You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Ne var Ne yok?
4
Mississippi’den Dünyaya: Blues
Büşranur Yıldız
Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları
Bir Tutam Süreya
6
Eda Gül
Türk Dili ve Edebiyatı
KÜNYE
İletişim: 0 0507 304 58 50
Grafik Tasarım : Naci Önenköprülü
Genel Yayın Yönetmeni: Ali Özgür
Yayın Sahibi : Düşünce ve Kitap
Topluluğu
8
Karikatür
Yağmur Toker
Tarih
10
Şiir
Ayşegül Şahin/Barış Arslan
Çağdaş Türk Lehçeleri
9
Son Bir Kez
Yağmur Toker
Tarih
Özgürüz İkimizde
Emincan Polat
İstatistik
16
1 Kitap 1 Film 1 Müzik
Rıfat Büyükatak
Tarih
12
Garip
Ayşegül Şahin
Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatı
18
Sunuş
Muğla soğuk kış günlerini kucaklarken, Pano dergisinin 14. Sayısını okurlarını sımsıcak kucaklıyor. İçimizi ısıtacak,
yüzünüzde güzel bir gülümseme bırakacak sayı ile karşınızdayız.
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’nin yazan, çizen ve üreten öğrencileri olarak eleştiren, umut veren, güzel günlere
el uzatan bir sayımızla daha buluşturuyoruz sizleri. Umarız ki yeni tasarımımız ve içeriğimizi seversiniz. Edebiyatın
ve sanatın gücünün farkındayız, gençliğin heyecanından beslenen bu sanat anlayışımızla uzun yıllar birlikte olmayı
diliyoruz!
Bu sayımızda yine geniş bir yelpazede konulara değindik. Adeta “Vitrin Süsü” haline gelmiş sanat eserlerinden,
Cemal Süreya gibi değerli bir ustadan, insanlara ilham kaynağı olan ve yaşamlarını etkileyen Blues müzikten, Türk
edebiyatının önemli kaynaklarından sayılan Garip akımına kadar birçok konuyu ele aldık. Güzel bir şiirle de buluşturduk
sizleri. Her sayımızda olduğu gibi izlenecek, okunacak ve dinlenecek önerilerimiz de mevcut. Lafı çok da uzatmadan
sizleri yeni sayımızla buluşturalım.
Keyifli okumalar büyük Pano ailesi!
Ali Özgür - Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatı
BİR TUTAM
SÜREYA
Eda Gül- Türk Dili ve Edebiyatı
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvayda karşılaştık
Süreya Beyle. Etraf ıssız, etraf karanlık, etraf
dolu dolu umutsuzluk. Ama billahi dışarısı günlük güneşlik.
Havası özgürlük kokan bir yerdeyiz, özgürlüğün güzel
kokabildiği bir yer. Cemal Süreya’ya bakıyorum anımsıyor
gibiyim, tanıyor gibiyim. Gözlerini sıkıca kapatmış göz
kapaklarının üstü kırışmaya tutmuş gibi ama pencereden
uzattığı kafası görmek istemeyi andırıyor. Gözler kapalıyken
görmek istemeyi... Göğüs kafesinde bir hareketlilik
var. Aşkından gidiyor belli ki. Daha yakından görmek istiyorum
namlu tutar gibi sıkı sıkıya kalem tuttuğu o parmakları.
Mezarlığı andıran o kalbinin arkabahçesini. Aşklarını
gömdüğü o taze çiçeklerin olduğu arkabahçeyi görmek...
-”Dinlemek ister misin? dedi.” usulca. Dinlemek ister
miydim? İsterdim muhakkak.
- “Anlatmak isterseniz.” dedim. Usul olmayan bir tonda.
Gözleri kapalıyken gören bir adamdı Süreya.
alır artık bir şeyler farklıdır. Artık İstanbul Galatasız,
Pera insansız kalmıştır bu hikaye de .
Ve o gelir Üvercinka... Cemal Süreya’nın
güvercin kanatlı sevgilisi. O dillere destan
olan şiir çıkar dudaklardan,parmak uçlarından.
Cemal süreya ak gömleğinde derin bir
kafiye aramaya başlar. Üvercinka’nın kim
olduğu hiçbir zaman bilinmez. Gizliden gizliye
tahliye olur, olur gider.
Bir edebiyat dedikodusu der ki; Cemal Süreya
soyadından y harfini bu yüzden atar. Hayatında
onunla giden eksikliklere ithafen.
Cemal Süreya’nın okur ve yazar kimliği de çok
garip olaylarla kendini gösterir. Cemal
- “ Ben Süreya… Kısa bir vakittir Cemal Süreya. Epey
vakittir “Göçebe, Ortadoğu, Üvercinka.”
...
Şairimizin asıl adı “Cemalettin Seber”dir. Güngör Demiray’a
yazdığı bir mektupta “1931 yılında Erzincan’da
doğdum. Bir doğum günüm yoktur benim.”demiştir. Yaradılış
onu kalabalık ve varlıklı bir ailede dünyaya gönderir.
Cemalettin Doğu Anadolu’da yaşanan kimi karışıklıklar sebebiyle
ailesiyle birlikte yurdundan ayrılmak zorunda kalır.
Acı çetelesine ilk çentik atılmıştır böylelikle. Cemalettin
Seber, Cemal Süreya olmaya adım adım ilerler.
Yurdu terk ediş zamanında annesini kaybeden Cemal
Süreya kanadı kopan bir kuştan farksız yaşamaya elbet
devam eder. Şairimiz liseyi bitirir ve artık Mülkiye’li olur.
Aşkla tanışır ve Senihası’nı sevmeye de devam eder. Cemal
Süreya mezun olduktan sonra tam bir evlilikleri olur.
