03.05.2020 Views

Şuyap Dergi son

Şanlıurfa yazarlar platformu

Şanlıurfa yazarlar platformu

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

HASRETİN VE

UMUDUN

YÜREK İŞÇİSİ

1. Sayı Mayıs 2020

ŞUYAP

AHMED ARİF

Neşet Bozkurt

Osman Tatlı

Neşet Bozkurt

H. Orhan Aslan

Şahnur Yavuz

Celal Can

Deniz Tavus

Şükran Pınarcan

Mehmet Acıoğlu

M.kürşat Ateş

Hülya Alptekin

Berivan Çevik Yavuztürk

Makbule Ateş

Şahin Doğan

Mustafa Tosun

Seyit Ahmet Uzun

Imam Bakır

Emrah Çiftçi

Halil Manuş

Salih Mir Ataca

Feridun Eren

Gülsüm Ayışığı

Sadun Ak

ŞUYAP KÜLTÜR EDEBİYAT DERGİSİ-2020

Ücretsiz e- dergi


ŞUYAP Kültür ve Edebiyat dergisi bir

Şanlıurfa Yazarlar Platformu hizmetidir.

* Dergide yayınlanan yazılar yazarının

sorumluluğundadır. Şuyap yayınlanan

yazılardan sorumlu değildir ve yazıların

Şuyap ile bir bağlantısı bulunmamaktadır.

* Dergide bulunun yazılardan alıntılarda

kaynakça belirtilmelidir.

*Şuyap Edebiyat ücretsiz e-dergidir. Her

platformda paylaşılabir.

*Dergide yayınlanan yazılara telif ödenmemektedir.

Dergimizin çalışması

gönüllülük esasına dayanmakatadır.

*Dergimize yollanan yazılar için ayrıca

bir sözleşme yapılmamaktadır. Yazıların

mail yoluyla gönderilmesi, yazının yayınlanması

için yeterli görülmektedir.

İmtiyaz Sahibi : Şanlıurfa yazarlar platformu

Tasarım : Moment Art

* Şuyap kültür ve edebiyat dergisi siyasi

bir dergi değildir ve siyasi yazılar kabul

etmemektedir.

*ŞUYAP’ta yayınlanan yazıların, yazarın

gönderdiği mail yoluyla yazara ait olduğu

kabul edilmektedir dolayısıyla 3. şahıslar

tarafından hak idda edilmesinden dergimiz

sorumlu değildir.

*Yazıların dil-gramer hatalarından yazarı

sorumludur ayrıca bir editöryel çalışma

yapılmamakrtadır.

* Yazılarınızı suyapdergi@gmail.com

sanliurfayazarlarplatformu@gmail.com

mail adreslerine göndereblirsiniz. Gönderilen

yazılara isim-soyisim ve iletişim bilgileri

eklenmelidir. İsimsiz yazılar ve word

dışı başka dosya halinde yollanan yazılar

dikkate alınmamaktadır.


Şanlıurfa Yazarlar Platformu olarak e-dergimiz ŞUYAP edebiyat ve kültür dergisinin birinci

sayısının heyecanını ve gururunu sizinle paylaşıyoruz. Heyecanlıyız, çünkü edebiyat atlasına

yeni bir yaprak düşürmenin ve gül olma yolunda bir adım attığımızdandır; gururluyuz, çünkü

edebiyat adına yeni bir şeyler yapma adına verdiğimiz bir sözü daha yerine getirmemizdendir.

Bu heyecanı ve gururumuzu alabildiğine ileriye taşımanın umudu ve iyimserliğini yaşıyoruz

ve yaşatmak istiyoruz.

Şanlurfa Yazarlar Platformu kurulduğu Kasım 2019 tarihinden bu yana yerel ve ulusal

alanda edebiyat ve kültür çalışmalarına ara vermeden devam ediyor. Düşünce işçisi olarak

tanımladığımız değerli yazarların kalplerinden ve düşüncelerinden kağıda damla damla işleyen

satırlarını okuyucu ile buluşturma inancımız ve çabamızın ilki “Kitap Tahlili” çalışmamızdı.

Amacımız okuyucu ve yazarı bir araya getirerek paylaşım ortamı oluşturmaktı. Okuyucu ve

yazar arasındaki duvarları yıkararak iç içe bir edebiyat ve kültür ortamı hedefimizdi. Bu yolda

değerli yazarlarımız okudukları, beğendikleri ve önemsedikleri kitapları okuyucularıyla

paylaştı. Okuyucu böylece bir yazarın bir kitabı nasıl tahlil ettiğini görme ve duyma şansını

yakaladı…

Yine dile getirdiğimiz ve bugün okuma imkanı bulduğunuz e-dergi çalışmamıza imza attık.

Her ne kadar platform ismimiz yerel olarak görünse de çalışmalarımız ulusaldır. E-dergimize

çoğrafımızın farklı bölgelerinden yazarları da konuk ettik. Böylece e-dergimizin renklerine

renk katmaya çalıştık. Edebiyatta sınır olmaz anlayışıyla e-dergimize sınırlar koymadık.

Okuyucularımız farklı duygu ve düşüncelerle tanışmayı umduk. Bu anlayışla yolumuza devam

edeceğiz.

E-dergimiz okuyan, sorgulayan ve kalemle kağıta nakış işleyen herkese sayfaları açıktır.

Her yazar bir okuyucu, her okuyucu bir yazardır anlayışıyla herkesie e-dergimizin sayfalarında

görmek isteriz.

Biz edebiyata aşığız ve aşıklar ayrım gözetmez, ön yargılara, bencilliğe, grupçuluğa kendini

hapis etmez. Aşıklar insana insan olmanın gereği olarak saygı ve sevgi ile yaklaşır, kucaklar.

Biz de buradan herkesi kucaklıyoruz ve sevginin kalbimizi süslemesiyle benciliğimizin eseri

olan egolarımızı, ön yargılarımızı, ben merkezli anlayışları üzerimizden sıyırıp atıyoruz.

Dünyanın ve ülkemizin Koronavirüs nedeniyle yaşadığı kötü günleri bir an önce geride

bırakmasını diliyoruz. Kendimizin ve sevdiklerimizin geleceği adına yapılması gerekenlere

uyulmasını temenni ediyoruz.

Bugünümüz, yarınımız edebiyat olması dileğiyle

ŞUYAP adına

Osman Tatlı


Ahmed Arif

(D. 23 Nisan 1927, Diyarbakır - Ö. 2 Haziran 1991, Ankara)

Ahmed Arif, 23 Nisan

1927’de Diyarbakır’ın

Hançepek

semtindeki Yağcı

sokak 7 no’lu evde dünyaya geldi.

Asıl adı Ahmet Hamdi Önal’dır.

Diyarbakır Lisesi’nden mezun

oldu. Ankara Üniversitesi Dil ve

Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe

Bölümünde okudu. 1940-1955

yılları arasında değişik dergilerde

yayınladığı şiirlerinde kullandığı

kendine has lirizmi ve hayal gücüyle

Türk edebiyatındaki yerini

aldı.

Şiirlerinin toplandığı tek kitabı

Hasretinden Prangalar Eskittim

1968’de yayımlandı. Türkiye’de en

çok basılan kitaplar listesindedir.

Ahmet Kaya, Cem Karaca gibi sanatçılarca

birçok şiiri bestelenmiştir.

Bir kitabı vardı ama, ömrünün elli

yılını adamıştı şiire. Hem şiire adamıştı,

hem halkına. “Ben

halkımın mazlum ve gariban bir

ozanıyım. Böyle olmak da yüce bir

onurdur,” diyordu. Yoksa başka türlü

nasıl açıklanabilir bunca yaygınlik,

bunca etkinlik kazanması? O tek kitap

ki, dünyada başka bir benzeri var

mıdır, bunca baskıya karşın her yıl en

az dört baskı yapsın, 25 yıla yakın bir

sürede

her yaştan, her kuşaktan okurun beğenisini

kazanıp okunsun.

Yalnız Türk edebiyatında değil, dünya

edebiyatı içinde de benzersiz bir olay

değil mi onun şiiri?

Refik Durbas, Yasemin ve Martı, Ist.,

1997

(Cumhuriyet, 3 Haziran 1991).


Şair Cemal Süreya, şöyle anlatıyor onun

şiirini: “Ahmed Arif dağları söylüyor.

Uyrukluk tanımayan yazsız dağları, asi

dağları. Uzun ve tek bir agıt gibidir onun

şiiri. Daha deniz görmemiş çocuklara

adanmıştır. Kurdun kuşun arasında,

yaban çiçekleri arasında söylenmiştir. Bir

hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta

bir yerde birden bire bir zafer şarkısına

dönüşecekmiş gibi bir umut, bir hırs,

keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek

çarpışan ve yaralıyken de arkadaşları için

tarih özeti taşıyan, buna felsefe ve inanç

katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın

şiiridir.”

Anadolu’nun şairi, halkın

şairi, umudun, hasretin şairi;

ne isterseniz onun şairidir

Ahmed Arif… O bütün

ömrünü sevgi için harcadı.

Sevdi, dayak yedi, savaştı,

işkencelerden, hapishanelerden

ve daha nicelerinden alnı ak

çıktı. Yaşadığı topraklara şiirleriyle birlikte

umudu da bıraktı… Hasretin şairini biz de

hasret yüklü şiirleriyle birlikte anıyoruz…

“Ahmet Arif’in şiirine umudun, inceliğin,

korkusuzluğun şiiri demişler. Eklemek gerek:

Bunlar, onurun, yalınlığın ve derinliğin

de şiiridir. Benzersiz bir şair…”

“Anlatılanlara göre, 1927 Nisan ayının 21.

gününde doğmuşum, Diyarbakır’da Yağcı

sokak 7 nolu evde. Yani, yazlık ve kışlık

odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle dönemin

tipik Diyarbakır evlerinden birinde. İlkokulu

Diyarbakır Siverek İlkokulu’nda okudum.

Ortaokulu da Urfa’da okudum. Liseyi ise yatılı

olarak Afyon Lisesi’nde. Bütün okul hayatımda

tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert,

en bilgili adamlar o lisedeydi, işte o yıllar. Yıl

1943 olmalı… Taş çatlasa 16–17 yaşındayım.

Durmadan şiir yazıyorum. Bir dergi, Seçme

Şiirler Demeti adıyla kuşe kâğıda basılıyor.

Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ

başında Ahmed Arif. Ben Neyzen Tevfik’in torunu

yaşındayım tabii o zaman hatta daha da

küçük. Bir de 10 lira geliyor bana dergiden,

telif hakkı. Düşünün babam bana ayda

5 lira gönderebiliyor. O yüzden 10

lira büyük paraydı o zaman için.”

diye anlatır yaşam öyküsünü

şair.

“TO BE OR NOT TO

BE” VE HİKAYESİ

Her anlamda keskin ve net

olan Ahmed Arif defalarca işkence

gördü, polis tarafından sürekli takip

edildi, başka karşıt guruplarca hedef

alındı. Öyle ki bir köşede onu kıstırıp

dövmesinler diye sürekli spor

yapıyordu. 1951-52’de iki kez tutuklanan

şair bu sebeple yükseköğrenimini

tamamlayamadı,işkenceler ve

baskılar altında sürekli dik durmaya

çalıştı ve bunu en iyi şekilde yerine


getirdi. Tarifsiz acılar görmesine rağmen

yine de “Acı çekmek de bir yerde

sevda gibidir, her kula nasip olmaz…”

diyordu. Hapiste tayın olarak herkesten

farklı olarak çeyrek ekmek verilen

Ahmed Arif, bu ekmeği bile yiyemeyecek

kadar hasta düşmüştü, sadece

su içen ve her mahkeme sabahı türlü

çirkinliklerle karşılaşan şair “Beni

her mahkeme sabahı anadan doğma

soyar, giysilerimi didik didik ederlerdi.”

sözleriyle durumun vahametini ve

bir milletin en yiğit evlatlarından birine

reva görülenleri bir kez daha gözler

önüne seriyordu. Yattığı Sansaryan

hapishanesinden sonra yollandığı

Harbiye’deki bir hapishane sonradan

şiirlerinde yer alacak ilginç bir özelliği

taşıyacaktır. İçeri girdikten sonra hücresinin

duvarında “To be or not to

be” ile birlikte aynı anlamı taşıyan on

dokuz farklı dilde yazıyla karşılaşmıştır.

Şair bu on dokuz satıra yirminci satırı

Türkçe olarak eklemek ister. Ve on

dokuz satırın altına bir toplama çizgisi

çektikten sonra çizginin altına “Ya herro

ya merro” yazar.

On dokuz farklı dili, on dokuz farklı

kalbi, işkence görmüş on dokuz bedeni

kendi bedeninde toplar ve daha sonra

“To be or not to be” değil. / “Cogito ergo

sum” hiç değil...” mısralarını “Unutamadığım”

şiiriyle tarihe not düşer.

(Meçhul Dergi)

YİRMİ YIL

BEKLEYEN ŞİİR

“Ben şiirleri çok bekletirim. Mesela

şimdi yirmi yıldır hiç dokunmadığım şiir

var. Öyle kalsın…

Damıtılsın… Bir yere takılmışımdır.

Oraya layık, oraya yakışan bir bölüm

oluncaya kadar beklesin.

Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan,

esnaf işi olmasın… Ben, buna çok

saygı duyarım.”

Maviye Maviye çalar gözlerin…

“Bu iki mısra var ya, belki bir on yıl

değil, daha fazla, çok daha fazla bekledi.”

Dayak atilip çöplükte ölüme terk

edildi 1943’de Van’da 32 kişinin ölümü

ve bir kişinin yaralanması ile sonuçlanan

Muğlalı Katliamı ile ilgili yazdığı

“Otuzüç Kurşun” şiiri sebebiyle Ahmed

Arif, defalarca sorgulanıyor, dövülüyor

ve sonunda bir çöplükte ölüme terk ediliyordu.

“İşte bu “Otuzüç Kurşun” şiiri yüzünden

geldiler götürdüler beni… Gece

sabaha kadar dövdüler. “Oku” dediler,

okumadım. … Dövdükten sonra o tellerden

aşağı attılar beni. Orada öylece kalmışım.

Sabah çöpçüler gelip buluyorlar.

Sokak köpekleri gelip gelip kokladılar

beni. Ödüm

koptu, ölü sanıp yiyecekler diye…”


“Ahmet Arif’in şiirine umudun, inceliğin,

korkusuzluğun şiiri demişler. Eklemek

gerek: Bunlar, onurun, yalınlığın ve derinliğin

de şiiridir. Benzersiz bir şair…”

“Anlatılanlara göre, 1927 Nisan ayının

21. gününde doğmuşum, Diyarbakır’da

Yağcı sokak 7 nolu evde. Yani, yazlık ve

kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle

dönemin tipik Diyarbakır evlerinden

birinde. İlkokulu Diyarbakır Siverek İlkokulu’nda

okudum. Ortaokulu da Urfa’da

okudum. Liseyi ise yatılı olarak Afyon

Lisesi’nde. Bütün okul hayatımda tanıdığım

en yetenekli, en yiğit, en mert, en

bilgili adamlar o lisedeydi, işte o yıllar.

Yıl 1943 olmalı… Taş çatlasa 16–17 yaşındayım.

Durmadan şiir yazıyorum. Bir

dergi, Seçme Şiirler Demeti adıyla kuşe

kâğıda basılıyor. Bir sayfanın sol başında

Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif.

Ben Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım

tabii o zaman hatta daha da küçük. Bir de

10 lira geliyor bana dergiden, telif hakkı.

Düşünün babam bana ayda 5 lira gönderebiliyor.

O yüzden 10 lira büyük paraydı

o zaman için.” diye anlatır yaşam

öyküsünü şair. Ankara Üniversitesi Dil ve

Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü

öğrencisiyken

1950’de Türk Ceza Yasası’nın 141.

maddesine aykırı davranmak suçlamasıyla

tutuklandı. 1952’de

gizli örgüt kurma iddiasıyla yine tutuklandı.

2 yıl hapse hüküm giydi. Cezaevi

günleri sona erince

Ankara’ya yerleşti. Ankara’daki gazeteler

ve dergilerde teknik işlerle uğraşarak

yaşamını kazandı.

Gazetecilikten emekliye ayrıldı.

1967’de Aynur Hanım ile evlenir ve

1972’de oğlu Filinta dünyaya gelir. Evladına

Filinta adını

koyması pek çok şeyi anlatır. Bir söyleşide

şöyle anlatır sevincini “Yaşamımda

en büyük sevinci

baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız

tam iki yıl oğlumun nüfus kağıdını

cebimde taşıdım.

Cebimdeki sanki dünyanın en zengin

cüzdanıydı. Oğlum olmuştu. Oğlum,

dünyanın en güzel

güvercini… Dünyanın en güçlü silahı.”

İlk şiiri “Millet” dergisinde yayınlandı.

Asıl sanatını ve kişiliğini 1948-1954

arasında Yeryüzü,

Beraber, Seçilmiş Hikayeler, Yeni

Ufuklar, Kaynak dergilerinde yayınlanan

şiirleriyle ortaya koydu.

Ardından uzun bir suskunluk dönemine

girdi.


AY KARANLIK

Maviye / Maviye çalar gözlerin,

Yangın mavisine / Rüzgarda asi,

Körsem / Senden gayrısına yoksam

Bozuksam / Can benim, düş benim,

Ellere nesi?

Suskun, hayın, çıyansı.

Dört yanım puşt zulası,

Dönerim dönerim çıkmaz.

En leylim gecede ölesim tutmuş

Etme gel,

Ay karanlık…

Hadi gel,

Ay karanlık…

İtten aç / Yılandan çıplak,

Vurgun ve belâ

Gelip durmuşsam kapına

Var mı ki doymazlığım?

İlle de ille / Sevmelerim,

Sevmelerim gibisi

Oturmuş yazıcılar

Fermanım yazar

N’olur gel,

Ay karanlık…

Dört yanım puşt zulası,

Dost yüzlü,

Dost gülücüklü

Cıgaramdan yanar.

Alnım öperler,

HANİ KURŞUN SIKSAN

GEÇMEZ GECEDEN

Yiğit harmanları, yığınıklar

Kurulmuş çetin dağlarında vatanların.

Dize getirilmiş haydutlar

Hayınlar amana gelmiş

Yetim hakkı sorulmuş

Hesap görülmüş

Demdir bu...


EN BÜYÜK AŞKI LEYLA ERBİL

“Sabah gözlerimi sana açarım,

akşam uykularımı senden

alırım. Nereye, ne yana dönsem

karşımda mutluluğun o harikulade

baş dönmesini bulurum.

Böyleyken gene de şükretmem

halime;

hergelelik, açgözlülük eder, seni

üzerim. Aklıma gelmez ki seni

usandırır, sana gına getiririm.

Sana dert, sana ağırlık sana

sıkıntı olurum, nemsin be? Sevgili,

dost, yâr, arkadaş… Hepsi.

En çok da en

ilk de Leylâ’sın bana. Bir umudum,

dünya gözüm, dikili ağacımsın.

Uçan kuşum, akan

suyumsun.

Seni anlatabilmek seni. Ben

cehennem çarklarından kurtuldum.

Üşüyorum kapama gözlerini…”

Terketmedi sevdan beni,

Aç kaldım, susuz kaldım,

Hayın, karanlıktı gece,

Can garip, can suskun,

Can paramparça...

Ve ellerim, kelepçede,

Tütünsüz uykusuz kaldım,

Terketmedi sevdan beni...


“Özlemektir seni, geberesiye.

Ses etmektir, haykırmak

‘Leyla!’ bir tenha saatte

geceler yarı. Ömrümüz

çelimsiz, kısa. Çabamız

korkunç ama. Ayaklarımızı

bastığımız toprağın, kokladığımız

havanın, şunun

bunun en ibne, en akla

gelmez derdini dert edinmek.

Kendimizi duymaya,

yaşamaya yönelmek bile

yasak.”

… bilir miydin, bütün Siverek

kirvemdir benim. Ve bütün

memleket üstüme titrer.

Ha desem, mebus seçerler

Ahmed Arif’in siirine, umudun, inceligin, korkusuzlugun siiri demisler. Ekleyecegim:

Onun siiri,

onurun ve alçakgönüllülügün, derinligin ve yalinligin bile siiridir. Bu özellikler

sonradan edinilme

degil, dogulunun geleneksel özellikleridir. Akil ve yürek bir olmustur. Hayat, en

aci, en umutlu

deneylerini sermistir. O yirmi siir yazilmistir.

Gülten Akin, Şiir Üzerine Notlar, Ist., 1996, s. 56


Anadolunun yüreği yaralı

şairi, umudun, sevginin hasretin

ve toprakların şairi;

bir yerde kuş üzülse yüreği

oralı Ahmed Arif’in… Bütün

bir ömrü sevgi uğruna harcadı.

Dayak yedi, savaştı,

işkencelerden, hapishanelerden

ve daha nicelerinden

alnı ak çıktı ve yine de sevdi.

Anadolu topraklarına

yağmur kadar şifalı şiirler

bıraktı… “Terketmedi Sevdan

Beni” dedi ve sevdasından

hiç vazgeçmedi hasretin

şairi… Bizde ona hasret ile

hep birlikte anıyoruz hasret

yüklü şiirleriyle. Ahmed

Arif’in şiirleri yaşamın,

umudun, devrimin ve puşta

karşı dik durmanın şiirleridir.

Öyle ya ondan “Ahmet

Arif’in şiirine umudun, inceliğin,

korkusuzluğun şiiri

demişler.

Saygı, özlem ve rahmetle

anıyoruz...

Neşet Bozkurt


GÖBEKLİ

TEPE

UNESCO tarafından Dünya Geçici Kültürel

Miras Listesi’ne alınan Göbekli Tepe, tarih

öncesi dönemlere dair bildiklerimizi sorgulatıp

bizlere insanlığın geçmişi ile ilgili

yeni şeyler öğretirken ve merak duygumuzu

kamçılıyor.

