yaş arası sağlıklı
insanlar mı? Eğer öyleyse bu deneme,
60-80 yaş grubu için veya sağlıklı olmayan
yetişkinler için geçerli sonuçlar
vermeyecektir.”
Haberlerde aşıyla ilgili bilinenlerin
sınırını çizin 4.
“Başka zamanlarda bu hâlde yayımlanmayacak
bazı araştırmaları salgının
ortasında olduğumuz için yayımlıyoruz”
diyor Bauchner. Araştırmacıların örneğin
aşının yan etkilerini tam olarak
anlayabilmesi için vakte ihtiyacı olduğunu,
okur ve izleyicilerin de idrak etmesi
gerekiyor. Klinik denemeler, aşının güvenlik
bilgilerine dair ilk zemini sunuyor.
Tıp alanında araştırmacılar genelde
yüzde 95 güven aralığında hesaplamalar
yapıyor. Bunun anlamı şu: “Eğer
bir araştırma yüzde 95 güvenliyse ve
güven aralığı da 47-53 ise, araştırmacılar
aynı araştırmayı tüm nüfus üzerinde
tekrarladıklarında, bu denemelerin yüzde
95’inde 47 ile 53 arasında sonuçlar
alacaklardır.”
Bauchner’in bu konuda verdiği hayali
bir örnek şöyle: Diyelim ki bir aşı denemesi
yapıldı. bu aşının yüzde 40 başarı
oranıyla bulaşıyı engellediği saptandı.
Bu sayı, araştırmacıların yapabildiği en
iyi tahmindir ve güven aralığı içindeki
muhtemel başarı oranlarını esas alır. Bu
hayali örnekteki denemede güven aralığı
oldukça geniş. Söz konusu aşının gerçek
etkinliği muhtemelen en az yüzde 20 ve
en çok yüzde 60 düzeyindedir.Bauchner
insanların bilimsel bir terim olan güven
aralığı (“confidence interval” veya kısaca
CI) kavramını anlamakta zorlabileceğini,
ancak bunun önemli olduğunu
vurguluyor. “Bir aşının ne kadar etkili
olduğuna dair kesin bir cevabımız aslında
yok. Sadece bir aralık söz konusu.
Bu aralığın gerçeğe ne kadar yakın olduğunu
ifade etmeye çalışıyoruz” diyor.
Kaynaklarınızdan bir ağ oluşturun
5.
Brennan, COVID-19 aşılarını haberleştiren
gazetecilere, mümkün olduğunda
çok bakış açısını yansıtmalarını
ve şirketlerin sunduğu bilgileri iyice
irdelemelerini de öneriyor: “Aşı uzmanlarıyla
konuşun. Araştırma raporlarının
eklerini ve tablolar gibi destekleyici
diğer malzemeleri de inceleyen birilerini
bulun. Gazeteciler kelimeleri okur
ama aşı denemelerinde kritik bilgiler
sayılardadır. Bazen veriler, kelimelerin
tanımlamadığı veya en azından öneminin
hakkını vermediği şeyler gösterir.”
Gazetecilerin akılda tutması gereken
bir diğer gerçek de, deneysel COVID-19
aşılarından birçoğunu geliştirirken
kullanılan yeni yaklaşımların yarattığı
zorluklardır. FDA bu yeni teknolojilerin
bir kısmını henüz onaylamadı.Patojenlerin
hastalığa yol açarken kullandığı
proteinlerin genetik kodlarının vücuda
verilmesini sağlayan bir araç olan mR-
NA aşısı bunlardan biri. Peki bu neden
önemli? Branswell şu cevabı veriyor:
“FDA’in yeni bir yaklaşımla ilgili deneyimi
arttıkça bilim insanlarının denenen
aşıları değerlendirmesi de kolaylaşacak.
Şu anda geliştirme aşamasında olan,
özellikle de en fazla yol kat etmiş çoğu
COVID aşısı için böyle bir durum söz
konusu değil.”
Journo‘nun Türkçe’ye çevirdiği bu yazı,
ilk olarak Journalist’s Resource‘da Kerry
Dooley Young imzasıyla 23 Ağustos’ta yayımlandı.
14
YILIN EN ÇOK OKUNAN DOSYASI
Haber aramaları, reklamlar
ve kötülüğün finansmanı
EMRE KIZILKAYA
Corona “üretilmiş” bir virüsmüş… Türkiye “koronavirüsü yok eden milli cihaz” yapmış…
Ha bu arada, Fatih Portakal ve Barış Terkoğlu gibi gazeteciler ‘terörist’miş!
İktidara yakın birkaç medya kuruluşunda son günlerde çıkan “haber” ve yorumlardan
bazıları böyle. Google ise bunları; arama sonuçları, dijital reklamlar ve şimdi de fonlar
üzerinden her yıl milyonlarca lira aktararak destekliyor.
Google bunu rahatça yapıyor çünkü tepki almıyor. Kamuoyu şeffaflıktan uzak bu düzeni
bilmiyor. Reklamları bu sözde “haberlerin” içinde yayımlanan markaların ise bazıları
mağdur, bazıları umursamaz. “Yeter” deme zamanı.
B
Başlıkta “kötülük” derken hem
insani açıdan “kötücüllüğü” kastediyorum,
hem de gazetecilik
açısından kalitesizliği…
Önce bunlara dair birkaç
örnek:
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan’ın suç duyurusu
üzerine geçen hafta yüzbinlerce
vatandaş “Fatih Portakal” ismini
aradı. Google’ın birinci sıraya
layık gördüğü içerik ise Sabah’ta
yer alan şu “haber” idi.
Saygın bir gazeteci olan
Portakal sırf iktidarı eleştiriyor
diye bir terör örgütüyle ilişkilendiriliyor
ve Google bu iftira
dolu propaganda metnini alıp
günlerce sanki bir habermiş gibi
yayıyor.
Normalde o sitede belki
10.000 kişi görecekken, bu
sayede Sabah okuru olmayan
milyonlara da ulaşıyor bu sözde
haber…
Farklı bir örneğe bakalım.
“Corona virüs aşısı” aramasında
Google’ın geçen hafta getirdiği
sonuçlar…
“Ne var bunda” mı diyorsunuz?
Şu var: Google o gün
binlerce kez yapılan bu aramada
bütün sonuçları Demirören’in
haber sitelerine tahsis etmiş
gibi… Ama daha da kötüsü şu:
Birinci sıradaki Milliyet haberi
çalıntı.
Üstelik haberin sahibi Voice
of America’dan gazeteci Dilge
Timoçin uyardığı hâlde Google
sonuçlarından gelen bütün trafik
saatlerce Milliyet’e yönlendirilmeye
devam ediyor.
Oysa Google geçen yıl özgün
içerikleri öne çıkaracağını
açıklamıştı. Biz de Türkiye’deki
kopyala-yapıştır haberciliği bitecek
diye safça sevinmiştik.
Bu ortamda insan ister istemez
soruyor: Google neden iktidara
yakın medyayı ve özellikle
de Demirören’i kayırıyor?
Hatırlarsanız, sanki başkası
kalmamış gibi, Google Habercilik
Girişimi’nin destek fonu
da bu yıl Türkiye’den sadece
Demirören’e verilmişti.
Üyesi olan gazeteciler daha
birkaç ay önce tazminat ödenmeden,
hukuksuz bir şekilde
Hürriyet’ten atılan Türkiye
Gazeteciler Sendikası’nın açık
mektubunu ise Google yanıtsız
bırakmıştı.
15
BILGIYE ERIŞIMDE BIR
NUMARALI KANAL
Konuyu biraz deşeyim dedim
çünkü Google aramaları, Türkiye’de
insanların bilgiye erişiminde
artık bir numaralı kanal.
Sıcak haberlerle ilgili her gün
milyonlarca farklı arama yapılıyor.
“Son dakika” gibi terimlerde
de düzenli olarak çok büyük
bir arama hacmi var.
Kısacası Türkiye’deki tüm gazetelerin
toplam tirajı, bir günde
yapılan Google aramalarının
yanında hiçbir şey değil.
Bu yüzden mesela hâlâ bu gazetelerde
asılsız iddialar kaleme
alan bir köşe yazarını eleştirmek
aslında büyük oranda enerji
kaybı…
Bu tür eleştiriler, kendi başına
erişimi gayet düşük olan zararlı
bir içeriği yaygınlaştırmaktan
başka işe yaramıyor.
Asıl Google gibi yeni eşik
bekçilerinin ne yaptığına bakmak
gerekiyor. Bu platformlar
hangi zararlı içeriği öne çıkarıp
yaygınlaştırıyorlar?
Bugün basın ve ifade özgürlüğü
ile medyada çoğulculuk için
kritik önem taşıyan soru bu…
ASILSIZ BILGI
SALGININDA DURUM
IYICE KÖTÜLEŞTI
Son günlerde bu cephede
manzara iyice kötüleşti. Zira
COVID-19 krizi, Türkiye’de de
bir “asılsız bilgi salgını” (infodemic)
olarak sürüyor.
Bu amaçla 11 Mart’ta ben
de Google ile iletişime geçmeye
çalıştım. O günden beri ne
Google’ın Türkiye’deki iletişiminden
sorumlu yetkilisi olan
Özlem Öz’den, ne de Google’ın
ABD’deki basın merkezinden bir
yanıt geldi.
Amacım şuydu:
Dünyada gazeteciliği (Facebook
gibi birçok dijital platforma
kıyasla) çok daha güçlü biçimde
destekleyen, demokratik seçmenin
sağlıklı bir şekilde bilgilenmesi
sürecinde birçok olumlu
adım atan, geçmişte yazdığım
gibi gazetecilere önemli kaynaklar
da sunan Google, neden
Türkiye’de demokrasinin altının
oyulmasına ortak oluyor?
Bu eleştirileri hemen hiçbir
mecrada göremezsiniz. Çünkü
neredeyse tüm medya, Google’a
göbekten bağlıdır ve onu kızdırmaya
cesaret edemezler. Ama
artık sivil toplumun, demokrasi
için olmazsa olmaz olan özgür
ve çoğulcu bilgi akışı için sesini
yükseltmesi gerekiyor.
Şimdi, yazının başında
verdiğimiz örnekleri kategorik
olarak biraz daha açalım ve
çeşitlendirelim.
Google’ın ‘asılsız bilgi salgını’na
verdiği destek şu başlıklar
altında toplanabilir:
1. GOOGLE ARAMA
SONUÇLARI
PROPAGANDA DOLU
Google araması yapan her
üç kişiden biri, sadece en üstteki
sonuca tıklıyor. Arama yapanların
yüzde 80’inden fazlası ilk 6
sonuçta kalıyor. Öyle ki, şöyle
bir laf vardır: “Ceset saklamak
istiyorsanız Google arama
sonuçlarının ikinci sayfasına
gömün, oraya kimse bakmaz.”
Google’da 11 Mart’ta “koronavirüs”
araması yapıldığında
en tepede iki Sabah haberi,
ayrıca arada bir de Akşam haberi
vardı. Bakanlık ve hastane
sayfalarına giden sonuçları da
çıkarırsanız geriye bir tek Vikipedi
kalıyor. (Bu yazıdaki tüm
aramaları yeni kurulan bir tarayıcıda
ve gizli modda yaptım.
Yani herhangi bir kişiselleştirme
yok, İstanbul konumunda “varsayılan”
sonuçlar bunlar.)
Hatırlatma: Sabah’ın devlet
kurumlarının internet
sitesine gizli ‘backlink’ler
vererek arama sonuçlarını
kendi lehine manipule ettiği
geçen yıl haberleştirilmişti.
Buna rağmen gazete bırakın
Google’dan yasaklanmayı,
arama sonuçlarını domine
etmeyi sürdürüyor.
EN BÜYÜK YANDAŞ
MEDYA, GOOGLE
ALGORITMASI
Koronavirüs aramasını geçenlerde
tekrar yaptım. Bu kez en
tepede bir haber karuseli çıktı.
Google algoritmasının seçtiği
10 haberden en önlerdeki ikisi
Hürriyet, biri Sabah’ındı.
Eğlence ağırlıklı Onedio’yu
bir kenara bırakırsak, eleştirel
sadece iki haber sonucu vardı
(Sözcü ve Cumhuriyet) ve bunlar
karuselin kimsenin gitmediği
yerinde, yani en sonundaydı.
Tekrar hatırlatıyorum:
Türkiye’de okurların ezici
çoğunluğu hiçbir haber sitesine
doğrudan gitmiyor.
Büyük bir kitle, Google
araması yapıp sonuçlarda
ne geliyorsa en üstlerdeki
birine tıklıyor. O yüzden
Google algoritmasının nasıl
çalıştığı, kamuoyunun sağlıklı
bilgilenmesi sürecinde
çok önemli.
16
Haberler dışında, siyaset
konulu “evergreen” (çabuk eskimeyen
içerikler) aramalarda
da durum vahim.
Mesela Google’ın “Kanal
İstanbul maliyeti” aramasında
öne çıkarmayı uygun gördüğü
“bilgi parçacığı” (snippet)…
Birkaç hafta öncesine kadar
mobilde yapılan aramalarda
Google, kanalın “maliyetini”
sorgulayanlara, Pendik merkezli
rastgele bir sitede yer alan son
derece spekülatif bu “gelir”
verilerini sunuyordu.
Bir örnek de partiler üzerinden
vereyim.
“AK Parti tarihi” diye de
aratsanız, “AKP tarihi” diye de
aratsanız Google’da ilk sıralarda
partinin resmi sitesi dışında
Sabah ve Akşam’ın sayfaları
geliyor.
GÜNCEL VE TARAFSIZ
KAYNAKLARDA ÇIFTE
STANDART
Ama “CHP tarihi” diye arattığınızda,
Google’ın ne hikmetse
“otorite” olarak gördüğü kim olduğu
belirsiz bir kişi tarafından
yazılmış “Bir tükenişin tarihi:
CHP” başlıklı yazı ilk sonuçlar
arasında çıkıyor.
Normalde sonuçları sıralarken
içeriğin güncelliğini çok
önemseyen Google, 2008 yılında
yazılmış ve “CHP’nin yaşadığı
son kurultay, Baykal’ın ömrünün
de çok fazla uzun olmayacağını
göstermiştir” gibi ifadelerin yer
aldığı bu metni neden en üst
sıralarda önümüze getiriyor
acaba?
2. GOOGLE HABERLER,
DEMIRÖREN VE
TURKUVAZ’A
ÇALIŞIYOR
Google’ın arama motorundan
ayrı olarak, bir de medya
sitelerine önemli miktarda trafik
sağlayan Haberler (Google
News) uygulaması var.
Google son günlerde bu uygulamayı
da tamamen Demirören
ve Turkuvaz gazetelerine
teslim etmiş durumda. Bu siteler
salgının başladığı günden beri
Google Haberler üzerinden on
milyonlarca tık almış olmalı.
Kim bilir, belki de Wikipedia
gibi yasaklanmaktan korkan
Google Haberler, milyonlarca
internet kullanıcısına bir haber
ve fikir çeşitliliği sunmuyor ve
sadece iktidara yakın kaynakları
onlara dayatıyor.
Geleneksel medyada zaten
neredeyse tekel olan iktidarın
sesini, dijitalde de Google gürleştiriyor.
Örneğin alttaki video, her
gün yüz binlerce okurun yaptığı
“son dakika” aramasında 15 Nisan
2020 tarihinde gelen haber
sonuçlarını gösteriyor. Neredeyse
hepsi Demirören ve Turkuvaz’ın
haber siteleri… Üstüne üstlük
Google, Milliyet’in ajans haberlerinin
derlemesinden ibaret
olan içeriğini “Kapsamlı” diye
okurlara öneriyor.
Şu da 30 Mart 2020’de Google
Haberler uygulamasının
ana sayfasından bir ekran görüntüsü:
17
3. GOOGLE
REKLAMLARI, YALAN
VE IFTIRAYI FINANSE
EDIYOR
Belki de arama sonuçlarından
bile önemli bir konu bu…
Çünkü hem şeffaflık, hem de
kullanıcının denetim gücü burada
çok daha az.
Türkiye’deki haber sitelerinin
neredeyse tamamı, dijital reklam
gelirleriyle kendilerini finanse
ediyor.
