Şuyap Dergi son
Şanlıurfa yazarlar platformu
Şanlıurfa yazarlar platformu
- No tags were found...
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
HASRETİN VE
UMUDUN
YÜREK İŞÇİSİ
1. Sayı Mayıs 2020
ŞUYAP
AHMED ARİF
Neşet Bozkurt
Osman Tatlı
Neşet Bozkurt
H. Orhan Aslan
Şahnur Yavuz
Celal Can
Deniz Tavus
Şükran Pınarcan
Mehmet Acıoğlu
M.kürşat Ateş
Hülya Alptekin
Berivan Çevik Yavuztürk
Makbule Ateş
Şahin Doğan
Mustafa Tosun
Seyit Ahmet Uzun
Imam Bakır
Emrah Çiftçi
Halil Manuş
Salih Mir Ataca
Feridun Eren
Gülsüm Ayışığı
Sadun Ak
ŞUYAP KÜLTÜR EDEBİYAT DERGİSİ-2020
Ücretsiz e- dergi
ŞUYAP Kültür ve Edebiyat dergisi bir
Şanlıurfa Yazarlar Platformu hizmetidir.
* Dergide yayınlanan yazılar yazarının
sorumluluğundadır. Şuyap yayınlanan
yazılardan sorumlu değildir ve yazıların
Şuyap ile bir bağlantısı bulunmamaktadır.
* Dergide bulunun yazılardan alıntılarda
kaynakça belirtilmelidir.
*Şuyap Edebiyat ücretsiz e-dergidir. Her
platformda paylaşılabir.
*Dergide yayınlanan yazılara telif ödenmemektedir.
Dergimizin çalışması
gönüllülük esasına dayanmakatadır.
*Dergimize yollanan yazılar için ayrıca
bir sözleşme yapılmamaktadır. Yazıların
mail yoluyla gönderilmesi, yazının yayınlanması
için yeterli görülmektedir.
İmtiyaz Sahibi : Şanlıurfa yazarlar platformu
Tasarım : Moment Art
* Şuyap kültür ve edebiyat dergisi siyasi
bir dergi değildir ve siyasi yazılar kabul
etmemektedir.
*ŞUYAP’ta yayınlanan yazıların, yazarın
gönderdiği mail yoluyla yazara ait olduğu
kabul edilmektedir dolayısıyla 3. şahıslar
tarafından hak idda edilmesinden dergimiz
sorumlu değildir.
*Yazıların dil-gramer hatalarından yazarı
sorumludur ayrıca bir editöryel çalışma
yapılmamakrtadır.
* Yazılarınızı suyapdergi@gmail.com
sanliurfayazarlarplatformu@gmail.com
mail adreslerine göndereblirsiniz. Gönderilen
yazılara isim-soyisim ve iletişim bilgileri
eklenmelidir. İsimsiz yazılar ve word
dışı başka dosya halinde yollanan yazılar
dikkate alınmamaktadır.
Şanlıurfa Yazarlar Platformu olarak e-dergimiz ŞUYAP edebiyat ve kültür dergisinin birinci
sayısının heyecanını ve gururunu sizinle paylaşıyoruz. Heyecanlıyız, çünkü edebiyat atlasına
yeni bir yaprak düşürmenin ve gül olma yolunda bir adım attığımızdandır; gururluyuz, çünkü
edebiyat adına yeni bir şeyler yapma adına verdiğimiz bir sözü daha yerine getirmemizdendir.
Bu heyecanı ve gururumuzu alabildiğine ileriye taşımanın umudu ve iyimserliğini yaşıyoruz
ve yaşatmak istiyoruz.
Şanlurfa Yazarlar Platformu kurulduğu Kasım 2019 tarihinden bu yana yerel ve ulusal
alanda edebiyat ve kültür çalışmalarına ara vermeden devam ediyor. Düşünce işçisi olarak
tanımladığımız değerli yazarların kalplerinden ve düşüncelerinden kağıda damla damla işleyen
satırlarını okuyucu ile buluşturma inancımız ve çabamızın ilki “Kitap Tahlili” çalışmamızdı.
Amacımız okuyucu ve yazarı bir araya getirerek paylaşım ortamı oluşturmaktı. Okuyucu ve
yazar arasındaki duvarları yıkararak iç içe bir edebiyat ve kültür ortamı hedefimizdi. Bu yolda
değerli yazarlarımız okudukları, beğendikleri ve önemsedikleri kitapları okuyucularıyla
paylaştı. Okuyucu böylece bir yazarın bir kitabı nasıl tahlil ettiğini görme ve duyma şansını
yakaladı…
Yine dile getirdiğimiz ve bugün okuma imkanı bulduğunuz e-dergi çalışmamıza imza attık.
Her ne kadar platform ismimiz yerel olarak görünse de çalışmalarımız ulusaldır. E-dergimize
çoğrafımızın farklı bölgelerinden yazarları da konuk ettik. Böylece e-dergimizin renklerine
renk katmaya çalıştık. Edebiyatta sınır olmaz anlayışıyla e-dergimize sınırlar koymadık.
Okuyucularımız farklı duygu ve düşüncelerle tanışmayı umduk. Bu anlayışla yolumuza devam
edeceğiz.
E-dergimiz okuyan, sorgulayan ve kalemle kağıta nakış işleyen herkese sayfaları açıktır.
Her yazar bir okuyucu, her okuyucu bir yazardır anlayışıyla herkesie e-dergimizin sayfalarında
görmek isteriz.
Biz edebiyata aşığız ve aşıklar ayrım gözetmez, ön yargılara, bencilliğe, grupçuluğa kendini
hapis etmez. Aşıklar insana insan olmanın gereği olarak saygı ve sevgi ile yaklaşır, kucaklar.
Biz de buradan herkesi kucaklıyoruz ve sevginin kalbimizi süslemesiyle benciliğimizin eseri
olan egolarımızı, ön yargılarımızı, ben merkezli anlayışları üzerimizden sıyırıp atıyoruz.
Dünyanın ve ülkemizin Koronavirüs nedeniyle yaşadığı kötü günleri bir an önce geride
bırakmasını diliyoruz. Kendimizin ve sevdiklerimizin geleceği adına yapılması gerekenlere
uyulmasını temenni ediyoruz.
Bugünümüz, yarınımız edebiyat olması dileğiyle
ŞUYAP adına
Osman Tatlı
Ahmed Arif
(D. 23 Nisan 1927, Diyarbakır - Ö. 2 Haziran 1991, Ankara)
Ahmed Arif, 23 Nisan
1927’de Diyarbakır’ın
Hançepek
semtindeki Yağcı
sokak 7 no’lu evde dünyaya geldi.
Asıl adı Ahmet Hamdi Önal’dır.
Diyarbakır Lisesi’nden mezun
oldu. Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe
Bölümünde okudu. 1940-1955
yılları arasında değişik dergilerde
yayınladığı şiirlerinde kullandığı
kendine has lirizmi ve hayal gücüyle
Türk edebiyatındaki yerini
aldı.
Şiirlerinin toplandığı tek kitabı
Hasretinden Prangalar Eskittim
1968’de yayımlandı. Türkiye’de en
çok basılan kitaplar listesindedir.
Ahmet Kaya, Cem Karaca gibi sanatçılarca
birçok şiiri bestelenmiştir.
Bir kitabı vardı ama, ömrünün elli
yılını adamıştı şiire. Hem şiire adamıştı,
hem halkına. “Ben
halkımın mazlum ve gariban bir
ozanıyım. Böyle olmak da yüce bir
onurdur,” diyordu. Yoksa başka türlü
nasıl açıklanabilir bunca yaygınlik,
bunca etkinlik kazanması? O tek kitap
ki, dünyada başka bir benzeri var
mıdır, bunca baskıya karşın her yıl en
az dört baskı yapsın, 25 yıla yakın bir
sürede
her yaştan, her kuşaktan okurun beğenisini
kazanıp okunsun.
Yalnız Türk edebiyatında değil, dünya
edebiyatı içinde de benzersiz bir olay
değil mi onun şiiri?
Refik Durbas, Yasemin ve Martı, Ist.,
1997
(Cumhuriyet, 3 Haziran 1991).
Şair Cemal Süreya, şöyle anlatıyor onun
şiirini: “Ahmed Arif dağları söylüyor.
Uyrukluk tanımayan yazsız dağları, asi
dağları. Uzun ve tek bir agıt gibidir onun
şiiri. Daha deniz görmemiş çocuklara
adanmıştır. Kurdun kuşun arasında,
yaban çiçekleri arasında söylenmiştir. Bir
hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta
bir yerde birden bire bir zafer şarkısına
dönüşecekmiş gibi bir umut, bir hırs,
keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek
çarpışan ve yaralıyken de arkadaşları için
tarih özeti taşıyan, buna felsefe ve inanç
katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın
şiiridir.”
Anadolu’nun şairi, halkın
şairi, umudun, hasretin şairi;
ne isterseniz onun şairidir
Ahmed Arif… O bütün
ömrünü sevgi için harcadı.
Sevdi, dayak yedi, savaştı,
işkencelerden, hapishanelerden
ve daha nicelerinden alnı ak
çıktı. Yaşadığı topraklara şiirleriyle birlikte
umudu da bıraktı… Hasretin şairini biz de
hasret yüklü şiirleriyle birlikte anıyoruz…
“Ahmet Arif’in şiirine umudun, inceliğin,
korkusuzluğun şiiri demişler. Eklemek gerek:
Bunlar, onurun, yalınlığın ve derinliğin
de şiiridir. Benzersiz bir şair…”
“Anlatılanlara göre, 1927 Nisan ayının 21.
gününde doğmuşum, Diyarbakır’da Yağcı
sokak 7 nolu evde. Yani, yazlık ve kışlık
odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle dönemin
tipik Diyarbakır evlerinden birinde. İlkokulu
Diyarbakır Siverek İlkokulu’nda okudum.
Ortaokulu da Urfa’da okudum. Liseyi ise yatılı
olarak Afyon Lisesi’nde. Bütün okul hayatımda
tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert,
en bilgili adamlar o lisedeydi, işte o yıllar. Yıl
1943 olmalı… Taş çatlasa 16–17 yaşındayım.
Durmadan şiir yazıyorum. Bir dergi, Seçme
Şiirler Demeti adıyla kuşe kâğıda basılıyor.
Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ
başında Ahmed Arif. Ben Neyzen Tevfik’in torunu
yaşındayım tabii o zaman hatta daha da
küçük. Bir de 10 lira geliyor bana dergiden,
telif hakkı. Düşünün babam bana ayda
5 lira gönderebiliyor. O yüzden 10
lira büyük paraydı o zaman için.”
diye anlatır yaşam öyküsünü
şair.
“TO BE OR NOT TO
BE” VE HİKAYESİ
Her anlamda keskin ve net
olan Ahmed Arif defalarca işkence
gördü, polis tarafından sürekli takip
edildi, başka karşıt guruplarca hedef
alındı. Öyle ki bir köşede onu kıstırıp
dövmesinler diye sürekli spor
yapıyordu. 1951-52’de iki kez tutuklanan
şair bu sebeple yükseköğrenimini
tamamlayamadı,işkenceler ve
baskılar altında sürekli dik durmaya
çalıştı ve bunu en iyi şekilde yerine
getirdi. Tarifsiz acılar görmesine rağmen
yine de “Acı çekmek de bir yerde
sevda gibidir, her kula nasip olmaz…”
diyordu. Hapiste tayın olarak herkesten
farklı olarak çeyrek ekmek verilen
Ahmed Arif, bu ekmeği bile yiyemeyecek
kadar hasta düşmüştü, sadece
su içen ve her mahkeme sabahı türlü
çirkinliklerle karşılaşan şair “Beni
her mahkeme sabahı anadan doğma
soyar, giysilerimi didik didik ederlerdi.”
sözleriyle durumun vahametini ve
bir milletin en yiğit evlatlarından birine
reva görülenleri bir kez daha gözler
önüne seriyordu. Yattığı Sansaryan
hapishanesinden sonra yollandığı
Harbiye’deki bir hapishane sonradan
şiirlerinde yer alacak ilginç bir özelliği
taşıyacaktır. İçeri girdikten sonra hücresinin
duvarında “To be or not to
be” ile birlikte aynı anlamı taşıyan on
dokuz farklı dilde yazıyla karşılaşmıştır.
Şair bu on dokuz satıra yirminci satırı
Türkçe olarak eklemek ister. Ve on
dokuz satırın altına bir toplama çizgisi
çektikten sonra çizginin altına “Ya herro
ya merro” yazar.
On dokuz farklı dili, on dokuz farklı
kalbi, işkence görmüş on dokuz bedeni
kendi bedeninde toplar ve daha sonra
“To be or not to be” değil. / “Cogito ergo
sum” hiç değil...” mısralarını “Unutamadığım”
şiiriyle tarihe not düşer.
(Meçhul Dergi)
YİRMİ YIL
BEKLEYEN ŞİİR
“Ben şiirleri çok bekletirim. Mesela
şimdi yirmi yıldır hiç dokunmadığım şiir
var. Öyle kalsın…
Damıtılsın… Bir yere takılmışımdır.
Oraya layık, oraya yakışan bir bölüm
oluncaya kadar beklesin.
Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan,
esnaf işi olmasın… Ben, buna çok
saygı duyarım.”
Maviye Maviye çalar gözlerin…
“Bu iki mısra var ya, belki bir on yıl
değil, daha fazla, çok daha fazla bekledi.”
Dayak atilip çöplükte ölüme terk
edildi 1943’de Van’da 32 kişinin ölümü
ve bir kişinin yaralanması ile sonuçlanan
Muğlalı Katliamı ile ilgili yazdığı
“Otuzüç Kurşun” şiiri sebebiyle Ahmed
Arif, defalarca sorgulanıyor, dövülüyor
ve sonunda bir çöplükte ölüme terk ediliyordu.
“İşte bu “Otuzüç Kurşun” şiiri yüzünden
geldiler götürdüler beni… Gece
sabaha kadar dövdüler. “Oku” dediler,
okumadım. … Dövdükten sonra o tellerden
aşağı attılar beni. Orada öylece kalmışım.
Sabah çöpçüler gelip buluyorlar.
Sokak köpekleri gelip gelip kokladılar
beni. Ödüm
koptu, ölü sanıp yiyecekler diye…”
“Ahmet Arif’in şiirine umudun, inceliğin,
korkusuzluğun şiiri demişler. Eklemek
gerek: Bunlar, onurun, yalınlığın ve derinliğin
de şiiridir. Benzersiz bir şair…”
“Anlatılanlara göre, 1927 Nisan ayının
21. gününde doğmuşum, Diyarbakır’da
Yağcı sokak 7 nolu evde. Yani, yazlık ve
kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle
dönemin tipik Diyarbakır evlerinden
birinde. İlkokulu Diyarbakır Siverek İlkokulu’nda
okudum. Ortaokulu da Urfa’da
okudum. Liseyi ise yatılı olarak Afyon
Lisesi’nde. Bütün okul hayatımda tanıdığım
en yetenekli, en yiğit, en mert, en
bilgili adamlar o lisedeydi, işte o yıllar.
Yıl 1943 olmalı… Taş çatlasa 16–17 yaşındayım.
Durmadan şiir yazıyorum. Bir
dergi, Seçme Şiirler Demeti adıyla kuşe
kâğıda basılıyor. Bir sayfanın sol başında
Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif.
Ben Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım
tabii o zaman hatta daha da küçük. Bir de
10 lira geliyor bana dergiden, telif hakkı.
Düşünün babam bana ayda 5 lira gönderebiliyor.
O yüzden 10 lira büyük paraydı
o zaman için.” diye anlatır yaşam
öyküsünü şair. Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü
öğrencisiyken
1950’de Türk Ceza Yasası’nın 141.
maddesine aykırı davranmak suçlamasıyla
tutuklandı. 1952’de
gizli örgüt kurma iddiasıyla yine tutuklandı.
2 yıl hapse hüküm giydi. Cezaevi
günleri sona erince
Ankara’ya yerleşti. Ankara’daki gazeteler
ve dergilerde teknik işlerle uğraşarak
yaşamını kazandı.
Gazetecilikten emekliye ayrıldı.
1967’de Aynur Hanım ile evlenir ve
1972’de oğlu Filinta dünyaya gelir. Evladına
Filinta adını
koyması pek çok şeyi anlatır. Bir söyleşide
şöyle anlatır sevincini “Yaşamımda
en büyük sevinci
baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız
tam iki yıl oğlumun nüfus kağıdını
cebimde taşıdım.
Cebimdeki sanki dünyanın en zengin
cüzdanıydı. Oğlum olmuştu. Oğlum,
dünyanın en güzel
güvercini… Dünyanın en güçlü silahı.”
İlk şiiri “Millet” dergisinde yayınlandı.
Asıl sanatını ve kişiliğini 1948-1954
arasında Yeryüzü,
Beraber, Seçilmiş Hikayeler, Yeni
Ufuklar, Kaynak dergilerinde yayınlanan
şiirleriyle ortaya koydu.
Ardından uzun bir suskunluk dönemine
girdi.
AY KARANLIK
Maviye / Maviye çalar gözlerin,
Yangın mavisine / Rüzgarda asi,
Körsem / Senden gayrısına yoksam
Bozuksam / Can benim, düş benim,
Ellere nesi?
Suskun, hayın, çıyansı.
Dört yanım puşt zulası,
Dönerim dönerim çıkmaz.
En leylim gecede ölesim tutmuş
Etme gel,
Ay karanlık…
Hadi gel,
Ay karanlık…
İtten aç / Yılandan çıplak,
Vurgun ve belâ
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille / Sevmelerim,
Sevmelerim gibisi
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N’olur gel,
Ay karanlık…
Dört yanım puşt zulası,
Dost yüzlü,
Dost gülücüklü
Cıgaramdan yanar.
Alnım öperler,
HANİ KURŞUN SIKSAN
GEÇMEZ GECEDEN
Yiğit harmanları, yığınıklar
Kurulmuş çetin dağlarında vatanların.
Dize getirilmiş haydutlar
Hayınlar amana gelmiş
Yetim hakkı sorulmuş
Hesap görülmüş
Demdir bu...
EN BÜYÜK AŞKI LEYLA ERBİL
“Sabah gözlerimi sana açarım,
akşam uykularımı senden
alırım. Nereye, ne yana dönsem
karşımda mutluluğun o harikulade
baş dönmesini bulurum.
Böyleyken gene de şükretmem
halime;
hergelelik, açgözlülük eder, seni
üzerim. Aklıma gelmez ki seni
usandırır, sana gına getiririm.
Sana dert, sana ağırlık sana
sıkıntı olurum, nemsin be? Sevgili,
dost, yâr, arkadaş… Hepsi.
En çok da en
ilk de Leylâ’sın bana. Bir umudum,
dünya gözüm, dikili ağacımsın.
Uçan kuşum, akan
suyumsun.
Seni anlatabilmek seni. Ben
cehennem çarklarından kurtuldum.
Üşüyorum kapama gözlerini…”
Terketmedi sevdan beni,
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça...
Ve ellerim, kelepçede,
Tütünsüz uykusuz kaldım,
Terketmedi sevdan beni...
“Özlemektir seni, geberesiye.
Ses etmektir, haykırmak
‘Leyla!’ bir tenha saatte
geceler yarı. Ömrümüz
çelimsiz, kısa. Çabamız
korkunç ama. Ayaklarımızı
bastığımız toprağın, kokladığımız
havanın, şunun
bunun en ibne, en akla
gelmez derdini dert edinmek.
Kendimizi duymaya,
yaşamaya yönelmek bile
yasak.”
… bilir miydin, bütün Siverek
kirvemdir benim. Ve bütün
memleket üstüme titrer.
Ha desem, mebus seçerler
Ahmed Arif’in siirine, umudun, inceligin, korkusuzlugun siiri demisler. Ekleyecegim:
Onun siiri,
onurun ve alçakgönüllülügün, derinligin ve yalinligin bile siiridir. Bu özellikler
sonradan edinilme
degil, dogulunun geleneksel özellikleridir. Akil ve yürek bir olmustur. Hayat, en
aci, en umutlu
deneylerini sermistir. O yirmi siir yazilmistir.
Gülten Akin, Şiir Üzerine Notlar, Ist., 1996, s. 56
Anadolunun yüreği yaralı
şairi, umudun, sevginin hasretin
ve toprakların şairi;
bir yerde kuş üzülse yüreği
oralı Ahmed Arif’in… Bütün
bir ömrü sevgi uğruna harcadı.
Dayak yedi, savaştı,
işkencelerden, hapishanelerden
ve daha nicelerinden
alnı ak çıktı ve yine de sevdi.
Anadolu topraklarına
yağmur kadar şifalı şiirler
bıraktı… “Terketmedi Sevdan
Beni” dedi ve sevdasından
hiç vazgeçmedi hasretin
şairi… Bizde ona hasret ile
hep birlikte anıyoruz hasret
yüklü şiirleriyle. Ahmed
Arif’in şiirleri yaşamın,
umudun, devrimin ve puşta
karşı dik durmanın şiirleridir.
Öyle ya ondan “Ahmet
Arif’in şiirine umudun, inceliğin,
korkusuzluğun şiiri
demişler.
Saygı, özlem ve rahmetle
anıyoruz...
Neşet Bozkurt
GÖBEKLİ
TEPE
UNESCO tarafından Dünya Geçici Kültürel
Miras Listesi’ne alınan Göbekli Tepe, tarih
öncesi dönemlere dair bildiklerimizi sorgulatıp
bizlere insanlığın geçmişi ile ilgili
yeni şeyler öğretirken ve merak duygumuzu
kamçılıyor.
UNESCO tarafından Dünya Geçici Kültürel
Miras Listesi’ne
alınan Göbekli Tepe,
tarih öncesi dönemlere
dair bildiklerimizi
sorgulatıp bizlere insanlığın
geçmişi ile
ilgili yeni şeyler öğretirken
ve merak duygumuzu
kamçılıyor.
