KUYU

https://pbs.twimg.com/media/DSIizrZW0AAYxVd.jpg:large

twitter.com


Editör Ekibi

Editör

Emine Hilal MUTLU

NEDEN KUYU?

Yazı İşleri Ekibi:

Elçin IRMAK

Şuheda ŞALIŞLIOĞLU

Mete BACAKSIZ

Dergi Koordinasyonu Ekibi:

Şuheda ŞALIŞLIOĞLU

Elçin IRMAK

Mete BACAKSIZ

Emine Hilal MUTLU

İÇİNDEKİLER

1- Neden KUYU?

2- Psikolojik Sağlamlığın Dün, Bugünü ve Yarını

3- BİYOGRAFİ KÖŞESİ

4- Bir Ağacın Mücadelesi

5- RÖPORTAJ KÖŞESİ

6- Çocuklara Mahremiyet Eğitimi Vermenin Önemi

7- KARA SAYFA

8- İnsanlığın Mariana Çukuru

9- PSİKOLOJİNİN ALT ALANLARI TANIYALIM

10- MAGAZİN KÖŞESİ

11- Yurt Dışı Yüksek Lisans İmkanları ve Zorlukları

12- Mutlu Olma Sanatı

13- OKU-YORUM

14- İZLİ-YORUM

15- Psikolojik Yardım Almaya Karşı Olan Tutumun

Sosyal Damgalanma Algısı İle İlişkisi

16- Psikoloji Topluluğu Neler Yaptı?

17- Teşekkür…

Süregelen hayatımızda gördüğümüz, duyduğumuz, bildiğimiz, hissettiğimiz,

ruhumuza dokunan her şeyi farkına varmadan içine attığımız;

düşüncelerimizin ve duygularımızın bir o yana bir bu yana savrulduğu

derin bir kuyudur bilinçaltı. Kuyunun derinliği ve dibinin karanlığı ile

bilinçaltının derinliği ve karanlığının benzerliği böyle bir metafora başvurmamda

etken oldu.

Her kuyu aynı derinlikte olmadığı gibi her insanın derinliği de aynı değildir.

Kuyu nasıl dibindeki suya ulaşıncaya kadar kazılı, çevresi duvarlarla

örülü derin bir çukursa, insan da kuyu gibi içsel derinliğe sahip bu

derinliği yaşadıklarının boyutuyla paralel olarak oluşturan ve çevresine

duvarlar ören bir canlıdır. Kimi insanın duvarlarını geçmek kuyusunun

dibindeki suya ulaşmak daha güçken kimi insanın duvarlarını

geçmek ve kuyusunun dibine ulaşmak daha kolaydır.

Konfüçyüs: “Kuyunun dibinde yaşayanlar, gökyüzünü kuyunun ağzı

kadar görürler” demiştir. İnsan kuyusunun dibine farkına varmadan

attıklarıyla suyu kirletir ve bu sebeple de dış dünyayı kuyusundaki suyun

bulanıklığı ile görmeye mahkûm olur.

Psikologlar, insanın kuyusuna helkeyi uzatan kişilerdir. İnsanın derinliğini

anlamaya, zorlu duvarlarını geçmeye ve bilinçaltını helkesi aracılığıyla

açığa çıkarmaya çalışırlar. Her psikoloğun helkesine bağlı olan

ipin uzunluğu birbirinden farklıdır. Yani her psikolog belli bir seviyeye

kadar ulaşabilir kişinin derinliğinde. Suyuna ulaşmaya çalıştığı kuyunun

derinliğine kimi zaman ipi yetmez ve suya ulaşamaz. Kimisi kuyunun

içine bile girmeye kalkmadan çevresinde gezerek içindeki suyun

bulanıklığı ya da berraklığı hakkında analiz yapmaya kalkar. Helkesine

bağlı ipin uzunluğunu, psikoloğun donanımı, kendini yetiştirmesi,

karşısındaki insanı anlama yetisi belirler. Belki de kendisinin kuyusunun

derinliği belirler.

İşte bu yüzden dergimizin adı KUYU. Belki bir yerlerden başlayabiliriz

diye kuyu. Henüz bir helkemiz olmasa da en azından kuyuya yukarıdan

ufak bir çakıl taşı atıp ne kadar süre sonra düşeceğini dinleyebiliriz

umuduyla kuyu...

Sizi kuyuyla baş başa bırakmadan evvel bir ricam olacak. Dergimizin

bu sayısını, analizini yaptığımız filmde de yer alan bir şarkı eşliğinde

okumanızı rica edeceğim. Kulağınıza gelmeye başladığında okumaya

devam edin.

Ludovico Einaudi - Experience

Başladı mı? İşte şimdi kuyunun dibindesiniz.

Emine Hilal MUTLU

Editör

1



Psikolojik Sağlamlığın

Dün, Bugünü ve Yarını

Hayatı boyunca önemli risklere

maruz kalmalarına rağmen

olumlu başarılar elde etmiş ve

bu risklerle sağlıklı baş edebilmiş

insanlar her birimizin dikkatini

çekmiştir ve hatta gazete ve

televizyonlar bu tür başarı hikayeleriyle

doludur. Sadece ülkemiz

gündeminde değil dünyada

da bu tür durumlar hep ilgi

çekmiştir. Hayatını sürdürebilmek

için lise öğrenimini yarıda

bırakan ve özel bir bankada

memurlukla iş hayatına başlayıp

ülkenin en zengin iş insanı

olmayı başaran Sakıp Sabancı,

hayatı boyunca hep yoksulluk

yaşamış fakat buna rağmen

onlarca kült eser üretmiş Sebahattin

ALİ, yine yoksulluk ve

yaşadığı sürgün sonrası “Halikarnas

Balıkçısı” gibi önemli

bir eseri üretmiş Cevat Şakir

KABAAĞAÇLI, ülke işgal altındayken

bile umudunu yitirmeyip

“umutsuz durumlar yoktur,

umutsuz insanlar vardır” diyen

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün

hayatı buna örnek verilebilir.

Dünyada ise Yüzüklerin Efendisi

kitabının yazarı Tokein’in hayatı,

Marcel PROUST’un, George

ORWELL’in, İran asıllı Amerikan

vatandaşı ünlü kemancı Farid

FARJAD’ın hikayesi bu özelliktedir.

Bu gerçek yaşam hikayeleri

Psikoloji biliminin de ilgisini çekmiş

ve araştırmacılar şu soruya

yanıt aramıştır: “Niçin bazı insanlar

zor riskli veya travmatik

durumlarla daha sağlıklı baş

edebilmekte ve bu insanları

diğerlerinden farklı kılan özellikler

nelerdir? (National Institute

of Mental Health, 1995, s. 26).

http://galadergi.com

1970’li yıllarda psikolojik sağlamlık

araştırmacıları bu durumu

mizaç (temperament)

veya özellik benzeri (trait-like)

içsel bir kaynağa atfetmiştir.

Fakat uzun süreli yapılan

(Minnesota Risk Araştırması ve

Werner ve Smith tarafından

yürütülen araştırma) boylamsal

(longitudinal) araştırmalar

psikolojik sağlamlığın içsel bir

özellik olmadığını ortaya koymuştur.

Bu bağlamda artık

araştırmacılar psikolojik sağlamlığı

üç temel alt değişkene

sahip (risk faktörleri, koruyucu

faktörler ve olumlu sonuçlar),

birey ve çevrenin etkileşimi ile

meydana gelen, zaman içerisinde

değişebilen ve gelişebilen

dinamik bir süreç olarak ele

almaktadır.

Psikolojik sağlamlık kavramını

daha iyi ifade edebilmek için

bazı araştırmacılar devrilmez

oyuncak veya esnek çubuk

gibi anolojiler kullanmaktadır.

Devrilmez oyuncak anolojisinde

bu oyuncak bir insana benzetilmekte,

oyuncağın aldığı

darbeler bir riske benzetilmek-

te, belirli bir etkinin ardından

oyuncağın tekrar eski haline

gelmesi ise olumlu sonuç olarak

değerlendirilmektedir. Fakat

bu tanımda iki temel sınırlılık

bulunmaktadır. Bunlardan

ilki devrilmez oyuncağın sadece

kendi gücüyle geri gelmesi

ikincisi ise geri geldikten sonra

sürecin sonlanmasıdır. Psikolojik

sağlamlık sistemi içerisinde kişiler

bazen

belli özellikleri sayesinde kendiliğinde

bazen de bir yakının

desteği veya sosyal imkanlar

gibi çevresel bir destekle (koruyucu

faktörler) riskin olumsuz

etkisinden kurutulabilmektedir.

Bu tanımdan da anlaşılacağı

üzere psikolojik sağlamlığın ilk

koşulu risk deneyimleridir. Risk

olmadan ortaya çıkan olumlu

sonuçlar sağlamlıktan çok

sosyal yeterliğe (social competency)

atıf yapmaktadır. İkinci

önemli değişken ise koruyucu

faktörlerdir. Bu koruyucu faktörler

riskin etkisini modere veya

mediete ederek kişinin olumlu

sonuç (positive outcome) elde

etmesini sağlayan özellik veya

fırsatlardır. Koruyucu faktörler

zeka, mizaç, iyimserlik, öz-düzenleme

gibi içsel veya aile,

öğretmen desteği, yaşadığı

yerdeki sağlık ve sosyal fırsatların

yeterli oluşu gibi dışsal olabilir.

Üzerinde durulan son değişken

ise olumlu sonuçlardır. Kişi

belirli bir riske maruz kalacak

risklerin etkisini bazı aracı değişkenler

doğrudan veya dolaylı

olarak düzenleyecek ve ortaya

olumlu sonuçlar çıkacaktır.

Psikolojik sağlamlık araştırmalarında

olumlu sonuçlar bazen

sadece normal gelişimini

sürdürebilme durumu, bazen

risklerin ardından herhangi bir

patoloji görülmeyişi bazen de risk sonrası büyüme olarak ele alınmaktadır.

Peki bugün bu araştırmalar ne durumdadır? Üçüncü dalga araştırmacıları psikolojik sağlamlığın

geliştirilebilir doğası üzerinde durmuştur. Hatta Masten (2014) sağlamlığı sıradan mucize (ordinary

magic) olarak tarif etmiş ve bu eksende bazı müdahale programları geliştirilmiştir. Unicef

tarafından geliştirilen Building Reislience, Amy Winehouse Vakfı (2017) tarafından Harward Üniversitesi

işbirliği ile hazırlanan Amy Winhouse Psikolojik Sağlamlık Programı, Centre of Resilience

for Social Justice ve Brighton Üniversitesi tarafından hazırlanan ve İngiliz Hükümeti tarafından

desteklenen çok yüksek bütçeli “Resilience Revolution” projesi, Akar (2018) tarafından geliştirilen

Çocuk ve Ergenler için Psikolojik Sağlamlık Programı bunlardan bazılarıdır. Yukarıdaki verilen

bilgileri kısaca özetleyecek olursak

a. Psikolojik sağlamlık risk faktörleri, koruyucu faktörler ve olumlu sonuçlar gibi üç temel alt değişkene

sahiptir.

b. Psikolojik sağlamlık sabit bir özellik değil dinamik bir süreçtir.

c. Psikolojik sağlamlık mizaç, sosyal yeterlik ve dayanıklılık gibi kavramlardan farklıdır.

d. Psikolojik sağlamlık zaman içerisinde değişebilir ve belli müdahalelerle kişilerin olumla sonuç

elde etmesi kolaylaştırılabilir.

e. Psikolojik sağlamlık sistemi içerisinde elde edilen yeterliliklerin spesifiye edilmesi (akademik,

duygusal vs.) alan açısından önemlidir . Belli bir riske maruz kalan bir birey

akademik alanda sıçrama yaparken duygusal anlamda problemler yaşayabilir (Akar, 2018).

Sonuç olarak psikolojik sağlamlığın gelişiminde bireysel çevresel biyolojik bir çok etmen rol oynamaktadır.

Annenin gebeliğe hazır oluşundan hamilelik döneminde yaşadığı strese, erken

dönemde çocuğun aldığı eğitimden öğretmen ve ailenin kontrol yöntemine, beslenmeden

sosyal desteğe bir çok konuda aileler bilgilendirilmeli ve yapılan çalışmalar akademi, devlet ve

özel teşebbüsler tarafından desteklenmelidir. Seligman’ın dediği gibi Psikologların işi sadece

mutsuz insanları daha az mutsuz hale getirmek olmamalı, toplumun geri kalanı içinde bir şeyler

yapmalıdır.

Kaynak

Akar, A. (2018). Psikolojik Sağlamlık Programının Ergenlerin Psikolojik Sağlamlık Düzeyine Etkisi.

Doktora Tezi. Maltepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.

Masten, A. S. (2014). Ordinary magic-resilience in development. New York: The Guilford Press.

National Institute of Mental Health. (1995). Basic behavioral science research for mental health:

A National Investment. Washington DC: U.S. Department of Health and Human

Dr. Atanur AKAR

2 3



Çiğdem KAĞITÇIBAŞI

Sosyal psikolojinin kurucularından ve psikoloji

camiasının önemli isimlerinden biri olan Çiğdem

Kağıtçıbaşı, ülkemizin ilk sosyal psikoloji profesörüdür.

29 Ocak 1940’da İstanbul’da dünyaya

gelen Kağıtçıbaşı, 1959’da Robert Koleji’nden

mezun olmuş, psikoloji alanındaki lisans eğitimini

1961 senesinde Massachusetts`teki Wellesley

College`de tamamlayıp ardından doktora tezini

1967 yılında Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nde,

sosyal psikoloji alanında yapmıştır.

Ülkemize döndükten sonra Orta Doğu Teknik

Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nin

Sosyal Bilimler Bölümü’nde öğretim

üyeliği yapmış, ardından 1980 yılında Boğaziçi

Üniversite’sinde profesör olarak çalışmalarını

sürdürmeye başlamıştır. Daha sonra Koç Üniversite’sine

geçen Kağıtçıbaşı, ayrıca Duka,

Colombia, Harvard ve California-Berkeley Üniversiteleri’nde

konuk öğretim üyesi olarak çeşitli

dersler vermiştir.

Çalışmalarında insanın gelişimi ve ailedeki bireyler

arasındaki etkileşimi, kültürlerarası bir yaklaşımla

inceleyen Kağıtçıbaşı, bu doğrultuda

geliştirdiği “Kültürlerarası Benlik ve Aile Modeli”

aracılığıyla psikolojide Amerika Birleşik Devletleri’nin

(ABD) üstünlüğüne karşı durmuş, devamında

yine ABD bilim çevrelerinden övgü kazanmıştır.

2009 senesinde Mersin Üniversitesi’nde

“Optimal Bir İnsan Gelişimi Modeline Doğru”

konulu bir konferans veren Çiğdem Kağıtçıbaşı,

bu konferansında benlik ve yetkinlik gelişimini,

bunların her ikisinin de sağlıklı bir şekilde

geliştiğinde ortaya optimal bir model çıkacağını

belirtmiştir. Ayrıca seneler boyunca emek

verdiği “Kültürel Psikoloji” adlı eserinde bireyin

benlik yapısını, bu benlik yapısının gelişimini ve

aile kurumunun buna etkilerini araştırmış ve bu

eserinde iddialarını belli kuramlar çerçevesinde

destekleyerek günümüz aile dinamiklerini ve bireyin

gelişim sürecini anlamamıza yardımcı olmuştur.

Birçok dernek yöneticiliği yapmasına karşın

bunlar arasında en önemli olanı 2000 yılına

kadar sürdürdüğü Dünya Psikoloji Derneği’nin

yardımcı başkanlığıdır. Ülkemizde Türk Eğitim

Gönüllüleri Vakfı’na (TEGV) birçok destek sağlayan

Kağıtçıbaşı, ayrıca uzun yıllar boyunca

UNICEF danışmanlığı pozisyonunda yer almıştır.

