17.05.2020 Views

9.Köy Sayı-3

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

2019 / Sayı 3

1


2019 / Sayı 3

Gazeteciler

Gazeteciler

Cemiyeti

Cemiyeti

Yönetim

Yönetim Kurulu

Kurulu

Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla

Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi

Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak

zorunda değildir.

Başkan

Nazmi Bilgin

Başkan Vekili

Savaş Kıratlı

Başkan Yardımcıları

Ertürk Yöndem

Ayhan Aydemir

Yusuf Kanlı

2

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun

Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi

için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı

desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere

sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan

birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9.

Köy’de paylaşıyor.

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla

buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini

Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

9.Köy

Çalışma Grubu Koordinatörü

Yusuf Kanlı

Editör

Göksel Bozkurt

Grafik Tasarım

Arife Acıyan

Araştırmacı

Deniz Savaş

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi

Telefon: +90 312 468 12 09

Mobil: +90 533 045 08 67

Faks: +90 312 426 06 36

E-Posta

info@gazetecilercemiyeti.org.tr

info@media4democracy.org

Web Adresi

www.gazetecilercemiyeti.org.tr

www.media4democracy.org

Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.)

No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü

Yusuf Kanlı

Proje Direktör Yardımcısı

Seva Ülman Erten

Proje Sorumlusu

Igor Chelov

Finans Müdürü

Kağan Kıraç

Muhasebeci

Feridun Doğan

Destek Prog. Uzm.

Merve Kambur

Politika Uzmanı

Özgür Fırat Yumuşak

Editör

Göksel Bozkurt

Genel Sekreter

Ümit Gürtuna

Mali Sekreter

Mustafa Yoldaş

Üyeler

Güray Soysal, Ali Şimşek

Ali Oruç, Önder Yılmaz

Önder Sürenkök, Olgunay Köse

Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Başkan

Nazmi Bilgin

Akademisyen Üye

Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Hukukçu Üye

Tuncay Alemdaroğlu

STK Üyesi

Sefa Özdemir

Kıdemli Gazeteci Üyeler

Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

M4D Proje Ekibi

Bilişim Tekn. Uzm.

Arife Acıyan

Veri Uzmanı

Umut Irmaksever

Görsel- İşitsel Tek. Uzm.

Alican Sağın

Basın Evi Ofis Sekreteri

Sibel Güven

Çevirmen

Ozan Acar

Araştırmacılar

Dicle Ekmekçi

Deniz Savaş

Deniz Rende

Ebru Önal


2019 / Sayı 3

Gazeteciler Cemiyeti

Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler

Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka

Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez

ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu.

Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki

gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal

hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak

ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi.

Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956

yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı

yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957

döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet

Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi.

Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi

Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler

Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından

bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu

üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen,

1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler

Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim

Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı

Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis

yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler

Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi.

Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan

Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde

Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi

devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne

atandı.

Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres,

Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü,

yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği

yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl

boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak

görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis

cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte

cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler

Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar

Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini

sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında

Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de

yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe

başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği

ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha

sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak

görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde

Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği

görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda

yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman

Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak

hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet

Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu

üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda

Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi

2009 yılına kadar sürdürdü.

BRT televizyonunun Ankara temsilciliği

görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli

Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de

bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği,

Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet

ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu

üyeliği görevlerini de sürdürüyor.

Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle,

daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi

dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler

Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu,

sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i

aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün,

Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek

kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden

birisidir.

Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu

yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi

ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere

özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler

Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin

mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak

ettiği yeri aldı.

3


2019 / Sayı 3

Demokrasi için Medya, Medya için

Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler

Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi

olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının

güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi

ve Mart 2022’ye kadar devam edecek.

Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi

olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının

güçlendirilmesidir.

Projenin özel hedefleri: Birinci hedef

toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum

tarafından destek gördüğü ve farkındalığın

arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise,

Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği

ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir

zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında

yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki

gibidir:

Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü

İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının

İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar

üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet

kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine,

AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin

elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır.

Sivil izleme kapsamında veri toplama ve

bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her

bölgesinde durum değerlendirme toplantıları

yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların

birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması,

gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel

medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal

ve uluslararası konularda görüş alışverişinde

bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması

konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı

zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü

ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda

katkıda bulunacaktır.

Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme

raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda

yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak,

medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması

amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli

ziyaretler yapılacaktır.

Uluslararası savunuculuk eylemlerinin

yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa

Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum

örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program

kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır.

Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir

tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup,

konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere,

akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine,

program destek programları faydalanıcılarına

açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve

açık çağrı yoluyla seçilecektir.

Proje kapsamında Türk medyasına uzun

vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya

basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı

katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı

öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya

medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği

Onur Ödülü” verilecektir.

Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi

oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef

grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı

salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan

ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir

ortak çalışma alanı içermektedir.

Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir

dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir.

Medya alanında faaliyet gösteren sivil

toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin

kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler

düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler

Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel

gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir.

Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde

olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım

yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak

gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2019 / Sayı 3

İçindekiler

Vatandaş cebinde 36,6 bin ton madeni para taşıyor 6

Millî mücadele’nin ilk belgesi 100 yaşında 8

Kadın hakimlere, ‘hakim bey’ derler 11

Mültecilerin Siyasal ve Sosyal Hayata Katılımı: Biz de Varız! 13

5

Akın: Yardım temelli değil hak temelli yaklaşım şar 15

Ayrımcılık ve nefretin hedefindeki mülteciler 17

İşsiz gazeteciler: Bu meslek en büyük hayalimizdi 19

Serbest gazeteciler: Sabit maaş ve sigortamız yok! 22

Çalışan gazeteciler: Gazetecinin duracağı yer gerçeği bulduğu andır 24

Gazetecilik mezunları mesleklerini yapamıyor 26

Lozan’dan önce Paris’te bir gece Lozan Barış Antlaşması’nın 96. Yıldönümü… 30


Haber Yazısı

2019 / Sayı 3

6

Vatandaş cebinde 36,6 bin ton

madeni para taşıyor

Hüseyin Tunçay / Ankara 29 Haziran 2019

Tedavüle verilen 1 TL, 50, 25, 10, 5 ve 1 kuruşluk madeni paraların

ağırlığı yaklaşık 1.221 tırı doldurabilecek ağırlığa ulaştı ve 36 bin tonu

aştı. Toplamda 2 milyar 798 milyon lirayı bulan madeni paralar içinde

vatandaş cebinde 14,8 bin tonla en çok 1 TL’yi taşırken, piyasadaki 1

kuruşların ağırlığı sadece 621 ton


2019 / Sayı 3

7

Vatandaşın günlük ihtiyacını

karşılayan madeni paraların

ağırlığı bu yılın ilk üç ayında

tedavüle verilenlerle birlikte

bin 221 tırı dolduracak ağırlığa

ulaştı ve 36,6 bin tonu aştı.

Darphane’nin tedavüle

verdiği madeni para sayıları ve

bunların ağırlıkları ele alınarak

yapılan hesaplamaya göre,

2009 yılından bu yana piyasaya

verilen madeni para tutarı 7

milyar 860 milyon adede ulaştı.

Her madeni paranın

ağırlığı farklı olduğundan,

tedavüldeki paraların ağırlığı

da 36 bin 636 tona çıktı.

PİYASADA AĞIRLIK OLARAK EN

ÇOK 1 TL VAR

Tedavüle verilen madeni

paralar içinde günlük kullanımı

en çok yaygın olan 1 TL’nin

ezici ağırlığı görülüyor. Şimdiye

dek piyasaya verilen madeni 1

TL’lerin adedi 1 milyar 810 milyon

adede ulaşmış durumda. 1 TL’nin

ağırlığının 8,2 gram olduğu

dikkate alındığında piyasada 14

bin 850 ton 1 TL’lik madeni para

olduğu görülüyor.Tedavüldeki 1

TL’lerin toplam değeri 1 milyar 810

milyon TL olarak hesaplanıyor.

5 KURUŞLAR ADET ŞAMPİYONU

Piyasada en fazla bulunan

madeni para ise 5 kuruşlar.

2009 yılından buyana piyasaya

verilen 5 kuruşların adedi 1

milyar 892 milyon adedi buluyor.

5 kuruşların ağırlığı ise 2,9 gram.

Böylelikle piyasadaki 5 kuruşların

ağırlığının 5 bin 488 tona ulaştığı

hesaplanıyor. Piyasadaki 5

kuruşların toplam değeri ise

94,6 milyon TL’de kalıyor.

Adet olarak piyasada en fazla

bulunan ikinci madeni paramız

ise 10 kuruşlar. Tedavüle şu an 1

milyar 884 milyon adet 10 kuruş

verilmiş vaziyette. 3,15 gramlık

10 kuruşların ağırlığının ise 5 bin

935 ton olduğu görülüyor. Bunların

tutarı ise 188,4 milyon TL tutarında.

Bunun yanında piyasada 1

milyar 173 milyon adet 25 kuruş

bulunuyor. Her biri 4 gram olan 25

kuruşların ağırlığı ise 4 bin 695 ton

olarak hesaplanıyor. 25 kuruşların

toplam tutarı ise 293,5 milyon lira.

Tedavülde bulunan paralardan

50 kuruşların adedi 817 milyonda

kalsa da 6,18 gramlık 50

kuruşların ağırlığı 5 bin 49,5 tonu

buluyor. Tedavülde 408,5 milyon

liralık 50 kuruş bulunuyor.

Piyasada en az kullanılan

paranın ise 1 kuruşlar olduğu

görülüyor. 2,2 gramlık 1

kuruşlardan piyasada sadece

282 milyon adet var ve ağırlığı

da 621 tonda kalıyor.1 kuruşların

toplam değer ise 2.8 milyon TL.

TEDAVÜLDE 2 MİLYAR 798

MİLYON LİRALIK MADENİ PARA

VAR

Sonuç olarak piyasada bulunan

madeni paralardan 1 TL, 50, 25,

10, 5 ve 1 kuruşlukları n toplam

değerinin 2 milyar 798,5 milyon

TL’yi bulduğu görülüyor.

Bu paraların toplam ağırlığı

ise 36 bin 636 ton olarak

hesaplanıyor. Bu ağırlıktaki

para her biri 30 tondan bin 221

tırı doldurabilecek vaziyette.


2019 / Sayı 3

8

Millî mücadele’nin ilk belgesi 100

yaşında

Safa Tekeli / Ankara 1 Temmuz 2019

Kurtuluş Savaşı’nın

başlangıcı ve yeni bir

devletin doğuşunun

ilk belgelerinden

Amasya Genelgesi 100 yaşında.

Amasya Kararları özünde tüm

dünyaya ‘kurtuluşun, bağımsızlığın

ve yeni Cumhuriyetin

kurulmasına dönük kararlılığın’

ilan edilmesini temel alıyordu.

Mustafa Kemal Paşa’nın,100

yıl önce, 19 Mayıs 1919’da yaktığı

Millî Mücadele meşalesi, “Amasya

Kararları”nın duyurulduğu

Amasya Tamimi’nin (Genelgesi) 22

Haziran 1919’da yayınlanmasıyla

daha gür ışık vermeye başladı.

Ancak, Kurtuluş Savaşı’nın

başlangıcı ve yeni bir devletin

doğuşunun ilk belgelerinden

sayılan Amasya Kararlarının

en stratejik denilebilecek

son maddesi, bu belgede

yer almayacaktı. Bu madde,

silahların kesinlikle elden

çıkarılmamasını ve topyekûn

mücadeleyi öngörüyordu.

9. Ordu Müfettişi göreviyle

Samsun’a ayak basan Mustafa

Kemal’in Millî Mücadele’yi

örgütlemeye yönelik çalışmaları,

İngiliz güçlerini tedirgin eder. Bu

arada, görevi de hükümetin bir

düzenlemesiyle 3. Ordu Müfettişliği

olarak değiştirilir. İngiliz Karadeniz

Orduları Komutanı General George

Milne, ardından İngiltere Yüksek

Komiseri Amiral Calthorpe, birkaç

kez Saray ve Harbiye Nezareti

nezdinde Mustafa Kemal’in

geri çağrılması için girişimde

bulunurlar. Ancak, Mustafa

Kemal, önce rica sonra tehdide

varan bu girişimleri, kararlı

tutumu sayesinde püskürtür.

Mustafa Kemal Paşa, bir hafta

kadar Samsun’da ve 25 Mayıs’tan

12 Haziran’a kadar Havza’da

kaldıktan sonra Amasya’ya geçer.

ELDE SOPA LAZIMDIR

Mustafa Kemal Paşa, bu

süreçte, Havza’da ve Amasya’da

halkın mücadele gücünü artıracak

ve örgütlenmelerini sağlayacak

konuşmalarda ve girişimlerde

bulunur. Havzalılara, “Hiçbir zaman

ümitsiz olmayacağız, çalışacağız,

memleketi kurtaracağız. Bizi

öldürmek değil, canlı canlı

mezara atmak istiyorlar” diye

seslenir. Nitekim o gece Havza’da

Müdafaayı Hukuk Cemiyeti


2019 / Sayı 3

kurulur; 30 Mayıs Cuma günü

İzmir şehitleri için mevlit okutulur,

ardından bir miting düzenlenir

ve protesto telgrafları gönderilir.