Dijital reklam alıp vermenin
birçok farklı yöntemi var. Gösterim
(display) temelli envanter
satışı ve programatik reklamlar
bunların en popülerlerinden.
Hangi yöntemi seçerse seçsin,
reklam gelirine dayalı çalışan
her haber sitesi, büyük oranda
Google’a mâhkum.
Çünkü envanter diye anılan
tıklanmış sayfalarındaki reklam
alanlarını, Google’ın AdSense
ve Ad Exchange gibi araçları
üstünden markalara satıyorlar.
Sistemi kuran Google da komisyoncu
olarak en yüksek kâr
marjlı geliri elde etmiş oluyor.
İKTIDARA YAKIN
SITELER NE YAPARSA
YAPSIN GOOGLE’IN
KARA LISTESINE
GIRMIYOR
Reklamverenler, markalarının
rahatsız edici, zararlı içerik veya
mecralarda görüntülenmesini
istemez. O yüzden bu sistemlerin
bazılarında uygulanan kara
listelere güvenirler.
Örneğin bir terör haberinde
kolay kolay reklam göremezsiniz.
Çünkü ya haber sitesi editörleri
markaların istediği üzerine bu
tür haberlerde reklam alanlarını
kendileri kapatır veya Google
gibi servis sağlayıcıların kara
listeleri ve yapay zekâları aynı
amaçla otomatik olarak çalışır.
Ama nedense Türkiye’de
bazı siteler (bugünlerde İngilizce
kara listelere giren koronavirüs
anahtar sözcüğü de dâhil her
konuda) ne kadar yalan ve iftira
yayımlarsa yayımlasın, bu kara
listelere girmiyor.
Bu siteler, Google üzerinden
markalar tarafından finanse
edilmeye devam ediyor.
Peki markalar dijital reklamlarının
nerelerde çıktığını
denetliyor mu?
Mesela gazetecilerin hakkında
bir mahkeme kararı olmamasına
rağmen terörist olarak
sunulduğu Sabah haberlerine
reklam verdiğinden Trendyol’un
veya Huawei’nin haberi var mı?
Ya da Bershka’nın İspanya’daki
merkezi, Türkiye şubelerinin
reklam yöneticilerinin, yine
Google üzerinden Akit gibi bir
dezenformasyon merkezini finanse
ettiğini biliyor mu acaba?
A Haber’in “koronavirüsü
yok eden milli cihaz” başlıklı
asparagasında, Google’dan
gelen reklamlarının farkında mı
Renault yöneticileri?
Ya Yeni Şafak’ın İngilizceye
bile çevirdiği koronavirüs konulu
sayısız komplo teorisi içeriğindeki
İş Bankası, THY ve TRT
World reklamları?
Devamı journo.com.tr’de
18
GAZETECILIK ETIĞI
Journo dikkat çekti,
TGC en iyi fotoğraf ödülünü
gerçek sahibine verdi
T
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), en iyi haber fotoğrafı dalında başarı
ödülünü, Hasankeyf’te çekilen bir fotoğrafla başvuruda bulunan yerel
muhabir Reşat Yiğiz’e verdiğini açıklamıştı. Journo, bu fotoğrafın Yiğiz’e
değil, AFP muhabiri Bülent Kılıç’a ait olduğunu TGC yetkililerine bildirdi.
Yiğiz hakkında kesin ihraç talebiyle soruşturma açıldı. Ödül, gerçek sahibi
olan Kılıç’a verildi.
Journo’ya konuşan Kılıç ise şunları söyledi: “Bu olay Türkiye’de gazeteciliğin
ne hâle düştüğünün nişanesidir… Ben 2.5 senedir basın kartımın
yenilenmesini bekliyorum. Fotoğrafımı çalan kişinin basın kartı var mı
bilmiyorum ama eğer varsa demokratik bir ülkede o kart bu olay nedeniyle
iptal edilirdi.”
19
TGC Gazetecilik Başarı Ödülleri’ne
dair önceki gün yayımladığımız
haberde, “En İyi Fotoğraf
” dalına yer vermemiştik.
Çünkü bu dalda ödüle layık
görüldüğü bildirilen eserin,
başvuruyu yapan yerel muhabir
Reşat Yiğiz’e değil, Agence
France-Presse (AFP) muhabiri
Bülent Kılıç’a ait olduğunu fark
etmiştik.
Kılıç’ın geçen yıl sonunda
Hasankeyf ’te çektiği fotoğrafı,
birçok yabancı haber sitesinde
de yer almıştı (örneğin Hindustan
Times’daki şu galeride
3. kare).
Demirören Haber Ajansı
(DHA) ve Batman Çağdaş gazetesi
için çalışan Yiğiz ise TGC
ödüllerine, bu yerel gazetede 23
Aralık’ta yayımlanan “Define
Avcıları” başlıklı haberdeki fotoğraf
kendisininmiş gibi başvurmuştu.
Bunun üzerine önceki gün
TGC yetkililerine ve Kılıç’a
bilgi verdik.
TGC: BU ETIK
SORUN NEDENIYLE
KAMUOYUYLA
ÜZÜNTÜMÜZÜ
PAYLAŞIRIZ
TGC Yönetim Kurulu bugün
yaptığı açıklamada, 41 yıldır ilk
kez bir etik ihlal ile karşılaştıklarını
ve Yiğiz’in aldığı ödülün
iptal edildiğini duyurdu. Ödül
Kılıç’a verilirken açıklamada
şöyle denildi:
“TGC üyesi olan Reşat Yiğiz
hakkında ise disiplin soruşturması
açılmasına karar verilmiştir.
TGC Tüzüğü’ne, Türkiye
Gazetecileri Hak ve Sorumluluk
Bildirgesi’ne, meslek onuruna
aykırı davrandığı, AFP’den
Bülent Kılıç’ın emeğini hiçe
saydığı ve kamuoyunu yanılttığı
için kesin ihraç talebiyle Onur
Kurulu’na sevk edilmiştir. İlk
kez yaşanan bu etik sorun nedeniyle
kamuoyuyla üzüntümüzü
paylaşırız.”
BÜLENT KILIÇ: SIZ
HABER VERMESEYDINIZ
BELKI FARKINA
VARMAZDIM
Journo’ya konuşan Bülent
Kılıç şunları söyledi:
Siz haber vermeseydiniz belki
farkına varmazdım veya geç
farkına varırdım. Bu cemiyet
için de bir ilk, benim için de bir
ilk. 41 senedir ilk defa böyle bir
yanıltmanın başlarına geldiğini
söylediler. Ben ödüle başvurmamıştım.
TGC’ye saygım
olduğu için, onların da burada
yanıltıldığını bildiğim için, onlar
açısından bu işin kolaylaştırılmasını
istedim. Temiz gazetecilik
duygularıyla yerel bir muhabiri
teşvik etmek istemişler.
Bu olay, Türkiye’de gazeteciliğin
ne hâle düştüğünün nişanesi…
Ben bu fotoğrafı Hasankeyf
sulara gömülmeden çekmek için
gecenin bir yarısı çalıştım. Haydi
gazetesine basmış, “Burası Türkiye”
deyip bunu da anlarım.
Ama yarışmaya gönderip çalıntı
fotoğrafla kendi reklamını yapması
inanılmaz.
‘SES ÇIKARMADIKÇA
HAK GASPLARINI
KABULLENMIŞ
OLUYORUZ’
Bu ülkede bir şekilde gazetecilik
yaşatılmaya çalışılıyor. Bir
yanda bu arkadaş sosyal medya
hesaplarında sürekli Kuran’dan
ayetler paylaşıyor. Bir yanda binlerce
gerçek gazeteci, hak sahibi
olmasına rağmen basın kartı bile
alamıyor. Ben de bunlardan biriyim.
Fotoğrafımı çalan kişinin
basın kartı var mı bilmiyorum
ama eğer varsa demokratik bir
ülkede o kart bu olay nedeniyle
iptal edilirdi. Ahlaki olarak, birikim
ve seviye olarak bu kişinin
bu mesleğe uygun olmadığına
karar verilirdi.
Ben şimdi dava da açabilirim,
bu konuda o kişiyi daha
zor durumda da bırakabilirim.
Aslında şahsen çok umrumda
değil ama biz bunlara izin verince,
ses çıkarmayınca, bu tür hak
gasplarını kabullenmiş oluyoruz.
Bu cüreti göstermelerinin nedeni
de zaten gazetecilik ortamında
süren bu adaletsizlik…
Journo’nun mesajlarına
dün ve önceki gün dönüş yapmayan
Yiğiz, bugün ödül geri
alındıktan sonra Independent
Türkçe‘ye şunları söyledi:
“‘Haber kaynağım fotoğrafı
bana WhatsApp’tan gönderdi.
Kendisinin çektiğini söyledi. Ben
daha önce bu fotoğrafı görmedim,
fotoğrafçıyı da tanımam.
Haber kaynağıma güvenerek
yanlış yaptım. Haber çıktıktan
sonra kimse ‘Bu fotoğraf benim’
diyerek uyarmadı.”
Yiğiz, TGC ödüllerine fotoğraf
dalında değil haber dalında
katılmak istediklerini ancak bir
hata yaparak başvuruyu fotoğraf
dalında ilettiklerini de öne sürdü.
Ancak sonrasında fotoğraf
ödülünü aldıklarına dair bir
haber yayımlayıp bunu neden
Twitter hesabından duyurduğunu
açıklamadı. Yiğiz, Twitter
hesabının da ismini değiştirip
korumaya aldı.
“GAZETECİ HERHANGİ
YAYININ BİLGİLERİNİ
KULLANDIĞINDA
MUTLAKA KAYNAK
BELİRTMELİDİR”
Türkiye Gazetecileri Hak ve
Sorumluluklar Bildirgesi‘nin
“Kaynak Gösterme” başlıklı
maddesine göre “Gazeteci, başta
haber ajansları olmak üzere, bir
meslektaşının ve herhangi bir
yayının sunduğu bilgileri kullandığında
mutlaka kaynağını
belirtmelidir.”
Bülent Kılıç
20
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ
Yerel sansürcüleri
harekete geçiren
10 koronavirüs haberi
2020 TGS Basın Özgürlüğü Raporu’ndan bir Türkiye medyası gerçeği:
Yerel gazeteciler, koronavirüs günlerinde artan baskıya rağmen kamu
yararına mesleklerini yapmakta ısrarcı. Rapordan 10 örnek olayı
aktarıyoruz.
21
Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın
(TGS), 3 Mayıs Dünya
Basın Özgürlüğü Günü’nde a-
çıkladığı rapor, ekleriyle beraber
150 sayfa…
Ülkü Şahin, İlyas Coşkun ve
Beste Dönmez Gedek imzalı bu
kapsamlı raporu okuyanların çoğu,
doğal olarak önce, hapisteki
gazetecileri ve ulusal yayınlara
yönelik ağır baskıyı konuşacak.
Journo olarak, #HaberinOlmaz
kampanyasıyla duyurulan
raporun satır aralarından, gazetecilerin
“yerel sansürcülerle”
mücadelesiyle ilgili birkaç güncel
ayrıntıyı da tarihe not düşmek
istedik.
YEREL MEDYADA BIR
AYDA 8 GAZETECI
GÖZALTINA ALINDI
Rapora göre sadece Mart
2020’de ve yalnızca koronavirüs
pandemisi özelinde, Türkiye’nin
dört bir yanındaki yerel medya
kuruluşlarında çalışan sekiz
gazeteci, haber ve yorumları
nedeniyle gözaltına alındı.
Kimileri gece yarısı kelepçelendi,
kimileri defalarca ifadeye
çağrıldı, kimileri hâlâ soruşturma
ve suç duyurularıyla karşı
karşıya.
Sadece İstanbul’da değil;
Kocaeli’den Rize’ye, Bartın’dan
Van’a her yerde vatandaşlar bilgi
edinme hakkına sahip. Tüm
illerde birçok gazeteci de vatandaşın
bu hakkı için, baskılara
rağmen görevlerini yapmaya
çalışıyor.
İŞTE BU GERÇEĞI, BIR AY IÇINDE YAŞANAN
10 VAKA ÜZERINDEN HATIRLATIYORUZ.
1
2
Salgının merkez üslerinden Kocaeli’deki ilk ölümlere dair haber
Ses Kocaeli’nin Genel Yayın Yönetmeni İsmet Çiğit, gazetenin internet sitesinde
yayımlanan, Derince Araştırma Hastanesi’nde koronavirüs kaynaklı hastalıktan iki
kişinin öldüğüne ilişkin haber üzerine gece yarısı kelepçelenerek gözaltına alındı.
Olayı duyunca Emniyet Müdürlüğü’ne giden gazetenin yöneticisi ve yazarı Güngör
Aslan, “Haberi o yapmadı, ben yaptım” deyince Çiğit serbest bırakıldı, onun yerine
Arslan gözaltına alındı. Arslan ve daha sonra Emniyet’e çağrılan Sorumlu Yazı İşleri
Müdürü Ahmet Serimer ifadelerinin ardından serbest bırakıldı.
Büyükşehir olmadığı hâlde sokağa çıkma yasağı uygulanan tek il
olan Zonguldak’taki ‘özel defin’ haberi
Zonguldak 10 Temmuz Mezarlığı’na, bir cenazenin özel kıyafetli görevlilerce defnedildiği
haberini yapan gazeteciler hakkında “halkı paniğe sürüklediği” gerekçesiyle
soruşturma başlatıldı.
Polis ekipleri; Halkın Sesi, İmza ve Tempo gazeteleriyle Elmas 67 televizyonu ve
Lens Medya’nın bürolarına gidip gazetecileri gözaltına aldı. İfade alımının ardından
adli kontrol tedbiri ile sulh ceza hâkimliğine sevk edilen gazeteciler, haklarındaki
talep reddedilince serbest bırakıldılar.
3 4
Sınır ili Van’dan yapılan
koronavirüs haberleri
Van’da serbest gazetecilik
yapan Ruşen Takva, koronavirüs
haberleri nedeniyle üç
gün üst üste ifadeye çağrıldı.
Halkı korku ve paniğe sevk
etme suçlarından hakkında
soruşturma başlatıldığını
söyleyen Takva, ifade verdi.
‘Rize’ye dönen umreciler
karantina altına alınmadı’
haberi
Rize Cumhuriyet Savcılığı, “Umreden
Rize’ye dönen 500 vatandaş karantina
altına alınmadı” haberi nedeniyle
Nabız haber sitesinin muhabiri
Gençağa Karafazlı hakkında, “halka
korku ve panik yaymak” gerekçesiyle
soruşturma açtı. Gözaltına alınan Karafazlı,
ifadesinin ardından tutanak
imzalatılarak serbest bırakıldı.
22
İŞTE BU GERÇEĞI, BIR AY IÇINDE YAŞANAN
10 VAKA ÜZERINDEN HATIRLATIYORUZ.
5 6
7
8
10
Diyarbakır Cezaevi’nden
gelen koronavirüs mektuplarına
dair haber
Diyarbakır Cezaevi’nden koronavirüse
ilişkin kendisine gelen
mektupları yazılarında ve sosyal
medya hesabında paylaşan gazeteci
Nurcan Baysal’a, halkı korku
ve paniğe sevk etmek suçlaması
ile soruşturma açıldı.
Mardin’de koronavirüs kapan çocuklar
haberi
Mezopotamya Haber Ajansı muhabiri Ahmet
Kanbal, Mardin Devlet Hastanesi’nde koronavirüs
testleri pozitif çıkan üç çocuk ile negatif çıkan yedi
çocuğun aynı ünitede karantinaya alındığı iddiasını
haberleştirmesi nedeniyle emniyete çağrıldı.
Mardin İl Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube’den
Ahmet Kanbal’ı arayan polisler, kendisi hakkında
“halkı kin ve düşmanlığa sevk etme” iddiaları ile
soruşturma başlatıldığını bildirdi.
‘Çaykur’da virüs alarmı’
9
haberi
“Çaykur’da virüs alarmı” ve
“Virüs işçilere bulaştı” başlıklı
haberler nedeniyle söz konusu
şirket, Rizeli gazeteci Gençağa
Karafazlı hakkında suç duyurusunda
bulundu. Şirketin yazılı a-
çıklamasında, “Yerel bir internet
sitesinde, yeni tip koronavirüs
haberiyle Çaykur’a karşı algı o-
luşturulmaya çalışılıyor” denildi.