Koç Üniversitesi UNESCO kürsüsü sahibi olan

Kağıtçıbaşı, bilim dünyasında 5 bin 200’ün üzerinde

atıf ile makalelerine en çok atıf yapılan

www.herkesebilimteknoloji.com

sosyal bilimcilerden biri haline gelmiştir. Ülkemizde

basılmış 18 kitabı ve 47 makale/kitap bölümü; yurt

dışında ise basılmış 12 kitabı ve 140 makale/kitap

bölümü vardır.

Kağıtçıbaşı, ülkemizde ilk kez çocuğun aile içindeki

değerini araştırmış, geliştirdiği “Kültürlerarası

Benlik ve Aile Modeli” ile sosyal psikolojide çığır

açarak hem ülkemizde hem de dünyada saygın

bir yer kazanıp birçok ödüle layık görülmüştür. Bu

ödüllerden bazıları: Avrupa Gelişim Psikoloji Kuruluşu

2007 William T. Preyer İnsan Gelişimi Çalışmalarında

Mükemmellik Ödülü; 2007 Ursula Gielen

Global Psikoloji Kitabı Ödülü; The Academy of

Sciences for the Developing World “TWAS üyeliği”

(2006); Hollanda İleri Araştırmalar Enstitüsü Üyeliği

(2005);

Uluslararası Uygulamalı Psikoloji Kuruluşu “Psikoloji

Biliminin Uluslararası Gelişimine Katkı Ödülü”

(1998); Kültürlerarası Psikoloji Kuruluşu Onur Üyeliği

(1998); Wellesley College Mezunlar Başarı Ödülü

(1997); Mustafa Parlar Bilim Ödülü (1996); Hollanda

İleri Araştırmalar Enstitüsü Ödülü (1993-94);

Amerikan Psikoloji Kuruluşu “Uluslararası Psikolojinin

Gelişmesine Seçkin Katkı Ödülü” (1993); Fulbright

Ödülü (1983-84); Sedat Simav Sosyal Bilimler Ödülü

Çiğdem Hoca, kadınları ve anneleri ‘kültür taşıyıcıları’

olarak tanımlamış, Anne Çocuk Eğitim Vakfı’nda

(AÇEV) yönetim kurulu başkan yardımcılığı

yaparak birden çok yeni uygulamanın temellerini

atmıştır. 62 ilde uygulanan anne/çocuk eğitimi ve

erken destek projesini geliştirmesi, alan dışındaki

öğrencilere dahi psikolojiyi anlatarak onlara psikolojinin

önemini aşılaması, ve uluslararası alanda

yaptığı sayısız çalışması, ülkemize sağladığı en

önemli kazançlardandır.

Çiğdem Hoca, 2 Mart 2017’de geriye psikoloji

alanındaki birçok araştırmacıya ve öğrenciye yol

gösterecek onlarca kitabı, yüzlerce makale ve

araştırma yazısını; birçok kadına, çocuğa ve anneye

sayısız yardımı, ülkemize ise kocaman bir gururu

bırakarak hayata gözlerini kapatmıştır.

Editörden…

Bir Ağacın Mücadelesi

Hayatımızın bazı dönemlerinde ya da genel çerçevede, hep bir çaba, hep bir başa çıkma

peşinde değil miyiz? Neden bir şeyler için çok fazla emek veriyoruz? Hepimizin hayatında çok

güvendiğimiz insanlar olabiliyor. Ben bunları bir ağacın dallarına benzetiyorum. Biz de o ağacın

dallarına tutunarak hayatımızı devam ettiriyoruz. Ağacın ufak dalları bazen doğaya, yaşam

koşullarına tam uyum sağlayamazlar ve güçsüz kalıp sonunda birer birer düşerler. Bu düşen

küçük dallar bizi tabiki etkiler, ama hayatımızı değiştirecek yıkıcılıkta bir etki değildir bu, çünkü

ağacımızda hala tutunduğumuz dallar mevcuttur. Bu küçük dallar, hayatımızda fazla etkin bir

rolü olmayan, günlük hayatımızdaki sıradan kişiler olabilirler. Bu kişilerin hayatımızdan çıkması

bizi çok etkilemez.

Bizi asıl etkileyen, ağacımızın büyük dallarıdır. Yani hayatımızda büyük bir yeri ve anlamı olan kişilerdir.

Ağacımızın bu büyük dallarına, bir hayli güveniriz tabiki, ama öyle durumlarla karşı karşıya

kalırız ki o çok güvendiğimiz büyük dalların gözlerimizin önünde kırıldığına şahit oluruz. Bazen

o büyük dalları bile isteye biz koparırız ağacımızdan, çünkü biliriz ki eğer ayırmazsak, o büyük

parçadaki sorun diğer dallara, oradan da ağacımızın köküne ulaşacak ve belki de ağacımızın

yok olmasına sebep olacak. Böyle bir sorunla karşılaşıp, onu kopardığımızda ağacımızın dayanıklılığı

azalacak gibi görünse de esasında büyük bir yıkımın önüne geçmiş oluruz. İşte hayat, o

dala tutunmadan da ayakta kalabileceğini öğretene kadar birçok kere sorunlu dal çıkarır her

birimizin karşısına.

http://matematiksel.org

Bir gün gelip en güvendiğimiz, en sıkı tutunduğumuz dallar sallandığında, elimizde kaldığında,

hatta yüz üstü yere kapaklanmamıza neden olduğunda bile, sonunda ayağa kalkabilme gücünü

kendimizde bulabilmeliyiz. Zamanla ağacımızın dallarına tutunarak ayakta kalmak yerine,

hiçbir yere tutunmadan sadece ağacımızın gölgesi altında yaşamayı öğrenmeliyiz.

Hepimiz süregelen hayatımızda bir şeyler için çabalıyoruz. Önemli olan bunun farkındalığı içinde

olmaktır aslında. Umarım sizler de ne için çabaladığınızın farkında olarak hayatınıza devam

ediyorsunuzdur. Umarım, tutunacak yeni dallar aramak yerine düştüğünüz yerden kendi

dizlerinize tutarak doğrulabiliyorsunuzdur. Umarım bir yerlere tutunmadan, mücadele dizlerinize

tutunarak gerçeğiyle tanışmışsınızdır. Çünkü emek vermeden bir şeyleri kazanmanın ya da

kaybetmenin hiçbirinin bir anlamı olmadığı konusunda hem fikir olduğumuzu düşünüyorum.

Ağaçlarınızın serin gölgesi altında, kendi emeklerinizle, hiçbir yere tutunmadan da ayakta kalabilmeniz

dileğiyle…

www.depositphotos.com

www.depositphotos.com

4 Celalettin ÖZKAN

5



RÖPORTAJ

Ferhat

AYDIN

Bar Psikoloğu adıyla yaptığı gösterilerle

Türkiye’de ve dünyada bir ilki gerçekleştiren

kıymetli hocamız Ferhat

Aydın’a tüm yoğunluğu arasında bizi kırmadığı

için teşekkürlerimizi sunuyor, sizleri

kendisiyle ilgili en merak edilenleri sorduğumuz

röportajımızla baş başa bırakıyoruz…

1) “Bar Psikoloğu” adı altında yaptığınız

gösterilerle Türkiye’de ve dünyada

bir ilki gerçekleştiriyorsunuz. Bu yüzden

ilk olarak bu fikrin nasıl oluştuğundan

ve olgunlaştığından bahseder misiniz?

- Bar psikoloğu, benim çalışma hayatımda girişimcilik

anlamında denediğim son şeydi aslında.

Öncesinde farklı girişimcilik eylemlerim

oldu ama “bar psikoloğu” ilgi gördüğü için

buradan devam ettim. Aslında en başlarda

böyle olmasını planlamıyordum. Sadece her

hafta on-on beş arkadaşımızla sürekli gittiğimiz

bir mekanda psikoloji muhabbetleri yaparız

diye düşünürken, sosyal medyadan bu

etkinliği açmamla ve insanların ilgi göstermesiyle

birlikte zaman içerisinde bir ilerleme ve

gelişme kaydettik. Bunun hem alanında bir

ilk olduğunu, hem de bir sosyal girişimcilik olduğunu

çok sonradan fark ettim. Ülkemizde

terapist olma süreci beni zorladığından dolayı

farklı şekillerde mesleki tatmin yaşamak

adına çeşitli girişimlerde bulundum. Esasında

hedefim ve hayalim terapist olmaktı ama

gerek kültürel, gerekse toplumsal nedenlerin

yanında benden kaynaklı bireysel durumlarında

etkisiyle işler buraya evrildi diyebilirim.

2) Bu gösterileri yapmaktaki

motivasyonunuz tam olarak nedir?

- Güzel bir soru. Bu gösterileri yapmaktaki

temel motivasyonum, biraz mesleki tatmin

ve bunun yanında biraz da sahnenin

cazip gelmesi. Tabii sonrasında bunun zorluğunu

da fark ettim. Biraz daha açmam

gerekirse,en önemli motivasyon kaynağımın,

çok sahiplendiğim mesleğimin öneminin,

yaşadığım ülkedeki insanlar tarafından

anlaşılması olduğunu söyleyebilirim.

3) Sahne aldığınız barlardaki psikogösterileriniz

sırasında en çok duyduğunuz

sorular nelerdir? Aklınıza gelen en ilginç

soruyu bizimle paylaşır mısınız?

Öncelikle, “Aldığınız en ilginç soru nedir?” sorusu

benim en çok aldığım soru (gülüşmeler).

İlişkiler ve aldatma hikayeleri ile ilgili çok fazla

soru geliyor. İnsanlar çok dillendirmeseler de

dolaylı yollardan çocukluk yıllarında yaşadıkları

ihmallerin ve istismarlarının nasıl bir etki yarattığını

soruyorlar. Hani şu soru beni çok etkilemişti

diyebileceğim bir şey yok, çünkü hepsi

birbirinden ilginç ve enteresan geliyor bana.

Ama gösterilerde de bahsettiğim ve başıma

gelen ilginç olaylardan örnek verecek olursam;

alkolün dozajını kaçırıp sahneye yürüyenler

hiç unutamadığım anılar arasında.

4) Sabah bir çocukla görüşüp, aynı

gece bir barda sahne aldığınız zaman

diliminde bu farklı rolleriniz ve kimlikleriniz

günlük hayatınızı zorluyor muydu?

- Bar psikoloğu dört buçuk senedir var. Bunun

ilk iki buçuk yılında bir yandan özel okulda çalışırken,

bir yandan da çeşitli barlarda sahne

alıyordum. Ama son iki yıldır sadece sahne

işi yapıyorum. Özel okulda çalıştığım yıllarda

gündüz çocuklarla ve anne babalarla çalışmak,

aynı akşam bar sahnesinde çıkmak ilginç

bir deneyimdi. Gündüzler bana bir nevi

topluma ve eğitim sistemine dair veri toplama

şansı yani gözlem şansı sunuyordu. Aslında

beni tanıyanlar, okulda, günlük hayatımda

ya da bar sahnesinde birbirinden çok farklıymışım

gibi görmüyorlar beni. Yani günlük hayatta

çok çok farklı rollere girmiyorum. Olabildiğince

arkadaşlarımla vakit geçirmemin

yanında ben bir psikoloğum. Mesleğimi icra

etmeye çalışıyorum ve insanlara psikoloji ile

ilgili bir şeyler anlatıyorum. Dolayısıyla olumlu

anlamda güzel doneler veriyordu bana özel

okul hayatı. Akşam da dönüp bunu sahnede

anlatıyordum. Çalıştığım okullarda ya da

verdiğim seminerlerde, bardakinden çokta

farklı bir Ferhat Aydın yoktu aslında. Akşam

bar sahnesindeki tek farkım elimde bira olması

ve gelenlerin de bir şeyler içebiliyor olmasıydı.

Sonuç olarak farklı bir deneyimdi.

5) Psikogösterinize katılan kişiler, ne eğlenmek

için ne de terapi almak için geliyorlar.

Sizce bu kişilerin gösterinizden beklentileri

neler ve siz bu beklentilerin

ne kadarını

karşılayabiliyorsunuz ?

- Çok iyi bir soru. İnsanlar

gerçekten ne sadece

eğlenmek için ne

de sadece terapi motivasyonu

ile geliyorlar.

Ben onlara terapi yapmadığımı

söylüyorum

ama gelenlerin ciddi

bir kısmı meraktan geliyor

bence. “ Burada tam olarak ne oluyor

? Arkadaşım anlatmıştı ya da sosyal medyadan

takip ediyorum, nasıl bir şey yapıyor

acaba ? “ diye merak edip geliyorlar. En

büyük motivasyonum, keyifli geçen iki-iki buçuk

saatin sonunda, gelenlerin bir yandan

kulaklarına kar suyu kaçırırken bir yandan

da onları keyifli bir mod ile oradan göndermek.

Gelenlere sadece komedi yapmayı ya

da sadece dramatik psikoloji hikayeleri paylaşmayı

değil ortaya karışık bir muhabbeti

vadediyorum. Bilimsel psikoloji muhabbeti

vadediyorum aslında, ama bunu keyifli bir

ortamda yapmaya çalışıyoruz. Yani çok gerçek

dışı ya da büyük beklentilere girmemeleri

gerektiğini gösterinin başında anlatıyorum.

Beni izleyen ya da gece sonundan bardan

çıkan insanların benim anlattıklarımdan ne

aldıkları, çok büyük bir ihtimalle kendileriyle

ilgili. Bana gıcık olanlar, izlerken annesini hatırlayanlar,

çıktıktan sonra babasını arayanlar,

terapiye gitmeye karar verenler oluyor.

Özellikle çiftlerin “ Ya biz bir terapiye gidelim.”

demeleri gibi çok farklı tepkiler ve dinamiklere

şahit oluyorum. Artık kimde nasıl bir etki

yaratacağımı ben de çoğu zaman tahmin

edemiyorum. Ama sıkılmadan, hiç bilmedikleri

ve ilginç karşılayabilecekleri psikoloji teorilerini

ya da kendi görüşlerimi onlara anlatmaya

çalışıyorum. Kabaca böyle diyebilirim.

6) Yaptığınız işin en zor tarafı sizce nedir?

- Aslında yaptığım işin en zor tarafı her tür profilden

ve neredeyse her yaş grubundan, çok

farklı sosyoekonomik seviyedeki bir çok insana

hitap ettiğimin farkında olmam. Yöneticilerin

olduğu otuz kişilik bir holding ortamına

da gidiyorum, Düzce‘nin

bir ilçesinde öğretmenlere

seminer de veriyorum,

İzmir’de bir barda da çıkıyorum,

Kars’a da gidiyorum,

Denizli’de bir üniversite

salonunda söyleşi de

yapıyorum. Dolayısıyla birçok

farklı kesimden insana

ulaşmanın dilini oturtmaya

çalışmak ve o insanların

sozcu.com

kafasında ortak dertlerimizle

ilgili bir şey oluşturmaya çalışmak galiba

biraz zorluyor beni. Sonrasında, aldığım

olumlu olumsuz eleştirilerin ne kadarının benimle

ilgili olup olmadığını sorguluyorum. Bu

bir ilişki gibi aslında, sahne de insanı büyütüyor

belki ama önce biraz zorluyor. Gelenlerin

kafasında “Acaba neden bu kadar hayranı

oldu?”, “Neden bana gıcık oldu?”, “Niye

bana sinirlendi?” gibi sorular oluşmaması için

cümlelerimi özenle seçmeye çalışıyorum,

çünkü sahne öyle kafana göre konuşabileceğin

bir yer değil. Gerçekten büyük bir sorumluluk.