UNESCO tarafından Dünya Geçici Kültürel

Miras Listesi’ne

alınan Göbekli Tepe,

tarih öncesi dönemlere

dair bildiklerimizi

sorgulatıp bizlere insanlığın

geçmişi ile

ilgili yeni şeyler öğretirken

ve merak duygumuzu

kamçılıyor.

Anadolu coğrafyası, jeopolitik konumu ve

sahip olduğu verimli topraklar münasebetiyle

tarihin her döneminde rağbet gören bir

yerleşim yeri oldu. İnsanlık ise mizacı gereği

geçmişten günümüze kadar sürekli tapınma

alanları inşa etti. Dünyada bilinen en eski

tapınağa ev sahipliği yapan Göbekli Tepe

ile uygarlığın ilk dönemleri yeniden

yazılıyor. Urfa’nın 22 kilometre kuzeydoğusundaki

Göbekli Tepe, İngiltere’de

bulunan Stonehenge’den 7

bin, Mısır piramitlerinden ise 7 bin

500 yıl daha eski. Tarihi günümüzden

11 bin 600 yıl öncesine dayanan

bu arkeolojik alan, kazıların başladığı

1995 yılından bu yana bilim insanlarının

uygarlığın kökeni üzerine

düşüncelerini temelden sarsmakla

birlikte doğru sandığımız birçok şeyi

sorgulamamıza neden oldu.

İNANÇLA GELEN YERLEŞİK DÜ-

ZEN

Şimdiye kadar keşfedilen en eski tapınak

yapılarına sahip olan Göbekli

Tepe, insanlığın tarım ve hayvancılığa

geçiş sürecindeki

en son aşamada

inşa edildi.

Bölgenin tarihinin

bu kadar eskiye

dayanmasından

hareketle, tarımın

uygarlığa yol açtığı

fikri geçerliliğini yitirmiş durumda.

Bugüne değin genel kanı, avcı-toplayıcıların

yerleşik düzene geçmesinin

ardından yetiştirilen ürünlerin fazlalığı

sonucunda karmaşık toplumların

kurulduğu yönündeydi. Göbekli

Tepe bu yaygın kanıyı tartışmaya

açtı. 1995’ten itibaren 19 yıl sürüyle


kazının başkanlığını yapan Arkeolog Prof.

Klaus Schmidt, insanın kronolojik akışının

Göbekli Tepe ile birlikte tarihe kavuştuğunu

ileri sürmüştü. Schmidt’e göre

yapıları inşa etmek için gerekli iş gücü,

çalışanlara yiyecek, içecek sağlama yolu

olarak tarımın gelişmesine yol açmıştı.

Kalabalık toplulukların ibadet merkezine

yakın olma arzusu ve çevrede bu toplulukların

ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde

yeterince kaynak bulunmaması,

insanları tarım yapmaya

itmişti. Göbekli Tepe’de ortaya

çıkarılan yapı kompleksinde,

çatıya dair bir ize

rastlanmadı ve bu yapıların

birer açık hava tapınağı

olduğu kabul gördü.

SANATIN İLK ADIMLARI

Göbekli Tepe, tarımın başlangıcından

ve hatta çanak-çömleğin icadından bile

daha eski bir geçmişe sahip. Diğer yandan

insanı simgeleyen T biçimli taşların

üzerini süsleyen hayvan figürlerinde sanat

denilebilecek bir üslup söz konusu.

Taşlar üzerinde akrep, tilki, boğa, yılan,

yaban domuzu, aslan, turna ve yaban

ördeği figürleri yer almakta. Bilhassa

aslan figürleri Neolitik Dönem’de aslanların

Anadolu’da yaşadığını kanıtlıyor.

Bazı araştırmacılara göre bu hayvan figürleri,

tapınağı ziyaret eden kabileleri

simgeliyor. Göbekli Tepe’deki buluntular,

kalabalık grupları bir araya getirmedeki

organizasyon becerisini ve sanat becerilerinin

gelişkinliğini bize anlatıyor. Ayrıca

bulunan sembollerin -küçük ölçekli

de olsa- benzerleri Kuzey Irak ve Suriye’ye

kadar yayılan bir bölge de mevcut.

Buradan yola çıkarak Göbekli Tepe’nin

Neolitik Dönem’de kültürel etkileşim

merkezi olduğu ileri sürülüyor. Tapınak

zeminlerinin sıvıyı geçirmeyecek şekilde

inşa edilmiş olması, törenlerde sıvı maddelerin

kullanıldığına işaret ediyor.

Konumu itibarıyla pek çok

yeri görebilen ve pek çok yerden

de görülebilen Göbekli

Tepe, MÖ 8 bin dolaylarına

kadar kült merkez

olarak kullanılmış. Sonrasında

üzerinin toprakla kapatılarak

tarih sahnesinden

silinmesi ise bugün bile Göbekli

Tepe için “Peki neden?” sorusunu güçlü

biçimde sormamızı gerektiriyor.

GÖBEKLİTEPE SIRA DIŞI BİR YER

Nabi Avcı (eski Kültür ve Turizm Bakanı)

Göbekli Tepe arkeoloji dünyasında

devrim niteliğinde bir buluş. Kazılarda

ortaya çıkan eserlerin nasıl üretildikleri

tartışılıyor. İnanç merkezi olduğu konusu,

bilim dünyasının en gözde senaryosu.

Fakat Göbekli Tepe’nin henüz nasıl bir

işleme sahip olduğu, ne için oluşturulduğu

konusunda kesin bilgi yok. Cazibesi

de buradan geliyor. Burası, bildiklerimi-


zin dışında bir alan. Bu, Türkiye’nin kültürel

etkinlikleri açısından da çarpıcı bir

örnek.

T ŞEKLİNDE DİKİLİTAŞ

Tapınağın simgesi

Göbekli Tepe’deki T biçimli dikilitaşların

boyu 5 metreye, ağırlıkları ise 16 tona ulaşıyor.

KELAYNAK

Son Kuşlar

Sadece Türkiye’de (Birecik – Urfa) ve

Fas’ta yaşayan kelaynakların yeryüzündeki

sayısı yaklaşık 500 bireydir.

NE YENİR?

Lokanta yönünden geniş bir yelpazeye

olan sahip Urfa’da, kebap ve içli köftenin

yanı sıra borani, bostana ve humus gibi

yerel yemekleri deneyebilir; “mırra” denilen

kahveyi yudumlayabilirsiniz.

NE ALINIR?

Urfa şehir merkezinde ve ören yeri yakınlarındaki

seyyar tezgâhlarda Göbekli

Tepe’den esinlenilerek üretilmiş hediyelik

eşyalar ve dekoratif objeler satılıyor.

Ayrıca Şanlıurfa Halk Eğitim Merkezi ve

Göbekli Tepe Taş İşçiliği Atölyesinde geçmişin

incelikli zanaatları öğretiliyor.

KAÇIRMAYIN

Göbekli Tepe’nin en üst noktasındaki

dilek ağacının bulunduğu alan ziyaretçiler

tarafından sıklıkla ziyaret

ediliyor. Ayrıca Örencik köyündeki

Göbekli Tepe Örenyeri Müzesi her

gün ziyarete açık, Sonra Urfa’ya gidilip

Balıklı Göl, Halil-ür Rahman

Camii, Şanlıurfa Müzesi ve Hz. Eyüp

Mağarası’nı ziyaret etmek elinizde.

NASIL GİDİLİR?

Türk Hava Yolları, her gün Ankara,

İstanbul ve İzmir’den Şanlıurfa’ya

karşılıklı seferler düzenliyor. Göbekli

Tepe, havalimanına indikten sonra

yaklaşık yarım saat içinde otomobil

ile rahatça ulaşabileceğiniz bir mesafede

bulunuyor.

İmam Bakır Asoğlu


BARAN’NIN

ÖYKÜSÜ

Barandı adı

Burkulmuştu yüreği

İfade yoksunu

Laldı sanki

Bir yakarış vaktiydi anlaşılan

12 yasında Barandı adı.

Tiksinerek hepimizin baktığı ve sahiplenmediğimiz

namı değer sokak çocuğuydu.

Hayatını çöplerden topladıklarıyla idame ettiriyordu.

Bu da yetmezmiş gibi yeni yetmelere

haraç için kavga ederken buldum onu. Kısa

bir şaşkınlıktan sonra onu o sokak yetmelerinin

elinden alabildim ancak. Yara bere ve kir

pas içindeydi baran.

Oğlum hayırdır.

Niye kavga ediyorsun.

Hayır amca kavga etmiyorum amca. Ekmeğimi

korumaya çalışıyorum dedi baran.

Bu küçük barandan kocaman adamların edemeyeceği

türden bir cümle duymuştum. Ekmeğimi

emeğimi korumaya çalışıyorum dedi

küçük ama kocaman yürekli baran.

Tamam oğlum anladım ama niye bu işi

yapıyorsun dedim barana.

Amca dedi. Evde madde bağımlısı bir abim,

yatalak bir annem ve küçük kardeşim var.

Peki baran ya baban. O ne iş yapar yokmu.

Yoksa öldü mü ?

Ağladı garibim. Keşke ölseydi.

Bizi terk etti.

Nereye gitti dedim barana.

Bilmiyorum amca dedi.

Peki bugün bir şey kazandın

mı baran.

Yok amca rahat vermiyorlar

ki .

Peki baranım bugün

çalışmazsan olmaz mı ?

Yok amca çalışmazsam aç

kalırız.

Peki ben versem bugünlük

kazancını.

Amca sen bugün verdin

yarın ne yapacağız biz.

Çalışmak zorundayım ben

amca .

Olsun ama bugün ben çalıştığını

farz ediyorum. Hadi gel

bakalım gidelim.

Nereye dedi baran.

Tabiki evine.

Neredeki evin. Tarif etti

baran evini. Hem gidiyor

hem de yolda konuşuyoruz.

Niye okumuyorsun dedim.

Zaman mı var dedi baran.

Sanki büyümüşte küçülmüş


garibim. Bir o kadarda ürkek ve saygıda

kusur etmemeye çalışıyor. Uzun utangaç yüzünü peçesiyle kapatıp

öcü görmüş gibi bakıyor. Annesi

bir yürüyüşten sonra baranların evine kucağında çocuğuyla ve mahcubiyetle

ara sıra cevap veriyordu.

varmıştık.

Ve baranın evine girmeden ilk cümlesi;

Amca dikkat et abim sana zarar yüklediği sorumlulukla sadece kas-

Ama baran maşallah hayatın ona

verebilir ve önüme geçti baran koruma ların değil beynini de geliştirmişti.

amaçlı. Nasılda her şeyi düşünüyor bu Her şeye bilgece cevaplar veriyordu.

kocaman yürek diye kendi kendime Elimizde aldığımız erzağı baranın

düşündüm. Kendi olmayan insanlığıma gösterdiği yere bıraktık. Sonrada

mı baranın bu insan üstü çabasına utanayım

ya da üzüleyim. Ne yarana

da yola kadar eşlik et-

müsaade istedik ev halkından. Bapacağımı

şaşırmış vaziyette.

Evin içine geçtik.

kocaman yürek tabiki

mesini rica ettim. Baran

Kışın ortasında yıkık

amca dedi. Dışarı çıktıktan

sonra barana

harabe bir ev ki merkezin

varoş dediğimiz bir

saçlarında uzamış

mahallesinin sonundaki

dedim.

evlerden biriydi. İçeri girmek

bile büyük bir uğraş ge-

makine var. Abimin durumu

Evet amca dedi. Evde

rektiren türden. Baran ısınmak adına malum. Annem yapabildiği kadar

ne bulmuşsa soğuktan ve tehlikelerden

korunma amaçlı yığmış etrafına.

yapıyor işte.

O anda hadi berbere gidelim dedim

barana .

Merkez diyebileceğimiz bir yerde bu

sefalet akıl alır gibi değildi. Sosyal yardım

alıyor musunuz diye sordum.

Amca çok sağol da kim beni bu

kıyafetle içeri alır.

Yok amca bizi dikkate alan mı var ki

Benim misafirimsin dedim. Benim

versinler. Müracaatınız oldu mu peki.

berber alır dedim. Tamam amca sen

Evet birkaç kez sadece 2 yada 3 kez

bilirsin gibisinden ses çıkarmadı.

gıda yardım paketi geldi. Hepsi o kadar.

Nihayet uzun bir yürüyüşten sonra

baranla bizim berbere gelmiştik.

Berbere minik ama Biz baranla sohbet ederken. Abisi

kocaman


yürekli arkadaşım baranı tanıştırdım.

Ve biz traş olmaya geldik dedim. Berberde

garip bir şeyler var gibi hayret

heyret bakarak tamam abi hoş geldiniz

dedi. Baranda ürkek bir o kadarda

merakla etrafına bakınıyordu. Belki

ilk kez bir berber koltuğuna oturacaktı.

Nihayet baran bir güzel traş olmuştu.

Bende olmaya çalıştım. Sırf barana

eşlik olsun diye. Baran mutluydu. Hatta

gülümseyerek traşlı haliyle aynaya bile

çaktırmadan gülümsüyordu. Berbere

baran bundan sonra istediği zaman gelsin

traş olsun hep davetlimdir dedim.

Berberde tamam abim dedi. Dışarı çıktık

Baranla. Akşam olmuştu.

Yemeğe ne dersin barancığım dedim.

Amca bizimkiler evde. Onlar bu

durumdayken boğazımdan geçmez ki

dedi.

Bir kere daha baran boyundan büyük

bir laf etmişti. Yine derinden yaralamıştı.

Onları da davet ederiz dedim.

Nasıl amca dedi baran.

O halde mi ?

Mümkün değil. Hem gelemezler ki.

Yok evlat onlara da götürürüz.

Nasıl amca dedi baran.

Paket yaparız olmaz mı ?

Baran sen bilirsin gibisinden

sessizce boynunu büktü.

Paketlerimiz yaptık. Baranla

yolda yürüye yürüye evlerinin

kapısına kadar gittik. Paketlerimizde

bıraktıktan sonra. Baran

yine büyük adam edesıyla bana

yolu tarif etti ve sokağın başına

kadar uğurladı. Ayrılırken

barana yerimi biliyorsun bir

sorun oldu mu gel. Bir hal yolunu

buluruz deyip koca yürekli

barandan ayrıldım. Yalnızdım

ama baranı ve öyküsü her tarafımı

kaplamıştı. Çünkü bu

çocukların bu yaşta yaşayarak

yaşadıkları gerçek öykülerinde

bizim ne kadar kabahatimizin

olduğunu epey düşündüm. Ve

sonuç olarak İyi adamda da

kötü adamda da bizim rolümüz

büyük dedim kendi kendime.

Çünkü sokaklar çocuk doğurmuyor.

Ya da kimse sokak çocuğu

olarak doğmuyor. Onu bu

hale düşürenler yine bizleriz

dedim. Ve baranın bu öyküsü

bende etkisi uzun sürdü. Çünkü

hepimiz bu çocuklardan sorumluyuz.

İnsan olmanın da

Müslüman olmanın da toplumsal

yaşamanın da dinimizin

gereği de bu. Çünkü dinimiz


komşusu açken tok yatan bizden değildir

demişti. Kaç kişi bunun farkındayız acaba.

Şapkamızı önümüze alıp düşünmenin

zamanı geldi de geçiyor inanın.

Barandı adı

Burkulmuştu yüreği

İfade yoksunu

Laldı sanki

Bir yakarış vaktiydi anlaşılan

Sınır tanımaz zülüm rüzgarında

Yalnızlığın acımasız duvarlarına çarpıp

duruyordu

Sonbahar yaprakları gibi savruldukça

savruluyordu garibim

Tuttum ellerinden

Yüreğinde kor

Nefesi kesilir acılardan

Ölecek kadar dertliydi

ama,

Yaşayacak kadarda heveste bırakmadılar

dedi.

Bırak amca ellerimi

Olur olmadık şeylere,

Mesela kırılan bir bardağa,

Annem babam kızacak korkusuyla

yaşadın mı,

Ben yaşamadım amca

Yani amca

Yitirdiğim sevenlerime,

Kimsesizliğime

Mutsuzluğuma

Hep ağladım.

Neye ağlamadım ki

Bu hayatta amca..!

Bak amca

Ben Kimseye yük olmadım ki...

Daha çocukken öğrendim

Yüreğimi ellerime alıp yürümesini

Ama ona bile heves bırakmadılar

amca be

Sen

Hiç giden bir simitçiye,

Dondurmacıya,

Balonlara

Halil Orhan ASLAN

Ağladın mı...


GECE

Gece

Yine gece oldu

Sessizliğin başladığı saatler,

Geceye teslim vakti...

Acı bir hasret başlıyor

Gökyüzü gibi uzaktasın bana,

Kavuşmak imkansız gibi görünüyor,

Solmuş bir çiçek gibiyim.

Gündüz geçmek bilmiyor,

Ve yine gece

Gecenin aydınlığa kavuştuģu gibi

Sana kavuşma anı

Bitmesini düşünmek istemediğim saatler,

Gecenin bittiģi an

Sana veda ediyorum...

Şahnur Yavuz


SOSYAL MEDYANIN INSANLAR ÜZERINDE OLUMLU

VE OLUMSUZ ETKILERI:

Hayatımızın en vazgeçilmez parçalarından

biri olan sosyal medya; kullanım amaçlarına

göre kişiye olumlu ve olumsuz

düşünceler empoze edebiliyor. Sosyal medyayı

iyiye kullandığımızda çok faydasını

görebileceğimiz gibi kötüye kullandığımızda

da çok ciddi zararlarıyla karşı karşıya kalabiliriz.

Fakat bazı durumlarda kontrolümüz

dışında kötü içeriklere (müstehcen, kumar,

yalan ve yanlış bilgiler, sahte reklamlar gibi)

maruz kalabiliyoruz. Örneğin; sosyal medyada

herhangi bir konuyu araştırırken konuyla

alakası olmayan ve aniden karşımıza

çıkan zararlı veya

çirkin diye ifade edebileceğimiz

içerikleri

görebiliyoruz. Yetişkin

bir internet kullanıcısı

için bu durum her ne

kadar erken kontrol

edilebilse de çocuklar

için bu mümkün olmayabilir. Dolayısıyla bu

kötü içeriklerden en çok etkilenler çocuklar

oluyor.

Son zamanlarda sosyal medyada insanların

ilgi odağı haline gelen ve başkalarının

giyecek elbisesi, yiyecek yemeği olup olmadığı

düşünülmeden alınan elbiseler,

ayakkabılar ve yemekler sosyal medya

üzerinden diğer kullanıcılarla rahatça

paylaşılabiliyor. Bu durum ilk başlarda tepki

gördüyse de sonradan alışılmaya ve normalleşmeye

başladı. Tarihimizle, kültürümüzle,

örf ve adetlerimizle bağdaşmayan ve

normalleşen bu olumsuz değişimler kişinin

kendinden uzaklaşmasını ve toplumdan

soyutlaşmasına neden olmaktadır. Sosyal

medya hemen herkesin kullanabileceği bir

araç olduğu için insanların bir başkasının

özeline izinsiz bir

şekilde erişebilme sorununa

da sebebiyet

verebiliyor. “Sosyal

mühendis” olarak

da bilinen hackerlar

kişilerin özel fotoğraflarına,

iletişim bilgilerine

veya ne zaman,

nerede, ne yaptığını öğrenerek bunu kötüye

kullanabiliyor. Böyle bir durumun

yaşanması kullanıcıları mağdur edebilir,

psikolojik açıdan etkileyebilir.

Sevdiğimiz yazarları, şairleri, siyase-


tçileri, siyasi partileri, araba markalarını

yakından takip etmemize olanak sağlayan

sosyal medya bunların yanında çeşitli konuları

içeren (örn; yemek tarifleri, felsefe,

tarih) ve kolayca etkileşime geçebileceğimiz

sayfaları/kullanıcıları da barındırıyor.

Böylece ilgimizi çeken konuları, kişileri

detaylı olarak takip edebiliriz. Sosyal medyada

istediğimiz her konuyu, kişiyi rahatça

bulmak kişiye sosyal medyada fazla

zaman harcamasına sebep olabilir. Ki biz

insanlar sosyalleşmek için sosyal medyayı

kullanarak çoğu zaman farkında olmadan

daha da asosyal bir duruma düşebiliyoruz.

Aile içinde ebeveynlerin ve çocukların

sohbetten yoksun olmalarının başlıca sebeplerinden

biri olan sosyal medya, gereğinden

fazla kullanıldığı sürece kişilere,

kişilerin psikolojilerine, kişiler arasındaki

bağlara zarar verecektir.

Yaşam standartı yüksek olan kişilerin

sosyal medya aracılığıyla bilinçli olarak

paylaştığı arabaları, tatilleri, yedikleri, içtikleri

bu imkanlardan mahrum olan insanların

ezik psikolojisine, aşağılık

kompleksine bürünerek içinde

bulunduğu hayat şartlarından keyif

almamasına neden olabiliyor.

Sosyal medyanın herkese açık olması,

herkesin fotoğraf, video ve

özellikle herhangi bir konuda yetersiz

ve eksiz bilgiye sahip olmasına

rağmen ispatı doğrulanmamış

yazılar paylaşmasına imkan

sağlıyor istenmeyen durumlarla

karşılaşmamıza, bilgi kirliliğine, insanların

yanlış yönlendirilmelere

maruz kalmasına sebebiyet verebiliyor.

Çektiği videoda argo kelimeler

kullanan birine rastlamak

mümkün olan sosyal medyayı bilinçli

kullanmamız gerek toplumsal

ahlakımız gerekse de kişisel

davranış, tutum ve düşüncelerimiz

için de büyük önem taşıyor.

Celal can


Ok gibi fırlar, Kuş Gibi Uçarım

Duymayan duysun bu kerametimi

Ok gibi fırlar, kuş gibi uçarım

İsteyen divane sansın hep beni

Ok gibi fırlar, kuş gibi uçarım.

