Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Yazarlar ;<br />
Ersan OLGUN<br />
İbrahim BEL<br />
Recep YAMAN<br />
Mehmet Sait TEKİN<br />
Sarfiye Öztekin KEÇECİ<br />
Cahide AKBUDAK<br />
Ayhan ÜNALAN<br />
Gülbanu SARIDOĞAN<br />
Ayşin BOZKOYUNLU<br />
Fehmi BİÇER<br />
Zeynep Didem KAŞOĞLU<br />
Rıza ORMAN<br />
Ayşegül Ümmühan ŞAN<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Recep YAMAN<br />
Editör;<br />
Gülbanu SARIDOĞAN<br />
Kapak Tasarım;<br />
Muammer Aslan<br />
İmla ve Düzeltme:<br />
Duygu EŞMEKAYA - Zeynep Didem KAŞOĞLU<br />
İletişim ;<br />
sosyalbilgilerd@gmail.com
Sevgili Okurlar,<br />
Sosyal Bilgiler Dünyası tarafından hazırlanan “Sosyalite” dergimizin ilk<br />
sayısı ile karşınızdayız. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte bilgiye ulaşmak<br />
kolaylaşmış bu da öğretmenlik mesleğinde değişimi zorunlu kılmıştır.<br />
Ülkemizde de uygulanmaya başlayan yeni eğitim akımları ile öğretmen<br />
artık bilginin vericisi değil, bilgi edinme yolunda rehberlik eden kişi konumuna<br />
gelmiştir. Eski usul anlatım tarzının yerini öğrencinin aktif olarak<br />
katıldığı öğrenme şekli almıştır. Bu çerçevede öğretmenlerin de<br />
kendilerini yenilemeye ihtiyaç duydukları açıktır.<br />
Kendini yenileyen, çevresine karşı duyarlı, önyargısız, vatanını ve milletini<br />
seven, teknolojiyi kendine amaç değil araç edinmiş, geleceğe<br />
doğru adım atmanın geçmişle kurduğu köprülerden geçmek olduğunun<br />
farkında olan, sınavda değil hayırda yarışan bireyler yetiştirmeyi<br />
amaç edinen Sosyal Bilgiler Dünyası grubu olarak Ağustos 2018’de<br />
grubumuzu oluşturduk.<br />
Bahsettiğimiz bütün hedeflere ulaşmanın en önemli yolunun kalplerde<br />
iz bırakmak olduğunun bilincinde, elinizde tutmuş olduğunuz bu dergi<br />
ile öğretmenlik serüvenimize yeni bir kapı aralıyoruz ve birlikten doğacak<br />
kuvvetin gücüyle kollarımızı açıp kucaklanmayı bekliyoruz.<br />
Merhaba! İyi okumalar...<br />
Ayşegül Ümmühan Şan
ZEYNEP DİDEM KAŞOĞLU<br />
25 ARALIK GAZİANTEP’İN KURTULUŞU<br />
Büyük bir mücadele ve kahramanlık örneği gösteren Gazi şehir, Gaziantep<br />
İstila etme yarışında öncelik İngiltere’nin olmuştu. Daha sonra Fransızlar<br />
esir almıştı, Gazi şehrimizi. İngiltere’den sonra Fransızlar dadanmıştı.<br />
Ancak kahraman Antepliler izin vermedi Fransızların kara bulut gibi şehrimize<br />
çökmesine. Şahin Bey’i, Kamil’i hatta eşkıyası bile boyun eğmediler<br />
Fransızlara. Topyekun mücadeleye girişti Antep halkı. Ellerinde ne varsa<br />
sürdüler düşman üstüne. Baltayla, orakla, tırmıkla…<br />
İngiltere’nin Musul’u istemesi üzerine Fransa, Antep’in kendisine verilmesi<br />
karşılığında İngiltere’yi Musul üzerinde rahat bıraktı. Böylelikle Fransızlar<br />
Antep şehrini 5 Kasım 1919 tarihinde işgal etmeye başladılar. Fransa’nın<br />
Antep’i işgaliyle Antep halkı, şehirlerini savunmaya başlamış oldu.<br />
İmkânsızlıklarla boğuşan Antep halkı, hiçbir yerden yardım almadan kendi<br />
imkanlarıyla 11 ay şehri savunmayı başarmışlar. Ancak açlığın baş göstermesi<br />
Antep’in savunulmasını zorlaştırmış; Antep Kalesine çekilen, kefenden<br />
yapılan bir bayrakla Antep halkı Fransa’ya teslim olmuştur. Bu muhteşem<br />
savunma sonucunda TBMM, 8 Şubat 1921 tarihinde Antep’e “Gazilik”<br />
unvanını vermiştir. Daha sonra Fransa ile yapılan Ankara Antlaşmasıyla<br />
Fransızlar Gaziantep’i boşaltmaya başlamış; son Fransız askeri 25 Aralık<br />
1921’de Gaziantep’i terk etmiştir. Böylelikle Gaziantep özgürlüğüne kavuşmuştur.