Seniha ile Cemal’in Ayçe adına sahip bir kızları olur. Zaman
her daim bir şeyler alacak olup Seniha ile Cemal’in
arasındaki o sonsuza sürüklenen hikayeyi de
4
Süreya, ilkokul zamanlarında dağınık ve düzensiz okumalar
yapar. O okumaların rayına oturması yaşı ilerledikçe
olur. Cemal Süreya, Dostoyevski hayranıdır. Bir mektubunda
şu ibareleri kullanır: “Dostoyevski’yi okudum, o gün
bugündür huzurum yok.”
Huzursuzluğu kendine kıble yapan
Süreya. Yazar yazdıkça huzursuzlanır
huzursuzlandıkça yazar.
Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gölgesine sarılıyorum
Cemal Süreya, 1931
yılında Pülümür’de dünyaya
geldi. Çocukluğunun ilk yıllarını
Erzincan’da geçiren Süreya’nın ailesi,
1938 yılındaki Dersim İsyanı sonrasında
Bilecik’e sürgün edildi. Cümal Süreya ilkokula
Bilecik’te başladı ve daha
sonra İstanbul Beyoğlu’nda
bitirdi.
Haydarpaşa Lisesi’nden
mezun olan
Cemal Süreya
Cemal Süreya Kimdir?
Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
maliye ve iktisat bölümünü bitirmiştir.
üniversiteden sonra Maliye
Bakanlığında müfettiş yardımcılığı ve
müfettişlik, darphane müdürlüğü, Kültür
Bakanlığında kültür yayınları danışma kurulu
üyeliği, Orta Doğu İktisat Bankası yönetim
kurulu üyeliği ve 25 yılı aşkın Türk Dil Kurumu
üyeliği görevlerinde bulunmuştur. Cemal
Süreya bu süre zarfında yayınevlerinde danışmanlık,
ansiklopedilerde redaktörlük, çevirmenlik
de yapmıştır.
Cemal Süreya Ağustos 1960′tan itibaren
yalnızca dört sayı çıkarabildiği Papirüs dergisini
Haziran 1966- Mayıs 1970 arası 47,
1980-1981 arası iki sayı daha çıkardı. Pazar
Postası, Yeditepe, Oluşum, Türkiye
Yazıları, Politika, Yeni Ulus, Aydınlık,
Saçak, Yazko Somut, 2000′e doğru
gibi yayın organlarında şiir ve yazılarını
yayımladı.
İkinci yeni hareketinin önde gelen
şair ve kuramcılarından sayılan
Cemal Süreya’nın ilk şiiri
“Şarkısı Beyaz” Mülkiye dergisinin
8 Ocak 1953 tarihli sayısında
yayımlanmıştır.
Mississippi’den Dünyaya:
BLUES
Büşranur Yıldız- Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları
Geçmişten bu zamana insanlar yaşadığı duyguların
dışavurumunu muhtelif yollarla dile getirmiştir.
Bunlardan biri de müziktir. İnsan ruhunun melankolik yönünü
yansıtan; acının haykırışı, umuda çağrı ve özgürlük
hayali ifadeleri bilinçlerde tek bir müzik türünün canlanmasına
neden olmaktadır; “Blues Müzik”
Blues, 400 yıllık geçmişi olan ve temeli Afrika’ya dayanan,
bir müzik türüdür. Kökleri Afrika’da bulunan blues,
17. yüzyıldan itibaren Afrika’dan getirilen kölelerin tarlalarda
çalışırken söyledikleri, özgürlük ihtiyacını umudu ve yaşadıkları
derin acıları anlatan, hüzünlü şarkılardan
doğmuştur. Bir nevi Afrikalı kölelerin kendini
ifade etme biçimidir. Bu sebeple
söylenen şarkıların içeriği haksızlığa
başkaldırı, adalet arayışı, birlik ve
beraberlik gibi unsurları da bünyesinde
barındırmaktadır.
Kölelik kaldırılmadan önce
pirinç ve pamuk tarlalarıyla
meşhur Missisipi’de doğan
bu müzik türü 1865 yılından
itibaren köleliğin kaldırılmasıyla
birlikte Amerikan toplumu
içinde yayılmaya başlamıştır.
1910’lu yıllardan itibaren ise blues,
Amerika’da birçok şehre yayılmış
ve bu şehirlerdeki kültürle ve müzikle etkileşerek
yeni blues türlerini ortaya çıkarmıştır.
Delta Blues, Texas Blues, Memphis Blues bunlardan
bazılarıdır.
Blues, özünde en çok ritim özellikleriyle
dikkat çekmektedir. Ancak günümüzde
icra edilen Electric Blues yüksek
enstrüman hakimiyeti ve güçlü bir
ritim kabiliyetiyle birlikte iyi bir armoni
bilgisini de gerektirmektedir. Zira modern
blues, Afrika köklerinin
6
“Blues söyleyen biri derin bir
dehlizde yardım çığlıkları atar.”
Mahalia Jakson
yanında çok yüklü bir etkileşime uğramış ve birçok müzik
türünden kalıntılar barındırır hale gelmiştir.
Günümüzde blues müzik türü yaygın olarak icra edilmemektedir.
Fakat kimi zaman asi notalarıyla insanın iç
dünyasına dokunan yapısı; kimi zaman insan ruhunda
estetik haz uyandıran melankolik ezgileriyle hayatımızda
sağlam bir yer edinmiştir. Blues müziğin köklerinden midir
nedir, günümüze evrilme sürecinde büyük ölçüde başkalaşmasına
rağmen tohumlarındaki ağıt söylencesi, günümüz
blues müziğinin derinlerinde de bu hissiyatı uyandırır.
Öyle ki tesadüf eseri blues türde bir müziğe
denk geldiğimizde pek çoğumuz müziğin
türünü bilmeden şarkının akışına kendimizi
bırakır ve iç dünyamıza kısa bir
yolculuk gerçekleştiririz.