Nerede düzenbaz yalancı süzsem

Bir işte hilelik sahtelik sezsem

Dostuma darılıp üzülsem kızsam

Ok gibi fırlar, kuş gibi uçarım.

Bulaşmak istemem asla kavgaya

Karışmak istemem bomboş davaya

Uymamak için kör lanet hevâya

Ok gibi fırlar, kuş gibi uçarım.

Zerşatî budur hep benim ahvalim

Bilmeyen bilsin hal-i pürmelâlim

Ancak böyle diner benim celâlim

Ok gibi fırlar, kuş gibi uçarım.

Deniz TAVUS

Zerşatî


HİCRAN

Gece ışıl, ışıldı. Kâh uyuyup kâh

uyanıp bir gece daha geçirdim. Ellerimi

yüzüme götürdüm ve ovuşturdum

gözlerimi. Derin derin nefes

alıp verdim. Ve sonra tavana

dikip gözlerimi, dağınık hayatımın

yol ayırımlarında ki beni düşündüm.

Yaşam kırıklarım peşimi hiç

bırakmıyordu. Kirpiklerimi indirip

kaldırdım anılarıma ve bir damla

yaş indi şakaklarıma.

Usulca yorganı kenara çektim ve

eşimin yanından kalktım. Cama

yürüyüp perdeyi araladım. Ay yıldızlarla

bir ışığını yollamıştı ağaçlarımıza.

Gülümsedim. Ağaçlar

benden şanslıydı. Neden mi bu sözlerim?

İşte benim hikâyem: Ben

yedi çocuklu ailenin en son dünyaya

gelen kızıyım. Üç kız, üç oğlandan

sonra istenmeyerek annemin kucağına

gelmişim. Annem o kıymetli

kucağına beni almayı hiç istememiş.

İstenmeyen o kucağa gelirken

ben, hayatın şamarını sevgisizlikte

ilk o gün yedim. Şanslı mı olur

bir çocuk istenmeyince? İşte ağaçlara

gülümsemem o yüzden. Biliyor

musunuz, istenmeyen bir

çocuk olarak dünyaya gelmek çok

kötü bir duygu. Hep bunun üzüntüsünü

yaşadım yıllar yılı. Neden

ben? Bu duyguyla yaşarken kırgın

ve üzgün; bir de büyüklerimden

tatsız tuzsuz kelimelerin ağırlığını

alıyordum. Şöyle ki; seni

istemedik ama oldun işte. Ne aptal

şeysin sen? Neden çıkageldin

ki? Ama neyse seni seviyoruz yine

de. Bu sevmek miydi, irdelemek

miydi? Hangi duyguyu yaşıyorlardı

onlar? Yara alıyordu kalbim

onların yaren ettikleri sözlerde.

Kırılıyordum minik kalbimde. Ha

bu ara da ben yedi yaşımda ki halimi

anlatmaktayım sizlere. Adım

Hicran.

Kalbimin kırılması en çokta

anneme oluyordu. Ben onun kızıydım.

Ama önce ama sonra ne

fark ederdi ki gelişim. Ben mi

istedim gelmeyi. Annemin babamın

keyfinden olmadım mı

ben? Ablalarım; Ruhan, Zeynep,

Pınar. Onlar büyüktü benden.

Bir araya geldiler mi kıkır kıkır

gülüşür beni yanlarına almazlar-


dı. Ben ağlardım. Onların yanında

da istenmiyordum. Bir bebeğim

vardı ablalarımdan kalan, bir gözü

yok ve sarı saçlarının yarısı dökük.

O benim tek can dostumdu. Bir kenara

çekilir onunla avunurdum. Benim

oyalamaya değil, gerçek hayallere

ihtiyacım vardı. Benim daha ilk

dünyaya gelirken kalbim kırılmıştı,

nasıl gerçek hayallere geçecekti ki

kalbim. Öyle kolay değildi kırılırken

hayata.

Bir tek amcamı kendime yakın

buluyordum. O çok iyiydi

bana. Ama sonralarda ona

kızdım. Çünkü beni bu

dünyada yalnız bırakıp

gerçek dünyasına göç

etmişti. Kimselere

diyemediğim acım çok

büyük olmuştu içimde.

Amcamsız ben tek kalmıştım.

O hislere girmiştim.

Annem her ne kadar ilk dünyaya

gelişime kızmış olsa da o benim annemdi.

Hiçbir evladın gözünde annesi

nefreti alamaz. Kızım Hicran gel

seninle pazara gidelim dedi mi cennete

düşmüş gibi sevinirdim. Parka

gitmesek de o benim annemdi elimi

sevgisiyle tutup pazarı gezecektik.

Ne güzel bir duyguydu bu!

Pazardan gelince ben lavaboya

gidiyorum der, hızlı hızlı, girdiğim

lavaboda sevinç tepinmesi

yaşardım. Çok zengin değildik

biz, güç geçinen bir aileydik.

Belki o yüzdendi istenmeyişim.

Ama yine de olmazdı, seni istemedik,

istemeye istemeye

dünyaya geldin sözleri bir çocuğa

olmazdı.

İlkokula başlama dönemim

geldiğinde babam götürdü

beni okula yazdırmaya.

Ne güzel bir

şey böyle güzel

dakikaları babanla

yaşamak. Kapıda

durduk önüme

geçip saçlarımı

okşadı babam.

“Artık büyüdün Hicran,

okulu oluyorsun. Başarılı

ol kızım.” dedi.

İstenilmeyen bir çocuğun onlara

her konuda yakın olacağını

“Baba çok çok okuyacağım seni

annemi hep mutlu yaşatacağım.”

Sözlerimle ifade etmek istedim

ve sonrada kocaman elini tutup

öptüm. “Seni seviyorum baba,


sen de beni hep sev olur mu?”

Babam: “Sen mutlu ol, başarılı ol,

biz bir şey istemeyiz kızım.” dedi ve

elimi tutu, o kocaman demir kapıdan

içeri girdik.

Ondan sonra ki günlerde en çok babam

götürüp getirdi beni. Kırık kalbim

iyileşiyordu onunla yolları çiğnerken.

Bir gün yaş günümdü. Her zaman yaş

günü kutlayan birileri değildik biz,

ama o gün babam bana bir kitap almıştı.

Bir hikâye kitabı. Onu hiç elimden

bırakmadım. Her daim onu okur

gülümserdim. Sevildiğimin simgesi

gibi gelmişti bana.

Okumayı seviyordum, yazmayı da.

Hele bir gün askerdeki ağabeyime

yazdığım mektuba çok sevinmiştim.

Bu bende alışkanlık olup ufak tefek

not halinde şiirler yazıp kenara

bırakmaya başladım. Ben şiir yazmak

istiyordum. Şair olamazdım belki ama

o yazdıklarım adına kitap çıkarmak

istiyordum. Bu isteğimle azimle kitaplarımı

okuyup, okul birincisi oldum.

Okuma yarışmalarına girdim

ve başarıyla birinciliği elime aldım.

Öğretmenim yanına çağırıp benimle

konuştu. Çok başarılısın. Edebiyatta

özellikle. İleride iyi bir yerde seni

göreceğime inanıyorum. Bu başarını

bırakma. Devam et Hicran.

Hocamın dediği gibi bırakmadım

okumayı. Liseyi de emin

adımlarımla başarıya yürüdüm.

Ama büyümüştüm. Kalbimde

büyümüştü. Okulda bir

gence yüreğim küt küt vurarak

onu istiyordu. Bir gün yaş günü

olduğunu bir arkadaştan öğrendim.

Bu bir fırsattı ve bir kitap

alıp onun yanına gittim. Hislerimi

belli etmek istiyordum.

“Merhaba. İyi yıllar Kerem.”

Yüzüme boş baktı ve gururumu

kıran, “Bakışların boş değil. Biz

birlikte olamayız. Bunun nedenini

araştırma.” sözlerini dedi.

Deprem mi oluyordu, her yanım

sanki sallanıyordu. Kitap elimde

kaldı. Hala onu bir anı olarak

saklıyorum.

İlk acı değildi bu acı ama bana

çok büyük acı verdi. Neden ben

hep kaderin elindeydim. Çünkü

o arada babam hastalandı…

Kalp krizi. Üç gün komada yattı

ve hayatımın direğini o üç gün

sonunda kaybettik. Ölümlere

alışıktım: birkaç yıl önce

ağabeyim Hasanı ve Mehmet

ağabeyimi kaybetmiştim. Ama

bu ölüm hiçbir şeyle eş değeri

olmayan benim babamdı.


Çok kötü darbeler kaderden üst

üste geliyordu. Bir gün ablam çocuğa

bak diye beni eve çağırdı. O benim

ablam olur dedim ve gittim. Yeğenim

üç yaşındaydı. Onu uyuttum ve geçip

televizyonu açtım. Kapı açıldı ablam

sandım. Abla sen misin? Diye sessimi

gönderdim. Eniştemdi. Sen misin

enişte dedim ve çantamı omzuma attım

ve gitmeye hazırladım kendi mi.

Dur nereye dedi ve önüme geçti. Sen

geldin ya, ben gideyim dedim. Çantayı

omzumdan aldı ve ağzımı kapatıp çek

yatın üzerine attı. Savaşım yetmedi,

o gün orada çok kötü şeyler yaşadım.

Çok ağladım. Kimselere söyleme, o

koynuma girdi der seni ailenin yanında

küçük düşürürüm, dedi.

Ben şimdi ne yapacaktım? Bu arla

nasıl yaşayacaktım? İntihar etmeyi

düşündüm ama can tatlı yapamadım.

Bir de Allah korkusu vardı. Bu bedenin

intiharında Allah’a nasıl hesap verecekti?

Sustum. Ama o ahlaksızın tacizi

devam etti her fırsatta. Mümkün

olduğu kadar kendi mi korusam da bu

oldu. Dayanamadım. Diğer ablama az

açıldım. Çok ileriyi söylemedim tabi.

Beni azarladı. Onu iyi olarak tanıyorlardı.

O aileme çok güzel rol yapıyordu

Gücümü kaybetmemeliydim. Okumama

iç ağlamalarımla devam ettim.

Başarıyla liseyi bitirdim. Ve

bırakmadım okumayı, üniversiteye

ağabeyimin bilgisayar

yardımıyla kazandım. Okudum

okudum ve bir şirkette

pazarlama müdürü olarak işe

başladım. Kader denen o yazıya

inanıyorum. Beni o şirkete eşimi

tanımam için yollamıştı. Bir

arkadaşımın arabuluculuğuyla

eşimi tanıdım. Birkaç görüşmemizden

sonra beni şaşırtan

ve sevindiren, “Benimle evlenir

misin?” dedi. Aslında sadece

arkadaş olmak istediğim Hakan

beni evliliğe götürdü. Çocuk için

çok uzun bekleyişimiz olmadı.

Birkaç ay sonra içimde o güzel

duyguyu hissettim. Bu güzel

duyguyu yaşarken, annemi ve

ağabeyimi kaybettim. Sevinç

ve acı bir arada yaşamak o kadar

zor ki. Ama onu bana hayat

yaşatmıştı.

Her şey güzeldi evliliğimizde.

Neşe ve huzur devam ederken,

maddiyat aramıza girip yuvamızın

temelini sarstı. Erkekler

neden çok şeyde kadını bir

kenara bırakır ki? Eşim gibi.

Doğuşumdan bu yana kader

kancasını bana takmıştı. Şöyle

ki; eşim evi terk etti. Yalnız

başıma kalmıştım. Anne ve


baba olmadığı hayatta dayanaksız

kalıyor insan. Savaşım sürdü tek

başıma. Ayrılmayı düşünmedim. Yuvamı

kurtarıp hayatıma devam etmeliydim.

Öyle yaptım. Bekledim

Hakan’ı. Döndüğünde bebeğim besinsiz

kalmıştı, onu kaybetmiştim.

O yıllarda bir daha çocuk istedim

ama üzüntü sıkıntıdan dolayı rahmime

bir türlü çocuk tutunamıyordu.

Bir gün o sevinci yine hissettim

ben hamileydim. Doğumumda ailemden

kimse yoktu. Onlarla görüşmemi

eşim yasaklamıştı. Sorun hiç

nedensiz onun ailesi ve benim ailemin

ağız dalaşmasıydı.

Her ne kadar ailemle görüşme yasağım

olsa da o benim eşimdi ve yavrumun

babası. İşi düzenli değildi.

Geçim sıkıntısı çekiyorduk. Çocuk

büyüdükçe ihtiyaçlar artmıştı. İster

itemez ağız dalaşmasına giriyorduk.

Hep kötü geçmeyecekti ya hayat.

Bir yerden elini uzatacaktı bana da.

Öyle oldu. Memurluk sınavı vardı

ve beraber girdik. Kazandık. Daha

iyi olmak için İstanbul’la tayin istemeye

karar verdik. Ama hayatın bir

sürprizi vardı bana ben hamileydim.

Beni götüremedi eşim ve ailesinin

yanına bırakıp İstanbul’la tek başına

gitti. Bir kaç yıl ailesiyle birlikte

kalarak, kötü ve acı dolu bir kaç yıl

geçirdim. Neden eşinin annesi seni

bir rakip gibi örüp kötü davranır

ki? Bu düzen bozulmalı artık.

Onca kötü yaşantıma rağmen

evlatlarım için ayakta durmaya

çalışıp “Kadının adı var” sözlerimi

kendime söyleyip yıkılmadım.

Ev işlerine gittim. Merdiven

sildim çocuklarım yokluktan

etkilenmemeliydiler. Ben anaydım.

Çocuklarına önem veren

bir ana. Şimdi siz eşi İstanbul’da

çalışırken para yollamadı mı diye

düşünebilirsiniz? Evet, yollamadı

çünkü ne yaptığını bilmediğim haciz

maaşına el koymuştu. Bu arda

kalemi elime alarak bir şeyler yazıp

bir kitap çıkardım. Ardından

bir daha bir daha. Kendime yeni

çevre edinerek güç gelmişti. İşte

ben buydum güçlü yıkılmayan bir

KADIN.

Not: toplumun kanayan yarasıdır

taciz olayı. Gözyaşları içine

akıp ailem üzülmesin diye sinede

yaşayan acı bir yara...

Şükran Pınarcan


NAZENİN BAHAR ELÇİSİ

karanlık bir sabahın kör ışıkları göğümüzde

geçen dost kervanında adın bir kuş sesinde

çetin yollarda ayak izlerin

nazenin bir baharda en güzel çiçektir sevdan

sulara karışan ihanettir

duvarda kurşun izleri

dicle nasıl alışır suyunu yitirmeye

düşüyor birer birer

nar çiçekleri mendilimde

gel gör ki bir dengbej değilim

sana kendi motifimde sıtranlar haykıramam

ama sen yinede kabul et

yokluğunun hasretine sunulan bu ezgileri

avuçlarımın toprağına ek karanfilleri

bereket pınarıdır benim ülkem

aydınlığa kavuşsun diye sabahın ışıkları

düştün yola sen

yolcu yolunda gerek tahir abi

ama yine de gitme sen

karanlığın bir sesi yok tahir abi

karanlığın gürültüsü var

biz öyle miyiz oysa

şu yağmur sonrası gökkuşağının rengine baksana

renk cümbüşünde özgür yarınlar

amed surlarında memleket

sevda türküleri bizi bekler

gönüllere ektiğin fidanlar güneşe durdu

bahar verdi bak

hakkımız yok umutsuz olmaya

umut var kehanet değil bu

yoksa nereden bilecektik

iyi ki yürüdün bu yolu

biliyorum

yakışmazdı zaten

normal bir ölüm tarihimize

bulmazdı seni ölüm

uyurken bir yer minderinde

barış göğümüze çizdiğin en güzel resim

sen anadolusun

sen mezopotamyasın

sen hepimizin kahramansın tahir abi

uyan bahar geldi

uyan barış gelecek daha

uyan bir kadın kapı eşiğinde

şiirden günceler dokuyor göğsüne

dört ayaklı bir hüzündür siyah

çizilmiş pencereye

uyan be tahir abi

uyan hükmüm geçmiyor geceye

Salih Mir ATACA


Anlam Dünyamızın Ekmeği ve Suyu:

EĞİTİM

Eğitim, hayati bir ihtiyaçtır. İnsanoğlu için

ekmek ve su ne kadar önemli ise, eğitim de

o kadar önemlidir. Bu ifademiz basit bir güzelleme

olarak algılanmamalıdır. İnsanlık

tarihini ve yaşanan bugünü derin sorgulamalarla

analiz ettiğimizde eğitimli olmanın

ne kadar önemli olduğunu çok net anlarız.

İnsanın birbirine hayat hakkı tanımadığı

veya hakkının bir kısmını gasp ettiği, fesada

dayalı kronik yaşam süreçleri eğitimin ne

kadar elzem olduğunu bize çok net gösterir.

Eğitim Nedir? Niçin Gereklidir?

“Eğitimli insan” terkibi açılıma muhtaç bir

terkiptir. Kimdir eğitimli insan veya nedir

eğitim? Eğitimin kelime kökenine dair etimolojik

kazılar yapılarak çeşitli anlamlar

üretilmiştir. İlk gözlemimiz bu kelimenin

eğ- kökünden geldiğini gösterir. Bunun eski

Türkçede farklı kök ifade tarzları (ig- ve ik-)

üzerine değerlendirmeler yapılmış olsa da

biz bu kök (eğ-) üzerinden bir değerlendirme

yapmak istersek, bu kök kaba tabirle bir

şeyin “eğilmesi, bükülmesi” anlamına gelir.

İnsan için kullanıldığı zaman ise insanın eği(-

ti)lmesi şeklinde anlaşılabilir. Ancak üstün

körü bakarsak bu anlamı olumsuz

değerlendirebiliriz. Nitekim

İngilizcede eğitim anlamına gelen

“education” kelimesinin kök anlamı

olan “dik durmak” ile kıyaslayıp

böyle değerlendirenler de

olmuş. İnsanın eğilmiş, bükülmüş

bir yapıya getirilmesi ilk anlamda

olumsuz olarak değerlendirilse de

kanaatimce taş gibi katı, odun gibi

sert olmamaya ya da ham bir maddenin

işlenerek kullanılır bir hale

getirilmesi durumuna bir atıf olarak

algılarsak, eğitimin anlamını

olumlu bir zemine oturturuz.

Nihayetinde kelimeler insanların

kullanımıyla ve hayat içinde

şekillenir ve insanlar, kendi bakış

açılarına göre anlamlandırabilir.

Ancak biz, eğitimin insan için bu

kadar elzem bir kavram olduğunu

ifade ettikten sonra onu negatif

bir anlama hapsetmemeliyiz. Tabi

ki menfaati ve bencilliği uğruna

eğilen, bükülen insan tipi meydana

getirmek değildir eğitim,

bilakis bireysel ya da toplumsal

hayatta meydana gelen kaos, kargaşa,

stres, problem vs sorunlar

yumağına karşı tek tip bakış açısı

yahut tek tip bir algı ile değil, yeri

gelince esnek olabilecek ve böylece


farklı bakış açılarına uzanabilecek bir eğilme/

bükülme yetisine sahip bir insan tipi yetiştirmektir.

Şunu da vurgulayalım ki, eğitimden

kasıt ideolojilerin, tek tip kalıplarına göre

insan yetiştirmek de değildir. İnsanı kendi

iç dünyasının farkına vardırıp böylece doğru

eylemler üretmek için içten harekete geçmesini

sağlamaktır. Eğitimin insana kazandırdığı

tüm özellik ve hareketlilik pozitif yönde

olmalıdır. Eğer insan eğitim adı altında bilgilenme

süreci yaşayıp bunu hayatta negatif bir

yönde kullanırsa biz bu insana eğitimli insan

diyemeyiz. Bu nedenle hemen ifade edelim

ki, eğitim, insanı salt bilgi ile buluşturmak

değildir. Elde edilen bilgiyi, yaşama pozitif

katkı sunacak bir davranış ürününe dönüştürme

süreci olarak tanımlarsak eğitimi daha

da yerli yerine oturtmuş oluruz. Özellikle

günümüz bilgi çağında yani herkesin bilgiye

rahatça ulaşabildiği bir çağda meydana gelen

olumsuz insan tiplerini ve hayata yaydıkları

negatif davranış ürünlerini görmemiz, eğitimin

salt bilgilenme süreci olmadığını bilakis

hayra, barışa, ıslaha dayalı pozitif davranış

örnekliği ortaya koyma süreci olduğunu daha

iyi anlarız. O halde, Türkçe bir kavram olarak

eğitimi, insanın zihinsel ve duygusal zeminde,

doğru bilgiye dayalı olarak yetiştirilmesi

ve bunun sonucunda doğru davranışlar

üretmesidir. Bu bir süreçtir aynı zamanda.

Zira insanoğlunun eğitimini oldu-bitti olarak

algılamamız gerçekçi ve doğru değildir. İnsan

son nefesine kadar davranış ortaya

koyma potansiyeline sahip ise eğitimin

de son nefese kadar devam etmesi

gerekir.

Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allah, sizi annelerinizin karnından

hiç bir şey bilmezken çıkardı ve

umulur ki şükredersiniz diye işitme,

görme (duyularını) ve gönüller verdi.”

(Nahl:78) Bu ayetten hareketle

insanın dünyaya geldiği andan itibaren

eğitilmeye, terbiye edilmeye

ne kadar muhtaç olduğunu anlarız.

Eğitimin insan hayatında gerekli

olduğunun ontolojik ifadesidir aynı

zamanda. Ayetten anladığımıza

göre Allah’a şükretme eylemini ortaya

koymak için bilgilenmek ve bilinçlenmek

gerekir. Bilgi ve bilinci

elde etmenin yolu da işitme, görme

ve hissetme duyularımızın hakkını

vermektir. Buradan eğitimin elde

edilme yollarını öğrenmiş oluyoruz.

Yani insana sadece işiterek, gördürerek

yahut duygusal olarak hissettirerek

değil, bu üç bilgilenme

yolunun hakkını vererek insanı eğitilme

sürecini sağlıklı yürütebiliriz.

