You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
açıdan tatmin eden ve içimdeki sebepsiz
boşluğu dolduran bir şeyler
vardı. Açıkçası bugün ‘basit’ olarak
adlandıracağım yazılardı ama bana
çok fazla şey kattığını düşünüyorum
bu yazıların. Bilhassa duygu dünyamın
bu yüzden Türkçe geliştiğine
inanıyorum. Zaten karakterim gereği
bir şeyi sevdiğimde ona çok fazla
yoğunlaşır ve diğer her şeyi bir kenara
bırakırım. Gelişimimde en önemli
olduğunu düşündüğüm yıllardaysa
en büyük takıntım Türkçe olmuştu.
Yıllar geçtikçe okuduğum yazıların
türü, ağırlığı ve konuları değişti ama
değişmeyen bir şey vardı, o da dili.
Tam da bu yüzden Almanca konuşurken
hâlâ kendimi bir türlü doğru
şekilde ifade edemiyormuşum gibi
hissederim.
Belki buraya kadar okuduğunuz
cümlelerden sonra şimdi okuyacağınız
şey sizi biraz şaşırtacaktır ama
ben her şeye rağmen iki dilli yetiştiğim
için kendimi aşırı şanslı hissediyorum.
Bilinen ve edinilen her
dilin insana inanılmaz bir zenginlik
kattığını düşünüyorum. Bu noktada
ikinci bir dil bilmenin kitap okurken
beliren faydalarından bahsetmek istiyorum
biraz da. Aslı Almanca olan
bir kitabın Türkçe çevirisi ne kadar
başarılı olursa olsun, çeviri esnasında
bazı anlamlar kültürel etkenlerin
yüzde yüzü anlatılamadığından
eksik kalıyor. Bu, her dilde yapılan
çeviriler için geçerlidir. Zaten bu yüzdendir
ki her kitabın eğer mümkünse
orijinal dilde okunması tavsiye
edilir. Bu da demek oluyor ki iki dilli
yetiştiğim için, iki kültürün eserlerini
ana dili seviyesinde rahatlıkla okuyabilirim.
En sevdiğim yazarlardan
biri olan Stefan Zweig’ın kitaplarını,
orijinal dili Almancada okuduktan
sonra bir de Türkçe okuduktan sonra
yaptığım kıyaslamalar, özellikle
dile ilişkin merakımdan dolayı benim
için büyük bir zevk teşkil ediyor
mesela. Birden fazla dil bilmenin
avantajlarından sadece bir tanesidir
bu.
Bu yüzden kendimi her ne kadar
Türkçede daha rahat hissetsem de
iki dilli yetişmiş olmanın mutluluğunu
tekrar vurgulamalıyım. Fakat
şu da bir gerçek ki iki dil arasındaki
dengeyi bulmak ve aynı zamanda
kimlik sorunu yaşamamak çok da
kolay değil.
Eğer iki dilli yetişmeyen biri olarak
okuyorsanız bu yazıyı, size mühim
bir konu değilmiş gibi gelebilir bu.
Bu yüzden size biraz da bu durumun
bende yarattığı artı ve eksilerden
bahsetmek istiyorum. İnsanın
yaşadığı ülkenin dilinden farklı bir
dilde düşünmesi hiç de göründüğü
kadar basit bir durum değildir. Kendinizi
hiçbir zaman tam anlamıyla
ifade edememe duygusu, yanında
tam anlamıyla anlaşılamama duygusunu
getirir. Ve anlaşılamadığınızı
düşündüğünüz noktada kendinizi
çok yalnız hissedersiniz.
Yıllar geçtikçe çevremde iki dilli
yetişenler arasında her iki dilde
de kendini bulamayan insanların
varlığını gözlemledim. Burada
çok bariz bir arada kalmışlık var
ve bence bu, hepsinden kötüdür.
En azından bir dilde kendimi emin
hissetmeyi büyük bir şans olarak
görmeyi öğrendim. Bu da bende
şöyle bir farkındalık yarattı: Hangi
dili konuşup hangi dilde düşündüğünüzün
pek de bir önemi yok
aslında. İsterseniz hiç konuşmayıp
sadece resim çizin, bir enstrüman
çalın veya dans edin. Bu düğümün
çözüm noktası Almanca, Türkçe
veya Fransızca değil, yalnızca kendinizi
ifade etme kararlılığınızdır.
LINA BÜSCHER
T
1994 yılında Almanya’nın Duisburg
şehrinde dünyaya geldi. Duisburg-Essen
Üniversitesi’nde altı dönem Türkçe
ve tarih bölümlerini okudu. Şu an 85
yaşındaki anneannesinin bakımını
üstlendi. Boş vakitlerinde kitap okumayı
sever. Aynı zamanda edebiyat, kültür
ve sanat dallarında çeşitli konuları ele
aldığı bir Youtube ve İnstagram hesabı
var: Altı Çizilenler.
42