TÜRK LİRASININ DÜNÜ, BUGÜNÜ<br />
İlk lira Sultan Abdülmecid döneminde, 5 Ocak 1843'te ''Osmanlı Lirası'' adıyla basıldı. Kağıt<br />
para basılmadan önce kullanılan bu Osmanlı altın parasına ''Sarı Lira'' denildi. Bir altın lira 7 gram<br />
20 santigram ağırlığındaydı. 2 Haziran 1854'de çeyrek lira ve 18 Şubat 1855'te de 2,5 ve beşibiryerdelerin<br />
basılmasına başlandı.<br />
Cumhuriyetin ilanından sonra 12 Ocak 1926'da çıkarılan bir kanunla, piyasada bulunan Osmanlı<br />
paralarının yerini almak üzere yeni kağıt para bastırılması kararlaştırıldı. Londra'da bastırılan<br />
1, 5, 10, 100, 500 ve 1000 lira değerindeki kağıt paralar, 5 Aralık 1927'den itibaren eskileriyle<br />
değiştirildi. Cumhuriyet döneminde bastırılan paralar üzerinde Latin harfleri 1937'den itibaren<br />
kullanılmaya başlandı.<br />
1 Ocak 2005 tarihinden itibaren Türkiye para birimini, paradan 6 sıfır atılması dolayısıyla geçici<br />
olarak ''Yeni Türk Lirası'' olarak değiştirdi. 1 Ocak 2009'da ise yeniden Türk Lirasına dönüldü.<br />
Türk Lirası, 1 Mart'ta açıklanan simgesiyle yeni bir dönemine daha girdi.<br />
Türk Lirasının 175 yıllık tarihi<br />
1 LİRAYA 883 KİLO EKMEK<br />
Bu arada, 100 kuruş olan 1 Türk Lirasıyla 1930 yılında toplam 883 kilogram ekmek, 142 kilogram<br />
et, 10 bin adet yumurta, 400 kilogram süt;1953 yılında 296 kilogram ekmek, 24 kilogram et,<br />
930 adet yumurta, 166 kilogram süt ; 1963 yılında 104 kilogram ekmek, 12 kilogram et, 285 adet<br />
yumurta, 63 kilogram süt ;1985 yılında 1 kilogram ekmek, 100 gram et, 4 adet yumurta ve 750<br />
gram süt;1991 yılında ise 1 kutu kibrit alınabiliyordu.<br />
Ayrıca 1 dolar 1933 yılında 2 lira, 1966'da 9 lira, 1980'de 90 lira, 1988'de 1300 lira, 1995'de 45<br />
bin lira, 2001'de 1 milyon 650 bin liraydı.<br />
Kaynak AA<br />
İBRAHİM BEL
KURNADAN SİMİTE<br />
RIZA ORMAN<br />
Ne güzeldir değil mi hamama gitmek? Geleneğimizin bir parçası, kimi temizlenmeye gider kimi eğlenmeyegörücü<br />
hamamı vardır bir de geleneğimizde, kız bakmaya giderler- hoş bir anı olarak kalır yıllar geçtikçe<br />
yad ederiz o anıları, çıkartırız sandıktan güleriz ya da ağlarız ‘Hey gidi hey ne yıllardı’ deriz. Hele bu hamam<br />
tarihi ise şehrin mahallenin en önemli parçası o olur hanlarla hamamlarla anılan bir şehir kültürel miras<br />
statüsüne sokulur .Mehmet amca her gün hamamın yanından geçtiğinde ‘Yaşlandın be Mehmet bu hamam<br />
sen varken de vardı sen yokken de var olacak’ der, içini çekip yanından geçer. Gelgelelim sahip çıkmaya;<br />
o konuda kimseye yerimizi ,sıramızı bırakmayız ‘Heyt be biz Türk'üz biz Müslümanız ,tabii ki tarihimize<br />
sahip çıkacağız’ ne güzel de mangalda kül bırakmadım değil mi?<br />
Gevher Nesibe Sultan Hamamı<br />
öncesi<br />
sonrası<br />
İşte sahip çıkmamızın en güzel örneği Anadolu’nun en gelişmiş illerinden biri olan Kayseri’de bulunan Gevher<br />
Nesibe Sultan Hamamı .Bu hamama nasıl da güzel simit sarayını yaptık değil mi?Selçuklu Sultanı Gıyaseddin<br />
Keyhüsrev’in kızı ta 1205’te yaptırmış bu hamamı .2011 yılında da ya bismillah deyip başladılar<br />
restore etmeye. Aman bir heyecan bir heyecan, tarihimiz gün yüzüne çıkıyor her şey Kayseri için her şey<br />
Türkiye için. Çok doğru her şey ülke için görünürde ama tarihi eserlere duyulan saygı göstergesi iş adamının<br />
şu sözlerinde saklı: ’Tarihi Sultan Hamamı'nı, günün koşullarında hizmet verecek kafe ve restoran olarak<br />
değerlendireceklerini anlatan Demircioğlu, şöyle dedi:- Üst yani kubbelerin olduğu bölümde kafe- restoran<br />
olacak. Bunun yanında aşağı kısımda ise alışveriş yapılacak mekanlar olacak. Bu mekanlarda el sanatları,<br />
hediyelik eşyalar, çocuklara ücretsiz pamuk şeker ikramı, lokum satış yerleri gibi bölümler olacak. Tamamen<br />
hamamın yapıldığı döneme ait iş yerleri olacak. O tarihleri yaşatmaya çalışacağız.’’<br />
Ve Tarihi Hamam restore edilir, yapıldığı döneme ait iş yerleri olur simit sarayı. Bundan 809 yıl önce<br />
simit sarayı vardı siz bilmezsiniz ahali, şehrin önde gidenleri orda simit yer çay içerlerdi hatta neskafe bile<br />
içen vardır herhalde .Dalga geçiyorlar milletle halbuki amaç ticari ,tabii ki kimin umurunda tarih. Yeter ki para<br />
getirsin zaten biz atmışız simitimizi güvercinlere onlar yemeye baksınlar .Bu benim gösterdiğim bir örnek<br />
sadece o kadar sahip çıkıyoruz ki tarihe yeri geldi mi antik tiyatroya mermer döşeriz, bir başkasına çelik kapı<br />
takarız bir başkasına pimapen pencere… Halbuki kafaların mermerden farklı olmadığını kavrayamayız.<br />
Sonra da haydi halaya ,çalsın sazlar oynayalım mı erik dalı antik tiyatroda? Antik tiyatro olmuş Kardeşler<br />
Düğün Salonu... Bir hamam simit sarayı tiyatro da düğün sarayı olmuş çok mu!