Van’da bir gazeteci daha
hedefteydi
Van’da serbest gazetecilik yapan
Oktay Candemir, Van Emniyet
Müdürlüğü Şubesi’nden aranarak
ifadeye çağrıldı. Koronavirüs
ile ilgili yaptığı paylaşımlar
nedeniyle halkı korku ve paniğe
sevk etme suçundan hakkında
soruşturma açılan Candemir
ifade verdi.
6. ‘Bartın’da bir doktorun
testi pozitif çıktı’
haberi
Bartın’da yayın yapan Halk
gazetesi ve Pusula gazetesinin
sahibi Mustafa Ahmet
Oktay ile Yazı İşleri Müdürü
Eren Sarıkaya, savcının talimatı
üzerine Siber Suçlarla
Mücadele Şubesi tarafından
gözaltına alındı.
İki gazeteci, “Bartın’da bir
doktorun testleri pozitif çıktı”
başlıklı haber dolayısıyla
halkı paniğe sevk etmekle
suçlanıyordu. Oysa ki haber
doğruydu. Zira Bartın Valiliği
de gazetecilerin gözaltına
alınmasından bir saat sonra
haberi doğrulayan bir açıklama
yaptı. Gazeteciler ifade
alımının ardından serbest
bırakıldılar.
‘Diyarbakır Adliyesi kapandı’
haberi
Koronavirüse karşı alınan
tedbirleri içeren “Diyarbakır
Adliyesi kapandı” başlıklı haberi
sosyal medya hesabında
paylaşan Mezopotamya
Haber Ajansı’nın yargı muhabiri
Aydın Atay hakkında
soruşturma başlatıldı. Halk
arasında endişe, korku ve
panik yaratmakla suçlanan
Atay, Diyarbakır Emniyet
Müdürlüğü Siber Suçlarla
Mücadele Büro Amirliği’ne
ifade verdi.
Atay, paylaşımı haber amaçlı
yaptığını belirterek hakkındaki
suçlamaları reddetti
ve sosyal medya hesabında
paylaştığı haberin suç teşkil
etmediğini, aksine haberin
içinde Diyarbakır Barosu ve
Cumhuriyet Başsavcılığı’nın
adliyede koronavirüsüne karşı
aldığı tedbirlerin yer aldığını
söyledi.
23
20 MADDEDE RAPORDAKI SAYISAL VERILER
1. ‘Yargı Reformu’na rağmen 85 gazeteci hâlâ hapiste (1 Nisan 2020 itibarıyla bu sayı 86’ydı).
2. Son bir yılda 103 gazeteci, 108 kez gözaltına alındı.
3. Gazeteciler en az 239 günü gözaltında geçirdi.
4. Son bir yılda 28 gazeteci cezaevine girdi.
5. Bu gazetecilerden 9’u hâlâ tahliye edilmedi.
6. 6 gazeteci, iddianame hazırlanmasını bekliyor.
7. 11 gazeteci gözaltındayken darp edildiğini beyan etti.
8. 2 gazeteci çıplak aramaya maruz kaldığını bildirdi.
9. Son bir yılda gazetecilere en az 76 yeni soruşturma açıldı.
10. Gazetecilerin sanık veya davalı olduğu en az 166 yargılama yapıldı.
11. 48 gazeteci beraat etti.
12. Gazeteciler toplamda en az 178 yıl 6 ay 9 gün hapis cezasına çarptırıldılar.
13. Gazeteciler aleyhine en az 148.380 TL tutarında adli para cezası verildi.
14. Son bir yılda en az 37 gazeteci fiziki saldırıya maruz kaldı.
15. Fiziki saldırıya uğrayanların 23’ü ulusal, 14’ü yerel medya çalışanı.
16. Son bir yılda RTÜK’ten medyaya 20 idari yaptırım kararı çıktı.
17. RTÜK toplamda 16 defa yayın durdurdu.
18. RTÜK ayrıca medyaya 1.033.864,00 TL idari para cezası kesti.
19. TGS anketine göre gazetecilerin yüzde 80,8’i sansüre uğradığını düşünüyor, yüzde 78,7’si
otosansür uyguladığını belirtiyor.
20. TGS verilerine göre medya sektöründe işsizlik oranı yüzde 25-30 arasında.
SON BIR YILIN EN ABUK 5 SANSÜR GIRIŞIMI
1. Karikatüre bile erişim engellendi: Berat Albayrak’ın Kanal İstanbul güzergahında arsa satın
almasıyla ilgili haberler basına yansıdı. Albayrak tarafı, “İmkânı olan her vatandaşın yapabileceği
sıradan bir satın alma” dedi. Buna karşın ilgili haberlere ve hatta Leman dergisinin kapağına bile
erişim engeli koydurdular.
2. Soru sordu, soruşturma açıldı: Hülya Koçyiğit’in damadı Ender Alkoçlar’ın sahip olduğu
şirketin, Antalya Konyaaltı sahili plaj işletmesini alması tartışma yaratmıştı. Antalya
Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in canlı yayımlanan basın toplantısında
haberimizvar.net sitesinin Genel Yayın Yönetmeni Ebru Küçükaydın, bu konudaki usulsüzlük
iddialarını sordu. Alkoçlar Turizm bu sorular nedeniyle Küçükaydın hakkında suç duyurusunda
bulundu. Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı.
3. ‘Harçlık hacizi’ haberlerine engelleme: İstanbul Cağaloğlu Anadolu Lisesi Müdürü Necati Yener’in
“kendisine dava açan öğrencilerin harçlığına haciz koydurduğuna” yönelik iddialar haberleştirildi.
Yener, mahkemeye başvurup 15 sitede yayımlanan bu haberlere erişim engeli getirtti.
4. Dubai şeyhine sansür kalkanı: Sözcü muhabiri Yaşar Anter, Dubai şeyhi Abdullah Al Futtaim’e
ait 110 metre uzunluğunda, 600 milyon Euro değerindeki lüks yata ilişkin haberi nedeniyle
gözaltına alındı. İfade işleminin ardından savcılık tarafından tutuklama talebiyle Sulh Ceza
Hâkimliği’ne sevk edilen Anter neyse ki serbest bırakıldı.
5. Trafik kazası haberi yaparken gözaltı: Demirören Haber Ajansı (DHA) muhabiri Ümit Uzun,
İstanbul Gaziosmanpaşa’da bir trafik kazasını haberleştirmeye çalışırken polis tarafından
tartaklanıp kelepçelendi. İlçe emniyet müdürünün talimatı ile serbest kalan gazeteci, polislerden
şikâyetçi oldu. Ama Uzun hakkında polise mukavemet ve hakaret suçlarından kamu davası açıldı.
24
KADINA ŞIDDET
Gazeteciler ‘sonraki
adımı’ düşünmeli
SEDA TAŞKIN
Kadın cinayetleri ve şiddet
davalarında gazetecilerin nelere
dikkat etmesi gerektiğini gazeteci
Sibel Yükler, akademisyen Nevin
Yıldız ve feminist avukat Diren
Cevahir Şen ile konuştuk. En önemli
tavsiyelerinden biri: “Sonraki
adımı düşünmek de gazetecinin
sorumluluğudur.”
G
Gazeteciler kadın cinayetleri
duruşmalarının takibini nasıl
yapıyor? Tutanakta yer verilen
her bilgi habere yansıtılmalı mı?
Görsel seçiminde nelere dikkat
edilmeli? 25 Kasım Kadına Yönelik
Şiddetin Ortadan Kaldırılması
İçin Uluslararası Mücadele
Günü vesilesiyle bu soruları bu
alanda çalışan üç isme sorduk.
Kadın cinayetleri duruşmaları
takibinin sıklıkla yapıldığı durumlarda
hukuki bilgilere vakıf
olunması gerektiğinin altını çizen
gazeteci Sibel Yükler, “Takip
ettiğiniz davanın politik bir dava
olduğunu unutmamalısınız” diyor.
Son dönemde Emine Bulut,
Şule Çet ve Ceren Damar’ın katillerinin
yargılandığı davalarda,
hızlı haber aktarımı nedeniyle
pek çok yanlış bilginin dolaşıma
girdiğine şahit olduğunu söyleyen
Yükler, dava takibinin, duruşmalarda
geçen her bilginin olduğu
gibi aktarılacağı anlamına gelmediğini
söylüyor.
‘KADINLARIN IFŞA
EDILMIŞ ÖZEL
HAYATLARINI
OKUYORUZ’
Yükler, “Öldürülen kadınların
gizlilik ve mahremiyet
haklarının gözetilmesi gerekir,
rahatlıkla ihlâl edilmemeli. Bazen
günlerce, bu kadınların ifşa
edilmiş özel hayatını okuyoruz.
Hiç unutmamak gerekir ki, sadece
öldürüldüğü için özel hayatı
konuşulan bu kadınların, artık
hayatta olmadığı için buna dur
diyemeyecek, itiraz edemeyecek
ve savunmada bulunamayacak
olması, pervasızca ya da rahatlıkla
bu bilgilerin dolaşıma sokulabileceği
anlamına gelmiyor”
diye konuşuyor.
Sanıkların “suçtan sıyrılmak”
ya da “indirim almak” için öne
sürdüğü iddiaların süzgeçten
geçirilerek verilmesi gerektiğini
aktaran Yükler, şu ifadeleri
kullanıyor: “Örneğin, sanık
ve müdafilerin indirip almak,
suçtan ‘yırtmak’ için ne derece
alçaldığını gösterirken süzgeçten
geçirmediğiniz bazı bilgiler, bir
kısım okurda tam tersi bir etki
yaratabilir; mesela olumlayabilirler.
Evet, sanığın tutumunu,
suçu ve zihniyetini ifşa etmek
gerekiyor, buna ihtiyacımız var
ama sadece gazeteci olarak bir
sonraki adımı düşünmek de
bizim sorumluluğumuz.”
‘DAVAYA TÜM
BOYUTLARI ILE VAKIF
OLUNMASI GEREKIYOR’
Davaya tüm boyutları ile
vakıf olunması gerektiğinin
de altını çizen Yükler devam
ediyor: “Örneğin, Emine Bulut
davasında daha ilk celsede savcı
mütalaasının açıklanması ‘yüreklere
su serpiyor’ diye geçiştirildi.
Hâlbuki en çok bu durumun
üzerinde durmak gerekiyordu.
‘Tasarlayarak öldürme’ ve ‘canavarca
hisle öldürmeden ceza
istenen iddianamenin aksine,
savcı yalnızca canavarca hisle öldürmeden
ceza istemiş ve başka
indirimin yapılmaması yönünde
mütalaa vermişti. Mahkeme
heyeti duruşma boyunca, Fedai
Varan’ın Bulut’u tasarlayarak
öldürüp öldürmediğinin üzerine
gitmedi, duruşmayı takip
eden gazeteciler de buna dikkat
çekmedi.”
‘DURUŞMA TAKIP
ETMEK, TWEET ATMAK
DEĞILDIR’
“Diğer husus da Emine Bulut’un
öldürülmeden dört saat
önce karakola gitmesine rağmen
korunmaması bilgisiydi. Bu
bilgiyi sanık müdafi vermişti ve
Bulut’un aile avukatı, ‘bu bilginin
bu davayla ilgisi olmadığını’
söylemişti. Halbuki, kimden
geldiğinin önemi olmaksızın bu
bilgi bizatihi hayatiydi. Çünkü
Emine Bulut, 6284 Sayılı Kanunu
uygulamayan polislerin
25
ihmali sonucu korunmayarak
göz göre göre ölüme gönderilmiş
olabilirdi. Nihayetinde, ikinci
celsede sanık Fedai Varan’a
sadece kasten öldürmeden ceza
verildi, duruşmayı takip edenler
ise ‘müebbet alması’ sebebiyle
asıl resmi görmezden geldi.
Hayır, Varan’a zaten gerekli
indirimler yapılmıştı ve Bulut’un
ölümünde ihmali olanların araştırılmasının
önüne geçilmişti,
üstelik tasarlama olup olmadığı
bile araştırılmamıştı. Duruşma
takip etmek, duruşmadan olan
biteni sürekli tweet atmak değildir.
Mühim olan bir gazeteci
sorumluluğuyla hareket edip
işleyişteki aksaklıkları, zihniyeti,
suçu, suçluyu teşhir etmektir.”
‘SUÇ VE SUÇLUNUN
IFŞA ETMEK YERINE
ROMANTIZE EDILIYOR’
Televizyon, gazete ve haber
ajanslarının hatalarına her gün
tanıklık ettiğini aktaran Yükler
bunu şöyle açıklıyor: “Öldürülen
kadınların ve hayatlarının ifşa
edildiği, sanık iddialarının çarşaf
çarşaf verilerek cinayetlerin
gerekçelendirildiği, kadınların
kimliklerinin toplumsal kodlarla
ön plana çıkarıldığı, nasıl öldürüldüklerinin
pornografik malzeme
hâline getirildiği, şiddetin
ve cinayetin normalleştirildiği,
politik değil münferit cinayetler
olarak görüldüğü haberlerden
bahsediyoruz. Suçun, suçlunun
ifşa edilmek yerine cinayetin romantize
edildiği, faillerin korunduğu,
5N1K haber unsurundaki
‘neden’ ve ‘nasıl’ sorularının
tık almak için meşrulaştırma
aracı olarak kullanıldığı binlerce
haber okuyoruz. Örneğin,
Emine Bulut’un öldürülmesi,
cinayetin çocuğunun yanında
işlenmesi ön plana alınıp ajitasyona
araç edilmişti, Münevver
Karabulut’un öldürülmesi ise
sanık iddialarıyla olumlanarak
gerçeklendirilmişti.”
‘HABERLERI
YAZAN MEDYA
VE ÇALIŞANLARI
TOPLUMDAN AZADE
DEĞIL’
Yapılan haber ile okura bir
mesaj gönderildiğini aktaran
Yükler devam ediyor: “Dil,
toplumda dönüşür medyaya
yansır, medyadan topluma geri
döner. Birbirini besleyen iki
güçten bahsediyoruz. Örneğin,
toplumsal anlamda tecavüz
kültürünü besleyen yayıncılık yaparsanız,
bu dil topluma döner
ve bu zihniyeti beslemeye devam
eder. Şunu bilmek gerekiyor;
bu haberleri yazan medya ve
çalışanları, toplumdan azade
değil. Haberi yazan gazeteci,
aynı içinde bulunduğu toplum
gibi, haberini yazdığı kadın için
‘O saatte orada ne işi varmış?’
diye düşünebilir, düşünüyor
da zaten. Ya da hiç böyle bir
zihniyete sahip olmadan, örneğin,
sanıkların iddialarına
ve indirim almak için izlediği
yol ve yöntemlere detaylıca yer
veren haberler, bir başka fail
veya fail adayına yol ve yöntem
sunabilir. Ankara’da, yolcu bir
kadına cinsel saldırıda bulunan
halk otobüsü şoförü duruşmaya
‘dersine çalışıp gelmiş,’ indirim
almak için kadın katillerininkine
benzer beyanlarda bulunmuştu.
Tam da duruşma esnasında, dersine
de haberlerdeki sanıkların
ifadelerini okuyarak çalıştığını
beyan etmişti.”
‘GAZETECILERIN
KULLANDIĞI DIL ERKEĞI
MAĞDUR DURUMUNA
DÜŞÜRÜYOR’
Hacettepe Üniversitesi İletişim
Fakültesi Öğretim Üyesi
Doç. Dr. A. Nevin Yıldız ise kadına
yönelik şiddet haberlerinin
geçmişine bakıldığında bunların
genelde üçüncü sayfa adli vaka
olarak haberleştirildiğine dikkat
çekti. Bu tür haberler ile kadına
yönelik şiddetin politik bir mevzu
olduğu gerçeğinin üstünün
örtülmek istendiğini aktaran
Tahincioğlu, “Bu haberler ile
şiddet, iki kişi arasındaki duygusal
ilişkinin sonucuymuş gibi
tanımlanıyor. Bir kapkaç olayı
gibi değerlendiriliyor. Adına da
‘aşk cinayeti’, ‘namus cinayeti’,
‘töre cinayeti’ deniliyor” diyerek
gazetecilerin kullandığı haber
dili ile erkeği hem muktedir hem
de mağdur durumuna düşürdüğünü
söylüyor.