Bu üç yolu, şu şekilde de formülize

edebiliriz: İşitme ile geçmişte olan

biteni öğrenme, görme ile bugüne


dair deney ve gözlem yaparak bilgiye

ulaşma, gönül ile de sezgi ve manevi halleri

yaşama. Hâsılı eğitim insanın tek

yönden gelişmesi olarak algılarsak bu

algı eksik bir algı olur. Bu eksik algı ile

insanı kırpmış ve daraltmış oluruz.

Kuran’da geçen Âdem’in iki oğlu kıssasında

bir kesit üzerinden de insanın her

daim eğitime muhtaç olduğunu anlayabiliriz.

“Derken, Allah, ona, yeri eşiyerek

kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren

bir karga gönderdi. ‘Bana yazıklar

olsun’ dedi. ‘Şu karga gibi kardeşimin

cesedini gömmekten aciz miyim?’ Artık

o, pişman olmuştu.”(Maide:31) Bu ayet

elbette ki beşerin insanlaşma sürecinin

ilk sahneleridir. İnsanın tabiat ortamında

bir hayvandan bile öğreneceği şeylerin

olduğunu görerek aslında bize şu an

basit gelen bu olay karşısında nasıl da

tıkandığını ve bilmeye, öğrenmeye muhtaç

anlarız. Elbette ki Âdem’in oğlu kendi

zamanına göre değerlendirilmelibiz

de kendi zamanımıza göre. Sonuç olarak

çıkarımımız şu ki, insan işitme, görme,

hissetme duyularını kullanmazsa her

daim eğitimsiz kalmaya mahkûmdur.

İçine düştüğü girdaplardan çıkamayacaktır.

Eğitimin ne olduğuna dair açılımlar

yapmak zorundayız. Zira bu kadar hassas

bir kavram, beşeri/ideolojik müfredatlarla

sınırlandırılamaz. Eğitim,

insanın doğru davranış üretme süreci

ise şayet, günümüzde bildiğimiz formal

eğitim bunun çok gerisinde kalmaktadır.

Kısacası okullarda verilen

eğitim insanın davranışını pozitif yönde

dönüştürmede son derece yetersizdir.

Türkiye özeline bakarsak, resmi

ideolojinin dayatmalarıyla şekillenen

müfredat ve bu müfredatla yetişen

öğretmenle yürütülen formal eğitim,

aslında fasid bir döngü meydana getirmektedir.

Bunun yanında mevcut formal

eğitimde, deney ve gözleme dayalı

öğrenmenin yetersizliği de eğitimin

davranış üretme sürecinde önemli bir

eksikliktir ve en önemlisi de gönle,

duyguya hitap etmeyen bir eğitim tarzı

ve anlayışı da formal eğitimde büyük

boşluklar meydana getirmektedir.

Gönül dediğimiz manevi olgu ise aslında

insanın inancını/vicdanını barındırdığı

yerdir. İnsanların inancı ne olursa

olsun, gönülde olana dayatma yaparak

bir eğitim anlayışı inşa etmek kaos

ve çatışmadan başka bir şey üretmez.

Bu nedenle eğitim müfredatları ve anlayışları,

inancı ezip geçen bir formatta

olmamalıdır.

Eğitim ve Kitap Okuma


Kitap okuma şuuruna sahip

birey, informal eğitimin zirvesindedir.

Eğitimli insan olma

sürecinde kitap vazgeçilmez

araçtır. Ancak kitap, kişinin

aklına ve kalbine etki etmesi

şartıyla önemlidir. Eğitimin

davranışa dönüşme sürecinin

en temel kriteri zorlama ve bir

baskının olmamasıdır. Kitap

okumanın, kişinin kendi istek

ve iradesiyle gerçekleşmesi eğitimin

sürekliliğini sağlamada

en önemli adımdır. Okumak,

insanın zihnini aktif tutar ve

asla bilgi ezberleme süreci

değildir. Beyin, kendisine göre

bir planlama ve bilgiyi tutma

programına sahiptir. Tekrarlı

bilgi, elbette ki beyinde tutulma

ihtimali fazla olan bilgidir.

Ancak eğitimli insan, bilgiyi

beyninde tutan insan değil, onu

gönül süzgecinden geçirerek

bir bilinç haline getirip cesurca

davranışa döken insandır. Bu

nedenle kitap okumayı sadece

bilgiyi akılda tutma ameliyesi

olarak asla görmemeliyiz.

Zaten okuma şuuru elde etmiş

kişi, bir tane kitap okuyup

oturmaz yerine, bilakis son nefesine kadar

okuma azmi içerisinde olur. Böylece eğitim

sürecini daima besler. Bu nedenle kitap okuma

formal eğitimin üstünde olan değerli bir

eylemdir. İnsanın eğitimini sürekli kılar ve

insanı toplumda salih amel üreten bir pozisyona

taşır. Formal eğitim, içinde barındırdığı

disiplin ve sistematikle insanın mesleki

hayatına bir temel sağlasa da bu temel

insan hayatının bir parçasını oluşturur sadece.

Ancak biz eğitim derken asla salt formal

süreçleri kastetmiyoruz. Bilakis hayatın

tamamını kuşatan özgüvene ve kararlılığa

dayalı salih eylemler üretme sürecini kastediyoruz.

Eğitimli insan, hayatın kendi

karşısına çıkardığı asıl imtihanları hakkıyla

verecek şekilde kendini yetiştiren insandır.

İnsanlar arasındaki problemlere hakk üzere

çözüm üreten ve bu konuda kararlı olan insandır.

Kitap okuma eylemi bu anlamda önemini

gösteriyor. Kişifarklı türden kitaplar

okuyarak zihin dünyasını zenginleştiren,

farklı ufuklara uzanabilen, kritik düşünerek

hayattaki problemlere çözüm üretebilen, saplantılardan

kendini kurtarabilen, insanlara

aklını kiraya vermeyen, adaleti, merhameti

tesis etme gayreti olan bir şahsiyet olmaya

çalışmalı. İşte eğitimli insan olmanın kendini

gösterdiği zemin burasıdır. Formal eğitimi

tamamlamış kişiler de kendini yeterli görmemelidir.

Kitap okumyı hayatında sürekliliği


olan bir eyleme dönüştürüp son nefesine

kadar eğitimli olma çabasını gütmelidir.

Sonuç olarak eğitimli insanın hayata katacağı

anlam ve huzur hesap edilirse eğitimin

ne kadar önemli olduğunu anlarız.

Tabi tersten düşünürsek cahil insanın ve

cehaletin hayata verdiği zararı, anlamsızlığı,

kaosu, karanlığı, huzursuzluğu, çatışmayı

hesap edersek yine eğitimin ne

kadar önemli olduğunu anlarız. Bu sebeple

herkesin bir şekilde eğitim seferberliğinde

olması lazım. Aslında dikkatle

bakarsak bizi yaratan, yaşatan, eğitimin

iki üssü aklı ve kalbibize veren Yüce Rabbimiz

Allah Azze ve Celle bizlere Kitap

(Kur’an-ı Kerim) ve Muallim (Muhammed

as) göndererek aslında bu eğitim seferberliğini

başlatmış olmaktadır. Tabi insanlık

için düşünürsek ilk insan ve ilk peygamber

Âdem as ile bu süreç başlatılmıştır. Peygamberler

aslında tevhide dayalı eğitim

anlayışının temsilcileridir. Bunun yanında

filozofların da eğitim seferberliğinde

haklarını teslim etmeliyiz. Elbette ki pozitif

anlamda katkı sunanlar için.

İnsan kendisi ve evladı için eğitimi ekmek

ve su kadar önemli görmeli ki hayatın

anlamını kavrayacak kıvama ulaşsın.

Bu kıvama ulaşmayanlar yetki ve gücü de

ele geçirince dünyayı yaşanmaz hale getiriyorlar.

Bu nedenle her fert, kendini

ve zürriyetini insanlığın selameti

uğruna eğitimli hale getirmenin

çabası içinde olmalıdır. Bu, insanlık

ve kulluk görevidir. Bu görevi

ihmal edenler “insanlığa karşı ihanet

içerisindedir” dersek abartmış

olmayız. Zira 21. asırda meydana

gelen kaos, terör ve savaşları gözönüne

aldığımızda (tabi ki olumlu

gelişmelerle birlikte) gerçek anlamda

eğitimli insanların meydana getirdiği

bir dünya oluşturmanın ne

kadar zaruri ve insani bir görev olduğunu

anlarız.

2020 yılının ilk aylarında dünyada

baş gösteren korona virüsün etkin

olduğu bir zaman diliminde bu yazıyı

yazıyor olmanın dipnotunu da

düşmüş olayım. Bu çağın insanının

hiç alışık olmadığı karantina günlerinde

yaşananları derin tefekkürlerle

analiz ederek, eğitim ve korona

virüs ilişkisini göz önüne alarak

değerlendirmenizi tavsiye ederim.

Selam ve dua ile

Mustafa Tosun


LABİRENT

BÖLÜM 1

Yeni doğan güneşi seyre dalmışlardı.

Bir an karnında bebeğini

taşıyan eşine baktı. Eşine dönerek

“Çocuğumuz belki de bu kasabada

büyümeli.” dedi. Her şey bu cümle ile

başladı.

Bu kasaba çok fazla bilinmeyen

ama bileninde gitmekte zorlandığı

türden bir Anadolu toprağıydı. Ağaçlarıyla

insana huzur veren, içinden

geçen ırmağıyla insanı hayallere daldıran,

hayvanların cıvıltısının eksik

olmadığı bir diyardı. Sabahları doğan

güneşi izleme zevki ise bambaşkaydı.

Dışarıdan gelen insanlar sabah

güneşini izlerken bütün kasabanın

uyanık olmasına hayret ederlerdi. Kasaba

için ise gün, güneş doğmadan

başlardı. Sadece doğal güzelliklerinden

sevilmezdi bu kasaba. İnsanlar

arası ilişkiler de çok iyiydi. Herkes

birbirini tanır, konuşur, muhabbetin

eksik olmadığı bir yaşam sürerdi.

Modern şehirlerden gelen insanlar

kasabada dinlenirken aslında en

çok bundan hoşlanır ama kendilerinden

çok uzak olan bu yaşam tarzına

hayranlıklarını ifade edemezlerdi.

Böyle bir kasabada yetişen

Burak, herkes tarafından tanınırdı.

Sadece yaşıtlarıyla değil kendinden

büyük kişilerle bile muhabbet kurardı.

Kasabaya yeni biri geldiğinde hemen

gider tanışır, arkadaşlık kurardı. İkili

ilişkilere çok önem verirdi. Kasabada

yaşayan herkes bunu yapardı ama

Burak hepsinden daha fazla önem

verirdi. Ne olursa olsun bir yerde

bir arkadaşı ile ilgili bir durum varsa

o orada olmayı vazife bilirdi. Çocuk

yaşlardan itibaren bunu yapmaya

özen gösterirdi. Olayların kendisi

için önemli olup olmadığına bakmaz,

arkadaşı için önemine bakardı. Bir

arkadaşının kedisi kaybolmuşsa tüm

kasabayı onunla beraber gezerdi.

Başka bir arkadaşını futbol oynamaya

çağırdığında izin alamadı ise

o da gitmezdi. Dinlemeyi çok severdi,

küçük büyük herkesi dinlerdi. Bu

yüzden onun bir ailesi olsa da, ka-


sabanın her ailesinde ondan bir parça

vardı.

Annesi Adile, oğluna sevgisini hep

hissettirir, kasabadaki durumundan

dolayı da istemsiz bir övünç duyardı.

Adile’de kasabada kadınlar tarafından

çok sevilirdi. Ama sevilmesi kendisinden

mi, yoksa Burak’ın annesi olduğu

için mi diye kendisi bile şüphe duyardı.

Babası Yunus ‘un ise kasabada adı çok

gezmedi. Herkese saygı gösterir fakat

samimiyet kurmazdı. Çünkü sürekli

işi ile ilgilenirdi. Haftada bir eve gelirdi.

Ne iş yaptığı bilinmezdi. Dışarıdan

bakıldığında oğluyla hiç ilgilenmeyen

bu adamın oğlunun nasıl böyle herkes

tarafından sevildiği ve insanlarla ilişkisinin

iyi olduğu kafa karıştırırdı. O ise

hiç bunları takmaksızın oğluna :

- “Yakalamış olduğun samimiyetlerin

kıymetini bil, seni sevgisiz bırakacak

sevgilere kapılma” diye nasihatte bulunurdu.

Çocuk hiç bir zaman ne dediğini

anlamazdı.

BÖLÜM 2

Bir gün tüm çocuklar oturmuş babalarının

meslekleri ile ilgili konuşuyorlardı.

Benim babam terzi, kasap, şoför...

Kasaba da öyle çok para kazandıran

meslekler olmazdı. Paradan gizliden

gizli korkulurdu. O yüzden esnaf meslekleri

fazla idi. Herkes babasından

bahsederken sıra Burak’a gelmişti.

Vurgulu bir ses tonuyla: “Benim babam,

benim için çalışıyor ne iş yaptığının

önemi yok” dedi. Söylerken

herkesin etkileneceğini düşünmüştü

ama arkadaşlarının yüzüne baktığında

kimsenin tam olarak anlamadığını

hissetti. O yüz ifadesini çok

iyi biliyordu. Çünkü babasına ne iş

yaptığını sorduğunda aldığı cevapla

kendisinde de aynı ifade oluşuyordu.

İnsan yaşadığı duyguyu başkasının

yüzünde görünce endişesi daha da

artıyordu. Büyüdüğünde anlayacağını

düşündü. Büyüyordu ama anlamak

için beklemesi gerekecekti.

BÖLÜM 3

Lise yaşlarına gelmişti. Artık

ilişkilerin önemini daha iyi kavrıyordu.

Eskiden çocukça değer verdiği

arkadaşlıklara artık bilinçli bir şekilde

önem veriyordu. Kasabada oturmaya

devam eden arkadaşların bazılarıyla

her gün, bazılarıyla haftada bir olsa

buluşuyordu. Kasabadan ayrılan

eski dostlarına mektup yazmayı hiç

ihmal etmiyordu. Ve hala dinlemeyi

çok seviyordu. Arkadaşları da onun-


la muhabbet etmekten, dertleşmekten

çok mutlu oluyordu.

Arkadaşlarıyla muhabbeti

kopmasın diye kasabadan hiç

çıkmamıştı. Liseyi bitirdikten sonra

ailesi ile de istişare ederek kasabada

bir yer kiraladı. İnsanların gelip oturabileceği,

sohbet edebileceği bir yer

açtı. Bu tam ona göre idi. Böylece hem

arkadaşlarından mahrum kalmayacaktı

hem de ailesine yük olmadan geçinebilecekti.

Gerçi dükkanı kiralamak

ve açmak için gerekli parayı babasının

nasıl bulduğunu tam anlayamıyordu.

Fakat babası ona hep derdi :“Ben senin

için çalışıyorum.”

Yeni işyeri ile beraber artık kasabanın

ortak noktası işyeri olmuştu.

Kasaba, orada toplanır, tüm muhabbetler

de burada yapılırdı. Sırlar burada

paylaşılırdı. Burak’ın hayal ettiği

gibi gerçekleşiyordu. Arkadaşları her

akşam yanındaydı. İnsanlarla iç içeydi.

Her güzel giden şey bir imtihana

tabi olacağından bu güzel gidiş de çok

sürmedi. Gelen bir haber ile her şey

değişecekti. Telefonda bir ses: “Burak

Bey, anne ve babanız trafik kazasında

hayatını kaybetti.”

BÖLÜM 4

Hayatında ilk defa kendisini

bu kadar üzgün hissetti. Başkaları

benim yüzümden üzülmesin diye

düşünürken kendisini tutamadı.

Hüngür hüngür ağladı. İş yerinde

olanlar hemen ne oldu diye sorunca

“Ann, annem ve, annem ve

babam” diyebildi sadece. O gün

sabaha kadar işyerinden ayrılmadı

ve ağladı. T ve V arkadaşlarını

bırakmadılar, onunla kaldılar. Hüznünü

gidermesi için yanında olduklarını

hissettirdiler.

Ertesi gün cenaze namazı

kılınacaktı. Camiye gittiklerinde

avlu tıklım tıklımdı. İnsanların birçoğu

Burak için oradaydı. O ise her

zaman gülen yüzle selam verdiği

insanlara hüzünle bakarak geçti

avludan. Anne babasının tabutunu

gördü. Tekrar ağlamaya başladı.

Avludaki kuşlar gözyaşlarıyla beraber

ses çıkarıyordu sanki. Ölüm

ne kadar gerçekti. Bir daha hissetti.

Camiden sonra mezarlığa

doğru yola koyuldular. Kasabada

tabutlar araba ile taşınmazdı, me-


zarlığa kadar el ile taşınırdı. Hayatında

böyle ağır bir yük kaldırdığını hatırlamıyordu.

Metafizik, fiziğin ötesinde

idi. Bilime göre o tabut ağır değildi.

Ancak Burak’a göre dünya daha hafifti.

Mezarlıkta son görevini yaptıktan

sonra arkadaşlarıyla birlikte taziye

evine gittiler.

Taziye evi, işyeri idi. Bu yaşa kadar

tanıdığı arkadaşlarının bir çoğu

taziyeye geldi. Gelmeyenler için

çok üzüldü. Üzüntüsü gelmedikleri

için değil, başlarına bir şey geldiğini

düşündüğü içindi. Çünkü onun için

dosta yetişmenin mazereti olamazdı.

BÖLÜM 5

Aradan bir süre geçmişti. Hayat

devam ediyordu. İnsanlar, ölenleri ya

çabuk unutuyordu ya da çabuk unutmak

zorundaydı. Akşam eve gittiğinde

sessizce ağlasa da gündüz eski

Burak haline gelmişti. Bahattin ve

Halil daima yanındaydı. Böyle arkadaşlara

sahip olduğu için şükrediyordu.

Bir gün Burak, Bahattin ve Halil

işyerinde otururken işyerine kravatlı,

takım elbiseli bir adam girdi. Burak’ı

aradığını belirtti. Ve konuşmaya

başladılar.

-Burak Bey, ben babanızın avukatıyım.

Öncelikle başınız sağ olsun.

Babanızın mirası hakkında sizinle

görüşmeye geldim.

Burak şaşkınlığını bitiremeden

adam konuşmaya devam etti.

- Babanız tüm mal varlığını size

bıraktı.

-Ne mirası, ne mal varlığı? diye sordu

şaşkınlıkla.

-Babanızın sahip olduğu tüm

şirketler artık sizin. Yönetim kurulu

başkanlığına geçmeniz gerekiyor.

Avukat modern çağın emrettiği bir

hızla konuşuyordu. Burak ise baba

dedikçe yıkılıyordu. Başkasına

göre miras, şirket önemli iken ona

baba kelimesi hüznü tekrar getiriyordu.

Olayları anlamaya ve emin

durmaya çalışırken hızlı avukat bir

kağıt uzatarak:

- Yarın saat 9’da burada olmalısınız.

dedi.

Bahattin ve Halil’e bakan Burak anlamsız

bir şekilde “Tamam” dedi.

M.Kürşat Ateş


SİYAHIN KARANLIĞINDAN

Gidiyorum buralardan,

Kalbimi alarak.

Göz yaşlarıma teslim olmuşçasına

Karanlıkların içinden yürüyorum

Yüreğimde ölüm korkusu

Kalbimde dayanılmaz sızı

Acımı içime gömmüşüm

Ama sadece ben duyuyorum

Nedenini bilmediğim acılar içerisindeyim

Fakat yutmuşum duygularımı

Adeta fakirliğin karışmış edebiyatı gibiyim

Anlam bütünlüğü oluşturamıyorum kendimde

Huzursuzluğun yorgunluğunu yemiş gibiyim

Bir asır paslanmış pranga gibi

Düşünüyorum fakat içinden çıkamıyorum

Bedenimde kaburgamın kırıldığını hissediyorum

Beynimde depremler oluyor adeta

Hissedebilme enkazına yenik düşüyorum

Zifiri karanlık tünellerden geçiyorum

Ne gören var,

Ne bilen var,

Ne de acıma ortak olan...

Berivan Çevik Yavuztürk


Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer

dellal iken pireler berber iken ben anamın babamın

beşigini tıngır mıngır sallar iken bir varmış

bir yokmuş çok deyene çok günahmış az deyene

az günahmış. Çoh uzah diyarlarda bir kral varmış

bu kral adaleti ve doğruluguyla nam salmış ..Ama

bu kral ilk zamanlar çok zalım çok gaddarmış ve

halkına çok eziyet etmiş iniim inim inletmiş .kendisi

sarayında refah içinde yaşarken ..Halk ise

açlıh ve sefalet içinde yaşıyormuş. Kral bir gün

adamlarıyla ava çıkmış kralın çok akıllı bir veziri

varmış ..Bir ara vezirini de alarak bir su kenarına

gitmişler atlarından inmişler ellerini yüzlerini

yıkayıp biraz serinlemişler ve orda biraz oturmuşlar

.Bunlar otururken iki tane kuş gelmiş ötmeye

başlamışlar kral vezirine demiş ki.

Şimdi bu kuşların dilinden anlasaydık ne konuştuklarını

bilirdik. Vezir çoktan krala halkın durumunu

anlatmak istiyormuş ama korkusundan

krala diyemiyormuş. Vezir bakmış tam sırası ve

krala demiş ki ben kuşların ne dediklerini biliyorum

...Vezir krala derki eğer müsadeniz varsa ve

gazabınızdan emin olursam söylerim. Kral emin

olabilirsin demiş ve anlat bakalım ne konuşuyor...