Hem de mesleğimizi temsilen orada

olduğum için, bir yandan da mesleğimizi

anlatmaya çalışıp mevcut önyargıları yıkmaya

çalıştığımdan ayrıca sorumluluk altında

hissediyorum. En zor tarafları bunlar diyebiliri .

7) Bir konuşmanızda “Bir insanın istediği

şeye ulaşamaması kötüdür ama

daha kötüsü ulaştığı şeyin aslında istediği

şey olmadığını fark etmesidir.” diyorsunuz.

Sizce kişi ulaşmak istediği şeyin gerçekten

istediği şey olduğunu nasıl anlar?

6 7



- İstemediği şeylerin farkına vararak. Deneme

yanılma yöntemiyle, yaşadığı her olay sonrasında

kendini, düşüncelerini, psikolojisini,

motivasyonunu ve arzusunu belli aralıklarla

kontrol ederek ulaşmak istediği şeyi gerçekten

isteyip istemediğinin farkına varmalıdır.

8) Kendini tanımaktan bahsederken “Birilerini

etkileyebiliyorsam, çok okuyup çok bildiğimden

değil, kendimi bildiğimden.” diyorsunuz.

Burada kastettiğiniz şey tam olarak nedir?

- Şu söze inanıyorum: “Çok kitap okumaktan

ziyade, iyi kitapları çok okumak lazım.”

Fakat insan bir şeyi izlerken veya okurken

kendisini değil de bir tanıdığını düşünmeye

daha çok meyillidir. Ben bunu kendimde

biraz daha yenmeye çalışıp hep kendimle

ilgili düşünmeye, kendimi sorgulamaya çalışıyorum

ve kendimde ulaştığım sonuçları

da sosyal mecralarda paylaştığım zaman;

ne kadar kendimle ilgili sahici bir şey çıkmışsa

o kadar çok etkileşim aldığını ve o kadar

çok benimsediğini, beğenilip tekrar tekrar

paylaşıldığını fark ediyorum. Şunu rahatlıkla

belirtebilirim ki: Kendimden yola çıktığım için

insanlara sahici bir yerden dokunabiliyorum.

9) ODTÜ gibi iyi bir üniversiteden mezun olmanıza

karşın birçok mezun gibi sıradan bir

yolu izlemeyip, son derece özgün bir girişimcilik

örneği sergilemiş biri olarak biz üniversite

öğrencilerine tavsiyeleriniz nelerdir ?

- Öncelikle ODTÜ’den mezun olurken meslektaşlarımın

çok büyük bir çoğunluğu gibi

ben de terapist olmak istiyordum. Aslında

böyle özgün bir yol tercih etmek gibi bir niyetim

yoktu. Bence iki şey burada çok önemli:

Bir; gerçekten yapmak istediğin şeye potansiyeliniz,

beceriniz var mı, iki; bunu seviyor

musunuz? Burada bence en önemli faktör,

dünyayı ve toplumu takip etmek ve farklı

alanlara ilgi duymak. Gerekirse bir fizik belgeseli

izlemek mesela, bir uzay programı seyretmek,

İstanbul’da yaşıyorsanız metrobüste,

metroda vakit geçirmek, sonra twitterı takip

etmek, böylece toplumun dinamiklerini

görmek, change.org’da kimler için ya da

hangi olaylar için imzalar toplanıyor ve kamuoyu

hangi olayları takip ediyor vs. Bu tarz

şeyleri ve gündemi takip etmeye yönelik sorumluluk

bilincinde olmak gerek diye düşünüyorum.

Sorumluluk diyorum çünkü bence

bu bizim sorumluluğumuz. Psikolojinin çok

farklı alanları var, bu yüzden bu farklı alanlara

ufak ufak ilgi duymak gerekiyor. Çünkü

bazı depresyonlar ekonomiktir, bazı depresyonlar

kültürel olabilir, bazı kaygı bozuklukları

özgürlük algısıyla ilgili olabilir. Dolayısıyla

çok farklı konulara ilgi duymak, galiba en

önemli tavsiye edeceğim şeydir. Zaten yaratıcılığın

temeli budur. Yani farklı alanları birbirlerine

uydurabiliyorsanız -buna yakınsama

deniyor- bir süre sonra hiç beklemediğiniz

fikirler, yaratıcılıklar ortaya çıkabiliyorsunuz.

10) Yeni çıkardığınız ‘’Ben Değil De

Bir Arkadaş ‘’isimli kitabınızdan bahseder

misiniz? Kitabınızı neden okumalıyız?

- Kitap benim dört buçuk senedir Türkiye‘de

kırka yakın şehirde psikolojiyle ilgili en

çok duyduğum ve insanlarda en çok yanlış

bilindiğini gözlemlediğim psikoloji klişelerini

ve en çok merak edilenleri anlatıyor.

Yeni mezunsanız ya da henüz öğrenciyseniz

acaba halk bizimle ilgili en çok neyi

merak ediyor diye düşündüğünüz anda

bu kitabı edinip okuyabilirsiniz. Kitabın ismi,

barda bana soru soruluş şeklinden geliyor.

sozcu.com

Çocuklara mahremiyet eğitimi

vermenin önemi nedir?

‘Çocuklarda Mahremiyet’ konusuna değinmeden

önce, kelimenin etimolojik değerlendirmesini

yapacak olursak mahrem Arapça “haram”

kelimesinden gelmektedir. Mahremiyet ise kişinin

kendisine ait olan bir şeyi başkalarından koruması,

başkalarıyla nerede, ne zaman, hangi

koşullarda, ilişki kuracaklarına kendilerinin karar

verebilmesi, özel alan, kişisel alan anlamına gelmektedir.

Türk Dil Kurumu’na göre ise mahremiyet

‘gizlilik’ olarak tanımlanmıştır.

Çocukların kendi cinsel kimliklerinin belirginleşmesiyle

beraber yaşadıkları toplumun normlarına

göre renk, oyuncak, kıyafet, arkadaş

tercihleri kendi cinsel kimliği çerçevesinde şekillenmektedir

Çocuğun mahremiyet algısının

oluşması çevrenin kendisinden neler beklediğini

öğrenmeye başlamasıyla başlar. Freud’a göre

cinsel kimlik 3-6 yaşları arasına denk gelen fallik

dönemde gelişmeye

başlar. Erikson

da okul öncesi

dönem içerisinde

4-6 yaşlarında,

çocuğun cinsiyet

farklılıklarını keşfettiğini

ileri sürer.

Aile, çevre, toplum

cinsiyete göre

bir takım çerçeveler

oluşturmaya

başlar. Mahremiyet

algısı, bu dönemlerde

bireyin

içinde yaşadığı aileye, çevreye, topluma göre

şekillenmeye başlar. Kentler “insanlar, yetiştiriliş

biçimleri itibariyle içinde yaşadıkları toplumun

cinsel normlarını kabullenirler ve onları uygularlar.”

şeklinde olan düşüncesini ortaya koymuştur.

Mahremiyet eğitiminde çocuğun kendi özel

hayatının varlığını fark etmesinin yanı sıra başkalarının

da özel hayatının olduğunu fark etmesi

hedeflenmektedir. Mahremiyet eğitimi ile cinsel

eğitim zaman zaman karıştırılan kavramlardır.

Mahremiyet eğitiminin, cinsel eğitimi de içerdiği

söylenilebilir. Cinsel eğitimle çocuğun cinsiyetinin

farkına varması, cinsellikle ilgili sorduğu

sorular karşısında yaşına uygun cevaplar verilmesi,

cinsel organın tabu olmaktan çıkarılması,

çocuğun cinsel organla ilgili merakının giderilmesi

hedeflenir. Mahremiyet eğitimiyle ise çocuklara

kendisinin ve karşı cinsiyetin özellikleri

hakkında bilgi edinebilmeleri, cinsiyete ilişkin

rolleri anlamaları ve kabul etmeleri, ahlakın ve

kültürün belirlediği çerçevede cevaplamanın

yollarını öğretmek amacıyla verilen eğitimdir.

Mahremiyet eğitimiyle çocuğun sosyal hayatın

içinde kendi özel alanını ve karşısındakinin

özel alanını koruyabilmesi, kendi sınırlarını koyabilmesi

ve karşısındakinin sınırlarına saygı

göstermesi hedeflenmektedir.

Çocuğun bedeniyle ilgili sorular sormaya başlaması

ve cinsiyet organını keşfetmesi iki yaş

civarlarında olduğu düşünüldüğünde mahremiyet

eğitiminin de bu dönemde başlatılabileceği

düşünülebilir. Ayrıca mahremiyet eğitimi

için tuvalet eğitimi döneminin kritik bir dönem

oluşturduğu söylenebilir. Tuvalet eğitiminin verildiği

18 – 36 ay arası mahremiyet eğitiminin

başlayabileceği dönem olarak düşünülebilir.

Küçük çocukların

cinsel organlarına

dokunarak

sevildiğinde

onların mahrem

alanlarına girilmiş

olunmaktadır.

Ayrıca

bu bölgelerin

fotoğrafları çekildiğinde

özel

alanların başkalarına

gösterilebilir

olduğu

http://dusunbil.com

inancına kapılabilmektedir.

Ayrıca çocukların cinsel organlarını

konu ederek sevmek, onların kendilerini,

kötü niyetli insanlardan korumak konusunda

kafa karışıklığı yaratabilmektedir. Çocuk, bir

başkası özel alanına dokunmak istediğinde iyi

dokunuş mu kötü dokunuş mu olduğu konusunda

ayrım yapmakta zorlanabilir. Ayrıca

çocukların bedenlerine istemedikleri şakalar

yapmak, ‘hayır, yapma’ dedikleri halde durmamak,

vücutlarına şakayla vurmak, sevmek

için ısırmak da çocukları olumsuz etkileyebilmektedir.

Tüm bunlar düşünüldüğünde 18 ay

öncesinde de mahremiyet eğitiminin temellerinin

atılmasının gerekliliği düşünülmektedir.

Çocuğun kendi özel alanını koruyabilmesi için

öncelikle bu alanı çocuğa tanımlamak gerek-

8 9



http://www.Suffagah.com

mektedir. Bedeninin kendine ait olduğu, kendine

ait özel bölgelerin bulunduğu, özel bölgelere

sadece anne baba ve doktorların dokunabileceği

çocuğa iki yaşından itibaren adım adım

anlatılmalıdır. Çocuk için tanımlanan özel bölgelerin

aynı zamanda diğer kişilerin de özel bölgeleri

olduğu öğretilmelidir. Çocukları başkalarının

yanında giydirmemek, altlarını değiştirirken başka

bir odaya götürmek, odasına girerken kapıyı

çalarak girmek onların mahremiyetine saygıyı

göstermektir. Bunlar düşünüldüğünde mahremiyet

eğitiminin ilk ailede başladığı söylenilebilir.

4 yaşından küçük olan ve lazımlık kullanan çocukların

bu lazımlığı tuvalet ya da banyoya

koymaları ve tuvalete girdiğinde yalnız yapmasını

desteklemek daha uygun olacaktır. Ayrıca

banyo ve tuvaleti kullanmaya girmeden önce

mutlaka kapıyı çalması gerektiği de öğretilmelidir.

Bunlara dikkat edildiğinde çocuk tuvalet ve

banyonun özel bir mekân olduğunu anlayabilir.

Çocuklara iyi ve kötü dokunuşu öğretebilmek

onları ihmal ve istismar durumlarından korumak

için oldukça önemlidir. Bedenlerini tanıtmanın,

özel bölgelerini anlatmanın yanı sıra kötü bir dokunuşla

karşılaştıklarında nasıl davranmaları gerektiğini

anlatmalıyız. Çocuklara özel bölgelerini

anlatırken bikini bölgelerimizin özel bölgelerimiz

olduğunu, başkalarının bu bölgelerimize bakmasının,

dokunmasının doğru olmadığını anlatmalıyız.

Ayrıca eşlerin birbirine çocukların önünde cinsel

içerikli şakalar yapmaları, çocuklarını dudaklarından

öpmeleri sonucunda çocuklar bu davranışların

herkes tarafından yapılabilir olduğunu

düşünebilmektedir. Dolayısıyla çıplak bedenine

dokunulduğunda, birisi kendisini dudağından

öptüğünde istismara uğradığını fark edemeye

bilmektedir. Bununla birlikte akranlarına

bu davranışları yaptığında çevresi tarafından

ciddi tepkilere maruz kalabilmekte ve bu

durum çocuğun kafasını oldukça karıştırabilmektedir.

Çocuklar cinsellikle ilgili bilgileri okul öncesi

dönem itibariyle sormaya başlayabilir. Öncelikle

ebeveynlerin bu durumun oldukça

doğal olduğuna kendilerini hazırlaması iyi

olabilmektedir. Çocuğun soru sormasına izin

verilmesi, anne ve baba olarak tutarlı cevaplar

verilmesi, yanıtların basit ve kısa olmasına

özen gösterilmesi ve sadece sorduğu kadarıyla

yanıt verilmesi sağlıklı cinsel eğitim için

gereklidir. Doğal bir ses tonuyla, mümkün

olduğunca rahat olarak, konuyu değiştirmeden,

konuyu önemseyerek, tam olarak neyi

öğrenmeyi istediğini anladıktan sonra yanıt

vermek, size olan güvenini arttırabilir ve bu

konuyla ilgili doğru bilgileri güvendiği kaynaklardan

alabilmeleri ve yanlış bilgiler edinmemeleri

için bu

bilgiler oldukça önemlidir. Cinsel eğitimi aşama

aşama ve yaşına uygun olarak alan çocuk

sonraki yaşamında karşı cinsle kurduğu

ilişkilerde dengeli olabilmektedir.

Unutulmaması gereken “kendi bedenini seven,

bedenine saygı gösteren ve bedenine

saygı gösterilen bir kişinin yetişkinliğinde de

çevresinden aynı muameleyi bekleme olasılığı

yüksektir.

Müge BEĞENİLMİŞ

KAYNAKÇA

Çalışır, Duygu; Cinsel Eğitim Çocukluktan Ergenliğe, Profil Y. İst. 2011.

Erden M, Akman Y, (2008) Eğitim Psikolojisi

Yavuzer, Haluk; ve diğerleri, Çocuk ve Ergen Eğitiminde Anne Baba Tutumları

Kentler, Helmut; (2008)Çocuğuma Nasıl Cinsel Eğitim Verebilirim?

Yüksel, M. (2003). Mahremiyet hakkı ve sosyo-tarihsel gelişimi.

Tuzcuoğlu, N. ve Tuzcuoğlu, S. (2004). Çocuğun cinsel eğitimi – Anne, ben nasıl doğdum?.

Türk Dil Kurumu (2018) https://sozluk.gov.tr/?kelime=ki%C5%9Fisel%20ma

http://www.yasemin.com

KARA

Sayfa

Bir topluluğun içinde yaşayan bireyler farkında

olsalar da olmasalar da belirli toplumsal

yükümlülükler ve roller edinmek zorunda kalırlar.

Peki ya inançlarınıza, değerlerinize, vicdanınıza

tamamen ters, size tamamen yabancı

bir rol edinmek zorunda kalsaydınız ne şekilde

hareket ederdiniz? Sosyal psikolog Philip Zimbardo,

1971 yılında kişilerin üstlerine yüklenen

sosyal rollere ne şekilde geri bildirim verdiklerini,

kötülüğün bir içsel gerilim mi yoksa yalnızca

edinilen kimlikle mi alakalı olduğunu araştırmak

adına Stanford Üniversitesi’nin Psikoloji Bölümü’nün

bodrum katına sahte bir hapishane

tasarladı. Acaba bize yüklenen role ne derece

teslim oluyorduk? Acaba iyi insanlara kötü

sorumluluklar yükleyince neler oluyordu?