Anadolu coğrafyası, jeopolitik konumu ve
sahip olduğu verimli topraklar münasebetiyle
tarihin her döneminde rağbet gören bir
yerleşim yeri oldu. İnsanlık ise mizacı gereği
geçmişten günümüze kadar sürekli tapınma
alanları inşa etti. Dünyada bilinen en eski
tapınağa ev sahipliği yapan Göbekli Tepe
ile uygarlığın ilk dönemleri yeniden
yazılıyor. Urfa’nın 22 kilometre kuzeydoğusundaki
Göbekli Tepe, İngiltere’de
bulunan Stonehenge’den 7
bin, Mısır piramitlerinden ise 7 bin
500 yıl daha eski. Tarihi günümüzden
11 bin 600 yıl öncesine dayanan
bu arkeolojik alan, kazıların başladığı
1995 yılından bu yana bilim insanlarının
uygarlığın kökeni üzerine
düşüncelerini temelden sarsmakla
birlikte doğru sandığımız birçok şeyi
sorgulamamıza neden oldu.
İNANÇLA GELEN YERLEŞİK DÜ-
ZEN
Şimdiye kadar keşfedilen en eski tapınak
yapılarına sahip olan Göbekli
Tepe, insanlığın tarım ve hayvancılığa
geçiş sürecindeki
en son aşamada
inşa edildi.
Bölgenin tarihinin
bu kadar eskiye
dayanmasından
hareketle, tarımın
uygarlığa yol açtığı
fikri geçerliliğini yitirmiş durumda.
Bugüne değin genel kanı, avcı-toplayıcıların
yerleşik düzene geçmesinin
ardından yetiştirilen ürünlerin fazlalığı
sonucunda karmaşık toplumların
kurulduğu yönündeydi. Göbekli
Tepe bu yaygın kanıyı tartışmaya
açtı. 1995’ten itibaren 19 yıl sürüyle
kazının başkanlığını yapan Arkeolog Prof.
Klaus Schmidt, insanın kronolojik akışının
Göbekli Tepe ile birlikte tarihe kavuştuğunu
ileri sürmüştü. Schmidt’e göre
yapıları inşa etmek için gerekli iş gücü,
çalışanlara yiyecek, içecek sağlama yolu
olarak tarımın gelişmesine yol açmıştı.
Kalabalık toplulukların ibadet merkezine
yakın olma arzusu ve çevrede bu toplulukların
ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde
yeterince kaynak bulunmaması,
insanları tarım yapmaya
itmişti. Göbekli Tepe’de ortaya
çıkarılan yapı kompleksinde,
çatıya dair bir ize
rastlanmadı ve bu yapıların
birer açık hava tapınağı
olduğu kabul gördü.
SANATIN İLK ADIMLARI
Göbekli Tepe, tarımın başlangıcından
ve hatta çanak-çömleğin icadından bile
daha eski bir geçmişe sahip. Diğer yandan
insanı simgeleyen T biçimli taşların
üzerini süsleyen hayvan figürlerinde sanat
denilebilecek bir üslup söz konusu.
Taşlar üzerinde akrep, tilki, boğa, yılan,
yaban domuzu, aslan, turna ve yaban
ördeği figürleri yer almakta. Bilhassa
aslan figürleri Neolitik Dönem’de aslanların
Anadolu’da yaşadığını kanıtlıyor.
Bazı araştırmacılara göre bu hayvan figürleri,
tapınağı ziyaret eden kabileleri
simgeliyor. Göbekli Tepe’deki buluntular,
kalabalık grupları bir araya getirmedeki
organizasyon becerisini ve sanat becerilerinin
gelişkinliğini bize anlatıyor. Ayrıca
bulunan sembollerin -küçük ölçekli
de olsa- benzerleri Kuzey Irak ve Suriye’ye
kadar yayılan bir bölge de mevcut.
Buradan yola çıkarak Göbekli Tepe’nin
Neolitik Dönem’de kültürel etkileşim
merkezi olduğu ileri sürülüyor. Tapınak
zeminlerinin sıvıyı geçirmeyecek şekilde
inşa edilmiş olması, törenlerde sıvı maddelerin
kullanıldığına işaret ediyor.
Konumu itibarıyla pek çok
yeri görebilen ve pek çok yerden
de görülebilen Göbekli
Tepe, MÖ 8 bin dolaylarına
kadar kült merkez
olarak kullanılmış. Sonrasında
üzerinin toprakla kapatılarak
tarih sahnesinden
silinmesi ise bugün bile Göbekli
Tepe için “Peki neden?” sorusunu güçlü
biçimde sormamızı gerektiriyor.
GÖBEKLİTEPE SIRA DIŞI BİR YER
Nabi Avcı (eski Kültür ve Turizm Bakanı)
Göbekli Tepe arkeoloji dünyasında
devrim niteliğinde bir buluş. Kazılarda
ortaya çıkan eserlerin nasıl üretildikleri
tartışılıyor. İnanç merkezi olduğu konusu,
bilim dünyasının en gözde senaryosu.
Fakat Göbekli Tepe’nin henüz nasıl bir
işleme sahip olduğu, ne için oluşturulduğu
konusunda kesin bilgi yok. Cazibesi
de buradan geliyor. Burası, bildiklerimi-
zin dışında bir alan. Bu, Türkiye’nin kültürel
etkinlikleri açısından da çarpıcı bir
örnek.
T ŞEKLİNDE DİKİLİTAŞ
Tapınağın simgesi
Göbekli Tepe’deki T biçimli dikilitaşların
boyu 5 metreye, ağırlıkları ise 16 tona ulaşıyor.
KELAYNAK
Son Kuşlar
Sadece Türkiye’de (Birecik – Urfa) ve
Fas’ta yaşayan kelaynakların yeryüzündeki
sayısı yaklaşık 500 bireydir.
NE YENİR?
Lokanta yönünden geniş bir yelpazeye
olan sahip Urfa’da, kebap ve içli köftenin
yanı sıra borani, bostana ve humus gibi
yerel yemekleri deneyebilir; “mırra” denilen
kahveyi yudumlayabilirsiniz.
NE ALINIR?
Urfa şehir merkezinde ve ören yeri yakınlarındaki
seyyar tezgâhlarda Göbekli
Tepe’den esinlenilerek üretilmiş hediyelik
eşyalar ve dekoratif objeler satılıyor.
Ayrıca Şanlıurfa Halk Eğitim Merkezi ve
Göbekli Tepe Taş İşçiliği Atölyesinde geçmişin
incelikli zanaatları öğretiliyor.
KAÇIRMAYIN
Göbekli Tepe’nin en üst noktasındaki
dilek ağacının bulunduğu alan ziyaretçiler
tarafından sıklıkla ziyaret
ediliyor. Ayrıca Örencik köyündeki
Göbekli Tepe Örenyeri Müzesi her
gün ziyarete açık, Sonra Urfa’ya gidilip
Balıklı Göl, Halil-ür Rahman
Camii, Şanlıurfa Müzesi ve Hz. Eyüp
Mağarası’nı ziyaret etmek elinizde.
NASIL GİDİLİR?
Türk Hava Yolları, her gün Ankara,
İstanbul ve İzmir’den Şanlıurfa’ya
karşılıklı seferler düzenliyor. Göbekli
Tepe, havalimanına indikten sonra
yaklaşık yarım saat içinde otomobil
ile rahatça ulaşabileceğiniz bir mesafede
bulunuyor.
İmam Bakır Asoğlu
BARAN’NIN
ÖYKÜSÜ
Barandı adı
Burkulmuştu yüreği
İfade yoksunu
Laldı sanki
Bir yakarış vaktiydi anlaşılan
12 yasında Barandı adı.
Tiksinerek hepimizin baktığı ve sahiplenmediğimiz
namı değer sokak çocuğuydu.
Hayatını çöplerden topladıklarıyla idame ettiriyordu.
Bu da yetmezmiş gibi yeni yetmelere
haraç için kavga ederken buldum onu. Kısa
bir şaşkınlıktan sonra onu o sokak yetmelerinin
elinden alabildim ancak. Yara bere ve kir
pas içindeydi baran.
Oğlum hayırdır.
Niye kavga ediyorsun.
Hayır amca kavga etmiyorum amca. Ekmeğimi
korumaya çalışıyorum dedi baran.
Bu küçük barandan kocaman adamların edemeyeceği
türden bir cümle duymuştum. Ekmeğimi
emeğimi korumaya çalışıyorum dedi
küçük ama kocaman yürekli baran.
Tamam oğlum anladım ama niye bu işi
yapıyorsun dedim barana.
Amca dedi. Evde madde bağımlısı bir abim,
yatalak bir annem ve küçük kardeşim var.
Peki baran ya baban. O ne iş yapar yokmu.
Yoksa öldü mü ?
Ağladı garibim. Keşke ölseydi.
Bizi terk etti.
Nereye gitti dedim barana.
Bilmiyorum amca dedi.
Peki bugün bir şey kazandın
mı baran.
Yok amca rahat vermiyorlar
ki .
Peki baranım bugün
çalışmazsan olmaz mı ?
Yok amca çalışmazsam aç
kalırız.
Peki ben versem bugünlük
kazancını.
Amca sen bugün verdin
yarın ne yapacağız biz.
Çalışmak zorundayım ben
amca .
Olsun ama bugün ben çalıştığını
farz ediyorum. Hadi gel
bakalım gidelim.
Nereye dedi baran.
Tabiki evine.
Neredeki evin. Tarif etti
baran evini. Hem gidiyor
hem de yolda konuşuyoruz.
Niye okumuyorsun dedim.
Zaman mı var dedi baran.
Sanki büyümüşte küçülmüş
garibim. Bir o kadarda ürkek ve saygıda
kusur etmemeye çalışıyor. Uzun utangaç yüzünü peçesiyle kapatıp
öcü görmüş gibi bakıyor. Annesi
bir yürüyüşten sonra baranların evine kucağında çocuğuyla ve mahcubiyetle
ara sıra cevap veriyordu.
varmıştık.
Ve baranın evine girmeden ilk cümlesi;
Amca dikkat et abim sana zarar yüklediği sorumlulukla sadece kas-
Ama baran maşallah hayatın ona
verebilir ve önüme geçti baran koruma ların değil beynini de geliştirmişti.
amaçlı. Nasılda her şeyi düşünüyor bu Her şeye bilgece cevaplar veriyordu.
kocaman yürek diye kendi kendime Elimizde aldığımız erzağı baranın
düşündüm. Kendi olmayan insanlığıma gösterdiği yere bıraktık. Sonrada
mı baranın bu insan üstü çabasına utanayım
ya da üzüleyim. Ne yarana
da yola kadar eşlik et-
müsaade istedik ev halkından. Bapacağımı
şaşırmış vaziyette.
Evin içine geçtik.
kocaman yürek tabiki
mesini rica ettim. Baran
Kışın ortasında yıkık
amca dedi. Dışarı çıktıktan
sonra barana
harabe bir ev ki merkezin
varoş dediğimiz bir
saçlarında uzamış
mahallesinin sonundaki
dedim.
evlerden biriydi. İçeri girmek
bile büyük bir uğraş ge-
makine var. Abimin durumu
Evet amca dedi. Evde
rektiren türden. Baran ısınmak adına malum. Annem yapabildiği kadar
ne bulmuşsa soğuktan ve tehlikelerden
korunma amaçlı yığmış etrafına.
yapıyor işte.
O anda hadi berbere gidelim dedim
barana .
Merkez diyebileceğimiz bir yerde bu
sefalet akıl alır gibi değildi. Sosyal yardım
alıyor musunuz diye sordum.
Amca çok sağol da kim beni bu
kıyafetle içeri alır.
Yok amca bizi dikkate alan mı var ki
Benim misafirimsin dedim. Benim
versinler. Müracaatınız oldu mu peki.
berber alır dedim. Tamam amca sen
Evet birkaç kez sadece 2 yada 3 kez
bilirsin gibisinden ses çıkarmadı.
gıda yardım paketi geldi. Hepsi o kadar.
Nihayet uzun bir yürüyüşten sonra
baranla bizim berbere gelmiştik.
Berbere minik ama Biz baranla sohbet ederken. Abisi
kocaman
yürekli arkadaşım baranı tanıştırdım.
Ve biz traş olmaya geldik dedim. Berberde
garip bir şeyler var gibi hayret
heyret bakarak tamam abi hoş geldiniz
dedi. Baranda ürkek bir o kadarda
merakla etrafına bakınıyordu. Belki
ilk kez bir berber koltuğuna oturacaktı.
Nihayet baran bir güzel traş olmuştu.
Bende olmaya çalıştım. Sırf barana
eşlik olsun diye. Baran mutluydu. Hatta
gülümseyerek traşlı haliyle aynaya bile
çaktırmadan gülümsüyordu. Berbere
baran bundan sonra istediği zaman gelsin
traş olsun hep davetlimdir dedim.
Berberde tamam abim dedi. Dışarı çıktık
Baranla. Akşam olmuştu.
Yemeğe ne dersin barancığım dedim.
Amca bizimkiler evde. Onlar bu
durumdayken boğazımdan geçmez ki
dedi.
Bir kere daha baran boyundan büyük
bir laf etmişti. Yine derinden yaralamıştı.
Onları da davet ederiz dedim.
Nasıl amca dedi baran.
O halde mi ?
Mümkün değil. Hem gelemezler ki.
Yok evlat onlara da götürürüz.
Nasıl amca dedi baran.
Paket yaparız olmaz mı ?
Baran sen bilirsin gibisinden
sessizce boynunu büktü.
Paketlerimiz yaptık. Baranla
yolda yürüye yürüye evlerinin
kapısına kadar gittik. Paketlerimizde
bıraktıktan sonra. Baran
yine büyük adam edesıyla bana
yolu tarif etti ve sokağın başına
kadar uğurladı. Ayrılırken
barana yerimi biliyorsun bir
sorun oldu mu gel. Bir hal yolunu
buluruz deyip koca yürekli
barandan ayrıldım. Yalnızdım
ama baranı ve öyküsü her tarafımı
kaplamıştı. Çünkü bu
çocukların bu yaşta yaşayarak
yaşadıkları gerçek öykülerinde
bizim ne kadar kabahatimizin
olduğunu epey düşündüm. Ve
sonuç olarak İyi adamda da
kötü adamda da bizim rolümüz
büyük dedim kendi kendime.
Çünkü sokaklar çocuk doğurmuyor.
Ya da kimse sokak çocuğu
olarak doğmuyor. Onu bu
hale düşürenler yine bizleriz
dedim. Ve baranın bu öyküsü
bende etkisi uzun sürdü. Çünkü
hepimiz bu çocuklardan sorumluyuz.
İnsan olmanın da
Müslüman olmanın da toplumsal
yaşamanın da dinimizin
gereği de bu. Çünkü dinimiz
komşusu açken tok yatan bizden değildir
demişti. Kaç kişi bunun farkındayız acaba.
Şapkamızı önümüze alıp düşünmenin
zamanı geldi de geçiyor inanın.
Barandı adı
Burkulmuştu yüreği
İfade yoksunu
Laldı sanki
Bir yakarış vaktiydi anlaşılan
Sınır tanımaz zülüm rüzgarında
Yalnızlığın acımasız duvarlarına çarpıp
duruyordu
Sonbahar yaprakları gibi savruldukça
savruluyordu garibim
Tuttum ellerinden
Yüreğinde kor
Nefesi kesilir acılardan
Ölecek kadar dertliydi
ama,
Yaşayacak kadarda heveste bırakmadılar
dedi.
Bırak amca ellerimi
Olur olmadık şeylere,
Mesela kırılan bir bardağa,
Annem babam kızacak korkusuyla
yaşadın mı,
Ben yaşamadım amca
Yani amca
Yitirdiğim sevenlerime,
Kimsesizliğime
Mutsuzluğuma
Hep ağladım.
Neye ağlamadım ki
Bu hayatta amca..!
Bak amca
Ben Kimseye yük olmadım ki...
Daha çocukken öğrendim
Yüreğimi ellerime alıp yürümesini
Ama ona bile heves bırakmadılar
amca be
Sen
Hiç giden bir simitçiye,
Dondurmacıya,
Balonlara
Halil Orhan ASLAN
Ağladın mı...
GECE
Gece
Yine gece oldu
Sessizliğin başladığı saatler,
Geceye teslim vakti...
Acı bir hasret başlıyor
Gökyüzü gibi uzaktasın bana,
Kavuşmak imkansız gibi görünüyor,
Solmuş bir çiçek gibiyim.
Gündüz geçmek bilmiyor,
Ve yine gece
Gecenin aydınlığa kavuştuģu gibi
Sana kavuşma anı
Bitmesini düşünmek istemediğim saatler,
Gecenin bittiģi an
Sana veda ediyorum...
Şahnur Yavuz
SOSYAL MEDYANIN INSANLAR ÜZERINDE OLUMLU
VE OLUMSUZ ETKILERI:
Hayatımızın en vazgeçilmez parçalarından
biri olan sosyal medya; kullanım amaçlarına
göre kişiye olumlu ve olumsuz
düşünceler empoze edebiliyor. Sosyal medyayı
iyiye kullandığımızda çok faydasını
görebileceğimiz gibi kötüye kullandığımızda
da çok ciddi zararlarıyla karşı karşıya kalabiliriz.
Fakat bazı durumlarda kontrolümüz
dışında kötü içeriklere (müstehcen, kumar,
yalan ve yanlış bilgiler, sahte reklamlar gibi)
maruz kalabiliyoruz. Örneğin; sosyal medyada
herhangi bir konuyu araştırırken konuyla
alakası olmayan ve aniden karşımıza
çıkan zararlı veya
çirkin diye ifade edebileceğimiz
içerikleri
görebiliyoruz. Yetişkin
bir internet kullanıcısı
için bu durum her ne
kadar erken kontrol
edilebilse de çocuklar
için bu mümkün olmayabilir. Dolayısıyla bu
kötü içeriklerden en çok etkilenler çocuklar
oluyor.
Son zamanlarda sosyal medyada insanların
ilgi odağı haline gelen ve başkalarının
giyecek elbisesi, yiyecek yemeği olup olmadığı
düşünülmeden alınan elbiseler,
ayakkabılar ve yemekler sosyal medya
üzerinden diğer kullanıcılarla rahatça
paylaşılabiliyor. Bu durum ilk başlarda tepki
gördüyse de sonradan alışılmaya ve normalleşmeye
başladı. Tarihimizle, kültürümüzle,
örf ve adetlerimizle bağdaşmayan ve
normalleşen bu olumsuz değişimler kişinin
kendinden uzaklaşmasını ve toplumdan
soyutlaşmasına neden olmaktadır. Sosyal
medya hemen herkesin kullanabileceği bir
araç olduğu için insanların bir başkasının
özeline izinsiz bir
şekilde erişebilme sorununa
da sebebiyet
verebiliyor. “Sosyal
mühendis” olarak
da bilinen hackerlar
kişilerin özel fotoğraflarına,
iletişim bilgilerine
veya ne zaman,
nerede, ne yaptığını öğrenerek bunu kötüye
kullanabiliyor. Böyle bir durumun
yaşanması kullanıcıları mağdur edebilir,
psikolojik açıdan etkileyebilir.
Sevdiğimiz yazarları, şairleri, siyase-
tçileri, siyasi partileri, araba markalarını
yakından takip etmemize olanak sağlayan
sosyal medya bunların yanında çeşitli konuları
içeren (örn; yemek tarifleri, felsefe,
tarih) ve kolayca etkileşime geçebileceğimiz
sayfaları/kullanıcıları da barındırıyor.
Böylece ilgimizi çeken konuları, kişileri
detaylı olarak takip edebiliriz. Sosyal medyada
istediğimiz her konuyu, kişiyi rahatça
bulmak kişiye sosyal medyada fazla
zaman harcamasına sebep olabilir. Ki biz
insanlar sosyalleşmek için sosyal medyayı
kullanarak çoğu zaman farkında olmadan
daha da asosyal bir duruma düşebiliyoruz.
Aile içinde ebeveynlerin ve çocukların
sohbetten yoksun olmalarının başlıca sebeplerinden
biri olan sosyal medya, gereğinden
fazla kullanıldığı sürece kişilere,
kişilerin psikolojilerine, kişiler arasındaki
bağlara zarar verecektir.
Yaşam standartı yüksek olan kişilerin
sosyal medya aracılığıyla bilinçli olarak
paylaştığı arabaları, tatilleri, yedikleri, içtikleri
bu imkanlardan mahrum olan insanların
ezik psikolojisine, aşağılık
kompleksine bürünerek içinde
bulunduğu hayat şartlarından keyif
almamasına neden olabiliyor.
Sosyal medyanın herkese açık olması,
herkesin fotoğraf, video ve
özellikle herhangi bir konuda yetersiz
ve eksiz bilgiye sahip olmasına
rağmen ispatı doğrulanmamış
yazılar paylaşmasına imkan
sağlıyor istenmeyen durumlarla
karşılaşmamıza, bilgi kirliliğine, insanların
yanlış yönlendirilmelere
maruz kalmasına sebebiyet verebiliyor.
Çektiği videoda argo kelimeler
kullanan birine rastlamak
mümkün olan sosyal medyayı bilinçli
kullanmamız gerek toplumsal
ahlakımız gerekse de kişisel
davranış, tutum ve düşüncelerimiz
için de büyük önem taşıyor.
Celal can
Ok gibi fırlar, Kuş Gibi Uçarım
Duymayan duysun bu kerametimi
Ok gibi fırlar, kuş gibi uçarım
İsteyen divane sansın hep beni
Ok gibi fırlar, kuş gibi uçarım.
Nerede düzenbaz yalancı süzsem
Bir işte hilelik sahtelik sezsem
Dostuma darılıp üzülsem kızsam
Ok gibi fırlar, kuş gibi uçarım.