Bu kuşlardan biri oğluna öbür kuşun kızını istiyor

kızı olan kuş diyor ki kızımı oğluna veririm

ama bir şartım var..Sende bana bir harabe

virane vereceksiin..Oğlu olan kuş da

diyor ki başımızda bu kral olduğu sürece

bir harabe degil on tane virane veririm

diyor. Bu sözün üzerine zalım kral bir şey

demez ama vezirinin ne demek istediğini

iyice anlamıştır. Saraya döndükten sonra

halkın durumunu düşünür ve vezirine hak

verir...Ve kral yaptıklarına pişman olur ve

halkını adil adaletle idare etmeye başlar..

halkını sever ve her derteriyle alakadar

olur .ve adil ve adaletli bir kral olur ismi

doğrulukla ve dürüstlükle ve adaletli bir

kral olarak anılır. Her fani gibi kralda hastalanır

yatağa düşer tabipler çare bulamaz.kral

evlatlarına derki bana viranede

yaşayan birkaç baykuş bulun onun

etini yersem sıhhatıme kavuşurum der

Çocukları bundan kolay ne var diyerek

şehirde virane yer ve baykuş aramaya

başlarlar fakat ne kadar arasalar ne bir

baykuş nede bir virane bulamazlar...

Üzgün vaziyette saraya dönerler..Babacığım

derler ne kadar aradıksa ne

bir kuş nede bir baykuş gördük ..Bunu

duyan kral çok sevinir demek her taraf

refah içinde bir virane bile yok .....

Heket de burda biter.

Hülya ALPTEKİN


İSTANBUL’DA

KAL

Her şey bir yaprak dökümü mevsimi gibi

Sezdirtmeden tek tek dökülüyor yapraklar

Sonradan hafif bir rüzgârın insafsız kuyruğuna

takılıp kayboluyorlar

Ne merhaba nede bir hoşça kal

Oysa ne yaşanmışlıklarımız vardı

Bu hayata

Ne anılar, açsan yaprak yaprak

Hiç kimseler bilmezdi böyle olacağını hayatın

Gel sen

Aynı evde kal ve yaşa

Seninle aynı saatler

Aynı neşeli günler desem

Bir çağırsan yine

Koşa koşa gelirdim

Ta İstanbul’un öteki yakasında olsam da

Aynı söz dizisinin içinde

Aynı cümlede

Aynı tümleçte

Ve yine aynı noktada bitsek

Aynı acılar içinde zülüm

Aynı müjdeli haberler içinde sevinç

Yollar, yıllar aynı olsa

Ben buralardayım

Dünyalar sonradan ayrılır mı?

Evet, yollar ayrılır uzun uzun

Kaderler ayrılır

Sevinçler ayrı, ayrılış

Ben ayrılamadım

Bir türlü senden

Şimdi sen başka yerlerde def

çalarken

Ben başımı gecenin on ikisinden

sonra

Hala duvara yaslamış bekliyorum

Bin bir soru işaretlerine cevaplar

bulmaya çalışıyorum

Sen sen

Ya sen

Değirmenler dönüyor kafamın

içinde

Zaman bazen beni kandırmaya

çalışsa da

Beş para etmeyen cam parçalarına

Ben kendimi dinliyorum

Feridun Eren

Şimdi sen İstanbul’da


Cılız bedenime temas edince soğuk, ürperir

yüreğim.

Doğrulurum ağır ağır yalnızlarımdan.

Döndüğümü sandığım gidiş yolundan,

dönüp yine birleştiğim kusurlu benliğim.

Dönüşlerle bezenmiş beşpara etmez hayatım.

Sanki sadece benimlermiş gibi defalarca çıldırasıya

istenmiş ayakları yere basmayan

umutlarım.

tanıdığımı düşündüğüm, aslında beni ezberleyen

dostlarım

Ve daha önce görmediğim birkaçıyla

çıkmıştım bu yolculuğa...

Hayat, henüz yeni yeni dalga gecmeye

başlamıştı benimle ve

ben bu kadar acımasız olabilecegini

ilk defa görüyordum

çıplak gözle.

planların peşindeyiz.

Saga sola düşsün insanlar bedenler

savrulsun rabia meydanına.

Geçim derdi hayat zorlugu derken iki çocuklu

baba.

Assın kendini yatak odasının tavanına.

Ve biz hiçbir şey olmamış gibi devam edelim plan

kurmaya.

Yaşayalım vahşi doğada bir ceylan yavrusu gibi.

Sıranın bize gelmesini beklerken hayat geçsin

başımızdan ve kıçımızdan.

Yaşanmışlıklar yok sayılsın. Olmasın yaşanacaklar.

Umursamayalım çevremizde olup bitenleri

ve canlar düşsün birer birer saga

sola.

Umurumuzda mı?

Değil.

Peki ne yapiyoruz söylesenize. Anlatsa

ya biri bana.

Zamansız

ölüme mektup

Durup sakin sakin tane tane. Anlatsa

ya ben anlayana kadar.

Biz anlayana kadar.

Neden bu kadar acımasızız.

Öldürsek mi kendimizi simdi

Assak bir odanın tavanına.

Yetişemeseler sesimize ve sessizligimizde

bogulsak mı?

Gunah mı?

Kim anlatacak bize simdi?

Umurumda mı?

Biri çıkıp anlatsa ya.

Nedir bu günah? Bu

boka

bulanmışlıkta

assak kendimizi, gunah

mı?

Çıksa ya karşımıza meslek

edinmiş birileri dem vursa ya.

Günah mı?

Birileri gelse sözde aydınlıklardan.

Soğuk bedenimi indirse çıkarıp

boynumdakini.

Tutsa birkaçı uzatıverseler yerlere.

Cok dağıldım toparlayamıyorum.

uzatıverseler..

Assam kendimi.

Ve anlatsa ya birileri.

Bir başıma bitip tükenmek bilmeyen


savaslarda kaybederken bütün kalelerimi birer

birer

Hazıra konmasalar ya.

Vah vaah.

Asmış kendini.

Anlatsa ya biri.

Birileri çıkıp nara atsa sokak ortasında.

Yapma dese. Ya da hayır hayır kendi çıkıp

assa insanlığı. İnsanlık tarihini hümanizmayı

sağcıları solcuları ortada dolaşanları ve bütün

bu içi pıtırcık dolu toplum şeysilerini assa.

Haketmedik mi? Haketmisizdir elbet.

Kimimiz tek tek kimimiz toplu halde asılmayı

hak etmedik mi sizce?

Hayır mı?

Neden hak etmedik?

Soylesenize

Ne yaptık ahmet için?

Bu bir vicdan vıncıklaması mı?

Evet evet. O kadar kullanmıyoruz ki vicdanlar

artık yoklanmıyor. Kuru degil.

Vicdanlar vıcık vıcık.

İçi bok dolu.

Nasıl. Neden. Neden.

Çirkinlesiyor yeryüzü her geçen saniye. Daha

mı zordu bir merhaba demek şimdi çıkıp şehir

değiştirmekten...

Çok mu zordu bir merhaba.

Haketmiyor mu kimse merhabayi. Ya da biz mi

çok ipteyiz. İplemiyoruz insanları.

Evet...

Öldü.

Belki de çırpınırken geldim aklına.

Bir başıma falan kalmadım.

O kadar iyiyiz ki etrafımız insan kaynıyor. Ve

düşüyor hergün birileri sagda solda.

Görmüyoruz. Görmüyoruz diye

ölmüyorlar sanıyoruz. birileri gelip

topluyor. Bilip susuyoruz. Çıkarıp

heybesinden fırlatıyor rüzgara. Toprağa

kimi düşmüyor bile. Düşen

anında filizlenip büyüyor sonra sil

bastan... Düşüyor yine yere. Ya da

tutup çıkarıyorlar boynundaki ipi ve

uzativeriyorlar yavaşça yerlere..

Düşünmüyorlar hiç. Gelmiyor

akıllarımıza.

Dedim ya ipteyiz biraz.

Bize ne kadar etseler az.

Sahip çıkamadık birbirimize.

Son sahnede vardım biliyorum. Ben

ali emrah ve diğerleri..

Hayatının en guzel yılları olduğundan

bahsederdin. Uzun uzun anlatır

anıları gülerdik birbirimizin müşkül

durumlarına..

Akşam üstü aldım haberini..

Saat sabaha karşı 5:27.

Ara ara bahsettiğinde ölümden..

Bahsettiğinde.

Ölümden..

Bahsettiğinde..

Öyle düşünme.

Konuşma öyle şeylerden.

Yaşayacağım ölüm olsa da..

Yaşayacağım çocukluk arkadaşım.

Ve seni unutmayacağım..

Emrah çiftçi


Şanlıurfa’ya

Bulunmaz menendin bir eşin senin

Göbeklitepe sır, Harran bir müze

Cefa şifa buldu sabrın sonunda

Dertlere devadır gözyaşın senin

Bir peygamber izi yürür önünde

Bin hatıra saklar her taşın senin

Nebiler süslemiş birçok köyünü

Deva etmiş Rabbim Eyyüb suyunu

Halil İbrahim’den aldın huyunu

Kutsaldır balığın ve kuşun senin

Barınmaz bağrında kötülük kemlik

Kemale eriyor sen de her hamlık

Almışsın Rabbimden bir güzel kimlik

Gül bahçesi olur ataşın senin

Balıklar Nemrud’a inat yüzerler

Suların bağrına tevhid yazarlar

İnsanlar hep hayran hayran gezerler

Doyumsuz seyri gün batışın senin

Şanlısın yiğitlik yakışır sana

Çilekeş insanın yakındır cana

Makamlar konuşur gönüle göze

Şuayb, Eyyüb Nebi yoldaştır bize

Çağlara doğuyor güneşin senin

Sen Güney Doğunun bir incisisin

Tarihi yerlerin birincisisin

Gönlümün hasreti ve sancısısın

Bir başkadır kalpte atışın senin

Haşimiye çarşın her vakit diri

Hanları süslüyor isot biberi

Esnaf her dem güleç olsa kederi

Namerde düşer kaş çatışın senin

Yoğur çiğ köfteyi demle mırrayı

Türküler gazeller alsın sırayı

Şenlesin bir anda Urfa sarayı

Mertlik kokar halay tutuşun senin

HALİT YILDIRIM

Hep sevgili oldun aziz vatana


Pınar Kür

En mutlu olduğu anlarda bile mutsuzluğu

beklediğini söyleyen, ‘Asılacak

Kadın’ gibi bir kitabı yazma ve

onu mahkeme koridorlarında savunma

cesaretini gösteren, bizi bazen

polisiyenin, bazen siyasetin tam

ortasına çeken romanlar yazan bir

yazar Pınar Kür... Şimdi yazarlığının

40’ıncı yılını kutluyor. Daha yakından

tanınmalı, çok yakından...

15 Nisan 1943’te Bursa’da doğan

sanatçı, lise eğitimini Robert Kolej’de

tamamladıktan sonra lisans eğitimini

Queens College ve Boğaziçi Üniversitesi’nde

tamamlamıştır. Ardından

Serbonne Üniversitesi’nde

Karşılaştırmalı Edebiyat üzerine

doktora yapmıştır. “Bitmeyen

Aşk” adlı romanı “müstehcenlik”

gerekçesiyle toplatıldı. Şu anda

Bilgi Üniversitesi’nde Medya ve

İletişim Sistemleri bölümünde

öğretim üyesidir. 2013 yılı Mayıs

ayında Ankara Öykü Günleri

kapsamında Onur ödülüne layık

görülmüştür.

Yazarımızın birçok alanda eserleri

bulunmaktadır. Hayatı hakkında

verdiğim kısa bilgi de geçen

romanı “Asılacak Kadın” hakkında

kısa bir değerlendirmeye de

yer vermek istiyorum;

“Öz ağası öldürüldükten sonra

üvey ağası tarafından dövülen,

aşağılanan Melek’in hikâyesidir

“Asılacak Kadın”.Hüsrev Bey,

annesine baksın diye Melek’i


yalısında çalıştırmaya başlar.

Annesi ölünce Melek’i toplumun

gözünde asılacak kadın yapar.

Asılması gereken toplumdur aslında.”

Genellikle hikâye ve romanlarında

psikolojik tahliller yapar,

cinselliği ön plana çıkarır. Toplumsal

sorunları ve bu sorunlar

içinde temel bir yer tutan

kadınların bireysel dertlerini

anlatır. Zamandan ve mekândan

şikâyet eden kişilerin iç

dünyalarındaki huzursuzlukları,

birtakım açmazları, yalnızlıkları

birey-toplum değerleri uyuşmazlığında

ele alır.

Makbule Ateş

Behçet Necatigil

Behçet Necatigil

Behçet Necatigil için önce şiir vardı;

çünkü her dizeyi kendi kurduğu ve

içinde yaşadığı ‘dil evi’nden anlatıyordu.

Hayatı boyunca bu dil evinde bitmez

tükenmez bir şiir yolcuğuna çıktı.

Bunun için de o aslında ‘kelimelerin ve

şiirin yolunda yürüyen bir abdal’dı.

Necatigil’in ölümü üzerinden tam 30

yıl geçti bugün. Ama şiirleri hâlâ taptaze...

16 Nisan 1916’da İstanbul’da doğan

sanatçı, İstanbul Yüksek Öğretmen

Okulu Türk Dili ve Edebiyatı

Bölümü’nden mezun olmuştur.

Çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği

yapmış ve Çapa Eğitim

Enstitüsü’nden emekli olmuştur.

Emekliliğinin ardından yazı ve şiir

çalışmalarına devam etmiştir. Birçok

gazete ve dergide şiirler yazmış olan

sanatçı 13 Aralık 1979’da İstanbul’da

kanserden yaşamını yitirmiştir.


Yazarımızın birçok alanda eserleri

bulunmaktadır ama şiir eserleri ön

plandadır. Ev, aile, yasak aşklar,

anlaşılamama üzüntüsü, bunalım,

ölüm, fakirlik gibi konuları işleyen

sanatçı, kendi hayatını sınırlayan

çevreyi, bu çevrenin

yarattığı sıkıntıları şiirleştirmiştir.

Mecazsız,

sade bir ifade içinde

anlamca kapalı şiirler

kaleme almış;

bazı şiirlerinde divan

edebiyatı bilgisini

kullanarak söz oyunlarına

başvurmuştur. Radyo

oyunları kaleme almış,

çeviriler de yapmıştır.

Yazarımız şiirleri ile tanındığı

içinbasılmış ilk şiirini sizler ile

paylaşmak istiyorum.

Çarpıyor şimdi cama

Hasret kaldım sevince

Korku yüzümde yama.

Dalarken gözümde yaş

Ben böyle sonsuz gama

Artıyor yavaş yavaş

Damlardaki ağlama.

Yazarımız Behçet Necatigil’in

bunun gibi birçok şiiri ve

farklı alanda eserleri bulunmaktadır

ama ilk basılmış eseri olduğu için

size de aktarmak istedim. Lise döneminde

ilk yazdığı şiir Varlık dergisinde

1 Ekim 1935’te basılmıştır.

Gece ve Yas (Basılmış İlk Şiiri –1

Ekim 1935)

Bir köşeye büzülüp.

Makbule Ateş

Böyle susmazdım ama

Kapılardan süzülüp

Gece doldu odama.

Bir yağmur ince ince


Robinson Crusoe ve

Propaganda

Bazı insanlar mantığının yerine duygularını

merkeze alırlar, duygular doyumsuz

ve isteksiz bir ruh hali oluşturarak,

insanda var olanı yetersiz görme ve

farklılığı arzulama isteği uyandırır. Bu

istek yerine getirilmediği zamanda sıkılma,

bunalma, tembellik, birçok alanda

işlevselliğe neden olur. Gün gelir farklı

bir şey yapma arzusu dizginlenemez ve

insan arzuladığı ya da yaşama isteği

duyduğu duygunun peşine düşer. Macera

tutkusuna dönüşen bu arayış da mantık

ve rahatlık tamamen devre dışı bırakılır.

İnsan tehlikeleri, hatta ölümü bile göze

alır. İç huzursuzluğun tatminliği ya da

arzunun yerinle getirilmesi sıhhatten

ve emniyetten önce gelir. Zaten yaşanılmasının

peşine düşen kişi de bunları pek

düşünmez. Tehlikeyi ve ölümü düşünenin

arayışı olmaz. Bu inanç ve anlayışla

kendini gayrete getiren Daniel Defoe’nun

karakteri Robinson Crusoe yollara düşer.

Babasının ve annesinin bütün uyarlarına,

nasihatlerine, içinde bulunduğu

rahat yaşama rağmen denize olan tutkusunu

dizginleyemez, yollara düşer. Crusoe

sadece yapmak istediğini yapmakla

yetinen biri gibi görünse de kitabın ilerleyen

bölümlerinde kahramanımızın

niyetinin salt macera olmadığı görülmektedir.

Cruose derdi macera adı altında

bize İngiliz sömürge mantığını görme,

kavrama ve kabullendirme olduğudur.

Yazımın ya da romanın propaganda

aracı olarak kullanıldığının en güzel örneklerinden

biridir Robinson Crusoe.

Siyasi mesajları doğrudan değil de dolaylı

olarak vermenin en iyi yolu romandır.

Romandaki olay örgünün arkasına

saklanan mesajlar böylece fazla sırıtmaz,

okuyucu rahatsız olmaz. yani

okuyucu olaya odaklanırken, farkında

olmadan yazarın vermek istediği mesajı

alır, kahramanın sözleriymiş gibi gördüğünden,

düşüncelerin doğruluğunu

kabul etmesi kolaylaşır. Siyasi yazılarda

aynı şeyler verildiğinde okuyucu tepkisel

yaklaşabilir. Olay örgüsü bağlamında

sarf edilen sözler, çok da siyasi anlaşılmaz.

Anlaşılmadığından tepkisel

yaklaşımda zayıftır. Böylece siyasi bir

yazının vermediğini roman rahatlıkla

vermiş olur.

Kitabın iki önemli propagandası vardır:

Protestanlık dinin gerekliği ve ilkelerinin

dile getiriliği, ikincisi İngilizlerin


üstünlüğü, erdemliği, zekâsı, İngiliz medeniyeti

ve sömürgeciliğin mantığındaki

gerekliliktir. Bu iki propaganda kitabın

ortasından sonra kendisini fazlasıyla hissettirmektedir.

Yazarda bunu gizleme gereği

duymuyor, aksine gerekliliğini nedenlerle

izah etmektedir.

Protestanlık dinin propagandasında kitabın

ilk bölümlerinde Robinson Crusoe’nun

dinle hiçbir ilgisi yoktur. ne dini bilgisi vardır

ne de din eksenli bir yaşantısı. Tanrıya

dair bir söylemde geliştirilmiştir. Karakterimiz

sıradan ve hiçbir özelliği yoktur. salt

macera peşinde koşan kaygısız biridir. Robinson

Crusoe’nun gemide bulduğu İncil ve

başına gelenlerin bir lütuf olduğuna dair

düşünce ile Tanrıya ve İncil’e olan inancı

ve bağlılığı artar. Daha önce hayatında

Tanrı yokken, Tanrı hayatında belirleyici

olur. Ancak bu din anlayışı Protestanlıktır.

Kahramanımızın bu mezhebi neden benimsediği

ve diğer mezhepleri neden ret ettiğine

dair bir bilgi göremiyoruz. Her ne

kadar kitabın ilk bölümlerinde din vurgusu

olmasa da demek ki kahramanımız yolculuğa

çıkmadan, adaya düşmeden önce Protestanlık

inancını benimsemiştir. Kitaptan

yola çıkarak söylersek o dönem İngilizler

Protestanlık inancını benimsemiştir. Robinson

Crusoe Protestanlık dini Cuma’ya

kabul ettirirken, izlediği yol tam bir misyonerlik

çalışmasının örneğidir. Cuma’nın

medenileşmesinin ilk örneği Protestan

dini benimsemesidir. Cuma yeni

dinini öyle benimsemiş ve inanmıştır

ki geride bıraktığı kabilesine de bu

dini götürmeyi teklif eder. Cuma’ya

göre Robinson Crusoe’nun ilkel, barbar

olmayışı ve aksine bu kadar medeni

ve gelişmiş olmasını Protestanlık

dinine bağlar. Kabilesinin de

barbarlıktan, insan yiyiciliğin kurtarmak

için kabilesine gitmeyi teklif

eder. Ancak Robinson Crusoe korkak

ve bencildir. Teklifi kabul etmez.

Robinson Crusoe ıssız bir adada tek

başına yaşamasına rağmen hayata

olan bağlılığı ve yaşam mücadelesi

kişisel gelişim örneğidir. Karamsarlık

ve umutsuzluktan uzak bir anlayışla

hayata tutunmasının temelinde

dünyayı sevmesi ve bunun Tanrının

bir lütfü olarak görmesindedir. Öyle

ki ölmekten çok korkmaktadır. Bütün

savunmasını öldürülmemek üzerine

kurar. Avcılığı, tarımcılığı ölüm

korkusunun bir eseridir. Ölümle olan

randevusunun en belirgin sahnesi

adada ayak izine rastlamaktadır.

Adanın tanrısının uykuları kaçar,

kendini kalesine kapatır, kendine

yeni saklanma alanları oluşturur. Bu

korkaklığını zekâsıyla örter.

Cuma ile olan iletişimi medenileş-


tirme yani İngiliz kültürünü kazandırma

üzerine kurulur. Onu kendince

terbiye eder, insanlaştırır. İlkellikten,

barbarlıktan kurtarır. İnsan eti yerine

hayvan eti yemeyi ve tarımcılığı öğretir.

Bütün bunların ötesinde hayatını

kurtardığı adama yani Cuma’ya modern

köle olmayı da öğretir. Kendisini efendi

ilan eder. Çünkü hayatını kurtarmıştır,

kendisi medenidir, diğeri ise barbardır.

Kendisi efendi olmayı, Cuma da köle olmayı

hak eder. Sürekli Cuma’yı daha iyi

bir köle olması, efendisine nasıl hizmet

edeceğini öğretir. Hayatını kurtaran

adam minnet borcu olan Cuma ise, dünden

köle olmaya razıdır. Efendisini hiç

sorgulamaz. Efendi çok akıllıdır, efendi

her şeyi bilmektedir. Kendisine düşen

onun dediklerinin dışına çıkmamaktır.