İki hafta sürmesi planlanan deneyde, psikolojik

testler uygulanarak belirlenen 24 tane erkek

üniversite öğrencisi yer aldı. Zimbardo, belirlenen

öğrencilere deneyin her günü için iyi bir

miktarda para verecekti. Öğrencilerin yarısı

mahkum, kalan yarısı gardiyan olacak fakat

hangilerinin mahkum hangilerinin gardiyan

olduğu Zimbardo tarafından onlardan habersiz

olarak belirlenecekti. Deney kurallarında

gardiyanların, mahkumlar üstünde hakimiyet

kurabilmeleri adına sert davranmaları, fakat

hiçbir koşulda şiddete başvurmamaları yer alıyordu.

Mahkumlara ise deney boyunca her

koşulda gardiyanların sözünden çıkmamaları

söylendi. Deney sonrasında ortaya çıkan görüntülerde

Zimbardo’nun gardiyanlara yaptığı

konuşmada şu cümleler yer alıyordu: “Mahkumlar

üzerinde can sıkıntısı hissi yaratabilirsiniz,

bir dereceye kadar korku yaratabilirsiniz ve

onların hayatlarını tamamen rastgele güçler

tarafından, sistem tarafından, sizler ve bizler

tarafından kontrol edildiği hissine kapılmalarını

sağlayabilirsiniz. Ve kesinlikle

özel hayatları olmayacak. Onların bireyselliklerini

çeşitli yollarla ellerinden alacağız. Genellikle

bunun sonucunda kendilerini güçsüz

hissederler, bunu bekliyoruz. Yani bunun sonucunda,

biz tüm güce sahip olacağız, onlarsa

hiçbir güce...”

Deney,14 Ağustos 1971 günü Zimbardo ile anlaşmalı

olan Palo Alto polisinin mahkum

pozisyonunda olacak öğrencileri evlerinin

önündeyken beklenmedik bir anda silahlı saldırı

suçu kapsamında tutuklamasıyla resmen

başladı. Gerçek bir suç durumunda işlenecek

tüm resmi süreçler; fotoğraf, parmak izi ve mahkumun

hapishaneye teslim edilme aşamaları

aynen uygulandı. Deneyin tüm detaylarını en

ince ayrıntısına kadar düşünüp tasarlayan Zimbardo

ve ekibi öyle ki gardiyan rolünü verdikleri

öğrencilere, mahkum rolündeki öğrencilerle

göz teması kuramamaları için aynalı gözlükler

ve ellerine sopalar dahi verdiler. Mahkum rolündeki

öğrencilerse son derece rahatsız mahkum

kıyafetleri ve ayaklarında demir zincirlerle

dar hücrelere kapatıldılar. Ayrıca gardiyan pozisyonundaki

öğrenciler, mahkum pozisyonundaki

öğrencilere isimleriyle değil kıyafetlerinde

yazılı numaraları ile hitap edeceklerdi.

Deneyin başlamasından kısa bir süre sonra

inanılmaz bir hızla kendilerini rollerine kaptıran

gardiyanlar, mahkumları gece yarısı sertçe

uyandırıp kıyafetlerinin üstündeki numaralarla

seslenerek sayım yaptılar. Gardiyanların bu

ölçüsüz sertliği karşısında, daha ilk geceden

mahkumlardan bazılar ağlarken, bazıları sinir

krizi geçirerek deneyden ayrılmak istediğini

söyledi. İkinci günde işler daha kötü bir hâl almaya

başladı. Mahkumlar kıyafetlerinin üstündeki

numaraları söküp, yataklarıyla kapılara

yüklenerek gardiyanların emirlerine uymayacaklarını

bağırdılar. Buna karşılık olarak gardi-

10 11

onedio.com



yanlar yangın söndürme tüpleriyle mahkumları

geri püskürtmenin yanı sıra deney başındaki

talimatlara uymayarak kameraların görmediği

yerlerde şiddete başvurdular.

Deneyin üstünden henüz kısa bir süre geçmesine

karşın, deney öncesinde son derece

normal olan üniversite öğrencileri gaddar gardiyanlara

ve her an daha çok korkuyla dolan

mahkumlara dönüşmüştü. Üstlendikleri rolü her

an daha da içselleştiren gardiyan pozisyonundaki

öğrencilerin, mahkum pozisyonundaki

öğrencilere başlarda gizli olarak uyguladıkları

şiddet zaman içinde açık bir şiddet halini aldı.

Ayaklarına bağlı olan zincirler yüzünden yataklarında

döndüklerinde çıkan sese uyanan

mahkumlar, uykularında bile o hapishanede

olduklarının farkındaydılar.

Zimbardo’nun notlarında bununla ilgili “Rüyalarında

bile bu hapishaneden kaçmaları

imkansızdı.” yazısı yazılıdır. Zimbardo’nun deneyinin

en rahatsız edici tarafı, hapishane ortamındaki

istikrarlı baskı koşullarının bir an olsun

esnetilmeden hep aynı tekdüzelikte neredeyse

24 saat boyunca kişilerin psikolojilerine işkence

etmeye devam etmesidir.Planlanandan çok

daha kısa bir süre içerisinde vahşi bir hal alan

gardiyan-mahkum ilişkisini, deneklerin açlık

grevleri, çeşitli kaçış denemeleri ve ailelerinin

isyanları takip etti. Bu gelişmelerin ardından

Zimbardo’nun yakın çevresi, ona bu yaptığının

acımasızlık olduğunu ve deney sürecinde

kendisini kaybettiğini söyleyip bu duruma bir

son vermesi uyarısında bulundular. İki hafta

olarak planladığı deneyini altı günde bitiren

Zimbardo, deney bittikten sonra: “Kendimi hapishanedeki

rolüme o kadar çok kaptırmıştım

ki araştırmacı bir psikologdan çok bir gardiyan

amiri gibi düşünüyordum.” itirafıyla deney sırasında

farkında olmadan kendisinin de bir denek

haline geldiğini belirtmiştir.

Deney, kişilerin yer aldıkları toplumun onlara

yükledikleri rolleri gözü bağlı bir şekilde

benimsediklerini ve yüklendikleri kimliklerin onları

yükümlü tuttuğu direktifleri kontrolsüz bir şekilde

uyguladıklarını göstermiştir.

Editörden…

onedio.com

onedio.com

onedio.com

onedio.com

İnsan, ortalama yetmiş yıllık ömründe, aldığı ve tamı tamına

aynı oranda verdiği milyarlarca nefesinin eşliğinde

nerelere gelebilir? Gelmek fiilini kullandığıma bakmayın.

Öyle adım adım, çizgilerine basmadan aşılan kaldırımlarca

gelmekten bahsetmiyorum. Can sıkacak derecede

hayatın merkezinde olan bir gelmek söz ettiğim. Hatta hayatın

kendisi olan...

Yetmiş yıllık hayatına birincilikler sığdırabilir insan. Çok ünlü

bir şirketin CEO’su olabilir, onlarca kitabın yazarı, izlenme

başına para getiren videoların sahibi, milyon dolarlık mirasın

tek varisi olabilir. Ya da, köşe başındaki bakkala üç aylık

veresiye borcu varken de noktalanabilir insanın yetmiş

yıllık yarışı. Hani sonra cenazesine bakkal da katılır... Yetmişe

varmadan, daha elle tutulur hiçbir şey başarmadan,

söz gelimi bir yerlere gelmeden, bir çıldırmışın elinden de

olabilir sonun. Görmedik mi? Yüzlercesini gördük...

Gelmek fiiline yüklenen en adaletsiz anlam, bir insanın hayatında

geldiği noktadır belki de. Fakat neyse ki küçük bir

kelime oyunuyla, karın boşluğuna dolan cılız bir umudun,

yüze yerleşen belli belirsiz tebessümün sebebi olan başka

bir anlamı daha vardır gelmenin. Üstelik tüm bu adaletsizliğe

kahkaha atan bir anlamdır: Bir başka insanın hayatında

gelinen nokta.

Bir insan için, başka bir insanın temsil ettiği anlamlar ne

bulunduğu statüyle, ne birincilikler, ne de borçlarla ilişkili

olmalıdır. Çoğu kez manevi değerlerin sağlamlaştırdığı

o taht, bana kalırsa bir insanın bu dünya üzerinde gelebileceği

en değerli, en kalıcı noktadır. İnsan diğer çabalarının

yanında bir de bunun için uğraş vermeli ve yetmiş

yıllık ömründe birilerinin iyi ki’si olmalıdır. Olmalıdır ki, geçip

gittikten sonra da adının yanına çok değerli, güzel insan

sıfatları konsun.

Bir anneysen, küçük bir kulaca sığan dünyadan daha

çok sevilmeli; bir öğretmensen, yapılan ilk resimlerde yerin

olmalı; ve bir arkadaşsan, gönül bağı kurduğun her şey,

senden sorumlu olmalıdır. Küçük, kızıl bir tilki böyle diyor en

azından...

İşin aslına gelecek olursak, insan ortalama yetmiş yıllık ömründe,

aldığı ve tamı tamına aynı oranda verdiği milyarlarca

nefesinin eşliğinde çok yere gelebilir... İş hayatındaki,

eğitimindeki başarılarıyla Everest’e çıkabilir. Söz gelimi

yer yüzünün en uç noktası...

“Keşke onu tanıyabilseydiniz,” diyor Goethe. “sizin onu tanımanıza

değecek kadar değerli biriydi!”... Asıl böyle anılmak,

insanın hayatında gelebileceği en uç noktadır fikrimce.

Fiziksel başarıları Everest’se, bu Mariana Çukuru’dur.

Çoğu zaman Everest konuşulur, zirveler tasfir edilirken hep

onun adı kullanılır. Öyle olmaya devam etsin. Çünkü öyle

oldukça Mariana Çukuru hep daha derin kalacak...

Belkız AKSOY

Mariana

Çukuru

http://eng.mochifa.com

12 13



KLİNİK PSİKOLOG OLMAK

GERÇEKTE NE NE DEMEKTİR?

YAZAN:Uz. Kl. Psikolog Misli Baydoğan

Bugün sinema ve edebiyat eserlerinin de katkısıyla,

genel nünüfusta “psikolog olmak” denilince

ilk akla gelen klinik psikologlardır. Ya yanlış bir şekilde

divana uzanmış bir “hasta” ve onun arkasında

ilgisizce dinleyen terapistin karikatürize edilmiş

bir görüntüsü (Bu tablo aslında psikanaliz geleneğine

aittir ve uzun yıllar psikanaliz eğitimi almamış

hiçbir klinik psikolog bu şekilde terapi yapmaz) ya

da karşılıklı iki koltukta oturan “terapist ve hasta”

imgesi de bu genel kanıyı besleyen başlıca popüler

kültür verilerindendir. Psikolog denilince zihinlerde

beliren bu eşleşmeye, bir de toplumda

istenen şekilde davranmayan herkesin “psikoloğa

gidip kendini tedavi ettirmesi” beklentisi ile

“çağdaş dünyada herkesin bir psikoloğu olması

gerektiği”klişesi eşlik eder. Karşılıklı iki koltukta oturan

(aslında tam karşılıklı değil mümkünse hafifçe

açı verilmiş olarak) terapist ve “danışan” imgesi

hariç, yukarıdakilerin hepsi yanlıştır. Kanaatimce

genelde psikologların, özelde ise klinik psikologların

mezuniyetlerinden sonra, mesleklerini icra etmelerinin

yanı sıra başlıca sorumlulukları arasında

bu yanlış inanışları düzeltmek gelmektedir.

Psikolojiyi bir meslek olarak seçme hayali kuran

gençlerin pek çoğunda da bu “terapi” hayalinin

ve beklentisinin var olduğuna inanıyorum. “Ben

endüstri ve örgüt psikoloğu/gelişim psikoloğu/

sosyal psikolog/deneysel psikolog/adli psikolog

olacağım” diyerek tercih yapan gençler hiç yok

değillerse de sayıları çok azdır. Nöropsikoloji bugün

yapılan araştırmalar, belgeseller ve çok satan

kitaplar vasıtasıyla biraz daha bilinir olmuş ve

tercih sebebi olarak kendisini göstermektedir ancak

sayı yine de kısıtlıdır denilebilir. Öğrencilerin

hangi dalda uzmanlaşacaklarına karar vermeleri

genellikle hem kendilerini hem de meslek dallarını

daha iyi tanımaya başladıkları üçüncü ve dördüncü

sınıflarda olmaktadır. Dört yıllık lisans eğitimini

bitirir bitirmez kendisini “oldum” zanneden

ve gerek kendi iş yerini açarak gerekse iş başvuruları

kabul edilerek doğruca psikoterapi yapmaya

(!) başlayan genç arkadaşların özgüvenleri

her ne kadar takdire şayan olsa da, davranışları

zarar verme olasılığı çok yüksek ve riskli, üstelik

http://moralev.com

de meslek ahlakından uzak olarak değerlendirilir.

Yüksek lisans yapmak ve eğer mümkünse bir

“usta – çırak” ilişkisi olarak kabul edebileceğimiz

“hoca – öğrenci” ve/ya “süpervizyon” eğitim süreçlerinden

geçmek, nitelikli meslek elemanı olmak

açısından son derece kıymetlidir.

Pekiyi, klinik psikoloji aslında nedir ve klinik psikologlar

ne yaparlar?

Yaygın olarak kullanılan tanılandırma sistemlerine

(DSM) göre kişinin, 1)günlük işlevlerini bozacak

düzeyde ve 2)genel geçer olarak tespit edilmiş

uzunlukta bir süre boyunca psikolojik zorlanmalar

yaşaması, onun bir psikopatolojiye sahip olduğuna

karar vermek için öncelikli ölçütlerdir. Klinik

psikologlar, mutlaka bir sağlık ekibiyle birlikte

(Burada kastedilen özellikle Psikiyatri hekimleridir)

tanı alacak düzeydeki bu psikolojik zorlanmaların

önce psikolojik testleri kullanarak ölçme ve

2 değerlendirmesini yapmak, daha sonra da

çeşitli psikoterapi teknikleri ile danışanlarının yaşadığı

semptomları daha az rahatsız edici düzeye

getirmelerine eşlik etmekle sorumludurlar.

Psikoterapi özü itibarıyla bir psiko-eğitim sürecidir

ve klinisyenler bu süreçte bir tebliğ edici, düzeltici,

tamirci değil, danışanın kendisini tanıdıkça,

edindiği yanlış inanış ve alışkanlıklarını değiştirme

çabalarında onlara yol gösteren ve onları destekleyen

zihinsel rehberlerdir. ASLA ilaç önermez,

bir hekim tarafından verilmiş ilacı kullanıp kullanmamanın

doğruluğu/yanlışlığı hakkkında hüküm

vermezler. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bir

mürebbiye edasıyla danışanına telkin eden kişilerin

de terapist olmakla yakından uzaktan ilişkileri

olamaz. Klinik psikologların teorik olarak psikopatolojilere,

belirti gruplarına, eşlik eden (komorbid)

bozukluklara, psikolojik rahatsızlıkların etiyolojilerine

detaylı bir şekilde hakim olma zorunlulukları

vardır. Zira söz konusu insan sağlığıdır. Bugün

medyada köşe başlarını tutan neyin doğru neyin

yanlış olduğunu hangi sebepten bu kadar iyi (!)

bildikleri muamma olan “yaşam koçları” genel

başlığındaki psikolog olmak isteyip olamamış aşırı

heveslilerden en önemli farklılıkları sahip oldukları

bilimsel alt yapıdır.

Klinik psikoloji yüksek lisansında genellikle bir psikoterapi

ekolüne göre klinik görüşme süpervizyonu

verilirken, diğer yandan da farklı ekoller tanıtılır

ve psikolojik testlerin kullanımı konusunda beceri

kazandırılır. Tezli programlarda araştırma yöntemleri

ve istatistiksel yöntemlerle, deney deseni

oluşturma gibi konular da önemli ağırlığa sahiptir.