‘KADIN BAKIŞ AÇISINA
SAHIP GAZETECILIK
YAPILMALI’
Geçmiş dönemde incelediği
dosyalarda savcıların öncelikle
kadının eşini aldatıp aldatmadığına
baktığını söyleyen Yıldız
şu ifadeleri kullanıyor:
“Eğer kadın erkeği aldatmışsa
zaten savcı tahrik indirimi veriyordu.
Bu noktada gazeteciler
aldattı mı, aldatmadı mı sorusunu
sormadan haber yapmalıdır.
Ya da kadının herhangi ‘ahlaksızlığı’,
‘sadakatsizliğini’ ima
etmeden haberini yapmalıdır.
Şule Çet olayında olduğu gibi
‘o saatte orada ne işi vardı?’,
‘Özge can bakire miydi yoksa
değil miydi? Bunlar haberde yer
almamalıdır. Özgecan ile aynı
dönemde seks işçisi bir kadın
parçalara ayrılarak katledilmişti
ancak kimse onu tartışmadı.
Çünkü masumiyet karinesi aranıyor.
‘Düzgün’ yaşayan birinin
başına geldiğinde bu başka bir
şeye dönüşüyor. Bu hatayı gazeteci
de yapıyor.”
Devamı journo.com.tr’de
26
J RAPORU
Babacan belgeselini,
yapımcısıyla konuştuk
J Raporu’nun yeni bölümüne, Ali Babacan belgeseliyle gündem yaratan 140journos’un
kurucularından Engin Önder konuk oldu. Önder, TRT işlevini yerine getirmediği
için, 140journos olarak zarar bile etseler bir kamu yayıncısı gibi herkese mikrofon
uzatma sorumluluğu hissettiklerini söylüyor. Peki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da
Babacan’ı eleştirirken atıfta bulunduğu belgesel bir “PR” çalışması mıydı? 140journos,
YouTube’dan ne kadar kazanıyor? Bir saatlik podcast’te tüm soruları yanıtlayan Önder,
Babacan belgeseliyle birlikte yeni medya yayıncılığında ilk kez denedikleri iki yeniliği de
açıkladı.
JJourno Proje Editörü Emre kurucularından Engin Önder’in
Kızılkaya ve TGS Akademi Ali Babacan belgeseliyle ilgili
Direktörü Orhan Şener’in ayın sözleri şöyle:
medya olaylarını değerlendirdiği
Raporu‘nu yine dinleyicilerin
katılımıyla canlı olarak kaydettik.
2012-2016: VATANDAŞ
HABERCILIĞINDEN
VIDEO BELGESELE
GEÇIŞ
Spotify‘ın yanı sıra Apple
Podcasts, Google Podcasts,
Spreaker, Listen Notes ve Pod-
Tail gibi diğer birçok platform
üzerinde de dinleyebileceğiniz
yayına konuk olan 140journos
Sekiz buçuk yıl oluyor
140journos’a başlayalı ve gazeteciliğin
okulunu okuyarak bu
alana girmedik. Alaylı girdik.
Daha doğrusu, girdik de çok saçma
bir laf. Sanki böyle yatırım
yapıp girmişiz gibi anlaşılıyor.
Üniversitede okurken çevresinde
olup bitenlere kayıtsız kalmayan
bir arkadaş grubuyduk. Sonrasında
140journos bu noktalara
geldi. Gazeteciliğin içindeki yeri
de sekiz buçuk yıldır tartışılır.
140journos hangi forma bürünse
hep eleştirilmiştir.
2015 yılında AR-GE yaptığımızı
söyleyerek Tinder’dan bir
yayın yapmaya başlamıştık, bir
27
deney kapsamında. Acaba gazetecilikte
bilgiyi bir kaynaktan
topluluklara değil de, doğrudan
kişilere aktarmak bir yol olabilir
mi, bu bir metodoloji olarak
benimsenebilir mi diye bir sürü
şey denedik. Bunun için WhatsApp,
Snapchat kullanmayı da
denedik. Bazılarının kullanımı
bugüne kadar devam etti.
2012’de ilk başladığımızda
vatandaş haberciliği yapıyorduk.
Yorumumuzu hiç katmıyorduk.
Sadece sokakta olan insanlara,
derdini sokakta anlatmaya
çalışan insanlara -ki kamusal
alan çok önemli- ayna tuttuk
diyebilirim, 2016’ya kadar özellikle.
“Neden buradasınız” diye
soruyorduk, başka hiçbir soru
sormuyorduk insanlara ve onun
kaydını yayımlıyorduk.
Böyle başlayan bir haber
iletme pratiği, yıllar içerisinde,
özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden
sonraki OHAL ilanından
itibaren, kamusal alanda vatandaş
haber içeriğini göremememizle
[dönüştü ve] başka sorular
sormaya başladık. Ne yapabiliriz?
İnsanların derdini, tasasını nasıl
ifade edebiliriz? Videoya meyletmeye
başladık o dönemde.
BABACAN BELGESELI:
SIYASETIN KALBINE EN
ÇOK YAKLAŞTIĞIMIZ YER
2017’nin başından beri belgesel
formu içeren, video art
da içeren farklı farklı içerikler
ürettik. Böyle 150’den fazla
içerik var şu an YouTube kanalımızda.
Babacan çalışması ise
siyasetin kalbine, magmaya en
çok yakınlaştığımız yer olabilir.
Daha önce birçok siyasi çektik
ama çok farklı profillerdi. Farklı
bağlamlarda çekilmişlerdi. Mesela
Hasan Mezarcı, eski Refah
Partisi milletvekili ama şu anda
bambaşka bir iddia içerisinde.
Geçen yıl onu çektik, hâlâ en
çok izlenen işimiz…
Şimdiki tabii bambaşka bir
şey: Babacan, Erdoğan’ın çok
ciddi bir rakibi. Yıllardır sessiz
bir figür. Çok tanımıyoruz. Bu
işe başlamadan önce YouTube’a
Ali Babacan yazdığımızda o
kadar az içerik çıkıyordu ki…
‘SAKIN KADER DEME’
ISMI, ERDOĞAN
BELGESELININ DEVAMI
Mesela “Kaderin Üstünde
Bir Kader” diye bir serimiz var.
Erdoğan’ın 25 yıl içerisindeki
güç konsolidasyonunu anlatıyor.
Orada çok basitti Erdoğan
görüntüsü bulmak, Erdoğan ile
ilgili analizler yapmak… Medya
personası olduğu için. Ama Ali
Babacan daha gizli, gizemli bir
figürdü; tanımıyorduk. Bizim de
çok kısıtlı bilgimiz vardı.
Ve biz onlara [Ali Babacan’ın
ekibi] yazdık. Ali Babacan parti
kuracak diye kıyamet koparken…
Yazdık, “Konuşabilir miyiz” diye.
Onlar da “Bir tanışalım, konuşalım,
nasıl yaklaşmak istiyorsunuz”
dediler. Biz kafamızdakini
anlattık ve anlaşamadık. Bayağı
bir sürdü bu. “Biz bunu yapmak
istiyoruz” dedik.
BABACAN AÇILA AÇILA
GELDI, KAMUOYU
BASKISI ÇOK KIYMETLI
Geçmişle ilgili şey doğru
yani. Ali Babacan, Ruşen Çakır
röportajında da söyledi bunu
partiyi kurduğu gün. Çakır,
“Biraz ketum davranıyorsunuz
özeleştiri meselesine gelince”
demişti. Evet, doğru yani. Açıla
açıla geldi bence Ali Babacan.
Bizim tanıklık ettiğimiz son
altı yedi ay içerisinde de bunu
gözleme fırsatım oldu. Bu kamuoyu
baskısı çok kıymetli. Gelen
yorumlar, “PR mı” şeyi falan, şu
an Ali Babacan’a da etki ettiğini
biliyorum.
Biz en başta bir plan çizdik.
Dedik ki: Sonuç olarak bunu
“Kaderin Üstünde Kader” serisinin
devamı gibi düşünelim.
Hatta ismi de “Sakın Kader
Deme.” Bunu Babacan koymadı.
Biz bunu 140journos
evreni içerisinde [yaptık]. Güç
konsolidasyonunu biraz karikatürize
ediyoruz. Ancak o şekilde
barışabiliyoruz. Onu ancak öyle
konuşur hâle getiriyoruz.
Bu nesille ilgili bir şey olabilir.
Çünkü ben başka bir lider
görmedim hayatımda. 28 yaşındayım.
Sadece Erdoğan ve
Erdoğan’ın takımını gördüm.
Başka bir metodoloji, başka bir
üslup görmedim; bu programı
şu an izleyen birçok arkadaşımız
da öyledir.
BABACAN
BELGESELININ ISMI VE
KONSEPTI UYDU
Bu yüzden Babacan’ı tanımak,
o evrenin içerisine oturtmak
gerekiyordu. Kaderin Üstünde
Kader diye anlattığımız o
güç konsolidasyonu hikâyesinde
Babacan nereye denk düşüyor?
Babacan bence “sakın kader
deme” denilen kısma denk düşüyor.
Böyle koyduk bu ismi. Bütün
bu süreci takip etmemizden,
altı yedi aylık hasbihâlimizden
diyelim ve sorduğumuz sorulara
gelen cevaplardan, kamera
kapalıyken de takip ettiğimiz
Babacan’dan total bir şey alarak
“Sakın Kader Deme” dedik.
28
Babacan rasyonel birisi.
O “kader” anlatısının içine
kendisini çok sokmayan birisi.
Ekonomik realiteler üzerinden,
iktisat üzerinden toplumu o-
kuyan; hakları ve özgürlükleri,
hepsini bunun üzerinden okuyan
bir insan. İsim ve konsept genel
olarak uydu.
EN UZUN SÜRE ÇEKIM
YAPTIĞIMIZ, EN
KAPSAMLI ANLAMA
SÜRECI
Elimizde hiçbir şey yoktu.
Önce tanıyoruz. Zaman geçiriyoruz.
Röportajlarımızı genelde
öyle yaparız. Çok uzun vakit
geçiririz. 72 saat burada kayıt
yapılmış. Bakın, kameranın açık
olduğu, bilinçli kayıt 72 saat.
Ama video 31 dakika 15 saniye.
O kadar çok görüntü vardı ki
hayatının birçok alanına dair.
Bizim için çok büyük bir görev
oldu. Kayıtları sadece izlemek
bile… Sonra not alıyorsun.
Bizim de boyumuzu aşan bir
projeye dönüştü. En uzun süre
çekim yaptığımız, en kapsamlı
anlama süreciydi.
SALGINDA ILK
VAKANIN ÇIKTIĞI GÜN
ÇEKIM BITTI, PARTI
KURULDU
Salgında ilk vakanın çıktığı
gün çekim bitti ve parti de o
gün kuruldu. Çekim için ilk kez
Ankara’ya şubatın ortasında
gitmiştik. ODTÜ Eymir Gölü’nde
çocuğuyla bisiklet sürme,
rutiniymiş, onları çektik. Aileyi
biraz tanımaya çalıştık. Babacan
profilini anlamaya çalıştık.
Bu üç dört gün sürdü. Sonra
[İstanbul’a] gelindi. Sonra beş
kişi tekrar Ankara’ya gidildi ve
bu gidiş on bir gün sürdü. Hepimiz
İstanbulluyuz, yaklaşık iki
hafta Ankara’da bulunduk. İki
kamera, iki editör ve bir de “line
producer” olarak gittik. Beş kişi
bile fazla aslında. Bir odaya giriyoruz,
toplantısı oluyor, odada
zaten 15 kişi var, beş kişi de biz
giriyoruz.
SINEMA KAMERASI
IŞIN RENGINI BIRAZ
DEĞIŞTIRIYOR
Kurgunun bir kısmı da sahada
yapılıyor. Bizim de görsel ile
olan ilişkimiz izledikçe, yaptıkça,
yanıldıkça gelişiyor. Yeni şeyler
deneniyor yani. Estetik anlamda
keyif aldık. Sinema kamerası işin
rengini biraz değiştiriyor. Ali Babacan’ın
internette görüntüsünü
bulamadığımız bir yerde gidip
sinema kamerasıyla çocuğuyla
bisiklet binmesini çekince “Hayırdır
abi” deniliyor. Estetik bir
görüntü. Biraz çatışma yaratan
bir şey. Üzerine de konuşulası
bir şey. Bu başlayan tartışmayı
sevdiğimi itiraf etmem lazım.
Çünkü bir şeyi estetize etmekle
ilgili bizim ister istemez yönelimimiz
oluyor.
[Arşiv görüntüleri konusunda]
Babacan ekibinden
hiç görüntü alamadık. Ama
Anadolu Ajansı’nın Babacan
ile çektiği tüm görüntülerin deşifresi
falan vardı, medya takip
merkezinin tutuyor ya hani…
Onlar bizim için bir dizin işlevi
gördü diyebiliriz. “Ermenistan
ile sınırlar ne zaman açılacaktı
da Babacan oraya gitmişti” sorusunu
yanıtlamak için oradaki
tarihleri kullandık. Çünkü tam
o günün ana haber bültenlerini
bulmamız, TV akışını bulmamız
gerekiyordu. İpuçlarından diğer
ipuçlarına sıçrayarak bilgileri
toplama çalıştık.
CANON C200,
KIRALIK LENSLER,
YAKA VE SHOTGUN
MIKROFONLAR
Çekimlerde Canon C200
kullandık. Bir sürü lens kiraladık
bunun için. Özendik bu işe diyebiliriz.
Çünkü ilk kez bu kadar
magmaya yaklaştığımız bir şey
vardı. İyi görünmesini istedik.
Seste de Ali Babacan ile gezdiğimiz
mekânlarda çoğunlukla bir
yaka mikrofonu takılıydı. Ama
iki sinema kamerasının üzerinde
de shotgun mikrofonlar vardı.
En sonunda da ses mühendisine
gitti, ses miksajı profesyonel
yapıldı. Ama ses çok önemli,
empatiyi kurmanızı sağlayan bir
şey sonuçta.
BABACAN
BELGESELINDE
140JOURNOS’U EN ÇOK
NE ZORLADI?
Bir siyasi parti kuruluyor. Büyük
bir gizlilik var. Hiçbir şeyin
sızmaması gerekiyor. Orada bir
koşuşturmaca vardı. O biraz
gergin bir koşuşturmacaydı. O
denklemin içerisinde kalmaya
çalışmak… Özel bir belgesel
çekiyorduk. [DEVA Partisi]
Genel merkezini çektiğimiz daha
parti başvurusu yapılmamıştı.
Çalışma biçimimiz açısından bu
kısımlar yeniydi.
(Ankara çekimlerinden sonra
İstanbul’da kurgu nasıl yapıldı?)
Bu [izlediğiniz belgesel] dördüncü
versiyonun yedinci ara kopyası.
Her versiyonda iş kısaldı
kısaldı. Çünkü 45-50 dakikalarla
başladık. Çok uzundu ama bir
sürü şeye de cevap veriyor. İşte
bu da bizim çatışmamız: “Estetik
bir şey olsun ama seyir değeri
devam etsin” düşüncesiyle bir
kurgu yapıyoruz. Seyir değeri
bizim için çok önemli. Bu son
girdiğimiz yolda etkili kılan,
işlediğimiz içeriğin ne olduğunu
insanlara konuşturan şey
biraz o seyir değeri. Ona değer
veriyoruz, onun için 50’den 30
dakikaya inene kadar göbeğimiz
çatladı diyebilirim.
İLK KEZ ODAK GRUBU
KURUP BELGESELI ÖNCE
ONLARA IZLETTIK
Bir “focus group” (odak grubu)
kurduk. Bu da yeni bir şey.
Grupta birbirinden farklı bir
sürü karakter var. Yani videoyu
izlediğinde antropolojik okuma
yapabilecek insan da vardı, çok
farklı siyasi görüşlerden insanlar
da vardı, öğrenciler de vardı. Yorumlarını
aldık hepsinin. Onlar
videoyu izledikten sonra Zoom
görüşmeleri yaptık, notlar aldık.