Robinson Crusoe siyahların köleliği

nasıl hak ettiğini kibarca anlatır. Madem

İngilizler akıllı, zeki, üretken, kurnaz

öyle ise diğerlerine efendilik etmeyi

hak etmektedir. Böylece Cuma üzerinden

modern sömürgenin kapısını aralar

ve bize siyahların köle olması gerektiğini

anlatır. Biz de olay örgüsünden Robinson

Crusoe haklı olduğuna kanat ederiz.

Öyle ki kitabın sonunda Cuma’nın

ayı ile kavgasında efendiyi eğlendirmek

yatar. Yani kölenin en önemli meziyeti

ve zekâsının varlığı efendiyi eğlendirmektir.

Cuma ya da köleler bunu zevkle

yapmalıdır. Efendiler eğlenerek

seyreder. Bu köle efendisini güldürme

hizmetini hayatına tehlikeye atacak

kadar bağlılığını göstermelidir.

İngiliz zekâsını ve diğerlerini kullanma

sanatını adaya gelen barbarlar, İspanyollarla

Robinson Crusoe arasında

geçen olaylarda görmekteyiz. Görünmeden

insanları yönetmek, yönlendirmek

ve bunları kendi çıkarı için

kullanabilmeyi tabiri caizse yorulmadan

yapması gösterilebilir. Bu da üstünlük

için fazlasıyla yeterlidir.

Bir Batı klasiği olan Robinson Crusoe’n

neden bir İngiliz klasiği olduğu

açıkça anlaşılmaktadır. Robinson

Crusoe bir adada sıkış kalan, mecburen

adada bir hayat kuran bir adamın

öyküsü değildir. Öykünün temelinde

bir İngiliz propagandası yatmaktadır.

Kitlelere daha kolay algı vermenin

adıdır Robinson Crusoe.

Osman Tatlı

osmantatli@gmail.com


Sözümüz Var

Gecenin yalnızlığına gömün beni

Artık duymak istemiyorum

Karanlıkları yaran

Islak çığlıkları

Görmek istemiyorum

Yarı aydınlık gecelerde

Bir bomba gibi

Patlamaya hazır gözyaşlarını

İhanetler pazarlanıyor

Parmaklıklar arasında

Gelgitler yaşanıyor

Yangınlar aleminde

Yüreğim gövdeme sığmıyor artık

Gördükçe bıçak sırtı ihanetleri

Bir mavzerin namlusu gibi soğuk

Buza kesilir umutlarım

Beklemeye tahammül yok

Irmakları akıtmak gerekir

Dağlardan denize doğru

Derin bir yalnızlığa gömülür

Zulüm o anda

Özgürlük özlemi

Yıldızlar dizerim gökyüzüne

Çadırlar kurarım dağlara

Güneşi beklerim hiç uyumadan

Dudaklarımda bir türkünün

Melodisini söylerim bağıra bağıra

Siz yangınlar içerisindeyken

Ben nasıl yaşarım burada

Düşmesin yaş gözüne

Ağlama iki gözüm

Sözümüz var yarınlara

Sözümüz var insanlara

Mehmet ACIOĞLU

Yaralı akşamlarımı kanatır


Deliliğe Övgü

Günahlara kapalı, tacizlerden uzak

yaşamak yıllardır hayalini kurduğum daha

doğrusu kurguladığım gözde bir yaşam biçimi.

Kendine dönmek, özüyle yüzleşmek.

Yaşadığını sahiden duyumsamak için böyle

bir yaşam biçimi kaçınılmaz. İnsan kullukta

derinleşince diğer melekeleri inanılmaz

derecede bir hassasiyet, bir duyarlılık kazanıyor.

Mistiklerin tertemiz doğası filozofların

karışık, karmaşık ve bulanık aklından

daha ziyade sevimli, daha ziyade tatminkar.

Bir Pascal, bir Kant, bir Descartes;Gazzali

ve İbn-i Arabi’ye nispetle emekleyen tufeyli

birer çocuk. İnancın cazibesi her türlü

düşüncel irtifanın ötesinde sarsılmaz bir

asalete sahip.Neyzen Tevfik’in kötümserliği

inancın eşiğine adım atamayıştan kaynaklanıyordu.

Samiha Ayverdi’nin kıvancı

serapa inancın eseriydi.

“Candide”, çelişkiler içerisinde bocalayan,

gideceği istikameti bir türlü tayin edemeyen,

hangi inanç sisteminde karar kılacağını

kestiremeyen bir zavallıydı. Hakikatte Volter

namuslu bir zekaya sahipti ancak

doymak bilmeyen iştahı onu kuşkuculuğun

yavuz bir savunucusu konumuna

getirdi. Tolstoy gibi.

Alain ünlü “Söyleşi”lerinde Tolstoy’a

tek satırlık bir yer ayırmamıştı nedense.

Böylesi bir düşünce ve edebiyat

devinin hazretin gözünden kaçmış olması

çok tuhaf!Dostoyevski’nin kahramanları

yaşamın bütünüyle kendisi.

Dimitri hayatın diyeti, Alyoşa öte hayatın

kendisi,İvan ise çelişkinin kendisiydi.

Bizim irfani geleneğimiz Alyoş’larla

lebalep. Bizde İvan’lar Tanzimat’tan

sonra çıktı ortaya. Namık Kemal’ler,

Ziya Paşa’lar, Beşir Fuat’lar, Abdullah

Cevdet’ler, Celal Nuri’ler…

Tefekkür semasının yıldızları hep

dindar. Ateizm düşünsel asalete ters

bir akım. Hayat üzerinde melankoliye

kaçmadan derinlemesine düşünen

bir zihnin, ateizmi kabul edebilmesi

imkansız değilse de ona yakın bir

şey. Yaşamın realist yüzü ve insanın

selim doğası bu akımı dışlar.Richard

Dawskin yanılıyor,gerçekte Tanrı

Yanılgısı yok,Ateizm Yanılgısı var.

Tanzimat’la birlikte düşünce dünyamız

ateizme daha doğrusu nihilizme doğru

tedrici bir kayma gösterdiğinden kıvamını

ve kalitesini yitirdi.


Batılı dimağın son irtifa seviyesi: cinnet. Erasmus, yıllar öncesinden

“Deliliğe Övgü”ler dizmişti zaten. Yaşlı küremizin son zamanlarda almış

olduğu acip, garip ve absürd görünüm bu cinnet geçiren kafanın eseriydi.

Tagorveya Gandi görebilseydi bu mide bulandırıcı manzarayı ne derlerdi

acaba?Mekanik kafanın gelebileceği son nokta: makine.Varoluşçulara

kızmaya lüzum yok, onlar bu manzaranın yalın ve yorumsuz bir fotoğrafını

çekiyorlardı sadece.Camu’nun tuttuğu ayna hepsinden daha şeffaf,

daha berrak, daha dürüstçeydi. Sartre ve Marcusse bir parmak geride

duruyorlardı ona göre.

Edebiyat yerini sinemaya bıraktı, şiir sekerat (ölüm) döşeğinde, edebi

ürünlerin değeri beyaz perdeye aktarılabilme kabiliyetiyle ölçülüyor.

Fantazya yükselen biricik değer. Don Brow bu ihtiyacı karşıladığı için

meşhur ve popüler. Da Vinci Şifresi, Yüzüklerin Efendisi, Henrey Potterbirer

sanal, birer fantezi, birer yalan. Hakikat bıktırınca yalana tevessül

ediyor insanlık.Tarihin her çağında muhayyel bir sfenks popüler. Bunun

Neolitik dönemdeki (yazı öncesi)en anlamlı örneği UrfamızdakiGöbekli

Tepe ve Karahan Tepe. Paganizm (putperestlik) bitmedi aslında, değişik

görünümler altında hala sürdürüyor varlığını. Değişen sadece ritüeller.

Kapitalist dünyanın tek geçer akçesi değer değil, fiyat. Kişiler fert değil

birey; insan değil beşer. Pragma, Amerika’nın değil sadece bütün ülkelerin

belirleyici vasfı artık. Dünya heterojenliğini kaybediyor, yani zenginliğini,

renkliliğini, çeşitliliğini ve demokratlığını. Giderek homojenleşiyor.

Tek-tip, kaba, barbar ve otoriter.

Şahin Doğan


Aşk Ateşe Düştü

Tarih yükselir Şanlıurfa’nın kalbinde

Peygamberlerin atasıyla birlikte

İnsanları harbi ve yiğittir sevgide

Misafirperverdir İbrahimî cömertlikte

Dergâh göklere arkadaş ulu bir mabet

Bir tarih saklar yüreğinin derinlerinde

İnanç sırlarda saklı bir aşktır ateşte

Yiğittir insanları İbrahimî teslimiyetle

Zalim kıskandı Rabbin yüceliğini

Kendince aşkı mahkum edecekti

Öldürürüm ve diriltirim ben de dedi

İlahlık şeytani tebessümle dirildi

Dayanamadı ateş, aşkın sevincine

Daha sıcaktı aşk inanan bir yürekte

Ve iman tarihe not düştü İbrahim’le

Dergahta yükselir dua dua sevgiler

Teslimiyet İbrahim’den bir hatıradır

Okunan ezanlarda imanın ruhu dolaşır

Aşk balıkların nefesinde saklıdır.

İlk önce yüreklerde yıkılmalıdır putlar

İman ve aşka dayanamaz sahte ilahlar

Nefsini ilah edinene yol olur mu Dergâh

Ateşi serinletti Rabbinin aşkıyla Halilullah.

Seyit Ahmet Uzun

Güneş Dergâh’ın semalarında bir ışık

İbrâhim cesur bir yürek ve aydınlık

Hadi sen de batıdan getir, görelim dedi

Sessizce oturdu tüm kudreti soluverdi

Ve dağlar gibi ateş yükseldi göklere

Mancınık duruyor Urfa kalesinde

İman sınanıyor ateşin nefesinde

Ve İbrahim teslim, zalime inat bir güçle

Ve aşk düştü sessizce narın içine


YAŞANACAK ÇOK ŞEY VARDI

Hava soğuktu fakat esinti vardı bunu hissediyordum. Kayıtlı iki saate yakın buraya

yürümüştüm-yürümüştüm çünkü elimde bulunan üç beş kuruşu tasarruflu kullanmalıydım

Yorgun bir şekilde Hukuk fakültesinin önünde durdum ve hayalimdeki bu binaya

iki saniye baktım. Okul kalabalık değildi fakat hareketliydi.

Ben bir kasabada büyüdüm. Burası kaldırımların kalabalık, esnafın zengin ve binaların

lüks olduğu bir yer; Ankara... Hiç uyum yok yaşadığım yer ile. Alışık olmadığım

bir şehir. Yıllardır demode olmuş kıyafetlerde büyüdüm. Yine modadan uzak siyah bir

etek ve ona uygun olmayan bir bluz vardı üstümde. Her şeye rağmen omuzlarım dik

kendimden emin tavrımı takındım kendiyle öğünlü bu şehre.

Okul kapısından onurumla girdim ve bir kaç kişiye evrakı vereceğim odayı sordum.

Bilgi edindiğim o kapıya ulaşmak için geniş koridorlardan geçtim. Gülümsüyordu yürek

dudaklarım o koridorların havasını içine çekerken. Hayata nefretimi ittim bir kenara ve

gülümseme verdim iç dudaklarım gibi yüzüme. Ve nihayet hayallerimi gerçeğe götürecek

görkemli ahşap kapıda durdum. Tıkladım ve tokmağını çevirdim. Hayata yelken

açmak ve rüzgârı ardında bırakmak işte buydu. Ben bu huyumu seviyordum.

Karşımda bir masada oturan, alışılmış orta boylu şişman yaşını almış bir adam

oturuyordu ve beni bekliyormuş gibi ”Gel” dedi “ yanıt vermedim. Yürüdüm. Elimdeki


evrakı bıraktım masaya. Eline alıp baktı ve “Başarını burada da bekliyoruz” dedi. Mutlu

çıktım o görkemli kapıdan. Evet, inanılmaz mutluydum çıkarken o kapıdan. Çünkü

evrak şişman adamın elinde emelimin ilk adımını atmıştım nihayet.

BİR HAFTA ÖNCE

Hep tek başımaydım ben! Onca kalabalığın arasında yalnız kalmış tek! .Çevremi

saran dev insanların kobalt ışınlarında yanmadan yaşamaya çalışan tek! .Hep savaştım.

Savaşıp kaç insan vardır yıkım alıp ayakta kalan... ? Yarın ne bekliyor beni diye

gecede yuman gözlerini.

Yine o gecelerden bir gece. Yarın ne bekliyor beni diye yine yumdum gözlerimi. Oyana

buyana döne döne uyumuşum. Gözlerimi gün henüz aydın olmadan açtım. Tavana dikip

gözlerimi anama yaşatacağım güzel günlerin hayalini kurdum. Beklediğim ve anacığımı

yaşatacağımın sınav sonuçları gelmişti. Çok heyecanlıydım. O sonuçları öğrenmeye

okula gidecektim. Yataktan doğruldum, kalkmadım yatakta oturdum. Birkaç dua

okudum ve ”Rabbim. Güldür beni, güldür bizi bu gün” sözlerimle kalktım. Ayağıma

pullu terliklerimi geçirip lavaboya gittim. Önce bir duş aldım. Saçlarımı kurutup tepeye

topladım ve sonrada giyinip yürüdüm kapıya. Anneciğim kalmıştı. Her gün kurulu makine

gibi sabah namazına kalkar ve gün ışığına kadar kuran okurdu. Durdurdu kuran

okumayı benim için ve ellerini kaldırıp duasını okudu. Döndürdü başını bana “Kızım

Duygu bir iki lokma yeseydin de öyle çıksaydın?” Diye seslendi.

“Annem bir an önce gidip sınav sonuçlarını almak istiyorum. Bir saate kalmaz gelirim.”

Bizim evde bilgisayar olmadığı için sınav sonuçlarını öğrenmeye okula gidiyordum. O

bilgisayarın olmamasının sıkıntılarını ne kadar çok çektiğimi kelimelerle anlatamam.

Daha hızlı ve daha az insan görebilmek için okulun arka yolunu seçtim. Sessizliğin

yanı sıra ağaç hışırtıları ürkütüyordu ama yine de o yolu seçtim. Kuş seslerin eşliğinde,

içimin şarkılarıyla nihayet okul kapısına geldim. Durdum. Ve emin adımlarımla demir

kapıdan içeri yürüdüm. Çünkü biliyordum ya da tahmin ediyorum demeli, o sınavı

başarıyla vermiştim. Heyecanlıydım tabi. Müdürün odası üst kattaydı, hızlı hızlı merdivenleri

çıktım. Odasına gelince durdum ve derin derin nefes alıp verdim. Malum


her daim müdürün odasının kapısı kapalıdır.

Kapıyı tıkladım. O tıklayan elim titriyordu. “Gel”

sessinden sonra kapıyı açıp girdim.

Adımlarken müdürün masasına ayaklarım da

titriyordu. Zor sabitliyordum yürürken onları,

Aslında dediğim gibi o sınavı kazandığımı az

çok hissediyordum, ama yine kazandın sözünü

duyma heyecanımla titriyordu her organım.

Sınav üniversite sınavı. Avukatlık ve

sonrası Hâkim olmayı düşlüyordum. “Müsait

misiniz hocam? Sınav sonuçlarına bilgisayardan

bilgilenmeye geldim.”

“Gel bakalım Duygu. Birkaç

talebede gelip sordu. Gelmiş sonuçlar”

dedi ve açtı sınav sonuçlarını.

Gülümsedi” İstediğin

bölümü kazanmışsın seni tebrik

ederim. Zaten biliyordum kazanacağını

çünkü sen çok azimliydin.

Azim başarının ana temelidir.”

Müdüre sarılıp öpesim geldi ve dedim

ki ”Sizin de çok emeğiniz var hocam. Her şey

için teşekkür ederim.” Çünkü o büyük yürekli

bir adamdı, gururumu kırmadan çok eksiğimi

o tamamlamıştı.

“Sorun değil. Siz evlatlarımı bir yerlerde

görmek beni mutlu ediyor. Başarının devamını

bekliyorum Duygu.” Çok asil ve vatanseverdi

müdürümüz. Biz talebelere düşüncesinin güzelliğine

bakar mısınız? Evlatlarım diyordu o

iyi yürekli insan.

“Hiç şüpheniz olmasın hocam.

Cübbemle geleceğim yanınıza.

“deyip saygı gereği hafif eğilip çıktım

odadan. İnsan kanatlanır mı? Evet

kanatlanır. Çünkü uçuyordum adeta.

Hızlı hızlı yollara düştüğümde. Öyle

hızlı yürüyordum ki bu sevincimi annemle

paylaşmak için kanat takmıştı

ayaklarım tabanlarıma. Yürümeyip

koşmuşum sanki kendi mi- kendi

bahçe kapımızın önü de buldum.

Sevinçle çıtaların görev yaptığı

kapıyı açtım. “Anam, anam

kazandım” sözlerimi gönderdim

melek yüzlüme.

Tülbenttin oyaları anlına

dökülmüş, tüm güzelliğini

çaresizliğine

teslim etmiş, yorgun

gülüşüyle çıktı kapıya

anam. Canım anama

koşup sarıldım. Can

damarım anamın omuzuna

başımı dayadım ”Kazandım, ,kazandım”

deyip sevinç yaşlarımı bıraktım

gözlerimden. Ne güzel bir kelime

“Kazandım!

Bu sevincimin birde üzüntüsü vardı.

Masraflar. Babamı bir kazada

kaybettikten sonra az bir emekli maaşıyla

geçinen bireylerdik anam ve

ben. Şimdi okyanusun orta yerinde

kalan annem can yeleği beklerken,


ben ondan canını istiyordum. Çünkü sevincimizi

yaşarken anacığım” Az uzla yurt işini

bitirmeye çalış güzel kızım. Yetemeye biliriz.

Rezil oluruz. Hoş tarlada yevmiye ile çalışır

seni üzmem ama yine de bu konuda sağlam

basalım adımlarımızı güzel kızım ” demişti.

Çok ağladım. Hem sevincime hem de anama

yıkılan bu yüke çok ağladım. Ne kadar zor biliyor

musunuz kendini savunmasız ve güçsüz

hissetmek.

********

Okul hayatım böyle başladı. Aşk meşk

düşüncem yoktu. O aklımın çok arkasında

bekleyen bir düşünceydi. Aklımın ortasında

yer alan ise okulumu bitirip anacığımı çok iyi

yerlere yaşatmaktı. Ama hayat çok tuhaf bir

döngü. İstemesen de seni istemediğin yere

taşıyor. Şu ki; sınıfta bir genç var adı Serkan.

Kızların ilgi odağıydı ama o beni seçti sanırım.

Çünkü gözleri hep üzerimdeydi.

Bunu hissediyordum. Ama çekingen sanırım

ikinci dönemde aynı yerdeyiz hiç yanıma gelmedi.

Olsun bu da güzeldi. Tatlı tatlı bakışmak

yani.

Bir gün yolumun üzerindeki parka girip

kafamı dağıtmak istedim. Bunu her gün

yapmasam da ara ara yapıyordum. Bir bankın

üzerine oturdum ve kitabımı açıp derslere göz

gezdirirken ”Merhaba “ diyen ses duydum ve

başımı kaldırıp baktım, kalbim vurmaya başladı;

çünkü o sesin sahibi Serkan’dı. Dilim mi

tutuldu ne bir şey diyemedim sadece baktım.

Şaşkınlığımı hissetti sanırım. “Oturabilir

miyim” dedi ve “Oturun” yanıtını

almadan yanı başıma çöktü ve ”Bu

ne güzel bir tesadüf “dedi sonrada.

Tesadüf müydü bilmiyorum ama onu

yanımda görünce içim sevindi. Aşka

hazır değildim ama sanırım ona hazırdım.

“Burayı seviyorum. Ara sıra kafa

dağıtmaya geliyorum”

“Bende senin gibi buraya kafa

dağıtmaya geliyorum. Seviyorum buranın

havasını.”

“Desene sık sık görüşeceğiz.”

Dedim ve bu konuşmamla onunla burada

görüşmeyi teklif ettim. Bunu nasıl

yaptım bilmiyorum. Aşka hayır diyen

yanım duygularında ki isteğe yenildi

sanırım.

“Bende onu diyecektim. Burada

görüşürüz sıkılmazsan?” Dediklerimden

o da çıkalım teklifini algılamıştı.

Taş oldum ve geri dönüşümü yapamadım.

Birkaç sohbetimizden

sonra yürüyelim mi dedi. Kalktım ve

kitaplarımı sırt çantama koyup olur

dedim. Ders konularımızı konuşa konuşa

bir hayli dolaştık. Tatlıydı onunla

saatler. Zamanın hayli yürümesine

rağmen ses çıkartmadım. Ta ki hava

kararmaya yön verene kadar. Hava

kararmak üzere gitmeliyim dedim. Du-


rağa kadar yürüyelim dedi ve beni durağa

bıraktı. O günden sonra görüşmelerimiz

ara ara oldu Sevgi aşk sözleri altı ay belki

aramızdan geçmedi ama bir birimizi görmek

istiyorduk. Altı ay sonra aşk bu olmalı görüşmelerimiz

el ele omuz omuza başladı. Cesur

değildim biliyorsunuz aşk konusunda.

Öncülük okuldu. Ama duygular cesur oluyor.

Dur tanımıyor. Sevginin o güzel yelkenine

biniveriyor. Tabi sevgi esintisi yüreğimizi

yalayıp yer ederken, hayatımızdan ne getirip

ne götürecek bilmiyor insan.

Çok güzel bir ilişki başladı hayatımızda.