Programlar ne kadar yeterli, eğitimciler ne kadar

nitelikli olursa olsun, terapi tekniklerini geliştirmek

ve temel bir tekniğin yanı sıra yardımcı olacak en

az bir teknikte daha beceri kazanmak için yetkin

kurum ve kişilerden ayrıca sertifika eğitimleri

gerekli olacaktır. Türk Psikologlar Derneği eğitimleri

bu konuda en gönül rahatlığı ile güvenilecek

eğitimlerdir ancak özel sektörde pek çok saygın

hoca ve kurum da benzer işler yapmaktadır. Ayrıca

psikolojik testleri çok iyi bilmek ve yorumlamak,

bir psikoloğu çalıştığı kurumda vazgeçilmez

yapan ve itibar kazandıran en önemli yeterliliklerden

birisidir.

Psikoterapi, terapistin bilgi dağarcığı, genel kültürü,

dünayaya ve insanlara yönelik etkin gözlem

becerisi arttıkça, sağladığı fayda da artan

http://dikarka.ru

bir süreçtir. İnsanı ve hayatı tanıyan, tecrübeli bir

terapistle henüz gençlik heveslerini ardında bırakamamış

ve hayatı pek de tanımayan bir terapist,

danışanlarına aynı düzeyde ve nitelikte hizmet

veremezler. Gençlerin aceleci davranmayıp

kendilerini yetiştirmeleri, pek çok meslek dalına

göre kat be kat daha fazla okumaları, edebiyat

ve sinemayı takip etmeleri onların yararına olacaktır.

Çağımızda yukarıdaki konular kadar önemli olan

yeni bir sorun alanı da kanaatimce sosyal medyadır.

Klinik psikologların seçmiş oldukları meslek,

onların diğer pek çok meslek dalına göre daha

fazla mahremiyete sahip olmalarını zorunlu kılar.

Sosyal medya hesabından terapistinin tüm kişisel

ayrıntılarını öğrenen bir danışan ile terapist arasında

“iyileştirici” gücü olan bir ittifakın kurulması

mümkün değildir. Bu konuda ileriyi düşünerek

temkinli ve tedbirli davranmakta fayda vardır.

http://sunaydemircan.com

14 15



http://harpersbazaar.com.tr

Marilyn MONROE

“Being Normal Is Boring.”

‘’ Normal olmak sıkıcıdır.’’ diyor bir

zamanların moda ikonu, sinema yıldızı

ünlü isim Marilyn Monroe. Peki, kendimizdeki

bu değişim ya da “normal olmama

durumu” elimizde olmasaydı?

Kendimizi farklı kimliklere bürüyüp normal

bir yaşam sürmeseydik? Kısacası Bipolar

Bozukluk diğer adıyla Manik Depresif

rahatsızlığımız olsaydı normal olur

muyduk?

Bipolar Bozukluk, maniden depresyona

kadar süren ruh halindeki değişiklikler

olarak tanımlanır. Hastalığın sebepleri

arasında genlerin büyük etkisi görülmüş

ayrıca önceden yaşadığı olaylar

ve travmalar da etkili olmuştur. Kişideki

ani ruh değişimleri iki dönemde incelenir:

Mani ve Depresyon. Mani döneminde

aşırı coşkunluk, hareketlilik, kendini

yüceltme ve sonunu düşünmeden davranma gibi sorunların olduğu dönemdir. Depresyon

dönemi ise kişinin içine kapandığı, hiçbir şey yapmak istemediği kısacası depresyona girdiği

dönemdir. Bu iki dönemin dışında kişi normal hayatına devam eder ve gündelik işlerini sürdürür.

Peki, Marilyn Monroe’nin de Bipolar Bozukluk rahatsızlığına sahip olduğunu söylesek. Monroe’nin

anneanne ve dedesine Manik Depresyon tanısı konmuştu. Dayısı da bir süre akıl hastanesinde

yattı. Ayrıca annesine de şizofreni tanısı konmuştu. Yani genleri bu hastalığın belirtilerini

gösteriyordu. Çocukluğundaki yetimhane dönemleri, babasının kim olduğunun bilinmemesi,

tecavüze uğraması gibi küçük yaştaki üzücü durum ve olayların Marilyn Monroe üzerindeki

etkisi bu hastalığı tetiklemiştir. Monroe önce küçük filmlerde rol almış adını duyuramamış ama

sonrasında şöhret basamaklarını birer birer tırmanmıştı. Adı duyuldukça Marilyn Monroe’nin

gerçek yüzü görülmeye başlamıştı. Sete geç geliyor, istediğini yapıyor , istemediği sahnede

oynamıyordu ve mükemmeliyetçiydi. Mani evresinin belirtilerini göstermeye başlamıştı. Mani

evresindeki kişilerde aşırı alkol kullanma isteği, cinsel istekte artış, konsantrasyonda azalma gibi

belirtiler gözlemlenmiştir. Marilyn adını duyurduktan sonra alkolü arttırmıştı. Doktorların uyarısına

rağmen bırakmıyordu. Bunların yanı sıra beğenmediği sahneyi tekrar tekrar çektiriyor güzel bir

oyunculuk da sergilemiyordu. Monroe, güzelliğiyle ön plana çıkarak şöhret hayatına devam

ettiği sıralarda ise iş arkadaşıyla da yasak aşk yaşıyordu. Yani mani dönemi belirtilerini gösteriyordu.

Diğer dönem ise depresyon ya da depresif atak dönemiydi. Bu dönemin belirtilerinden

umutsuz ve karamsar olmak, yaşamdan zevk almama, enerji azlığı, değersizlik hissi ve intihar

düşünceleri sadece birkaçıydı. Monroe tekrar setlere gelmiyor, ezber yapmıyordu. Çekimlerde

hamile iken düşük yapması onu daha da üzmüş hayattan soğutmuştu. Sette sinir krizi geçiriyor

ve hastaneye gidiyordu. Marilyn Monroe depresyon sebebiyle akıl hastanesine yatmıştı. Çıktıktan

sonra Monroe’de bir değişiklik olmamıştı.

Monroe’nin mutluluk hakkındaki “Genel olarak mutlu değilim. Nasılsınız derseniz genel olarak

sefil durumdayım.” sözü ve bu olaylar onun depresif atak döneminde olduğunu da göstermektedir.

Şüpheli ölümüyle tartışmalara yol açsa da Marilyn Monroe 5 Ağustos 1962 yılında aşırı

dozda sakinleştirici aldığından dolayı yatağında ölü bulundu. Normal olmak belki sıkıcıydı ama

bizi hayatta tutmaya yetiyordu.

Huzur içinde uyu Marilyn Monroe.

K i t

HARİNGTON

Hepimizin hayalidir dünyaca tanınan ünlü bir yıldız olmak. Ancak dünyaca tanınan dizinin başrolü

olsanız da ruh sağlığınız yerinde olmayabilir. Hatta rehabilitasyon merkezinde yatabilirsiniz.

Çünkü tükenmişlik sendromu sizin milyoner olmanıza bakmaz. Game Of Thrones oyuncusu Kit

Harington namıdeğer Jon Snow’da bu rahatsızlıktan çok çekti.

Öncelikle tükenmişlik sendromundan bahsedelim. Tükenmişlik sendromu ilk defa Herbert Freudenberger

tarafından başarısızlık,bulunduğu durumdan haz alamama, iş ve güç kaybı, içsel

tükenmişlik olarak tanımlanmıştır. Yoğun iş temposu ve stres altında bulunmak bu sendromun

önemli etkenleri arasında. Günümüzde ünlüler arasında yaygın olan bu hastalığın diğer belirtileri

ise karamsarlık,duygusal çöküş, vücudun belli yerlerindeki ağrılar, uyku problemleri ve

bunlara benzer şeylerdir.

(Aşağıdaki metinde dizi hakkında spoiler verilmektedir.)

Ünlü oyuncu Kit bir gece barda taşkınlık çıkarıp bardan atılıyor ve bunun üzerine rehabilitasyon

merkezine yattığı haberi geliyor. Yaptığı açıklamada sekiz sezon süren dizinin oyuncuyu

çok yıprattığı,şöhret ve sorumluluğu kaldıramadığı söylendi. Daha önce yaptığı röportajda

“En karanlık dönemim Jon’un öldüğü ve sonra geri geldiği, dizinin karakterime yoğunlaştığı

zamandı. Gerçekten tüm dizinin Jon’un geri

gelmesine odaklanmasından hoşlanmamıştım.

Kendimi dünyanın en şanslı insanı ama

bir taraftan da çok korunmasız hissettim” demişti.

Bunların yanı sıra eşiyle hakkında çıkan

dedikodular Kit’i yıpratmıştı ve alkol problemleri

de vardı.Kit kendini diziye vermişti, tüm işi

Game Of Thrones olmuştu. Jon Snow karakterini

benimsemiş artık kendi parçası olarak

görüyordu. Bunun sebepleri arasında tabi ki

setteki şartlar da vardı. İlk sezonlarda senaryo

okunurken kimseyle göz kontağı kurulmasına

izin verilmiyor herkes ayrı odalarda okuyordu.

Final sezonunda Kit kendi karakterinin Dany’yi

öldürdüğünü okuyunca gözyaşlarını tutamamıştı.

Karakterinin tekrar dönmesiyle terapilere

başlayan Kit dizi bitince rehabilitasyon merkezine yattı.

http://medyafaresi.com

Kit’in arkadaşı dizi bittikten sonra şöyle bir açıklama yaptı.“Eşi Rose ona oldukça destek oluyor.

Ona yakın olan herkes biraz dinlenmeye ihtiyacı olduğunu biliyor. Şu anda onun tek ihtiyacı

olan şey huzur ve sessizlik”.

Ünlü olmadan önce kitap dükkanında çalışan Kit, George R.R. Martin’in-Game Of Thrones’un

uyarlandığı kitabın yazarı- kitaplarını taşımaktan nefret ettiğini söylemişti. Belki de şu an Martin’den

nefret etmeye devam ediyor ama sayesinde kazandığı parayla aylık 120 bin dolar

vererek tedavi oldu. Tükenmişlik Sendromu belki de bu yüzden ünlülerde daha çok rastlanan

bi rahatsızlıktır kim bilir.

Son değiştirilme tarihi: 16:14

16 17



Yurt Dışında Yüksek Lisans İmkanları ve Zorlukları

Herkese Merhaba,

Ben Melike Celasun, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Psikoloji Bölümünden şeref öğrencisi olarak

2019 yılında mezun oldum. Şuan İngiltere’de Bournemouth Üniversitesi’nde tezli klinik psikoloji

yüksek lisansına devam ediyorum. Öncelikli olarak, eğer psikoloji bölümü okumaya karar verdiyseniz

yüksek lisanssız yetkin bir psikolog olamayacağınızı ve yaşam boyu birer öğrenci olarak

kalacağınızı bilmenizi isterim. Psikolog olmanız her gün kendinizi geliştirmenizi ve güncel eğitimlerle

kendinizi yenilemenizi gerektirir. Ve bir de mesleğimize karşı bir yasa çıkması için mücadele

vermeyi, ve ona sahip çıkmayı da beraberinde getirir.

Şimdi gelelim bu yazıda ne okuyacaksınız; biz psikoloji öğrencilerinin fobisine dönüşen yüksek

lisans imkanları ve zorluklarına önem vereceğim. İlk paragrafta yüksek lisans ülke seçiminiz üzerinde

ve Türkiye’de yüksek lisans imkanları ve gereklilikleriyle ilgi bilgiler okuyacaksınız. İkinci paragrafta

ülkelere göre yurt dışı yüksek lisans gerekliliklerinden bahsedeceğim.

Lisans eğitimim süresince; mezun olunca ne yapacağım, yüksek lisansa hemen başlayabilecek

miyim, Türkiye’de mi tamamlamalıyım yüksek lisansımı, yoksa yurtdışında mı yüksek lisansa başlamalıyım,

hangi sınavlara girmeliyim, nasıl hazırlanmalıyım, genel not ortalamam yüksek lisansa

kabul almamı ne kadar etkileyecektir sorularıyla aklım her an meşgul olmuştur. O yüzden bu

yazıyı okuyan arkadaşım, stresini anlıyorum!

1) ODTÜ’de lisans eğitimimi 100% İngilizce olarak tamamladığım için, Türkiye’de yüksek lisans

yapmak benim için yurt dışında yüksek lisans yapmaya göre ikinci sıradaydı. Peki sizin ilk önceliğiniz

hangisi? Türkiye? Ya da yurtdışı? İlk olarak yurt dışı mı yoksa yurt içinde bir üniversitede mi

yüksek lisans yapmak istiyorsunuz buna karar vermeniz gerekmekte. Diyelim ki lisans eğitiminizi

Türkçe tamamladınız ve Türkçe eğitim veren bir üniversite yüksek lisans yapmak istiyorsunuz. O

zaman bir diğer soruyu sormanız gerekmekte kendinize; Özel bir üniversitede mi gerçekleştireceksiniz

yoksa devlet üniversitesinde mi? Eğer cevabınız devlet üniversitesi ise seçeneğiniz biraz

daha daralıyor, devlet üniversitelerinin kontenjanları özel üniversitelere göre daha azdır. Yüksek

lisansa başvuru yapabilmeniz için ilk olarak ALES puanına sahip olmanız gerekecektir. Peki

ALES nedir? ALES (Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı), halk tabiri ile söyleyecek

olursak yüksek lisans yapmak isteyen öğrencilerin mezun olduktan veya olmadan önce girdikleri

bir sınavdır. Sınava, bir lisans programından mezun olabilecek durumda bulunanlar, lisans

programını bitirenler ile denklik belgesi almış olmak kaydıyla yurt dışında lisans eğitimi görmüş

olanlar başvurabilirler. ALES puanınız devlet üniversitelerine kabulünüzü en çok etkileyen kritelerden

biri olacaktır. İyi bir üniversitede iyi bir yüksek lisans eğitimi tamamlamak isterseniz en az

80 ve üstünü almayı hedeflemeniz gerekiyor. Özel üniversitelerde yüksek lisansa başvurunuzu

tamamlamanız için en az minumum 55 puan alma zorunluluğunuz bulunmakta; ve az bir özveri

ile kolayca 55 puanı alabileceğinizi söyleyebilirim. Bazı okullar kendi psikoloji yeterlilik sınavı da

yapabilmekte, bu sınavlarda istatistik ve araştırma yöntemleri ders bilgilerinize yönelik sorular

çoğunlukla olmakta. Bununla birlikte genel not ortalamanızın 3 ve üzeri olması avantajınıza,

yüksek lisansa kabul almanız için genel not ortalamanız ve transkriptinizde belirli bir öneme

sahip. Hocalarınızdan alacağınız referans mektupları, kendinizin hazırlayacak olduğunuz niyet

mektubunuz da kabul almak istediğiniz üniversite sonuçlarını etkilemek için oldukça önemli bir

paya sahip.

Yüksek lisansa kabul olmanızı bir pasta gibi düşünürsek, yüzde 50’lilik kısmı ALES puanınız, yüzde

10’luk kısmını genel not ortalamanız, yüzde 10’luk kısmı hocalarınızdan alacağınız referans mektubu,

yüzde 10’luk kısmını hazırlayacağınız niyet mektubunuz, 4. Yüzde 10’luk kısmını üniversitelerin

kendi yeterlilik sınavı puanı, sonuncu yüzde 10’luk kısmı ise hak kazandığınız takdirde kabul

almak istediğiniz üniversitenin hocalarıyla gerçekleştireceğiniz mülakatlar olacaktır. Yani önem

sıralamanızı ALES’i en başta tutarak ve bu doğrultuda çalışarak gerçekleştirmenizi öneririm.