Mustafa Kemal, bu mitingde bir din

adamının da konuşmasını istemiş,

ancak köyden çağrılan Sıtkı Hoca

zamanında gelememişti. Ama

Mutafa Kemal Paşa’nın mitingin

haftaya cuma günü tekrarlanması

isteği üzerine, kürsüye çıkan Sıtkı

Hoca, Havzalılara şöyle seslenir:

“Ey cemaat! Düşmana karşı

koymak için elde sopa lazımdır.

En gücü yetmeyen, en fakir

Müslüman ve Türk bile bugünden

tezi yok, birer sopa olsun

edinmelidir. Buna da iktidarım

yok diyen kimse var mı? Varsa

o da evindeki kazmayı, keseri,

bıçağı, o da yoksa yumruğunu

hazırlasın. Artık zamanı gelmiştir.

Hazreti Allah da Peygamber

Efendimiz de böyle emrediyor!”

Mustafa Kemal Paşa,

Amasya’da ise kendisine ziyaret

edenlere, “Ortada İttihatçılık,

İtilafçılık yoktur; memleket

meselesi vardır” vurgusunu

yapar. Hükümet Konağı

salonundaki konuşmasında da

“Hep beraber aziz vatanımızı ve

bağımsızlığımızı kurtarmak için

bütün gücümüzle çalışacağız” der.

Sultan Bayezid Camisi’nde

Müftü Abdurrahman Kâmil

Efendi ise vaazında, “Tek kurtuluş

çaresi halkın doğrudan doğruya

egemenliği eline alması ve

iradesini kullanmasıdır. Hep

beraber Mustafa Kemal Paşa’nın

etrafında toplanarak vatanı

kurtaracağız” sözlerine yer verir.

Mustafa Kemal Paşa da aradan

yıllar geçse de Müftü Kâmil

Efendi’yi onurlandıracaktır.

9

GENÇ CUMHURİYETİMİZ BU GİBİ

ULEMA İLE İFTİHAR EDER

Mustafa Kemal, eşi Latife

Hanım ile 24 Eylül 1924’te ziyaret

ettiği Amasya’da, Belediye

tarafından onuruna verilen

ziyafette, beş yıl önceki anılarından

söz eder. O günlerde şehir halkının,

bütün millet gibi, gerçek durumu

anlayamadıklarından, fikirlerde

karışıklık yaşandığından söz

eden Cumhurbaşkanı Mustafa

Kemal, aralarındaki görüşmeden

sonra Kâmil Efendi’nin verdiği

Cuma vaazını şöyle anlatır:

“Efendi Hazretleri halka dediler

ki: ‘Milletin şeref ve haysiyeti,


2019 / Sayı 3

10

hürriyeti, istiklâli hakikaten

tehlikeye düşmüştür. Bu

felaketten kurtulmak için icap

ederse, vatanın son bir ferdine

kadar, ölmeyi göze almak lazımdır.

Bu noktada bütün milletin azim

ile iman ile beraber çalışması

lazımdır. Ve ilave ettiler ki, artık

Padişah olsun, Halife olsun

ismi her ne olursa olsun hiçbir

şahsın ve makamın hikmet ve

mevcudiyeti kalmamıştır. Yegâne

çare-i halâs, halkın doğrudan

doğruya hâkimiyeti eline alması ve

iradesini kullanmasıdır.

’ İşte Efendi Hazretleri’nin bu

mürşidane vuku bulan vaaz

ve nasihatinden sonra herkes

çalışmaya başladı. Bunun

içindir ki, Müftü Kâmil Efendi

Hazretleri’ni takdirle yâd

ediyorum. Genç Cumhuriyetimiz

bu gibi ulema ile iftihar eder.

AMASYA KARARLARI

Mustafa Kemal Paşa’nın

beklediği eski Bahriye Nazırı

Rauf (Orbay) Bey ile ona eşlik

eden Ankara’daki 20. Kolordu

Komutanı Ali Fuat (Cebesoy)

Paşa, Amasya’ya ulaştıktan

sonra, 19 Haziran’da üç arkadaş

arasında görüşmeler başlar.

Hazırlanan metnin, Amasya’ya

gelmesi beklenen 3. Kolordu

21 Haziran’da son şeklini alan

Amasya Kararlarında özetle şunlar

dile getirilir:“Vatanın bütünlüğü ve

milletin bağımsızlığı tehlikededir,

fakat hükümet sorumluluklarını

yerine getirmemektedir. Milletin

bağımsızlığını, gene milletin azim

ve kararı kurtaracaktır. Yurtta

en güvenilir yer olan Sivas’ta,

millî bir kongre Komutanı Refet

(Bele) Paşa’ya gösterilmesi ve

15. Kolordu Komutanı Kâzım

Karabekir ile Konya’da 2. Ordu

Müfettişi Cemal (Mersinli Cemal

Paşa) Paşa’nın görüşmelerinin

alınması da öngörülür.

21 Haziran’da son şeklini alan

Amasya Kararlarında özetle şunlar

dile getirilir: “Vatanın bütünlüğü ve

milletin bağımsızlığı tehlikededir,

fakat hükümet sorumluluklarını

yerine getirmemektedir. Milletin

bağımsızlığını, gene milletin

azim ve kararı kurtaracaktır.

Yurtta en güvenilir yer olan

Sivas’ta, millî bir kongre

toplanmalıdır. Her sancaktan,

milletin güvenini kazanan üçer

kişi, hemen yola çıkarılmalıdır.

Durum, her ihtimale karşı millî

bir sır olarak tutulmalıdır.”

21/22 Haziran1919 gecesi

hazırlanan ve tarihe “Amasya

Tamimi/Genelgesi” olarak

geçecek olan Amasya Kararları,

Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat

Paşa, Rauf Bey ve Samsun’dan

gelen 3. Kolordu Komutanı Refet

Bey tarafından imzalanır. Amasya

Kararlarının bir bölümü, 22

Haziran tarihli Amasya Tamimi/

Genelgesi ile Anadolu’daki mülki

ve askerî makamlara gönderilir.

Genelgedeki, “Milletin hakkını

savunmak için her türlü tesir

ve murakabeden azade bir millî

heyetin kurulması elzemdir”

ifadesi, Refet Bey’in imza atmada

“tereddüt” etmesine yol açar. Refet

Bey, Ali Fuat Paşa’ya, “Kongrenin

icabında yeni bir hükümet teşkil

edeceği anlaşılıyor…” yönünde bir

soru yöneltmiş, Ali Fuat Paşa da

“hükümet kurulması gerekiyorsa

bunun yapılabileceğinin

anlaşıldığı…” cevabını verir.

Gizli Tutulan Madde: Ama

kararların son iki maddesi,

özellikle sonuncu 6. madde

Tamim’de yer almaz ve gizli

tutulur. Bu son madde şöyledir:

“Askerî ve ulusal örgütler hiçbir

surette dağıtılmayacaktır.

Kumanda hiçbir biçimde terk

edilmeyecek ve başkasına

bırakılmayacaktır. Vatanın

herhangi bir tarafından yeniden

yapılacak düşman işgal hareketleri

bütün orduyu ilgilendirecek

ve ortaya çıkan duruma

göre memleketi savunmaya

ortaklaşa girişilecektir. Bu

nedenle komutanlar hemen

birbirlerine haber vereceklerdir.

Silahlar ve mühimmat kesinlikle

elden çıkarılmayacaktır.”

Falih Rıfkı Atay’a göre ise

“…hiç açıklanmayan bir gizli

madde” söz konusudur: “Bu

maddeye göre Mustafa Kemal,

Kâzım Karabekir, Fuad paşalarla

Rauf Bey bir millî hükûmetin ilk

kadrosu olarak tespit edilmiştir.”

Askeri tarihçi Tahsin Ünal

ise Amasya’da alınan kararların

kendi ifadesiyle “tahmini olarak”

iki başlık altında toplanması

gerektiği görüşündedir: (1) Bir millî

mukavemet cephesi kurmak;

(2) İcap ederse bir millî

hükümet kurmak. Tahsin Ünal’a

göre; birinci şık İstanbul’dan

beri düşünülmektedir ve ders

kitaplarında “Amasya Tamimi”

olarak yer almıştır. “Fakat

ikinci şık, yani, ‘icap ederse bir

millî hükümet kurmak’ fikri

herkese duyurulmamış, hatta

senelerce gizli tutulmuş, bu

karar yalnız ve yalnız toplantıya

iştirak eden 5-8 kişilik bir

kadro tarafından bilinmiştir.

AMERİKALILAR DA “HÜKÜMET”

DİYOR

1 Temmuz 1919 tarihli

ABD belgelerinde de Amasya

Kararlarından, “Mustafa Kemal

Paşa ve Rauf Bey etraflarına bir

ordu alarak, Amasya’da askerî

bir hükümet kurmuşlardır.

Padişaha bağlıdırlar ama onun

dışında bugünkü Türkiye

hükümetini tanımıyorlar,”

diye söz edilmektedir.

CEBESOY VE ORBAY

Amasya Kararlarının altında

imzası bulunan Ali Fuat (Cebesoy)

Paşa, hatıralarında şunları dile

getirir: “Amasya Kararları ile

ayrı ve bölgesel teşebbüsler

birleştirilmiş, bütün milletin,

istiklal ve vatanımızın uğradığı

tehlike etrafında birlik olduğu

harice ve dâhile gösterilmiştir.

Amasya Kararları toplayıcı bir

ruh taşımaktadır. Şunu hemen

ilave etmeliyim ki bunun başlıca

amili de M. Kemal Paşa’dır.”

Rauf Orbay da Amasya

Kararları hakkında şunu kaydeder:

“İlk fiili harekete geçmek kararını,

evvela biz, üçümüz (Mustafa

Kemal, Ali Fuat Cebesoy ve

Rauf Orbay) hazırladık.”

Amasya Kararları, öngördüğü

ilkeler bakımından, “Kurtuluş

Savaşı’nın başlangıcı ile

Meclis’in açılması ve ötesinde

Cumhuriyet’in ilanıyla ortaya

çıkan yeni devletin doğuşunun

ilk belgelerinden” sayılacaktır.


Haber Yazısı

2019 / Sayı 3

Kadın hakimlere, ‘hakim bey’ derler

11

Aslı Aral/ İstanbul 4 Temmuz 2019

Türkiye’de kadınların

çalışma hayatında

karşılaştığı zorluklar

ve toplumsal

cinsiyet eşitsizliği, erkek bir

hakimin bir kadın avukatın

etek boyuna karışmasıyla

yeniden gündeme geldi.

24 Saat Gazetesi’ne

konuşan hukukçular, toplumsal

cinsiyet eşitsizliğinin kadın

hukukçuları da etkilediği ve

dava dosyası konusuna göre

cinsiyet farklılığının olabildiği

görüşünü paylaşıyor.

EROĞLU: “ÇOK SAYIDA KADIN

STAJYER AVUKAT, TACİZ

ŞİKAYETİNDE BULUNUYOR”

İstanbul Barosu Kadın Hakları

Merkezi Başkanı Avukat Şükran

Eroğlu, 24 Saat Gazetesine yaptığı

açıklamada, son dönemde

avukatların bürolarında

çalıştırmak üzere erkek avukat

aradıkları şeklinde ilanlara

rastladıklarını söyledi. Bu gibi

ayrımcı söylemlerin avukatlık

mesleğine uygun olmadığını dile

getiren Eroğlu,

“Zira avukatlık mesleği demek,

eşitlik, hak ve hukuk savaşı

vermek demektir. Avukatların

ayrımcılık yapmaları, adaletsiz

ve tarafgir davranmaları

doğru değildir” dedi.

Özellikle son yıllarda kadın

avukatların taciz olaylarıyla

karşılaştığını ifade eden Eroğlu,

çok sayıda kadın stajyer avukattan

yanında çalıştığı

veya iş başvurusu yapmak

üzere gittiği avukatlık ofislerinde

erkek avukatlar tarafından

tacize uğradıkları yönünde

şikayetler aldıklarını dile getirdi.


2019 / Sayı 3

12

Birçoğunun ise şikayet

etmeye çekindiğini söyleyen

Eroğlu, şöyle konuştu:

“Çünkü ispatı çok zor. Sonunda

zarar göreceklerini düşünüyorlar.

Toplumdaki kadının aşağılanması

ve kadına yapılacak her türlü

taciz veya tecavüzünü normal

görülmesi anlayışı ne yazık ki

erkek avukatlar arasında da

kabul görmüş durumda. Buna

karşı bize başvuranları ya da

duyduğumuz olaylarda mutlaka

savcılığa ve Baro Disiplin Kuruluna

şikayet etmelerini sağlıyoruz

ve kadın hakları merkezi

olarak da davalarda gözlemci

olarak destek veriyoruz.”

Eroğlu, toplumda davalara

kadınlardan ziyade erkek

hukukçuların bakması

yönünde bir eğilim olduğu

gözlemlemediğini, aksine

kadın avukatların çok daha

titiz çalıştığını, davaları

özümsediğini ve başarılı

olduğunu sözlerine ekledi.

ATILGAN: “TOPLUMSAL CİNSİYET

EŞİTSİZLİĞİ HUKUKÇULARI DA

ETKİLİYOR”

Yakın Doğu Üniversitesi

Hukuk Fakültesi öğretim üyesi

Doçent Eylem Ümit Atılgan da,

kadın ile erkek hukukçuların

eşit şartlarda mesleklerini

icra etmediğini düşündüğünü

kaydederek, toplumsal cinsiyet

“Tüm kadın

hukukçuların tehditle

ve tacizle daha çok

karşı karşıya kalıyor”

eşitsizliğinin diğer tüm alanlarda

olduğu gibi hukukçu olmayı

seçenleri de etkilediğini ifade etti.