Keşke daha önceleri gelseydin hayatıma

sözlerim hep geçiyordu içimden. Dedim

ya benim hayatım kasabada yokluk

ve çaresizlik içinde annemin nasır ellerinin

getirimiyle zor şartlarda ilerledi. O yokluk

arasında hep ezildik bakışlarda. Bu okul

bizim anamla çıkış rehberimizdi. O yüzden

aşk en son düşüncemdi benim. Ama oluverdi

Serkan’la aşkım. Bu oluveren aşkın ileride

külfet olmaması için Serkan’a annemle

olan planımı anlattım ve annemsiz bir hayat

benim hayatımın olmayacağını da anlattım.

Anlayışla karşıladı ve her ikimizin okulu bitip

elimiz ekmek alana kadar evlilik sözleri

aramızdan geçmeyeceğinin sözünü verdik

bir birimize. Ama ileriye doğru adımlarımız

yürürken, sonsuza kadar beraber olma sözleriyle

yürüyeceğinin sözünü de verdik. Her

şey güzel giderken mutlaka çamur bulaşıyor

insan hayatına. Ya da ben çok şansızdım bu

döngüde. Şöyle ki;

Bir gün Serkan piknik yapalım dedi.

Onunla olan he şey bana güzeldi.

Yapalım iyi olur deyip bir buse bıraktım

yanağına. Arabaların ve insanların çok

olduğu bu yerden az uzaklaşırız dedim

sonrada Ama iki arkadaşını da çağırmış.

Ortak arkadaşlarımız tabi. Kalabalık hoş

olur güzelim ama yine de sen istersen.

Fikrine saygı duyarım hayır dersen dedi.

Olur dedim. Onu kırar mıydım? Bir şeyler

aldık. Talebe işi işte. Mangal falan yok,

taşları çevirip mangal yaptık. kargılarla

sucuk ve hazır köfte kızarttık. Bilirsiniz?

Gençlik her şeye güzel bakan yürek

taşır içinde. Zevk alır sevdiğiyle küçük

şeylerle. Çok güzel geçiyordu zaman.

Şarkılar mırıldandık küçük ses tonumuzda.

Tıp oyununu oynadık kahkahalarımızın

eşliğinde. Ahmet bir ara ayağa kalktı

ve ben şöyle gideyim beş dakika sora

burada olurum dedi. Biz ihtiyaç için gittiğini

sandık. Çok uzun zaman geçmişti

ve Ahmet yanımıza gelmedi. Kız arkadaşı

Tuba telaşa düştü. Korkma dur!

Ararız şimdi dedik ve aramaya başladık.

Bizden yirmi metre ileride çalıların

ve otların arasında uzanmış gökyüzüne

bakıyordu. Serkan yanına gidip” Ahmet

ne yapıyorsun burada tek başına? Aklını

mı yedin oğlum sen?” Tuba çok üzüldü.

Yoksa sen bir şey mi çektin? Yo bunu

yapış olamazsın” yaptığının yanlışını anlatmaya

çalıştı. Doğruldu ve sarhoşluğunu

anlatan sallantısını yaptı bedeni. O ki


anlaşılan o bir şey içmişti. Tuba ya

döndüm sordum bu yanını biliyor

muydun diye, bilmiyormuş ağladı.

Serkan ona destek verip oturduğumuz

yere getirdi… Ahmet bizimle

aynı sınıftaydı. Ailesi oldukça zengin

birileriydi. Piknik yapmaya da

onun arabasıyla gelmiştik. Onun

içici olduğunu hiç hissetmemiştik.

Eğer böyle bir şey hissetmiş olsaydık

bu ortamda onunla olmak istemezdik.

Sanırım Serkan da benim

gibi düşünüyordu o anda. Çünkü

durmadan ellerini bir birine getirip

ovuşturuyordu. Bağımlılık yaşayacak

çocuk olması hepimizi şaşırttı.

Çünkü oldukça çalışkan ve derslerinde

de oldukça iyiydi. Sonra

eksiksiz ailesi tarafından masrafları

karşılanıyordu. Fazla paramı

onu böyle yapmıştı. Ya da bir şeyden

bir şey olmaz deyip istemeden

bağımlı mı olmuştu? Bunu

bir zaman sonrası öğrenecektik.

Serkan onu oturttuğu yere eğilip,

kız arkadaşlarımızın yanında yaptığının

yanlış olduğunu söyledi.

“Sen kimsin ki yanlışı bana

söylüyorsun?” deyip Serkan’ı ittirdi.

Serkan dengesini kaybetti

ve poposunun üstüne düştü. Çok

sarhoştu Ahmet, ona hiçbir şekilde

ne cevap verilirdi ne de ters

harekete bulunulurdu. Yanlış anlayıp, bize

farklı olabilirdi. O yüzden Serkan sakin olmaya

çalışıyordu. “Biz arkadaşız biladerim o nasıl

söz? “dedi Serkan.

“Hadi be sevdiğimi kızı elimden alıyorsun

sonrada arkadaşız diyorsun. Olmaz olsun senin

arkadaşlığın.”

Hepimiz birbirimizin yüzüne baktık. Serkan

bana temiz olduğunu anlatabilmek için Ahmet’e

”Kimi almışım biladerim anlayamadım.

Seninle aramızda böyle bir konu geçtiğini hatırlamıyorum”

diye sordu. İşaret parmağıyla beni

gösterip “Ona aldın elimden. Ona ben âşıktım.

Sen girdin onunla aramıza. Seni bu çocuk af

etmeyecek.”

Hepimiz şoktayız! Ne diyordu Ahmet. Gizli aşk

mı yaşıyormuş bana. Bu Tuba’nın yanında konuşulacak

konu muydu? Tuba ya baktım. Göçük

altında kalmıştı, görüntü onu gösteriyordu

Aniden çantasını omuzuna attı ve yürümeye

başladı. Dur gitme buraları tek başına tekin

değildir dedim ve koşup kolundan tutum.

Serkan da yanımıza geldi ve onu ikna ettik. Ortalığı

toplamaya başladık. Tadı tuzu kalmayan

bu yerden bir an önce gitmeliydik. Ahmet ayağa

kalktı ve Serkan’ı ittirdi ve neden topluyorsun

dedi.

Serkan onun omuzundan tutup sarıldı ve “Sen

ne içtiğini bilmiyorum ama çok sarhoşsun.

Hadi topla kendini gidelim. Bu konuyu sonra

konuşuruz.”


Ahmet birden Serkan’ı ittirdi yine ve Serken

boş bulunup yere düştü. Ahmet de onun üstüne

abanıp boğuşmaya başladılar. Ben ve

Tuba şaşkın onları az ileriden izliyorduk.

Erkek kavgasıydı sokulamazdık. Birden Ahmet

doğruldu ve her yeri kan içindeydi. Ahmet

bir yerin mi kanadı diye yürüdüm ama

Serkan yerde hareketsiz yatıyordu. Boşluğunu

tutmuş yardım et Ahmet diye sesi zor

çıkıyordu. Hemen onun yanına gidip Serkan-

-Serkan diye seslendim. Serkan’ı boşluğundan

birkaç darbeyle vurmuştu Ahmet. Bıçak

hala üstündeydi. Hayır! Diye çığlığımı attım

ve Ahmet’e dönüp bir şeyler söylemeye kendimi

hazırladım. Tuba ve Ahmet yoktu. Tek

başıma yaralı sevdiğimle ormanın ortasında

kalmıştım. Serkan’ı bırakamıyordum. Ama

orada tek başıma nasıl kalıp birilerini beklerdim.

Hemen telefon etmek aklıma geldi ve

çantamı aradım çantam yoktu. Ahmet çantamı

da alıp, her ikimizi birden ölüme terk etmişti.

Bu bir rüya olmalıydı? Karşılık görmediği

ve hiç haberi olmayan birine aşık olup

bunları yaşatmak gerçek olamazdı. Ama

rüya değildi benim hayatımın içine girip bu

kötü anı yer etmişti. Serkan’a eğilip onun

sessini duymak ve yaşadığını bilmek istedim

ve seslendim “Aşkım lütfen cevap ver”

cevap yoktu. Baygındı. Çünkü kalbine elimi

koydum çok az vuruyordu. Gidip yardım

getirmeliydim ama öyle planlı yola çıkmış ki

Ahmet bayağı şehirden uzak yerdeydi piknik

yerimiz.. Ama bir yol bulmalıydım. Bedeninde

ki saplı bıçağa hiç dokunmadım. Filimler

de o sahnelerden tecrübeliydim. Yabani

hayvanlar, ya da köpekler onu parçalar

diye çalı çırpılarla onun üstünü

örttüm. Çok korkuyordum. Ne tarafa

gideceğimi bilmediğim yerdeydim. Arabayla

geldiğimiz tekerlek izlerini takip

ede ede epeyce yürüdüm. Çok yoruldum

ve bir taş üzerine oturdum. Yüzüme

düşen sarı saçlarımı geriye attım

ve ellerimi yüzüme götürüp ağlamaya

başladım.

“Bak sen burada ne var? Bir

fıstık” sözlerine başımı kaldırıp baktım.

İki kişilerdi. Güvenilir görünmüyorlardı.

Çünkü bakışları üzerimde hoş değildi.

Korktum ve cevap vermeden yerimden

kalkıp yürümeye başladım. Dur! Sesine

korkum çoğaldı ve koşmaya başladım.

Nereye kadar kaçabilirdim ki ardımda

koşanlar erkekti.

Bir tanesi yetişti ve kolumu kavradı

”Dur bakalım nereye? Ürkek ceylan.”

Neler yaşıyordum filim gibi. Gözümden

yaşlarım iniyordu yanaklarımdan

aşağıya. İçim sen bittin kızım sözlerini

söylüyordu. Haklıydı içimde ki ses.

Çünkü etrafta kimseler yoktu. Ağaçlar

ve çalı çırpıdan başka hiç bir canlı varlık

yoktu. Anca bir mucize beni kurtarabilirdi.

“Lütfen bırakın gideyim. Ananızı

bacınızı düşünün lütfen bırakın gideyim.


Oldukça esmer ve sakallı olanı ”Ne o bizi

beğenmedin mi? Herkese şapur şupur

bize Yarabbi şükür mü?. ”

“Lütfen bırakın gideyim. Bir jandarma

bulmalıyım. Sevdiğimi bıçakladılar. Onun

hastaneye gitmesi lazım. Lütfen bırakın

gideyim.”

Kısa boylu sarışın ve şişman olanı ”Nasıl

bıçaklandı? Kim yaptı? Yoksa sen mi yaptın?”

“yo… Hayrı! Arkadaşı Ahmet yaptı”

tamam aradığımız bu dediler birbirlerine.

“ Anlamadım sizi kim gönderdi?”

“Kim olabilir Ahmet. Aptal şey şahidi

bırakmış. Bizde önce şahidin tadına

bakacağız ve sonrada yok edeceğiz kanıtı.

İyi bir seçim yapmışız güzel kızsın.”

Kendi mi mengeneye sıkışmış gibi hissediyordum.

Sanırım önce tecavüz ve sonrada

yok etmeyi düşünüyorlardı. Anneciğim

aklıma geldi. O bensiz ne yapacaktı.

Tek varlığı olan benden aldığı darbeyle

nasıl yaşayacaktı. Birden var gücümle

İmdat yardım edin diye bağırıp, koşmaya

başladım. Uzun boylu esmer olan yakaladı

yine beni ve elimi tutup içeriye doğru

sürüklemeye başladı. Ben hala bağırıyordum

yardım edin!. Kimse yok mu yardım!

edin Yüzüme bir yumruk attı sus kurtuluşun

yak güzel bayan deyip üzerimdeki

bluzumu yırttı. Yapmayın yalvarırım

diye avazım çıktığı kadar bağırmaya

devam ettim. Çırpınıyordum her ikisinin

ellerinde. Birden bir silah sessi

duydum ve her ikisi de üzerimden

kalktı. Hemen toparlanıp silah tutan

adamın yanına gittim. O bir avcıydı.

“Lütfen yardım edin sevdiğimi yukarıda

vurdular” Adam yaşça büyüktü. Aksakalı,

ak saçlı biriydi. Ama yüzünde

iyilik akıyordu. Abi ne olur bir ambulans

getirelim diye adama yalvarmaya

devam ettim. Adam sağ cebimde telefonu

al ve jandarmayı ara dedi. Hemen

onun dediğini yaptım ve jandarmayı

ardam. Neredeyiz bilmiyordum

ve adam mikrofonu aç dedi ve açınca

jandarmaya yerimizi bildirdi. Ahmet’tin

gönderdiği adamlar silah doğrultan

adama karşı gelemiyorlardı ve pis

pis bakıyorlardı. Uzun boylu hareken

yapmak istedi ama adam affım olmaz

dizlerinden vururum sonrasını sen

düşün dedi. Jandarma çok geçmeden

geldi ve onları kıskıvrak yakalayıp

ekip arabasına koydular ve Serkan’ın

olduğu yere yol aldılar. Serkan’ın

yanına gelince arabadan hızlıca inip

çalıları üzerinden aldım. Jandarmanın

biri Serkan’ın yanına gidip nabzını

dinledi ve başını iki yana salladı. Sevdiğimi

kan kaybından orada kötü bir

sonla hayatını kaybetmişti.


Ahmet ceza alırken polisin baskın yaptığı

evinde çokça içici madde buldu. İçici yanı sıra

yaptığı bu yanlış için iki kere suç cezası aldı.

O adamlarda suç ortaklığından cezaları hafif

olmadı. Ağır bir cezayla onların sayfaları

kapandı. Çünkü Ahmet’le iş birliği çalışıyorlarmış.

. Bağımlı olunca Ahmet onların isteklerinde

yürümeye başlamış. Bana olan aşkı doğru,

çok arkadaşına bu aşkını anlatmış.

Kapanmayan sayfa benim sayfamdı, o anlar

hiç aklımdan çıkaramadım ve doktor yardımı

aldım.

Tuba da yanlış bir insanla başlattığı arkadaşlığından

büyük bir darbe aldı. Çünkü onu

yolda indirip bayağı darp etmiş. Sakın sessini

çıkarma senide sürüklerim kendimle bir diye

tehdit etmiş. Ailesinden korkan Tuba sessiz

kalmış.

Ciddi ilişkilerden kaçarak başarılı bir

avukat oldum ve okumaya devam edip

sonrada hâkim oldum. Serkan hayatımda

hep var oldu onu hiç unutamadım.

Çünkü o kibar, nazik, anlayışlı ve

beni yüreğiyle seven biriydi. Onun sevgisi

bir kenara çekilip, yeni bir sevgi

inşa edilir miydi?

Şimdi nasıl mıyım?

Hatıralar mezarlığına,

Gömdüm ben sevgimi.

Sonrası mı?

Sonrası yok.

Gülsüm Ayışığı

Beni arayıp Tuba: “Ne olur bu işe beni karıştırma.

Zaten benim hiç suçum yok. Onun

bağımlı olduğunu inan ki bilmiyordum. Ailem

tutucu. Ahmet’le arkadaşlığımı öğrenirlerse

okul hayatımı bitirirler.”

Suçsuz muydu? Evet suçluydu. O sessiz

kalışının suçunu işlemişti. Çünkü polisi arayabilirdi.

Bir ambulans yollayabilirdi. Yaşar mıydı

bilmiyorum ama belki bir umut doğabilirdi.

Yine de insanlık yanım suçsuzluğuna karar

vermese de adını vermedim. Tanımıyorum kız

arkadaşını dedim.


TAŞTAN TAŞA ÇAL BENİ

Neler neler ettirdi

Gördüğün bu hal beni

Dosta yüz çevirttirdi

Bülbül iken lâl beni

Hiç tutup kollamadı

El attığım dal beni

Ecelden korumadı

Topladığım mal beni

İlaç olur sanmıştım

Zehirledi bal beni

Çok ümit bağlamıştım

Sihirledi fal beni

Sanmasınlar ki yıktı

Çifte beni, nal beni

Bilemem neden sıktı

Şalvar beni, şal beni

Yakmak için nârına

Gurbet ele sal beni

Koyma ister yarına

Taştan taşa çal beni

HALİL MANUŞ


Virüs Filmi: Ben Efsaneyim

Film analizi

Ölümcül bir hastalığa karşı daha ölümcül

bir hastalık icat etmek tam bilim adamlarına

göre. İnsanlığa hizmet, insanlığa hastalıksız

bir dünya sunma güdüsüyle hareket eden

bilim adamları sonuçlarını kestiremedikleri

ilaçlara imza atarlar. Aslında bütün bunların

altına bilim adamların yeni bir şey bulma,

kendini kanıtlama, popüler olma, daha çok

saygı görme ve en önemlisi zengin olma

yatmaktadır. Bilim adamları hizmet ettikleri

kurumlara ve şahısların ne dediğine bakar,

insanlara ne olacağı çokta umursamadıkları

mutlulukta dört köşe olarak icat ettikleri ilaç

ya da üzerinde oynadıkları virüslerle yeni

bir virüs etmeleridir. Bilim adamları için en

önemli kriter ortaya olmayan yeni bir şey

koymaktır. Bilim dünyasında bu bir yarıştır.

Bu yarışta kimin yeni bir şeyi neden, ne

için neyin icat ettiği değil, adını tarihe ya

da alanına yazdırıp yazdıramadığıdır. Her

insanın herkesi düşünme gibi lüksü yok.

Özellikle duyguları körelmiş ve meslek hırsı

ile dolup taşıyanların insanlığa iyilikten çok

kötülük kazandırdığı kuşkusuzdur.

Kanser gibi tedavisi olmayan ölümcül bir

hastalığı tedavisi için üretilen bir ilacın yan

etkilerinin bütün insanlığın sonunu hazırlamasının

ve insanların mutanda/zombiye/

vampir-zombi karışımı dönüşmesiyle tuhaf

bir varlığa dönüşerek insanlığın yok olmasına

neden olan bir kurguyu merkezine

alan “Ben Efsaneyim” filmi bilim adamların

sözde insanlık için ürettiği bir ilacın, insanlığı

yok etmesini konu edinmektedir.

Film giriş sahnesinde bulunan tedavi/ilaçla

ilgili röportaj veren bilim insanın tuhaf

gülüşü geleceğin karanlığını haber veren

türden vurdumduymaz bir ifadeyi içermektedir.

Çok geçmeden bulunan ilacın yan

etkisiyle insanlar yamyama dönüşmektedir.

Işıkta ölen, gece sokağa çıkan, avlanan

bir deri kemik kalmış, insanlığını yetirmiş,

sadece yaşamak için her türlü şeyi

yiyen tuhaf bir varlığa dönüşmüş sözde

insanlar türemiştir.

Zombileşen bu insanlar insan olma özelliklerini

yitirse de filmde çoğu kişinin dikkatinde

kaçan bu zombilerin içlerinde hala

akıllı olacak kadar çeşitli ve kurnazca tuzaklar

kurabilmeleri ve lider olan zombinin

sevdiği dişi/kadın zombi için intikam

gütmesidir. Akıllı kullanan ve aşık oluna

bilen zombiler sanırım sadece bu filmde

işlenmiş. Diğer filmlerde sadece insanlara

saldıran, ağızlarında salya akan, ölü

gibi yürüyen özelliklerle işlenmektedir.

İlk defa tuzak kurabilen ve sevdiği kadın

için saldıralar düzenleyen bir grup zombi

var. Virüs insanları zombileştirse de insanı

insan yapan iki özelliğini insanların

elinden alamamış. Lider zombinin intikam

gütmesi de başka duygularında varlığını

göstermektedir. Karşımızdaki zombiler

sadece yürüyen ölüler değil. Filmi farklı


yapanda zombilerin bu özellikleridir. Yoksa

sokaklarda, caddeler ve binalarda yarı

baygın dolaşan zombilerle filmin kurgusu

bize istenen farklı bir film sunmazdı.

Tabii bu kurgu zombileşen insanlara

karşı tiksinme ve acımanın duyguların

uyandırmanın ötesinde zombilere nefretle

bakmamızı amaçlıyor. Yoksa ısırılan

köpeğin öldürülme sahnesinde duygusal

bir metafor ortaya çıkmazdı.

Dünyada herkesin virüsten etkilendiği ve

bunun beşte birinin bağışıklık kazandığı

için yaşaması gerekiyordu. Ancak bilim

insanları burada da yanılır, çünkü virüsün

yan etkisi insanların yamyamlaşmasına

neden olur. Acıktıkları için insanlar birbirini

yer, geriye sadece kahramanımız Neville(Will

Smith) kalır.

Yalnızlık üzerine inşa edilen bir hayatta

yine insanlığa adanan bir çabanın umudu

ile yaşama devam etmek hem de iyimserlikle.

Sevdiklerini yitiren ve yalnız köpeği

ve mankenlerle konuşarak, filmlerle kendini

avutan Neville normalde kendini yitirmesi

gerekirdi. Çünkü yalnızlık ve kayıplar

insanı hayattan koparır, yaşama sevincini

yitirmesine neden olur. Ancak kahramanımız

film boyunca çok az bunu bize

hissettiriyor. Geriye dönüşler kahramanın

hüznünü dillendirmekten çok, seyircinin

bugüne neden gelindi sorusunun cevabı

gibi duruyor. Her ne kadar filmin girişindeki

hızlı geçişler yaşananlara dair ipucular

içerse de bunun seyirci için yeterli

olmadığı bilinir, seyirciyi dinç tutmak ve

anlamsızlığa boğmamak adına geriye

dönüşler biraz zorunlu olmaktadır.

Tabii tek karakter üzerine filmi kurtarmanın

zorluğu filmin kısa süre ile sınırlı tutma zorunluluğu

çıkmış. Filmin heyecanın yitirmemesi

bu kısa süreye borçludur. Film detaylara

boğulmamış. Önemli olan mesajın

verilmesidir. O da bilim insanları insanın

sonunu neden olsa da yine de insanın gelecekte

var olması bilim insanlara borçlu

olacaklardır. Filmin sonundaki harici iç ses

bunun ispatıdır.