2) İkinci olarak cevabı ben yurtdışında master yapmak istiyorum diyenleri buraya alalım. Eğer

lisans eğitiminizi İngilizce olarak tamamlamadıysanız sağlam bir İngilizce alt yapınız yoksa yurtdışında

yüksek lisans yapmanızı pek sağlıklı bulmuyorum. Buraya geldiğinizde hocalarınızı anlamak,

limitli kelime sayısı az ödevlerinizle çok fazla şey anlatacak olmanız sizi epey zorlayacaktır.

Peki yurtdışında mastera kabul almak için hangi sınavlara girmeniz hangi belgeleri tamamlamanız

gerekecektir onlara gelelim. Eğer Amerika’da yüksek lisans yapmak istiyorsanız neredeyse

tüm okullar sizden GRE sonucunuzu isteyecektir. Peki bu herkesin ağzında olan ama herkesin

bir o kadar da korktuğu bu sınav nedir? GRE (Graduate Record Examination) Amerika Birleşik

Devletleri ve diğer ülkelerde (Türkiye dahil) İngilizce eğitim veren üniversitelerdeki mühendislik ve

sosyal bilimler başta olmak üzere yüksek lisans ve doktora eğitimi alabilmek için girilmesi gereken

bir sınavdır. GRE ve ALES’e girmiş biri olarak; GRE’nin, ALES’ten çok daha kolay olduğunu gönül

rahatlığıyla söyleyebilirim. Ve tabiki dil sınavları; IELTS ve TOEFL sınavlarından 6 ve üstü alma koşulu

birçok üniversitenin kriterleri arasındadır. Eğer üniversitenizin eğitimi 100% İngilizce ise üniversitenizden

alacağınız belge bazen bazı üniversitelerde kabul görmekte, dil sınavlarına girmenize

gerek kalmamaktadır. Eğer bu sınavlardan başvurmak istediğiniz üniversitenin en alt skorunu

almazsanız üniversitelere yüksek lisans için başvuru yapamıyorsunuz. Tüm işlemlerinizi mail yoluyla

gerçekleştireceksiniz. Aynı Türkiye’deki gibi referans mektubu ve niyet mektubu tüm üniversitelerde

aynı önemde yerini almakta. Tüm koşulları sağladıktan sonra Zoom ya da Skype yoluyla

üniversitenin bölüm başkanlarıyla görüntülü bir konuşmaya giriyorsunuz ve size belirli kalıplarda

genellikle aynı soruları soruyorlar. Mülakata girmeden önce bu sorulara hazırlanmakta fayda

var. Mülakatın sonucu da size mail yolu ile bildiriliyor ve eğer kabul aldıysanız artık diğer işlemlere

başlıyoruz banka teminant mektupları, yurt seçimleri, vize işlemleri gibi. Amerika’da yüksek lisans

eğitimleri genellikle iki yıl sürmekte ve bazı alanlarda (klinik psikoloji masterı hariç, doktoranızı

bitirdikten sonra klinik psikolog olarak çalışmaya başlayabiliyorsunuz ve belli bir saatte hastane

tecrübenizin olması gerekiyor) yüksek lisansınızı bitirdikten sonra size iki yıl yasal olarak çalışma

hakkı tanınıyor. Eğer yüksek lisans eğitiminizi İngiltere’de yapmak istiyorsanız, eğitim süreniz 1 ile

2 yıl arasında değişmekte çoğunlukla 1 yıl sürmektedir. 1 yıl olması tezli yüksek lisans yapmanıza

engel değildir. Teziniz olmadan doktoraya başvuramayacağınızı belirtmek isterim. Bu nedenle

başvuracağınız okulların tezli olup olmadığını kontrol etmekte fayda var. Bu okullara geri ödemesiz

başvuru ücretleri ödemeniz gerekecek ve bu fiyatlar 50-100 dolar ya da pound aralığında değişiklik

gösterecektir. Ne yazık ki istediğiniz üniversitelere başvurmada en çok önünüze ket vuran

etken bu olacaktır. Burada size bir tavsiyem olacak; başvuru yapacağınız üniversitenin bölüm

hocalarına ya da idari işler birimine durumunuzu bildiren bir mail atmanız takdirde size gönderecekleri

kodlarla üniversitelere başvurularınızı ücretsiz olarak tamamlayabilirsiniz. Kabul sonrası

ülkelere göre yüksek lisans vize işlemleri değişiklik göstermekte. Amerika 2 yıllık okul ücretinin tamamını

nakit olarak banka dokümanlarınızda sponsor başlığı adında görmek ister. İngiltere’de

vize işlemleriyse okulunuzun yıllık eğitim ücretini ve bir bireyin yıllık yaşam masraflarını en az 28 gün

boyunca bankada nakit olarak görmek isteyecektir.

Bunları bilmenizde kesinlikle fayda var arkadaşlar, yukarıda söylediğim vize koşullarını sağlamadan

kabul aldığınız okul size asla vize başvuru belgenizi yollamıyor. Okulunuz yollasa dahi vizeyi

alamıyorsunuz. Hollanda, Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinde master yapmak isteyen arkadaşlarımın

da mutlaka IELTS ve TOEFL sınavlarına girip geçerli not almaları gerekmekte. Buradaki

okullar kendi dillerinde eğitim verebilirler yani İngilizce biliyor olmanız yeterli olmayabilir. Başvuru

sırasında ders eğitim diline dikkat etmenizi şiddetle öneririm. Polonya’daki birçok üniversitede

diğer ülkelere göre daha uygun ve ulaşılabilir olmakta. Kanada içinse durum aynı İngiltere gibi

olmaktadır.

Yüksek lisans için 1 yıl boyunca aralıklarla sınavlara hazırlandığımı ve ciddi emekler verdiğimi

söyleyebilirim. Sınavlara hazırlanarak girmenizde fayda var. Planlı ve özverili çalışma başarıyı beraberinde

getirir. İsteyin, sürekli araştırın ve en önemlisi bir bilene sorun. Yüksek lisans için tek

seçenek olarak Amerika’yı düşünmeme rağmen tam bilet alıp Amerika’ya gidecekken İngiltere’de

başvuru yaptığım 9 üniversitenin 8inden kabul almam bir anda İngiltere’ye de pozitif

bakmamı sağladı. Bu durumda doktora yapmayı da düşündüğüm için açıkça söylemek gerekirse

eğitim yılının İngiltere’de 1 yıl olması cazip geldi. Ve İngiltere’nin eğitimi, kabul kazandığım

okullardan birinin ve şuanda klinik psikoloji masterımı yaptığım üniversitenin İngiltere’de psikoloji

yüksek lisansında 5. Sırada olması kararımı ve hayallerimi değiştiren ani bir karar oldu. Peki şimdi

18 19



burada olmaktan eğitiminden memnun muyum? Kesinlikle memnunum, ama eğitimin kesinlikle

Türkiye’den farklı olduğunu söylemek zorundayım. Farklı bir ülke farklı bir sistem zamanla hepsine

alışılıyor. Bir de şunu söylemeden edemeyeceğim; ODTÜ’de daha çok zorlanıyordum, master

daha kolay geliyor.

ODTÜ’den çok sevgili hocalarım Aslı Niyazi, Doğu Erdener ve Hande Sözer’e bana, bize kattıkları,

her koşula hazırladıkları içinde buradan teşekkür etmek isterim.

Bu yazıyı okuduktan sonra neler yapıyorsunuz kendinize neler soruyorsunuz aşağıya listeliyorum:

• Hangi alanda yüksek lisans yapmalıyım?

• Türkiye mi yoksa Yurt dışında mı yüksek lisans yapmalıyım?

• Türkiye ise; Özel mi yoksa Devlet Üniversitesinde mi yapacağım? Başvuru koşulları neler? Hangi

sınavlara hazırlanmalıyım? Hangi belgeler isteniyor? Sınavların yıllık tarihleri neler? Üniversite yüksek

lisans başvuru tarih aralıkları ne zaman? ALES’e ne zaman çalışmaya başlamalıyım?

• Yurt dışı ise: Hangi ülkede yüksek lisans yapmak istiyorum? Bu ülkede yüksek lisans yapmak için

hangi sınavlara girmeliyim? Başvuru koşulları neler? Hangi belgeler isteniyor? Üniversite yüksek

lisans başvuru tarih aralıkları ne zaman? Hangi sınavlara hazırlanmalıyım? GRE çalışmaya ne zaman

başlamalıyım?

Melike CELASUN

Bournemouth Üniversitesi - Klinik Psikoloji, Yüksek Lisans Öğrencisi

MUTLU OLMA

SANATI

‘Mutluluk’ veya ‘mutsuzluk’ denilen kavramlar nedir?

Mutluluğun sözlük anlamı; bütün özlemlere, bütün isteklere eksiksiz

biçimde ve sürekli olarak erişilmekten duyulan ‘kıvanç’ durumu

olarak belirtilmiştir.

‘Mutluluk’ kavramına ilişkin birçok değişik tanımlama daha yapılmıştır.

Örneğin; Aristoteles’e göre mutluluk; bir hayat tarzıdır,

bireyin sürekli alıştırmalar yaparak en iyi yanını ortaya çıkarmasıdır.

Epikuros’a göre mutluluk: Denge ve ılımlılıkla mümkün olan

bir kavramdır. Mutluluğun ‘arkadaşlıktan’ geçtiğini savunur.

Nietzche’ye göre mutluluk ise; kısa ömürlü ve her an bitebilir bir

durumdur. İnsanın özgürlüğünü ve kendi fikirlerini kısıtlayan bütün

engelleri aşacak bir güce sahip olma halidir.

http://tabutmag.com

Yukarıda bahsi geçen kavramların olma/gerçekleşme durumu

mutluluğu da beraberinde getirirken, olmama/gerçekleşmeme durumu ise mutsuzluğu beraberinde

getirecektir.

Bertrand RUSSELL’a göre mutluluk; birtakım insanların elimizden alabilecekleri temel insan haklarından

biri değildir.

Peki, Bertrand RUSSELL Mutlu Olma Sanatı’nda nelerden söz etmiştir, biz insanlara neleri tavsiye

olarak vermiş, nelerden kaçınmamız gerektiğini söylemiştir? İnceleyelim.

1. İNSAN NEDEN MUTSUZ OLUR?

Bertrand RUSSEL, kitabın bu bölümünde; İnsanların neden mutsuz olduklarını, mutlu olmak için ne

yapmaları gerektiğini genel bir çerçeve içerisine almaktadır.

Mutsuzlukların nedeni; genel anlamda iki kaynakta birikmektedir. İlk kaynak: Toplumsal düzen,

İkinci kaynak ise: Bireysel psikolojidir. Bireysel psikoloji de toplumsal düzen ile her an için etkileşim

içerisinde olduğundan mutsuzluklarımızın nedeni olarak özellikle çevresel faktörlerin üzerinde

durmak gerektiği kanaatindeyim.

Mutlu insan sayısının arttırılması için sosyal düzende yapılabilecek birkaç değişiklikten söz edilebilir.

Örneğin, savaş çıkmasına olanak tanıyan durumlarının ortadan kaldırılması. Savaş çıkmasına

olanak vermeyecek bir sistemin benimsenmesi, günümüz toplumları için çok büyük bir gerek-

sinimdir fakat insanlar savaş olmaması halinde

karşılaşabilecekleri sorunlar ile başa çıkmaya

çalışmaktansa birbirlerini yok edecek kadar

‘mutsuz’ durumdadırlar.

Bertrand RUSSELL, mutsuzlukların daha çok hatalı

dünya görüşlerinden, hatalı ahlak kurallarından

ve yanlış yaşama alışkanlıklarından kaynaklandığını

ileri sürmektedir. Bu savının nedeni

olarak da, belirttiği sebeplerin insan mutluluğunun

temeli olan ‘doğal hevesin’ ve ‘iştahın’ yok

olmasına yol açtıklarını belirtmiştir.

Peki, mutsuz insan ne yaparsa mutlu olabilir? Sorusuna

gelecek olursak; mutsuz bir kimse, kendi

içine yönelmeyi bırakıp dış dünyaya ilgi duymaya,

onunla ilgilenmeye başlarsa mutlu olma yolunda

güzel bir başlangıç yapmış demektir. Yani

birey kendi sorunlarına, hatalarına, eksiklerine

ne kadar yönelirse yönelsin mutlu olmak adına

hiçbir şey yapmamış olacaktır.

Tam tersine birey kendisinin dışında olan gelişmelere

ilgi duysa, kendine uygun bir hobi bulsa

mutluluk adına güzel bir başlangıç yapmış olacaktır.

Burada önemli bir konuya değinmek istiyorum;

bahsi geçen bireyin kendisinin dışında

olan ilgileri, hobileri de bireye bazı olumsuzluklar

yaratabilmektedir. Fakat bu ilgilerin yarattıkları

olumsuzluklar bireyin kendi içinde yarattığı

olumsuzluklardan farklı olarak yaşamın niteliğini

yok etmemektedir.

2. MUTSUZLUĞUN NEDENLERİ:

a) Mutsuzluğun nedenleri arasında Bertrand

RUSSELL’ın da bahsettiği üzere ‘Rekabet’ kavramının

önemli bir yeri bulunmaktadır.

Rekabet denildiği zaman birçok rekabet türü

akla gelmektedir fakat yazının bu bölümünde

daha çok ‘ekonomik rekabetten’ söz etmek istiyorum:

Ekonomik güç, günümüz toplumlarında

çok önemli bir kavram olarak bilinmektedir. Herkes

bu güce sahip olmak için her an bir rekabet

durumu içerisindedir. Bu rekabet içinde olmak

için çok çalışmak gerektiği birinci şarttır. Çünkü

günümüzde çok çalışanlar büyük bir ekonomik

güce sahiptir anlayışı hâkimdir. Ne gariptir ki

ekonomik güç sahibi kimseler hep daha fazlası

için her an rekabet içerisindedirler. Bu gibi kimselerin

korkuları ise; servetlerini kaybetmek korkusu

değil, servetlerini arttıramama korkusudur.

Rekabet başkalarınca mutluluk sebebi olarak

da bilinmektedir. Fakat burada önemli olan

nokta şudur ki; Rekabette başarıyı ‘fazla’ önemsemek

beraberinde mutsuzluğu getirecektir.

b) Mutsuzluğun nedeni olarak ‘Çekememezlik’

kavramına kitabında yer veren Bertrand RUS-

SELL’a katılarak bu yazıda da çekememezlik

kavramı üzerinde durmak istedim.

Çekememezlik, insan doğasına ait bir kavramdır.

Herhangi bir konuda, durumda yapılan

adaletsizlik ortaya çekememezliğin çıkmasına

sebep olmaktadır. Çekemez insanlar, ellerinde

olan maddi-manevi bütün imkânlardan dolayı

mutluluk duymak yerine kendilerinde bulunmayan,

fakat başkalarında bulunan imkânlar

yüzünden acı çekerler, mutsuz olurlar.

İnsan doğasında çekememezliğin karşıtı olarak

‘Hayranlık’ kavramı da bulunmaktadır.

Hayranlık duygusu yeri geldiğinde çekememezlik

kavramını etkisiz bırakabilmektedir. Şöyle

de denilebilir ki: Birey içinde bulunan hayranlık

duygusunu ne kadar ön planda tutarsa

çekememezlik duygusu da o oranda ortadan

kalkacak ve bunun sonucunda kişi mutluluğa

ulaşacaktır.

c) Bu yazıda anlatılacak olan mutsuzluk nedenlerinden

‘psikolojik’ kaynaklı olan ‘Günah

Duygusu’nun mutsuzluk sebepleri konusunda

etkisi yadsınmamalıdır.