İyi oldu. [Bu işte kullandığımız]
Sinema kamerası ve focus group
yeni kapılar açtı kafamızda.
Kullanacağız bundan sonra da.
(Babacan’ın geçmişte bazı
gelişmelere sadece parti içinde
itiraz edip dışarıya yansıtma-
29
ması konusunda) “Aile içinde
çözdük” ifadesi, aslında bizim
algılamakta zorlandığımız ama
muhafazakâr siyasetin içinde
çok geçerli bir söz. [Erdoğan’dan
uzaklaşma sürecinde] Böyle bir
şey yaşamışlar. Babacan’ın bu
dönemle ilgili özeleştirisinde
ketum olduğunu ben de düşünüyorum.
Bu soruların hepsi ona
soruldu, Cüneyt Özdemir’de vs.
O alana girildiğinde Babacan’ın
hâlâ bir mesafeli olma hâli var.
Bana sorarsanız o son beş altı
ayda acayip açıldı.
REKLAM OLDUĞUNU
SÖYLEMEDEN YAYINA
ALACAK KADAR UCUZ
DEĞIL EMEĞIMIZ
Biz ilk konuştuğumuzda
anlaşamama nedenlerimizden
bir tanesiydi, “Biz kendimiz çekeceğiz,
hiç size sormayacağız.
Bu bir PR işi değil.” Biz para
almadık bunun için. Alsak bayağı
para alırdık herhalde. Ama o
zaman da 140journos’da yayımlamazdık.
Hiçbir siyasi konuda,
reklam olduğunu söylemeden
yayına alacak kadar ucuz değil
bizim emeğimiz.
Sekiz buçuk yıldır bu işi yapıyoruz.
Bu ortamlara da girip
çıkıyoruz. İnsanlar da güvenmeli
ki biz yayın yapabilelim. Anketler
o “140journos’a güveniyoruz”
diyenlerin o tick’i atması
o kadar kıymetli ki… Hiç kolay
değil. Bunu yapacağımıza başka
şeyler yaparız. Eğer o parayı illa
kazanmamız gerekiyor gider
başka bir şey yaparız. Reklam
filmi çekiyoruz zaten. Bir sürü
markayla çalışıyoruz. Bizim
gelir modelimiz Türkiye’nin
en büyük markalarına reklam
filmi çekmek. Hikâye soslu. Bu
reklam dünyasında da bir şey
oluşturdu, ajansların iş yapış
biçimini değiştirdi. Bir ‘guidebook’a
(rehber) dönüşen bir takım
şeyler var: Altyazı, kurgu biçimi,
müzik gibi.
ELEŞTIRDIĞIMIZ ŞEYIN
YERINE GELIYORUZ
2012’de başladığımız günlerde
bir “medyaya karşıtız”
falan diyorduk. Başladığımızda
ben 20 yaşındaydım daha. Çok
daha sivri görüşlerim vardı.
Medyadan nefret ediyordum,
öyle söylemem lazım. “Nasıl güvenirsiniz
bunlara, nasıl oradan
bilgi alırsınız” noktasındaydım.
Anlamadı insanlar. “Niye bu
kadar sinirlisiniz, onlar da işini
yapıyor” dediler. Gezi olduğunda
bu daha büyük bir fark
edişe dönüştü kentli insanlar
arasında…
(Medyanın durumu) kademe
kademe herkesin gönül dünyasında
bu yıkım yarattı. Başka
şeyler aramaya başladılar. Başka
şeylere inanmaya ve güvenmeye
başladılar. 2020’ye geldik, el
değiştirme tamamlanıyor gibi.
Ana akım TV’lerin, gazetelerin
hüküm sürdüğü o yüzdesel
durum da değişiyor, etki olarak
de değişiyor. Ana akım siyasetin
yeni medya merkezli olarak da
konuşulmaya başlaması önemli
bir şey. Eleştirdiğimiz şeyin yerine
geliyoruz, yeni medya camiası
olarak. Bir dönem “alternatif ”
yapan insanlar olarak şu an
“ana akım” noktasına geliniyor.
Burada bizim de muhasebe vermemiz
gerekiyor, bunun farkındayız.
Nasıl para kazandığımızı
herkesin bilmesi gerekiyor.
SEKIZ YILDA
GAZETECILIĞE BAKIŞIM
DEĞIŞTI
Bu süreçte gazeteciliğe bakışım
da değişti. Gazeteciliğin
farklı birimleriyle ilgili tecrübelerim
oldu. Yurt dışına fotoğraf
satışı yaptık, bir dönem onları
yönettim. IŞİD’in ilk fotoğraflarının
TIME’a ve Avrupa
fotoğraf ajanslarına servis edilmesi
işini yaptım. World Press
Photo’dan büyük ödüller de
aldık. O dönemdeki ekibimizle
yaptığımız belgesel vardı, onunla
multimedya ödülü aldık. Çalıştığımız
“korsan gazeteciler” vardı.
Görevini kendi çalıştığı kurumda
yapan ama işleri yayımlanmayan,
bundan rahatsızlık duyan
ve bu yüzden korsan olarak
alternatif mecralara çalışan.
KARŞI DURDUĞUMUZ
ŞEY PATRON MEDYASI
Zaman içerisinde bizim karşı
durduğumuz şeyin gazetecilik
değil; kurumsallaşmış, katılaşmış
ve iktisat çevresinde şekillenmiş
patron medyası olduğunu
idrak ettiğimizi söyleyebilirim.
Yoksa gazeteciliğin özünde kafa
tuttuğumuz bir şey yok. Hiçbir
zaman da yoktu. Sadece bunun
icra ediliş biçimi… Sahiplik
yapısı ve bunun üzerinden tanımlanmış
roller çok rahatsız
ediciydi.
“Biz gazeteciyiz, bunun okulunu
okuduk, biz biliriz, ederiz”
gibi değiliz. Yaratıcı kesimden
geliyoruz. O yüzden sorun
çözme odaklıyız. Gazetecilikte
gördüğümüz bir sorunu kendimiz
için çözmek üzerinden bir
eylemlilik hâlimiz oldu, yıllarca.
Bu öğrenilerle dolu bir süreçti.
Her bir toplumsal olay… 2012-
2020 arası neler yaşadığımızı bir
hatırlayın. Türkiye’nin büyük
dönüşümü, kazanımların yok
edilmesi… Başladığımız yere
geri döndük.
ALI BABACAN
BELGESELINDE GÖREV
YAPAN 140JOURNOS
KADROSU
Yönetmen
Berkant Akarcan
Görüntü yönetmeni
Kürşat Bayhan
Kurgu
Berkant Akarcan
Yapımcı
Engin Önder
Editör
Sevgi Sena Macit, Sena Şenkal,
Kürşat Bayhan, Engin Önder,
Berkant Akarcan
Editöryel danışman
Utku Başar
Ses miksaj
Ahmet Türk
30
DOĞRUDAN ‘ERDOĞAN’
DENILEMEMESI
DE IŞITSEL DOKU
YARATIYOR
Bunu yaşarken de yayıncıydık.
Sorumluluğumuz bu.
Rahatsız olarak yatağından
kalkmak, araştırmak, birilerini
aramak. Bu çok ciddi bir içgüdü.
Hâlâ da çok geçerli. Bunu da
çok seviyoruz ve saygı duyuyoruz.
Bu merakın bir takım etik
kurallarla çerçevelenmesi kadar
da doğal bir şey yok. Biz sadece
olaya farklı bir yerden girdik.
Mesela bu çalışmanın içerisinde
doğrudan Erdoğan isminin
geçmemesi gibi bir durum var…
DEVA Partisi’nden Mustafa Yeneroğlu’nu
izledim Halk TV’de.
Sürekli “bir kişi” diyor. Özlem
Gürses soruyor, “Kimi kast
ediyorsunuz?” Yok, söylemiyor.
Bu aslında bizim için bir görsel
işitsel doku yaratıyor. Hepiniz a-
şağıda, yorumlarda konuşuyorsunuz
bunu. Konuşma başlatmak
bence şu anda 140journos’un
yapabileceği en iyi iş. Topluma
tartışmalar açalım. Haydi biraz
eski AK Parti teknokratı, yeni
siyasi lideri konuşalım.
140JOURNOS’UN IŞ
MODELI VE MISYONU
[Ali Babacan’dan] Para almadık.
Bayağı da para harcadık. 2
milyon izlendi. Ama YouTube’dan
kazandığımız para sıfır
TL. Çünkü videoda müzik var
[tüm gelir sanatçılara gidiyor
ve 140journos 0 TL kazanıyor].
Ama işimiz bu diye bakıyoruz.
Zarar veya kâr diye değil de…
Yani bunu yapmayacaksak
neyi yapacağız? Şöyle düşünün:
TRT eğer işlevini yerine getirseydi,
bir kamu yayıncısı olarak
her sese mikrofon uzatma işlevini
yerine getirseydi, belki bugünkü
kaygılarımız daha farklı olurdu.
O yüzden bir kamu yayıncısı
gibi, “unpopular” olabilmeyi göze
almak noktasında bir duruşumuz
var. Öbür türlüsü çok daha
tehlikeli. Sadece popüler içeriği
yayına alırsak, “Sevilelim, herkes
bizi sevsin…” Kitlemiz belli.
Genç bir nüfus var 140journos’u
takip eden. Yaş aralığı 18-34.
Aşağı yukarı aynı belaları yaşadığımız
bir kitle Türkiye’nin
son on veya yirmi yılı içerisinde.
Kader arkadaşlarımız diyelim.
DELI GIBI PARA
HARCAYIP POPÜLER
OLMAYAN BIR ŞEY
YAPIYORUZ
Biz bu insanlara “unpopular”
bir şey veriyoruz. Doğu Perinçek
ile bizim kitlemizin hiç uyuşmadığı
çok aşikâr. Ama ona bir
mikrofon tutmak için bir geçerli
gerekçe bulabiliyoruz yine de.
Ben o Türk solu diye başlayan,
milli demokratik devrimlerle
başlayan sürecin nasıl Erdoğan
ile sona erdiğini çok merak ediyorum,
her bir aşamasını. Bunu
berraklıkla anlatabilen bir yer o-
lalım, çok isterim. Okumalar yapıyoruz,
kitapları araştırıyoruz,
Doğu Perinçek üzerine herhalde
kimse bu kadar çalışmamıştır tez
yazmayacaksa. Onu anlamaya
çalışıyoruz. Bu kesinlikle popüler
olmayan bir durum.
(Perinçek belgeselinin duyurusunu
yapan teaser’ın yayımlandığı
140journos YouTube
sayfasında) Aşağısı linç dolu.
Deli gibi para harcayıp “unpopular”
bir şey yapıyoruz. Burada
tuhaf bir durum var, onu kabul
edelim. Markalara reklam çekip
kazandığımız parayla “unpopular”
olan ve kitlemizin “unfollow
ediyoruz sizi” diye bizi linç ettiği
noktada iş yapıyoruz. Tabii küçük
bir kesim unfollow edenler.
Abone sayısı ağırlıklı olarak arttı
bu süreçte. Ama abone sayısı
artsın diye de yapılan bir iş değil.
O sayıları falan aştık yani. Para
da gelmiyor videolardan, kaç
izlenirse izlensin. Etkili olması
önemli şu dakikadan sonra.
YOUTUBE’DA ‘ÇOK
IZLENDI, ÇOK PARA
KAZANIYORLAR’
MATEMATIĞI YOK
Öyle bir kilitledik ki biz sistemi,
YouTube’da popülerlik
üzerinden kurmuyoruz biz işi.
YouTube’da “Çok izlendi, çok kazanıyorlar”
matematiği yok. [Ali
Babacan ve diğer siyasi belgesel
figürlerinden] “Bu adamlardan
para da almamışlar. O zaman
başka bir dertleri var.” Ben o noktayı
konuşmayı çok arzu ederdim
ama bence [Babacan belgeseline
gelen eleştirilerde] bu “PR” kısmı
kurduğumuz mesajın önüne geçti.
O noktada üzgünüm. Ama siyasi
iletişimde, haber iletişiminde, Ankara’yı
anlamak adına farklı bir
şey ortaya çıktığını düşünüyorum,
her şeye rağmen.
(Ali Babacan’a belgesel çekimi
sırasında eleştirel sorular
sorulmadığı yolundaki eleştirilere)
Bizim bütün sorularımız
duyulmuyor. Sadece bir tanesini
duyurduk çünkü [Babacan] çok
alakasız bir yerden başlıyordu
cümleye. “Değişim isteği görüyor
musunuz toplumda” sorusunu
duyuyorsunuz sadece. Ama mesela
Ali Babacan “Yıl 2015, hatta
2018 olduğunda” dediğinde ben
demiştim ki, “Ali Bey bir saniye.
2015’ten 2018’e bu kadar kolay
atlayamazsınız. Arada darbe
girişimi, referandum var, nasıl atlıyorsunuz?”
Bunu duymadığınız
için, orada bizim pozisyonumuzu
anlamanız, ancak çıkan kurguda
duyduğunuz cümle kadar oluyor.
Bu da bir çatışma alanı yaratıyor.
BIÇIMIN MESAJA
ETKISI: ‘VLOG
KAMERASIYLA ÇEKSEK
KIMSE PR DEMEZDI’
Bir de zaten sinematik kamerayla
çekiliyor. “PR” algısını
pekiştiren şeyin, görsel karakteristiğin
reklam gibi olması
durumu var. O alan derinliğinin,
‘color grading’in… Normalde
bir siyasiyi böyle izlemiyorsunuz.
Eğer biz bunu vlog kamerasıyla
çekseydik valla kimse buna PR
demezdi. Bakın, aynı içerikten
bahsediyorum.
(Daha sonra bu konuya
tekrar değinen Engin Önder,
Birikim dergisinde Ayşe Çavdar’ın
yazısına atıfta bulunarak
bu yazarın görüşüne katıldığını
söylüyor. “Bana öyle düz bir
propaganda filmi gibi gelmedi”
diyen Çavdar, 140journos’ın hep
kullandığı görsel/işitsel dilin,
Babacan’ın kendini anlatma tarzıyla
örtüştüğünü ve bu nedenle
filmin bir PR çalışması izlenimi
yarattığını yazmıştı.)
31
32
KARŞIT GÖRÜŞ
140journos belgeselciliği,
gazetecilik refleksini
sorgulatıyor
ILGAZ GÖKIRMAKLI
140journos kurucusu Engin Önder, çok konuşulan Ali Babacan belgeselini
J Raporu’nda anlatmıştı. Ay başında yayımladığımız bu söyleşinin
ardından bu kez sözü, belgeselin haberciliğe yaklaşımı konusunda Önder’e
katılmayan iki gazeteciye veriyoruz.
140journos üzerine bir yüksek lisans tezi yazan Ilgaz Gökırmaklı,
muhafazakâr medya ve iletişimsel kapitalizm gibi alanlarda çalışmaları
bulunan gazeteci-akademisyen Emre Tansu Keten ile “Sakın Kader Deme”
videosunu gazetecilik açısından değerlendiriyor.
1
140journos’un, eski başbakan
yardımcısı Ali Babacan’ın yeni
bir muhalefet partisi kurmasını
konu olan “Sakın Kader Deme”
başlıklı videosunun bir “PR”
(public relations – halkla ilişkiler)
çalışması mı, yoksa gazetecilik
ürünü mü olduğu çok tartışıldı.
Birçok gazeteci, belgeselin
sorgulayıcı ve eleştirel bir tavır
sergilemediğini ve bu nedenle
bir tanıtım videosuna dönüştüğünü
söyledi. 140journos
kurucularından Engin Önder
ise “Hiçbir siyasi konuda, reklam
olduğunu söylemeden yayına
alacak kadar ucuz değil bizim e-
meğimiz” diyerek çalışmanın bir
PR videosu olmadığını J Raporu’nda
vurguladı. Videonun bir
ayda 2,2 milyon görüntülenmeye
ulaştığını da not düşelim.