Bulaşmak istemem asla kavgaya
Karışmak istemem bomboş davaya
Uymamak için kör lanet hevâya
Ok gibi fırlar, kuş gibi uçarım.
Zerşatî budur hep benim ahvalim
Bilmeyen bilsin hal-i pürmelâlim
Ancak böyle diner benim celâlim
Ok gibi fırlar, kuş gibi uçarım.
Deniz TAVUS
Zerşatî
HİCRAN
Gece ışıl, ışıldı. Kâh uyuyup kâh
uyanıp bir gece daha geçirdim. Ellerimi
yüzüme götürdüm ve ovuşturdum
gözlerimi. Derin derin nefes
alıp verdim. Ve sonra tavana
dikip gözlerimi, dağınık hayatımın
yol ayırımlarında ki beni düşündüm.
Yaşam kırıklarım peşimi hiç
bırakmıyordu. Kirpiklerimi indirip
kaldırdım anılarıma ve bir damla
yaş indi şakaklarıma.
Usulca yorganı kenara çektim ve
eşimin yanından kalktım. Cama
yürüyüp perdeyi araladım. Ay yıldızlarla
bir ışığını yollamıştı ağaçlarımıza.
Gülümsedim. Ağaçlar
benden şanslıydı. Neden mi bu sözlerim?
İşte benim hikâyem: Ben
yedi çocuklu ailenin en son dünyaya
gelen kızıyım. Üç kız, üç oğlandan
sonra istenmeyerek annemin kucağına
gelmişim. Annem o kıymetli
kucağına beni almayı hiç istememiş.
İstenmeyen o kucağa gelirken
ben, hayatın şamarını sevgisizlikte
ilk o gün yedim. Şanslı mı olur
bir çocuk istenmeyince? İşte ağaçlara
gülümsemem o yüzden. Biliyor
musunuz, istenmeyen bir
çocuk olarak dünyaya gelmek çok
kötü bir duygu. Hep bunun üzüntüsünü
yaşadım yıllar yılı. Neden
ben? Bu duyguyla yaşarken kırgın
ve üzgün; bir de büyüklerimden
tatsız tuzsuz kelimelerin ağırlığını
alıyordum. Şöyle ki; seni
istemedik ama oldun işte. Ne aptal
şeysin sen? Neden çıkageldin
ki? Ama neyse seni seviyoruz yine
de. Bu sevmek miydi, irdelemek
miydi? Hangi duyguyu yaşıyorlardı
onlar? Yara alıyordu kalbim
onların yaren ettikleri sözlerde.
Kırılıyordum minik kalbimde. Ha
bu ara da ben yedi yaşımda ki halimi
anlatmaktayım sizlere. Adım
Hicran.
Kalbimin kırılması en çokta
anneme oluyordu. Ben onun kızıydım.
Ama önce ama sonra ne
fark ederdi ki gelişim. Ben mi
istedim gelmeyi. Annemin babamın
keyfinden olmadım mı
ben? Ablalarım; Ruhan, Zeynep,
Pınar. Onlar büyüktü benden.
Bir araya geldiler mi kıkır kıkır
gülüşür beni yanlarına almazlar-
dı. Ben ağlardım. Onların yanında
da istenmiyordum. Bir bebeğim
vardı ablalarımdan kalan, bir gözü
yok ve sarı saçlarının yarısı dökük.
O benim tek can dostumdu. Bir kenara
çekilir onunla avunurdum. Benim
oyalamaya değil, gerçek hayallere
ihtiyacım vardı. Benim daha ilk
dünyaya gelirken kalbim kırılmıştı,
nasıl gerçek hayallere geçecekti ki
kalbim. Öyle kolay değildi kırılırken
hayata.
Bir tek amcamı kendime yakın
buluyordum. O çok iyiydi
bana. Ama sonralarda ona
kızdım. Çünkü beni bu
dünyada yalnız bırakıp
gerçek dünyasına göç
etmişti. Kimselere
diyemediğim acım çok
büyük olmuştu içimde.
Amcamsız ben tek kalmıştım.
O hislere girmiştim.
Annem her ne kadar ilk dünyaya
gelişime kızmış olsa da o benim annemdi.
Hiçbir evladın gözünde annesi
nefreti alamaz. Kızım Hicran gel
seninle pazara gidelim dedi mi cennete
düşmüş gibi sevinirdim. Parka
gitmesek de o benim annemdi elimi
sevgisiyle tutup pazarı gezecektik.
Ne güzel bir duyguydu bu!
Pazardan gelince ben lavaboya
gidiyorum der, hızlı hızlı, girdiğim
lavaboda sevinç tepinmesi
yaşardım. Çok zengin değildik
biz, güç geçinen bir aileydik.
Belki o yüzdendi istenmeyişim.
Ama yine de olmazdı, seni istemedik,
istemeye istemeye
dünyaya geldin sözleri bir çocuğa
olmazdı.
İlkokula başlama dönemim
geldiğinde babam götürdü
beni okula yazdırmaya.
Ne güzel bir
şey böyle güzel
dakikaları babanla
yaşamak. Kapıda
durduk önüme
geçip saçlarımı
okşadı babam.
“Artık büyüdün Hicran,
okulu oluyorsun. Başarılı
ol kızım.” dedi.
İstenilmeyen bir çocuğun onlara
her konuda yakın olacağını
“Baba çok çok okuyacağım seni
annemi hep mutlu yaşatacağım.”
Sözlerimle ifade etmek istedim
ve sonrada kocaman elini tutup
öptüm. “Seni seviyorum baba,
sen de beni hep sev olur mu?”
Babam: “Sen mutlu ol, başarılı ol,
biz bir şey istemeyiz kızım.” dedi ve
elimi tutu, o kocaman demir kapıdan
içeri girdik.
Ondan sonra ki günlerde en çok babam
götürüp getirdi beni. Kırık kalbim
iyileşiyordu onunla yolları çiğnerken.
Bir gün yaş günümdü. Her zaman yaş
günü kutlayan birileri değildik biz,
ama o gün babam bana bir kitap almıştı.
Bir hikâye kitabı. Onu hiç elimden
bırakmadım. Her daim onu okur
gülümserdim. Sevildiğimin simgesi
gibi gelmişti bana.
Okumayı seviyordum, yazmayı da.
Hele bir gün askerdeki ağabeyime
yazdığım mektuba çok sevinmiştim.
Bu bende alışkanlık olup ufak tefek
not halinde şiirler yazıp kenara
bırakmaya başladım. Ben şiir yazmak
istiyordum. Şair olamazdım belki ama
o yazdıklarım adına kitap çıkarmak
istiyordum. Bu isteğimle azimle kitaplarımı
okuyup, okul birincisi oldum.
Okuma yarışmalarına girdim
ve başarıyla birinciliği elime aldım.
Öğretmenim yanına çağırıp benimle
konuştu. Çok başarılısın. Edebiyatta
özellikle. İleride iyi bir yerde seni
göreceğime inanıyorum. Bu başarını
bırakma. Devam et Hicran.
Hocamın dediği gibi bırakmadım
okumayı. Liseyi de emin
adımlarımla başarıya yürüdüm.
Ama büyümüştüm. Kalbimde
büyümüştü. Okulda bir
gence yüreğim küt küt vurarak
onu istiyordu. Bir gün yaş günü
olduğunu bir arkadaştan öğrendim.
Bu bir fırsattı ve bir kitap
alıp onun yanına gittim. Hislerimi
belli etmek istiyordum.
“Merhaba. İyi yıllar Kerem.”
Yüzüme boş baktı ve gururumu
kıran, “Bakışların boş değil. Biz
birlikte olamayız. Bunun nedenini
araştırma.” sözlerini dedi.
Deprem mi oluyordu, her yanım
sanki sallanıyordu. Kitap elimde
kaldı. Hala onu bir anı olarak
saklıyorum.
İlk acı değildi bu acı ama bana
çok büyük acı verdi. Neden ben
hep kaderin elindeydim. Çünkü
o arada babam hastalandı…
Kalp krizi. Üç gün komada yattı
ve hayatımın direğini o üç gün
sonunda kaybettik. Ölümlere
alışıktım: birkaç yıl önce
ağabeyim Hasanı ve Mehmet
ağabeyimi kaybetmiştim. Ama
bu ölüm hiçbir şeyle eş değeri
olmayan benim babamdı.
Çok kötü darbeler kaderden üst
üste geliyordu. Bir gün ablam çocuğa
bak diye beni eve çağırdı. O benim
ablam olur dedim ve gittim. Yeğenim
üç yaşındaydı. Onu uyuttum ve geçip
televizyonu açtım. Kapı açıldı ablam
sandım. Abla sen misin? Diye sessimi
gönderdim. Eniştemdi. Sen misin
enişte dedim ve çantamı omzuma attım
ve gitmeye hazırladım kendi mi.
Dur nereye dedi ve önüme geçti. Sen
geldin ya, ben gideyim dedim. Çantayı
omzumdan aldı ve ağzımı kapatıp çek
yatın üzerine attı. Savaşım yetmedi,
o gün orada çok kötü şeyler yaşadım.
Çok ağladım. Kimselere söyleme, o
koynuma girdi der seni ailenin yanında
küçük düşürürüm, dedi.
Ben şimdi ne yapacaktım? Bu arla
nasıl yaşayacaktım? İntihar etmeyi
düşündüm ama can tatlı yapamadım.
Bir de Allah korkusu vardı. Bu bedenin
intiharında Allah’a nasıl hesap verecekti?
Sustum. Ama o ahlaksızın tacizi
devam etti her fırsatta. Mümkün
olduğu kadar kendi mi korusam da bu
oldu. Dayanamadım. Diğer ablama az
açıldım. Çok ileriyi söylemedim tabi.
Beni azarladı. Onu iyi olarak tanıyorlardı.
O aileme çok güzel rol yapıyordu
Gücümü kaybetmemeliydim. Okumama
iç ağlamalarımla devam ettim.
Başarıyla liseyi bitirdim. Ve
bırakmadım okumayı, üniversiteye
ağabeyimin bilgisayar
yardımıyla kazandım. Okudum
okudum ve bir şirkette
pazarlama müdürü olarak işe
başladım. Kader denen o yazıya
inanıyorum. Beni o şirkete eşimi
tanımam için yollamıştı. Bir
arkadaşımın arabuluculuğuyla
eşimi tanıdım. Birkaç görüşmemizden
sonra beni şaşırtan
ve sevindiren, “Benimle evlenir
misin?” dedi. Aslında sadece
arkadaş olmak istediğim Hakan
beni evliliğe götürdü. Çocuk için
çok uzun bekleyişimiz olmadı.
Birkaç ay sonra içimde o güzel
duyguyu hissettim. Bu güzel
duyguyu yaşarken, annemi ve
ağabeyimi kaybettim. Sevinç
ve acı bir arada yaşamak o kadar
zor ki. Ama onu bana hayat
yaşatmıştı.
Her şey güzeldi evliliğimizde.
Neşe ve huzur devam ederken,
maddiyat aramıza girip yuvamızın
temelini sarstı. Erkekler
neden çok şeyde kadını bir
kenara bırakır ki? Eşim gibi.
Doğuşumdan bu yana kader
kancasını bana takmıştı. Şöyle
ki; eşim evi terk etti. Yalnız
başıma kalmıştım. Anne ve
baba olmadığı hayatta dayanaksız
kalıyor insan. Savaşım sürdü tek
başıma. Ayrılmayı düşünmedim. Yuvamı
kurtarıp hayatıma devam etmeliydim.
Öyle yaptım. Bekledim
Hakan’ı. Döndüğünde bebeğim besinsiz
kalmıştı, onu kaybetmiştim.
O yıllarda bir daha çocuk istedim
ama üzüntü sıkıntıdan dolayı rahmime
bir türlü çocuk tutunamıyordu.
Bir gün o sevinci yine hissettim
ben hamileydim. Doğumumda ailemden
kimse yoktu. Onlarla görüşmemi
eşim yasaklamıştı. Sorun hiç
nedensiz onun ailesi ve benim ailemin
ağız dalaşmasıydı.
Her ne kadar ailemle görüşme yasağım
olsa da o benim eşimdi ve yavrumun
babası. İşi düzenli değildi.
Geçim sıkıntısı çekiyorduk. Çocuk
büyüdükçe ihtiyaçlar artmıştı. İster
itemez ağız dalaşmasına giriyorduk.
Hep kötü geçmeyecekti ya hayat.
Bir yerden elini uzatacaktı bana da.
Öyle oldu. Memurluk sınavı vardı
ve beraber girdik. Kazandık. Daha
iyi olmak için İstanbul’la tayin istemeye
karar verdik. Ama hayatın bir
sürprizi vardı bana ben hamileydim.
Beni götüremedi eşim ve ailesinin
yanına bırakıp İstanbul’la tek başına
gitti. Bir kaç yıl ailesiyle birlikte
kalarak, kötü ve acı dolu bir kaç yıl
geçirdim. Neden eşinin annesi seni
bir rakip gibi örüp kötü davranır
ki? Bu düzen bozulmalı artık.
Onca kötü yaşantıma rağmen
evlatlarım için ayakta durmaya
çalışıp “Kadının adı var” sözlerimi
kendime söyleyip yıkılmadım.
Ev işlerine gittim. Merdiven
sildim çocuklarım yokluktan
etkilenmemeliydiler. Ben anaydım.
Çocuklarına önem veren
bir ana. Şimdi siz eşi İstanbul’da
çalışırken para yollamadı mı diye
düşünebilirsiniz? Evet, yollamadı
çünkü ne yaptığını bilmediğim haciz
maaşına el koymuştu. Bu arda
kalemi elime alarak bir şeyler yazıp
bir kitap çıkardım. Ardından
bir daha bir daha. Kendime yeni
çevre edinerek güç gelmişti. İşte
ben buydum güçlü yıkılmayan bir
KADIN.
Not: toplumun kanayan yarasıdır
taciz olayı. Gözyaşları içine
akıp ailem üzülmesin diye sinede
yaşayan acı bir yara...
Şükran Pınarcan
NAZENİN BAHAR ELÇİSİ
karanlık bir sabahın kör ışıkları göğümüzde
geçen dost kervanında adın bir kuş sesinde
çetin yollarda ayak izlerin
nazenin bir baharda en güzel çiçektir sevdan
sulara karışan ihanettir
duvarda kurşun izleri
dicle nasıl alışır suyunu yitirmeye
düşüyor birer birer
nar çiçekleri mendilimde
gel gör ki bir dengbej değilim
sana kendi motifimde sıtranlar haykıramam
ama sen yinede kabul et
yokluğunun hasretine sunulan bu ezgileri
avuçlarımın toprağına ek karanfilleri
bereket pınarıdır benim ülkem
aydınlığa kavuşsun diye sabahın ışıkları
düştün yola sen
yolcu yolunda gerek tahir abi
ama yine de gitme sen
karanlığın bir sesi yok tahir abi
karanlığın gürültüsü var
biz öyle miyiz oysa
şu yağmur sonrası gökkuşağının rengine baksana
renk cümbüşünde özgür yarınlar
amed surlarında memleket
sevda türküleri bizi bekler
gönüllere ektiğin fidanlar güneşe durdu
bahar verdi bak
hakkımız yok umutsuz olmaya
umut var kehanet değil bu
yoksa nereden bilecektik
iyi ki yürüdün bu yolu
biliyorum
yakışmazdı zaten
normal bir ölüm tarihimize
bulmazdı seni ölüm
uyurken bir yer minderinde
barış göğümüze çizdiğin en güzel resim
sen anadolusun
sen mezopotamyasın
sen hepimizin kahramansın tahir abi
uyan bahar geldi
uyan barış gelecek daha
uyan bir kadın kapı eşiğinde
şiirden günceler dokuyor göğsüne
dört ayaklı bir hüzündür siyah
çizilmiş pencereye
uyan be tahir abi
uyan hükmüm geçmiyor geceye
Salih Mir ATACA
Anlam Dünyamızın Ekmeği ve Suyu:
EĞİTİM
Eğitim, hayati bir ihtiyaçtır. İnsanoğlu için
ekmek ve su ne kadar önemli ise, eğitim de
o kadar önemlidir. Bu ifademiz basit bir güzelleme
olarak algılanmamalıdır. İnsanlık
tarihini ve yaşanan bugünü derin sorgulamalarla
analiz ettiğimizde eğitimli olmanın
ne kadar önemli olduğunu çok net anlarız.
İnsanın birbirine hayat hakkı tanımadığı
veya hakkının bir kısmını gasp ettiği, fesada
dayalı kronik yaşam süreçleri eğitimin ne
kadar elzem olduğunu bize çok net gösterir.
Eğitim Nedir? Niçin Gereklidir?
“Eğitimli insan” terkibi açılıma muhtaç bir
terkiptir. Kimdir eğitimli insan veya nedir
eğitim? Eğitimin kelime kökenine dair etimolojik
kazılar yapılarak çeşitli anlamlar
üretilmiştir. İlk gözlemimiz bu kelimenin
eğ- kökünden geldiğini gösterir. Bunun eski
Türkçede farklı kök ifade tarzları (ig- ve ik-)
üzerine değerlendirmeler yapılmış olsa da
biz bu kök (eğ-) üzerinden bir değerlendirme
yapmak istersek, bu kök kaba tabirle bir
şeyin “eğilmesi, bükülmesi” anlamına gelir.
İnsan için kullanıldığı zaman ise insanın eği(-
ti)lmesi şeklinde anlaşılabilir. Ancak üstün
körü bakarsak bu anlamı olumsuz
değerlendirebiliriz. Nitekim
İngilizcede eğitim anlamına gelen
“education” kelimesinin kök anlamı
olan “dik durmak” ile kıyaslayıp
böyle değerlendirenler de
olmuş. İnsanın eğilmiş, bükülmüş
bir yapıya getirilmesi ilk anlamda
olumsuz olarak değerlendirilse de
kanaatimce taş gibi katı, odun gibi
sert olmamaya ya da ham bir maddenin
işlenerek kullanılır bir hale
getirilmesi durumuna bir atıf olarak
algılarsak, eğitimin anlamını
olumlu bir zemine oturturuz.
Nihayetinde kelimeler insanların
kullanımıyla ve hayat içinde
şekillenir ve insanlar, kendi bakış
açılarına göre anlamlandırabilir.
Ancak biz, eğitimin insan için bu
kadar elzem bir kavram olduğunu
ifade ettikten sonra onu negatif
bir anlama hapsetmemeliyiz. Tabi
ki menfaati ve bencilliği uğruna
eğilen, bükülen insan tipi meydana
getirmek değildir eğitim,
bilakis bireysel ya da toplumsal
hayatta meydana gelen kaos, kargaşa,
stres, problem vs sorunlar
yumağına karşı tek tip bakış açısı
yahut tek tip bir algı ile değil, yeri
gelince esnek olabilecek ve böylece
farklı bakış açılarına uzanabilecek bir eğilme/
bükülme yetisine sahip bir insan tipi yetiştirmektir.
Şunu da vurgulayalım ki, eğitimden
kasıt ideolojilerin, tek tip kalıplarına göre
insan yetiştirmek de değildir. İnsanı kendi
iç dünyasının farkına vardırıp böylece doğru
eylemler üretmek için içten harekete geçmesini
sağlamaktır. Eğitimin insana kazandırdığı
tüm özellik ve hareketlilik pozitif yönde
olmalıdır. Eğer insan eğitim adı altında bilgilenme
süreci yaşayıp bunu hayatta negatif bir
yönde kullanırsa biz bu insana eğitimli insan
diyemeyiz. Bu nedenle hemen ifade edelim
ki, eğitim, insanı salt bilgi ile buluşturmak
değildir. Elde edilen bilgiyi, yaşama pozitif
katkı sunacak bir davranış ürününe dönüştürme
süreci olarak tanımlarsak eğitimi daha
da yerli yerine oturtmuş oluruz. Özellikle
günümüz bilgi çağında yani herkesin bilgiye
rahatça ulaşabildiği bir çağda meydana gelen
olumsuz insan tiplerini ve hayata yaydıkları
negatif davranış ürünlerini görmemiz, eğitimin
salt bilgilenme süreci olmadığını bilakis
hayra, barışa, ıslaha dayalı pozitif davranış
örnekliği ortaya koyma süreci olduğunu daha
iyi anlarız. O halde, Türkçe bir kavram olarak
eğitimi, insanın zihinsel ve duygusal zeminde,
doğru bilgiye dayalı olarak yetiştirilmesi
ve bunun sonucunda doğru davranışlar
üretmesidir. Bu bir süreçtir aynı zamanda.
Zira insanoğlunun eğitimini oldu-bitti olarak
algılamamız gerçekçi ve doğru değildir. İnsan
son nefesine kadar davranış ortaya
koyma potansiyeline sahip ise eğitimin
de son nefese kadar devam etmesi
gerekir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah, sizi annelerinizin karnından
hiç bir şey bilmezken çıkardı ve
umulur ki şükredersiniz diye işitme,
görme (duyularını) ve gönüller verdi.”
(Nahl:78) Bu ayetten hareketle
insanın dünyaya geldiği andan itibaren
eğitilmeye, terbiye edilmeye
ne kadar muhtaç olduğunu anlarız.
Eğitimin insan hayatında gerekli
olduğunun ontolojik ifadesidir aynı
zamanda. Ayetten anladığımıza
göre Allah’a şükretme eylemini ortaya
koymak için bilgilenmek ve bilinçlenmek
gerekir. Bilgi ve bilinci
elde etmenin yolu da işitme, görme
ve hissetme duyularımızın hakkını
vermektir. Buradan eğitimin elde
edilme yollarını öğrenmiş oluyoruz.
Yani insana sadece işiterek, gördürerek
yahut duygusal olarak hissettirerek
değil, bu üç bilgilenme
yolunun hakkını vererek insanı eğitilme
sürecini sağlıklı yürütebiliriz.