Günah duygusu vicdan ile alakalıdır. Vicdan,

bireyin içerisinde var olup yapılan davranışlara

olumlu veya olumsuz damgalarını veren sistemdir.

İşlenen herhangi bir günah sonucunda

ortaya çıkan iki durum vardır: İlk durum, pişmanlıktır

ki bunun pek bir önemi yoktur. İkinci

durum ise tövbedir bu ise uygun koşullarda günahı

ortadan kaldırabilmektedir.

Günah duygusu ile mutsuzluk arasındaki ilişki

şöyle açıklanabilir: Cezalandırılması gereken

bir suç işleyen kimse suçunun ortaya çıkma

olasılığı ile hep korku ve tedirginlik halini yaşar.

Bu korku ve tedirginlik hali bireye mutsuzluk

vermektedir.

Bertrand RUSSELL bahsi geçen kitapta, günah

duygusunun kaynağı olarak çocuklara 6

yaşına kadar verilen yanlış ve mantığa uygun

olmayan ahlak kurallarını işaret etmektedir.

Mantığa uygun olmayan ahlak kurallarının başında

ise sözü edilen yaş grubundaki çocuklara

verilen cinsel eğitimin yanlış tutumlar eşliğinde

aktarılmasıdır.

Cinsel eğitimde sergilenen yanlış tutumlar, çocukların

cinsel organlar ile günah duygusunu

sıkı bir ilişki içerisine koymakta ve bunun sonucunda

ortaya çıkan sorunlar bireyin ilerleyen

20 21



yaşlarında da boy göstermektedir.

d) Rönesans ve Reform hareketlerinden sonra ortaya çıkan fikir ayrılıkları günümüze kadar etkisini

sürdürmüştür. Bu fikir ayrılıkları beraberinde mutsuzluğun diğer bir çevresel etkeni olan ‘Kamuoyu

Korkusunu’ ortaya çıkarmaktadır. Yaşam biçimi, dünya görüşü toplumun genel düşüncesinden

farklı olan bireyler toplum içerisinde kendilerini azınlık olarak görmekte ve buna bağlı

olarak da mutsuz olmaktadırlar.

Günümüz toplumlarında özellikle gençlerde görülen kamuoyu korkusuna bağlı mutsuzluklar,

onlara pek çok yönden zarar vermektedir.

İlgi, istek, yetenek ve zevkleri toplum genelinden farklı olan gençler, bahsi geçen farklılıklarına

bağlı olarak gelecek, kariyer planı yapmak istemekte fakat başta ebeveynleri olmak üzere

toplumun değişik kesimleri tarafından farklı alanlara yönlendirilmektedirler.

Bunun sonucunda birey, istemediği

geleceği yaşamak ve istemediği mesleği yapmak durumlarına

bağlı olarak mutsuz olmaktadır.

Kamuoyunun bu etkisine maruz kalan bireylerin genel

olarak ‘çekingen’ bireyler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Kamuoyunun bu etkisine maruz kalmak istemeyen

ve kendi gelecek planlarını gerçekleştirmek

isteyen bireylerin, çekingen bir tutum göstermeyip tam

aksine isteklerini, düşüncelerini başta ebeveynlerine

daha sonra toplumun diğer kesimlerine açıkça ve ‘uygun

bir üslupla’ dile getirmeleri beklenmektedir. Bunu

yerine getiren bireylerin kamuoyu korkusu kalmayacak,

kendi isteklerine göre gelecek planlarını yapacak ve

buna bağlı olarak da mutluluğa erişmiş olacaktır.

Yukarıda yazılanlardan da anlaşılacağı üzere mutluluk,

dr.com.tr

kendiliğinden ortaya çıkan bir kavram değil tam tersine

bireyin kendi uğraşları sonucunda ulaştıkları bir kavramdır.

onedio.com

Mustafa ÇOMRUK

OKU

YORUM

“Ormana gittim, çünkü derin yaşamak ve hayatı

iliğine kadar özümsemek istiyordum. Yaşama

dair olmayan her şeyi bozguna uğratmak

için. Ve ölüm vaktimin geldiğinde aslında

hiç yaşamamış olduğumu keşfetmemek için.”

Fazla eseri olmadığı için adını çokça duymadığımız

Alman yazar N.H.Kleinbaum, kısa olmasına

karşılık çok derin anlamlar içeren Ölü

Ozanlar Derneği adlı eseriyle, bize yazarın kalitesini

belirleyenin, eser sayısı ya da eserin hacmi

değil niteliği olduğunu gösteriyor. Kitap, her

şeyden önce özgür ruhlu olabilmeyi ve bu şekilde

yaşayabilmeyi hayatımızın asıl meselesi

haline getirmemiz gerektiğini vurgularken ayrıca

herkesin dilinde olan “Nereden geldik, nereye

gidiyoruz?” karmaşasına, “Unut nereden

geldiğini, düşünme nereye gideceğini. Ne geçen

zamanı geri getirebilirsin ne de gelecek

zamana müdahale edebilirsin. Bu yüzden anı

yaşa, şu an mutlu olmaya bak.” şeklinde bir

açıklama getiriyor.

Bir solukta okuduğum ve okurken içimi biraz

sevinç, bolca hüznün kapladığı, benim gözümde

bir kült olan eser, herkesin kabullendiği

basmakalıp değerlerle yaşayan öğrencilerini

bu kemikleşmiş düşüncelerden kurtarıp onları

özgün düşünmeye yönlendiren bir öğretmenin

ve onun peşinden giden öğrencilerin hikayesini

işliyor.

İngiltere’de zengin ailelerin çocuklarının okuduğu,

‘robot’ öğrenciler yetiştirmeyi amaçlayan,

son derece geleneksel ve disiplinli olan

Welton Akademisine gelen edebiyat öğretmeni

Bay Keating’in ve yarış atına çevrilmiş

lise öğrencilerinin hayatına misafir olduğumuz

eserde, 7 öğrenci, kütüphanede buldukları bir

defter sayesinde, yeni edebiyat öğretmenlerinin,

okulun eski öğrencilerinden olduğunu ve

o zamanlar “Ölü Ozanlar Derneği” grubuna

katıldığı için okuldan atıldığını öğrenirler. İyi bir

üniversiteye girmeleri için onlara baskı uygulayan

diğer öğretmenlerine karşın, onlara anı

yaşamalarını ve hayatlarını olağanüstü kılmalarını

söyleyen Bay Keating’in derslerinden ve

fikirlerinden çok etkilenen bu öğrenciler Ölü

http://filmhafizasi.com

Ozanlar Derneği’ni tekrar kurma kararı alırlar.

Grup üyeleri, toplantılar düzenlemekte, çeşitli

şiirler okumakta, hayatın belli yönleri tartışmakta,

hayallerin peşinden gidilmesi konulu

sohbetler yapmakta ve hepsinden önce kendilerinin

bu hayatta tam olarak neyi istediklerini

ve bu doğrultuda neler yaptıklarını sorgulamaktadırlar.

O sene okula yeni gelen Todd Anderson’ın

çok utangaç bir yapısının olmasının yanında

ağabeyi, bu okuldan çok yüksek bir dereceyle

mezun olmuştur. Onun verdiği baskı ve kendisinin

içine kapanıklığının harmanlanması,

onun için okulu bir cehennem olarak kılmaktadır.

Ölü Ozanlar Derneği’nin üyelerinden biri

olan Todd, başlarda utangaçlığı yüzünden

şiir okuyamasa da kısa bir süre içinde duruma

alışır ve okumaya başlar. İlerleyen zaman içerisinde

geceleri mağarada okunan şiirler ve

yapılan konuşmalar onları birbirlerine öylesine

bağlar ki, bu durum onlar için artık bir yaşam

biçimi olmaya başlar. Tam bu sırada derneğin

o dönem ki başkanlığını yapan Neil Perry,

anne babasının son derece karşı çıkmasına

rağmen hayali olan oyunculuk için çalışmalara

başlamıştır bile.

Her yaştan kişiye hitap edebileceğini ve herkesin

okuması gerektiğini düşündüğüm bu

eseri, bence en başta anne babalar okumalı.

Yazar ebeveynlerin, çocuklarının hayalleri

ve becerileri konusunda en ufak bir fikir sahibi

olmadan, onların hayatlarını sanki kendileri

yaşayacakmışçasına, kendi beklentileri

doğrultusunda yön vermesinin, çocuklarının

hayatları üzerinde yaptığı yıkıcı etkilerin yansımalarını

okuyucuya şok verecek bir olayla

zirveye ulaştırmıştır. Finalde yaşanan bu olayla

yazar, çocukların temel psikolojisini oluşturan

en önemli unsurun aile olduğunu gösteriyor.

Bu eser aracılığıyla ailelerin kendilerini keşfet-

22 23



meleri yolunda çocuklarının arkalarında durmaları

ve onları yetenekleri ışığında desteklemeleri gerektiği

mesajını alıyoruz.

Başarıyı yalnızca ders çalışmak, kendini dünyadan soyutlayıp

sadece buna odaklanmak olarak gören zihniyete

karşı çarpıcı bir etki oluşturan eseri anne babalardan

sonra geleceğin şekillenmesinde en fazla payı

olan öğretmenler okumalı. Eser öğretmenleri, ezbere

dayalı eğitimin öğrencilere bir şey kazandırmadığı ve

önemli olanın hayata karşı doğru bir bakış açısı kazandırmak

olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor.

Kalıp yargıların ve çevredeki baskıların içerisinde sürüklenirken,

esasında hepimiz en derinlerimizde Bay

Keating gibi, olmayı istediğimiz kişi olmanın hayalini

kurarız. Başkalarının istediği değil, yalnızca kendimizin

istediği kişi olmanın hayalini. Öyleyse gelelim Bay Keating’in

söylediği onca şeye karşın kitabın özünü oluş-

wannart.com

turan ve kitabın bir sembol haline gelmesini sağlayan “Carpe Diem” felsefesine. İyi ve kötü bir

dolu yaşanmışlığı geride bıraktığımız geçmişimizle, henüz gelmese de içine bir dolu hayal ve

beklenti sığdırdığımız geleceğimiz arasındaki çıkmazda sıkışıp kalırız çoğu zaman. İşte tam burada

“Carpe Diem” kazanacak arkadaşlar. Yani anı yaşayanlar kazanacak. Bu öyle alelade

bir şey değil tabiki. Şimdi durun ve düşünün: Bulunduğunuz anı ne kadar yaşayabiliyorsunuz?

Hangimiz şu anı ne kadar yaşayabiliyor bilinmez. Sadece helal olsun bulunduğu anı yaşayabilenlere.

Peki yazar kitabın tam olarak neresinde? Bana kalırsa her yerinde. Tüm basmakalıp yargılara

inat olmayı istediği kişi olabilmenin hayaliyle gece yarısı yatakhanelerinden çıkıp o mağaraya

giden çocuklardan biri yazar, dünü ve yarını bırakıp bugünü yaşamanın hayalini kuran biri,

özetle yazar her şeyden önce gerçek bir Ölü Ozanlar Derneği üyesi.

Yazarın kullandığı dilin sade ve anlaşılır olması; sıradanlığından değil, eserinin herkes tarafından

anlaşılmasını istemesinden diye düşünüyorum. Eser, sadeliğin yanında o kadar sürükleyici

bir dile sahip ki, kitabı okurken kimi zaman kendinizi o baskıcı Welton Akademi’sinin duvarları

arasında sıkışıp kalmış olarak bulurken, kimi zaman Ölü Ozanlar Derneği’nin bir üyesi olarak o

mağarada şiir okurken buluyorsunuz.

Kitabın beni en etkileyen kısmı -okumayanlar için detay vermeyeceğim- şüphesiz olayların

ve işleyişin tüm gidişatına ve verilmek istenen tüm mesajlara son derece uygun bir çarpıcılıkta

olan final kısmıydı. Boğazda bir düğüm oluşturan şok edici finalinin yanı sıra, eserin her satırında

karakterler arasındaki dostluğu ve bağlılığı hissettirmesi, yine kitabın beni en etkileyen taraflarındandı.

Son olarak filmi olan kitaplar tartışmalarında sonuna

kadar kitapların savunucusu olsam da Ölü

Ozanlar Derneği’nin filminin, son derece başarılı

olduğunu kabul edebilirim.

Sözlerime, kitabın ve gelecek birçok neslin asıl

kahramanı Bizim Kaptan’ın sözleriyle son vermek

istiyorum:

“Kopar goncaları henüz vakit varken bugün

Anlamazsın zaman nasıl kanatlanır, uçar gider.”

Emine Hilal MUTLU

Editör

dusunbil.com

İZLİ

YORUM

Senaryosunun da kendisi tarafından kaleme alındığı; genç yönetmen Xavier

Dolan tarafından çekilen Mommy, vizyona girdiği ilk andan itibaren bütün

dikkatleri üzerine çekmeyi başardı diyebiliriz. Peki nedir bu Mommy, alanında

neden bu kadar başarılı oldu? Gelin aldığı ödülleri bir yana bırakalım ve filmi

daha yakından görmek için bize sunulan o ütopik dünyasına hep beraber

dalalım...

Mommy, toplumdaki mevcut düzene ve o düzen tarafından belirlenen normlara karşı çıkarak,

belirli kalıplara sığdırılmaya çalışılan özgürlük kavramının manasını izleyiciye tekrar sorgulatan

bir yapım. Film, Kanada’da mevcut olmayan hayali bir yasa tasarısının içeriğiyle başlıyor ve

bu yasa tasarısında fiziksel, psikolojik ve mali sorunlar yaşayan ailelerin, davranış problemi olan

çocuklarını hiçbir süreç işlemeksizin kamu hastanelerinde bakıma sokmalarında hukuki ve ahlâkî

boyutta sorunun olmadığı belirtilmiştir. Üç ana karakterin toplumsal hayattaki rolüne ve bu

rolleri kendi içlerinde ne derece özümseyebildiklerine eğilen film; aslında toplum tarafından

oluşturulan kalıp yargıların kişiliklerimiz ve özgürlüklerimiz üzerinde hangi sonuçları doğurduğunu

da gözler önüne seriyor. Filmde anne rolüne Diane olarak can veren Anne Dorval, kocasının

ölümünden sonra borçlarla baş etmeye çalışan, mesleki alanda da yetkin olamayan bir rolle

izleyici karşısına çıkıyor. Zaten çetrefilli bir hayat yaşayan Die için işler, oğlu Steve’nin ıslah evinin

kantininde çıkardığı bir yangın sonucu ile daha da zorlaşmaya başlar. Bu olaydan sonra Steve

ıslah evinden atılır ve ikili beraber yaşamaya başlar. Bu zorlu süreçte Diane’e, komşusu Kyla’nın

eşlik ettiğini görüyoruz. Kyla, yönetmenin hep ikinci planda tuttuğuna inandığım bir karakter.

Yaşadığı bir olay sonucu kekeme olan karakterimizin; film boyunca ne yaşadığı buhrâna tanık

olacağız ne de davranışlarını etkileyen ana etmenin ne olduğunu bulacağız. Bana sorarsanız;

Kyla üzerinde bâyâ tartışılacak karaktere sahip bir birey.

Vakitlerinin çoğunu beraber geçiren üçlünün bir aradayken toplum tarafından kendilerine

dayatılan sınırların dışına çıktıklarını ve toplum içerisinde nükseden problemlerinin yine birlikteyken

aştıklarını fark ediyoruz. Bu üçlünün yolu Steve’in akıl hastanesine gitmesi ile ayrılır. Filmde

baş karakterimiz Steve’in, anne figürüne olan duygusal bağlılığını görmemek mümkün değil.

Zira kendi açısından annesi ile arasındaki ilişki bir anne-oğul ilişkisi değil de bir sevgili ilişkisi gibidir.