Üniversitede öğretim üyesi

olmadan önce avukatlık yapan

Atılgan, “Tuttuğunu koparan,

masaya yumruğunu vuran,

sözünü dinlettiren yani iktidar

kullanan kişinin iyi hukukçu

olacağı yargısı topluma hakim.

Toplumun çoğunluğu eril iktidar

dilini ‘iyi’ kullanan hukukçuya

güveniyor” diye konuştu.

Tüm kadın hukukçuların

tehditle ve tacizle daha çok karşı

karşıya kaldığını belirten Atılgan,

kadınların iyi haciz avukatı, ceza

avukatı ve savcı olamayacağı

yargısının hukukçular arasında

çok yaygın olduğunu kaydetti.

Yargı verme yetkisini ancak

erkeklerin taşıyabileceği algısının

da sıklıkla görüldüğünü söyleyen

Atılgan, “Kadın hakimler bu

tür ayrımcılıkla çok karşılaşır.

Duruşmalarda kadın hakimlerin

gözünün içine bakarak ‘Hakim

Bey’ derler. Dil sürçmesi gibi

değil, mütemadiyen” dedi.

ÖTER: “DOSYA KONUSUNA GÖRE

CİNSİYET FARKLILIĞI

OLABİLİYOR”

Avukat Kuthan Öter ise,

kadın ile erkek hukukçuların

eşit olduğunu düşündüğünü,

çünkü cinsiyet farklılığına

inanmadığını söyleyerek,

“Ancak maalesef her meslekte

olduğu gibi bizim mesleğimizde

de kadın hukukçuların sadece

kadın oldukları için erkek

hukukçuları göre daha az başarılı

olacağını ya da bazı konularda

yetersiz kalacağını düşünenler

bulunuyor” diye konuştu.

Kimi zaman dosya konusuna

göre cinsiyet farklılığını olabildiğini

kaydeden Öter, örneğin ağır ceza

davalarında kadın avukatların

daha az sayıda görev yaptıklarının

görüldüğünü belirtti. Öter,

sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bunun nedeni kadınların

tacize maruz kalmaları değil,

doğaları gereği daha duygusal

oldukları ve bazı dosyaların stres

seviyesinin çok yüksek olması

nedeniyle kendilerinin tercih

etmemelerinden kaynaklanıyor.

Kimi zaman da bazı özel davalarda

müvekkiller kadın hukukçuları

tercih ediyorlar. Örneğin

çekişmeli bir boşanma davasında

davanın kadın tarafı genelde

kadın avukatı tercih ediyor.”

Avukat Öter, mağdur tarafı

temsil ettikleri dosyalarda genelde

kadın hakim olmasını psikolojik

olsa da tercih edebildiklerini

belirterek, “Bazı dosyalarda

kadın hakimler daha vicdanlı

davranıp takdir haklarını mağdur

taraftan yana kullanabiliyorlar.

Örneğin bir işe iade davasında

sadece hamile kaldığı için işten

haksız yere çıkartılan işçiyi temsil

ediyorsak, dosyamızın kadın

hakimin olduğu bir mahkemeye

düşmesini tercih edebiliriz” dedi.

Kadın avukatların tercih

edilmediği bir başka alanın ise icra

dosyaları olabildiğini ifade eden

Öter, özellikle borçlu tarafa hacze

gidildiğinde güvenlik açısından

bazı sıkıntılar yaşanabildiğini,

bu nedenle müvekkillerin

çoğunluğunun kadın avukatın

tedirgin olacağını ve yeteri kadar

agresif davranamayacağını

düşünebildiğini kaydetti.

SUYARAN: “ERKEK AVUKATLAR

TERCİH EDİLİYOR”

Genç bir avukat olan 26

yaşındaki Lal Su Suyaran da,

bazı uyuşmazlıklar için hukuki

danışmanlık istenirken kadın

avukat yerine erkek avukat

ile görüşmek isteyenler

olabildiğini dile getirdi. Suyaran,

özellikle tapu işleri, sicil ya

da icra gibi koşuşturma

veya insan ilişkisi gerektiren

alanlarda erkek avukatların

tercih edildiğini söyledi.

Türkiye Barolar Birliği’nin

resmi internet sitesinde yer

alan verilere göre, 31 Aralık

2018 tarihi itibariyle Türkiye

genelinde barolara kayıtlı toplam

116 bin 779 avukat bulunuyor.

Bu sayının 65 bin 423’ünü erkek

avukatlar, 51 bin 356’sını ise

kadın avukatlar oluşturuyor.


Mültecilerin Siyasal ve Sosyal

Hayata Katılımı: Biz de Varız!

Süleyman Gök / İzmir 5 Temmuz 2019

Suriye’deki olaylar

sonucunda Türkiye’ye

gelen ve kendilerine

yeni bir yaşam

kurmaya çalışan mültecilere

hep dışarıdan baktık ancak

onların neler yaşadığını, neler

hissettiğini önemsemedik.

Mülteciler neler yaşıyor? 24

Saat İzmir’de mülteciler ile görüştü.

Bir mülteci bireyin şu söylemi

gelinen son süreci özetliyor:

“Bizler mülteci bireyler olarak

gelmiş olduğumuz topluma yük

olmak değil toplum ile birlikte

gelişme göstermek istiyoruz”

Mülteci bireyler ve yakınları

neler yaşıyor, hangi sorunlarla

karşı karşıya kalıyorlar?

Toplumsal yaşamda onları en

çok yaralayan söz ve davranışlar

nedir? Yerel toplulukla nasıl

ilişki geliştiriyorlar? Mültecilik

konusunda yerel toplumla empati

kurabiliyorlar mı? Uzun yıllardır

Türkiye’de yaşayan mültecilerin

talepleri neler? 24 Saat, mülteci

bireylerin yaşamlarına tanıklık

etti, sorunlarını dinledi ve

çözüm önerilerini aldı.

20 yıl önce Suriye’den çeşitli

nedenlerden dolayı Türkiye’ye

gelmek zorunda kalan ve

İzmirde ilk mülteci derneğini

kuran Muhammed Saleh Ali,

Türkiye’de yaşayan mültecilerin

neler yaşadıklarını anlattı.

Muhammed Saleh ALİ, 20

yıl önce Suriye’nin Kamışlı

bölgesinden İzmir’e yerleşen

ve 2013 yılında İzmirde Suriyeli

Mültecilerle Dayanışma Derneğini

kuran ALİ mültecilerin yeni

yaşamları ile ilgili şunları söylüyor:

“İzmir yaklaşık 150 bin

mülteciye ev sahipliği yapmakta,

bizler de nereden olursa olsun

gelen mülteci bireylere Basmane

semtinde bulunan ve ‘mülteciler

evi’ olarak isimlendirdiğimiz

derneğimizde hizmet vermekte,

mültecilerin yeni yaşam

alanlarına daha rahat uyum

sağlamaları için çalışmalar

gerçekleştirmekteyiz. Bizlere

karşı toplumda büyük önyargı

ve ayrımcılık bulunmaktadır.

Yerel toplum tarafından bizlere

karşı hissedilen bu duyguyu bir

nebze olsun anlamlandırmaya

çalışmakta ancak ne olursa olsun

şiddete varan uygulamalara

karşı çıkmaktayız.”

Dizi Yazısı


2019 / Sayı 3

Muhammed Saleh ALİ

14

Sayıları hızla artan mülteci

bireylerin somut olarak isteklerini

ve beklentilerini sorduğumuzda ise

Ali, “Bizler mülteci bireyler olarak

gelmiş olduğumuz

topluma yük olmak değil toplum

ile birlikte geliştirme göstermek

istiyoruz. Yerel ve ulusal

düzeyde bizlere yüklenen

misafir algısı yerine insan

hakları bağlamında bir

yaklaşım sergilenmeli ve bizleri

ilgilendiren konularda bizlere de

danışılmalı, bizler sığıntı olarak

değil, kendi emeğimizi vererek

kendi gelirimizi kazanmak

istiyoruz ve yaşamımızı insanca

sürdürmek istiyoruz” diyor.

Ülkenin dört bir yanına

dağılan Suriyelilerin yerel

topluluklar tarafından uygulanan

ayrımcılık nedeniyle istihdam,

eğitim, barınma, sağlık gibi

temel haklardan yeterince

faydalanamadığını,

gün geçtikçe Suriyelilerin

toplumsal yaşama katılımlarının

zorlaştığını söyleyen Ali,

“Mülteciler artık gitmek yerine

burada kalıp yaşamlarını

sürdürmek ve haklarına insanca

ve eşit bir şekilde ulaşmak

istemektedir. Göç akımının ilk

yıllarında gelen mülteciler ile

konuştuğumuz zaman insanların

büyük çoğunluğunun geri

dönmek istediklerini ancak

şimdi Suriye’deki olayların

belirsiz olmasından ve şehirlerin

yaşanamaz olduğundan

dolayı insanların geri dönme

umutlarının azalarak, kalıcı

olduklarını ve bu yeni duruma

göre konumlanmaları

gerektiğini düşünüyorlar”

görüşünü dile getiriyor.

Şair ve yazar Hael Srour,

Suriye’deyken uluslararası bir

taşımacılık firmasında çalıştığını

söylüyor. Srour, kentin yeni sakini

olarak İzmir’de toplumsal yaşama

katılmaya çalışıyor. Suriyeli

mülteciler başta

olmak üzere İzmir’e gelen

mültecilerin daha rahat yaşam

sürdürmeleri için

Mülteci Haklarını Geliştirme

Derneği’nde faaliyet yürütüyor.

“Bizler bütün yükün devlete

yüklenerek mülteci sorununun

çözüleceğine inanmıyoruz.

Mültecilerin de yerine

getirmesi gereken bazı ödevler

bulunmaktadır.

Bu sebeple mültecilerin özellikle

yerel düzeyde sosyal ve siyasal

hayata dahil olmalarını istemekte,

kendi hak ve yükümlülüklerimiz

ile ilgili beklentilerimizi ifade

edecek alanlar yaratılmasını

talep etmekteyiz” diyen Srour,

mültecilerin kalıcı olduklarını ve

bütün toplumsal aktörlerin

bakış açılarının bu yeni

duruma göre geliştirilmesi

gerektiğini anlatıyor.

Suriye halkının kısa

zaman içerisinde özgürlüğüne

kavuşmasını ve barışın bir an önce

gelmesini isteyen Hael Srour, temel

hedeflerinin başta yerel yönetimler

olmak üzere tüm aktörler

nezdinde mültecilerin yaşamlarını

kolaylaştırmak ve insan hakları

temelinde haklara eşit erişimlerini

sağlamak amacıyla faaliyet

yürüttüklerini belirtiyor. Srour,

“Bir insan nerede olursa olsun

evrensel düzeyde sahip olduğu

haklarını kullanmalı” diyor.

Kendisinin de Suriye’den siyasi

baskılar nedeniyle

kaçarak İzmir’e yerleştiğini

söyleyen Srour, “ilk başta bir

palet fabrikasında çalıştım. İş

çok ağır ve çok zordu ama kısa

zaman içerisinde usta oldum.

Ancak iş yerinde bulunanlar

tarafından dışlandım ve işten

ayrılmak zorunda kaldım” diyerek

Türkiye’de Suriyelilerin her alanda

büyük zorluklar içinde

yaşamlarını sürdürdüklerine

dikkat çekiyor.

Yerel topluluklar ve medya

tarafından sürekli olumsuz

olarak algılandıklarını ve bu

yüzden topluma yeterince dahil

olamadıklarını ifade eden Srour,”

Suriye’den gelen herkese kötü ve

olumsuz bakış açısıyla yaklaşmak

uzun vadede toplumsal barışı

kurmamızı zorlaştırmaktadır.

Başarı hikayeleri olan, memur,

doktor, şair, öğretmen gibi

mültecileri görmezden geliyoruz”

görüşünü savunuyor.

Mülteciliğin bir tercih bir

zorunluluk olduğunu söyleyen

Srour, “Kimse doğup büyüdüğü

toprakları isteyerek terk

etmez” diyerek yerel toplumdan

Suriyeli mültecilere karşı

empati yapmalarını istiyor.


2019 / Sayı 3

Akın: Yardım temelli değil hak

temelli yaklaşım şart

15

Süleyman Gök / İzmir 6 Temmuz 2019

İzmir Mülteci Çalışmaları

Ağı Genel Koordinatör

Yardımcısı Özlem Akın,

2011 yılında Suriye’de

siyasal ve sosyal dinamiklere

bağlı olarak başlayan olaylar

sonucunda Türkiye’nin bugüne

kadar görmüş olduğu en büyük

göç dalgası ile karşı karşıya

kaldığını belirterek, yeni durumun

ekonomik ve toplumsal yapı başta

olmak üzere Türkiye’yi birçok

açıdan etkilediğini söyledi.

İzmir Mülteci Çalışmaları Ağı

Genel Koordinatör Yardımcısı

Özlem Akın, mültecilerin

sorunlarının çözümüne dönük

uzun yıllardır faaliyet yürütüyor.

Akın, çözüm önerilerini sıralarken,

“Devletin mülteci sorununu

dış ülkelere karşı bir tehdit

unsuru olarak kullanmak yerine

toplumsal barışın sağlanması

için önemli bir sorun olarak

algılaması gerekmektedir” diyor.