Bu üç yolu, şu şekilde de formülize
edebiliriz: İşitme ile geçmişte olan
biteni öğrenme, görme ile bugüne
dair deney ve gözlem yaparak bilgiye
ulaşma, gönül ile de sezgi ve manevi halleri
yaşama. Hâsılı eğitim insanın tek
yönden gelişmesi olarak algılarsak bu
algı eksik bir algı olur. Bu eksik algı ile
insanı kırpmış ve daraltmış oluruz.
Kuran’da geçen Âdem’in iki oğlu kıssasında
bir kesit üzerinden de insanın her
daim eğitime muhtaç olduğunu anlayabiliriz.
“Derken, Allah, ona, yeri eşiyerek
kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren
bir karga gönderdi. ‘Bana yazıklar
olsun’ dedi. ‘Şu karga gibi kardeşimin
cesedini gömmekten aciz miyim?’ Artık
o, pişman olmuştu.”(Maide:31) Bu ayet
elbette ki beşerin insanlaşma sürecinin
ilk sahneleridir. İnsanın tabiat ortamında
bir hayvandan bile öğreneceği şeylerin
olduğunu görerek aslında bize şu an
basit gelen bu olay karşısında nasıl da
tıkandığını ve bilmeye, öğrenmeye muhtaç
anlarız. Elbette ki Âdem’in oğlu kendi
zamanına göre değerlendirilmelibiz
de kendi zamanımıza göre. Sonuç olarak
çıkarımımız şu ki, insan işitme, görme,
hissetme duyularını kullanmazsa her
daim eğitimsiz kalmaya mahkûmdur.
İçine düştüğü girdaplardan çıkamayacaktır.
Eğitimin ne olduğuna dair açılımlar
yapmak zorundayız. Zira bu kadar hassas
bir kavram, beşeri/ideolojik müfredatlarla
sınırlandırılamaz. Eğitim,
insanın doğru davranış üretme süreci
ise şayet, günümüzde bildiğimiz formal
eğitim bunun çok gerisinde kalmaktadır.
Kısacası okullarda verilen
eğitim insanın davranışını pozitif yönde
dönüştürmede son derece yetersizdir.
Türkiye özeline bakarsak, resmi
ideolojinin dayatmalarıyla şekillenen
müfredat ve bu müfredatla yetişen
öğretmenle yürütülen formal eğitim,
aslında fasid bir döngü meydana getirmektedir.
Bunun yanında mevcut formal
eğitimde, deney ve gözleme dayalı
öğrenmenin yetersizliği de eğitimin
davranış üretme sürecinde önemli bir
eksikliktir ve en önemlisi de gönle,
duyguya hitap etmeyen bir eğitim tarzı
ve anlayışı da formal eğitimde büyük
boşluklar meydana getirmektedir.
Gönül dediğimiz manevi olgu ise aslında
insanın inancını/vicdanını barındırdığı
yerdir. İnsanların inancı ne olursa
olsun, gönülde olana dayatma yaparak
bir eğitim anlayışı inşa etmek kaos
ve çatışmadan başka bir şey üretmez.
Bu nedenle eğitim müfredatları ve anlayışları,
inancı ezip geçen bir formatta
olmamalıdır.
Eğitim ve Kitap Okuma
Kitap okuma şuuruna sahip
birey, informal eğitimin zirvesindedir.
Eğitimli insan olma
sürecinde kitap vazgeçilmez
araçtır. Ancak kitap, kişinin
aklına ve kalbine etki etmesi
şartıyla önemlidir. Eğitimin
davranışa dönüşme sürecinin
en temel kriteri zorlama ve bir
baskının olmamasıdır. Kitap
okumanın, kişinin kendi istek
ve iradesiyle gerçekleşmesi eğitimin
sürekliliğini sağlamada
en önemli adımdır. Okumak,
insanın zihnini aktif tutar ve
asla bilgi ezberleme süreci
değildir. Beyin, kendisine göre
bir planlama ve bilgiyi tutma
programına sahiptir. Tekrarlı
bilgi, elbette ki beyinde tutulma
ihtimali fazla olan bilgidir.
Ancak eğitimli insan, bilgiyi
beyninde tutan insan değil, onu
gönül süzgecinden geçirerek
bir bilinç haline getirip cesurca
davranışa döken insandır. Bu
nedenle kitap okumayı sadece
bilgiyi akılda tutma ameliyesi
olarak asla görmemeliyiz.
Zaten okuma şuuru elde etmiş
kişi, bir tane kitap okuyup
oturmaz yerine, bilakis son nefesine kadar
okuma azmi içerisinde olur. Böylece eğitim
sürecini daima besler. Bu nedenle kitap okuma
formal eğitimin üstünde olan değerli bir
eylemdir. İnsanın eğitimini sürekli kılar ve
insanı toplumda salih amel üreten bir pozisyona
taşır. Formal eğitim, içinde barındırdığı
disiplin ve sistematikle insanın mesleki
hayatına bir temel sağlasa da bu temel
insan hayatının bir parçasını oluşturur sadece.
Ancak biz eğitim derken asla salt formal
süreçleri kastetmiyoruz. Bilakis hayatın
tamamını kuşatan özgüvene ve kararlılığa
dayalı salih eylemler üretme sürecini kastediyoruz.
Eğitimli insan, hayatın kendi
karşısına çıkardığı asıl imtihanları hakkıyla
verecek şekilde kendini yetiştiren insandır.
İnsanlar arasındaki problemlere hakk üzere
çözüm üreten ve bu konuda kararlı olan insandır.
Kitap okuma eylemi bu anlamda önemini
gösteriyor. Kişifarklı türden kitaplar
okuyarak zihin dünyasını zenginleştiren,
farklı ufuklara uzanabilen, kritik düşünerek
hayattaki problemlere çözüm üretebilen, saplantılardan
kendini kurtarabilen, insanlara
aklını kiraya vermeyen, adaleti, merhameti
tesis etme gayreti olan bir şahsiyet olmaya
çalışmalı. İşte eğitimli insan olmanın kendini
gösterdiği zemin burasıdır. Formal eğitimi
tamamlamış kişiler de kendini yeterli görmemelidir.
Kitap okumyı hayatında sürekliliği
olan bir eyleme dönüştürüp son nefesine
kadar eğitimli olma çabasını gütmelidir.
Sonuç olarak eğitimli insanın hayata katacağı
anlam ve huzur hesap edilirse eğitimin
ne kadar önemli olduğunu anlarız.
Tabi tersten düşünürsek cahil insanın ve
cehaletin hayata verdiği zararı, anlamsızlığı,
kaosu, karanlığı, huzursuzluğu, çatışmayı
hesap edersek yine eğitimin ne
kadar önemli olduğunu anlarız. Bu sebeple
herkesin bir şekilde eğitim seferberliğinde
olması lazım. Aslında dikkatle
bakarsak bizi yaratan, yaşatan, eğitimin
iki üssü aklı ve kalbibize veren Yüce Rabbimiz
Allah Azze ve Celle bizlere Kitap
(Kur’an-ı Kerim) ve Muallim (Muhammed
as) göndererek aslında bu eğitim seferberliğini
başlatmış olmaktadır. Tabi insanlık
için düşünürsek ilk insan ve ilk peygamber
Âdem as ile bu süreç başlatılmıştır. Peygamberler
aslında tevhide dayalı eğitim
anlayışının temsilcileridir. Bunun yanında
filozofların da eğitim seferberliğinde
haklarını teslim etmeliyiz. Elbette ki pozitif
anlamda katkı sunanlar için.
İnsan kendisi ve evladı için eğitimi ekmek
ve su kadar önemli görmeli ki hayatın
anlamını kavrayacak kıvama ulaşsın.
Bu kıvama ulaşmayanlar yetki ve gücü de
ele geçirince dünyayı yaşanmaz hale getiriyorlar.
Bu nedenle her fert, kendini
ve zürriyetini insanlığın selameti
uğruna eğitimli hale getirmenin
çabası içinde olmalıdır. Bu, insanlık
ve kulluk görevidir. Bu görevi
ihmal edenler “insanlığa karşı ihanet
içerisindedir” dersek abartmış
olmayız. Zira 21. asırda meydana
gelen kaos, terör ve savaşları gözönüne
aldığımızda (tabi ki olumlu
gelişmelerle birlikte) gerçek anlamda
eğitimli insanların meydana getirdiği
bir dünya oluşturmanın ne
kadar zaruri ve insani bir görev olduğunu
anlarız.
2020 yılının ilk aylarında dünyada
baş gösteren korona virüsün etkin
olduğu bir zaman diliminde bu yazıyı
yazıyor olmanın dipnotunu da
düşmüş olayım. Bu çağın insanının
hiç alışık olmadığı karantina günlerinde
yaşananları derin tefekkürlerle
analiz ederek, eğitim ve korona
virüs ilişkisini göz önüne alarak
değerlendirmenizi tavsiye ederim.
Selam ve dua ile
Mustafa Tosun
LABİRENT
BÖLÜM 1
Yeni doğan güneşi seyre dalmışlardı.
Bir an karnında bebeğini
taşıyan eşine baktı. Eşine dönerek
“Çocuğumuz belki de bu kasabada
büyümeli.” dedi. Her şey bu cümle ile
başladı.
Bu kasaba çok fazla bilinmeyen
ama bileninde gitmekte zorlandığı
türden bir Anadolu toprağıydı. Ağaçlarıyla
insana huzur veren, içinden
geçen ırmağıyla insanı hayallere daldıran,
hayvanların cıvıltısının eksik
olmadığı bir diyardı. Sabahları doğan
güneşi izleme zevki ise bambaşkaydı.
Dışarıdan gelen insanlar sabah
güneşini izlerken bütün kasabanın
uyanık olmasına hayret ederlerdi. Kasaba
için ise gün, güneş doğmadan
başlardı. Sadece doğal güzelliklerinden
sevilmezdi bu kasaba. İnsanlar
arası ilişkiler de çok iyiydi. Herkes
birbirini tanır, konuşur, muhabbetin
eksik olmadığı bir yaşam sürerdi.
Modern şehirlerden gelen insanlar
kasabada dinlenirken aslında en
çok bundan hoşlanır ama kendilerinden
çok uzak olan bu yaşam tarzına
hayranlıklarını ifade edemezlerdi.
Böyle bir kasabada yetişen
Burak, herkes tarafından tanınırdı.
Sadece yaşıtlarıyla değil kendinden
büyük kişilerle bile muhabbet kurardı.
Kasabaya yeni biri geldiğinde hemen
gider tanışır, arkadaşlık kurardı. İkili
ilişkilere çok önem verirdi. Kasabada
yaşayan herkes bunu yapardı ama
Burak hepsinden daha fazla önem
verirdi. Ne olursa olsun bir yerde
bir arkadaşı ile ilgili bir durum varsa
o orada olmayı vazife bilirdi. Çocuk
yaşlardan itibaren bunu yapmaya
özen gösterirdi. Olayların kendisi
için önemli olup olmadığına bakmaz,
arkadaşı için önemine bakardı. Bir
arkadaşının kedisi kaybolmuşsa tüm
kasabayı onunla beraber gezerdi.
Başka bir arkadaşını futbol oynamaya
çağırdığında izin alamadı ise
o da gitmezdi. Dinlemeyi çok severdi,
küçük büyük herkesi dinlerdi. Bu
yüzden onun bir ailesi olsa da, ka-
sabanın her ailesinde ondan bir parça
vardı.
Annesi Adile, oğluna sevgisini hep
hissettirir, kasabadaki durumundan
dolayı da istemsiz bir övünç duyardı.
Adile’de kasabada kadınlar tarafından
çok sevilirdi. Ama sevilmesi kendisinden
mi, yoksa Burak’ın annesi olduğu
için mi diye kendisi bile şüphe duyardı.
Babası Yunus ‘un ise kasabada adı çok
gezmedi. Herkese saygı gösterir fakat
samimiyet kurmazdı. Çünkü sürekli
işi ile ilgilenirdi. Haftada bir eve gelirdi.
Ne iş yaptığı bilinmezdi. Dışarıdan
bakıldığında oğluyla hiç ilgilenmeyen
bu adamın oğlunun nasıl böyle herkes
tarafından sevildiği ve insanlarla ilişkisinin
iyi olduğu kafa karıştırırdı. O ise
hiç bunları takmaksızın oğluna :
- “Yakalamış olduğun samimiyetlerin
kıymetini bil, seni sevgisiz bırakacak
sevgilere kapılma” diye nasihatte bulunurdu.
Çocuk hiç bir zaman ne dediğini
anlamazdı.
BÖLÜM 2
Bir gün tüm çocuklar oturmuş babalarının
meslekleri ile ilgili konuşuyorlardı.
Benim babam terzi, kasap, şoför...
Kasaba da öyle çok para kazandıran
meslekler olmazdı. Paradan gizliden
gizli korkulurdu. O yüzden esnaf meslekleri
fazla idi. Herkes babasından
bahsederken sıra Burak’a gelmişti.
Vurgulu bir ses tonuyla: “Benim babam,
benim için çalışıyor ne iş yaptığının
önemi yok” dedi. Söylerken
herkesin etkileneceğini düşünmüştü
ama arkadaşlarının yüzüne baktığında
kimsenin tam olarak anlamadığını
hissetti. O yüz ifadesini çok
iyi biliyordu. Çünkü babasına ne iş
yaptığını sorduğunda aldığı cevapla
kendisinde de aynı ifade oluşuyordu.
İnsan yaşadığı duyguyu başkasının
yüzünde görünce endişesi daha da
artıyordu. Büyüdüğünde anlayacağını
düşündü. Büyüyordu ama anlamak
için beklemesi gerekecekti.
BÖLÜM 3
Lise yaşlarına gelmişti. Artık
ilişkilerin önemini daha iyi kavrıyordu.
Eskiden çocukça değer verdiği
arkadaşlıklara artık bilinçli bir şekilde
önem veriyordu. Kasabada oturmaya
devam eden arkadaşların bazılarıyla
her gün, bazılarıyla haftada bir olsa
buluşuyordu. Kasabadan ayrılan
eski dostlarına mektup yazmayı hiç
ihmal etmiyordu. Ve hala dinlemeyi
çok seviyordu. Arkadaşları da onun-
la muhabbet etmekten, dertleşmekten
çok mutlu oluyordu.
Arkadaşlarıyla muhabbeti
kopmasın diye kasabadan hiç
çıkmamıştı. Liseyi bitirdikten sonra
ailesi ile de istişare ederek kasabada
bir yer kiraladı. İnsanların gelip oturabileceği,
sohbet edebileceği bir yer
açtı. Bu tam ona göre idi. Böylece hem
arkadaşlarından mahrum kalmayacaktı
hem de ailesine yük olmadan geçinebilecekti.
Gerçi dükkanı kiralamak
ve açmak için gerekli parayı babasının
nasıl bulduğunu tam anlayamıyordu.
Fakat babası ona hep derdi :“Ben senin
için çalışıyorum.”
Yeni işyeri ile beraber artık kasabanın
ortak noktası işyeri olmuştu.
Kasaba, orada toplanır, tüm muhabbetler
de burada yapılırdı. Sırlar burada
paylaşılırdı. Burak’ın hayal ettiği
gibi gerçekleşiyordu. Arkadaşları her
akşam yanındaydı. İnsanlarla iç içeydi.
Her güzel giden şey bir imtihana
tabi olacağından bu güzel gidiş de çok
sürmedi. Gelen bir haber ile her şey
değişecekti. Telefonda bir ses: “Burak
Bey, anne ve babanız trafik kazasında
hayatını kaybetti.”
BÖLÜM 4
Hayatında ilk defa kendisini
bu kadar üzgün hissetti. Başkaları
benim yüzümden üzülmesin diye
düşünürken kendisini tutamadı.
Hüngür hüngür ağladı. İş yerinde
olanlar hemen ne oldu diye sorunca
“Ann, annem ve, annem ve
babam” diyebildi sadece. O gün
sabaha kadar işyerinden ayrılmadı
ve ağladı. T ve V arkadaşlarını
bırakmadılar, onunla kaldılar. Hüznünü
gidermesi için yanında olduklarını
hissettirdiler.
Ertesi gün cenaze namazı
kılınacaktı. Camiye gittiklerinde
avlu tıklım tıklımdı. İnsanların birçoğu
Burak için oradaydı. O ise her
zaman gülen yüzle selam verdiği
insanlara hüzünle bakarak geçti
avludan. Anne babasının tabutunu
gördü. Tekrar ağlamaya başladı.
Avludaki kuşlar gözyaşlarıyla beraber
ses çıkarıyordu sanki. Ölüm
ne kadar gerçekti. Bir daha hissetti.
Camiden sonra mezarlığa
doğru yola koyuldular. Kasabada
tabutlar araba ile taşınmazdı, me-
zarlığa kadar el ile taşınırdı. Hayatında
böyle ağır bir yük kaldırdığını hatırlamıyordu.
Metafizik, fiziğin ötesinde
idi. Bilime göre o tabut ağır değildi.
Ancak Burak’a göre dünya daha hafifti.
Mezarlıkta son görevini yaptıktan
sonra arkadaşlarıyla birlikte taziye
evine gittiler.
Taziye evi, işyeri idi. Bu yaşa kadar
tanıdığı arkadaşlarının bir çoğu
taziyeye geldi. Gelmeyenler için
çok üzüldü. Üzüntüsü gelmedikleri
için değil, başlarına bir şey geldiğini
düşündüğü içindi. Çünkü onun için
dosta yetişmenin mazereti olamazdı.
BÖLÜM 5
Aradan bir süre geçmişti. Hayat
devam ediyordu. İnsanlar, ölenleri ya
çabuk unutuyordu ya da çabuk unutmak
zorundaydı. Akşam eve gittiğinde
sessizce ağlasa da gündüz eski
Burak haline gelmişti. Bahattin ve
Halil daima yanındaydı. Böyle arkadaşlara
sahip olduğu için şükrediyordu.
Bir gün Burak, Bahattin ve Halil
işyerinde otururken işyerine kravatlı,
takım elbiseli bir adam girdi. Burak’ı
aradığını belirtti. Ve konuşmaya
başladılar.
-Burak Bey, ben babanızın avukatıyım.
Öncelikle başınız sağ olsun.
Babanızın mirası hakkında sizinle
görüşmeye geldim.
Burak şaşkınlığını bitiremeden
adam konuşmaya devam etti.
- Babanız tüm mal varlığını size
bıraktı.
-Ne mirası, ne mal varlığı? diye sordu
şaşkınlıkla.
-Babanızın sahip olduğu tüm
şirketler artık sizin. Yönetim kurulu
başkanlığına geçmeniz gerekiyor.
Avukat modern çağın emrettiği bir
hızla konuşuyordu. Burak ise baba
dedikçe yıkılıyordu. Başkasına
göre miras, şirket önemli iken ona
baba kelimesi hüznü tekrar getiriyordu.
Olayları anlamaya ve emin
durmaya çalışırken hızlı avukat bir
kağıt uzatarak:
- Yarın saat 9’da burada olmalısınız.
dedi.
Bahattin ve Halil’e bakan Burak anlamsız
bir şekilde “Tamam” dedi.
M.Kürşat Ateş
SİYAHIN KARANLIĞINDAN
Gidiyorum buralardan,
Kalbimi alarak.
Göz yaşlarıma teslim olmuşçasına
Karanlıkların içinden yürüyorum
Yüreğimde ölüm korkusu
Kalbimde dayanılmaz sızı
Acımı içime gömmüşüm
Ama sadece ben duyuyorum
Nedenini bilmediğim acılar içerisindeyim
Fakat yutmuşum duygularımı
Adeta fakirliğin karışmış edebiyatı gibiyim
Anlam bütünlüğü oluşturamıyorum kendimde
Huzursuzluğun yorgunluğunu yemiş gibiyim
Bir asır paslanmış pranga gibi
Düşünüyorum fakat içinden çıkamıyorum
Bedenimde kaburgamın kırıldığını hissediyorum
Beynimde depremler oluyor adeta
Hissedebilme enkazına yenik düşüyorum
Zifiri karanlık tünellerden geçiyorum
Ne gören var,
Ne bilen var,
Ne de acıma ortak olan...
Berivan Çevik Yavuztürk
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer
dellal iken pireler berber iken ben anamın babamın
beşigini tıngır mıngır sallar iken bir varmış
bir yokmuş çok deyene çok günahmış az deyene
az günahmış. Çoh uzah diyarlarda bir kral varmış
bu kral adaleti ve doğruluguyla nam salmış ..Ama
bu kral ilk zamanlar çok zalım çok gaddarmış ve
halkına çok eziyet etmiş iniim inim inletmiş .kendisi
sarayında refah içinde yaşarken ..Halk ise
açlıh ve sefalet içinde yaşıyormuş. Kral bir gün
adamlarıyla ava çıkmış kralın çok akıllı bir veziri
varmış ..Bir ara vezirini de alarak bir su kenarına
gitmişler atlarından inmişler ellerini yüzlerini
yıkayıp biraz serinlemişler ve orda biraz oturmuşlar
.Bunlar otururken iki tane kuş gelmiş ötmeye
başlamışlar kral vezirine demiş ki.
Şimdi bu kuşların dilinden anlasaydık ne konuştuklarını
bilirdik. Vezir çoktan krala halkın durumunu
anlatmak istiyormuş ama korkusundan
krala diyemiyormuş. Vezir bakmış tam sırası ve
krala demiş ki ben kuşların ne dediklerini biliyorum
...Vezir krala derki eğer müsadeniz varsa ve
gazabınızdan emin olursam söylerim. Kral emin
olabilirsin demiş ve anlat bakalım ne konuşuyor...