Kısacası blues yoğun bir
hissiyatın ürünü olan duyguların,
müziğe tercümesidir.
Blues Müzİğİn Üstatlarından,
Sİzlerİ Farklı BİR Dünyaya Yelken AÇTIRACAK
Müzik Önerİlerİm:
B. B. King - I Shot the Sheriff
B. B. King - Why I Sing the Blues
Eric Clapton - Thrill is Gone
Bukka White - Fixin’to Die Blues
Kid Bailey - Mississippi Battom Blues
Lucille Bogan - Man Stealer Blues
Bobby Bland - Ain’t No Love in the Heart of the City
Bonnie Raitt - Love Me Like a Man
Büşranur Yıldız- Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları
İTİRAF
Kayboluyorum dedi, birinci ses
sebepsiz düştüğüm
çaresizliğin en derin kuyusunda.
Orada sığınıyorum,
bütün cesetlere.
Artık
ben de kanıtlı bir yitiğim.
Sözcüklerim
kendime yetemediği hâlde
sıralıyorum,
yelkovan saati gösterdiğinde,
kutup yıldızı
güneye baktığında
sesim bir ağıta dönüşecek
-bu karanlıkta kimse yok.
İtiraz etti, ikinci ses
gökyüzü
alıp götürecek seni
kimseli sabahlara.
Ayşegül Şahin
TERENNÜM
İnsanım damar damar seğrilen hüzünlerimle.
Dalga boyu deniz aşırı
Ve ıssız.
Obalardan ovalara itilen
Öteki çocuk yüzüyüm.
Serde şehirlere mihnet,
Şahlara kul olmayan
Peymani hisler.
Ozanların telinde
Güneş yüzü görmemiş şiirim,
Ayak uçlarında pranga.
Ve yüz yıllar sonra
Yüzlerine tükürücesine
Yaşadığım
Adımladığım
Günlerin uğultusu,
Zihnimin ücra köşesine
Bıraktığım duygularım.
Bana benden
Kaç yarım sarılma kaldı
Kaç kaldırım eşiği kırgınlık
Kaç bilet
Kaç ayrılık
Suskunluğum
Korkularıma
Bir örtü oluyor
Bu sahipsiz sesleri zihnimin
Her gün
Acılar bırakarak seyirliğime
Yolumu patikaya çeviriyor.
Obalı yüreğim
Bu dünyevi yılgınlıklara
Bir filiz gibi
Ince zarif şiirler okuyor,
O inci terennümle.
Kimsenin dinlemeye
Zahmet etmediği...
Barış Arslan
8
KARİKATÜR
Çizim: Yağmur Toker
Yağmurlu bir sonbahar akşamında ansızın bahşedilmiş
eşsiz armağan...
Ömrüm...
Ömrümün son günü bugün.
Evet, yanlış duymadınız.Her ne kadar söylemeye dilim
varmasa da işin aslı bu. Son bir kez gülümseyeceğim bugün.
Son akşam yemeğimi yiyeceğim.
Anneme son bir kez sarılacak ve toprağın üzerindeki
son günümü yaşayacağım.
Armağanın kül olmaya yüz tutmuş son saatleri...
Uyanıyorum...Saat tam 8:01.
Ne bir eksik ne de bir fazla. Tam tamına on altı saatim
var. Zamanın diğer tüm günlerden farklı oluşu çarpıveriyor
gözüme. Zaman çıplak gözle görülür müymüş hiç? Görüyorum
işte. Akrep yelkovanı, günler birbirini daha hızlı
kovalıyor sanki. Bilemiyorum belki de süremin kısıtlı oluşundan
kaynaklanan bir şey.
Derin bir nefes çekmek için sokağımın köşesindeki mis
gibi kokan manolya ve akasyaların yanına iniyorum. İçimdeki
mabetten hiç salıvermeyecekmiş gibi uzun uzun soluyorum
hepsini. Yıllardır yaşamış olmanın ne büyük bir
nimet olduğunu anlıyorum o an.
Hep böyle bakılası mıydı gökyüzü?
Hep böyle güzel miydi bu vakte kadar özensizce içime
çektiğim her nefes?
Buruk bir gülümseme eşliğinde “son bir kez” diye mırıldanarak
ayakkabılarımı çıkarıyorum ve toprağa basıyorum
özenle. Öyle kıymetli ki bu toprak, hâlâ onun üzerinde
olmak tarifi olmayacak kadar güzel bir his. Eğiliyorum ve
avcuma aldığım bir tutamı rüzgara doğru savuruyorum.Ve
evet...
Tam o an toprakla konuşuyorum.
-”Sen de benim kadar nazik davran bana olur mu? Artık
sana aidim.”
10
SON BİR KEZ
Hemen toparlanıyorum hızlıca. Ne de olsa vaktim az.
Saatler kısıtlı.
Ömrüm kısıtlı.
Ve de içime çektiğim her nefes...
Vakti olmayan insanların hep hızlı ve aceleci olduğunu
söylerler ya hani. Hah..tam olarak öyleyim işte.
Herkesle selamlaşıyorum. Komşu çocuğunun yanağını
okşayışım, dört yıldır mahallede beslediğim köpeğimi
alelacele sevişim, sanki elim evrendeki her noktaya “son
bir kez” değecekmişcesine dokunmalarım; babamın cep
saatine bakmaya itiyor beni.
-”Bakmamalıyım..bakmamalıyım.”
Merakım içimdeki tedirgin,elleri deprem oluyormuşcasına
titreyen sese galip geliyor ve saate çevriliyor gözlerim.
14:38.