İzmir Mülteci Çalışmaları Ağı

Genel Koordinatör Yardımcısı

Özlem Akın, mültecilerin

yaşadıkları sorunlar ve

çözüm önerilerine dönük 24

Saat’in sorularını yanıtladı.

Türkiye’de Suriyeli mülteci

sorununun görünür olması ile

birçok çalışma yapılmaya başlandı.

Sizce bu çalışmaların geldiğimiz

noktada mülteci sorununa katkı

sağladığı düşünülebilir mi?

Bugün resmi sayılarla ifade

etmek gerekirse 3 milyon 606

bin 737 Suriyeli mülteci geçici

koruma statüsü altında Türkiye’de

yaşamaktadır. Muhakkak her bir

çalışmanın karşılığını kısa vadede

görebilmemiz mümkün olmuyor.

Ancak, kamuoyunda mülteci

bireylere yönelik nefret söylemi,

ayrımcılık ve şiddete varan

uygulamaların gün geçtikçe arttığı

gerçeğini de düşünürsek alanda

çalışan tüm paydaşlara büyük işler

düşmektedir. Mülteci bireylerin

özellikle kamp dışında yaşamaya

başlamalarıyla birlikte yerel halk

ile daha sık temas halinde olmaları,

günlük hayatta birçok iş kolunda

yerel topluluklar ile birlikte

çalışmaları toplumsal uyum ve

sosyal dahil etme kavramlarını

daha sık kullanmamıza neden

olmaktadır. Toplumsal barış ve

uzlaşma için sadece mültecilerin

değil yerel toplumun da uyum

süreçlerinin kolaylaştırılması

gerekmektedir. Bu yüzden tek

taraflı “entegrasyon” yerine iki

tarafı da içeren” dahil etme”

kavramını gündemimize almalı,

mülteci sorunun sürdürülebilir

bir sosyal politika çerçevesinde

Dizi Yazısı


2019 / Sayı 3

16

çözmek için alanda çalışan tüm

paydaşlar ile gerekli adımlar

atılmalıdır. Mülteci bireylerin

toplum yaşamının (okulda, sağlık

ocağında, markette vb.) tüm

alanlarında görünür olmasıyla

tüm politika alanlarında bütüncül

politikaların gerçekleştirilmesinin

zorunlu olduğu gündemimize

getirmektedir. Öğrenimlerini

sürdüren mülteci çocuklar için

eşit erişimleri içeren eğitim

politikası, sağlık hizmetlerine

erişim için kapsayıcı sağlık

politikası, adalet politikası,

kaçak işçiliğin önlenmesine

ilişkin istihdam politikası gibi

farklı alanlarda ve düzeylerde

birçok çalışmanın yapılması

gerekmektedir. Bu kapsamda

sorunuza da dönersek, Türkiye’de

mülteci tematik alanında

birçok çalışma yapılmaktadır.

Ancak bu çalışmaların artık

hizmet ve yardım temelli olmak

yerine hak temelli boyutunun

güçlendirilmesinin zamanının

geldiğini düşünmekteyim.

Günümüzde mültecilerin temel

sorun alanları nelerdir? Mülteci

bireyler ne talep etmektedir?

Yerelde mülteci bireylerin

de ifade ettikleri üzere birçok

sorun alanı bulunmaktadır. Bu

sorunların başında öncelikle

mültecilerin kendilerini hukuken

nasıl tanımladıkları gelmektedir.

Çünkü bildiğiniz gibi Türkiye,

Suriye’den gelen bireylere

“mülteci” statüsü tanımamakta,

misafir, geçici koruma altındaki

birey gibi farklı tanımlamalar ile

soruna çözüm aramaktadır. Bu

tanımlama sorunu mültecilerin

gitme- kalma ikilemini önemli

derecede etkilemektedir.

İkinci olarak farklı dezavantajlı

topluluklar gibi mültecilerin de

istihdam, barınma, sağlık, eğitim,

adalet gibi birçok alanda sorunları

bulunmaktadır. Ancak mültecilerin

farklı kültüre sahip olmaları,

dil yetersizliği, yerel toplumun

kendilerine karşı olumsuz bakış

açıları gibi farklı nedenlerden

dolayı temel hizmetlere erişimleri

ne yazık ki zayıf kalmaktadır. Bu

da mültecilerin dışlanmalarına,

gettolaşmalarına ve gayrimeşru

alanlara yönelmelerine

yol açmaktadır. Bu kapsamda

mültecilerin yerel ve ulusal

düzeyde temsiliyetlerinin

güçlendirilmesi, sosyal hayata

katılımlarının kolaylaştırılması

için birçok açıdan hak temelli

uygulamalar geliştirilmelidir.

Mülteci bireyler artık yaşamın

için de biz de varız diyerek

kendilerine günlük yardımlar

yapılmasından ziyade daha

hak temelli çalışmaların

Mülteciler günlük

yardım yerine iş

piyasasına, eğitim,

sağlık, adalet

hizmetlerine eşit

birey olarak erişmek

istemektedir

yapılmasını talep etmektedir.

Benim kişisel fikrim mülteci

sorunun çözümünde anahtar

kelime olarak “hak temelli”

yaklaşım önceliklendirilmeli, yerel

yönetimler, üniversiteler, özel

sektör, sivil toplum kuruluşları ve

devlet ortaklığında sürdürülebilir

hak temelli sosyal politika

oluşturulmalıdır. Mülteciler günlük

yardım yerine iş piyasasına,

eğitim, sağlık, adalet hizmetlerine

eşit birey olarak erişmek

istemektedir. Bu taleplerini

de yerellerde kurdukları sivil

toplum kuruluşları aracılığı ile

görünür kılmak istemektedirler.

İfade ettiğiniz üzere kapsamlı

bir mülteci politikası için birçok

aktöre önemli görev düşmektedir.

Peki, bu aktörler kimler ve nasıl

görevleri bulunmaktadır?

Öncelikle bir konuyu

netleştirmek isterim. Mülteci ve

göç alanında çalışan sivil aktörler

olarak bizler, mültecilerin insan

hakları evrensel sözleşmesi

başta olmak üzere ulusal ve

uluslararası sözleşmelerden

doğan bütün hakların eşit ve

adil bir şekilde yararlanmasını

ve belirlenen hakların nerede

ve kim olursa olsun erişilebilir

olmasını savunmaktayız. Bu

kapsamda yerel ve ulusal düzeyde

mülteci bireylerin temel haklara

erişimlerini kolaylaştırmak,

mültecileri güçlendirmek ve

yerel toplumla sosyal dahil

edilme sürecini karşılıklı bir

şekilde gerçekleştirmek için

bütün aktörlere önemli görevler

düşmektedir. Yukarıda da

ifade ettiğim üzere, Türkiye’nin

bugün sürdürülebilir, kapsayıcı

ve eşitlikçi bir sosyal politika

üretmesine için ihtiyaç vardır.

Bu ihtiyaç yalnız mülteci bireyler

değil toplumun bütün bireyleri ve

dezavantajlı grupları için geçerlidir.

Bu kapsamda alanda sadece

devlete değil, diğer paydaşlar da

yer almalıdır. Sivil toplum örgütleri,

özel sektör kuruluşları, medya,

akademik camia, kanaat önderleri

gibi farklı düzeylerde aktörlerin

katılımı ile bu süreç işletilmelidir.

Sivil toplum örgütleri, mülteci

bireylerin hak temelli çalışmalar

ile güçlendirilmesine katkıda

bulunmalı, mültecilerin hizmetlere

erişimlerini kolaylaştırmak

için kamu arasında katalizör

görevi üstlenmeli, sosyal politika

sürecinin aktif katılımcısı ve talep

edeni olmalıdır. Devlet, tüm gücü

kendinde toplamak yerine politika

üretme sürecine farklı paydaşları

dâhil etmeli, yönetişim yaklaşımını

tüm düzeylerde hâkim kılmalıdır.

Devletin mülteci sorununu dış

ülkelere karşı bir tehdit unsuru

olarak kullanmak yerine

toplumsal barışın sağlanması

için önemli bir sorun olarak

algılaması gerekmektedir. Medya,

toplumsal barışın gelişmesi,

farklı kültürler arasında uyumun

güçlendirilmesi ve mülteci

bireyler ile yerel topluluk arasında

şiddete varan uygulamaların

azaltılması için haber diline dikkat

etmeli, toplumsal ayrışmayı

derinleştirecek görsel ve yazınsal

uygulamalardan kaçınmalıdır. Özel

sektör, sivil toplum örgütlerinin

çalışmalarına kaynak ayırmalı,

sosyal girişimcilik, kurumsal

sosyal sorumluluk çalışmaları ile

mülteci bireyleri ve sivil toplumu

desteklemelidir. Eğer bütüncül

bir politika alanı yaratılırsa

Türkiye’nin mülteci sorununu

çözebileceğini ve bu sorunu

lehine çevirecek uygulamalara

yönelebileceğini düşünmekteyim.

Her kriz fırsata dönüşebilir,

yeter ki akıllı ve sürdürülebilir

bir politika süreci işletilebilsin.


Haber Yazısı

2019 / Sayı 3

Ayrımcılık ve nefretin hedefindeki

mülteciler

17

Melike Ceylan /İstanbul 8 Temmuz 2019

BM Mülteciler Yüksek

Komiserliği’ne göre;

Türkiye, dünya

genelinde en fazla

sığınmacı ağırlayan ülke. İçişleri

Bakanlığı Göç İdaresi Genel

Müdürlüğü’nün Mayıs 2019

verileri Türkiye’deki kayıtlı

Suriyeli sayısını 3 milyon 606 bin

737 kişi olarak saptıyor. Suriyeli

mültecilerin dışında Afganlı, Iraklı

mültecilerin sayısı da oldukça

fazla. Yine resmi kayıtlara

geçmeyen çok sayıda mülteci

de bu topraklarda yaşıyor.

Siyahi olduğu için ayrımcılığa

maruz bırakıldığını ifade eden

Muhammed Gawsu, “Sıcak

olduğunda camdan dışarı

bakıyorum ‘içeri gir’ diyerek

azarlıyorlar” derken okulu

bombalandıktan sonra öğrenimini

yarıda bırakarak Halep’ten

Türkiye’ye gelen Aziz Halil ise her

şey düzeldiğinde ülkesine yeniden

dönmek istediğini söyledi.

BM Mülteciler Yüksek

Komiserliği’ne göre; Türkiye,

dünya genelinde en fazla sığınmacı

ağırlayan ülke. İçişleri Bakanlığı

Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün

16 Mayıs 2019 tarihli verisi,

Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli

sayısının 3 milyon 606 bin 737

kişi olduğunu ortaya koyuyor.

Suriyeli mültecilerin dışında

Afganlı, Iraklı mültecilerin sayısı

da oldukça fazla. Yine resmi

kayıtlara geçmeyen çok sayıda

mülteci de bu topraklarda yaşıyor.

Yalnızca “Geçici Koruma

Belgesi” verilerek yıllardır statüsüz

bırakılan mülteciler, emek

piyasasında çalışıyor, kira ödüyor,

sokakta ve her alandalar. Çalışma,

eğitim, kültürel ve

sosyal hakları yok sayılarak

atölyelerde taşeron sisteme

tabi çalıştırılan mülteciler

24 Saat’e İstanbul’daki

yaşamlarını anlattılar.

“OKULUMA ATILAN BOMBADAN

SONRA TÜRKİYE’YE YERLEŞTİM”

Suriye’nin Halep kentinde

doğup büyüyen Aziz Halil (18), 11

yaşında İstanbul’daki abisinin

yanına gelerek Güngören’de bir

ayakkabı atölyesinde çalışmaya

başladı. İki aylık çalışmanın

ardından Suriye’ye dönen Halil,

okuluna atılan bombadan

sonra ise Türkiye’ye yerleşti.

2011 yılında Halep’ten

İstanbul’a tek başına yaptığı

yolculuk sonrasında bir daha


2019 / Sayı 3

Muhammed Gawsu (solda)

18

Halep’e hiç gitmediğini söyleyen

Halil, sorunlarını şöyle paylaştı:

“İstanbul’da çok ucuz ücretlere

karşılık ayakkabı atölyelerinde

çıraklık yaptım. Sabah 8.00’dan

akşam 22.00’ye kadar çalışıyorduk.

Mesai saatlerimiz ödenmiyordu.

Hakkımızı almak için eylemler

düzenledik. 2013 yılına

geldiğimizde Halep’teki evimiz

de bombalandı. Ninem korkudan

yaşamını yitirdi, anne ve babam

da İstanbul’a geldi. Tüm aile artık

burada birlikte yaşıyoruz.”

Zaman zaman “Suriyeliler

ülkemizden defolsun” gibi ırkçı

sözler duyduğunu ifade eden Halil,

“Yine de İstanbul’u çok seviyorum.

Komşularımız bizi çok severler.

Birlikte pikniğe gideriz. Buradaki

en önemli sorunumuz işçilerin

haklarının verilmemesi” dedi.

“BÜLBÜLÜ ALTIN KAFESE DE

KOYSAN İLLA VATANIM DER”

Bugüne kadar Türkiye

devletinden herhangi bir

maddi yardım almadıklarını

hatırlatan Halil, sözlerini şöyle

tamamladı: “Eğer her şey düzelirse

ülkemize dönmek isteriz. Eski

günlerimizi çok özlüyoruz.