İnsanlığın bilim insanların çalışmalarıyla var

olma ve yok olma anlayışının ve virüslerle

insanların geleceğe olmayacağı düşüncesinin

bir uzantısıdır film.

Sinemanın insan geleceğin karanlık olacağına

dair söylemlerinin bir parçası olan

film, insanlığı arada bırakmaktadır. Gelecek

karanlıktır, karanlıktan sonra aydınlık olacaktır.

Ne olursa olsun insan hep var olacaktır.

Bu var oluş ve yok oluş insanların

eliyle olacaktır anlayışın bir parçasıdır.

Osman Tatlı

osmantatli@gmail.com


Sinemada

Komplo Teorileri

İnsanlığın sonu ya da

kıyamete dair alametleri

dinden sonra en çok sinema

gündeme getirmiştir

dersek abartmış sayılmayız.

Dinlerin ve din

adamların kıyamete dair

söylemlerin gerekçesi ve

söylemlerini teoloji uzmanlarına

bırakalım. Biz

sinemadaki insanlığın sonuna

dair alametlere ve

buradaki algı çalışmalarına

değinmeye çalışalım.

Sinema insanlığın sonuna

dair verilerinin çoğunu

bilim ve teknolojideki

gelişmeler üzerine kurmaktadır.

Bazen de edebiyattan

esinlemektedir.

Bu esinlemelerde bilimi

etkilendiğine veya bilime

yön verdiğine

dair elimizde

bir done yok.

Sinemanın

amaçlarından

birinin etkileme

ve yönlendirme olduğundan

toplumlara

yönelik teoriler ortaya

çıkmaktadır.

Teorilerin

temel yönergesi de

gündem

oluşturmaktır.

Tabii sinema kısa

vadeli

gündemlerden

çok orta vadeli gündemler

üzerine göndermeler

yapmaktadır.

Etkilerin kalıcılığı

böyle sağlanmaktadır.

Bunu da ara ara benzer

çalışmalarla pekiştirmektedir.

Kalıcılık

etkisinin

periyodik

yer etmesinde

olarak

benzerlik

taşıyan filmlerin

çekilmesidir.

Yoksa bir filmle gündem

oluşturulamayacağı

gibi etki alanı da

oluşturulamaz. Benzer

filmlerin varlığı salt

konu sıkıntısı ya da

taklit olarak düşünülmemelidir.

Senaryodaki

farklılıktan çok

alt metinlerin benzerliğine

bakıldığında algının

varlığı ortaya

çıkacaktır.

Sinema bugüne dek

insanlığın sonuna dair

dört teoriyi gündeme

taşımıştır.

1- Dünya dışı nesne

ve varlıklar

2- Nükleer veya

kimyasal bombalar

3- Genetiği

ile oynanmış

virüsler

4-

Gelişmiş

yapay zekâlı programlar


Tabi yukarıdaki dört

maddeyi farklı isimlerle

de dile getirebiliriz.

Önemli olan ortak noktalarda

birleşmek ve

algının sonuçlarındaki

benzerliktir.

Dünya dışı nesne ve

varlıklar, meteorların

dünya çarpmasıyla

dünyada insanların

yaşamların son bulması

ile uzaylıların

dünyayı işgal etmesi ya

da insanları farklı yöntemlerle

ortadan kaldırmasına

dair komplo

teorilerini içermektedir.

Uzaylıların dünyayı

işgal etmesi ya da bir

göktaşının dünyaya

çarpması olasılıkları ve

inandırıcılığı zayıf olsa

da karşımıza üç önemli

yargı çıkmaktadır. Birincisi

geçmişe dair

teorileri desteklemek

yani dinozorların yok

olması, dünyanın yaratılışı

ve evrim sürecini

dolaylı olarak haklı

çıkarmaktır.

Bilimin

net bilgi veremediği

bu konulara, olasılı

görüşleri

toplumlara

kabul ettirme ve dinlerin

yaratılışa dair

söylemleri

dışarıda

bırakma çabası. İkincisi

geçmişe dair insanın

ürettiklerinin

insana

ait olamayacağı düşüncesi

vurgulamaktır.

Çünkü geçmiş insanın

hayvan, aptal oluşuna

dair teorilerin zemin

bulması için daha gelişmiş

bir medeniyetin

eliyle yapıldığına dair

görüşleri uzaylılara

mal ederek, eski insanların

işe yaramadığına

dair görüşleri ispatlama

çabasını görüyoruz.

Yoksa evrimle ilgili ve

yaratılış ve eski insanlarında

zeki olduğuna

dair görüşleri çürütemiyorlar.

Eski insanlar

hayvansa günümüze

kalan eserleri de

uzaylılar yapmış olmalıdır

görüşüyle

insanlığı karalama

propagandasının izleridir.

Son dönemde

uzaylıların yerini gelecekten

geçmişe gelen

insanlar almıştır. Gelişmiş

gelecek insanları

geçmişe gelerek,

geçmişin gelişimine ön

ayak olmaktadır. Her

iki durumda geçmiş

insanı hayvanlıktan

kurtulamıyor. Çünkü

var olan kurumların

alt üst olmaması için

toplumlara nedenler

sunmaları gerekiyor.

Dün uzaylılar geliyordu,

şimdi geçmişten insanlar

bugüne geliyor.

İlerleyen zamanda ge-


çmişten bugüne de gelinmeyeceği

netleştirilirse, başka neler üretilecektir

göreceğiz. Üçüncü yargı

veya proje ise dünyanın merkezine

Amerika’nın alınmasıdır.

Uzaylılar Amerika’yı işgal eder,

çünkü dünyanın merkezidir. Orası

ele geçirilirse bütün dünya ele geçirilmiş

sayılacaktır. Uzaylılarla

savaşta ön safta Amerika vardır,

ardında bazen Rus bazen de Çin

gelir. Bir cismin dünyaya

çarpma olasılığında da

Amerikalılar ön plandadır.

Amerikan teknolojisi

ve bilimi ile cisim

ortadan kaldırıldığı

gibi, yine fedakâr

ve cesur Amerikalılar

sahneye çıkar. Sevdikleri

eşlerini, çocuklarını,

anne babalarını, sevgililerini

gözlerini kırpmadan

Amerika, pardon dünya için geride

bırakırlar, ölüme giderler.

Ve bütün dünya bu cesur Amerikalılar

için ağlar. Dünyanın

farklı bölgelerindeki insanların

duygu dolu görüntüleri ekranlara

verilir. Amerikalıların cesur

davranışlarına saygı duyulur, ne

kadar üstün insan oldukları ve insanları

ne kadar sevdikleri vurgulanır.

Böylece Amerikalıların ne

kadar insan sever, merhamet dolu,

cesur ve vatansever olduklarına

imreniriz. Bu imrenme ile Amerikalıların

dünyaya özgürlük ve demokrasi

dağıtarak yaptığı işgalleri

ve katliamları unutuveririz. Görüleceği

gibi en önemli amaç Amerikan

imajını yapılan yatırımdır. Bir

taşla onlarca kuş vurma

kurnazlığıdır.

Nükleer ve kimyasal

bomba ise, yine

Amerika, Rus ve

Çin eksenli bir savaş

olasılığında dünyanın

yok olacağı komplosudur.

Burada da Amerika

genelde kurtarıcı roldedir.

Birileri bombaları çalar ve

patlatarak Amerika’yı yok etme girişimidir.

Tabii bombayı çalanların

çoğu doğu kökenli teröristlerdir.

Ortadoğululardan dünyayı koruma

ve kurtarma görevi Amerikalılara

düşer. Amerika dünyanın savaşa

girmemesi, insanları ölmemesi için

elinden gelenin fazlasını yaparak,


üstüne düşen insanlığı kurtarma rolünü

gerçekleştirir. Amerikalılar dünyaya şirin

gösterilir, Ortadoğulular cani ve insanlığın

düşmanıdır. Öldürülmeyi fazlasıyla hak

ederler.

Genetiği ile oynanmış virüsler, bilim

adamların sözde iyi niyetle insanlığı kurtarmaya

yönelik çalışmaların kötü niyetli

şahıs, grup ve devletler tarafından silah

olarak kullanılmasıdır. Filmler virüslerin

özelliklerinden öngörülerle hazırlanan senaryolarda

virüsün insan bedeni üzerindeki

değişimlerle hızla yayılması ve ölüm oranlarının

önüne geçilememesi ve aşı, ilacın geç

bulunması nedeniyle dünyayı tehdit etmesidir.

Virüslerin ölümcül yapısı gözetilerek

genetikleriyle oynanmaları, biyolojik silaha

dönüştürülmesi sinema için önemli bir senaryodur.

Çünkü insanlar hastalanmakta

ve acı çekerek ölmesi ve bunun sokaklara

taşması ürkütücü bir etki yaratmaktadır.

Sokak ortasında insanların düşüp, ölmesi

ve insanların çaresiz kalması zihinlerde ciddi

bir şekilde yer etmektedir.

Güncel olan virüsün dünyayı etkisi altına

aldığında insanlar hemen filmleri, dizileri

örnek vererek bunun bir komplo olduğu

düşüncesini pekiştirdi. Düşünün virüsün

laboratuarlarda üretildiği düşüncesine delil

olarak beş, on belki on beş önceki filmler örnek

verilerek, devletlerin önceden

bunu hesapladıklarını

düşüncesini ileri sürdüler. Bu

da sinemanın etkisini göstermek

konusunda çok önemli ve

ciddi örnektir. Sinemanın masumiyetinin

yitirildiği andır.

İnsanların sinemayı bir bilgi

kaynağı görmekle yetinmediği,

öğrendiklerine de körü

körüne inandığını göstermektedir.

Bu da devletlerin neden

sinemaya bu kadar yatırım

yaptığını açıklamaktadır. Temel

amacın sağlıkla ve gelecekle

insanları korkutmak ve

bunu bilinçaltına yerleştirmektir.

Virüsün filmlere konu

olması devletlerin ne kadar

yüce ve yenilmez olduğunun

vurgusu tekrar gündeme geldi.

Böylece insan her şeyin belirleyicisi

olduğu ortaya çıktı.

Ölüme ve yaşama karar veren

devletlerin varlığı, insanların

farkında olmadan gönüllü köleliği

kabullenmesi manasına

gelmektedir.

Gelişmiş yapay zekâlı programlar

ise bilimin ve tekno-


lojinin geldiği uç nokta. Gelişmiş bilgisayar ve bunların bağlı olduğu çok mu

çok zeki ve donanımlı yapay zekâlı programların insanlığı iyiliği için ya da

dünyanın geleceği için insan türüne savaş açması, yönetimi ele geçirmesidir.

Son dönem gelişen bilim ve teknolojinin insana meydan okumasından

yola çıkarılmış teorilerdir. Güncel zaman diliminde birçok film ve diziye

ilham olan bir konu. İnsanlaştırılan teknolojinin bir uzantısı olarak görmek

gerekiyor. Tek eksik kalan taraf duygudur. Hatta bilim kurgucular birçok

filmde robotlara duygu kazandırma yani insanlaştırmaya yönelik kurgular

oluşturuyor. Robotların insanlaştırılmasıyla insanın tanrılığı ortaya çıkacak

anlayışı. Aslında birçok dizi ve filmde gelecekten gelen insanların tanrı olarak

adlandırıldığı alt metinlerde vurgulanıyor. Yani aslında tanrı olan teknoloji

ve bilimdir. Bunların yaptığına insanlar tanrı diye adlandırmaktadır.

Örneğin, gelecekte insanlar gelişmiş teknoloji ile uzaya yerleşecek, geçmişe

insanlar gönderilecek ve gelecek dizayn edilecektir. Peki, bunu kim yapıyor,

yapay zekâyla donatılmış bilgisayarlar yapmaktadır. Son izlediğim bir dizi de

yönetici olarak adlandırılan bir bilgisayar programı geçmişe insanları gönderiyor.

Geçmişe gönderilen bir karakter, kontrolü ele geçirdiğinde söylediği şey,

size tanrının olmadığını ve benim tanrı olduğumu göstereceğim sözleriydi.

Sinemanın üzerinde durduğu insanlığın sonuna dair komplolar genel olarak

bu şekildedir. Önemli olan komploların gerçekte karşılığını bulduğu ve kitlelerin

bunların etkisinde kalarak hareket ettiğidir. Sinema hem bilgi kaynağı

hem de yönlendirme etkisiyle kitlelerin üzerinde ciddi bir otorite olduğunu

görüyoruz. Duyguları ve aklı kontrol edebilen filmlerin hayatımızdaki yerini

her zaman sorgulamak gerekmektedir. Sinema hiçbir zaman doğru bilginin

kaynağı değildir, öyle bir ideası da yoktur. Sadece kitlelerin bilginin peşinde

koşmamanın getirdiği eksikliğin sonucunda sinema hak etmediği bir konum

kazanmıştır.

Osman Tatlı

osmantatli@gmail.com



FiLMLER VE RÜYALAR

Colin McGinn, film izleme ve rüya

görme eylemleri arasındaki benzerlikleri

anlatan kapsamlı ve ikna

edici bir yazı yazdı.

“Filmler, rüya gören benliğimizi

aramaya başlar ve en derinlerde,

güneş battıktan sonra ortaya

çıkan, benliğimize kaynatılmış

ikinci kişiliğimizi bulmaya çalışır.

Sinemada, rüya gören benliğimizin

hayatını tekrar yaşarız. Filmler,

insan doğasının rüya gören

hali ile bağlantı kurmamızı sağlar.

Dahası, rüya dünyamızın üzerinden

gelişirler. Hasret kaldığımız

rüyaları bize verirler. Kendi

rüyalarına hayranlık duymayan,

açıklık getirme yeteneğinden,

büyüleyici dışavurumculuklarından

ve bu tarz çekicilikte olan filmlerden

etkilenmeyen bireylere

nadir rastlanır. Film köklerinin

(Movie Stems) etkisi o zamanlar,

en azından bir bölümü, rüyaların

temel güçlerinden gelirdi. Emin

olabilmek için, film deneyiminin rüya

bileşeni, vasatlığın özel nitelikleri

kullanılarak arttırıldı ama temel

duygusal bağımlılığı yaratan etmen,

rüya çağırışımlarından oluşuyordu.

En iyi yönetmenler – Luis Bunuel,

Alfred Hitchcock, David Lean, Stanley

Kubrick, Steven Spielberg ve

diğerleri –bana göre, bu yönetmenler

film dünyasının ana hayali karakterinin

farkına vardılar ve filmlerini bu

özelliğin üzerine kurdular. Otomatik

Portakal (A Clockwork Orange), arzu

ve kabusların sinsice birleşimi olan

cesur bir hayali maceradan başka

nedir?*(1)

Rüyalar aynı zamanda psikanalitik

düşünce için belirli bir önem de taşırlar.

Freud rüyaların psikanalitik

düşünce biçimlerini tanımlamak için

“bilinçaltına giden asil yol” demiştir.

Rüyalar ve filmler arasında doğan

bu psikanalitik düşünce olayları

daha sonra film yapım ve eleştirilerinde

bir çok faklı metodla karşımıza

çıkmaya başlamıştır. Düşünce evreninde

yeni dalgalara yayarak insanlığın

sonsuz yaşam döngüsünde olabilmesi

belki de mümkün gelmiştir.

Son dönemlerde rüyalar ve psikanliz

arasında farklı yönlerle enterasan

bir ilişki doğdu.Christopher Nolan’ın

Başlangıç (Inception)’ı bu üç şeyi bir


bütün haline getirerek açığa çıkarır.

Modern Hollywood’un en iyi prodüksiyon

değerlerine sahip, büyük ölçekli

bir film yapımı örneğidir. Ana konusu

olarak rüya yorumlamalarını ele alır

ve duygusal anlatımı (kurumsal casusluk

hakkında işlevsel anlatım yerine),

esas olarak psikanalitik işleyişin

kademe kademe çözümlenişidir.

Christopher Nolan’ın çok iyi yaptığı

birkaç şey var. Film grameri ve teknikleri

hakkında belirli bakış açılarının

yerleşimi gibi. Özellikle Cross

Cutting (iki olay arasındaki

zamansal birliği

vurgulamak için

kullanılan bir kurgu

biçimi) konusunda.

Başlangıç ile Nolan,

filminin ilk bir saatini,

karakterlerin eş zamanlı

bir şekilde çok katmanlı

rüya dünyalarına geçişlerini

göstermek için harcar. Bu sayede tüm

bu olayları topluca kurgu tekniğinde

kullanabilir. Yönetmen’in özgüveni

ve yeterliliği bu durumda çok önemli

bir rol oynar. İzleyicilere bu karmaşık

konsepti takip etmek yerine hikayedeki

komplo teorilerine odaklanabilme

özgürlüğü tanır. Christopher Nolan

Filmin orijinalliği üzerine düşünüldüğünde

eleştirmenler, Başlangıç’ın

gerçek olan nedir ve rüya olan nedir soruları

üzerine olan bilgilerimizi

sorun etmesine odaklanmışlardır.

Bu entellektüel sorgulama

her ne kadar felsefe değeri taşısa

da Başlangıç bu alanda daha

önce yapılmış birçok yüksek bütçeli

filmin –Gerçeğe Çağrı (Total

Recall-1990), Vanilla Sky-2001,

The Matrix vb. – ortaya çıkardıklarından

fazlasını sunmuyor

bizlere. Bana göre Başlangıç

filminin orijinalliği, anlatımın

özünde bulunan psikanalitik

sürece dair yaptığı sorgulamalar.

Psikanaliz’in karakter

gelişiminde temel olarak

kullanılmasını birçok

filmde görebiliriz.

Sıradan İnsanlar (Ordinary

People-1980),

Can Dostum (Good Will

Hunting-1997) ve daha

birçok film psikanalitik temaları

araştıran veya psikanalitik

sorgulamalara yoğunlaşan

tarzdadır. (Ölüm Korkusu –Vertigo-1958),

Sapık (Psycho-1960),

Gözü Tamamen Kapalı (Eyes

Wide Shut-1999) örnek verileceklerden

sadece birkaçı…) Ama

Başlangıç’ın farklı yaptığı birşey

var. Bu konuyu Psikanaliz’in Temel

Kavramlarından bazılarını

kullanarak dile getireceğim. .


“Bir rüya, dürtülerin ifade şekli olarak

tanımlanır ve gündüzleri direnişin

baskısı altında kalırken geceleri

destek güç bulabilirler.”*(2)

Hollywood sistemi içerisinde çalışan

bir film yapımcısı için Christopher

Nolan, insanların psikolojik

durumları üzerine

normalden fazla ilgilenmiş

ve hatta filmlerinin ana

teması haline getirmiştir.

Akıl Defteri’nin ( (Memento

– 2000)’) anlatım yapısı, ana

karakterin kısa dönem hafıza

sınırlamaları üzerine kurulmuştur.

Uykusuz (Insomnia – 2002) ise

aşırı uykusuzluğun etkilerini keşfetmeye

çalışmıştır. Ama aynı zamanda

gördüklerimizi de yorumlarız: hayal

gücümüzü karakterleri ve hikayeyi

yaratmak ile görevlendiririz ve bu aktif

bir iştir. Bu tarz yaratıcı bir bakış

açısı aktif ve pasif’in, yapım ve algı’nın

karışımıdır.”* (3)

Psikanalitik düşüncenin bir diğer temeli

ise çocuğun ebeveynleri ile olan

ilişkisinin aşırı önem taşıması. Bu

temel ilişkiler, büyük bilinçaltı problemleri

ile yüklenir ve daha sonra

herkesle kişisel olacak tüm ilişkileri

etkiler.

Filmde, Robert Fischer (Cillian Murphy)’ın

zihnine bir iş strajedisi fikrini

yerleştirebilmek için fikir

aşılama (Inception) tekniğini

nasıl kullanabilecekleri hakkında

tartışırlarken, ekip bu durumun

ancak kişinin babası ile

olan bilinçaltındaki ilişkisini

kurcalayarak başarılabilineceğini

anlar. Bu

olayın, deneğin kendini

tanımlamasında

önemli bir rol oynayacağını

düşünür.

rüyada eşzamanlı bir

biçimde yaratır ve algılarız…”*(4).

NOTLAR

*(1) McGinn, Paul (2005) The

Power of Movies: How Screen

and Mind Interact, United States:

Vintage Books, pp.192-3,

202-3

*(2) Freud, Sigmund (1913) The

Interpretation of Dreams, London:

Hogarth, p.652

*(3) McGinn, Paul (2005) The

Power of Movies: How Screen

and Mind Interact, United States:

Vintage Books, p.155

*(4) Inception, 2010. Film. Directed

by Christopher Nolan. USA:

Warner Bros. Pictures

Psycho


SANA

YAKIŞIR

Sende Tüm Duygularima Cevap Buluyorum,

Çünkü Gülünce Gözleri̇ ni̇ n İçi̇ Gülüyor,

Hastalansam Bi̇ le Görünce Şi̇ fa Buluyorum,

Dermanim Sensi̇ n,Şi̇ fa Sana Yakişir.

Sen Geli̇ nce Işik Geli̇ yor Bütün Odalara,

Mecbur Kalirsan Bi̇ le Börünme Karalara,

Çi̇ çek Gi̇ bi̇ Renk Katarsin Bütün Ovalara,

Karalara Börünme, Allar Sana Yakişir.

Edalarin Bi̇ r Başka Gülüşün Ömre Bedel,

Hayali̇ n Durdurur, Aşkin Beni̇ Çilgin Eder.

Leyla Olmasan Bi̇ le Severi̇ m Mecnundan Beter.

Mecnun Olmasamda Leyla Olmak Sana Yakişir.

Kapatma Gönül Pencereni̇ Bana, Hep Açik Kalsin.

Ben Çi̇ çekleri̇ Bi̇ r Bi̇ r Dolaşan Ari, Sen De Balsin.

Çi̇ men Gözlüm Seni̇ Sevdi̇ m Ömrüme Baharsin.

Kusurum Varsa Bağişlamak Sana Yakişir.

Sadun Ak


Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!