Neredeyse son on saat… Ne de hızlı geçmiş öyle değil
mi? Oysaki televizyon karşısında bir elimde mısır kâsesi,
diğer elimde içecek bardağı varken boş boş
söylenir, vaktin hiç akmadığına dair yakınır
dururdum. Koşarak nefes nefese
evimizin kapısını çalıyor ve kapıyı
açan anneme hızla sarılıveriyorum.
Önce şok haliyle
donakalsa da çok geçmeden
doluyor kollarını
belime.
-”Ah, yavrum.Ne bu
telaşın? Bir şey mi oldu
yoksa?”
Bugün beni son görüşün,
benim sana son
sarılışım ve o huzur veren
cennet kokunu son
koklayışım diyemiyorum. Gecenin,
en acımasız haliyle benim için soğuk sunakta
beklettiği uğursuz hediyeden onun haberi
yok...ölümümden...
Bunları söylemek yerine yanağımda birbirini
kovalayan dört-beş ılık inci tanesi
süzülüveriyor annemin güvenli boynuna.
Ve sonra ruh halimden endişelenen anneme;
-”Seni çok seviyorum.” diyorum.Sahi? En son ne zaman
dilimde yeşerttim bu cümleleri ona karşı?
On yaşımdayken en sevdiğim yemeği yaptığında mı?
On üç?, On beş?
-”Çok seviyorum hem de.” Derken sesim sona doğru
kısılıp titriyor.Belimi sıvazlarken o nazik sesini işitiyorum.
-”Ben de bir tanem, ben de.”
Yağmur Toker- Tarih
Hep burda bu şekilde kalakalsam ya? Annemden başka
kimsem yok, babamı kaybettiğimiz günü hatırlamıyorum
bile. Sadece annem var, özenle suladığım bitkilerim,
bir kaç arkadaşım ve mahallede beslediğim bir kaç hayvanım..
Zamanında önemsemediğim o bir kaç şeyler ne de
kıymetliymiş meğer. Şimdi daha iyi anlıyorum her şeyin
değerini. Eee...Ne de olsa ne demişler? Bir şeyin değerini
anlamak için önce onu kaybetmek gerekir. Biraz pahalıya
mâl oldu bana ama olsun.
Kaybettiğim şey ömrüm...
Annemle o uzun sarılışımdan sonra birkaç arkadaşımı
arayıp konuştum. Huzur evinde düzenli ziyaretine gittiğim
Kadir amcayı son bir kez gördüm. Hatta biliyor musunuz?
Onun yanında bir gülme tuttu beni. Hep kötü bir haber
almaktan korktuğum Kadir amca yarın var olacaktı,
ben hiç var olmamış bir sahra gibi
ansızın silinirken...Belki o da beni
ziyarete gelirdi artık.Korkarak
saati kolaçan ediyorum.
22:56.
Gün sonu, yolun
sonu.
Keşke saatin o
küçük düğmesini
çeksem ve zamanı
durdurup dondurabilsem.
Serin
hava
saçlarımı, feda
ettiği sonbahar yaprakları
gibi birbirine kenetliyor.
Minik bir damla düşüyor önce burnuma,
boğazıma kaymak üzere. Bir damla daha...
Bir damla..
Yağmur hızlanıyor ve gök parlak ışığını salıyor.
Kimi montunu kafasına siper ederken
kimisi de hızla kaçışıyor sokak ortasında.
-”Durun kaçmayın!” demek istiyorum.
-”Kaçmayın yağmurdan!”
Dans edercesine çıplak ayaklarımın sürüklediği yerlere
gidiyorum. Etraftakilerin deli görmüş bakışları gülümsetiyor
beni. Yağmur artık toprağı dövercesine coşkulu.
Hani bir şelalenin dibine kadar girersiniz ve oradan yüzünüze
sıçrayan minik damlacıklar nefes almanıza izin
vermez ya. Hah.. tıpkı öyle oluyor işte.Nefesim kesilirken
kalbimin çılgın ritmi git gide artıyor.Kahkaha atıyorum sadece.
Babamdan kalan cep saatine bakmadan metrelerce
uzağa fırlatıyorum.Manâsız kahkaham bir saman alevi
gibi sönüyor ve ılık bir gözyaşı tanesi harita çiziyor, evi
bellediği yüzümde.
Ruh halimle uyum içinde adeta gökyüzü.
Ben ağlıyorum, o ağlıyor...
Göğün sesi karmaşık duygularım gibi en şatafatlı sesiyle
volkan gibi patlıyor. İşte o zaman anlıyorum.
Bu benim son dakikam...
Geri dönüş yok artık. Şu an ve ben başbaşayız. Kalbim
yavaşlıyor. Fırlattığımda bilmem hangi çalının tenini okşamış
saatimin son sesleri geliyor uzaktan.
-”Tik..tak..tik..tak..ti.”
Göz kapaklarımın hüküm sürme vakti artık. Galibiyet karanlığın.
Ve kalbim son bir kez atıyor.
************
Yaşlı kadın yerde yaprakların üzerinde sere serpe yatmış,
gölden çıkmış bir balık kadar ıslak duran genç kızın
yanına yaklaştı ve bastonuyla dürttü.
-”Kalk evladım! Hasta olacaksın.Yatılır mı hiç buraya?”
Yerde hareketsizce yatan genç kızın her ne kadar gözleri
kapalı olsa da dudak uçları iki yana kıvrıldı. Usulca
gözlerini araladı .Kirpiğinde asılı kalmış yağmur damlalarından
bir tanesi intihar edercesine göz pınarına atladı.
Yaşlı kadına bakarken dişlerini gösterecek şapşal bir gülümseme
yapışmıştı yüzüne. Gülümsemesi daha da büyüdü
ve kıkırtıya dönüştü.
Yaşlı kadın kalın çerçeveli gözlüğünü düzeltip, yumuşacık
görünen yanaklarını sıvazladı.
