Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
tür ve dil eğitimi konusundaki susuzluğunu
giderecek kapasiteye
henüz sahip olmadığının da altını
çizelim. Olay bizde bitiyor yani.
Dilimizin ölçüsünü bir gözden geçirsek
mi?
Özümüze sırtımızı dönüşümüzden
bu yana dilimiz hep dikenler
içinde kalmıştır. Sonuçlarına katlanamayacak
olsak da bunu bir
deneyelim. Edindiğimiz konuşma
alışkanlıkları, kullandığımız kelimeler
bize ait olmasa da deneyelim
kendine yabancılaşmanın
bedelini düşünerek. Bir zamanlar
inançlarımız gereği güzel sözü şiar
edindiğimizi düşünelim. Son zamanlarda
televizyon programlarına
çıkan sayısız söz ustalarından
dinlediklerimizi düşünelim. Elem’i
gam’dan, derdi hüzünden ayırt
edebilmeyi düşünelim mesela.
Damarlarımızdaki kan gibi dolaşması
ve nesilden nesile yekvücut
bir savunmayla taşınması elzem
gereken bir zenginliğin göz ardı
edilişinden bahsediyorum. Bunları
iyice düşünelim.
İnsan artık yaşadığı mutlulukları
ve acıları ifade edemediği bir
mengeneye sıkışmıştır. İçine ilk
girdiği toplumu, yaşamla ilk tanıştığı
günden beri düşünceyi, eşyayı
ve çevresindeki maddeyi kendi
ana dilince tanımlayamadığı için
kavramlarla beraber mensubiyetini,
ana dilindeki karşılığına göre
anlamlandıramayacak bir hâle
gelmiştir belki de hangi dala tutunacağını
bilemeyerek. Kullandığı
kelimeler ise sadece yüzeysel
sınırlar içinde kalmakla beraber,
modern dünyanın döngüsüne
mağlup oluşunun bir göstergesidir.
Dil araştırmacıları her yıl on
dilin öldüğünü bildirirken, bu gidişle
yüz yıl içinde de birçok dilin
öleceğini belirtmektedirler. Ve bu
ölümlerin nihai sonucunda geriye
Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca,
Çince, Malayca gibi dillerin
kalacağı tahmin ediliyor. “Ee,
toprağı bol olsun’’ diyebilmek var,
diyememek var…
Dil, insanın su kuyusudur bir bakıma.
Kuyunun başucuna oturmak,
kovayı durmaksızın derinlerine
salarak gönlümüzün susuzluğunu
gidermeyi gerektirir. Yoksa kuyunun
başına ‘güle güle oturabilecek‘
başka bir millet biliyor musunuz?
Deyimlerle kıssaların, türkülerle beyitlerin,
kitaplarla sanatkârların bize
ulaştırdıkları mana en ince ayrıntısına
kadar işlenmiş dilimize. Türkçenin
manevi koruyucularıdır onlar.
“Dil kapitalizmi” bu ziynetimizi
elimizden alıp iletişimimizi hiyeroglif
bir çerçeveye indirmek isterken,
biz temel ihtiyacımıza binaen
törpülenmiş bir dil ile yaşamımızı
sürdürmekle kendi kuyumuzun
tüketicisi olmaya razı oluyoruz.
Bizi içimize yaklaştıracak sözler
arıyoruz. Ama bir kitabın, filmin
veya şarkının sözleri arasında
köşk edindiğimiz minderlere yerleşirken
kaynağını bilmediğimiz
ve yanımızdan hızla akıp geçen bir
nehre el uzatıyoruz. Yorgunluğumuzu
bağlıyoruz tembelliğin oltasına.
Suya tutuyoruz ve bekliyoruz
yaramızı saran kelimeler takılsın
diye, fakat iyileşemiyoruz. Akçelerimiz
gitgide azalırken dışımızdaki
her şeyin susuzluktan can verdiğini
fark etmiyor, kendi kuyumuzun
müşterisi oluyoruz.
Lazım olanla geçinip gidiyoruz
işte; bedeli neyse artık. Ayrılıkları
gönül meseleleri gibi şiirlerle
şişiriyoruz. Dizi sahnelerine bırakıyoruz
memlekete dair söylenecekleri.
Tıpkı yeme içme alışkanlıklarımızda
olduğu gibi yine hazır
yaftalara konmayı tercih ediyoruz.
Ey oğul, slogancılaşıyoruz!
Dil, kalbin görünen yüzüdür. Keza
dil giderek katılaşan bu çağın için-
44