Karakterlerin içsel analizine biraz değinecek olursam Diane için şunları söylemek mümkün;

hem kendi içinde hem de toplumun dayattığı otoriter baskılara karşı çıkmasına rağmen Steve

üzerinde bir hakimiyet kurma çabasındadır. Toplumun bir parçası gibi görünse de yapı olarak

toplumdan soyutlanmıştır. Ve toplumsal düzgülerin kendisine biçtiği anne rolüyle de özdeşleşmemesi

onu tanımlayan başlıca özellikleri olarak tanımlanabilir. Steve annesine büyük bir tutkuyla

bağlı olmasına rağmen, kendi isteklerinden, içinden gelen tavırlarından ve en önemlisi de

özgürlüğünden bir türlü vazgeçemediği için annesi tarafından akıl hastanesine yatırılır. Çünkü

Steve’in davranışları normların dışındadır ve eğer normların dışındaysan normal değilsindir. Filmdeki

ana temalardan biri de bu bence.

Bir diğer karakterimiz Kyla’nın da kendi

evinde konuşmakta güçlük çekmesi

fakat Diane ve Steve ile beraberken

bunu yenmesi, kendi evinden çok

Diane’nın evinde vakit geçirmesi ve

kendi çocuklarından daha çok Steve

ile ilgilenmesi toplum tarafından pek

de kabul görmeyen davranışlardır. Bu

noktada bahsettiğimiz üçlünün özgürlüğünün

kısıtlandığını görüyoruz. Çünkü

kendi içlerinde kalıplara meydan

okuyorlardır aslında. İşte bu yüzden

http://etonsetapedesbarres.tumblr.com

24 25



bahsettiğimiz karakterler; evleri dışındaki koca

dünyaya sığamazken küçücük evde özgürlüklerini

bulup koca dünyalarını oraya sığdırabilmektedirler.

Filmde gözler önüne serilen bir diğer şey de

hayatın mutluluktan çok hüzün barındırdığıdır.

Mutluluklarımız, âni şeyler sonucunda ortaya

çıkar ve ortaya çıktıktan belli bir müddet sonra

da yerini yine normal durağanlığına ve hayatın

içsel hüznüne bırakır. Ve bizler o hüznün

içerisinde, içsel karmaşalarımız ve sıkışmışlıklarımızla

kalırız. Yönetmen, bu noktada bu olayı

alışılmışın dışında bir şekilde seyirciye yansıtmıştır.

Bu olay, film boyunca kadrajın 1:1 görüntü

formatında kullanılmasıyla yansıtılmıştır bizlere.

Yalnızca iki yerde 16:9 görüntü formatına geçiş

yapan filmde bu kısacık ama güzel anların

hayattaki mutluluklar gibi gelip geçici olduğu

hissi yaratılmıştır izleyiciye. Bu anların birine örnek

verecek olursam; Diane’nın hayal kurduğu

sahneyi diyebilirim. Hayalinde Steve büyür,

üniversiteye başlar, mezun olur ve daha sonrasında

ise evlenir... Fakat sahne bittiğinde, 16:9

görüntü formatı yerini hemen 1:1 görüntü formatına

bırakır çünkü mutluluklar gelip geçicidir.

Ayrıca filmde yönetmenin bizlere göstermek

istediği kavramlardan biri de ideal olanı belirleme

çabasıdır. İdeal anne, ideal evlat, ideal

komşu. Peki bunları kim belirliyor, toplum mu?

Karakterlerimiz bu alışılagelmiş ideal birey kavramının

çokça dışında kaldıkları için kontrol

mekanizmaları tarafından özgürlükleri giderek

kısıtlanır. Filmin sonlarına doğru bu mekanizmanın

karakterlerimizi istediği gibi işlediği görülür.

Güçlü olan dengenin zayıf olanı saf dışı bırakması

gibi. Die, toplum ve devletin baskısına

yenik düşüp oğlunu akıl hastanesine gönderir,

Kyla ailesinin baskısına yenik düşerek onlarla

yeni bir şehre taşınır fakat Steve kendisine

dayatılan tüm baskıcı çabalara rağmen akıl

hastanesinde özgürlüğün bir yolunu bulur ve

kendisine bir kalıbın temsili olarak giydirilen deli

gömleğini sıyırıp pencereye, özgürlüğün kollarına

doğru koşar...

Bizlere dayatılan kurallara ne derece boyun

eğmekteyiz, benliklerimizi olduğu kadar başka

kişileri de belirli kalıplara dökme çabasından

ne zaman kurtulacağız? Çünkü bana soracak

olursanız bunlardan kurtulduğumuz miktarda

insanızdır, mutluyuzdur ve özgürüzdür. Öteki

türlü despotlaşmış bir toplumun eleğinde sallanıp

gideriz. Yazıma filmden çok beğendiğim şu

alıntı ile son vermek istiyorum:

“Bu dünyada tonlarca umut yok. Ama umut

dolu insanların umut etmelerini düşünmeyi seviyorum.

Böylece umutlu insanlar bir şeyleri değiştirebilir...”

Şuheda Şalışlıoğlu

cağı inancıyla bu yardımı almaktan geri duracaklardır.

Bazılarıysa kişisel sorunlarını bir yabancıya

açma konusunda bir korku ve tedirginlik

yaşadıklarından dolayı yardım almaktan kaçacaklardır.

Fakat bütün bu sebeplerin yanı sıra

psikolojik destek almaya duyulan çekimserliğin

başlıca sebebi etiketlenme korkusu yani sosyal

damgalanmadır.

Bireyin psikolojik yardım almanın çevresindeki

insanlar tarafından damgalanmasına neden

olacağı şeklindeki algısına sosyal damgalanma

algısı denir (Komiya ve diğ., 2000 akt. Topkaya,2011).

Başka bir ifadeyle, kişinin, bir zorluk

karşısında psikolojik destek almasının başkaları

tarafından olumsuz bir yargıyla değerlendirileceği

düşüncesidir (Deane & Chamberlain, 1994

akt. Topkaya,2011).

Şimşek (2017), çalışmasında insanların, yakın

çevrelerinde psikolojik yardım alan kişi sayısının

az olmasından ve bu kavramın neyi ifade ettiğini

tam olarak algılayamadıklarından ötürü,

toplumda genel olarak ‘psikoloğa / psikiyatriste

giden delidir’ etiketlenmesinden de korktukları

için ihtiyaç duyduklarının farkında olmalarına,

hatta destek almak istemelerine rağmen bu

damgalanma korkusu yüzünden gerekli adımları

atamadıklarını belirtmiştir.

Sosyal damgalama bireyi yakın çevresinden soyutlayan

ve ötekileştiren, bireyi uzak durulan bir

hale getiren, bireyin her anında kendisini problemli

ve yalnız hissettiren, psikolojik yardım alma

konusunda da başlıca kaçınma sebebi olan bir

korkudur.

Topkaya (2011), ülkemizde yürüttüğü araştırmasında

sosyal damgalanma algısıyla psikolojik

yardım alma niyeti arasında doğrudan bir ilişki

bulmuş, başka bir deyişle damgalanmaktan

çekinen insanların psikolojik yardım alma niyetinin

az olduğu belirlemiştir. Ayrıca yine aynı araştırmada

sosyal damgalanma algısı yüksek olan

bireylerin beklenen yarar algısı düşük alacakları

desteğe karşı tutumu olumsuz ve sonucunda

psikolojik yardım alma niyetleri azdır sonucuna

varılmıştır.

Psikolojik yardım aldığından dolayı çevre tarahttp://etonsetapedesbarres.tumblr.com

http://instagram.com

İnsanın, hayatının her alanında çeşitli zorluklarla

karşılaşacağı kaçınılmaz bir gerçektir.

Bazı zorluklar kişinin kendi kendine ya da çevresindekilerin

desteğiyle aşabileceği türden

zorluklarken, bazıları kişinin profesyonel psikolojik

yardım almasını gerektirecek kadar içinden

çıkılmaz zorluklar olabilir. Psikolojik destek

alma kararını verebilme süreci kişiden kişiye

değişmektedir. Kimileri bu desteği en ufak bir

sorun yaşadığında alırken, kimileri çok ihtiyaç

duyduklarını bilseler bile bu desteği almaktan

kaçarlar.

Çevremizde gördüğümüz insanların çoğu, karşılaştıkları

zorluklar karşısında psikolojik destek

almayı en son sıraya koymaktadırlar. Kişiler psikolojik

destek almaları gerektiğini fark edene

kadar önce bu durumu kendi başlarına halletmeye

çalışırlar. Yapamadıklarında eğer paylaşabilecekleri

bir sorunsa yakın çevreleriyle

paylaşırlar ve destek isterler fakat paylaşamayacakları

kadar içinden çıkılmaz bir durum ise

kendilerine zarar verecek kadar kötü bir ruh

hali içine bile girebilirler.

Şimşek (2017), çevremize baktığımızda insanların

genellikle kendilerini iyi hissettiğini ifade

ettiklerini, yetkin birinden yardım almadıklarını,

herhangi bir sorun söz konusu olduğunda

eş, arkadaş ya da yakın çevresi ile bu durumu

paylaşarak ya da fiziksel aktivitelerle rahatlamaya

çalıştıklarını ifade etmiştir.

Kişilerin profesyonel psikolojik yardım alma ihtiyacı

duymalarına karşın bu kararı vermesinde

onları engelleyen sebepler vardır.

Araştırmacılar, kişilerin psikolojik sorunları için

destek alma niyetini etkileyen birçok faktör belirlemişler

ve bu faktörleri üç temel kategoride

toplamışlardır; kişisel faktörler (kişisel özellikler

ve durumlar), sosyokültürel faktörler (kültürel

değerler veya belirli bir sosyal grubun nitelikleri)

ve yardım alınabilecek kurum ile ilgili faktörler

(psikolojik danışma servisleri, psikolojik danışmanlar

ve diğer idari konular) (Fischer, 1983;

akt. Topkaya, 2011).

Psikolojik yardım almayı reddetmenin yukarıda

bahsedildiği üzere kişisel, sosyokültürel ve

yardım alınabilecek kurum ile ilgili faktörler gibi

birçok başlık altında toplanabilecek nedenleri

vardır. Kişiler genelde kendilerini yaşadıkları

problemle baş edebileceklerine ve olayı büyütmeye

gerek olmadığına inandıracaklar ya

da çevrelerindeki sosyal desteğin yeterli ola-

Psikolojik Yardım Almaya

Karşı Olan Tutumun Sosyal

Damgalanma Algısı

İle İlişkisi

26 27



fından damgalanma hakkında yapılan araştırmalarda iki tür damgalama vardır: Birincisi yukarıda

bahsedilen ‘psikoloğa, psikiyatriste giden delidir’ gibi çevre tarafından yapılan sosyal

olarak damgalanma, öteki ise birincisinden daha zorlu bir durum olan kişilerin kendi içlerinde

kendilerini damgalaması yani içsel damgalamadır.

Psikolojik yardım arayan kişiye yönelik damgalamayı, bireyin kendisine yapması yani içselleştirmesi,

kendini damgalama olarak ifade edilmiş ve bu durumun, bireylerin psikolojik destek almak

için herhangi bir arayışa girme olasılığını azalttığı belirtilmiştir. (Corrigan, 2004; Vogel, Wade

ve Haake, 2006; Vogel ve Wade, 2009 akt. Sezer ve Gülleroğlu, 2016).

Her iki damgalanma da, kişinin içinde bulunduğu zorluktan çıkması konusunda ona destek

olacak yardımı almasında ona bir engel teşkil edecektir. İki damgalama türü de, kişinin yardım

almasını ketlerken ikinci damgalama türü olan içsel damgalama, kişinin kendiyle ilgili olumsuz

düşünceler ve yakıştırmacalar içerisine girmesine, kişinin kendini hayatının her alanında yetersiz

ve sorunlu hissetmesine neden olacaktır.

Araştırmalarda psikolojik yardım arama tutumlarını belirleyen en önemli değişkenin kendini

damgalama, ikinci önemli değişkenin cinsiyet, üçüncü değişkenin ise özsaygı olduğu saptanmıştır.

Yapılan araştırmaların sonuçları, kendini damgalamanın yardım arayışına girme olasılığını

azaltan en önemli etmenlerden olduğunu gösteren araştırma sonuçları ile tutarlıdır (Sibicky ve

Dovidio, 1986; Ben-Porath, 2002; Corrigan, 2004; Vogel, Wade ve Haake, 2006; Vogel, Wester

ve Larson, 2007; Vogel ve Wade, 2009 akt. Sezer ve Gülleroğlu, 2016).

Psikolojik yardım alma ya da psikolojik rahatsızlık tanısı nedeniyle toplumda bir damgalamanın

söz konusu olması yanlış inanışlardan, çeşitli önyargılardan ve kulaktan dolma bilgilerden kaynaklanmaktadır.

Gerektiği durumlarda dahi psikolojik desteğin başta sosyal damgalanma olmak

üzere çeşitli nedenlerle reddedilmesinin önüne geçilmesiyle ve toplumun psikolojik yardım

alan kişilere karşı olan tutumunu değiştirmesiyle, zorluk yaşayan bireylerin yardım almak konusunda

içsel çatışmalar yaşamaktan sıyrılmaları ve tedavi kararını daha rahat alarak bu süreci

daha sağlıklı atlatmaları sağlanabilir.

Bu amaçla toplumdaki her kesim ruhsal hastalıklar ve ruh sağlığıyla ilgili bilinçlendirilmelidir. Ruhsal

hastalığa sahip ya da psikolojik destek alan bireyleri ötekileştirip kenara itmek yerine onları

topluma kazandırmak için çabalamalı, zorlu hayatlarını kolaylaştırmak adına içimizden biri olduklarını

onlara hissettirmeliyiz.

Kaynakça

Topkaya, N. (2011). Psikolojik yardım alma niyetinin sosyal damgalanma, tedavi korkusu, beklenen

yarar, beklenen risk ve tutum faktörleriyle modellenmesi. Yayımlanmış doktora tezi, Ege

Üniversitesi, İzmir.

Şimşek, P. (2017). Yetişkinlerin Psikolojik Yardım Alma Tutumlarının İncelenmesi: Mardin İli Örneği.

ABMYO Dergisi Sayı 45 - (2017) - (105-126)

Sezer, S. ve Gülleroğlu, D. (2016). Psikolojik Yardım Arama Tutumlarını Yordayan Değişkenler:

Kendini Damgalama, Özsaygı, Psikolojik Yardım Almış Olma. Eğitim Fakültesi Dergisi 29 (1), 2016,

75-93

Emine Hilal MUTLU

28

29



30 31



Çok uzun bir hazırlık aşamasının ardından sonunda KUYU’yu sizlerle paylaşırken, her birimizde

son derece büyük bir gurur ve her sona gelindiğinde yaşandığı gibi biraz miktar da hüzün var.

En başta, süregelen yoğun tempolarına rağmen bizi kırmayan ve yazdıkları çok kıymetli yazılarla,

çıktığımız yolda bizi yalnız bırakmayan hocalarımıza, sonra bize gönderdiğiniz güzel yazılarınız

için sizlere teşekkürlerimizi sunarız. Kuyu’ya çok emek verdiğimizi, emek verirken onu daha

çok sevdiğimizi belirtmek isteriz. İlk sayımız olduğu için eksiklerimiz olduğunun farkındayız ve her

geçen sayıda bu eksikleri kapatma motivasyonuyla çalışmaya devam edeceğiz. Sizin de bu

yolda bizim yanımızda olmanızı, kuyuya ufakta olsa bir çakıl taşı atmanızı çok isteriz.

Umutla kalın…

Dergi Ekibi

32



biletix.com

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!