Sultan Hamamı
Mehmet Sait TEKİN<br />
Değerli arkadaşlar ekim ayında başlattığımız Türkiye geneli fidan dikimi etkinliğimiz<br />
mart ayındaki Orman Haftası’na kadar devam ediyor. Normalde 9 Kasım'da bitiyordu<br />
ama farklı illerde Orman Müdürlükleri, fidan talebine farklı tarihlere gün verdikleri<br />
için bu etkinliği mart ayına kadar uzattık. Bazı arkadaşlar kendi okullarında fidan<br />
dikti. Aşağıda bu arkadaşların bana gönderdiği fotoğraflar var. Bazı arkadaşlar da<br />
Orman Müdürlüğünün belirlediği yerlere fidan dikecekler. Okul müdürümüz Mehmet<br />
Akbulut' un gayretleri ile 800’e yakın fidan aldık. Bunun 200’e yakınını okulumuza<br />
dikeceğiz. Geri kalanını Dörtyol'da ihtiyaç duyan okullara vereceğiz. Buna rağmen<br />
çok bereketli çıktı. Talepte bulunduğunuz sürece Orman Müdürlükleri fidan veriyor.<br />
Bu çalışmaya katılmak isteyen arkadaşlar özelden bana ulaşabilirler. Tunceli'<br />
den Bursa'ya ve 50’ye yakın ilde gönüllü olan bütün arkadaşlara can-ı gönülden<br />
şükranlarımı sunuyorum. İsteyen herkes yapabilir, inanın zor bir çalışma değil. Maddi<br />
olarak hiç bir gideriniz yok. Fidan talebi, fidanları gidip alma ve ekme en fazla 3<br />
saati alan bir iş. Katılımınızı bekleriz arkadaşlar. Bu çalışmaların bütün ülkeye yayılması<br />
dileğiyle...
EYLEM EYLEM ŞAHİN ŞAHİN - TUNCELİ - TUNCELİ<br />
İlknur GÜLER ve Ayşegül ZEYBEK - KONYA
Sosyal Bilgiler Zümresinin bir parçası olarak M.Sait TEKİN hocamızın çağrısına uyduk.<br />
Geleceğe bir fidan sen dik sloganıyla ,Diyarbakır Piri Reis Ortaokulunda temin ettiğimiz<br />
50 fidan ile fidan dikme şenliği yaptık. Hem eğlendik hem farkındalığımız pekişti.<br />
Zelal Tuncay Baydilli<br />
Muvaffak EROĞLU - KIRŞEHİR
BULUTLARA GİDEN YOL<br />
Sarfiye Öztekin KEÇECİ<br />
Yol bazen hüzündür bazen ayrılık<br />
bazen de umuttur kavuşmak için. Ama en<br />
çok da müphemdir yol hayat gibi ;sonu<br />
nereye varır ,nasıl biter hikaye bilinmez.<br />
Zordur yol asla taviz vermez meşakkatinden<br />
,kolay kolay da vermez size istediklerinizi.<br />
Bekler hep daha çok umut<br />
edesin daha çok bel bağlayasın ona. Sabır<br />
gerektirir yollar vuslata dair.100 yıl<br />
öncesinden selam getirdim, 100 yıl öncesine<br />
selam gönderiyorum…<br />
Solaklı Deresi’nin kıvrımlarınca kıvrılan<br />
uzun ince bir yoldayız. Offff, Of!..Solaklı<br />
Deresi’nin taştan taşa vurarak kıvrıla kıvrıla<br />
ulaştığı son noktadaki nidasını temsil<br />
edercesine Of!Solaklı Deresi Of’ta son<br />
bulurken Derebaşı virajları Of! diyerek<br />
başlıyor tam tersine. Hikâyesiyle münasip<br />
düşercesine…<br />
Of’tan başlayarak Solaklı’nın sağ yamacına<br />
tutunmuş D915 karayolu dere<br />
kıvrıldıkça kıvrılır, uzadıkça uzar.1914 yılında<br />
başlar hikayesi bu yolun. O zaman<br />
araç yoktur daha. Rus işgali altındadır<br />
memleket. Of’u Bayburt’a bağlayan en<br />
kısa mesafe hesaplanır ve çalışmalar başlar.<br />
Şantiyeler kurulur. Yöre halkından eli<br />
kazma-kürek tutanlar, duvar ustaları, aşçılar,<br />
sucular işbaşındadır. Kısım kısım 3 yıl<br />
devam eder çalışmalar.Çaykara -O zamanki<br />
adı Kadahor-‘ya kadar derenin kenarından<br />
ilerleyen yol Çaykara’yı geçince<br />
dönemin önemli ticaret merkezi Hadi pazarında<br />
Solaklı ile yollarını ayırır. Şur-<br />
Şinek-Harheş-Aşağı Ogene-Yukarı Ogene<br />
istikametinde ilerler. Artık daha sarp bir<br />
arazide ilerlemeye başlanmıştır. Yamaç<br />
arazinin büyük bir bölümü duvarlarla geçilir.<br />
Kazılabilen yerler ise kazma kürekle.<br />
Yolun en önemli kısmı Derebaşı’dır. Solaklı<br />
deresinin bir kolunun kaynak noktasındadır<br />
Derebaşı.Onun için adı Derebaşı’dır.<br />
Sarp bir arazidir burası. İğne ile kuyu<br />
kazmak gibi bir şeydir buradan yol<br />
geçirmek. İlmek ilmek araziyi dokuyarak<br />
yolu dağdan aşırmak.Çalıştı dedelerimiz.<br />
Kilim gibi dokudular yamaçlara 13 virajı.<br />
Ve zirveye vardıklarında en zor noktaya<br />
vardılar. Yalçın kayayı aşamadılar.