Bu kuşlardan biri oğluna öbür kuşun kızını istiyor
kızı olan kuş diyor ki kızımı oğluna veririm
ama bir şartım var..Sende bana bir harabe
virane vereceksiin..Oğlu olan kuş da
diyor ki başımızda bu kral olduğu sürece
bir harabe degil on tane virane veririm
diyor. Bu sözün üzerine zalım kral bir şey
demez ama vezirinin ne demek istediğini
iyice anlamıştır. Saraya döndükten sonra
halkın durumunu düşünür ve vezirine hak
verir...Ve kral yaptıklarına pişman olur ve
halkını adil adaletle idare etmeye başlar..
halkını sever ve her derteriyle alakadar
olur .ve adil ve adaletli bir kral olur ismi
doğrulukla ve dürüstlükle ve adaletli bir
kral olarak anılır. Her fani gibi kralda hastalanır
yatağa düşer tabipler çare bulamaz.kral
evlatlarına derki bana viranede
yaşayan birkaç baykuş bulun onun
etini yersem sıhhatıme kavuşurum der
Çocukları bundan kolay ne var diyerek
şehirde virane yer ve baykuş aramaya
başlarlar fakat ne kadar arasalar ne bir
baykuş nede bir virane bulamazlar...
Üzgün vaziyette saraya dönerler..Babacığım
derler ne kadar aradıksa ne
bir kuş nede bir baykuş gördük ..Bunu
duyan kral çok sevinir demek her taraf
refah içinde bir virane bile yok .....
Heket de burda biter.
Hülya ALPTEKİN
İSTANBUL’DA
KAL
Her şey bir yaprak dökümü mevsimi gibi
Sezdirtmeden tek tek dökülüyor yapraklar
Sonradan hafif bir rüzgârın insafsız kuyruğuna
takılıp kayboluyorlar
Ne merhaba nede bir hoşça kal
Oysa ne yaşanmışlıklarımız vardı
Bu hayata
Ne anılar, açsan yaprak yaprak
Hiç kimseler bilmezdi böyle olacağını hayatın
Gel sen
Aynı evde kal ve yaşa
Seninle aynı saatler
Aynı neşeli günler desem
Bir çağırsan yine
Koşa koşa gelirdim
Ta İstanbul’un öteki yakasında olsam da
Aynı söz dizisinin içinde
Aynı cümlede
Aynı tümleçte
Ve yine aynı noktada bitsek
Aynı acılar içinde zülüm
Aynı müjdeli haberler içinde sevinç
Yollar, yıllar aynı olsa
Ben buralardayım
Dünyalar sonradan ayrılır mı?
Evet, yollar ayrılır uzun uzun
Kaderler ayrılır
Sevinçler ayrı, ayrılış
Ben ayrılamadım
Bir türlü senden
Şimdi sen başka yerlerde def
çalarken
Ben başımı gecenin on ikisinden
sonra
Hala duvara yaslamış bekliyorum
Bin bir soru işaretlerine cevaplar
bulmaya çalışıyorum
Sen sen
Ya sen
Değirmenler dönüyor kafamın
içinde
Zaman bazen beni kandırmaya
çalışsa da
Beş para etmeyen cam parçalarına
Ben kendimi dinliyorum
Feridun Eren
Şimdi sen İstanbul’da
Cılız bedenime temas edince soğuk, ürperir
yüreğim.
Doğrulurum ağır ağır yalnızlarımdan.
Döndüğümü sandığım gidiş yolundan,
dönüp yine birleştiğim kusurlu benliğim.
Dönüşlerle bezenmiş beşpara etmez hayatım.
Sanki sadece benimlermiş gibi defalarca çıldırasıya
istenmiş ayakları yere basmayan
umutlarım.
tanıdığımı düşündüğüm, aslında beni ezberleyen
dostlarım
Ve daha önce görmediğim birkaçıyla
çıkmıştım bu yolculuğa...
Hayat, henüz yeni yeni dalga gecmeye
başlamıştı benimle ve
ben bu kadar acımasız olabilecegini
ilk defa görüyordum
çıplak gözle.
planların peşindeyiz.
Saga sola düşsün insanlar bedenler
savrulsun rabia meydanına.
Geçim derdi hayat zorlugu derken iki çocuklu
baba.
Assın kendini yatak odasının tavanına.
Ve biz hiçbir şey olmamış gibi devam edelim plan
kurmaya.
Yaşayalım vahşi doğada bir ceylan yavrusu gibi.
Sıranın bize gelmesini beklerken hayat geçsin
başımızdan ve kıçımızdan.
Yaşanmışlıklar yok sayılsın. Olmasın yaşanacaklar.
Umursamayalım çevremizde olup bitenleri
ve canlar düşsün birer birer saga
sola.
Umurumuzda mı?
Değil.
Peki ne yapiyoruz söylesenize. Anlatsa
ya biri bana.
Zamansız
ölüme mektup
Durup sakin sakin tane tane. Anlatsa
ya ben anlayana kadar.
Biz anlayana kadar.
Neden bu kadar acımasızız.
Öldürsek mi kendimizi simdi
Assak bir odanın tavanına.
Yetişemeseler sesimize ve sessizligimizde
bogulsak mı?
Gunah mı?
Kim anlatacak bize simdi?
Umurumda mı?
Biri çıkıp anlatsa ya.
Nedir bu günah? Bu
boka
bulanmışlıkta
assak kendimizi, gunah
mı?
Çıksa ya karşımıza meslek
edinmiş birileri dem vursa ya.
Günah mı?
Birileri gelse sözde aydınlıklardan.
Soğuk bedenimi indirse çıkarıp
boynumdakini.
Tutsa birkaçı uzatıverseler yerlere.
Cok dağıldım toparlayamıyorum.
uzatıverseler..
Assam kendimi.
Ve anlatsa ya birileri.
Bir başıma bitip tükenmek bilmeyen
savaslarda kaybederken bütün kalelerimi birer
birer
Hazıra konmasalar ya.
Vah vaah.
Asmış kendini.
Anlatsa ya biri.
Birileri çıkıp nara atsa sokak ortasında.
Yapma dese. Ya da hayır hayır kendi çıkıp
assa insanlığı. İnsanlık tarihini hümanizmayı
sağcıları solcuları ortada dolaşanları ve bütün
bu içi pıtırcık dolu toplum şeysilerini assa.
Haketmedik mi? Haketmisizdir elbet.
Kimimiz tek tek kimimiz toplu halde asılmayı
hak etmedik mi sizce?
Hayır mı?
Neden hak etmedik?
Soylesenize
Ne yaptık ahmet için?
Bu bir vicdan vıncıklaması mı?
Evet evet. O kadar kullanmıyoruz ki vicdanlar
artık yoklanmıyor. Kuru degil.
Vicdanlar vıcık vıcık.
İçi bok dolu.
Nasıl. Neden. Neden.
Çirkinlesiyor yeryüzü her geçen saniye. Daha
mı zordu bir merhaba demek şimdi çıkıp şehir
değiştirmekten...
Çok mu zordu bir merhaba.
Haketmiyor mu kimse merhabayi. Ya da biz mi
çok ipteyiz. İplemiyoruz insanları.
Evet...
Öldü.
Belki de çırpınırken geldim aklına.
Bir başıma falan kalmadım.
O kadar iyiyiz ki etrafımız insan kaynıyor. Ve
düşüyor hergün birileri sagda solda.
Görmüyoruz. Görmüyoruz diye
ölmüyorlar sanıyoruz. birileri gelip
topluyor. Bilip susuyoruz. Çıkarıp
heybesinden fırlatıyor rüzgara. Toprağa
kimi düşmüyor bile. Düşen
anında filizlenip büyüyor sonra sil
bastan... Düşüyor yine yere. Ya da
tutup çıkarıyorlar boynundaki ipi ve
uzativeriyorlar yavaşça yerlere..
Düşünmüyorlar hiç. Gelmiyor
akıllarımıza.
Dedim ya ipteyiz biraz.
Bize ne kadar etseler az.
Sahip çıkamadık birbirimize.
Son sahnede vardım biliyorum. Ben
ali emrah ve diğerleri..
Hayatının en guzel yılları olduğundan
bahsederdin. Uzun uzun anlatır
anıları gülerdik birbirimizin müşkül
durumlarına..
Akşam üstü aldım haberini..
Saat sabaha karşı 5:27.
Ara ara bahsettiğinde ölümden..
Bahsettiğinde.
Ölümden..
Bahsettiğinde..
Öyle düşünme.
Konuşma öyle şeylerden.
Yaşayacağım ölüm olsa da..
Yaşayacağım çocukluk arkadaşım.
Ve seni unutmayacağım..
Emrah çiftçi
Şanlıurfa’ya
Bulunmaz menendin bir eşin senin
Göbeklitepe sır, Harran bir müze
Cefa şifa buldu sabrın sonunda
Dertlere devadır gözyaşın senin
Bir peygamber izi yürür önünde
Bin hatıra saklar her taşın senin
Nebiler süslemiş birçok köyünü
Deva etmiş Rabbim Eyyüb suyunu
Halil İbrahim’den aldın huyunu
Kutsaldır balığın ve kuşun senin
Barınmaz bağrında kötülük kemlik
Kemale eriyor sen de her hamlık
Almışsın Rabbimden bir güzel kimlik
Gül bahçesi olur ataşın senin
Balıklar Nemrud’a inat yüzerler
Suların bağrına tevhid yazarlar
İnsanlar hep hayran hayran gezerler
Doyumsuz seyri gün batışın senin
Şanlısın yiğitlik yakışır sana
Çilekeş insanın yakındır cana
Makamlar konuşur gönüle göze
Şuayb, Eyyüb Nebi yoldaştır bize
Çağlara doğuyor güneşin senin
Sen Güney Doğunun bir incisisin
Tarihi yerlerin birincisisin
Gönlümün hasreti ve sancısısın
Bir başkadır kalpte atışın senin
Haşimiye çarşın her vakit diri
Hanları süslüyor isot biberi
Esnaf her dem güleç olsa kederi
Namerde düşer kaş çatışın senin
Yoğur çiğ köfteyi demle mırrayı
Türküler gazeller alsın sırayı
Şenlesin bir anda Urfa sarayı
Mertlik kokar halay tutuşun senin
HALİT YILDIRIM
Hep sevgili oldun aziz vatana
Pınar Kür
En mutlu olduğu anlarda bile mutsuzluğu
beklediğini söyleyen, ‘Asılacak
Kadın’ gibi bir kitabı yazma ve
onu mahkeme koridorlarında savunma
cesaretini gösteren, bizi bazen
polisiyenin, bazen siyasetin tam
ortasına çeken romanlar yazan bir
yazar Pınar Kür... Şimdi yazarlığının
40’ıncı yılını kutluyor. Daha yakından
tanınmalı, çok yakından...
15 Nisan 1943’te Bursa’da doğan
sanatçı, lise eğitimini Robert Kolej’de
tamamladıktan sonra lisans eğitimini
Queens College ve Boğaziçi Üniversitesi’nde
tamamlamıştır. Ardından
Serbonne Üniversitesi’nde
Karşılaştırmalı Edebiyat üzerine
doktora yapmıştır. “Bitmeyen
Aşk” adlı romanı “müstehcenlik”
gerekçesiyle toplatıldı. Şu anda
Bilgi Üniversitesi’nde Medya ve
İletişim Sistemleri bölümünde
öğretim üyesidir. 2013 yılı Mayıs
ayında Ankara Öykü Günleri
kapsamında Onur ödülüne layık
görülmüştür.
Yazarımızın birçok alanda eserleri
bulunmaktadır. Hayatı hakkında
verdiğim kısa bilgi de geçen
romanı “Asılacak Kadın” hakkında
kısa bir değerlendirmeye de
yer vermek istiyorum;
“Öz ağası öldürüldükten sonra
üvey ağası tarafından dövülen,
aşağılanan Melek’in hikâyesidir
“Asılacak Kadın”.Hüsrev Bey,
annesine baksın diye Melek’i
yalısında çalıştırmaya başlar.
Annesi ölünce Melek’i toplumun
gözünde asılacak kadın yapar.
Asılması gereken toplumdur aslında.”
Genellikle hikâye ve romanlarında
psikolojik tahliller yapar,
cinselliği ön plana çıkarır. Toplumsal
sorunları ve bu sorunlar
içinde temel bir yer tutan
kadınların bireysel dertlerini
anlatır. Zamandan ve mekândan
şikâyet eden kişilerin iç
dünyalarındaki huzursuzlukları,
birtakım açmazları, yalnızlıkları
birey-toplum değerleri uyuşmazlığında
ele alır.
Makbule Ateş
Behçet Necatigil
Behçet Necatigil
Behçet Necatigil için önce şiir vardı;
çünkü her dizeyi kendi kurduğu ve
içinde yaşadığı ‘dil evi’nden anlatıyordu.
Hayatı boyunca bu dil evinde bitmez
tükenmez bir şiir yolcuğuna çıktı.
Bunun için de o aslında ‘kelimelerin ve
şiirin yolunda yürüyen bir abdal’dı.
Necatigil’in ölümü üzerinden tam 30
yıl geçti bugün. Ama şiirleri hâlâ taptaze...
16 Nisan 1916’da İstanbul’da doğan
sanatçı, İstanbul Yüksek Öğretmen
Okulu Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nden mezun olmuştur.
Çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği
yapmış ve Çapa Eğitim
Enstitüsü’nden emekli olmuştur.
Emekliliğinin ardından yazı ve şiir
çalışmalarına devam etmiştir. Birçok
gazete ve dergide şiirler yazmış olan
sanatçı 13 Aralık 1979’da İstanbul’da
kanserden yaşamını yitirmiştir.
Yazarımızın birçok alanda eserleri
bulunmaktadır ama şiir eserleri ön
plandadır. Ev, aile, yasak aşklar,
anlaşılamama üzüntüsü, bunalım,
ölüm, fakirlik gibi konuları işleyen
sanatçı, kendi hayatını sınırlayan
çevreyi, bu çevrenin
yarattığı sıkıntıları şiirleştirmiştir.
Mecazsız,
sade bir ifade içinde
anlamca kapalı şiirler
kaleme almış;
bazı şiirlerinde divan
edebiyatı bilgisini
kullanarak söz oyunlarına
başvurmuştur. Radyo
oyunları kaleme almış,
çeviriler de yapmıştır.
Yazarımız şiirleri ile tanındığı
içinbasılmış ilk şiirini sizler ile
paylaşmak istiyorum.
Çarpıyor şimdi cama
Hasret kaldım sevince
Korku yüzümde yama.
Dalarken gözümde yaş
Ben böyle sonsuz gama
Artıyor yavaş yavaş
Damlardaki ağlama.
Yazarımız Behçet Necatigil’in
bunun gibi birçok şiiri ve
farklı alanda eserleri bulunmaktadır
ama ilk basılmış eseri olduğu için
size de aktarmak istedim. Lise döneminde
ilk yazdığı şiir Varlık dergisinde
1 Ekim 1935’te basılmıştır.
Gece ve Yas (Basılmış İlk Şiiri –1
Ekim 1935)
Bir köşeye büzülüp.
Makbule Ateş
Böyle susmazdım ama
Kapılardan süzülüp
Gece doldu odama.
Bir yağmur ince ince
Robinson Crusoe ve
Propaganda
Bazı insanlar mantığının yerine duygularını
merkeze alırlar, duygular doyumsuz
ve isteksiz bir ruh hali oluşturarak,
insanda var olanı yetersiz görme ve
farklılığı arzulama isteği uyandırır. Bu
istek yerine getirilmediği zamanda sıkılma,
bunalma, tembellik, birçok alanda
işlevselliğe neden olur. Gün gelir farklı
bir şey yapma arzusu dizginlenemez ve
insan arzuladığı ya da yaşama isteği
duyduğu duygunun peşine düşer. Macera
tutkusuna dönüşen bu arayış da mantık
ve rahatlık tamamen devre dışı bırakılır.
İnsan tehlikeleri, hatta ölümü bile göze
alır. İç huzursuzluğun tatminliği ya da
arzunun yerinle getirilmesi sıhhatten
ve emniyetten önce gelir. Zaten yaşanılmasının
peşine düşen kişi de bunları pek
düşünmez. Tehlikeyi ve ölümü düşünenin
arayışı olmaz. Bu inanç ve anlayışla
kendini gayrete getiren Daniel Defoe’nun
karakteri Robinson Crusoe yollara düşer.
Babasının ve annesinin bütün uyarlarına,
nasihatlerine, içinde bulunduğu
rahat yaşama rağmen denize olan tutkusunu
dizginleyemez, yollara düşer. Crusoe
sadece yapmak istediğini yapmakla
yetinen biri gibi görünse de kitabın ilerleyen
bölümlerinde kahramanımızın
niyetinin salt macera olmadığı görülmektedir.
Cruose derdi macera adı altında
bize İngiliz sömürge mantığını görme,
kavrama ve kabullendirme olduğudur.
Yazımın ya da romanın propaganda
aracı olarak kullanıldığının en güzel örneklerinden
biridir Robinson Crusoe.
Siyasi mesajları doğrudan değil de dolaylı
olarak vermenin en iyi yolu romandır.
Romandaki olay örgünün arkasına
saklanan mesajlar böylece fazla sırıtmaz,
okuyucu rahatsız olmaz. yani
okuyucu olaya odaklanırken, farkında
olmadan yazarın vermek istediği mesajı
alır, kahramanın sözleriymiş gibi gördüğünden,
düşüncelerin doğruluğunu
kabul etmesi kolaylaşır. Siyasi yazılarda
aynı şeyler verildiğinde okuyucu tepkisel
yaklaşabilir. Olay örgüsü bağlamında
sarf edilen sözler, çok da siyasi anlaşılmaz.
Anlaşılmadığından tepkisel
yaklaşımda zayıftır. Böylece siyasi bir
yazının vermediğini roman rahatlıkla
vermiş olur.
Kitabın iki önemli propagandası vardır:
Protestanlık dinin gerekliği ve ilkelerinin
dile getiriliği, ikincisi İngilizlerin
üstünlüğü, erdemliği, zekâsı, İngiliz medeniyeti
ve sömürgeciliğin mantığındaki
gerekliliktir. Bu iki propaganda kitabın
ortasından sonra kendisini fazlasıyla hissettirmektedir.
Yazarda bunu gizleme gereği
duymuyor, aksine gerekliliğini nedenlerle
izah etmektedir.
Protestanlık dinin propagandasında kitabın
ilk bölümlerinde Robinson Crusoe’nun
dinle hiçbir ilgisi yoktur. ne dini bilgisi vardır
ne de din eksenli bir yaşantısı. Tanrıya
dair bir söylemde geliştirilmiştir. Karakterimiz
sıradan ve hiçbir özelliği yoktur. salt
macera peşinde koşan kaygısız biridir. Robinson
Crusoe’nun gemide bulduğu İncil ve
başına gelenlerin bir lütuf olduğuna dair
düşünce ile Tanrıya ve İncil’e olan inancı
ve bağlılığı artar. Daha önce hayatında
Tanrı yokken, Tanrı hayatında belirleyici
olur. Ancak bu din anlayışı Protestanlıktır.
Kahramanımızın bu mezhebi neden benimsediği
ve diğer mezhepleri neden ret ettiğine
dair bir bilgi göremiyoruz. Her ne
kadar kitabın ilk bölümlerinde din vurgusu
olmasa da demek ki kahramanımız yolculuğa
çıkmadan, adaya düşmeden önce Protestanlık
inancını benimsemiştir. Kitaptan
yola çıkarak söylersek o dönem İngilizler
Protestanlık inancını benimsemiştir. Robinson
Crusoe Protestanlık dini Cuma’ya
kabul ettirirken, izlediği yol tam bir misyonerlik
çalışmasının örneğidir. Cuma’nın
medenileşmesinin ilk örneği Protestan
dini benimsemesidir. Cuma yeni
dinini öyle benimsemiş ve inanmıştır
ki geride bıraktığı kabilesine de bu
dini götürmeyi teklif eder. Cuma’ya
göre Robinson Crusoe’nun ilkel, barbar
olmayışı ve aksine bu kadar medeni
ve gelişmiş olmasını Protestanlık
dinine bağlar. Kabilesinin de
barbarlıktan, insan yiyiciliğin kurtarmak
için kabilesine gitmeyi teklif
eder. Ancak Robinson Crusoe korkak
ve bencildir. Teklifi kabul etmez.
Robinson Crusoe ıssız bir adada tek
başına yaşamasına rağmen hayata
olan bağlılığı ve yaşam mücadelesi
kişisel gelişim örneğidir. Karamsarlık
ve umutsuzluktan uzak bir anlayışla
hayata tutunmasının temelinde
dünyayı sevmesi ve bunun Tanrının
bir lütfü olarak görmesindedir. Öyle
ki ölmekten çok korkmaktadır. Bütün
savunmasını öldürülmemek üzerine
kurar. Avcılığı, tarımcılığı ölüm
korkusunun bir eseridir. Ölümle olan
randevusunun en belirgin sahnesi
adada ayak izine rastlamaktadır.
Adanın tanrısının uykuları kaçar,
kendini kalesine kapatır, kendine
yeni saklanma alanları oluşturur. Bu
korkaklığını zekâsıyla örter.
Cuma ile olan iletişimi medenileş-
tirme yani İngiliz kültürünü kazandırma
üzerine kurulur. Onu kendince
terbiye eder, insanlaştırır. İlkellikten,
barbarlıktan kurtarır. İnsan eti yerine
hayvan eti yemeyi ve tarımcılığı öğretir.
Bütün bunların ötesinde hayatını
kurtardığı adama yani Cuma’ya modern
köle olmayı da öğretir. Kendisini efendi
ilan eder. Çünkü hayatını kurtarmıştır,
kendisi medenidir, diğeri ise barbardır.
Kendisi efendi olmayı, Cuma da köle olmayı
hak eder. Sürekli Cuma’yı daha iyi
bir köle olması, efendisine nasıl hizmet
edeceğini öğretir. Hayatını kurtaran
adam minnet borcu olan Cuma ise, dünden
köle olmaya razıdır. Efendisini hiç
sorgulamaz. Efendi çok akıllıdır, efendi
her şeyi bilmektedir. Kendisine düşen
onun dediklerinin dışına çıkmamaktır.