Engin Önder’in açıklamaları
bazı konuları açıklığa kavuşturdu
ancak yeni soruları da beraberinde
getirdi. Yüksek lisans
tezini 140journos ve toplumsal
hafıza inşası üzerindeki etkileri
üzerine yazan biri olarak, bu
verimli tartışma ortamından faydalandığımı
belirtmem gerekir.
Peki, 140journos’a gelen e-
leştirilerin temelinde ne yatıyor?
İÇERIK YALNIZCA
‘KONUŞMALARA’
VESILE OLAN BIR ARAÇ
DEĞIL
Kendilerini “karşı medya” hareketi
olarak tanımlayarak yola
çıkan 140journos, her anlatıcı
gibi, hikâyesinin beğenilmesini
ve mümkünse tadının damakta
kalmasını istiyor. İyi müzik,
özgün görsel anlatım ve kıvamındaki
mizahla videolarını şeklen
“mükemmele” ulaştıran şirket,
içeriğin yalnızca “konuşmalarına”
vesile olan bir araç olduğunu
düşünerek bir hataya düşüyor.
Tabii bunun bir “hata” olarak
görülmesinin nedeni, gazeteciliği
bir kalkan olarak kullanmaları.
Şeklin içeriğin önüne geçmesi
bambaşka bir tehlike daha
yaratıyor. Nötr dil kullanma
çabasıyla belgesellerinde dış ses
ve sunucu dahi kullanmaktan
kaçındığını ifade eden 140journos,
günün sonunda etkileyici
görsel dilden yana “taraf ” oluyor.
Bu taraflılık da tartışmaları
beraberinde getiriyor.
Örnek vererek başlayalım:
Oğluyla bisiklet süren Babacan’ın
finalde söyledikleri (“Sakın
kontrolünü kaybetme, kontrolü
kaybedip bir hızlanmaya başlarsan…”
cümlesi) etkileyici mi?
Taşıdığı metaforu düşünürsek,
evet. Hatta belki de 140journos
ekibinin, 72 saatlik ham kayıtları
ilk kez izlediğinde “Bunu kullanalım”
diyerek kenara ayırdığı
bir an. Peki, biz neden bu “etkileyici”
sondan rahatsız oluyor
ve bir imaj yaratımına hizmet
ettiğini düşünüyoruz?
Gazeteciler açısından soruyu
yanıtlamaya çalışayım:
BELGESELDE BIZE
SUNULMAYANLAR,
SORU IŞARETLERI
YARATIYOR
Öncelikle, Babacan’a “Siz
kontrolü kaybettiniz mi?” sorusu
soruldu mu ve buna yanıtı alındı
mı, alınmadı mı bilemediğimiz
için.
Babacan’ın,“2002-2015 yılları
arası 13 yıl, Türkiye’nin itibarının
en yüksek olduğu dönemdi”
ifadesinden sonra “O yıllarda
ne oldu, gerçekten öyle miydi”
bilgisine ulaşamadığımız için.
Kullandıkları imgelerle
zihnimizdeki Babacan algısını
tamamen değiştiren bir içerik
33
sundukları ve bunu da sorulması
gereken tüm soruları sorarak
yapmadıkları için.
Estetik kaygılarını, içeriğin
önüne aldıkları için.
Kısacası herhangi bir gazetecilik
refleksi göremediğimiz için.
Bu beklentilerin altında
140journos’un kendisini bir
“karşı medya” hareketi olarak
tanımlaması olduğunu da hatırlatayım.
‘REKLAMLA BIRLIKTE
YÜRÜRSE HABERCILIK
ZEHIRLENIR’
Gazeteci Faruk Bildirici de
internet sitesinde yayımladığı
yazıda sorunu şu şekilde açıkladı:
“Belki de sorunun kaynağı,
140journos’un habercilik ve reklamcılığı
‘yeni medya yayıncılığı’
adı altında birleştirme iddiasında.
Birlikte yürütülürse reklamcılığın
aralarında kan uyuşmazlığı olan
haberciliği zehirlemesi, ortaya
çıkan ürünün habercilik kategorisinin
dışına kayması kaçınılmaz.”
Babacan belgeseli konusunda
Gazete Pencere’ye bir eleştiri
yazan gazeteci Emre Tansu
Keten ile “Sakın Kader Deme”
videosunun gazetecilik açısından
neden sorunlu olduğunu bu çerçevede
konuştuk.
Keten’in; İletişimsel Kapitalizm,
İslamcı Popüler Kültürde
Kültürel İktidar Söylemi, Muhafazakârlığın
Değişen Yapısı
ve Muhafazakâr Medya gibi
başlıklarla yayımlanmış akademik
çalışmaları, kitap bölümleri
ve dergi yazıları var.
Ilgaz Gökırmaklı: Hikâyeyi
başa saralım, 140journos bir
“karşı medya” hareketi olarak,
bir grup üniversiteli gencin bir
araya gelmesiyle 2012 yılında
yola çıktı. İlk dönemlerinde
vatandaş haberciliği yaptıktan
sonra bir dönüşüm geçirerek
2017’den itibaren belgesel
formunda, video art da içeren
içerikler üretmeye başladılar.
Hikâye anlatıcılığı, tarih yazıcılığı
gibi amaçlarının olduğunu
söylüyorlar. Hatta dijital bir
arşiv görevi üstlenerek toplumsal
hafızaya katkıda bulunduklarını
da söyleyebiliriz. Hâl böyle o-
lunca yaptıkları işler gazetecilik
pratikleri açısından sorgulanır ve
eleştirilir oluyor.
Emre Tansu Keten:
Aslında 2012 yılında Bianet’e
verdikleri bir söyleşide, “Sosyal
medya ağları aracılığıyla, hızlı,
sansürsüz ve bağımsız bir habercilik
yapma amacıyla yola çıktık”
diyorlar. Yani ilk yıllarında “Gazetecilik
yapmıyoruz” iddiaları
yok. 140journos isminin ilk kısmı
Twitter’ın o dönemki karakter
sayısına, “journos” ise gazeteciliğe
vurgu yapıyor. Twitter
üzerinden habercilik, WhatsApp
bültenleri derken, video yapmaya
başladıkları dönem geliyor.
Başlarda amatörler, daha sonra
estetik anlamda uzmanlaşıp
gazetecilikten uzaklaştıklarını
söylüyorlar. Fakat 2018 yılında
Chrest Vakfı desteğiyle (STK’lara
hibe desteği veren uluslararası
bir kuruluş ) yaptıkları bir fon
projesinde “140journos tarafsız,
objektif ve etik kurallara uygun
haberciliği ilke edinmiş bir kurumdur”
ifadesi yer alıyor. Fona
başvuruda gazeteci olduklarını
iddia ederlerken, piyasaya “bağımsız
video çeken, gazetecilik
ilkeleri olmayan bir ekibiz” diyorlar.
Burada bir çelişki var ve aynı
zamanda etik dışı bir durum.
‘BABACAN VE
140JOURNOS PR’I IÇE IÇE
GEÇMIŞ DURUMDA’
Belgeselin bir PR çalışması
olduğu yorumları geldi. Bunun
temelinde de gazetecilik refleksleri
taşımaması var.
PR tartışmalarına Netflix’in
Jeffrey Epstein belgeselini örnek
vereyim. O belgesel tamamen
gazetecilik refleksleriyle yapılmış
bir iş. Bahsettiğim bu gazetecilik
refleksini, “Sakın Kader Deme”
videosunda göremiyoruz.
Özellikle siyasi bir lideri odak
aldığınız içerikte gazetecilik refleksini
geliştirmiyorsanız, o içerik
PR olmak zorundadır. Bence
140journos, start-up bir şirket.
Start-up, girişimcilik amaçlıdır.
Girişimciliğin temel amacı da
para kazanmaktır, kamu yararı
değil. 140journos bu videodan
para almadığını söylüyor, doğrudur.
Fakat para almasalar bile,
bu video 140journos’un parayla
yaptığı işlerde elini güçlendiren
bir tanıtım işi. Aslında Babacan
ve 140journos PR’ı içe içe geçmiş
durumda.
Engin Önder’in J Raporu’na
konuk olduğu podcast yayınında
yaptığı “kamu yayıncılığı” vurgusu
da konuşulması gereken
konulardan biri. Örneğin, “Sakın
Kader Deme” belgeselinin
beşinci dakikasında Babacan,
“2002-2015 arası 13 yıl, Türkiye’nin
itibarının en yüksek
olduğu dönemdi” diyor. Gazetecilik
refleksiyle, “O yıllarda
ne oldu, gerçekten öyle miydi,”
bunları görmeyi bekledim. Fakat
belgeselde bu sorgulayıcı tavrı
göremiyoruz. Kamu yararından
bahsedeceksek bu sorgulamayı
ve bilgi aktarımını görmemiz
gerekirdi.
Tabii, bilginin doğrulanması
gerekiyor. Mesela o yayında dikkat
çeken bir şey daha var. Engin
Önder, “Başlarken Babacan’a
taslak götürdük, kabul edilmedi”
diyor, bu zaten PR işlerinde
karşımıza çıkan bir şey.
Belgeselde Babacan’a hangi
soruları sorup hangilerine yanıt
alamadıklarını da göremiyoruz.
“Sorduk ama yanıt alamadık”
bilgisi de içerik için kıymetli
değil mi?
Elbette, verilen cevaplar kadar
cevaplanmayan sorular da
önemli. Gazeteci Can Ertuna bu
konuyla ilgili Twitter’da, “Görüntülü
haber yaptığınız mülakatta
soru sorup yanıt alamadığınız
ve takip sorularıyla hâlâ yanıt
alamadığınız durumlar varsa
bazı noktalarda bu sessizlik ya
da kaçınma anları dahi bir haber
değeri taşır ve kurgudan çıkarmak
bir yana bitmiş parçada
kalması tercih edilir” dedi.
Burada tamamen haberin
öznesinin istediği sınırlarda kotarılan
bir iş var ve bu çok tehlikeli.
Bir habercinin röportaj yapacağı
kişinin istekleri doğrultusunda
haberini hazırladığını düşünün.
Önder’in, “İlk başta kafamız-
34
dakini anlattık ve anlaşamadık”
açıklamasından, “Demek ki siz
haber öznesinin çizdiği sınırlarda
bir şeyler kurguluyorsunuz” sonucunu
çıkarabiliriz. Burada da bir
kamu yararından bahsedemeyiz.
Engin Önder, “Biz sırf tarafsızlık
iddiamızı pekiştirmek için
Babacan planlaması sürerken
Doğu Perinçek ile de anlaştık”
diyor. Siyasi kimlikleri farklı
isimlere yer vermenin “tarafsızlık
olmasa bile çok taraflılığı” karşıladığını
ifade ediyor. Bu durum
başlı başına bir tarafsızlık kriteri
mi? Özellikle gazetecilik açısından
eleştirilen nokta belgeselin
Babacan’ı yalnızca olumlu yönleriyle
ortaya çıkarması, sorgulayıcı
ve eleştirel bir yaklaşımın olmaması.
Düzenli olarak videolarını
takip ediyorum. Kendi adıma
Maçoğlu ve İmamoğlu çalışmalarını
bu kadar eleştirmediğimi
fark ettim. Sizce ‘Sakın Kader
Deme’yi Ekrem İmamoğlu, Fatih
Maçoğlu ya da Hasan Mezarcı
videolarından farklı kılan neydi?
İmamoğlu videosu hiç tanınmayan
bir ismin belediye başkasını
seçilmesini ve seçimin iptalini,
bir olayı anlatıyor. O videoda
Ekrem İmamoğlu’na bir imaj
yaratma kaygısı görmüyoruz,
tamamen olay odaklı bir içerik.
Babacan videosu ise yepyeni bir
imaj yaratıyor. Ayrıca bu siyasi
ortamda Doğu Perinçek belgeseli
çekmekle Ali Babacan belgeseli
çekmek arasında da büyük farklar
var. Gençlerin Perinçek’e yönelik
algısı ve siyasi geçmişiyle Perinçek
videosunu ancak bir mizah unsuru
olarak Hasan Mezarcı videosuyla
karşılaştırabiliriz. Babacan
ve Perinçek’i kıyaslayamazsınız.
Hasan Mezarcı’yı estetize etmek
aktif siyasetin içinde olan Babacan’ı
estetize etmekle aynı şey
değil. Babacan videosunda ise
imaj yaratımını destekleyen şeyler
var. Hatta Engin Önder sinema
kamerasının PR havası kattığını
söylemiş.
“Eğer vlog kamerasıyla çekseydik
aynı içeriğe kimse PR
demezdi” diyor, Engin Önder.
Bu noktada estetize ettikleri şey,
görsel anlatımın da önüne geçen
öznenin ta kendisi. Zaten eleştiriler
de buradan başlıyor. Peki,
kullandıkları müzikler, gençleri
yakalayan görsel dil ve estetik
kaygılar içeriğin tarafsızlığını
nasıl etkiliyor?
Burada bir niyet var. Bahsettiğim
estetize etme hâli, tarafsızlığın
sert bir çapa gibi durduğu
yapımları daha da zedeleyen bir
hâle geliyor. Duygusal bir dil
var 140journos’ta. Bu duygusal
dil, tarafsızlığı zedeleyen bir şey.
Bu durum foto muhabirlikte
de tartışılan bir durum. Birkaç
sene önce Hürriyet’te, Afrikalı
seks işçileriyle ilgili bir foto
röportaj yayımlanmıştı. Haber,
“bir sömürüyü nasıl bu kadar
estetik şekilde anlatırsınız” eleştirisi
almıştı. Bu nedenle estetik
değerleri haberin neresine kadar
getireceğiniz önemli bir durum.
‘YAZI IÇIN DEVA
PARTISI IÇINDEN
ELEŞTIRI ALDIM’
Videonun öznesinin DEVA
Partisi ve Ali Babacan olması
nedeniyle bu kadar eleştirildiğini
düşünenler de var.
Bunun altını çizmek lazım,
biz gazeteciyiz ve durumu
gazetecilik pratikleri açısından
değerlendiriyoruz. Siz yüksek
lisans yapıyorsunuz, ben doktora
yapıyorum, bu alanda çalışan insanlarız.
Babacan değil de başka
bir isim olsaydı, yine gazeteci
pratikleri açısından eleştirirdik.
Babacan’ın siyasi kimliği ya da
kişiliğiyle ilgili bir durum değil.
Tabii izlerkitlenin genel eleştirisi
daha farklı. Şunu da söyleyeyim,
Gazete Pencere’deki yazıyı yazdığımda
sadece DEVA Partisi
içerisinden eleştiri aldım.
‘BIR PR VIDEOSU
OLARAK ÇOK BAŞARILI’
Logoyu görmesek bile
140journos ekibinin elinden
çıktığını anlayabileceğimiz bir
görsel dil, bir nevi imzaları var.
Bu da yadsınamaz bir gerçek.
İlk izlediğimde “Ee, bitti mi? Ne
anlattı ki” diye düşündüm ben,
siz videoyu beğendiniz mi?
Çok güzel, başarı bir videoydu
tabii ki. Hikâye anlatıcılığı
gayet iyi kotarılmış, başarılı sahneleri
var, kullanılan dil de iyi.
Babacan’ın ODTÜ’ye gitmesi,
gençlerle konuşması gibi imgeleri
göz önünde bulundurunca
bir PR videosu olarak çok başarılı
olduklarını söylemek gerekir.
Sonuçta bu işi, bu kadar başarılı
yapan çok isim yok.
Ana akım medyada bir ifade
özgürlüğü sorunu olduğunu
da göz önünde bulundurmak
gerekiyor. Özellikle mualif siyasetçilerin
ve isimlerin yalnızca
yeni medya ve dijital platformlarda
kendine yer bulabildiği
bir düzen var. İfade özgürlüğü
bakımından neler söyleyebiliriz?
Bunu da ifade özgürlüğü ve
basın özgürlüğü konusunda ikiye
ayırmak gerekiyor. Dijitalde bu
tür işler görmemiz ifade özgürlüğü
için yararlı, hatta zorunlu bir
durum. Yeni partilerin, farklı görüşlerdeki
siyasetçilerin internet
dışında konuşabilecekleri bir a-
lan kalmadı. Herkesin internette
ve dijital mecralarda kendilerini
ifade etme isteği normal ve hatta
zorunlu bir durum.