Özellikle anne ve babam daha

çok özlüyor. Bülbülü altın kafese

de koysan illa vatanım der.”

“EN ÇOK ANNE VE BABAMI

ÖZLÜYORUM”

IŞID’ın Kobani’ye saldırılarının

ardından abisi ve yengesiyle

birlikte Türkiye’ye yerleşen

Zehra Ali (25), Esenyurt’ta bir

kıyafet mağazasında çalışmaya

başladı. “İstanbul’da iş var

yemek var diyerek geldik” diyen

Ali, “İlk geldiğimiz zaman çok

zorlandık. Dil bilmiyorduk, yol

bilmiyorduk. Artık buraya alıştık.

Biraz Türkçe de öğrendik. 6 yıldır

memleketime hiç gitmedim.

Çalışıp anne ve babama para

gönderiyorum. Burada abim ve

yengemle yaşıyoruz. İstanbul çok

güzel bir şehir. Burayı seviyoruz.

Ama her şey çok pahalandı.

Ayda bin 300 TL alıyorum. 800 TL

kira veriyoruz” diye konuştu.

Savaştan sonra anne ve

babasının Kobani’den Halep’e

taşındığını ifade eden Ali, en çok

anne ve babasını özlediğini belirtti.

“ÇOK ÇALIŞIYOR, AZ

KAZANIYORUM”

Afrika’nın batı ülkesi olan

Gana’dan Türkiye’ye gelen

Muhammed Gawsu (34), iki yıldır

İstanbul’da yaşıyor. Taksim’de

bir çanta mağazasında çalışarak

yaşamını sürdürmeye çalışan

Gawsu, “Çok çalışıyorum ama

haftalık 450 TL alıyorum. Yemek,

yol parası vermiyorlar. Herhangi

bir sosyal güvencem yok.

Yemekten ve kiradan artırdığım

parayla az da olsa aileme para

göndermeye çalışıyorum”

diyerek Türkiye’de yaşamanın

çok zor olduğunu belirtti.

“SICAK OLDUĞU İÇİN CAMDAN

DIŞARI BAKTIĞIMDA ‘İÇERİ GİR’

DİYORLAR”

Siyahi olduğu için ayrımcılığa

maruz bırakıldığının altını çizen

Gawsu, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Günde 50 insanla

karşılaşıyorsam bunların 5’i iyi

davranıyor. Döner almak için sıraya

giriyorum. Biri önüme geçerek ‘sen

bekle’ diyor. Bakkal bayat ekmek

veriyor. Birine baktığımda ‘neden

bakıyorsun’ diyerek kızıyorlar.

Evde müzik dinlediğimde ‘kapat

şu müziği’ diye uyarıyorlar.

Onlar gürültü yaptığında ise ben

uyaramıyorum. Sıcak olduğu için

camdan dışarı baktığımda ‘içeri

gir’ diyorlar. Siyah olduğumuz için

emlakçılar bodrum katını ya da

çatı katını veriyor. İlk geldiğimizde

üç aylık kira bedeli olarak 3 bin

300 TL verip bir ev tuttuk. İki

hafta kaldıktan sonra paramızı

iade etmeden evden çıkardılar.

Tarlabaşı’nda boynumuza bıçak

dayayıp telefon ve cüzdanımızı

çaldılar. Polis çağırdık ama dil

bilmediğimiz için anlaşamadık.

Otobüse bindiğimizde, mahallede

sorun yaşıyoruz. Burada

kimseyle arkadaşlık edemiyoruz.

Böyle davranmaları çok ayıp.”

Korkuyla yaşadığını sözlerine

ekleyen Gawsu, kendi ülkesinde

iş olanaklarının olmadığını

ve İstanbul’da yaşamaya

mecbur olduğunu da söyledi.


2019 / Sayı 3

19

İşsiz gazeteciler: Bu meslek en

büyük hayalimizdi

Bengisu Kömürgü / İstanbul 17 Temmuz 2019

İletişim fakültesi yıllarında en büyük hedefleriydi gazeteci olmak. Gerçeğin

peşinde koşup, doğruları halka aktarmanın hayalini kuruyorlardı. Mezun

da oldular gazeteci de… Ama bugün işsizlik gerçeği ile yüz yüzeler…

Dizi Yazısı


2019 / Sayı 3

20

Türkiye İş Kurumunun

(İŞKUR) açıkladığı kayıtlı işsiz

sayısı nisan ayında 4 milyon 38

bin 175’e ulaşırken yine TÜİK’in

2018 işgücü istatistiklerine göre

işsizlikte en yüksek ikinci oran

gazetecilikte. Her dört gazeteciden

biri işsiz. Mevcut koşullarda işsizlik

oranı sarsıcı oranlara ulaşmış

durumda. Sektör can çekişiyor,

işsiz gazeteci sayısı her geçen gün

artıyor, gazeteciler mesleklerini

yapamaz hale geliyor. Henüz

işini kaybetmemiş gazeteciler

de iş güvencesi ve özgürlükler

kıskacında yaşam savaşı veriyor.

Bu zor koşullarda işsiz bırakılan ya

da işinden ayrılmak zorunda kalan

gazeteciler ne düşünüyor? Serbest

çalışan gazeteciler hangi zorlukları

yaşıyor? Çalışan gazetecilerin

en temel sorunları ne?

24 Saat, gazetecilik mesleğine

aynı tuttu, işli, işsiz, serbest

çalışan (freelance) gazetecilerin

sorunlarını dinledi. Gazetecilerin

mesleklerine olan özlemlerini,

hayallerinde yaşattıkları

gazeteciliği, Türkiye’de haberci

olmayı sordu. Üç bölümlük

dizimizin ilkinde söz çeşitli

gerekçeler ile işsiz bırakılmış

ya da çeşitli nedenlerden

kaynaklı mesleğine ara vermek

zorunda kalan gazetecilerde…

“SORU SORDUM İŞSİZ KALDIM”

Burcu Eken… Uzun yıllardır

spor muhabirliği yapıyordu.

Bugün işsiz. Burcu Eken, işsizliğe

itilmesinin gerekçesini şöyle

anlatıyor: “Beşiktaş Kulübü

Başkanı Fikret Orman’ın Reza

Zarrab’a Vodafone nArena’da

loca satmasının ardından konuya

dair bildiri yayımlayan taraftar

Her dört gazeteciden

biri işsiz.

Mevcut koşullarda

işsizlik oranı sarsıcı

oranlara ulaşmış

durumda.

grubu ÇARŞI lideri Ayhan Güneri

ile röportaj gerçekleştirdim.

Ardından Orman’ın düzenlediği

basın toplantısında ‘Reza

Zarrab’ın eşi Ebru Gündeş’ten

dolayı Fenerbahçeli olduğunu,

Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda

locası bulunduğunu ve şimdi bu

durumu Beşiktaş taraftarına

nasıl açıklamayı düşündüğünü’

sordum. İşsiz bırakıldım.”

Gazeteci Eken, bu soruyu

gazetecilik ilkeleri doğrultusunda

sorduğunu söylese de artık

toplantı, basın açıklaması, loca

ve antrenmanlara giremeyeceği

söylenmiş. Eken, bir süre iş aramış,

ardından yeni bir kurumda editör

olarak çalışmaya başlamış. Ancak

yaşadığı olay peşini bırakmamış

ve yeniden işsiz kalmasına neden

olmuş. Eken, yaşadıklarını şöyle

aktarıyor: “Bu olay sürekli önüme

çıktı. Sevilmeyen, istenilmeyen

sanki hastalıklı bir insanmışım

gibi muamele yapıldı.”

Gazeteciliği çok özlediğini

belirten Eken, “Çocukluğum

boyunca soran, sorgulayan,

araştıran bir insanım. Özlüyorum.

Bazen bir basın toplantısındaki

dinlediğim sorulara ‘ah ben

orada olacaktım şunu sorardım’

diyorum. Bazen de sosyal

medya üzerinden ‘X takım

muhabirleri lütfen şu soruyu

sorar mısınız?’ yazıyorum” diyor.

Eken, gazeteciler arasındaki

dayanışma için ne düşünüyor?

Spor camiasında böyle bir

dayanışma olmadığını söyleyen

Eken, bugün işi olsa şu haberi

yapmak isteğini ifade ediyor:

“Profesyonel futbol takımı

olan 126 kulüp başkanı ve TFF

ile görüşüp neden yaş sınırı

getirmekte ısrar ettiklerini, sınır

getirildiği günden bu yana kaç

futbolcuyu düşündüğünüz gibi

saha içerisinde kullandıklarını

sorarak ‘yaş sınırının’ bir çözüm

olup olmadığını işlemek isterdim.”

“HAYAT DAMARIM KOPMUŞ

HİSSEDİYORUM”

Mert Gümüş… O da bir

işsiz gazeteci. Gümüş hayalini

kurduğu mesleğe iletişim

fakültesinde okuyarak başlamış.

Hem okurken hem de mezun

olduktan sonra irili ufaklı birçok

internet sitesi ve gazetede

çalışarak mesleğini sürdürmüş.

Gümüş, özlük haklarının hiçe

sayılması, ürettiği işin karşılığını

alamaması nedeniyle mesleğine

ara vermek zorunda kalmış.

Gümüş, son işinden ayrıldıktan

sonra bir süre serbest gazeteci

olarak çalışmış. Sonra yeniden iş

arayışına girmiş ancak bulamamış.

Gümüş, bu süreci anlatırken

yakıcı bir soruna da işaret ediyor:

“Birkaç iş görüşmesine

girdiğimde asgari ücretin altını

dahi teklif edenler oldu. Hatta

‘Sigorta yapamayız’ diyenler

bile oldu. Bir süre daha işsiz

gezdim ve sonrasında internet

sitesinde işe başladım. Ancak iş

görüşmesinde verilen sözlerin

yerine getirilmemesi üzerine

buradan da ayrıldım. Bunun

üzerinden yaklaşık 2,5 ay geçti.”

Gazeteciliğe özlemini

anlatırken Gümüş, “Gazeteciliği

çok özlüyorum. Özellikle seçim

gündemi gibi yoğun dönemlerde

habercilik yapmak çok hoşuma

gidiyor. Sosyal medyada birtakım

tweetler görüyorum ve ‘Bunlardan

iyi haber çıkar’ dediğim oluyor.

Ya da bazı gündemler üzerine

aklıma gelen birtakım fikirler


2019 / Sayı 3

“Basın örgütleri ve dayanışma ağları kendi masa

arkadaşlarının sorunundan bile habersiz yürütülmeye

çalışılıyor. Basın örgütleri çok atıl durumda ve işsiz kalan ya da

mobinge uğramış, haklarını alamayan gazeteciler hakkında

hiçbir şey yapmıyorlar. Hatta bu insanların çoğundan haberdar

bile değiller. Olsa da ‘uğraşmak istemeyiz’ tavrında davranıyor.”

oluyor. Ancak yine bunun

karşılığını alamayacak olmak

beni üzüyor. Aynı zamanda bu

durum biraz hevesimi de kırdı.

İşin özü haber yapamamak

kendimi hayattan bir damarım

kopmuş gibi hissettiriyor” diyor.

Meslektaşlarının ve basın

örgütlerinin dayanışma

eksikliğinden dem vuran Gümüş,

bu tezini şöyle temellendiriyor:

“Basın örgütleri ve dayanışma

ağları kendi masa arkadaşlarının

sorunundan bile habersiz

yürütülmeye çalışılıyor. Basın

örgütleri çok atıl durumda

ve işsiz kalan ya da mobinge

uğramış, haklarını alamayan

gazeteciler hakkında hiçbir

şey yapmıyorlar. Hatta bu

insanların çoğundan haberdar

bile değiller. Olsa da ‘uğraşmak

istemeyiz’ tavrında davranıyor.”

Bugün işi olsa hangi habere

imza atardı Gümüş? AKP’nin

İstanbul’da en çok oy aldığı

mahallelerde ilçe teşkilatlarından

yöneticiler ve mahallenin partilileri

ile görüşerek, ‘Bu seçim neden

kaybedildi. Sorumlular sizce kim?’

sorularına yanıt arayan bir haber

yapmak istediğini belirtiyor.

GARSONLUK YAPMAK ZORUNDA

KALDI

Serhıldan Karaduman

da mesleğini çokça özleyen

gazetecilerden biri. Karaduman,

çalışma koşulları ve ekonomik

sıkıntılar ile çocukluk hayali

olan gazeteciliğe ara vermek

zorunda kalınca bir kafede

garsonluk yapmaya başlamış.

Karaduman, iş arayış sürecinde

yaşadıklarını şöyle aktarıyor:

“İşi bıraktıktan sonra yeni iş

arayışım oldu. Fakat gazetecilik

etik ilkelerini önemsediğim için

iş başvurusu yaptığım yerler

sınırlıydı. Ana akım medya tekeli

içerisine girmek istemedim.

Fakat alternatif medya da kendi

içerisinde bir tekel haline geldiği

için maalesef buralardan da

şimdilik bir dönüş olmadı. Basın

alanında yıllarca söylemesine

rağmen bizzat tanık olduğum

şey alternatif medya ya da ana

akım fark etmeksizin aslında

sağlam bir referans ya da torpilin

yoksa iş bulmak çok zor. Her alan

alternatif de olsa fark etmiyor

artık kendi içerisinde sistematik

olarak bir tekel haline geliyor.