Robinson Crusoe siyahların köleliği
nasıl hak ettiğini kibarca anlatır. Madem
İngilizler akıllı, zeki, üretken, kurnaz
öyle ise diğerlerine efendilik etmeyi
hak etmektedir. Böylece Cuma üzerinden
modern sömürgenin kapısını aralar
ve bize siyahların köle olması gerektiğini
anlatır. Biz de olay örgüsünden Robinson
Crusoe haklı olduğuna kanat ederiz.
Öyle ki kitabın sonunda Cuma’nın
ayı ile kavgasında efendiyi eğlendirmek
yatar. Yani kölenin en önemli meziyeti
ve zekâsının varlığı efendiyi eğlendirmektir.
Cuma ya da köleler bunu zevkle
yapmalıdır. Efendiler eğlenerek
seyreder. Bu köle efendisini güldürme
hizmetini hayatına tehlikeye atacak
kadar bağlılığını göstermelidir.
İngiliz zekâsını ve diğerlerini kullanma
sanatını adaya gelen barbarlar, İspanyollarla
Robinson Crusoe arasında
geçen olaylarda görmekteyiz. Görünmeden
insanları yönetmek, yönlendirmek
ve bunları kendi çıkarı için
kullanabilmeyi tabiri caizse yorulmadan
yapması gösterilebilir. Bu da üstünlük
için fazlasıyla yeterlidir.
Bir Batı klasiği olan Robinson Crusoe’n
neden bir İngiliz klasiği olduğu
açıkça anlaşılmaktadır. Robinson
Crusoe bir adada sıkış kalan, mecburen
adada bir hayat kuran bir adamın
öyküsü değildir. Öykünün temelinde
bir İngiliz propagandası yatmaktadır.
Kitlelere daha kolay algı vermenin
adıdır Robinson Crusoe.
Osman Tatlı
osmantatli@gmail.com
Sözümüz Var
Gecenin yalnızlığına gömün beni
Artık duymak istemiyorum
Karanlıkları yaran
Islak çığlıkları
Görmek istemiyorum
Yarı aydınlık gecelerde
Bir bomba gibi
Patlamaya hazır gözyaşlarını
İhanetler pazarlanıyor
Parmaklıklar arasında
Gelgitler yaşanıyor
Yangınlar aleminde
Yüreğim gövdeme sığmıyor artık
Gördükçe bıçak sırtı ihanetleri
Bir mavzerin namlusu gibi soğuk
Buza kesilir umutlarım
Beklemeye tahammül yok
Irmakları akıtmak gerekir
Dağlardan denize doğru
Derin bir yalnızlığa gömülür
Zulüm o anda
Özgürlük özlemi
Yıldızlar dizerim gökyüzüne
Çadırlar kurarım dağlara
Güneşi beklerim hiç uyumadan
Dudaklarımda bir türkünün
Melodisini söylerim bağıra bağıra
Siz yangınlar içerisindeyken
Ben nasıl yaşarım burada
Düşmesin yaş gözüne
Ağlama iki gözüm
Sözümüz var yarınlara
Sözümüz var insanlara
Mehmet ACIOĞLU
Yaralı akşamlarımı kanatır
Deliliğe Övgü
Günahlara kapalı, tacizlerden uzak
yaşamak yıllardır hayalini kurduğum daha
doğrusu kurguladığım gözde bir yaşam biçimi.
Kendine dönmek, özüyle yüzleşmek.
Yaşadığını sahiden duyumsamak için böyle
bir yaşam biçimi kaçınılmaz. İnsan kullukta
derinleşince diğer melekeleri inanılmaz
derecede bir hassasiyet, bir duyarlılık kazanıyor.
Mistiklerin tertemiz doğası filozofların
karışık, karmaşık ve bulanık aklından
daha ziyade sevimli, daha ziyade tatminkar.
Bir Pascal, bir Kant, bir Descartes;Gazzali
ve İbn-i Arabi’ye nispetle emekleyen tufeyli
birer çocuk. İnancın cazibesi her türlü
düşüncel irtifanın ötesinde sarsılmaz bir
asalete sahip.Neyzen Tevfik’in kötümserliği
inancın eşiğine adım atamayıştan kaynaklanıyordu.
Samiha Ayverdi’nin kıvancı
serapa inancın eseriydi.
“Candide”, çelişkiler içerisinde bocalayan,
gideceği istikameti bir türlü tayin edemeyen,
hangi inanç sisteminde karar kılacağını
kestiremeyen bir zavallıydı. Hakikatte Volter
namuslu bir zekaya sahipti ancak
doymak bilmeyen iştahı onu kuşkuculuğun
yavuz bir savunucusu konumuna
getirdi. Tolstoy gibi.
Alain ünlü “Söyleşi”lerinde Tolstoy’a
tek satırlık bir yer ayırmamıştı nedense.
Böylesi bir düşünce ve edebiyat
devinin hazretin gözünden kaçmış olması
çok tuhaf!Dostoyevski’nin kahramanları
yaşamın bütünüyle kendisi.
Dimitri hayatın diyeti, Alyoşa öte hayatın
kendisi,İvan ise çelişkinin kendisiydi.
Bizim irfani geleneğimiz Alyoş’larla
lebalep. Bizde İvan’lar Tanzimat’tan
sonra çıktı ortaya. Namık Kemal’ler,
Ziya Paşa’lar, Beşir Fuat’lar, Abdullah
Cevdet’ler, Celal Nuri’ler…
Tefekkür semasının yıldızları hep
dindar. Ateizm düşünsel asalete ters
bir akım. Hayat üzerinde melankoliye
kaçmadan derinlemesine düşünen
bir zihnin, ateizmi kabul edebilmesi
imkansız değilse de ona yakın bir
şey. Yaşamın realist yüzü ve insanın
selim doğası bu akımı dışlar.Richard
Dawskin yanılıyor,gerçekte Tanrı
Yanılgısı yok,Ateizm Yanılgısı var.
Tanzimat’la birlikte düşünce dünyamız
ateizme daha doğrusu nihilizme doğru
tedrici bir kayma gösterdiğinden kıvamını
ve kalitesini yitirdi.
Batılı dimağın son irtifa seviyesi: cinnet. Erasmus, yıllar öncesinden
“Deliliğe Övgü”ler dizmişti zaten. Yaşlı küremizin son zamanlarda almış
olduğu acip, garip ve absürd görünüm bu cinnet geçiren kafanın eseriydi.
Tagorveya Gandi görebilseydi bu mide bulandırıcı manzarayı ne derlerdi
acaba?Mekanik kafanın gelebileceği son nokta: makine.Varoluşçulara
kızmaya lüzum yok, onlar bu manzaranın yalın ve yorumsuz bir fotoğrafını
çekiyorlardı sadece.Camu’nun tuttuğu ayna hepsinden daha şeffaf,
daha berrak, daha dürüstçeydi. Sartre ve Marcusse bir parmak geride
duruyorlardı ona göre.
Edebiyat yerini sinemaya bıraktı, şiir sekerat (ölüm) döşeğinde, edebi
ürünlerin değeri beyaz perdeye aktarılabilme kabiliyetiyle ölçülüyor.
Fantazya yükselen biricik değer. Don Brow bu ihtiyacı karşıladığı için
meşhur ve popüler. Da Vinci Şifresi, Yüzüklerin Efendisi, Henrey Potterbirer
sanal, birer fantezi, birer yalan. Hakikat bıktırınca yalana tevessül
ediyor insanlık.Tarihin her çağında muhayyel bir sfenks popüler. Bunun
Neolitik dönemdeki (yazı öncesi)en anlamlı örneği UrfamızdakiGöbekli
Tepe ve Karahan Tepe. Paganizm (putperestlik) bitmedi aslında, değişik
görünümler altında hala sürdürüyor varlığını. Değişen sadece ritüeller.
Kapitalist dünyanın tek geçer akçesi değer değil, fiyat. Kişiler fert değil
birey; insan değil beşer. Pragma, Amerika’nın değil sadece bütün ülkelerin
belirleyici vasfı artık. Dünya heterojenliğini kaybediyor, yani zenginliğini,
renkliliğini, çeşitliliğini ve demokratlığını. Giderek homojenleşiyor.
Tek-tip, kaba, barbar ve otoriter.
Şahin Doğan
Aşk Ateşe Düştü
Tarih yükselir Şanlıurfa’nın kalbinde
Peygamberlerin atasıyla birlikte
İnsanları harbi ve yiğittir sevgide
Misafirperverdir İbrahimî cömertlikte
Dergâh göklere arkadaş ulu bir mabet
Bir tarih saklar yüreğinin derinlerinde
İnanç sırlarda saklı bir aşktır ateşte
Yiğittir insanları İbrahimî teslimiyetle
Zalim kıskandı Rabbin yüceliğini
Kendince aşkı mahkum edecekti
Öldürürüm ve diriltirim ben de dedi
İlahlık şeytani tebessümle dirildi
Dayanamadı ateş, aşkın sevincine
Daha sıcaktı aşk inanan bir yürekte
Ve iman tarihe not düştü İbrahim’le
Dergahta yükselir dua dua sevgiler
Teslimiyet İbrahim’den bir hatıradır
Okunan ezanlarda imanın ruhu dolaşır
Aşk balıkların nefesinde saklıdır.
İlk önce yüreklerde yıkılmalıdır putlar
İman ve aşka dayanamaz sahte ilahlar
Nefsini ilah edinene yol olur mu Dergâh
Ateşi serinletti Rabbinin aşkıyla Halilullah.
Seyit Ahmet Uzun
Güneş Dergâh’ın semalarında bir ışık
İbrâhim cesur bir yürek ve aydınlık
Hadi sen de batıdan getir, görelim dedi
Sessizce oturdu tüm kudreti soluverdi
Ve dağlar gibi ateş yükseldi göklere
Mancınık duruyor Urfa kalesinde
İman sınanıyor ateşin nefesinde
Ve İbrahim teslim, zalime inat bir güçle
Ve aşk düştü sessizce narın içine
YAŞANACAK ÇOK ŞEY VARDI
Hava soğuktu fakat esinti vardı bunu hissediyordum. Kayıtlı iki saate yakın buraya
yürümüştüm-yürümüştüm çünkü elimde bulunan üç beş kuruşu tasarruflu kullanmalıydım
Yorgun bir şekilde Hukuk fakültesinin önünde durdum ve hayalimdeki bu binaya
iki saniye baktım. Okul kalabalık değildi fakat hareketliydi.
Ben bir kasabada büyüdüm. Burası kaldırımların kalabalık, esnafın zengin ve binaların
lüks olduğu bir yer; Ankara... Hiç uyum yok yaşadığım yer ile. Alışık olmadığım
bir şehir. Yıllardır demode olmuş kıyafetlerde büyüdüm. Yine modadan uzak siyah bir
etek ve ona uygun olmayan bir bluz vardı üstümde. Her şeye rağmen omuzlarım dik
kendimden emin tavrımı takındım kendiyle öğünlü bu şehre.
Okul kapısından onurumla girdim ve bir kaç kişiye evrakı vereceğim odayı sordum.
Bilgi edindiğim o kapıya ulaşmak için geniş koridorlardan geçtim. Gülümsüyordu yürek
dudaklarım o koridorların havasını içine çekerken. Hayata nefretimi ittim bir kenara ve
gülümseme verdim iç dudaklarım gibi yüzüme. Ve nihayet hayallerimi gerçeğe götürecek
görkemli ahşap kapıda durdum. Tıkladım ve tokmağını çevirdim. Hayata yelken
açmak ve rüzgârı ardında bırakmak işte buydu. Ben bu huyumu seviyordum.
Karşımda bir masada oturan, alışılmış orta boylu şişman yaşını almış bir adam
oturuyordu ve beni bekliyormuş gibi ”Gel” dedi “ yanıt vermedim. Yürüdüm. Elimdeki
evrakı bıraktım masaya. Eline alıp baktı ve “Başarını burada da bekliyoruz” dedi. Mutlu
çıktım o görkemli kapıdan. Evet, inanılmaz mutluydum çıkarken o kapıdan. Çünkü
evrak şişman adamın elinde emelimin ilk adımını atmıştım nihayet.
BİR HAFTA ÖNCE
Hep tek başımaydım ben! Onca kalabalığın arasında yalnız kalmış tek! .Çevremi
saran dev insanların kobalt ışınlarında yanmadan yaşamaya çalışan tek! .Hep savaştım.
Savaşıp kaç insan vardır yıkım alıp ayakta kalan... ? Yarın ne bekliyor beni diye
gecede yuman gözlerini.
Yine o gecelerden bir gece. Yarın ne bekliyor beni diye yine yumdum gözlerimi. Oyana
buyana döne döne uyumuşum. Gözlerimi gün henüz aydın olmadan açtım. Tavana dikip
gözlerimi anama yaşatacağım güzel günlerin hayalini kurdum. Beklediğim ve anacığımı
yaşatacağımın sınav sonuçları gelmişti. Çok heyecanlıydım. O sonuçları öğrenmeye
okula gidecektim. Yataktan doğruldum, kalkmadım yatakta oturdum. Birkaç dua
okudum ve ”Rabbim. Güldür beni, güldür bizi bu gün” sözlerimle kalktım. Ayağıma
pullu terliklerimi geçirip lavaboya gittim. Önce bir duş aldım. Saçlarımı kurutup tepeye
topladım ve sonrada giyinip yürüdüm kapıya. Anneciğim kalmıştı. Her gün kurulu makine
gibi sabah namazına kalkar ve gün ışığına kadar kuran okurdu. Durdurdu kuran
okumayı benim için ve ellerini kaldırıp duasını okudu. Döndürdü başını bana “Kızım
Duygu bir iki lokma yeseydin de öyle çıksaydın?” Diye seslendi.
“Annem bir an önce gidip sınav sonuçlarını almak istiyorum. Bir saate kalmaz gelirim.”
Bizim evde bilgisayar olmadığı için sınav sonuçlarını öğrenmeye okula gidiyordum. O
bilgisayarın olmamasının sıkıntılarını ne kadar çok çektiğimi kelimelerle anlatamam.
Daha hızlı ve daha az insan görebilmek için okulun arka yolunu seçtim. Sessizliğin
yanı sıra ağaç hışırtıları ürkütüyordu ama yine de o yolu seçtim. Kuş seslerin eşliğinde,
içimin şarkılarıyla nihayet okul kapısına geldim. Durdum. Ve emin adımlarımla demir
kapıdan içeri yürüdüm. Çünkü biliyordum ya da tahmin ediyorum demeli, o sınavı
başarıyla vermiştim. Heyecanlıydım tabi. Müdürün odası üst kattaydı, hızlı hızlı merdivenleri
çıktım. Odasına gelince durdum ve derin derin nefes alıp verdim. Malum
her daim müdürün odasının kapısı kapalıdır.
Kapıyı tıkladım. O tıklayan elim titriyordu. “Gel”
sessinden sonra kapıyı açıp girdim.
Adımlarken müdürün masasına ayaklarım da
titriyordu. Zor sabitliyordum yürürken onları,
Aslında dediğim gibi o sınavı kazandığımı az
çok hissediyordum, ama yine kazandın sözünü
duyma heyecanımla titriyordu her organım.
Sınav üniversite sınavı. Avukatlık ve
sonrası Hâkim olmayı düşlüyordum. “Müsait
misiniz hocam? Sınav sonuçlarına bilgisayardan
bilgilenmeye geldim.”
“Gel bakalım Duygu. Birkaç
talebede gelip sordu. Gelmiş sonuçlar”
dedi ve açtı sınav sonuçlarını.
Gülümsedi” İstediğin
bölümü kazanmışsın seni tebrik
ederim. Zaten biliyordum kazanacağını
çünkü sen çok azimliydin.
Azim başarının ana temelidir.”
Müdüre sarılıp öpesim geldi ve dedim
ki ”Sizin de çok emeğiniz var hocam. Her şey
için teşekkür ederim.” Çünkü o büyük yürekli
bir adamdı, gururumu kırmadan çok eksiğimi
o tamamlamıştı.
“Sorun değil. Siz evlatlarımı bir yerlerde
görmek beni mutlu ediyor. Başarının devamını
bekliyorum Duygu.” Çok asil ve vatanseverdi
müdürümüz. Biz talebelere düşüncesinin güzelliğine
bakar mısınız? Evlatlarım diyordu o
iyi yürekli insan.
“Hiç şüpheniz olmasın hocam.
Cübbemle geleceğim yanınıza.
“deyip saygı gereği hafif eğilip çıktım
odadan. İnsan kanatlanır mı? Evet
kanatlanır. Çünkü uçuyordum adeta.
Hızlı hızlı yollara düştüğümde. Öyle
hızlı yürüyordum ki bu sevincimi annemle
paylaşmak için kanat takmıştı
ayaklarım tabanlarıma. Yürümeyip
koşmuşum sanki kendi mi- kendi
bahçe kapımızın önü de buldum.
Sevinçle çıtaların görev yaptığı
kapıyı açtım. “Anam, anam
kazandım” sözlerimi gönderdim
melek yüzlüme.
Tülbenttin oyaları anlına
dökülmüş, tüm güzelliğini
çaresizliğine
teslim etmiş, yorgun
gülüşüyle çıktı kapıya
anam. Canım anama
koşup sarıldım. Can
damarım anamın omuzuna
başımı dayadım ”Kazandım, ,kazandım”
deyip sevinç yaşlarımı bıraktım
gözlerimden. Ne güzel bir kelime
“Kazandım!
Bu sevincimin birde üzüntüsü vardı.
Masraflar. Babamı bir kazada
kaybettikten sonra az bir emekli maaşıyla
geçinen bireylerdik anam ve
ben. Şimdi okyanusun orta yerinde
kalan annem can yeleği beklerken,
ben ondan canını istiyordum. Çünkü sevincimizi
yaşarken anacığım” Az uzla yurt işini
bitirmeye çalış güzel kızım. Yetemeye biliriz.
Rezil oluruz. Hoş tarlada yevmiye ile çalışır
seni üzmem ama yine de bu konuda sağlam
basalım adımlarımızı güzel kızım ” demişti.
Çok ağladım. Hem sevincime hem de anama
yıkılan bu yüke çok ağladım. Ne kadar zor biliyor
musunuz kendini savunmasız ve güçsüz
hissetmek.
********
Okul hayatım böyle başladı. Aşk meşk
düşüncem yoktu. O aklımın çok arkasında
bekleyen bir düşünceydi. Aklımın ortasında
yer alan ise okulumu bitirip anacığımı çok iyi
yerlere yaşatmaktı. Ama hayat çok tuhaf bir
döngü. İstemesen de seni istemediğin yere
taşıyor. Şu ki; sınıfta bir genç var adı Serkan.
Kızların ilgi odağıydı ama o beni seçti sanırım.
Çünkü gözleri hep üzerimdeydi.
Bunu hissediyordum. Ama çekingen sanırım
ikinci dönemde aynı yerdeyiz hiç yanıma gelmedi.
Olsun bu da güzeldi. Tatlı tatlı bakışmak
yani.
Bir gün yolumun üzerindeki parka girip
kafamı dağıtmak istedim. Bunu her gün
yapmasam da ara ara yapıyordum. Bir bankın
üzerine oturdum ve kitabımı açıp derslere göz
gezdirirken ”Merhaba “ diyen ses duydum ve
başımı kaldırıp baktım, kalbim vurmaya başladı;
çünkü o sesin sahibi Serkan’dı. Dilim mi
tutuldu ne bir şey diyemedim sadece baktım.
Şaşkınlığımı hissetti sanırım. “Oturabilir
miyim” dedi ve “Oturun” yanıtını
almadan yanı başıma çöktü ve ”Bu
ne güzel bir tesadüf “dedi sonrada.
Tesadüf müydü bilmiyorum ama onu
yanımda görünce içim sevindi. Aşka
hazır değildim ama sanırım ona hazırdım.
“Burayı seviyorum. Ara sıra kafa
dağıtmaya geliyorum”
“Bende senin gibi buraya kafa
dağıtmaya geliyorum. Seviyorum buranın
havasını.”
“Desene sık sık görüşeceğiz.”
Dedim ve bu konuşmamla onunla burada
görüşmeyi teklif ettim. Bunu nasıl
yaptım bilmiyorum. Aşka hayır diyen
yanım duygularında ki isteğe yenildi
sanırım.
“Bende onu diyecektim. Burada
görüşürüz sıkılmazsan?” Dediklerimden
o da çıkalım teklifini algılamıştı.
Taş oldum ve geri dönüşümü yapamadım.
Birkaç sohbetimizden
sonra yürüyelim mi dedi. Kalktım ve
kitaplarımı sırt çantama koyup olur
dedim. Ders konularımızı konuşa konuşa
bir hayli dolaştık. Tatlıydı onunla
saatler. Zamanın hayli yürümesine
rağmen ses çıkartmadım. Ta ki hava
kararmaya yön verene kadar. Hava
kararmak üzere gitmeliyim dedim. Du-
rağa kadar yürüyelim dedi ve beni durağa
bıraktı. O günden sonra görüşmelerimiz
ara ara oldu Sevgi aşk sözleri altı ay belki
aramızdan geçmedi ama bir birimizi görmek
istiyorduk. Altı ay sonra aşk bu olmalı görüşmelerimiz
el ele omuz omuza başladı. Cesur
değildim biliyorsunuz aşk konusunda.
Öncülük okuldu. Ama duygular cesur oluyor.
Dur tanımıyor. Sevginin o güzel yelkenine
biniveriyor. Tabi sevgi esintisi yüreğimizi
yalayıp yer ederken, hayatımızdan ne getirip
ne götürecek bilmiyor insan.
Çok güzel bir ilişki başladı hayatımızda.