Şantiye sorumlusu Rus komutana dediler:<br />
-“Komutan burayı geçemiyoruz” diye.<br />
Onun için de buraya “Demirkapı” dediler.<br />
-Bir bozuk para kadar da olsa parça koparabilir<br />
misiniz?<br />
-Koparırız.<br />
-O zaman devam, dedi Rus komutan.<br />
Devam ettiler. Ve aştılar “Demirkapı’yı” ve<br />
yüce dağları, ovaya indiler. Sadece ovaya<br />
mı? Yaylalar…Asıl yaylalarına ulaştılar. Ve yıllarca<br />
kullandılar bu yolu. Bu yol kimisinin<br />
kaderi, kimisinin eceli oldu; kimisinin sevdası,<br />
kimisinin en tatlı, kimisinin en acı hatırası.<br />
Solaklı boyunca uzayan yolda İşkenaz,<br />
Taşhan, Küçühol, Kondu, Kadahor, Hadialtı,<br />
Şinek, Harheş, Ogene, Derebaşı ve Heneke<br />
hanları durakları oldu.<br />
Bölge insanının ortak noktası oldu bu hanlar,<br />
bu yol.Bu yolda tanıştılar, kaynaştılar,<br />
kader birliği yaptılar; ekmeklerini, azıklarını<br />
paylaştılar.<br />
Bazen türkü oldu dudaklarında, bazen hasret<br />
oldu yaylaya, bazen hasreti bitirdi Derebaşı<br />
yolu.<br />
Kıvrım kıvrım kıvrılan yolda kervanlar dizilirdi,<br />
yayla çıkış ve inişlerinde.<br />
Derebaşı vardır analarımızın terlerinde,<br />
anılarımızın bir yerlerinde. Kamyonların kornasında,<br />
hayatın tam ortasında. Yıllarca taşıdı<br />
bizi Derebaşı. Enes’in hanında bir çorba<br />
kokusudur bazen, Heneke çayırlarında bir<br />
nefes. Derebaşı’nda yankılanan ses<br />
Yolu kazan çekiç sesi midir, yamacı yürüyüp<br />
çıkan yolcunun nefesi mi? Yoksa bir feryat<br />
mı? Korkudan bürünülen sessizliğin sesi midir?<br />
Derebaşı bir tarihtir, anılarla örülen, rüyalarda<br />
görülen. Dile kolay, bir asır taşıdı<br />
yöreyi denizden dağa, ovaya; ovadan, yayladan<br />
denize bir mirastır hepimize, dedelerimizden,<br />
atalarımızdan…<br />
Şimdi garip, şimdi yalnız, şimdi yorgun<br />
gibi. Ama eski topraktır eski yol, yine eskisi<br />
gibi şenleneceksin müsterih ol!<br />
Not: Daha fazla ayrıntı ve görsel için TRT Belgesel Bulutlara Giden Yol’u izleyebilirsiniz<br />
Kaynak Çaykara Gazetesi -Teşekkürler Sami AYAN.
SARIKAMIŞ AĞIDI<br />
Sarıkamış ,Sarıkamış olalı<br />
Görmedi böyle yas böyle hüzün.<br />
Kan, kemik, et kara bulalı<br />
Yoktur hükmü artık onca sözün.<br />
Aldı silahını cepheye koştu.<br />
Kar, kış soğuk dinlemedi Mehmed’im.<br />
Taşlar yastık ,karlar yorganı oldu.<br />
Örtündü üstüne onu Mehmed’im.<br />
Rus’a karşı korurken vatanını,<br />
Tereddüt göstermedi canım askerim.<br />
Düşünmedi imkanı ve şartları,<br />
Sel oldu dağlardan aktı Mehmed’im.<br />
Irak’tan ,Filistin’den Hicaz’dan,<br />
Koştu dört koldan Kafkasya’ya.<br />
Ayrıydı herkes yardan, anadan,<br />
Ancak kopamadı anavatandan.<br />
Karakışın ortasında yalınayaktı.<br />
Cepheden cepheye koştu Mehmed’im<br />
Kurulacaktı belki, hedef Turan’dı,<br />
Rüzgar olup esti geçti Mehmed’im.<br />
Artık dönüş yoktu çıkıldı yola,<br />
Allahuekber dağlarında verildi mola,<br />
Yorulmuştu askerim onca savaşta,<br />
Etmedi esareti kabul Mehmed’im.<br />
Manga ,tabur sıra sıra dizildi.<br />
İçtima alınıp yola düşüldü.<br />
Anaların gözünden yaşlar süzüldü.<br />
Kar ,boranda ilerledi Mehmed’im.<br />
Islandı soğukta eller ,ayaklar,<br />
Kar, tipi bastırdı yoktu çareler,<br />
Gözler düşmanda, tetikte eller,<br />
Aç, susuz, uykusuz kaldı Mehmed’im.<br />
Şarkta ,karda kışta Mehmed’im dondu.<br />
Nice tomurcuk gül açmadan soldu.<br />
Sarıkamış dağları hep şehit doldu.<br />
Şehadet şerbeti içti Mehmed’im.<br />
ERSAN OLGUN
KADIN<br />
Karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmediğin,<br />
elinin hamuruyla erkek işine karışma diyerek cahilliğe<br />
ittiğin, itip kaktığın, istemese de doğurmaya<br />
zorladığın kadın... Daha çocukluk döneminden başlanılarak<br />
vücuduna şehvetle bakılan kadın... Alınıp satılan,<br />
sofrada sona bırakılan; doğurmak, itaat etmek<br />
zorunda bırakılan kadın... Çalışıyorsa egoist evde oturuyorsa<br />
boğaz artığı olarak görülen kadın... Namusa<br />
bekçi sanılan; sokak ortasında dövülen, öldürülen kadın…<br />
Bugünün dünyasında özgürleştikçe köleleşen<br />
kadın...Dış görünüşüyle değerlendirilen, her zaman<br />
güzel ,bakımlı, alımlı olmaya zorlanan kadın...Plastik<br />
ve kusursuz bebeklerin büyüleyici güzelliğinde büyütülen<br />
ve kendini noksan gören estetik dünyasının baş<br />
aktörü kadın!<br />
İnançları ve yaşam biçimiyle tartışma konusu olan<br />
kadın...Evlendiğinde eşin bir adım gerisinde olması<br />
öğütlenen, başarıları kısıtlanan kadın…<br />
Bugünün dünyasında tüm bu önyargıların aksine<br />