İşi bırakalı yaklaşık dört ay

oluyor. Sanırım bir yer dışında

diğer kurumlar olumsuz dahi

olsa bir dönüş yapmadı. Dijital

bir çağda olduğumuz için gidip

kurumların kapısını çalıp onlara

beni işe almaları için yalvarmakta

istemiyorum. Zaten basın

alanında gazetecilik okuyanlar

dışında herkes gazetecilik

yapıyor bu doğrultuda CV’nde

ne okuduğunu ne kadar emek

verdiğini kimse umursamıyor.”

Gazeteciler için bazı kurumların

dayanışma anlamında kimi

faaliyetler yürüttüğünü ancak

yetersiz kaldığını, daha güçlü

bir dayanışma gerektiğini

söylüyor Karaduman.

Bugün hangi haberi yapmak

istersin sorusuna Karaduman

şu yanıtı veriyor: “Gazetecilik

yapmaya çalıştığında bir şekilde

haber konusunda bir refleks

oluşuyor. Ve bu işi bıraktığınız

zaman bile sizde kalan bir şey. O

yüzden tabi olarak karşıma haber

yapabileceğim şeyler çıkıyor

ve bunları haberleştirememek

üzüyor. Şu an haber yapacak

olsam çalıştığım yerde farklı bir

sürü hikaye barınıyor. Bunlardan

ilk olarak Türkiye’de en iyi plak

koleksiyonu barındıran Hamit

abiyle bir röportaj yapardım.

Bu işe nasıl giriştiği, insanların

plaklara karşı olan ilgilerini eskiye

dair var olan özlemi üzerinden

renkli bir haber yapardım.”

21


2019 / Sayı 3

22

Serbest gazeteciler: Sabit maaş

ve sigortamız yok!

Bengisu Kömürgü / İstanbul 18 Temmuz 2019

Serbest çalışan gazeteciler, özgür haber üretmenin avantajını yaşasalar

da sosyal güvencelerinin olmaması, sabit maaş alamamaları benzeri

sorunlarla yüz yüzeler… Sendikalardan sorunlarına çare üretmelerini

istiyorlar.

Dizi Yazısı


2019 / Sayı 3

Serbest gazetecilerin

(Freelance) çalışma biçimi

dünyada olduğu gibi Türkiye’de

de artan bir ilgiye sahip. Ancak

bu çalışma biçimi her ne kadar

özgür, rahat gibi gözükse de onlar

da önemli sorunlar yaşıyorlar.

Çoğu gazeteci serbest çalışma

koşullarından ve özellikle

sigortasızlıktan şikayet ediyor.

Uzunca bir süre belirli

bir kuruluşta çalışan ancak

daha sonra mesleğini serbest

(freelance) sürdürmek

zorunda kalan gazeteciler

sorunlarını 24 Saat’e anlattı.

“TEMEL SORUN SİGORTASIZLIK”

Mart 2019’dan beri serbest

gazetecilik yapan Rabia Çetin,

çalıştığı kurumla ekonomik kriz

nedeni ile medeni bir şekilde

yollarını ayırmış. Bulduğu işlerde

yüksek performans beklentisine

karşın düşük ücretlerin teklif

edilmesi üzerine freelance olarak

yola devam etme kararı almış.

Çetin, freelance çalışmanın en

büyük zorluklarından üçünü

şöyle sıralıyor: “Sabit bir maaşının

olmaması, sigortanın olmaması

ve sürekliliğin olmaması.”

Serbest gazeteciliğin iyi yanları

olduğunu söyleyen Çetin, bütün

gün boyunca kapalı bir yerde

çalışmak zorunda olmamanın

işin en güzel yanlarından biri

olduğunu belirtiyor. ‘Freelance

çalışan gazeteciler sınırlı kurum

ve kuruluşlarda çalışabiliyor.

Bu sizi zorluyor mu?’ sorusuna

“Elbette zorluyor. Özgür çalışma

kültürünün çok fazla gelişmemiş

olması, ya da başvurduğun bir

kurumun önce senin sosyal

medya hesaplarını inceleyip ona

göre dönüş yapması zorlayıcı

bir durum. Gerçi ben nereye

başvurduysam bir iki yer hariç

hep çok güzel ve nezaketli

dönüşler aldım. Bu açıdan kendimi

şanslı hissediyorum. Ama bu

durum ne kadar devam eder

bilemiyorum” yanıtını veriyor.

“Freelance çalışanlar ne kadar

çalışırsa o kadar kazanıyor”

diyen Çetin, “Türkiye’de son 3-4

yıldır yaşananlara bakılırsa salt

freelance çalışanlar değil sabit

bir işi olanlar da çok geçinebiliyor

diyemeyiz. Yani geçiniyorum

denmez bizim için idare

edebiliyorum demek daha doğru

bir tabir” görüşünü dile getiriyor.

“BU ALANI SEÇMEM MADDİ

YETERSİZLİKTEN”

Serbest gazeteci Eda Narin,

mesleğe 2015 yılında atım atmış.

Çeşitli basın kuruluşlarında

editör ve muhabir olarak

çalışmış. Son çalıştığı Dokuz8

haberden ayrıldıktan sonra

maddi yetersizlik gerekçesiyle

freelance çalışmaya karar vermiş.

Narin, medya kuruluşlarında

çalışan arkadaşlarının da ayrıca

freelance olarak başka mecralara

içerik ürettiklerini belirterek, bu

durumun temel sebebini ise şöyle

anlatıyor, “Türkiye’de gazeteciler

yaşamlarını sürdürebilecek kadar

maaş alamıyorlar. Şu an her ne

kadar freelance çalışmaktan

memnun olsam da tam zamanlı

çalışmak her zaman önceliğimdir.”

Narin, freelance çalışmanın

en büyük üç sorununu da şöyle

sıralıyor: “Sürekli iş bulamama

riski… Türkiye’de çoğu medya

kurumunun telif vermiyor olması

ve telif verenlerin de ücretlerinin

düşük olması… Çalışma ortamı

ve çalışma arkadaşlarının

olmaması nedeniyle haber

oluşturma sürecinin

başlamasının gecikebilmesi…”

Freelance çalışmanın

avantajlarından bahseden

Narin, “Herhangi bir kuruma

bağlı olmamak haberde görece

bağımsız olmayı sağlıyor. Haber

konusunu gazetecinin seçmesi de

avantaj. Ayrıca mobbing kaygısı

da daha az yaşanıyor” diyor.

Türkiye’de freelance haber

üretimini değerlendirecek kurum

ve kuruluşların az olduğuna

dikkat çeken Narin, geçim

sorunun altını kalınca çiziyor:

“Türkiye’de birçok gazetecinin

işsiz olması ve çoğunun freelance

olarak çalışmaya mecbur kalması

nedeniyle bu alan elbette daralıyor.

Freelance gazetecilerin çalışacağı

kurumların sayısının sınırlı

olması medya kuruluşlarının

çoğunun telif vermemesi ile de

doğru orantılı aslında. Telif veren

kurum sayısının az olması ve işsiz

gazeteci sayısının oldukça fazla

olması nedeniyle iş bulma süreçleri

tabi ki çok zor ilerliyor. Bazı medya

kuruluşları her gazeteciye farklı

telif önerebiliyor ve bu haberin

içeriğine göre değil gazetecinin

kim olduğuna göre şekilleniyor

ama tabi ki bu benim gözlemim

ve naçizane eleştirim olabilir.

Öte yandan telif ücretlerinin çok

komik rakamlar olması nedeniyle

gazetecilerin emeğinin karşılığı

olduğunu düşünmüyorum.

Türkiye’de yaşanan ekonomik

kriz elbette bizleri de etkiliyor.

Freelance olarak çalıştığımız için

her zaman iş garantisi yok ve bu

geçinme kaygısını beraberinde

getiriyor. Ayrıca telif ücretlerinin

her birinin farklı kurumlardan

ve farklı zamanlarda geldiği

düşünülecek olursa bir ‘aylık

maaştan’ bahsetmek mümkün

olmuyor. Bu yüzden de kira,

fatura, borç ödemeleri çoğunlukla

birbirine giriyor ve işte bu

süreç gerçekten zorluyor.”

Narin, serbest çalışan

gazetecilerin sigortasızlığının

yaşamsal olduğunu da ifade ediyor

ve bu konuda meslek örgütlerine

girişimde bulunma çağrısı yapıyor.

23


2019 / Sayı 3

24

Çalışan gazeteciler: Gazetecinin

duracağı yer gerçeği bulduğu andır

Bengisu Kömürgü / İstanbul 19 Temmuz 2019

Dizi Yazısı

24 Saat, gazetecilerin

sorunları dizisinin

son bölümünde

Türkiye’de olumsuz

çalışma koşullarına, yoğun

gündeme, baskıya rağmen

çalışan emekçi gazetecilere

mesleklerini nasıl tercih ettiklerini,

hayal ettikleri gazeteciliği,

yaşadıkları sorunları sordu

Türkiye, Sınır Tanımayan

Gazeteciler (RSF) örgütünün her

sene yayımladığı Dünya Basın

Özgürlüğü Endeksi’nde bu yıl

157’nci sırada yer alırken, her 4

gazeteciden biri işsiz. Türkiye’de

basın tablosu böyleyken çalışan

gazeteciler ne düşünüyor?

Mesleklerini yapabiliyorlar mı?

Hayallerindeki gazetecilik ile

gerçekler ne kadar örtüşüyor?

24 Saat, gazetecilerin

sorunları dizisinin son bölümünde

Türkiye’de olumsuz çalışma

koşullarına, yoğun gündeme,

baskıya rağmen çalışan emekçi

gazetecilere mesleklerini

nasıl tercih ettiklerini,

hayal ettikleri gazeteciliği,

yaşadıkları sorunları sordu.

TUNÇ’UN HAYALİNDEKİ

GAZETECİLİK

Gazeteci Hayri Tunç mesleğe

2000’li yılların başında babasının

çıkarttığı Anadolu’da Yaşam

gazetesinde başlamış. Okulunu

okumadığı için kendisini

alaylı olarak tanımlıyor.

Daha çok fotoğraf çekme

tutkusunun olduğunu belirten

Tunç gazeteciliğe başlama

hikayesini şöyle anlatıyor:

“Bir süre sadece fotoğraf

çektim ancak özellikle

Gezi direnişi sonrası yeniden

haber yapmaya başladım. Gezi

direnişinden sonra özellikle

mahallelerde devam eden ve

neredeyse görülmeyen

eylemleri takip edip

fotoğraflamaya, haber yapmaya

başladım. Sonrasında

gazetecilik faaliyetlerine devam

ettim. Şu anda Gazete Fersude’nin

Eş Genel Yayın Yönetmeni

olarak görev yapıyorum.”


2019 / Sayı 3

Hayalindeki gazeteciliği

şöyle anlatıyor Tunç: “Bana göre

gazeteciliğin en önemli yanı

gerçeğin peşinden gitmek. Mevcut

anlayışta çoğunlukla belli bir siyasi

düşüncenin çevresinde ilerlese de

gazeteciliğin bir sınırı, bir çerçevesi

olmamalı. Ne olursa olsun, nasıl

olursa olsun gerçeği takip etmek,

onu dillendirmek gerekli. Bazen

ideolojik olarak sizin durduğunuz

yerin çok ötesinde, farklı bir yerde

dursa bile gerçeği aramak, onu

bulup, olduğu gibi dillendirmek

gerekir. Günümüzde, gazeteciliğe

yönelik her şekilde bir sınırlama

olduğunu düşünüyorum. Sol

veya sağ cepheden çoğu zaman

bazı gerçekleri görmemeye

çalışmak ya da yok saymak

durumları oluyor ki gazetecilik bu

olmamalı. Gazetecinin duracağı

yer, gerçeği bulduğu andır.”

Gerçeğin peşinden gittiğinde

ve aklına takılan soruların

cevaplarını bulduğunda mutlu

olduğunu söyleyen Tunç

gazetecilik mesleğini yaptığı

için genel anlamda mutlu

olduğunu ifade ediyor:

“Gazetecilerde korkunç bir

sınır söz konusu ve bu gazetecinin

tıkanmasına sebep oluyor.

Neredeyse, her haber için belli

kalıpların dışına çıkmamak

gibi bir konuma düşüyorlar.

Yapılan iş çok önemli bir iş

ancak şu da unutulmamalı ki,

gazetecilik hayatın akışı ile

birlikte var olan bir meslek.

Kendimizi çok önemsememeli

ancak küçükte görmemeliyiz.”

Hayalinde kurduğu

gazetecilikte sınırların olmasını

istemeyen Tunç bir ideolojik

formasyona girmeden gerçeğin

peşinde koşmak olduğunu

söylüyor. Tunç gerçeğin peşinden

koşmanın güzellikler getirdiğini

ifade ederek, “Gerçeğin peşinden

gitmek, bütün haksızlıklara,

bütün yanlışlara tepkiyi de

beraberinde getirir. Bu da

gazetecinin yaratıcı olmasını,

daha iyi haberler üretmesini

sağlar. Haberci, aklına geleni

araştırmalı, kendisi inanıyorsa

onu haberleştirmeli” diyor.

Tunç, Türkiye’de mutluluğa

dair yapmak istediği haberi

ise şu cümlelerle anlatıyor:

“Çok zor aslında mutluluğun

haberini yapmak. Türkiye,

neredeyse her insanın ruhunda

bir acının olduğu bir coğrafya.