-”Hay Allah..Aklını kaçırmış olmalı.” diye geçirdi içinden
ve arkasını dönüp bir kaplumbağa hızında terk etti orayı.
Genç kız evine giderken yeni bir hayat bahşedilmişcesine
mutluydu. Her hangi bir günü, son gün gibi yaşamanın
kime ne zararı vardı? Mademki bir şeyi kaybetmeden
onun değeri anlaşılmazdı, e o da kaybetmiş gibi yapardı.
İşte o zaman...İşte o zaman anlardı elindekinin değerini.
Bu da onun hayat felsefesiydi işte.
Evine gittiğinde minik bitkilerini sularken defalarca kez
annesine onu sevdiğini söyledi. Kızının o ıslak halini düşündükçe
sinirlenen annesi, ona buharı üstünde tüten bir
bitki çayı hazırladı ve üzerine sıcacık bir battaniye örttü.
-”Beni çok endişelendirdin! Habersizce bu kadar saat
dışarıda kalmak da neyin nesi? Üstüne üstlük sırılsıklamdın.”
Kaşlarını yapay bir biçimde çatıp, minik bir çocuğu
azarlarcasına devam etti.
-”Bir daha yapma! Son olsun bu.”
Genç kız mis gibi kokan çayından bir yudum aldı.
-”Bu ilk ve sondu anne, tekrarlamayacağım.”
Tek gözünü yaramazca kırptı annesine.
-”Son bir kez”.
(Herhangi bir günü “son bir kez” gibi yaşamaya ne dersiniz?)
Özgürüz İkimizde
Emincan
Polat- İstatistik
O bitkin vücudun çekmeye çalıştığı yük… Sırtının yamukluğu
hastalığından mı? Yoksa yılların verdiği bir sıkıntımı?
Belki de bunca çalışmanın sonunda aldığı sadece
ve sadece bir çuval saman iki kilo arpamı… Peki, neden
halen daha bu işi yapıyor? Yaşlı bedeni çekemiyor artık,
o bir gözü kör olan kısrağın arkasında onun daha hızlı
hareket etmesini isteyen zayıf, çelimsiz, kendinden emin
olmayan, hafif sarı saçlı, yeşil gözlü güneşin kavurucu sıcağında
yanarak esmerleşmiş yüzü… Halen daha acılar
içinde yanarken kızaran kollarıyla atın yularının ipiyle bir
kez daha vuruyor kör kısrağın bitkin vücuduna ama korkuyordu
ya yıllardır aynı işi yapmaktan bıkmış olan kör
kısrak sinirlenir “yeter artık!” derse ve bu zayıf çocuğu o
küçücük bedeniyle birlikte alıp da belki de hiçbir insanın
gitmediği yere götürürse… Bunları düşünürken o zayıf
sarı saçlı çocuk bir yandan da amcasının ürkütücü sesiyle
“çalışsana lan” emrinin gelmesinin an meselesi olduğu
biliyordu ve “bunca yıl kaçmamış şimdimi kaçacak? Hem
yularlar elimde çekerim durur, atlar zaten sadık hayvanlar,
kaçmaz zaten… Birde sert davranırsam benden korkar o
zaman kaçmaya cesareti bile olmaz. Zaten bir gözü kör
kimse sahiplenmez kurda kuşa yem olur en azından burada
ona sahip çıkıyoruz neden kaçıp ta bize ihanet etsin
ki?” diye düşünürken bir kez daha plastikle ipliğin karışımı
olan yular ipinin kıvırdığı tarafıyla atın bitkin vücuduna
vurdu. At birden irkildi, doğası gereği çifte atmak istedi
ama yorgun ve bitkindi arka ayakları yerden hafif yükseldi
ama kendine bile güveni yoktu, bu da yetmezmiş gibi
çifte tepkisine karşı o zayıf çelimsiz çocuk sözde göz korkutmak
niyetiyle bir kez daha vurdu atın zayıf bedenine.
Vuruyordu ama kendiside korkuyordu attan. Yaşlı kısrak
yavaşça ilerledi çocuk amcasını süzdü acaba bana bakıyor
mu? Yine kızacak mı? diye. Kızarsa ne olur ki? Amcası
sonuçta… O çelimsiz bedeniyle kırk yıllık çiftçi amcasının
karşısına dikilip, ona karşı durarak “çalışmıyorum” mu diyecekti.
Madem öyle neden ordasın ne işin var bu berbat
işlerin olduğu bir köyde? Git okulunu oku gez, toz. Hayır, o
senin amcan onun yardıma ihtiyacı varsa sen ona yardım
edeceksin amca o kızarda döverde ama gerekirse kendi
çocuğundan ayırt etmeksizin sever de…
Tüm bunlar kafasında her gün her gün dönüp duruyordu.
Bu günde dünün aynısıydı. Her gün aynı acılar aynı
yorgunluklar aynı küfürler azarlamalar nereye kadar böyle
devam edecekti.
Her gün at sırtında tarlada çalışarak nereye kadar devam
edecekti. Günler güleri kovalıyor o zorlu tarla zamanları
bir türlü geçmek bilmiyordu.
12
İşte o gün geldi. İşler bitmişti artık geriye kalan tek şey
tekrar annesinin yanına dönecek olan zayıf çelimsiz yeşil
gözlü çocuk, birkaç aylığına özgürlüğünü doya doya yaşayacak
olan zayıf çelimsiz bir gözü kör bir kısrak.
Ayrılık vakti gelmişti. Atın yuları çözüldü ve özgürlüğü
teslim edildi sarışın çocuk tarafından. Sonra uzun uzun
bakıştılar birbirlerine aralarında bir bağ vardı sanki. O zayıf
çelimsiz kısrak ufuğa doğru koşmuyor sarışın yeşil gözlü
çocuk bavulunu eline alıp gitmiyordu.