‘ANA AKIMIN YOK
EDILMESI BÜYÜK BIR
DIJITAL MEDYA PAZARI
OLUŞTURUYOR’
Basın özgürlüğü tarafından
bakarsak ana akım basının
yok edilmesi, internet üzerinde
büyük bir pazar oluşturmaya
başladı. Start-up gazetecilikte
eleştirdiğim şey bu aslında.
Yani küçük yaratıcı fikirlerle
ve fonlarla yola çıkarak “Biz
gazeteciliği kurtarırız” demek
sorunlu. NewsLabTurkey, DokuzSekiz
Haber, 140journos gibi
bir sürü yaratıcı fikirlerle ortalık
start-up kaynıyor şu an. Bu tabii
ki kötü bir şey değil, dünyada da
benzerlerini görüyoruz.
Gazete Pencere’deki yazınızda
start-up gazeteciliğin, medyanın
yaşadığı büyük sorunları
aşma iddiasıyla yola çıkıp bir
süre sonra “girişim rotasına dümen
kırdığını” söylüyorsunuz,
bu durum nelere yol açıyor?
Gazeteciliğin kurtuluşunu
burada görmek tehlikeli. Gaze-
35
tecilik için gelir kaynakları çok
önemli. İyi gazetecilik nasıl işliyor
buna bakmak lazım. Kâr etmek
isteyen medya patronları var. Kâr
etmenin ilk koşulu da iyi gazetecilik
yapmak, iyi içerik üretmek ki
insanlar alıp okusun. Bu nedenle
özellikle Batı’da habere ve editöryel
bağımsızlığa hiçbir şekilde
müdahale etmeyen iyi gazeteler
görüyoruz. İkincisi de az sayıda
örneği olsa da, gazetecilerin sahip
olduğu, kooperatif şeklinde
örgütlenen gazeteler. Burada da
abonelik ve bayii satışıyla para
kazanıldığını görüyoruz ki yine
içerik öncelikli hâle geliyor.
‘START-UP
GAZETECILIĞIN
TEHLIKELERI VAR’
Bir fon alarak işe başladığınızda
durum değişiyor. Start-up
bir gazetecilik şirketinin tek a-
macı yeni fon ve gelir kaynakları
bulmak oluyor. Yola çıkarken
koyduğunuz ilkelerle çelişir
hâle geliyorsunuz, fon bulma
isteği habercilik amacının önüne
geçiyor. Girişimcilik kısmı sizi
başladığınız noktadan bambaşka
bir yere götürüyor. Bir medya
kurumu kurma çabası var. İdari
işleri, ticaret ve gazetecilikle bir
arada götürmek de böyle tehlikeler
doğuruyor. Start-up gazeteciliğin
tehlikesi bu. Basının bu
kadar darmaduman durumdan
kurtulması için yine kurumsal,
büyük ve itibarlı medya organlarına
ihtiyacımız var. En sonunda
da bu şekilde tartışmaların odağı
hâline geliyorsunuz, 140journos
da bunun bir örneği oldu ama
durumun tek örneği onlar değil
elbette.
Engin Önder, J Raporu’na
konuk olduğu yayında belgeselin
bir PR videosu olmadığını
vurguladı ve “Reklam olduğunu
söylemeden yayına alacak kadar
ucuz değil bizim emeğimiz” dedi.
Yayını dinledikten sonra PR
tartışmalarıyla ilgili fikirleriniz
değişti mi?
En başından beri kötü niyetli
olduklarını düşünmedim. Bu
arada para kazanmak da iyi
niyet dışı bir şey değil tabii ki.
Gazetecisiniz, hiçbir yerde iş bulamıyorsunuz
ya da ana akımdan
ayrılmışsınız, akademide barınamıyorsunuz,
elbette bir şekilde
para kazanmak zorundasınız.
Herkes start-up şirketler de kurabilir,
ticaret de yapabilir. Ama
yayını dinledikten sonra fikirlerim
değişmedi. İyi niyetle başlanan
bir işin, kurgusu bittikten sonra
izlendiğinde bir PR videosuna
dönüşüp dönüşmediğini anlamak
çok zor değil. Üstelik video işinde
uzman insanlardan bahsediyoruz.
‘BIR IMAJ YARATIM VE
YÖNETIM VIDEOSU’
Önder’in açıklamalarından
72 saatlik bir ham kaydın olduğunu
öğrendik. Yayımlanan
video ise 31 dakika 15 saniye.
Kullanılmayan görüntülerin,
kurguda kesilen yerlerin içeriği
nasıl değiştirebileceği de merak
uyandıran başka bir konu. Çok
daha farklı görüntüler görebilir
ve bambaşka şeyler konuşuyor
olabilirdik.
Podcastte de belirttikleri gibi
önceden Babacan’a gittikleri
için içerik ve çerçevesinin belli
olduğu bir durum söz konusu.
Örneğin Ali Babacan, taksi
durağına girip insanlarla sohbet
ediyor ve “Kimlerle yan yana
gelmeliyiz” diye soruyor. Düşünsenize
oradaki biri, “HDP
ile yan yana gelmeyin” demiş
olsa? Babacan’ın verdiği tepki
çok önemli değil mi? Çok kritik
yerlerde sohbetin devamını kesiyorlar.
İşte bu nedenle, “Sakın
Kader Deme” bir imaj yaratım
ve yönetim videosu.
‘CÜNEYT ÖZDEMIR’IN
BABACAN’I
ZORLADIĞINI GÖRDÜK’
[Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip] Erdoğan’ın dikkatini
çeken de bu imaj çizimi oldu.
Cüneyt Özdemir’in Ali Babacan
yayını o kadar dikkatini çekmedi
mesela, çünkü o yayında Cüneyt
Özdemir’in Babacan’ı zorladığını
gördük. Bu videoda Babacan’ın
zihinlerimizde bambaşka
bir algısı varken, bildiğimiz Ali
Babacan’dan tamamen farklı bir
imaj çizilmiş.
Cüneyt Özdemir yayınında
çok önemli bir şey daha var. Babacan,
partiyi ilk vakanın açıklandığı
gün kurduklarını ve sağlık
koşulları gereği propagandalara
başlamadıklarını belirtiyor ve
“Daha dün başladık” diyor. Dün
diye bahsettiği tarih, 140journos’un
“Sakın Kader Deme”
videosunu yayımladığı gün.
Sakın Kader Deme ve PR
tartışmaları sürerken Doğu
Perinçek belgeselinin tanıtımını
da yayımladılar. Tanıtıma bakıp
bir şey söylemek için çok erken
ama Perinçek’in özellikle gençler
arasındaki algısını göz önüne
alırsak sosyal medyada giflerin,
capslerin paylaşıldığı bir şeye
dönüşecek gibi. Babacan videosu
gibi bir etkisi olur mu?
Tabii, gülünecek muhakkak.
Hasan Mezarcı videosuna benzer
bir video olur, benzer bir
etki yaratır diye düşünüyorum.
Oradan bir Babacan etkisi çıkmayacaktır.
36
HABERLERDE KALAN KEŞIFLER
‘Müjde, Akçakoca’da
doğalgaz bulundu’
Türkiye’nin ihtiyacını yıllarca karşılayacak büyüklükte bir doğalgaz
rezervi keşfedildiği iddiası bir kez daha gündemde. Bu seferki iddia
önümüzdeki yıllarda gerçeğe dönüşür mü bilinmez ama yakın tarihte
özellikle seçimlerden önce çok sayıda yerde doğalgaz, petrol ve kömür gibi
enerji rezervlerinin tespit edildiği haberlere yansımıştı. Sadece Akçakoca
açıklarında doğalgaz bulunduğu iddiası bile birkaç yılda bir gündeme
getiriliyor. Bu haberlerden bazıları şöyle:
1. HÜRRIYET:
AKÇAKOCA’DA
DOĞALGAZ BULUNDU (9
EYLÜL 2004)
Akçakoca açıklarında doğalgaz
bulundu. Türkiye Petrolleri
Anonim Ortaklığı (TPAO) Genel
Müdürü Osman Saim Dinç,
Akçakoca açıklarında yapılan
sondaj sonucu, Karadeniz’in
ilk ekonomik ve ticari doğalgaz
keşfini yaptıklarını açıkladı. Yıl
sonuna kadar ciddi yatırımlar
yapılarak, doğalgaz karaya çıkartılacak.
2. DHA: AKÇAKOCA’DA
DOĞALGAZDAN SONRA
PETROL UMUDU (26
KASIM 2006)
TPAO Üretim Daire Başkan
Yardımcısı Mehmet Kul, Türkiye’nin
Karadeniz’de bulunan ilk
doğalgaz üretim tesisinde sona
doğru gelindiğini, açıklarda ve
daha derinlerde petrol bulacaklarından
emin olduklarını
söyledi.
3. AA: KARADENIZ
DOĞAL GAZI DEVREYE
GIRDI (20 MAYIS 2007)
Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanı Hilmi Güler, Akçakoca
açıklarında çıkartılan doğalgazın
Türkiye’de konutlarda tüketilen
doğalgazın onda birini karşılayabildiğini
söyledi.
37
4. SABAH:
KARADENIZ’DE PETROL
AĞA TAKILDI (26
AĞUSTOS 2007)
Müjdeli haber önceki gün
Meclis’te Cumhurbaşkanlığı 2.
tur oylaması yapılırken geldi.
Muharrem Sarıkaya, Enerji
Bakanı Hilmi Güler’in verdiği
müjdeli haberi yazdı.
5. SABAH: SAKARYA’DA
DOĞALGAZ BULUNDU
(15 MAYIS 2009)
Kaynarca ilçesinde, TPO
tarafından yapılan sismik araştırmalar
sonrasında bölgede
doğalgaza rastlanınca sondaj
çalışması başlatıldı. TPAO bir
süre önce Karadeniz Akçakoca
açıklarında doğalgaz bulunması
üzerine Türkiye Petrolleri Anonim
Ortaklığı aynı hat boyunda
araştırma yaptı.
6. AA: YENI DOĞALGAZ
REZERVI BULUNDU (17
HAZIRAN 2010)
Türkiye Petrolleri Anonim
Ortaklığı’nın Batı Karadeniz
açıklarında sürdürdüğü doğalgaz
arama çalışmaları sırasında 1.600
metre derinlikte yeni rezerv
bulunduğu bildirildi. Akçakoca
sahilinin yaklaşık 14 kilometre
açığında, denizin 100 metre derinliğinde
yeni bir kuyu açılarak
sondaj çalışması başlatıldı.
7. AA: TPAO’DAN
SEVINDIREN AKÇAKOCA
AÇIKLAMASI (29 MART
2011)
TPAO’dan Akçakoca’daki
üretim platformuyla ilgili güzel
haber geldi. Üretim Daire Başkan
Yardımcısı Mehmet Kul,
Düzce’nin Akçakoca İlçesi açıklarındaki
4’üncü doğalgaz üretim
platformunun devreye girmesiyle
günlük 250 bin metreküp olan
doğalgaz üretimlerinin 600 bin
metreküpe çıktığını söyledi.
8. BAKAN YILDIZ:
PETROL BULDUK AMA
ÇIKARAMIYORUZ (25
AĞUSTOS 2012)
Akçakoca açıklarındaki doğalgaz
platformunda incelemelerde
bulunan Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız,
Hakkâri civarlarında önemli
miktarda petrol bulgusuna ulaştıklarını
kaydetti. Yıldız, “Ancak
hem özel sektör hem de TPAO
petrolü terör nedeniyle aramaya
başlayamadı” dedi.
9. MILLIYET:
KARADENIZ, PETROL
VE DOĞALGAZDA YENI
MERKEZ (10 MART 2013)
Enerji savaşlarının yeni
merkezi Karadeniz oluyor.
Exxon-Mobil, Shell, Chevron,
Total, OMV, Rosneft, Petrobras
ve Repsol gibi küresel oyuncuların
bölgeye akın etmesi “Karadeniz’de
ciddi petrol ve doğalgaz
rezervi” olduğuna dair tezleri
güçlendiriyor.
10. BAKAN DÖNMEZ:
AKÇAKOCA’DA BIR
DOĞALGAZ KEŞFI OLDU
(29 HAZIRAN 2020)
Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanı Fatih Dönmez, “Türkiye
Petrolleri’nin kendi sondajıyla
Akçakoca’da bir doğalgaz keşfi
oldu. Rezerv yakaladılar. Üretim
de yapılıyor. Batı Karadeniz
tarafında böyle bir keşfimiz ve
üretimimiz var. Karadeniz’den o
açıdan biraz daha ümitliyiz” dedi.
MÜJDE HABERLERININ KÖKLÜ TARIHI
Son yıllarda Akçakoca
dışındaki birçok bölgede
de büyük miktarda enerji
rezervi keşfedildiğine yönelik
haberlerin iktidar medyasında
özellikle seçimlerden
önce gündeme getirildiği
vurgulanıyor. Gazeteci Deniz
Zeyrek’e göre 2003’ten beri en
az 30 kez petrol veya doğalgaz
keşfedildiğine dair bilgiler
kamuoyuyla paylaşıldı.
Bununla birlikte, bir sonuca
varmayan benzer haberlerin,
Adalet ve Kalkınma Partisi
iktidarından önce de Türkiye
medyasında zaman zaman yer
aldığını hatırlatmak gerekiyor.
Örneğin 24 Ekim 1939 tarihli
Yeni Mersin gazetesinde,
“‘Çorum’da petrol bulundu”
başlıklı haberin yer aldığı
bildirilmişti.
38
DÜNYADAN TÜRKIYE’YE
Bir yalan
haberin
anatomisi
Finlandiya’nın haftada dört gün,
günde altı saat çalışma sistemine
geçeceğine dair asılsız bir haber, son
24 saatte Türkiye dâhil onlarca ülkede
hızla yayıldı. Finlandiya’da bir haber
sitesi ise bunun nasıl gerçekleştiğini
araştırdı.
İ
İngiltere’nin saygın gazetelerinden
The Guardian’da dün
yayımlanan haberde Finlandiya’nın
34 yaşındaki yeni başbakanı
Sanna Marin’in, haftada
dört gün ve günde altı saat çalışmayı
içeren yeni sistem için bir
plan uygulamaya koyduğu öne
sürülüyordu.
Haber 12 saat içinde İngiliz
gazeteleri üzerinden Avrupa’ya,
hatta Hindistan’a kadar yayıldı.
Bu arada Türkiye medyası da
geri kalmadı. Hürriyet ve CNN
Türk‘ün Anadolu Ajansı’ndan
aldığı aynı haberde kaynak
olarak “yerel basın” gösterildi,
Milliyet ise haber içeriğinden
galeri bile yaptı.
Tek sorun haberin doğru
olmamasıydı. Marin güncel
bir açıklama yapmamış, Fin
hükûmeti yeni bir planı devreye
almamıştı.
PERDE ARKASI BEŞ AY
ÖNCEKI PANELDE
Fin haber sitesi News Now
Finland’ın haberine göre bu
asılsız iddianın perde arkası
özetle şöyle:
• Finlandiya’da iktidardaki
Sosyal Demokrat Parti (SDP),
120. kuruluş yıl dönümü vesilesiyle
19 Ağustos 2019’da
ülkenin güneybatısındaki
Turku şehrinde bir etkinlik
düzenlemişti. O dönemde
Ulaştırma Bakanı olan Marin
de bu etkinlik kapsamındaki
bir panelde konuşmuştu.
• Marin, gayriresmi bir ortamda
yapılan o panelde gelen
bir soru üzerine, çalışma
haftasının dört güne veya
çalışma gününün altı saate
düşürülmesi durumunda ekonomide
üretkenliğin artabileceğini
söyledi. Marin’in şahsi
fikrini ifade eden bu sözler o
dönemde çok büyük yankı yaratmasa
da, Fin medyasında
birkaç haber çıktı.
• SDP geçen ay seçimi kazanıp
Marin başbakan olunca,
dünyanın dört bir yanındaki
medya kuruluşları onun
hakkındaki arşiv haberlerini
karıştırmaya başladılar. A-
vusturya haber sitesi Kontrast,
ağustostaki etkinlikte
Marin’in söylediği sözleri 16
Aralık’ta “ısıtıp” haberleştirdi.