Ancak cevap vermek gerekirse,

mutluluğa dair yapabileceğim

haber, çocuklar ile alakalı

olurdu. Hayalleri olan, hayalleri

için çabalayan çocukların

zaferlerinin haberini yapmak

isterdim. Mesela, atık kağıt

işçisi bir çocuğun evine ekmek

götürme anını haberleştirmek

ve fotoğraflamak isterdim. O anın

saf mutluluğunun dünyada hiçbir

yerde olabileceğini sanmıyorum.”

“DAHA İYİSİNİ YAPABİLİR MİYİZ

KAYGISI İÇİNDEYİM”

Ercan Ayrancı, mesleğe şartlar

gerektirdiği için başlayanlardan.

Ayrancı sosyal medyayı haber

alma aracı olarak kullanmasının

ardından mesleğe çok hızlı bir giriş

yapmış. Şimdilerde editörlük ve

muhabirlik yapıyor.

Mesleğe dair mutluluğunu,

umutlarını ve düşüncelerini

ise şöyle anlatıyor:

“Gazetecilik mesleğini

sürdürdüğüm için çok mutluyum,

geliştirilebilir mi daha iyisini

yapabilir miyiz kaygısı içindeyiz

sürekli. İnanıyorum ki daha iyisini

yapacağız. Gerçeği olduğu gibi

halka ulaştıran, geçim sıkıntısı,

gözaltına alınma tutuklanma derdi

yaşamadan habere koşabilen

gazeteciler daha fazla olmalı.”

Ayrancı ise Türkiye’ye dair

özgür, eşit, demokratik bir ülke

haberi yapmanın hayalini kuruyor.

“SOKAKTA KİMSENİN

YAŞAMADIĞI HABERİNİ

YAPMAK…”

Çocukluk hayallerinde

avukatlık ve gazetecilik olan

gazeteci Rojda Altıntaş, medyanın

gücünün daha ağır olduğunu

düşünerek bu mesleğe başlamış.

Hayalindeki gazetecilik ve şu an

yaptığı gazetecilik arasında fark

olmadığını söyleyen Altıntaş,

gerçekleri yazarken vicdanını

tatmin edebildiğini ve kafasını

yastığa koyduğunda rahat

olabildiğini söylüyor. Atıntaş,

mutluluğa dair yapmak istediği

haberi şu şekilde tanımlıyor:

“Artık hiç kimsenin sokakta

yaşamadığına dair bir haber.”

25


2019 / Sayı 3

Gazetecilik mezunları mesleklerini

yapamıyor

26

Eda Narin / İstanbul 22 Temmuz 2019

Türkiye’de ekonomik

kriz derinleştikçe iş

bulmak zorlaşıyor. İş

bulma oranının en düşük

gazetecilikte ise bölümün mezunları

mesleklerini yapamıyor, birçok farklı

iş koluna yönelmek zorunda kalıyor.

Türkiye’de üniversite okuyanların

mezuniyet sonrası kaygıları giderek

artıyor. Üniversite mezunları iş

bulma kaygısını ekonomik kriz ile

doğru orantılı olarak yaşamaya

devam ediyor. İletişim Fakültesi

mezunlarında ise durum çok

daha vahim boyutlarda. Sektörün

giderek daralması iletişim fakültesi

mezunlarının farklı iş kollarına

yönelmelerine neden oluyor.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun

(TÜİK) en son açıkladığı rapora göre,

Türkiye’de istihdam 2018 yılında 984

bin kişi artış gösterdi ve çalışan kişi

sayısı 28 milyon 188 bin kişiye çıktı.

Yüzde 79 ile en yüksek istihdama

sahip üniversite bölümü mühendislik

oldu. Her 10 mühendisten 8’inin

iş bulduğu belirtilen raporda, onu

yüzde 78 ile veterinerlik ve yüzde

75.9 ile sağlık hizmetleri takip etti.

En düşük istihdam oranı ise

yüzde 53,1 ile sosyal hizmetlerde

olurken, gazetecilik ve enformasyon

alanında ise oran yüzde 54,6 olarak

belirlendi. Mezunların iş gücüne

katılımının en yüksek olduğu

meslek ise veterinerlik. Veterinerlik

mezunlarının yüzde 87,3’ü iş

gücünde yer alırken, gazetecilik

ve enformasyon alanı yüzde 67,5

ile en düşük orana sahip meslek

olarak listede yerini alıyor.


2019 / Sayı 3

GAZETECİLİKTE İŞSİZLİK

ORANININ REKOR KIRDIĞI YIL:

2014

TÜİK’in en son mezun

olunan okul türüne göre işgücü

durumu verilerine bakıldığında

ise, gazetecilik ve enformasyon

bölümlerinden mezun ve işsiz

olan kişi sayısının 2015 yılında 4

bin, 2016’da ise 5 bin kişi olduğu

görülüyor. Bu bölümlerden mezun

olanlar arasında işsizlik oranı ise

bir yıllık süre içinde yüzde 17,4’ten

yüzde 19,2’ye çıktı. 2016 yılında

yüzde 19.2 olan bu oran 2014

yılında ise gazeteciler için daha

vahim bir tabloya işaret ediyordu.

2014 yılında işsiz olan gazetecilik

bölümü mezunu sayısı 7 bin, bu

gruptaki işsizlik oranı ise yüzde

29,2 olarak verilere yansıdı.

ANKETE 235 KİŞİ KATILDI

Gazetecilikte iş bulma oranının

diğer meslek gruplarına oranla

bu kadar yüksek olması ise

gazetecilik mezunlarını başka

iş kollarında çalışmaya mecbur

bırakıyor. 25 Haziran 2019

tarihinde sosyal medya üzerinden

gerçekleştirdiğimiz “Gazetecilik

mezunları hangi iş kollarında

çalışıyor?” anketine 270 kişi

katıldı. Ankete yanıt veren 35

kişi gazetecilik mezunu olmadığı

için araştırma sonuçlarına dahil

edilmedi. 235 kişi üzerinden

yapılan değerlendirmeye göre,

ankete katılanların yüzde 52,77’si

erkek, yüzde 45,53’ü ise kadın.

Cinsiyet beyanı bölümüne verilen

cevaplardan yüzde 0,43’ünü

LGBTİ+ cevabı oluştururken,

yüzde 1,28 oranındaki kişi de

cevap vermemeyi tercih etti.

ANKETE TOPLAM 39 İLDEN

KATILIM SAĞLANDI

Ankete 30 ilden katılım

sağlandı. Katılımın en çok olduğu

ilk 3 şehir ise İstanbul, Ankara,

İzmir oldu. Öte yandan ankete 9

ayrı yurtdışı şehrinden katılım da

gerçekleştirildi. Bu iller ise şöyle:

Budapeşte, Berlin, Bern, Londra,

Marsilya, Prag, Krakow, San

Francisco, Indianapolis.

KATILIM 34 AYRI

ÜNİVERSİTEDEN SAĞLANDI

34 ayrı üniversiteden

katılımın gerçekleştiği ankete

en fazla sırasıyla İstanbul

Üniversitesi, Marmara Üniversitesi,

Ankara Üniversitesi’nden

gazetecilik mezunları ilgi

gösterdi. Katılım sağlayan

diğer üniversiteler ise şöyle:

“İstanbul Aydın Üniversitesi,

Mersin Üniversitesi, Akdeniz

Üniversitesi, Bahçeşehir

Üniversitesi, Gazi Üniversitesi,

Galatasaray Üniversitesi, Selçuk

Üniversitesi, Fırat Üniversitesi,

Erciyes Üniversitesi, Ege

Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi,

Karadeniz Teknik Üniversitesi,

Uşak Üniversitesi, Kocaeli

Üniversitesi, Anadolu Üniversitesi,

Gaziantep Üniversitesi,

Maltepe Üniversitesi, Erzurum

Atatürk Üniversitesi, On Dokuz

Mayıs Üniversitesi, Ahmet

Yesevi Üniversitesi, Celal

Bayar Üniversitesi, Üsküdar

Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi,

Barselona Üniversitesi, Nişantaşı

Üniversitesi, İzmir Ekonomi

Üniversitesi, Arel Üniversitesi,

Ayvansaray Üniversitesi, Yeni

Yüzyıl Üniversitesi, Bolu Abant

İzzet Baysal Üniversitesi,

Çukurova Üniversitesi.”

Üniversitelerin yanı sıra

ankete Aydın Doğan Mesleki

ve Teknik Anadolu Lisesi

gazetecilik bölümünden

mezun bir kişi de katıldı.

“Mezun olduktan ne kadar

sonra ilk iş deneyimini yaşadınız?”

sorusuna gelen cevaplara göre,

ankete katılanların yüzde 36,16’sı

1-5 ay sonra, yüzde 22,32’si

okurken, yüzde 18,30’u 1 yıl ve

daha fazla bir süre sonra ve yüzde

15,18’i ise 6-11 ay sonra çalışmaya

başladıklarını ifade ediyor.

Aynı soruya gelen cevaplardan

biri ise hala işsiz olanlar. Bu kişiler

ankete katılanların yüzde 7,14’ünü

oluşturuyor. Ayrıca yüzde 0,89

oranında ise bu soruya katılımın

sağlanmadığı da görülüyor.

Ankette yer alan bu sorunun

“Diğer” olarak belirtilen açık uçlu

kısmına ise gelen iki yanıt şöyle:

“İş bulamadığım için okulu

uzattım. Kendi alanımda iş

bulduktan sonra mezun oldum.”

“Üniversite yıllarımdan itibaren

kendi içerik platformlarımı

kurdum. Mezun olduktan

sonra da şirket kurdum.”

235 KİŞİDEN 99’U İLK DENEYİMİNİ

BASIN DIŞINDA YAŞAMIŞ

Ankete katılan 235 kişiden

130’unun ilk iş deneyimleri basın

27


2019 / Sayı 3

28

alanında olurken, 99 kişi ise

ilk iş deneyimini alan dışında

yaşadığını belirtiyor. Aynı soruya

1 kişi çekimser kalırken, 5 kişinin

ise yanıt vermediği görülüyor.

MEZUN OLDUKTAN SONRA

BASIN ALANINDA

ÇALIŞMAYANLARIN SAYISI

Gazetecilik bölümünden mezun

olduktan sonra mutlaka bir kere

de olsa basın alanında çalışanların

sayısı 141 olurken, basın alanında

hiç çalışmayanların sayısı

ise 89 olarak verilere

yansıyor. 5 kişi ise soruyu

cevaplamamayı tercih ediyor.

Bir önceki soruya hayır

diyenlere “Mezun olduktan

sonra ilk olarak hangi iş

kolunda çalıştınız?” sorusunu

yönelttik. Yanıtlar şöyle:

Ankete katılanlara son

olarak sorulan soru ise “Şu

an çalıştığınız iş kolunu ve iş

tanımınızı yazar mısınız?” Oldu.

Bu soruya ise şu cevaplar geldi:

İstanbul Üniversitesi İletişim

Fakültesi Gazetecilik Bölümü

mezunu Ozan Ünlü ve Galatasaray

Üniversitesi İletişim Fakültesi

Gazetecilik Bölümü mezunu

Bahar Ünlü mesleği neden

yapamadıklarını 24 Saat’e anlattı.

“BAŞVURU SONRASI GELECEK

TELEFON BİR TÜRLÜ ÇALMIYOR”

Ozan Ünlü, basın alanında iş

arayışlarını sürdürdükten sonra

umudunu yitirip pazarlama

sektöründe çalışmaya başlamış.

Son sınıftayken gelecek

kaygısının artığını belirten Ünlü,

“Mezun olduktan sonra

derinleşen ve hem maddi hem de

manevi olarak çöküntüye sebep

olan 6 aylık bir süreç yaşadım.

Sektörden umudumu okulun son

senesi yitirmeye başladım” diyor.

Ozan Ünlü, iş arama sürecinde

yaşadığı en yıpratıcı durumu

“başvuru sonrası gelecek olan

telefonun bir türlü çalmaması”

olarak belirtiyor ve şöyle

anlatıyor yaşadıklarını:

“O süreçte psikolojik olarak

yıpranma yaşadım. Kendimi

değersiz hissettim gerçekten

zorlu bir süreçti. Yaklaşık olarak

mezun olduktan sonra 7 ay

kadar bir süreçte iş aramakla

geçti. Başvurularımın sonuçsuz

kalması nedeniyle artık ne olursa

olsun bir yerden başlamalıyım,

diyerek sektör dışında çalışma

kararı verdim. Okurken de

aynı zamanda yarı zamanlı

çalıştığım bir sektör olan

elektrik sektöründe kurumsal

bir yapıda iyi bir pozisyona

kabul edilmem sonucunda

basın sektöründeki kariyerim

başlamadan son buldu. 212’nin bile

yapılmadığı, basın emekçilerinin

büro çalışanı olarak gösterilip

özlük haklarının gasp edildiği,

merdiven altı editörlüğünden

ziyade özlük haklarına sahip

çıkan ve sosyal haklarının

genişlediği bir basın yapısında,

emeğini bilgisini becerisini

ortaya koyan basın emekçilerinin

daha iyi maaş koşullarında

çalıştığı, cezaevi, işsizlik ve

gelecek kaygısı çekmediği

bir ortamda basın emekçisi

olarak yer almak isterim.”

“MEZUN OLDUKTAN SONRA

KAYGIM DAHA DA ARTTI”

Galatasaray Üniversitesi

İletişim Fakültesi’nden bu yıl

mezun olan Bahar Ünlü ise,

okula başlamadan önce de iş

bulamama kaygısını yaşadığını

belirterek, “Beni kamçılayan

bir çeşit idealistlikti. Kendimi

geliştirebilirsem ve daha

kalifiye olursam daha kolay iş

bulabileceğimi düşünüyordum.