Bir gariplik vardı bu işte. Anlam veremiyordu çocuk.
Günlerce haftalarca yuların ipiyle vurduğu acı çektirdiği o
kısrak bu gün özgürlüğüne kavuştu. Ama gitmiyordu yanından.
İşte tamda o anda anlamıştı yaşlı kısrak neler olduğunu
ama o da kabullenmiyordu.
Çocuk arkasını döndü ve gitmeye başladı. Biraz yürüdükten
sonra arkasını dönüp bakmak istedi kör kısrağın
özgürlüğüne koşuşunu ama döndüğünde arkasını çok şaşırdı.onu
takip ediyordu yaşlı at.
Ufak bir gülümsedi tekrar sarıldı bir kez daha öptü alnından
okşadı son kez tüylerini ve fısıldadı:
“özgürüz ikimizde. Hadi keyfini çıkaralım.”
O çocuk birden atın kafasından tuttu ve kulağına “artık
özgürsün, şimdi dilediğin gibi koşmanın gezmenin vaktidir.
Hadi git kış gelmeden gez dolaş, kış gelince aylarca
bir ahırda kitli kalmak zorundasın. Bu günlerin keyfini çıkar.”
Dedi ve alnına bir öpücük kondurarak tüylerini okşadı.
VİTRİN SÜSÜ
Ali Özgür-
Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatı
“Ben ne sana taparım, ne seni ararım, ne trip atarım
Sen ne beni oyala, ne omuz ovala, işime bakarım
Ben o nazı çekemem, günaha giremem, kötü söz edemem
Aşk bu kızıl ötesi, yaralı müzesi, hareket edemem”
Bilenleriniz bilir. Şarkı direk böyle başlar.
Adama sormazlar mı, neden tapacaksın
kardeşim sev diye. Yeter
mi, bir de durduk yere trip atıp
aramamazlık yapıyor. Dikkat
edin bir de günaha girmek
istemiyor adamcağız. Yahu
neden durup dururken
günaha gireceksin ? Dur,
sakin ol demeden, hemen
“aşk bu kızıl ötesi” diye
devam ediyor. Nasıl yani
diyemeden bir başka soru
uyanıyor kafamızda. Müze
neden yaralı ? Adam neden
hareket edemiyor ? Ne yaparsak
yapalım anlam veremiyoruz. Fakat
klibini izleyince güzel bir kareografi ile
birleştiğinde, bu laf cambazlığı kimileri için
kulağa hoş gelebiliyor. Arabada, doğum günü kutlamalarında
bir anda kulağımıza geliveriyor sesi. Ancak
bu laf ebeliğine katlanmak zorunda değilsiniz. Biliyoruz,
sizde sıkıldınız bu anlamsız kalabalıktan. İnanın, sabah
uyandığınızda dinlemekten mutluluk duyacağınız niceleri
var. Misal;
14
“Şişeler
Lingo lingo lingolik
Irakı mı içtin sen bensiz
Çamura mı düştün a densiz”
Ne kadar suçlama yapılmış gibi görsekte, daha önce
yapılmış ve belli ki zevk alınmış bir durumun tek başına
yapılmasından şikayetçi. Anlatılmak istenen; beraber paylaşımda
bulunmanın güzelliği. Yalnız yapma, beraber yapalım
diyor. Ne “tapıyor”, ne de “trip” atıyor.
Yalnızlık Üzerinden Acılarını Süsleyenler
“Ekmeği bol eyledik
Acıyı bal eyledik
Sıratı yol eyledik
Geldik bugüne”
Edebiyatın insanlık açısından önemi büyüktür.
Sorgulamak ve anlamak şart. Nedeni ise açık;
toplumsal, siyasal ve ahlaki değerlerin oluşumundaki
katkısı tartışılmaz. Bazılarımız net şekilde okuma listelerindeki
çoğu kitaplarda kendilerine de yer ayırırlar.
Örneğin; yaşam biçimi diğerlerine göre daha fazla depresif
olan insanlar, romanlardaki ve hatta işin içine
beyaz perdeyide katarsak filmlerde ki,
çöküş yaşayan insanlarda kendilerini
bulurlar. Örneğin; Son günlerde
popüler olan “Mucize Doktor”
dizisi. Doktorumuz otizmli.
Dağlık bir köyde, içine kapanık
bir çocukluk geçirmiş.
Tıp Fakültesini birincilikle
bitirmiş. Doktor olmuş. Diziyi
izlediğimizde doktorun,
alanındaki başarılarından
çok otizmli olması vurgulanıyor.
Hal böyle olunca kitlenin
buna üzülmesi gerekiyor
tabii. Neden üzülüyoruz ? Ya
da vurgulanmak istenen nokta
neden bu ? E dönemin koşullarında
işin içinde bol miktarda para olunca
hitap edilen kitle de bu oluyor. Acıları
bir süs gibi vitrinde sergilemenin maddi getirisi ve
müşteri bolluğu da cabası…
İnsanların acılarını vitrinlerde sergilediği bu günlerde
biraz geriye dönüp bakmak kaçınılmaz. Başta söylediğimiz
gibi, sorgulamak şart. Açıkça dile getirmek gerekirse
bu gün bir kaç yöntemle edebiyat üzerinde para kazanan
insanlar mevcut. Bu yöntemler ne ? Birincisi; Acılar, sıkıntılar,
ayrılıklar üzerinden. İkincisi; Şöhreti üzerinden (Var
Mısın Yok Musun, Survivor vs katılmak şart). Üçüncüsü;
Önemli şairlerimizin olmayan şiirlerinden, olmayan alıntılar
yapmak. Ayrıntılı değil, üstünkörü incelediğimizde bunları
tahlil etmekte zorlanmayız. Hiç bilmesek, birazda olsa
kaynak taramasak Cemal Süreya’nın bir kaç kez intihar
girişiminde bulunduğunu zannedebiliriz.