Keşke daha önceleri gelseydin hayatıma
sözlerim hep geçiyordu içimden. Dedim
ya benim hayatım kasabada yokluk
ve çaresizlik içinde annemin nasır ellerinin
getirimiyle zor şartlarda ilerledi. O yokluk
arasında hep ezildik bakışlarda. Bu okul
bizim anamla çıkış rehberimizdi. O yüzden
aşk en son düşüncemdi benim. Ama oluverdi
Serkan’la aşkım. Bu oluveren aşkın ileride
külfet olmaması için Serkan’a annemle
olan planımı anlattım ve annemsiz bir hayat
benim hayatımın olmayacağını da anlattım.
Anlayışla karşıladı ve her ikimizin okulu bitip
elimiz ekmek alana kadar evlilik sözleri
aramızdan geçmeyeceğinin sözünü verdik
bir birimize. Ama ileriye doğru adımlarımız
yürürken, sonsuza kadar beraber olma sözleriyle
yürüyeceğinin sözünü de verdik. Her
şey güzel giderken mutlaka çamur bulaşıyor
insan hayatına. Ya da ben çok şansızdım bu
döngüde. Şöyle ki;
Bir gün Serkan piknik yapalım dedi.
Onunla olan he şey bana güzeldi.
Yapalım iyi olur deyip bir buse bıraktım
yanağına. Arabaların ve insanların çok
olduğu bu yerden az uzaklaşırız dedim
sonrada Ama iki arkadaşını da çağırmış.
Ortak arkadaşlarımız tabi. Kalabalık hoş
olur güzelim ama yine de sen istersen.
Fikrine saygı duyarım hayır dersen dedi.
Olur dedim. Onu kırar mıydım? Bir şeyler
aldık. Talebe işi işte. Mangal falan yok,
taşları çevirip mangal yaptık. kargılarla
sucuk ve hazır köfte kızarttık. Bilirsiniz?
Gençlik her şeye güzel bakan yürek
taşır içinde. Zevk alır sevdiğiyle küçük
şeylerle. Çok güzel geçiyordu zaman.
Şarkılar mırıldandık küçük ses tonumuzda.
Tıp oyununu oynadık kahkahalarımızın
eşliğinde. Ahmet bir ara ayağa kalktı
ve ben şöyle gideyim beş dakika sora
burada olurum dedi. Biz ihtiyaç için gittiğini
sandık. Çok uzun zaman geçmişti
ve Ahmet yanımıza gelmedi. Kız arkadaşı
Tuba telaşa düştü. Korkma dur!
Ararız şimdi dedik ve aramaya başladık.
Bizden yirmi metre ileride çalıların
ve otların arasında uzanmış gökyüzüne
bakıyordu. Serkan yanına gidip” Ahmet
ne yapıyorsun burada tek başına? Aklını
mı yedin oğlum sen?” Tuba çok üzüldü.
Yoksa sen bir şey mi çektin? Yo bunu
yapış olamazsın” yaptığının yanlışını anlatmaya
çalıştı. Doğruldu ve sarhoşluğunu
anlatan sallantısını yaptı bedeni. O ki
anlaşılan o bir şey içmişti. Tuba ya
döndüm sordum bu yanını biliyor
muydun diye, bilmiyormuş ağladı.
Serkan ona destek verip oturduğumuz
yere getirdi… Ahmet bizimle
aynı sınıftaydı. Ailesi oldukça zengin
birileriydi. Piknik yapmaya da
onun arabasıyla gelmiştik. Onun
içici olduğunu hiç hissetmemiştik.
Eğer böyle bir şey hissetmiş olsaydık
bu ortamda onunla olmak istemezdik.
Sanırım Serkan da benim
gibi düşünüyordu o anda. Çünkü
durmadan ellerini bir birine getirip
ovuşturuyordu. Bağımlılık yaşayacak
çocuk olması hepimizi şaşırttı.
Çünkü oldukça çalışkan ve derslerinde
de oldukça iyiydi. Sonra
eksiksiz ailesi tarafından masrafları
karşılanıyordu. Fazla paramı
onu böyle yapmıştı. Ya da bir şeyden
bir şey olmaz deyip istemeden
bağımlı mı olmuştu? Bunu
bir zaman sonrası öğrenecektik.
Serkan onu oturttuğu yere eğilip,
kız arkadaşlarımızın yanında yaptığının
yanlış olduğunu söyledi.
“Sen kimsin ki yanlışı bana
söylüyorsun?” deyip Serkan’ı ittirdi.
Serkan dengesini kaybetti
ve poposunun üstüne düştü. Çok
sarhoştu Ahmet, ona hiçbir şekilde
ne cevap verilirdi ne de ters
harekete bulunulurdu. Yanlış anlayıp, bize
farklı olabilirdi. O yüzden Serkan sakin olmaya
çalışıyordu. “Biz arkadaşız biladerim o nasıl
söz? “dedi Serkan.
“Hadi be sevdiğimi kızı elimden alıyorsun
sonrada arkadaşız diyorsun. Olmaz olsun senin
arkadaşlığın.”
Hepimiz birbirimizin yüzüne baktık. Serkan
bana temiz olduğunu anlatabilmek için Ahmet’e
”Kimi almışım biladerim anlayamadım.
Seninle aramızda böyle bir konu geçtiğini hatırlamıyorum”
diye sordu. İşaret parmağıyla beni
gösterip “Ona aldın elimden. Ona ben âşıktım.
Sen girdin onunla aramıza. Seni bu çocuk af
etmeyecek.”
Hepimiz şoktayız! Ne diyordu Ahmet. Gizli aşk
mı yaşıyormuş bana. Bu Tuba’nın yanında konuşulacak
konu muydu? Tuba ya baktım. Göçük
altında kalmıştı, görüntü onu gösteriyordu
Aniden çantasını omuzuna attı ve yürümeye
başladı. Dur gitme buraları tek başına tekin
değildir dedim ve koşup kolundan tutum.
Serkan da yanımıza geldi ve onu ikna ettik. Ortalığı
toplamaya başladık. Tadı tuzu kalmayan
bu yerden bir an önce gitmeliydik. Ahmet ayağa
kalktı ve Serkan’ı ittirdi ve neden topluyorsun
dedi.
Serkan onun omuzundan tutup sarıldı ve “Sen
ne içtiğini bilmiyorum ama çok sarhoşsun.
Hadi topla kendini gidelim. Bu konuyu sonra
konuşuruz.”
Ahmet birden Serkan’ı ittirdi yine ve Serken
boş bulunup yere düştü. Ahmet de onun üstüne
abanıp boğuşmaya başladılar. Ben ve
Tuba şaşkın onları az ileriden izliyorduk.
Erkek kavgasıydı sokulamazdık. Birden Ahmet
doğruldu ve her yeri kan içindeydi. Ahmet
bir yerin mi kanadı diye yürüdüm ama
Serkan yerde hareketsiz yatıyordu. Boşluğunu
tutmuş yardım et Ahmet diye sesi zor
çıkıyordu. Hemen onun yanına gidip Serkan-
-Serkan diye seslendim. Serkan’ı boşluğundan
birkaç darbeyle vurmuştu Ahmet. Bıçak
hala üstündeydi. Hayır! Diye çığlığımı attım
ve Ahmet’e dönüp bir şeyler söylemeye kendimi
hazırladım. Tuba ve Ahmet yoktu. Tek
başıma yaralı sevdiğimle ormanın ortasında
kalmıştım. Serkan’ı bırakamıyordum. Ama
orada tek başıma nasıl kalıp birilerini beklerdim.
Hemen telefon etmek aklıma geldi ve
çantamı aradım çantam yoktu. Ahmet çantamı
da alıp, her ikimizi birden ölüme terk etmişti.
Bu bir rüya olmalıydı? Karşılık görmediği
ve hiç haberi olmayan birine aşık olup
bunları yaşatmak gerçek olamazdı. Ama
rüya değildi benim hayatımın içine girip bu
kötü anı yer etmişti. Serkan’a eğilip onun
sessini duymak ve yaşadığını bilmek istedim
ve seslendim “Aşkım lütfen cevap ver”
cevap yoktu. Baygındı. Çünkü kalbine elimi
koydum çok az vuruyordu. Gidip yardım
getirmeliydim ama öyle planlı yola çıkmış ki
Ahmet bayağı şehirden uzak yerdeydi piknik
yerimiz.. Ama bir yol bulmalıydım. Bedeninde
ki saplı bıçağa hiç dokunmadım. Filimler
de o sahnelerden tecrübeliydim. Yabani
hayvanlar, ya da köpekler onu parçalar
diye çalı çırpılarla onun üstünü
örttüm. Çok korkuyordum. Ne tarafa
gideceğimi bilmediğim yerdeydim. Arabayla
geldiğimiz tekerlek izlerini takip
ede ede epeyce yürüdüm. Çok yoruldum
ve bir taş üzerine oturdum. Yüzüme
düşen sarı saçlarımı geriye attım
ve ellerimi yüzüme götürüp ağlamaya
başladım.
“Bak sen burada ne var? Bir
fıstık” sözlerine başımı kaldırıp baktım.
İki kişilerdi. Güvenilir görünmüyorlardı.
Çünkü bakışları üzerimde hoş değildi.
Korktum ve cevap vermeden yerimden
kalkıp yürümeye başladım. Dur! Sesine
korkum çoğaldı ve koşmaya başladım.
Nereye kadar kaçabilirdim ki ardımda
koşanlar erkekti.
Bir tanesi yetişti ve kolumu kavradı
”Dur bakalım nereye? Ürkek ceylan.”
Neler yaşıyordum filim gibi. Gözümden
yaşlarım iniyordu yanaklarımdan
aşağıya. İçim sen bittin kızım sözlerini
söylüyordu. Haklıydı içimde ki ses.
Çünkü etrafta kimseler yoktu. Ağaçlar
ve çalı çırpıdan başka hiç bir canlı varlık
yoktu. Anca bir mucize beni kurtarabilirdi.
“Lütfen bırakın gideyim. Ananızı
bacınızı düşünün lütfen bırakın gideyim.
”
Oldukça esmer ve sakallı olanı ”Ne o bizi
beğenmedin mi? Herkese şapur şupur
bize Yarabbi şükür mü?. ”
“Lütfen bırakın gideyim. Bir jandarma
bulmalıyım. Sevdiğimi bıçakladılar. Onun
hastaneye gitmesi lazım. Lütfen bırakın
gideyim.”
Kısa boylu sarışın ve şişman olanı ”Nasıl
bıçaklandı? Kim yaptı? Yoksa sen mi yaptın?”
“yo… Hayrı! Arkadaşı Ahmet yaptı”
tamam aradığımız bu dediler birbirlerine.
“ Anlamadım sizi kim gönderdi?”
“Kim olabilir Ahmet. Aptal şey şahidi
bırakmış. Bizde önce şahidin tadına
bakacağız ve sonrada yok edeceğiz kanıtı.
İyi bir seçim yapmışız güzel kızsın.”
Kendi mi mengeneye sıkışmış gibi hissediyordum.
Sanırım önce tecavüz ve sonrada
yok etmeyi düşünüyorlardı. Anneciğim
aklıma geldi. O bensiz ne yapacaktı.
Tek varlığı olan benden aldığı darbeyle
nasıl yaşayacaktı. Birden var gücümle
İmdat yardım edin diye bağırıp, koşmaya
başladım. Uzun boylu esmer olan yakaladı
yine beni ve elimi tutup içeriye doğru
sürüklemeye başladı. Ben hala bağırıyordum
yardım edin!. Kimse yok mu yardım!
edin Yüzüme bir yumruk attı sus kurtuluşun
yak güzel bayan deyip üzerimdeki
bluzumu yırttı. Yapmayın yalvarırım
diye avazım çıktığı kadar bağırmaya
devam ettim. Çırpınıyordum her ikisinin
ellerinde. Birden bir silah sessi
duydum ve her ikisi de üzerimden
kalktı. Hemen toparlanıp silah tutan
adamın yanına gittim. O bir avcıydı.
“Lütfen yardım edin sevdiğimi yukarıda
vurdular” Adam yaşça büyüktü. Aksakalı,
ak saçlı biriydi. Ama yüzünde
iyilik akıyordu. Abi ne olur bir ambulans
getirelim diye adama yalvarmaya
devam ettim. Adam sağ cebimde telefonu
al ve jandarmayı ara dedi. Hemen
onun dediğini yaptım ve jandarmayı
ardam. Neredeyiz bilmiyordum
ve adam mikrofonu aç dedi ve açınca
jandarmaya yerimizi bildirdi. Ahmet’tin
gönderdiği adamlar silah doğrultan
adama karşı gelemiyorlardı ve pis
pis bakıyorlardı. Uzun boylu hareken
yapmak istedi ama adam affım olmaz
dizlerinden vururum sonrasını sen
düşün dedi. Jandarma çok geçmeden
geldi ve onları kıskıvrak yakalayıp
ekip arabasına koydular ve Serkan’ın
olduğu yere yol aldılar. Serkan’ın
yanına gelince arabadan hızlıca inip
çalıları üzerinden aldım. Jandarmanın
biri Serkan’ın yanına gidip nabzını
dinledi ve başını iki yana salladı. Sevdiğimi
kan kaybından orada kötü bir
sonla hayatını kaybetmişti.
Ahmet ceza alırken polisin baskın yaptığı
evinde çokça içici madde buldu. İçici yanı sıra
yaptığı bu yanlış için iki kere suç cezası aldı.
O adamlarda suç ortaklığından cezaları hafif
olmadı. Ağır bir cezayla onların sayfaları
kapandı. Çünkü Ahmet’le iş birliği çalışıyorlarmış.
. Bağımlı olunca Ahmet onların isteklerinde
yürümeye başlamış. Bana olan aşkı doğru,
çok arkadaşına bu aşkını anlatmış.
Kapanmayan sayfa benim sayfamdı, o anlar
hiç aklımdan çıkaramadım ve doktor yardımı
aldım.
Tuba da yanlış bir insanla başlattığı arkadaşlığından
büyük bir darbe aldı. Çünkü onu
yolda indirip bayağı darp etmiş. Sakın sessini
çıkarma senide sürüklerim kendimle bir diye
tehdit etmiş. Ailesinden korkan Tuba sessiz
kalmış.
Ciddi ilişkilerden kaçarak başarılı bir
avukat oldum ve okumaya devam edip
sonrada hâkim oldum. Serkan hayatımda
hep var oldu onu hiç unutamadım.
Çünkü o kibar, nazik, anlayışlı ve
beni yüreğiyle seven biriydi. Onun sevgisi
bir kenara çekilip, yeni bir sevgi
inşa edilir miydi?
Şimdi nasıl mıyım?
Hatıralar mezarlığına,
Gömdüm ben sevgimi.
Sonrası mı?
Sonrası yok.
Gülsüm Ayışığı
Beni arayıp Tuba: “Ne olur bu işe beni karıştırma.
Zaten benim hiç suçum yok. Onun
bağımlı olduğunu inan ki bilmiyordum. Ailem
tutucu. Ahmet’le arkadaşlığımı öğrenirlerse
okul hayatımı bitirirler.”
Suçsuz muydu? Evet suçluydu. O sessiz
kalışının suçunu işlemişti. Çünkü polisi arayabilirdi.
Bir ambulans yollayabilirdi. Yaşar mıydı
bilmiyorum ama belki bir umut doğabilirdi.
Yine de insanlık yanım suçsuzluğuna karar
vermese de adını vermedim. Tanımıyorum kız
arkadaşını dedim.
TAŞTAN TAŞA ÇAL BENİ
Neler neler ettirdi
Gördüğün bu hal beni
Dosta yüz çevirttirdi
Bülbül iken lâl beni
Hiç tutup kollamadı
El attığım dal beni
Ecelden korumadı
Topladığım mal beni
İlaç olur sanmıştım
Zehirledi bal beni
Çok ümit bağlamıştım
Sihirledi fal beni
Sanmasınlar ki yıktı
Çifte beni, nal beni
Bilemem neden sıktı
Şalvar beni, şal beni
Yakmak için nârına
Gurbet ele sal beni
Koyma ister yarına
Taştan taşa çal beni
HALİL MANUŞ
Virüs Filmi: Ben Efsaneyim
Film analizi
Ölümcül bir hastalığa karşı daha ölümcül
bir hastalık icat etmek tam bilim adamlarına
göre. İnsanlığa hizmet, insanlığa hastalıksız
bir dünya sunma güdüsüyle hareket eden
bilim adamları sonuçlarını kestiremedikleri
ilaçlara imza atarlar. Aslında bütün bunların
altına bilim adamların yeni bir şey bulma,
kendini kanıtlama, popüler olma, daha çok
saygı görme ve en önemlisi zengin olma
yatmaktadır. Bilim adamları hizmet ettikleri
kurumlara ve şahısların ne dediğine bakar,
insanlara ne olacağı çokta umursamadıkları
mutlulukta dört köşe olarak icat ettikleri ilaç
ya da üzerinde oynadıkları virüslerle yeni
bir virüs etmeleridir. Bilim adamları için en
önemli kriter ortaya olmayan yeni bir şey
koymaktır. Bilim dünyasında bu bir yarıştır.
Bu yarışta kimin yeni bir şeyi neden, ne
için neyin icat ettiği değil, adını tarihe ya
da alanına yazdırıp yazdıramadığıdır. Her
insanın herkesi düşünme gibi lüksü yok.
Özellikle duyguları körelmiş ve meslek hırsı
ile dolup taşıyanların insanlığa iyilikten çok
kötülük kazandırdığı kuşkusuzdur.
Kanser gibi tedavisi olmayan ölümcül bir
hastalığı tedavisi için üretilen bir ilacın yan
etkilerinin bütün insanlığın sonunu hazırlamasının
ve insanların mutanda/zombiye/
vampir-zombi karışımı dönüşmesiyle tuhaf
bir varlığa dönüşerek insanlığın yok olmasına
neden olan bir kurguyu merkezine
alan “Ben Efsaneyim” filmi bilim adamların
sözde insanlık için ürettiği bir ilacın, insanlığı
yok etmesini konu edinmektedir.
Film giriş sahnesinde bulunan tedavi/ilaçla
ilgili röportaj veren bilim insanın tuhaf
gülüşü geleceğin karanlığını haber veren
türden vurdumduymaz bir ifadeyi içermektedir.
Çok geçmeden bulunan ilacın yan
etkisiyle insanlar yamyama dönüşmektedir.
Işıkta ölen, gece sokağa çıkan, avlanan
bir deri kemik kalmış, insanlığını yetirmiş,
sadece yaşamak için her türlü şeyi
yiyen tuhaf bir varlığa dönüşmüş sözde
insanlar türemiştir.
Zombileşen bu insanlar insan olma özelliklerini
yitirse de filmde çoğu kişinin dikkatinde
kaçan bu zombilerin içlerinde hala
akıllı olacak kadar çeşitli ve kurnazca tuzaklar
kurabilmeleri ve lider olan zombinin
sevdiği dişi/kadın zombi için intikam
gütmesidir. Akıllı kullanan ve aşık oluna
bilen zombiler sanırım sadece bu filmde
işlenmiş. Diğer filmlerde sadece insanlara
saldıran, ağızlarında salya akan, ölü
gibi yürüyen özelliklerle işlenmektedir.
İlk defa tuzak kurabilen ve sevdiği kadın
için saldıralar düzenleyen bir grup zombi
var. Virüs insanları zombileştirse de insanı
insan yapan iki özelliğini insanların
elinden alamamış. Lider zombinin intikam
gütmesi de başka duygularında varlığını
göstermektedir. Karşımızdaki zombiler
sadece yürüyen ölüler değil. Filmi farklı
yapanda zombilerin bu özellikleridir. Yoksa
sokaklarda, caddeler ve binalarda yarı
baygın dolaşan zombilerle filmin kurgusu
bize istenen farklı bir film sunmazdı.
Tabii bu kurgu zombileşen insanlara
karşı tiksinme ve acımanın duyguların
uyandırmanın ötesinde zombilere nefretle
bakmamızı amaçlıyor. Yoksa ısırılan
köpeğin öldürülme sahnesinde duygusal
bir metafor ortaya çıkmazdı.
Dünyada herkesin virüsten etkilendiği ve
bunun beşte birinin bağışıklık kazandığı
için yaşaması gerekiyordu. Ancak bilim
insanları burada da yanılır, çünkü virüsün
yan etkisi insanların yamyamlaşmasına
neden olur. Acıktıkları için insanlar birbirini
yer, geriye sadece kahramanımız Neville(Will
Smith) kalır.
Yalnızlık üzerine inşa edilen bir hayatta
yine insanlığa adanan bir çabanın umudu
ile yaşama devam etmek hem de iyimserlikle.
Sevdiklerini yitiren ve yalnız köpeği
ve mankenlerle konuşarak, filmlerle kendini
avutan Neville normalde kendini yitirmesi
gerekirdi. Çünkü yalnızlık ve kayıplar
insanı hayattan koparır, yaşama sevincini
yitirmesine neden olur. Ancak kahramanımız
film boyunca çok az bunu bize
hissettiriyor. Geriye dönüşler kahramanın
hüznünü dillendirmekten çok, seyircinin
bugüne neden gelindi sorusunun cevabı
gibi duruyor. Her ne kadar filmin girişindeki
hızlı geçişler yaşananlara dair ipucular
içerse de bunun seyirci için yeterli
olmadığı bilinir, seyirciyi dinç tutmak ve
anlamsızlığa boğmamak adına geriye
dönüşler biraz zorunlu olmaktadır.
Tabii tek karakter üzerine filmi kurtarmanın
zorluğu filmin kısa süre ile sınırlı tutma zorunluluğu
çıkmış. Filmin heyecanın yitirmemesi
bu kısa süreye borçludur. Film detaylara
boğulmamış. Önemli olan mesajın
verilmesidir. O da bilim insanları insanın
sonunu neden olsa da yine de insanın gelecekte
var olması bilim insanlara borçlu
olacaklardır. Filmin sonundaki harici iç ses
bunun ispatıdır.