Fakat okurken hem ana akımda

hem de alternatif basında

edindiğim kısa deneyimlerimde

dahi durumun böyle işlemediğini

üzülerek anladım. Mezun olduktan

sonra kaygım daha da arttı” diyor.

Gazetecilikte iş bulma ve

aramanın daha çok “ağızdan

ağıza” ve “tanınma-bilinme”

yoluyla olduğunu dile getiren

Bahar Ünlü, şunları söylüyor:


2019 / Sayı 3

“Ana akımda çalışmak

birçoğumuz için bir seçenek

olmaktan çıktı. Bu da bizi internet

medyasına ve yabancı basına

mecbur bırakıyor.Bu anlamda

ileride iş bulabilmek için daha

okurken bir yerlerden başlamak,

az çok çevre edinmek, yazılarını

yayımlatmak, staj yapmak, sosyal

medyayı etkin kullanmak gibi

birtakım avantajlar edinmeye

çalıştım. Bence işe alımın en

önemli aşamalarından biri bu, bu

en önemli yöntemim diyebilirim.

Yeni bir mezun olarak da Linkedin

gibi platformlarda hesap açtım,

internete verilen iş ilanlarını

takip ediyorum. Bunun dışında

yabancı sermayeli girişimleri

takip etmeye çalışıyor, bir şekilde

tanışıklık kurduğum gazetecilere

durumumu bildiriyorum.”

“ALANIMA YAKIN SEKTÖRLERDE

ÇALIŞABİLİRİM”

Bahar Ünlü, başka sektörlerde

de çalışmayı düşündüğünü ifade

ederek, sözlerini şöyle bitiriyor:

“Ana hedefimi gazetecilik

olarak tutarak özellikle pazarlama,

reklamcılık, halkla ilişkiler,

sosyal medya direktörlüğü

vb gibi alanıma yakın diğer

yeni medya sektörlerinde de

çalışabilirim. Burada en önemli

etken gazetecilik sektöründeki

işsizlik, çok düşük ücretli,

sigortasız ve mesaisi çok uzun ve

belirsiz işler. Gazetecilik tabii ki

doğası gereği her zaman mesaide

bulunmak gereken bir iş fakat

burada asıl bahsettiğim işverenin

ve kurumların çalışanların iyiliği

için mesai saatlerini ve emeğinin

karşılığını iyi planlamaması.

29


2019 / Sayı 3

30

Lozan’dan önce Paris’te bir gece

Lozan Barış Antlaşması’nın 96. Yıldönümü…

Hasan Safa Tekeli / Ankara 24 Temmuz 2019

İsmet Paşa’nın, Lozan

Barış Konferansı’nda

uygulayacağı taktik,

Fransızlarla bir akşam

yemeğinde ortaya çıktı. Bu

taktik, Türk tezlerini tavizsiz

bir biçimde ısrarla savunmak

suretiyle “konferansı

yıpratmaya” dayanıyordu ve

başarıyla sonuçlanacaktı

TBMM Hükümeti Başdelegesi,

Dışişleri Bakanı İsmet (İnönü)

Paşa’nın, “Türkiye Cumhuriyeti’nin

tapu senedi” olarak da

tanımlanan Lozan Barış

Antlaşması’nda uygulayacağı

taktik, Fransız diplomatlarla

Paris’te bir akşam yemeğinde

belirmişti.

Bu taktik, Türk tezlerini tavizsiz

bir biçimde ısrarla savunmak

suretiyle “Konferansı yıpratmak”

esasına dayanıyordu ve İsmet

Paşa’nın güttüğü strateji sayesinde

başarı elde edilecekti. İsviçre’nin

Lozan kentinde, 20 Kasım 1922’de

törenle açılan ve 21 Kasım’da ilk

oturumu yapılan Lozan Barış

Konferansı’nın, aslında 13 Kasım’da

toplanacağı duyurulmuştu.

Türk heyeti 11 Kasım’da Lozan’a

ulaştığında, konferansın haber

verilmeksizin, İngiltere’de

seçimler yapılacağı gerekçe

gösterilerek bir hafta ertelendiği

sürpriziyle karşılaştı.

Daha başlangıçta böyle bir

sorun çıkarılmasına; İsmet Paşa

tepki göstererek, müttefiklere nota

verdi ve basın toplantısı

düzenleyerek, bu tutumu

protesto etti.

PARİS’E GİDİLİYOR

Aynı günün akşamı, İsmet

Paşa’yı ziyaret eden Fransız

Büyükelçi, Hükümetinin

görüşmeler yapmak amacıyla

kendisini Paris’e davet ettiğini

bildirir. Ertesi gün Paris’te

Başbakan Poincaré ile görüşen

İsmet Paşa, barış konusunda

kararlı olunması, İstanbul’dan ve

Boğazlardan çıkılması ve sınırlar

gibi konularda olumlu cevaplar

alır. Poincaré, Musul konusunda

ise İngiltere ile konuşulmasını

söyler. Fransa Başbakanı’nın bu

olumlu tutumu, kapitülasyonlar

söz konusu edilince değişir. İsmet

Paşa’nın, ısrarla “Kapitülasyonların

kaldırılacağını söyleyeceğiz, bu

bizim için çok önemli” sözlerine

karşılık Poincaré’nin ağzından,


2019 / Sayı 3

“bunun için barış geri bırakılmaz,

bir geçici hâl çaresi buluruz”dan

başka söz çıkmaz. Bu görüşmenin

akşamı ise 1921’de Fransa ile

Ankara Hükümeti arasında

yapılan Ankara Antlaşması’nı

imzalayan Franklin Bouillon

ile Savunma Bakanı Painlevé,

İsmet Paşa’yı yemeğe davet

ederler. İsmet Paşa, yemekte

kaygılıdır ve muhataplarına

bunu, “Her konu çözülse, yalnız

kapitülasyonlar sorunu askıda

kalsa, barış olmayacaktır”

diye açıklar ve endişelerinde

haklı çıkarsa konferansı kesip

Türkiye’ye döneceğini kaydeder.

KONFERANSI YIPRATIN

Fransız bakanlar, İsmet Paşa’yı

yatıştırmak isterler. Konferansı

kesintiye uğratmak yerine,

mutlaka zaman kazanılması

önerisinde bulunan Franklin

Bouillon ise görüşünü şöyle dile

getirir: “Anadolu’yu bilmiyorlar.

Yaptığınız işi her yerde olan bir

askerî ayaklanma gibi görüyorlar.

Türklerin de büyük davalar

peşinde, düşüncelerinde ciddi

ve samimi oldukları hakkında

fikirleri yoktur. Kendinizi

mutlaka tanıtmanız gereklidir.

Konferansta uğraşa uğraşa,

yıprata yıprata bütün bu gerçekleri

onlara anlatacaksınız.” İsmet

Paşa’nın “nasıl anlayacaklar”

sorusu üzerine Franklin Bouillon,

“Merak etme, anlarlar” der ve

önerisini tekrarlar: “Konferansı

yıpratın.” (Usez la Conférance!)

İSMET İNÖNÜ’NÜN STRATEJİSİ

ŞEKİLLENİYOR

Babasının “Hatıralar”ına

dayanarak, gözden kaçan bu

önemli konuyu aktaran Erdal

İnönü, “Fikirler ve Eylemler”

adlı kitabında, babasının

deneyimleriyle birleşince

konferansta işleyeceği taktiğin

ortaya çıktığını kaydediyor. Erdal

İnönü, bu taktiğin uygulanışını

şöyle açıklıyor: “Her sorunu

görüşürken haklı isteklerimizi

açıklıkla belirtmek, tam anlamında

eşitlik aradığımızı her fırsatta

dile getirmek, beklentilerimize

uygun olmayan hiçbir öneriyi

kabul etmeden, müzakereleri

uzatacak yollar bulmak. Öte

yandan, bu taktiği başarıyla

uygulamanın kolay olmadığı,

büyük bir irade, soğukkanlılık

ve sabır istediği açıktır.”

KONFERANS İYİ BAŞLAMIYOR

İsviçre’nin Lozan kentinde, 20

Kasım 1922’de törenle açılan ve

21 Kasım’da ilk oturumu yapılan

Lozan Barış Konferansı hiç de

iyi başlamamıştı. Müttefikler,

daha konferans açılır açılmaz,

İstanbul’daki işgal masrafları için

30 milyon altın lira istemeye varan

isteklerde bile bulunmuşlardı.

Konferansın belli başlı sorunlarını,

“Arazi sorunları, Boğazlar,

Kapitülasyonlar, Azınlıklar,

Düyunu Umumiye, Irak sınırı”

oluşturmuştu. Lozan’dan “ilk kötü

haber”, İsmet Paşa’nın Musul

sorunu konusunda gönderdiği

telgraflarla geldi. Konferansta,

İngiltere Dışişleri Bakanı Lord

Curzon, sorunu erteleme ve

Cemiyeti Akvam’a götürme

yönünde bir siyasi taktik izliyor;

İsmet Paşa, “Musul’un dün, bugün

ve yarın Türkiye’nin olduğunu”

söylerken, Lord Curzon sorunun

“Milletler Cemiyeti”ne havalesini

istiyordu. İsmet Paşa’nın telgrafı

üzerine TBMM’de, 25 Ocak’ta bir

gizli celse yapıldı. Bu toplantıda

Başbakan Rauf Bey, görüşmede,

İngilizlerin Musul sorununun

sonraya bırakılmasını istediklerini,

Türk delegasyonunun buna

karşı çıktığını, o yüzden hayati

bir noktaya gelindiğini belirtti.

KONFERANS KESİNTİYE

UĞRUYOR

İtilaf devletleri (İngiltere,

Fransa, İtalya) temsilcileri,

komisyonlarda biriken ve o

zamana kadar çözülemeyen

sorunları içeren bir anlaşma

projesi hazırlamışlar ve şubat ayı

başında bunu baskı altında imza

ettirmeye girişmişlerdi. Bu baskı

karşısında İsmet Paşa, 4 Şubat

1923’teki toplantıda, konferansın

kesilme sorumluluğunu Lord

Curzon’a yükleyecek şekilde,

“Memleketime gittiğim zaman

söyleyeceğim, bütün dünyaya

ilan edeceğim. Lord Curzon barış

istemiyordu, müzakereleri keser

bir sonuca vardırmak için elinden

geleni yaptı…” diye konuşacaktı.

İkinci Cumhurbaşkanı İsmet

İnönü, bu “baskı”yı, Prof. Seha

31


2019 / Sayı 3

32

Meray’ın, “Lozan Barış Konferansı,

Tutanaklar Belgeler” adlı kitabına,

30 Eylül 1969’da yazdığı “Önsöz”de

şöyle anlatacaktı:

“Müttefikler, arzu ettikleri

muahedeyi (anlaşmayı) bize

kabul ettirmek için, yalnız

müzakerelerde hukuki

çekişmelerle kalmamışlar,

Şubat’ta büyük baskı ve gösteri ile,

Konferans’ı kesintiye uğratmağa

kadar, kararlı olarak gitmişlerdir.

Zannediyorlardı ki, bu kadar

şiddetli bir baskı karşısında,

hallolunamayan meselelerde

Türkler boyun eğeceklerdir.”

İnönü, bu baskı girişiminin

reddedilip, ayrılmanın göze

alındığının gösterildiğini belirterek,

şöyle davam ediyor:

“Daha Ankara’ya gelmeden,

daha İsviçre’de iken, ileri

vardıklarını ve Türklerin, hayati

gördükleri meseleleri her halde

elde etmek için, tehlikeleri göze

alabileceklerini, şiddete, zora baş

eğmeyeceklerini anlamışlardı…”

İsmet İnönü, kararlı tutumlarının

karşı tarafça anlaşıldığını,

Lord Curzon’un İsviçre’den

ayrıldığının ertesi günü gördüğünü

belirterek, aynı “Önsöz”de, şunları

kaydediyor:

“Konferansın kesilme yapmadığını,

erteleme yapmadığını söylemekle

Müttefikler acele ettiler; ve

ben, Ankara’ya gelinceye kadar

Lord Curzon’dan yolda dostane

mesajlar aldım. (…) Onun için

Reisicumhurumuza ve Hükümete

vaziyeti (…) anlatırken, ‘Sulh

ihtimali vardır, bunu elde edebiliriz’

kanaatimi söyleyebiliyordum.”

Lozan’daki barış görüşmeleri

4 Şubat 1923’te kesilince, Türk

delegasyonu geri döndü. TBMM’de

1923’ün Mart ayı başlarında

yapılan gizli görüşmeler

sonucunda, 129 milletvekilinin

önergesiyle “Lozan konusunda

hükümetin tam yetkili kılınması,

güvenoyu verilmesi” istendi.

190 üyenin katıldığı oylamada

önerge 170 oyla benimsendi.

Konferansın 23 Nisan 1923’te

ikinci bölümünün başlamasından

sonra da Lozan Barış Antlaşması,

24 Temmuz 1923’te imzalandı.


2019 / Sayı 3

Gazeteciler Cemiyeti

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

www.media4democracy.org

www.gazetecilercemiyeti.org.tr

www.24saatgazetesi.com

33

facebook.com/media4democracy

twitter.com/democracy4media

nstagram.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı

media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da

haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!