Çünkü sosyal medyada yazılanlar gerçek olsa ancak o
kafayla yazılabilirdi. Üvercinka’yı yazan adamdan, “seve
seve çıktığım aşk basamaklarından, söve söve iniyorum”
demesi beklenebilir mi ?
Oysa usta; “Bütün kara parçalarında...” demiş. Ne aşkın
içini boşaltmış günümüzdekiler gibi, ne de umutsuzluğa
kapılmış.
Şiir Sokakta Yanlış, Kitapta Doğru
Edebiyatın mevsimi olur mu? Oldurdular. Kışın yağmuru
sevenler, yağmurun edebiyatını yaptılar. Pencere kenarında
oturup çay içmeyi de işin içine katmasalar olmaz tabii.
Durur mu Sonbaharcılar, hemen karardı onlarında içi.
Hal böyle olunca süslü söz tüccarları taşıdılar şiiri sokağa.
Oysa şiir sokakta değil, Kitapta güzeldi. Oradan okuyorduk
ne güzel. Sokaktan öğreneceğimiz başka. Misal,
düşüyoruz. Canımızın yandığını ilk sokakta öğreniyoruz.
Ancak kitabı açtığımızda nasıl yerden kalkacağımızı da
öğreniyoruz. Şiiri sokağa bırakırsak, şair “gördüğün yerde
sarıl bana” diyor. Oysa şair “Anamın bıraktığı yerden
sarıl bana” dememiş miydi ? Neden değiştirdiniz onu ?
Bu bir tür bilgi kirliliği tuzağıdır. Günümüzde popüler olan
dergilerin bazıları bu hataya düştüler. Mesela Bavul Dergisi.
Bir kapağında Turgut Uyar’ın fotoğrafının altına, “herkesin
bir gideni vardır, içinden bir türlü uğurlayamadığı…”
yazdılar. Halbuki Turgut Uyar’ın böyle bir ifadesi yoktu ki.
Sizlere önerimiz bu hataya düşmemeniz yönündedir. Yoksa
mazallah, dergiyi toplama kararı alan Bavul’un çaresizliğine
ortak oluverirsiniz.
Nedeni Ne ?
Örnekler böyle böyle uzar gider. Fakat bana kalırsa en
can alıcı nokta aşkın, sevginin, arkadaşlığın içinin boşaltılması.
Sanki nedensizce aşık olunabilirmiş, arkadaşlıklar
sadece çıkarlar üzerine kuruluyormuş gibi yazılıp çizilmesi
bunların olmazsa olmazı. Nedensiz sevgi olur mu ? Karşılıksız
emek vermenin peşinden gidenler ancak, sevmeye
neden bulurlar. İki insanın birbirine emek vermediği bir
arkadaşlık, aşk düşlenemez. Günümüzde bazı dergilerde,
sosyal medyada yazdıkları çarpıtılan şairlerimiz öyle yapmışlar.
Çok sevmişler, bolca paylaşmışlar. Hiç acı çekmemişler
mi ? Elbette çekmişler. Fakat acılarını sergilemek
yerine mutluluğu bölüşmüşler.
Şiirden bu kadar bahsedip, şiirle bitirmemek olmaz.
Merak etmeyin, bizimkisi gerçek. Sevginin, umudun, arkadaşlığın
gerçeğine talip olanlara sevgilerimizle…
Türk Edebiyatında
Bir Garip
Soluk
Ayşegül Şahin- Çağdaş
Türk Lehçerli ve Edebyatı
16
Birinci Yeni Akımı öncüleri başta Orhan Veli Kanık olmak
üzere Oktay Rifat Horozcu, Melih Cevdet Anday’dır.
Orhan Veli, Oktay Rifat ile on üç yaşında, Melih Cevdet
ile on altı yaşında tanışır. Üç samimi arkadaş, şiiri hayatın
gerçeğine yakınlaştırmak ister. Aslında 1937 yılına kadar
bir şiir anlayışı ararlar. 1937 yılında bir sabah Oktay Rifat
ile Orhan Veli Özen Pastanesi’nde buluşur. Oktay Rifat
yeni bir şiir yazmıştır fakat okumaktan çekinir. Çünkü bu
şiirde kâfiye yoktur, oldukça serbesttir(!) Bir süre sonra
dayanamaz ve şiirini okuyuverir. Orhan Veli heyecanla
cebinden bir kâğıt çıkarır ve tercüme ettiği şiiri okur. Şiir
tarzlarını bulan şairler, ertesi hafta Yaşar Nabi Nayır’ın
Varlık’ta onlara bir sayfa ayırmasıyla yeni şiirlerini yayımlar.
Yayımlanan sayfa, o günlerde Belçika’da
olan Melih Cevdet’e ithaf edilir. Melih Cevdet
günler sonra mektuplar gönderir. Mektuplardan
aynı tarz şiirler çıkar. Artık aynı yola çıkmışlardır.
Yepyeni düşünce, fikir; bir adı olmalı!
Orhan Veli, bir gün arkadaşı Cavit Yamaç’a
isim konusunu açar. Cavit Yamaç: “Senin şiirlerin
yadırganıyor, acayip, garip bulunuyor.
Öyle bir isim bulmalısın.” der. İsim kendini
belli etmiştir bile. Garip kelimesinin birçok
anlama geldiğini belirtelim. Sadece
“kimsesiz, zavallı” demek değildir. “Tuhaf”,
“içe dokunan, hüzün veren”, “gurbette
yaşayan, yabancı” gibi anlamlara
da gelir. Garip adı bu şiir anlayışı için fazlasıyla
manidar olmuştur.