İnsanlığın bilim insanların çalışmalarıyla var
olma ve yok olma anlayışının ve virüslerle
insanların geleceğe olmayacağı düşüncesinin
bir uzantısıdır film.
Sinemanın insan geleceğin karanlık olacağına
dair söylemlerinin bir parçası olan
film, insanlığı arada bırakmaktadır. Gelecek
karanlıktır, karanlıktan sonra aydınlık olacaktır.
Ne olursa olsun insan hep var olacaktır.
Bu var oluş ve yok oluş insanların
eliyle olacaktır anlayışın bir parçasıdır.
Osman Tatlı
osmantatli@gmail.com
Sinemada
Komplo Teorileri
İnsanlığın sonu ya da
kıyamete dair alametleri
dinden sonra en çok sinema
gündeme getirmiştir
dersek abartmış sayılmayız.
Dinlerin ve din
adamların kıyamete dair
söylemlerin gerekçesi ve
söylemlerini teoloji uzmanlarına
bırakalım. Biz
sinemadaki insanlığın sonuna
dair alametlere ve
buradaki algı çalışmalarına
değinmeye çalışalım.
Sinema insanlığın sonuna
dair verilerinin çoğunu
bilim ve teknolojideki
gelişmeler üzerine kurmaktadır.
Bazen de edebiyattan
esinlemektedir.
Bu esinlemelerde bilimi
etkilendiğine veya bilime
yön verdiğine
dair elimizde
bir done yok.
Sinemanın
amaçlarından
birinin etkileme
ve yönlendirme olduğundan
toplumlara
yönelik teoriler ortaya
çıkmaktadır.
Teorilerin
temel yönergesi de
gündem
oluşturmaktır.
Tabii sinema kısa
vadeli
gündemlerden
çok orta vadeli gündemler
üzerine göndermeler
yapmaktadır.
Etkilerin kalıcılığı
böyle sağlanmaktadır.
Bunu da ara ara benzer
çalışmalarla pekiştirmektedir.
Kalıcılık
etkisinin
periyodik
yer etmesinde
olarak
benzerlik
taşıyan filmlerin
çekilmesidir.
Yoksa bir filmle gündem
oluşturulamayacağı
gibi etki alanı da
oluşturulamaz. Benzer
filmlerin varlığı salt
konu sıkıntısı ya da
taklit olarak düşünülmemelidir.
Senaryodaki
farklılıktan çok
alt metinlerin benzerliğine
bakıldığında algının
varlığı ortaya
çıkacaktır.
Sinema bugüne dek
insanlığın sonuna dair
dört teoriyi gündeme
taşımıştır.
1- Dünya dışı nesne
ve varlıklar
2- Nükleer veya
kimyasal bombalar
3- Genetiği
ile oynanmış
virüsler
4-
Gelişmiş
yapay zekâlı programlar
Tabi yukarıdaki dört
maddeyi farklı isimlerle
de dile getirebiliriz.
Önemli olan ortak noktalarda
birleşmek ve
algının sonuçlarındaki
benzerliktir.
Dünya dışı nesne ve
varlıklar, meteorların
dünya çarpmasıyla
dünyada insanların
yaşamların son bulması
ile uzaylıların
dünyayı işgal etmesi ya
da insanları farklı yöntemlerle
ortadan kaldırmasına
dair komplo
teorilerini içermektedir.
Uzaylıların dünyayı
işgal etmesi ya da bir
göktaşının dünyaya
çarpması olasılıkları ve
inandırıcılığı zayıf olsa
da karşımıza üç önemli
yargı çıkmaktadır. Birincisi
geçmişe dair
teorileri desteklemek
yani dinozorların yok
olması, dünyanın yaratılışı
ve evrim sürecini
dolaylı olarak haklı
çıkarmaktır.
Bilimin
net bilgi veremediği
bu konulara, olasılı
görüşleri
toplumlara
kabul ettirme ve dinlerin
yaratılışa dair
söylemleri
dışarıda
bırakma çabası. İkincisi
geçmişe dair insanın
ürettiklerinin
insana
ait olamayacağı düşüncesi
vurgulamaktır.
Çünkü geçmiş insanın
hayvan, aptal oluşuna
dair teorilerin zemin
bulması için daha gelişmiş
bir medeniyetin
eliyle yapıldığına dair
görüşleri uzaylılara
mal ederek, eski insanların
işe yaramadığına
dair görüşleri ispatlama
çabasını görüyoruz.
Yoksa evrimle ilgili ve
yaratılış ve eski insanlarında
zeki olduğuna
dair görüşleri çürütemiyorlar.
Eski insanlar
hayvansa günümüze
kalan eserleri de
uzaylılar yapmış olmalıdır
görüşüyle
insanlığı karalama
propagandasının izleridir.
Son dönemde
uzaylıların yerini gelecekten
geçmişe gelen
insanlar almıştır. Gelişmiş
gelecek insanları
geçmişe gelerek,
geçmişin gelişimine ön
ayak olmaktadır. Her
iki durumda geçmiş
insanı hayvanlıktan
kurtulamıyor. Çünkü
var olan kurumların
alt üst olmaması için
toplumlara nedenler
sunmaları gerekiyor.
Dün uzaylılar geliyordu,
şimdi geçmişten insanlar
bugüne geliyor.
İlerleyen zamanda ge-
çmişten bugüne de gelinmeyeceği
netleştirilirse, başka neler üretilecektir
göreceğiz. Üçüncü yargı
veya proje ise dünyanın merkezine
Amerika’nın alınmasıdır.
Uzaylılar Amerika’yı işgal eder,
çünkü dünyanın merkezidir. Orası
ele geçirilirse bütün dünya ele geçirilmiş
sayılacaktır. Uzaylılarla
savaşta ön safta Amerika vardır,
ardında bazen Rus bazen de Çin
gelir. Bir cismin dünyaya
çarpma olasılığında da
Amerikalılar ön plandadır.
Amerikan teknolojisi
ve bilimi ile cisim
ortadan kaldırıldığı
gibi, yine fedakâr
ve cesur Amerikalılar
sahneye çıkar. Sevdikleri
eşlerini, çocuklarını,
anne babalarını, sevgililerini
gözlerini kırpmadan
Amerika, pardon dünya için geride
bırakırlar, ölüme giderler.
Ve bütün dünya bu cesur Amerikalılar
için ağlar. Dünyanın
farklı bölgelerindeki insanların
duygu dolu görüntüleri ekranlara
verilir. Amerikalıların cesur
davranışlarına saygı duyulur, ne
kadar üstün insan oldukları ve insanları
ne kadar sevdikleri vurgulanır.
Böylece Amerikalıların ne
kadar insan sever, merhamet dolu,
cesur ve vatansever olduklarına
imreniriz. Bu imrenme ile Amerikalıların
dünyaya özgürlük ve demokrasi
dağıtarak yaptığı işgalleri
ve katliamları unutuveririz. Görüleceği
gibi en önemli amaç Amerikan
imajını yapılan yatırımdır. Bir
taşla onlarca kuş vurma
kurnazlığıdır.
Nükleer ve kimyasal
bomba ise, yine
Amerika, Rus ve
Çin eksenli bir savaş
olasılığında dünyanın
yok olacağı komplosudur.
Burada da Amerika
genelde kurtarıcı roldedir.
Birileri bombaları çalar ve
patlatarak Amerika’yı yok etme girişimidir.
Tabii bombayı çalanların
çoğu doğu kökenli teröristlerdir.
Ortadoğululardan dünyayı koruma
ve kurtarma görevi Amerikalılara
düşer. Amerika dünyanın savaşa
girmemesi, insanları ölmemesi için
elinden gelenin fazlasını yaparak,
üstüne düşen insanlığı kurtarma rolünü
gerçekleştirir. Amerikalılar dünyaya şirin
gösterilir, Ortadoğulular cani ve insanlığın
düşmanıdır. Öldürülmeyi fazlasıyla hak
ederler.
Genetiği ile oynanmış virüsler, bilim
adamların sözde iyi niyetle insanlığı kurtarmaya
yönelik çalışmaların kötü niyetli
şahıs, grup ve devletler tarafından silah
olarak kullanılmasıdır. Filmler virüslerin
özelliklerinden öngörülerle hazırlanan senaryolarda
virüsün insan bedeni üzerindeki
değişimlerle hızla yayılması ve ölüm oranlarının
önüne geçilememesi ve aşı, ilacın geç
bulunması nedeniyle dünyayı tehdit etmesidir.
Virüslerin ölümcül yapısı gözetilerek
genetikleriyle oynanmaları, biyolojik silaha
dönüştürülmesi sinema için önemli bir senaryodur.
Çünkü insanlar hastalanmakta
ve acı çekerek ölmesi ve bunun sokaklara
taşması ürkütücü bir etki yaratmaktadır.
Sokak ortasında insanların düşüp, ölmesi
ve insanların çaresiz kalması zihinlerde ciddi
bir şekilde yer etmektedir.
Güncel olan virüsün dünyayı etkisi altına
aldığında insanlar hemen filmleri, dizileri
örnek vererek bunun bir komplo olduğu
düşüncesini pekiştirdi. Düşünün virüsün
laboratuarlarda üretildiği düşüncesine delil
olarak beş, on belki on beş önceki filmler örnek
verilerek, devletlerin önceden
bunu hesapladıklarını
düşüncesini ileri sürdüler. Bu
da sinemanın etkisini göstermek
konusunda çok önemli ve
ciddi örnektir. Sinemanın masumiyetinin
yitirildiği andır.
İnsanların sinemayı bir bilgi
kaynağı görmekle yetinmediği,
öğrendiklerine de körü
körüne inandığını göstermektedir.
Bu da devletlerin neden
sinemaya bu kadar yatırım
yaptığını açıklamaktadır. Temel
amacın sağlıkla ve gelecekle
insanları korkutmak ve
bunu bilinçaltına yerleştirmektir.
Virüsün filmlere konu
olması devletlerin ne kadar
yüce ve yenilmez olduğunun
vurgusu tekrar gündeme geldi.
Böylece insan her şeyin belirleyicisi
olduğu ortaya çıktı.
Ölüme ve yaşama karar veren
devletlerin varlığı, insanların
farkında olmadan gönüllü köleliği
kabullenmesi manasına
gelmektedir.
Gelişmiş yapay zekâlı programlar
ise bilimin ve tekno-
lojinin geldiği uç nokta. Gelişmiş bilgisayar ve bunların bağlı olduğu çok mu
çok zeki ve donanımlı yapay zekâlı programların insanlığı iyiliği için ya da
dünyanın geleceği için insan türüne savaş açması, yönetimi ele geçirmesidir.
Son dönem gelişen bilim ve teknolojinin insana meydan okumasından
yola çıkarılmış teorilerdir. Güncel zaman diliminde birçok film ve diziye
ilham olan bir konu. İnsanlaştırılan teknolojinin bir uzantısı olarak görmek
gerekiyor. Tek eksik kalan taraf duygudur. Hatta bilim kurgucular birçok
filmde robotlara duygu kazandırma yani insanlaştırmaya yönelik kurgular
oluşturuyor. Robotların insanlaştırılmasıyla insanın tanrılığı ortaya çıkacak
anlayışı. Aslında birçok dizi ve filmde gelecekten gelen insanların tanrı olarak
adlandırıldığı alt metinlerde vurgulanıyor. Yani aslında tanrı olan teknoloji
ve bilimdir. Bunların yaptığına insanlar tanrı diye adlandırmaktadır.
Örneğin, gelecekte insanlar gelişmiş teknoloji ile uzaya yerleşecek, geçmişe
insanlar gönderilecek ve gelecek dizayn edilecektir. Peki, bunu kim yapıyor,
yapay zekâyla donatılmış bilgisayarlar yapmaktadır. Son izlediğim bir dizi de
yönetici olarak adlandırılan bir bilgisayar programı geçmişe insanları gönderiyor.
Geçmişe gönderilen bir karakter, kontrolü ele geçirdiğinde söylediği şey,
size tanrının olmadığını ve benim tanrı olduğumu göstereceğim sözleriydi.
Sinemanın üzerinde durduğu insanlığın sonuna dair komplolar genel olarak
bu şekildedir. Önemli olan komploların gerçekte karşılığını bulduğu ve kitlelerin
bunların etkisinde kalarak hareket ettiğidir. Sinema hem bilgi kaynağı
hem de yönlendirme etkisiyle kitlelerin üzerinde ciddi bir otorite olduğunu
görüyoruz. Duyguları ve aklı kontrol edebilen filmlerin hayatımızdaki yerini
her zaman sorgulamak gerekmektedir. Sinema hiçbir zaman doğru bilginin
kaynağı değildir, öyle bir ideası da yoktur. Sadece kitlelerin bilginin peşinde
koşmamanın getirdiği eksikliğin sonucunda sinema hak etmediği bir konum
kazanmıştır.
Osman Tatlı
osmantatli@gmail.com
FiLMLER VE RÜYALAR
Colin McGinn, film izleme ve rüya
görme eylemleri arasındaki benzerlikleri
anlatan kapsamlı ve ikna
edici bir yazı yazdı.
“Filmler, rüya gören benliğimizi
aramaya başlar ve en derinlerde,
güneş battıktan sonra ortaya
çıkan, benliğimize kaynatılmış
ikinci kişiliğimizi bulmaya çalışır.
Sinemada, rüya gören benliğimizin
hayatını tekrar yaşarız. Filmler,
insan doğasının rüya gören
hali ile bağlantı kurmamızı sağlar.
Dahası, rüya dünyamızın üzerinden
gelişirler. Hasret kaldığımız
rüyaları bize verirler. Kendi
rüyalarına hayranlık duymayan,
açıklık getirme yeteneğinden,
büyüleyici dışavurumculuklarından
ve bu tarz çekicilikte olan filmlerden
etkilenmeyen bireylere
nadir rastlanır. Film köklerinin
(Movie Stems) etkisi o zamanlar,
en azından bir bölümü, rüyaların
temel güçlerinden gelirdi. Emin
olabilmek için, film deneyiminin rüya
bileşeni, vasatlığın özel nitelikleri
kullanılarak arttırıldı ama temel
duygusal bağımlılığı yaratan etmen,
rüya çağırışımlarından oluşuyordu.
En iyi yönetmenler – Luis Bunuel,
Alfred Hitchcock, David Lean, Stanley
Kubrick, Steven Spielberg ve
diğerleri –bana göre, bu yönetmenler
film dünyasının ana hayali karakterinin
farkına vardılar ve filmlerini bu
özelliğin üzerine kurdular. Otomatik
Portakal (A Clockwork Orange), arzu
ve kabusların sinsice birleşimi olan
cesur bir hayali maceradan başka
nedir?*(1)
Rüyalar aynı zamanda psikanalitik
düşünce için belirli bir önem de taşırlar.
Freud rüyaların psikanalitik
düşünce biçimlerini tanımlamak için
“bilinçaltına giden asil yol” demiştir.
Rüyalar ve filmler arasında doğan
bu psikanalitik düşünce olayları
daha sonra film yapım ve eleştirilerinde
bir çok faklı metodla karşımıza
çıkmaya başlamıştır. Düşünce evreninde
yeni dalgalara yayarak insanlığın
sonsuz yaşam döngüsünde olabilmesi
belki de mümkün gelmiştir.
Son dönemlerde rüyalar ve psikanliz
arasında farklı yönlerle enterasan
bir ilişki doğdu.Christopher Nolan’ın
Başlangıç (Inception)’ı bu üç şeyi bir
bütün haline getirerek açığa çıkarır.
Modern Hollywood’un en iyi prodüksiyon
değerlerine sahip, büyük ölçekli
bir film yapımı örneğidir. Ana konusu
olarak rüya yorumlamalarını ele alır
ve duygusal anlatımı (kurumsal casusluk
hakkında işlevsel anlatım yerine),
esas olarak psikanalitik işleyişin
kademe kademe çözümlenişidir.
Christopher Nolan’ın çok iyi yaptığı
birkaç şey var. Film grameri ve teknikleri
hakkında belirli bakış açılarının
yerleşimi gibi. Özellikle Cross
Cutting (iki olay arasındaki
zamansal birliği
vurgulamak için
kullanılan bir kurgu
biçimi) konusunda.
Başlangıç ile Nolan,
filminin ilk bir saatini,
karakterlerin eş zamanlı
bir şekilde çok katmanlı
rüya dünyalarına geçişlerini
göstermek için harcar. Bu sayede tüm
bu olayları topluca kurgu tekniğinde
kullanabilir. Yönetmen’in özgüveni
ve yeterliliği bu durumda çok önemli
bir rol oynar. İzleyicilere bu karmaşık
konsepti takip etmek yerine hikayedeki
komplo teorilerine odaklanabilme
özgürlüğü tanır. Christopher Nolan
Filmin orijinalliği üzerine düşünüldüğünde
eleştirmenler, Başlangıç’ın
gerçek olan nedir ve rüya olan nedir soruları
üzerine olan bilgilerimizi
sorun etmesine odaklanmışlardır.
Bu entellektüel sorgulama
her ne kadar felsefe değeri taşısa
da Başlangıç bu alanda daha
önce yapılmış birçok yüksek bütçeli
filmin –Gerçeğe Çağrı (Total
Recall-1990), Vanilla Sky-2001,
The Matrix vb. – ortaya çıkardıklarından
fazlasını sunmuyor
bizlere. Bana göre Başlangıç
filminin orijinalliği, anlatımın
özünde bulunan psikanalitik
sürece dair yaptığı sorgulamalar.
Psikanaliz’in karakter
gelişiminde temel olarak
kullanılmasını birçok
filmde görebiliriz.
Sıradan İnsanlar (Ordinary
People-1980),
Can Dostum (Good Will
Hunting-1997) ve daha
birçok film psikanalitik temaları
araştıran veya psikanalitik
sorgulamalara yoğunlaşan
tarzdadır. (Ölüm Korkusu –Vertigo-1958),
Sapık (Psycho-1960),
Gözü Tamamen Kapalı (Eyes
Wide Shut-1999) örnek verileceklerden
sadece birkaçı…) Ama
Başlangıç’ın farklı yaptığı birşey
var. Bu konuyu Psikanaliz’in Temel
Kavramlarından bazılarını
kullanarak dile getireceğim. .
“Bir rüya, dürtülerin ifade şekli olarak
tanımlanır ve gündüzleri direnişin
baskısı altında kalırken geceleri
destek güç bulabilirler.”*(2)
Hollywood sistemi içerisinde çalışan
bir film yapımcısı için Christopher
Nolan, insanların psikolojik
durumları üzerine
normalden fazla ilgilenmiş
ve hatta filmlerinin ana
teması haline getirmiştir.
Akıl Defteri’nin ( (Memento
– 2000)’) anlatım yapısı, ana
karakterin kısa dönem hafıza
sınırlamaları üzerine kurulmuştur.
Uykusuz (Insomnia – 2002) ise
aşırı uykusuzluğun etkilerini keşfetmeye
çalışmıştır. Ama aynı zamanda
gördüklerimizi de yorumlarız: hayal
gücümüzü karakterleri ve hikayeyi
yaratmak ile görevlendiririz ve bu aktif
bir iştir. Bu tarz yaratıcı bir bakış
açısı aktif ve pasif’in, yapım ve algı’nın
karışımıdır.”* (3)
Psikanalitik düşüncenin bir diğer temeli
ise çocuğun ebeveynleri ile olan
ilişkisinin aşırı önem taşıması. Bu
temel ilişkiler, büyük bilinçaltı problemleri
ile yüklenir ve daha sonra
herkesle kişisel olacak tüm ilişkileri
etkiler.
Filmde, Robert Fischer (Cillian Murphy)’ın
zihnine bir iş strajedisi fikrini
yerleştirebilmek için fikir
aşılama (Inception) tekniğini
nasıl kullanabilecekleri hakkında
tartışırlarken, ekip bu durumun
ancak kişinin babası ile
olan bilinçaltındaki ilişkisini
kurcalayarak başarılabilineceğini
anlar. Bu
olayın, deneğin kendini
tanımlamasında
önemli bir rol oynayacağını
düşünür.
rüyada eşzamanlı bir
biçimde yaratır ve algılarız…”*(4).
NOTLAR
*(1) McGinn, Paul (2005) The
Power of Movies: How Screen
and Mind Interact, United States:
Vintage Books, pp.192-3,
202-3
*(2) Freud, Sigmund (1913) The
Interpretation of Dreams, London:
Hogarth, p.652
*(3) McGinn, Paul (2005) The
Power of Movies: How Screen
and Mind Interact, United States:
Vintage Books, p.155
*(4) Inception, 2010. Film. Directed
by Christopher Nolan. USA:
Warner Bros. Pictures
Psycho
SANA
YAKIŞIR
Sende Tüm Duygularima Cevap Buluyorum,
Çünkü Gülünce Gözleri̇ ni̇ n İçi̇ Gülüyor,
Hastalansam Bi̇ le Görünce Şi̇ fa Buluyorum,
Dermanim Sensi̇ n,Şi̇ fa Sana Yakişir.
Sen Geli̇ nce Işik Geli̇ yor Bütün Odalara,
Mecbur Kalirsan Bi̇ le Börünme Karalara,
Çi̇ çek Gi̇ bi̇ Renk Katarsin Bütün Ovalara,
Karalara Börünme, Allar Sana Yakişir.
Edalarin Bi̇ r Başka Gülüşün Ömre Bedel,
Hayali̇ n Durdurur, Aşkin Beni̇ Çilgin Eder.
Leyla Olmasan Bi̇ le Severi̇ m Mecnundan Beter.
Mecnun Olmasamda Leyla Olmak Sana Yakişir.
Kapatma Gönül Pencereni̇ Bana, Hep Açik Kalsin.
Ben Çi̇ çekleri̇ Bi̇ r Bi̇ r Dolaşan Ari, Sen De Balsin.
Çi̇ men Gözlüm Seni̇ Sevdi̇ m Ömrüme Baharsin.
Kusurum Varsa Bağişlamak Sana Yakişir.
Sadun Ak