her alanda var olma çabası içinde olan kadın...Sanki<br />
tarih kadını yıllarca esir etmiş de bugün özgürleşmeye<br />
çalışıyor. Oysa kadının tarihi geçmişi sanılanın aksine<br />
oldukça eşitlikçi ve özgür .İnanması zor geldi değil<br />
mi ? Buyurun o zaman tarihin tozlu raflarından Türk<br />
kadınının aydınlık dünyasına doğru bir yolculuk yapalım.<br />
İlk gezimiz biraz uzağa MÖ 6. yüzyıla uzanıyor. Bizi<br />
burada İskitler’ in (Saka Türkleri) kağanı Tomris Hatun<br />
karşılıyor. Kendisi at binen ,kılıç kuşanan, orduya<br />
hükmeden ilk kadın hükümdar ve komutan. Oldukça<br />
güçlü bir maziye sahip. Rivayet edilir ki Pers Kralı<br />
Büyük Kiros Saka ülkesine savaş için eğitilmiş yüzlerce<br />
köpek ve kana susamış binlerce askerle girdiğinde<br />
akşam olmuştur ve savaşmak yerine ordusuna dinlenme<br />
emri vermiştir. Bu aslında kurduğu planın bir<br />
parçasıdır.Saka ordusunun yakınana ateşler yaktırıp<br />
eğlence düzenletir.Tomris Hatun’un oğlu bu eğlenceye<br />
baskın yapar ve Pers askerlerini öldürerek kendisi<br />
eğlenceye dalar.Şarabın etkisiyle iyice sarhoş olan<br />
Saka prensi, Kiros için oldukça kolay bir av olmuştur.Beraberindeki<br />
askerlerle beraber katledilir.Bunun<br />
üzerine Tomris Hatun şöyle der: ” Kana susamış Kirus!<br />
Sen oğlumu mertlikle değil o içtikçe zıvanadan<br />
çıktığın şarapla öldürdün. Ama yemin ederim ki seni<br />
kanla doyuracağım! Ve Perslerle savaş başlar.<br />
Savaşın başlamasından kısa süre sonra Kiros öldürülür<br />
ve Pers askerleri esir alınır.Tomris Hatun yaşarken<br />
kan dökmeye doymayan Kiros’un kafasını kan dolu<br />
bir fıçıya koydurur ve şöyle der: "Hayatında kan içmeye<br />
doymamıştın, şimdi seni kanla doyuruyorum!"<br />
Güçlü bir hükümdar ve komutan olan Tomris hatunun<br />
yanından ayrılıp gücüne ve iradesine hayran kaldığım<br />
devlet kurtaran kadın Altun Can Hatun’un yanına gidelim.<br />
Harzemşah Beyi Hamza ile evliyken kucağında<br />
bebeği ile dul kalan Altun Can Hatun Büyük Selçuklu<br />
Sultanı Tuğrul Bey’in dikkatini çeker ve onunla<br />
evlenir.Tuğrul Bey eşini o kadar çok sever ki ona danışmadan<br />
hiçbir iş yapmaz. Bir gün Tuğrul Bey’in<br />
üvey kardeşi İbrahim Yinal o Bağdat’ta bulunduğu<br />
sırada devlet merkezi Hemedan’da taht iddiası ile büyük<br />
bir isyan başlatır. Bu durumu öğrenen Tuğrul Bey<br />
yeterli hazırlığı olmadan hemen yola çıkar. Fakat ilk<br />
anlarda İbrahim Yinal karşısında oldukça sıkıntılı anlar<br />
yaşaması Bağdat’ta endişe ile karşılanır. Abbasi<br />
Halifesi ve vezir Amidü’l-Mülk el Kunduri ondan<br />
ümidi keserek Altuncan Hatun’un oğlu Anuşirvan’ı<br />
hükümdar ilan etmeye kalkar.<br />
Altuncan Hatun bu tehlikeli durum üzerine annelik<br />
duygusunu bir kenara bırakıp devletin geleceğini<br />
düşünür ve ilk olarak oğlunu gözaltına aldırır. Sonra<br />
da topladığı kuvvetlerin başına geçerek Tuğrul Bey’in<br />
yardımına koşar. Onun yardımı ile isyan bastırılır ve<br />
tekrar otorite sağlanır.<br />
Evladından vazgeçecek kadar vatanını seven tek kadın<br />
değildir üstelik.Kurtuluş savaşı yıllarında bir kadın<br />
daha vardır ki hikayesi boğazımızı düğüm düğüm<br />
eder. Henüz 21 yaşındadır ve Kastamonulu her kadın<br />
gibi-genç ,yaşlı -cephane taşımaktır Ankara’ya. Kışın<br />
en soğuk ve dondurucu ayazında üzerindeki tek hırkayı,<br />
ıslanmasın diye taşıdığı cephanenin üzerine örter<br />
ve yanındaki bebeğine de cephane yanında yer açıp<br />
oraya yatırır.Kızını ve cephanesini korumuştur korumasına<br />
ama Ankara’nın dondurucu ayazından koruyamaz<br />
kendini ve donarak şehit olur Şerife Bacı. Ama<br />
yalnız değildir bu savaşta, kendisi gibi vatanı için canını<br />
vermekten korkmayan Nene Hatun, Halide Onbaşı<br />
(Halide Edip Adıvar) ,Nezahat Onbaşı , Erzurumlu<br />
Kara Fatma ,Halime çavuş ,Tayyar Rahmiye ve adını<br />
sayamadığım yüreği vatan sevgisiyle dolu kahraman<br />
Türk kadınları vardır bu ülkenin topraklarında.Peki<br />
neden önce soframızdan sonra yanımızdan ayırdık<br />
kadını ? Neden altın kafeslere kapattık? Oysa uçmak<br />
özgür olmak için yaratılmıştı kadın.Neden sonradan<br />
tanıştığımız İslam dini miydi ? Bu sorunun cevabı da<br />
bende değil, tarihin tozlu raflarında gizliydi. İslam ve<br />
kadını yan yana yazınca bilim kokan kadınlar çıkıyordu<br />
karşıma .Fatıma Muhammed el-Fih-rî el-Kureyş<br />
bunlardan biriydi sadece. 859 yılında dünyanın ilk<br />
üniversitesi olan Qarawiyyin Üniversitesi (Karaviyyin<br />
Üniversitesi ) Fas’ta onun tarafından kurulmuştu.