39
Bu haberde hata yoktu.
• Ancak Brüksel’deki New
Europe gazetesi 2 Ocak’ta
Kontrast’ın haberini yanlış
ve eksik bir şekilde aktardı.
Haber, Marin’in başbakan
olduktan sonra çalışma gün
ve saatlerini azaltmak için
öneri verdiğini savunuyordu.
Bu doğru değildi.
‘ABARTILDI, ORMAN
YANGINI GIBI YAYILDI’
* Aradan günler geçti ve Belçika’daki
gazetenin İngilizce
haberi, dün İngiliz tabloidleri
üzerinden Türkiye dâhil tüm
dünyaya yayıldı. The Guardian
gibi saygın bir gazete
bile tuzağa düştü. Fin dergisi
Talouselama, “Aylarca önce
ortaya atılmış bir fikir, şimdi
abartılarak bir orman yangını
gibi yayıldı” ifadesini
kullandı.
Fin devlet televizyonu Y-
LE’nin bugünkü haberine göre,
bu asılsız haberden bağımsız
olarak, Marin’in paneldeki a-
ğustos ayındaki panelde ortaya
attığı iddia da tartışılıyor. Marin,
otomobil lastiği üreticisi Nokian
Tyres’ın 1990’larda çalışma
gününü kısaltarak üretkenliği
artırdığını söylemişti.
Ancak 2000-2014 döneminde
bu şirketin başkanlığını yapan
Kim Gran’a göre Fin başbakan
yanlış bilgilendirilmiş. Gran,
“Marin zikrettiği sayıları kimden
aldı bilmiyorum.
Biz şirketin sadece bir departmanında
kısa bir süre için yeni
bir çalışma sistemi denemiştik
ama çalışanlar memnun kalmayınca
sonlandırdık” dedi.
40
PLATFORMLAR
Zuckerberg
21. yüzyılda ifade
özgürlüğünün
anlamını kavrayamıyor
SIVA VAIDHYANATHAN
Facebook kurucusu Mark Zuckerberg bugünlerde
dünyanın dört bir yanında medya kuruluşlarını,
üniversiteleri ve sivil toplum örgütlerini ziyaret edip
konuşmalar yaparak sosyal medya devi adına kendi
pozisyonunu anlatmaya devam ediyor. Son olarak
NBC News’a bir röportaj veren Zuckerberg, “boş
konuşmakla” eleştiriliyor. Zuckerberg’in geçen hafta
Washington’da öğrencilere yaptığı konuşmayı izleyen
Virginia Üniversitesi medya profesörü ve The Guardian
yazarı Siva Vaidhyanathan zehir zemberek bir yazı
kaleme aldı. “Antisosyal Medya” adlı Facebook konulu
bir kitabın da yazarı olan Vaidhyanathan’ın orijinali
İngiliz gazetesinde yayımlanan yazısını aktarıyoruz:
Facebook CEO’su Mark Zuckerberg
eğitimsizlik yüzünden
mahrum kaldıklarını kibirle
telafi etmekte yetişkin hayatı
boyunca başarılı oldu. Washington’daki
Georgetown Üniversitesi’nde
perşembe günü “ifade
özgürlüğü” konusunda önemli
bir manifesto diye nitelenen bir
konuşmayla öğrencilere hitap e-
derken de bu eğilimini sürdürdü.
Zuckerberg bu konuşmada,
sanki dünyada giderek artan
sayıda otoriter diktatör farklı bir
şey söylüyormuş gibi, “Bugün
buradayım çünkü ifade özgürlüğünü
desteklememiz gerektiğine
inanıyorum” dedi.
Ancak aynı Zuckerberg’in
kendisi bu konuşmada ifade
özgürlüğüne karşı bir tez ortaya
attı. Kendisinin “muzır”
bulduğu pornografi ve nefret
söylemi gibi içeriklerin Facebook
tarafından kaldırılması veya
yayılımının sekteye uğratılması
pratiğini savundu.
Pratikte başarısız olsa da bu
uygulamada sorun yok, çünkü
bir şirket kendisinin ve kullanıcıların
yararına olan şeyi yapmalıdır.
Hiçbir reklamveren insan
türünün ortaya çıkarabileceği en
kötü ürünlerle kendi markasının
ilişkilendirilmesini istemez.
Fakat Zuckerberg’in ifade
özgürlüğü konusundaki sofistike
olmayan düşünceleri, olsa olsa
tutarsız denebilecek bir manifesto
da ortaya çıkardı. Facebook’un
içerik denetimi tasarım
ve faaliyet açısından tutarsız
olageldi ki bu da şaşırtıcı değil.
‘ÖĞRENCILER KONUŞSA
DAHA IYIYDI’
Birçoğu Amerikan anayasal
hukukunun tarihi ve onun demokrasiye
etkileri konusunda
derin bir kavrayışa sahip olan
Amerika’nın en parlaklarından
yüzlerce beynin orada nazikçe
oturup bu konularda belki bir
tane kitap okumuş, sarih bir
tez bile ortaya koyamayan bir
milyarderi dinlemesinin nasıl
bir hakaret olduğunu düşünün.
Sonuçta manifestonun herhangi
üniversite profesöründen
en fazla B- notu alabilecek zayıf
bir kompozisyon olduğu ortaya
çıktı. Zuckerberg ABD’de ifade
özgürlüğüne dair yasaların gelişim
tarihiyle ilgili basit ve eksik
bir taslak çizdikten sonra (sanki
bir devletin sansürleme yeteneğinin
herhangi bir şirketin ne yapıp
yapmaması gerektiğiyle bir
ilgisi varmış gibi) bunu kendi küresel
ve özel şirketine uygulayıp
en sevdiği iki cümlenin değerine
dair olabilecek en sığ yavanlığı
sundu: “İnsanlara daha fazla ses
vermek” ve “insanları bir araya
getirmek.”
41
* Siva Vaidhyanathan
imzalı bu yazının
orijinali ilk kez
The Guardian’da
18 Ekim 2019’da
yayımlandı.
Bu iki klişe cümlenin reklamının
yapılmasını amaçlayan
Zuckerberg misyonuna hizmet
eden konuşma, büyük ölçüde
onun son dönemdeki diğer konuşmalarının
ısıtılıp sunulmasından
ibaretti. Yeni olan kısımlar
ilginç değildi. İlginç kısımlarsa
yeni değildi.
Konuşma öylesine zayıftı ve
fena yapılandırılmıştı ki ifade
özgürlüğünün değerine dair bir
tartışmada bundan daha kötü
bir delil bulunamaz.
Konuşmacı ile dinleyenler
yer değiştirse ve Georgetown
kamu yönetimi öğrencileri Zuckerberg’e
ifade özgürlüğünün
tarihiyle ve değeriyle ilgili bir
ders verse bu etkinlik çok daha
kıymetli olurdu. Sonuçta öğrenciler
bu konuyu biliyorlar ve
ayrıca net bir şekilde düşünüp
yazmak için eğitim almışlar.
DÜNYA IFADE
ÖZGÜRLÜĞÜ
SAYESINDE DAHA IYI
Ama buraya dikkat: Zuckerberg
yanılmıyor. Sadece işin
nedenini açıklayamıyor. Dünya
bugün iki yüz yıl önce olduğundan
iyi durumda. Bunun temel
nedenlerinden biri, daha fazla
insanın ölüm ve işkence korkusu
olmadan kendilerini etkin bir
şekilde ifade edebilmesi. Dünya,
bilim insanları ve avukatlar gibi
söylemsel topluluklar neyin doğru
ve önemli olduğu hakkında
argümanlarını dürüstçe ortaya
koyabildikleri için artık daha
iyi bir yer. Geliştirilen güçlü
teknolojiler insanların birbirini
bulma, motive etme ve örgütlenmelerini,
dolayısıyla yeni ve
şaşırtıcı (sık sık da rahatsız edici
ve şiddetli) yollarla birbirlerine
nüfuz edebilmelerini sağladı.
Zuckerberg son dönemde
şirketinin uygulamalarının yarattığı
tartışmalara dolaylı da
olsa değindi.
ABD’de yanıltıcı olduğu bariz
siyasi reklamları Facebook’tan
kaldırmama kararı nedeniyle en
şiddetlisi başkan adayı Elizabeth
Warren’dan gelen eleştiri yağmuru
altında bu adımı sahte bir
alçakgönüllülükle savundu. “Özel
bir şirketin bir demokrasideki
siyasetçileri sansür etmesinin
doğru olduğuna inanmıyorum”
dedi.
Bu kötü bir tavır değil ancak
iki önemli gerçeği gizliyor: Facebook
dünyada benzersiz güce sahip
bir platform olarak yaklaşık
2.5 milyar insanın sosyal ve bilgisel
dünyalarını yapılandırıyor.
Ayrıca şirket, kendi politikalarını
uygulama konusunda bugüne
kadar tutarsız (hatta beceriksiz)
olageldi.
Zuckerberg Facebook’un yönetmek
için çok büyük olduğunu
42
veya reforma ihtiyaç duyduğunu
asla kabul etmedi. ABD’deki
siyasi reklamları düşündüğümüzde
(dünyanın dört bir yanında
kullanıcıların yüklediği diğer
tüm içerikleri görmezden bile
gelsek) Facebook’un ABD’de
hükûmetin tüm seviyeleri için
yapılan seçimlerde yüz binlerce
reklamı denetlemek zorunda
olduğunu görebiliriz. Facebook
bunu yapamaz. Kimse yapamaz.
İNTERNETIN
FAYDALARINI
FACEBOOK’A YAMIYOR
Facebook’un siyasi reklamlardaki
gerçekliği değerlendirmekten
kaçınma pozisyonuna dair
güçlü bir savunma, böylesine ince
ayar gerektiren bir işi devasa
ölçeklerde yapma yeteneğinden
yoksun olmasıdır. Trump’ın
Joe Biden hakkında verdiği bir
reklamı değerlendirmek kolay
olabilir. Ama dünyanın dört bir
yanındaki milyonlarca siyasi reklamın
yanıltıcı olup olmadığına
karar vermek kolay değildir.
Zuckerberg internetin büyük
faydalarını sanki kendisinin getirdiği
şeylermiş gibi sunmaya
bayılıyor. Facebook’u sık sık
internetle bir tutuyor. Oysa
Facebook internetin tam aksine
kapalı, ticari bir
sistemdir. Bu yüzden
Zuckerberg
bilginin yayılmasının
aydınlatıcı
etkisiyle
böbürlenirken,
kendi şirketinin
yarattığı zehirli
etkiyi görmezden
geliyor.
Facebook’u Facebook yapan
üç belirleyici özellik var. 2.4
milyar insanın 150’den fazla
dilde içerik yüklediği ölçeği onu
herhangi filtreleme mekanizması
için fazla büyük kılıyor. Dikkat
çekmeye ve etkileşim yaratmaya
(tık, paylaşım, beğeni ve yorum)
odaklı değerleme sistemiyle
içerikleri öne çıkaran algoritma
tasarımı, akılcı ve ölçülü ifadelere
karşı aşırılık yanlısı ve güçlü
duygular ifade edenleri kayırıyor.
Ucuz ve etkili reklam sistemi
şirkete devasa kârlar getirirken
iyi bilginin diğer kaynaklarını
gelirden mahrum bırakıyor.
ZUCKERBERG
FACEBOOK’A
YAKINDAN BAKMAMIZI
ISTEMIYOR
Zuckerberg perşembe günkü
konuşmasında ABD’deki siyahların
yurttaşlık hareketi Black
Lives Matter’ın Facebook’ta
başlamasıyla övündü. Ancak
internet akademisyeni Zeynep
Tüfekçi’nin de dile getirdiği gibi
Facebook’un algoritmik sistemi
aslında #BlackLivesMatter ve
diğer aktivist hareketleri ezerken
“Buz Kovası Meydan Okuması”
(Ice Bucket Challenge) gibi boş
imgeleri teşvik ediyor. Çok daha
hafif bir algoritmik desteğin yer
aldığı Twitter’da ise #BlackLivesMatter
dikkat çekebildi.
Zuckerberg Facebook’taki
en büyük Black Lives Matter
grubunun Avustralya’da yaşayan
beyaz bir erkek olduğu gerçeğini
de görmezden geldi.
Zuckerberg bizden, bir insanın
hiçbir nüansa, karmaşıklığa
ve kültürel özgünlüğe yer bırakmadan
ifade özgürlüğünün
ya yanında ya da karşısında
olabileceğine inanmamızı bekliyor.
Karmaşada boğulan bir
şirketin başında olduğu hâlde
yapıyor bunu. Tartışmaların
olabildiğince soyut ve idealist
kalmasını istiyor. Facebook’a
yakından bakmamızı istemiyor.
Başında bulunduğumuz 21.
yüzyılın önemli bir oyuncusu o-
larak Zuckerberg ifade özgürlüğüne
dair 19. yüzyıla ait modası
geçmiş bir görüşü kucaklıyor.
Ona göre fikirlerin bir serbest
pazarı var. Kanıtlar ve tezlerle
karşılaştıklarında bu pazarda
en iyi fikirler kazanıyor. Sorun
şu ki Facebook bu yöndeki her
girişimin altını oyuyor.
YENI SORUNUMUZ
KAKOFONI
19. yüzyılın sorununu büyük
ölçüde çözdük. 2019 itibariyle
dünyadaki çoğu insana ifade
özgürlüğü için bir platform ve
devamlı, uygun maliyetli insan
iletişimi için bir araç vermeyi
başarmış durumdayız. Dünyanın
büyük bölümünde ifade
özgürlüğü devlet kontrolünün
erişimi dışında kalıyor. Bunlar
güzel, tek mesele yüzleşmek
zorunda olduğumuz yeni bir
sorunun doğması.
Bu sorun 21. yüzyılın kakofonisidir.
Çok fazla insan aynı
anda bağırıyor. Dikkatimiz dağılıp
un ufak oluyor. Tutkular
patlıyor. Olgular eziliyor. Bilgi
sahibi bir kamuoyuyla beraber
karmaşık ama hayati sorunları
dikkatle ve derinlemesine düşünmek
giderek zorlaşıyor. Daha
fazla bilgiye erişebiliyoruz ama
ciddi konularda yetişkinler gibi
düşünüp konuşmamız zorlaşıyor.
Zuckerberg, Facebook’u işe
yarar bulan tüm o ilerici toplumsal
hareketleri gündeme getirerek
onların sağladığı kazanımlardan
şirketi adına pay çıkarmaya
kalkıyor. Ama Nazilerin ve kadın
düşmanlarının da Facebook’u
örgütlenmek ve eleman devşirmek
için kullandığını görmezden
gelirken motivasyon ile ifade
özgürlüğü ve demokrasiyi aynı
şey sanabileceğimizi umuyor.
Gerçek şu ki güçlü bir demokrasinin
motivasyondan,
benzer şeyler düşünen insanları
bulup örgütleme yeteneğinden
daha fazlasına ihtiyacı vardır.
Demokrasiler derinlemesine
düşünmeyi gerektirir. İyi bilgilenmiş,
farklı düşünen insanlar
arasındaki tartışmayı geliştiren
kurumların çatırdamasına yol
açtık. Sonunda elimizde tek
kalan Facebook olacak. Bunun
işe yarayıp yaramadığını görmek
için Myanmar’a bakın.
ULUSLARARASI BASIN KARTI
43
11
Kapıları açar.
Tüm dünyada.
Gazeteciler haber kaynağına ulaşmak,
farklı mekân ve bölgelere girebilmek
için tanınmaya ihtiyaç duyuyor.
Uluslararası Basın Kartı (IPC) 134
ülkede işte bu ihtiyacı karşılıyor.
R
Çalışan gazeteciler için en eski
ve en saygıdeğer kimlik belgesi olan
IPC 80 yıldır medya çalışanlarının hayatını
kolaylaştırıyor.
Türkiye’de Gazeteciler sadece Gazeteciler Sendikası’nın Sendikası’nın
vermeye yetkili olduğu Uluslararası Basın Kartı’na
tüm TGS üyeleri ve serbest gazeteciler başvurabilir.
tgs.org.tr/presscard
TÜRKİYE GAZETECİLER SENDİKASI
www.tgs.org.tr