Artık şiir anlayışlarını ve şiirlerini bir kitapla
duyurmak gerektiğini düşünürler. Orhan Veli,
kitabın başlangıcında bir manifesto yazar.
“ Yeni bir zevke ancak yeni yollarla ve yeni vasıtalarla
varılır. Bir takım ideolojilerin söylediklerini bilinen
kalıplar içine sıkıştırmakta hiçbir yeni ve san’atkârane bir
hamle yoktur. Yapıyı temelinden değiştirmelidir.”
Orhan Veli, şiirde kuralcılığı, vezinleri, kafiyeleri gereksiz
bulduğunu detaylıca anlatır. Bir garip durum da şudur
ki; Orhan Veli, Divân Edebiyatını çok iyi bilir, aruzu çok
başarılı sayılabilecek derecede kullanır.
Buna rağmen yeni bir şiir
için mücadele
edecektir!
KUŞ ve BULUT
Kuşçu amca!
Bizim kuşumuz da var,
Ağacımız da.
Sen bize bulut ver sade
Yüz paralık.
Oktay Rifat – Orhan Veli
YAPRAK ve PALTO
Yaprak Dergisi’nin sahibi ve yazı işlerinden sorumlu Orhan
Veli’dir. Yaprak ile özenle ilgilenir Orhan Veli. Dergi
bir süre sonra maddi yönden sıkıntıya girer. Orhan Veli,
derginin çıkması için paltosunu bile satar. 28. ve son sayıyı
çıkarır. Orhan Veli’nin ölümünden sonra, ona saygı için
bir “Yaprak” daha çıkarılır.
KİTABE-İ SENG-İ MEZAR
I
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah’ın adını,
Günahkar da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendiye
II
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa olduğunu alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince...
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
III
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rüzgar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yaz işiyle:
“Ölüm Allah’ın emri,
Ayrılık olmasaydı.”
Orhan Veli KANIK
Rıfat Büyükatak-Tarih
12 Öfkeli Adam
12 Öfkeli Adam, babasını öldürmekle suçlanan bir gencin,
mahkeme jürisi tarafından oybirliği ile alınacak bir
karara göre idam edilip edilmemesi üzerine çekilmiş bir
film. 12 kişiden oluşan jürideki on bir kişi toplantı odasına
girmeden önce kararlarını vermişlerdir; bu gencin idam
edilmesi an meselesidir. Ancak içlerinden biri, 8. jüri farklı
bir görüş sunarak gencin suçsuz olabileceğini iddia eder.
Karar oybirliği ile alınamadığı için konuşmalara geçilir,
herkesin tek tek fikrini söylemesi ve 8. jüriyi ikna etmesi istenir. Ön yargı temelinde olaylara yaklaşan jüri
üyeleri zaman geçtikçe bazı mantıksal hatalar bulurlar. Cinayetin sadece iki tanığı olması, cinayet gecesi
ile ilgili zaman uyuşmazlıkları ve savunma avukatının yetersizliği belki de en can alıcı noktaları oluşturmaktadır.
Çocuğun cinayet gecesi evde olmayıp sinemaya gittiğini söylemesi ve izlediği film hakkında bilgi
verememesi ise Jüri üyelerinin en büyük kozudur. Tartışmalar ve karşılıklı fikir savaşlarında tansiyonun bir
hayli yükseldiği noktalarda vardır.
Peki, sizce çocuk suçsuz mu? yoksa suçlu olduğu
söylenemez mi?
Ölüler Evinden Anılar:
Ölü bir eve benzetmiş sürgün yaşamını Dostoyevski,
suçluları toplumdan uzak tutmak için köhne bir
yere tıkan, onları taştan bir tabuta koyup birbirlerini
yemeleri beklenen bir yer olarak betimliyor hapishaneyi.
Aslında gözleme dayalı ruhsal çözümlemeler
Dostoyevski’nin çoğu kitabında olan bir şey; ama
büyük eserlerinden önce yazdığı ilk kitaplarından
biri olması nedeniyle özellikle Dostoyevski’yi sevenler için ayrı bir önem taşıdığını düşünüyorum. Çünkü
insanların ne kadar alçalabileceğini ve bu alçalmanın kimileri için ne kadar önemsiz olabileceğini
yazıya dökerek sindire sindire anlatıyor Dostoyevski. Zaten kendisi de hiçbir zaman insan ilişkilerinde
iyi olamamış, kimseye doğru dürüst güvenememiş, ‘sorunlu bir kişiliğe sahip. Dostoyevski’nin, çok
iyi gözlem yeteneği var, bir nevi insan sarrafı, Sigmund Freud’un deyimiyle psikanalizin en önemli
temsilcisi. Sibirya’nın soğuk havasından, sürgündeki insanların iç dünyalarından, askerlerden
ve yönetimin üst birimlerindeki kişilerden söz ederken yazdıklarına katılmamak olanaksız.
İnsanların çoğunun ne kadar acımasız olduklarını, düşünmeden sadece nefes almak
için bomboş yaşadığını söylüyor. Dostoyevski, sözcüklerden insan çiziyor, satırlara
canlılık katıyor. İyi okumalar!
Cumhuriyet—Muammer Sun
18
Cumhuriyet döneminin yetiştirdiği ender ustalardan birisi olan Muammer Sun,
bu sayımızda dinlemeniz için şiddetle önerimizdir! Cumhuriyet filminde daha da
ön plana çıkan eserleri biz değerli izleyicilerin kulağında ki pası söküp atıyor. Yaptığı
eserler ile birlikte bizleri tekrar Cumhuriyet’in kuruluşuna götürüyor adeta. Şimdiden
keyifli dinlemeler!
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden
yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahrave
mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları
zaman.
En bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.