İbn Rüşt , İbn Haldun gibi felsefecilerin yetiştiği bir üniversitenin kurucusunun kadın olması oldukça etkileyiciydi<br />
o dönem için. İslamın aydınlık yüzlerinden biri de 10. Yüzyılda yaşamış yıldızlara değen kadın eli<br />
el- Usturlabi diye bilinen usturlabın mucidi ve iyi bir gökbilimci olan Meryem el-İcliyye idi. Diğer bir isim<br />
de 13. yüzyılda yaşamış Fatımabt Sa’d el-Hayr’dır. İspanya’nın Valensiya şehrinden Çin’e kadar süren bir<br />
ilim yolculuğu yapmıştır. Yolculuğu esnasında ziyaret ettiği şehirleri (Kahire, Şam, Bağdat, İsfahan, Rey,<br />
Nişabur, Tus, Buhara, Semerkant, Kaşgar)gösteren haritalar çizmiştir ve bu onun ilim yolculuğunu sıra dışı<br />
kılar.Bunların dışında Hz Muhammet (s.a.v) döneminden itibaren kadın hemşireler vardır. Bunlardan bazıları:<br />
Rufeyde bt Sa’ad el-Esle-miye’ye ,Ümmü Sinan el_ İslami ,Ümmü Varaka eş-şifa bt Abdullah el kureyşi<br />
dir.Ayrıca 10.yüzyılda matematikle uğraşan ve bulunduğu dönemin en iyi matematikçilerinden olan<br />
Kurtubalı Lübna ve Bağdat’ta yaşamış olan Suteyta el Mehamali’yi de unutmamak lazım. Sözün kısası<br />
cenneti anaların ayağının altına seren bir din ve kadına koltuğunu emanet edecek kadar güvenen bir milletin<br />
evlatlarının hala kadının yerini tartışıyor olması oldukça utanç verici toplumumuz için.Bugün kadın<br />
kendine yeni bir yer açmak istemiyor zaten var olan yerini geri istiyor.Şeyhlerin şıhların kendi egosu için<br />
kadını ötekileştiren yapının izlerini silmek istiyor.Kadın evlat olarak, eş olarak, anne olarak var olmanın<br />
yanında üretmek de istiyor.Bunun en güzel örnekleri bugün dünyada başarılarıyla övündüğümüz 21.yüzyıl<br />
Türk kadınları.Sayılarının çoğalması dileğiyle...<br />
GÜLBANU SARIDOĞAN<br />
- Rabia Cansız & Yunus Yılmaz -
TIKANDI BABA:<br />
Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış.<br />
Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir<br />
şeyler istiyor:<br />
-Tıkandı baba, çay getir.<br />
-Tıkandı baba, oralet getir.<br />
Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.<br />
-Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?<br />
-Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.<br />
-Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.<br />
Tıkandı baba da peki, deyip başlamış anlatmaya:<br />
-Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir<br />
çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu<br />
ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye<br />
içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım.<br />
Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya<br />
başladı. Bu sefer içimden "Onlarınki kadar akmasa da olur,<br />
yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen<br />
tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için<br />
uğraşırken Cebrail göründü ve "Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma<br />
artık’’ dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya<br />
çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada<br />
çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz."<br />
Tıkandı babanın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini<br />
çekmiş, çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına :<br />
-Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz, her<br />
dilimin altında bir altın koyacak ve bir ay boyunca buna<br />
devam edeceksiniz, demiş.<br />
Sultan Mahmut'un adamları peki, demişler ve ertesi akşam<br />
bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba'ya baklavaları<br />
vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava<br />
nefis. "Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla<br />
bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini<br />
almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi<br />
bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve<br />
işlek bir yol kenarına geçip<br />
başlamış bağırmaya:<br />
-Taze baklava, güzel baklava !<br />
Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş.<br />
Üç aşağı beş yukarı<br />
anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para<br />
ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı<br />
alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir<br />
şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer<br />
dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam<br />
Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış<br />
beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi<br />
baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp<br />
evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi<br />
hiçbir şey olmamış gibi:<br />
-Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam<br />
senden alırım, demiş.<br />
Tıkandı baba da:<br />
-Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar<br />
gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı babadan<br />
baklavaları satın almış.<br />
Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut<br />
bizim Tıkandı babaya bir bakalım, deyip Tıkandı babanın<br />
yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş.<br />
Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba<br />
eskisi gibi darmadağın.<br />
Sultan:<br />
-Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi mi? demiş.<br />
-Geldi sultanım.<br />
-Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?<br />
-Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.<br />
Sultan şöyle bir tebessüm etmiş:<br />
-Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip Tıkandı<br />
babayı almış ve devletin hazine odasına götürmüş.<br />
Sultan:<br />
-Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine<br />
ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı baba o heyecanla<br />
küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış<br />
ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek.<br />
Sultan demiş:<br />
-Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle<br />
beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve<br />
askerlerden birini çağırmış:<br />
-Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir<br />
tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe<br />
arasını ona verin ,demiş. Padişahın adamları peki, deyip<br />
adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler.<br />
-Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba:<br />
-Niçin? demiş. Askerler:<br />
-Hele sen bir beğen bakalım demişler. Baba şu yamuk, bu<br />
küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline.<br />
-Ne olacak şimdi? demiş.<br />
-Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe<br />
arasını padişahımız sana bağışladı, demiş. Adam taşı<br />
kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş.<br />
Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha<br />
haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur<br />
sözünü söylemiş;<br />
"VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT"<br />
*Alıntıdır.<br />
Recep YAMAN
Varlık İçinde Yaşanan Yokluktur Medeniyetler Beşiği Anadolu<br />
Zengin olmak refah içinde yaşamak için, petrole<br />
ya da diğer yer altı kaynaklarına ihtiyacımız var<br />
mı ?Üzerinde yaşadığımız kadim toprakları, Medeniyetler<br />
Beşiği Anadolu’yu sakin kafayla bir<br />
düşünelim; âmâ kastım jeopolitik konumu yer<br />
altı kaynakları vs. değil, onlar ayrı bir konu. Bu<br />
topraklarda dünyanın ilklerinin yaşandığı medeniyeler<br />
(Hititler, Urartular, Lidyalılar, Frigler);<br />
Bizans,Selçuklu dünyaya uzun süre adalet ve<br />
hoşgörü ile hükmeden Osmanlı hayat buldu. Ve<br />
hepsinden geriye kalan paha biçilemez ama bir<br />
o kadar da değer görmez eserler miras kaldı.<br />
Bunların kimi hala toprak altında uyandırılmayı<br />
bekliyor. Ama en iyisi bırakalım onları huzur<br />
içinde uyusunlar...<br />
Bu güzel ülkenin neredeyse tamamına yakınını<br />
gezen biri olarak üzülerek gördüm ki ne milletimiz<br />
ne de devletimiz elimizdeki hazinenin farkında<br />
değiliz. Anadolu, başlı başına bir açık hava<br />
müzesi ama ne yazık ki görmesi gereken değeri<br />
kendi vatandaşlarından sahiplerinden dahi<br />
göremiyor.<br />
Paris’i ele alalım hiç bir estetiği cazibesi olmayan<br />
Eyfel Kulesi denen demir yığını geçen yıl 6.2<br />
milyon turist ziyaret etmiş. Bizans’a ,Osmanlı’ya<br />
başkentlik yapmış ;yüzlerce mükemmel tarihî<br />
dokuya, esere sahip İstanbul’u 9 milyon turist<br />
ziyaret etmiş. Adamlar bir demir yığınını öyle<br />
servis ediyor öyle sunuyorlar ki sadece onunla<br />
bile milyonlarca turisti ülkelerine çekiyorlar. Fark<br />
şu iyi reklam, sahip çıkma ,koruma ve kollama<br />
.Sadece İstanbul'u ziyaret eden herkes bilir<br />
ki tarihi çeşmeler perişan halde. Ya da bir başka<br />
örnek Galata kulesi. Etrafındaki ucube binaların<br />
resmen hapsi altında ve bu tarz yapılaşma Anadolu’nun<br />
her yerindeki tarihi dokuyu aynı durumla<br />
karşı karşıya bırakmış halde. Tarihi hanları,<br />
konakları ;lokantalara ,kafelere çevirme sevdasını<br />
da içine alan bir ruha sahip paragözlerin<br />
elinde. Tamam buralar değerlendirilsin ama 500<br />
yıllık yapılara pimapen çerçeveler ,çelik kapılar<br />
yapılmadan yapılsın .<br />
Bir de ceddimizden kalan bir zamanların sevinçlerinin<br />
hüzünlerinin yaşandığı muhteşem<br />
cumbalı ahşap evler gerçeği var bunlar ya tinercilerin<br />
yuvası olmuş ya da elektrik kontağı (!)<br />
sonucu bir anda yanıp yok oluyor. Onların yerine<br />
de İstanbul’daki gökdelenler şehrin mezar<br />
taşları olarak yerlerini alıyor. Ya da tarihi eser<br />
olan çeşmelerin, kümbetlerin, köprülerin, camilerin<br />
duvarları üzerinde şu şunu seviyor, şu buradaydı<br />
,o şuradaydı gibi anlamsız yazılar yazılarak<br />
katlediliyor. Ve bu katliamı tüm ülke genelinde<br />
görmek mümkün, ne yazık!<br />
Biz elimizdeki bu değerlere düzgün bir şekilde<br />
sahip çıkmayı başarır, tanıtımları doğru<br />
yaparsak ne petrole ne başka bir şeye ihtiyacımız<br />
olmaz. Ama turizmi turisti kandırma sanatı<br />
olarak benliğine işlemiş ve para uğruna ya da<br />
keyfi olarak eserleri tahrip eden bilinçsiz bir zihniyetle<br />
nasıl başa çıkacağız? Gerçek şu ki ceplerindeki<br />
telefonlara bile daha çok değer veren ya<br />
da tarihi bir yapı gördüğünde onunla alakalı bilgi<br />
sahibi olmak yerine önceliğini sadece fotoğraf<br />
çekip paylaşma sevdasına düşen bir kitle<br />
mevcut ve bu kitle giderek büyüyor. İşte burada<br />
devletimizin önceliği bu konuyu milli bir dava<br />
gibi ele almak ve gelecek nesillere doğru eğitimle<br />
bu değerlerin önemlerini aktaracak bir<br />
eğitim modeli oluşturmak.<br />
En temelinde aileden başlanılarak okullarımızda<br />
da tarihi değerlerin önemini, getirilerini<br />
ve geçmişle olan bağını, onlara niçin sahip çıkmamız<br />
gerektiği gibi kavramları aşılamak olmalı.<br />
O günleri görme umuduyla …<br />
Ayhan ÜNALAN
BİTSİN BU VAHŞET<br />
Mehmet Sait TEKİN<br />
Son iki yıldır kadın haklarını savunan yazılar yazıyorum.<br />
Kadına yönelik şiddete bakışım şu şekildedir:<br />
Asırlardır toplumumuzda köle muamelesi gören,<br />
hayatın ağır yükü altında ezilen kadınlarımızın<br />
sadece 25 Kasım, 8 Mart ya da Anneler Günü gibi<br />
günlerde gündeme gelmesine karşıyım.<br />
Ne acıdır ki kadın hakları bilincinin toplumda gelişmesi<br />
için verilen tüm uğraşlara rağmen içimizdeki<br />
bazı caniler -kimi erkekler-boş durmamakta,<br />
her gün bir kadınımızı katletmektedirler. Kadın<br />
hakları sadece söylemlerde kalmakta, pratik bulamamaktadır.<br />
Hele Ortadoğu başta olmak üzere pek çok coğrafyada,<br />
savaşlarda en büyük acıyı kadınlar yaşamaktadır.<br />
Savaşlarda kan ağlayan analar, ırzları lekelenen<br />
kadınlar, tecavüzler, barbarlıklar hakkında ciltlerle<br />
kitap yazılabilir. Bunun için tarihin herhangi<br />
bir savaşında bu zulme uğramış kadınların çektiklerini<br />
okumamız yeter. Çeşitli nedenler ileri sürerek<br />
kadınları öldüren ve şiddet uygulayan canilerin<br />
haberini her okuduğumda kahroluyorum. Kendimce,<br />
kadınlara yönelik şiddet ve vahşetlere karşı<br />
sosyal medyada yazılar yazıyorum. Bu benim ilk<br />
ciddi deneme yazım . Bu konudaki çabam ve fikrimden<br />
asla vazgeçmeyeceğim. Bölgemizde, yöremizde<br />
kadınların haklarına, hukuklarına duyarlı olmayan<br />
herkesi eleştirmekten çekinmeyeceğim.<br />
Kadınların miras hukukunu yok sayan, duyarsız<br />
kalan, kim olursa olsun karşısında olmalıyız. İsterseniz<br />
kadın haklarının gelişimi ile ilgili tarihsel bir<br />
bilgi vereyim:<br />
Hak arayan kadınlar barbarca bir muamele ile karşılaşacaklardı.<br />
129 kadın emekçi yanarak ve dumandan<br />
boğularak yaşamını yitirince, 8 Mart tarihi<br />
Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak tarihe geçti. O<br />
gün bugündür de Birleşmiş Milletler Örgütü’nün<br />
aldığı karar gereği her 8 Martlarda kadınların hakları<br />
gündeme taşınır ve sömürüsüz bir dünya için<br />
mücadele verilir. Kadın haklarının salt cezai yaptırımlarla<br />
sağlanamayacağına, kadınlara yönelik şiddetin,<br />
vahşetin ve gaddarlığın son bulmayacağına<br />
inanan biriyim. Kadınlara köleci bakış açık bir gerçektir.<br />
Din adına ahkam kesenler, yurtseverlikten dem<br />
vuranlar, ideolojik olarak sağ, sol veya herhangi bir<br />
akımı savunan nicelerinin kadınlara zulmettikleri<br />
açık bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Bence<br />
önemli olan ‘Erdemli İnsan’ olmaktır. Erdemli insanlar<br />
kadınlara şiddet uygulayamaz, zulmedemez,<br />
haklarını yok sayamazlar. Çok açıkça diyorum kadınlara<br />
şiddet uygulayanlar, zulmedenler önce insanlıklarını<br />
yitiriyor sonra insani değerlerden uzaklaşıyorlar.<br />
Kadın hakları mı dediniz? Kadın haklarının kitle<br />
iletişim araçları vasıtasıyla daha çok gündeme geldiği<br />
bir zaman diliminde, her gün kadınlara yönelik<br />
yeni vahşet haberleriyle uyanıyoruz. Gerçekten<br />
de kadınlara yönelik şiddet, ‘Vahşet’ halini almıştır.<br />
Ve bunu kabul edilemez buluyorum.
HERKES SUSUYORSA<br />
Her gün sokak ortasında eşleri, kardeşleri, yakınları<br />
tarafından hunharca katledilen kadınlar gerçeğine<br />
tanık olmaktan bıktık. Özellikle ülke genelinde<br />
adeta ivme kazanan kadın cinayetlerine<br />
toplumun tüm kesimlerinin susarak seyirci kalmasını<br />
da içime sindiremiyorum.<br />
Bu vahşi cinayetler karşısında din alimlerimiz susuyor.<br />
Aydınlarımız susuyor.<br />
Öğretmenlerimiz susuyor.<br />
Yazar ve çizerlerimiz susuyor.<br />
Sendikalarımız susuyor.<br />
Konfederasyonlarımız susuyor.<br />
Bu suskunluğu kaygı verici buluyorum.<br />
Maalesef 8 Mart günü kadınların genel durumuna<br />
baktığımda iç açıcı bir duruma tanık olamıyorum.<br />
BU ZULÜMLERE YETER ARTIK!<br />
Hayatın her alanında ezilen,<br />
horlanan,<br />
aşağılanan,<br />
ağır işlerde çalıştırılan,<br />
küçük yaşlarda zorla evlendirilen,<br />
rızaları dışında kuma ve berdel yapılan,<br />
bir ticaret metası gibi başlık parasıyla satılan,<br />
aileler arasında yakınlık sağlanacağı palavrasıyla<br />
berdel ve beşik kertmesiyle evlendirilen,<br />
acılara gark edilen,<br />
dövülen,<br />
istismar edilen,<br />
cinsel meta olarak görülen,<br />
etleri pazarlanan,<br />
kimi alçakların şehevi arzuları<br />
için etlerinden vergi kazanılan,<br />
reklam malzemesi yapılan,<br />
her türlü vahşete maruz kalan,<br />
katledilen kadınlar gerçeği karşımızda duruyor.<br />
Bu listeyi daha da uzatabilirsiniz. Daha onlarca<br />
maddeyi ilave ederek kadınlara yönelik barbarlığı<br />
dile getirebilirsiniz. Yazdıklarımda hilaf yoktur.<br />
Sömürü sisteminin çarklarının kadınlara yönelik<br />
olarak alabildiğince işletildiği bir zaman sürecinden<br />
geçiyoruz.<br />
En geri kalmış coğrafyalarda olduğu gibi en medeni<br />
bilinen coğrafyalarda da kadınlara yönelik<br />
değişik sömürü sistemleri söz konusudur.<br />
Kadınlara uygulanan ayrımcılık kabul edilemez.<br />
Ne yazık ki kadın hakları dünyada yükselen bir<br />
değer olmasına karşın, ayrımcılık sürmektedir.<br />
Hâlâ kadınlar tarlalarda, marketlerde, mağazalarda<br />
köleci anlayışla çalıştırılmaktadır.<br />
8 Mart 1857 yılının kazanımları hala ülkemizde,<br />
bölgemizde, kentimizde pratik bulmamıştır. Kadınlar<br />
kimi yerlerde günlük 12 saat ,üstelik düşük<br />
ücretle ve sosyal güvencesi olmadan çalıştırılıyorlar.<br />
Emek örgütlerinin bu gerçeği görmediklerini<br />
ve bunun değişmesi için mücadele etmediklerini<br />
gözlemleyen ve eleştiren biriyim.<br />
Bu toplum kadınların hakları konusunda ya değişir,<br />
ya değişmeli , ya da değişecek. Başka da<br />
alternatif olamaz.<br />
Ya erdemli insanlar oluruz ya da olmayız. Erdemli<br />
insanların sayısının artması dileğimle…<br />
Hasan Aragünağa’ya teşekkürler.
MEVLANA CELALEDİN RUMİ VE ŞEB-İ ARUS<br />
Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan<br />
sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi’ nin<br />
Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna’nın babası Belh<br />
Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında<br />
“Bilginlerin Sultânı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî<br />
oğlu Bahâeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri<br />
Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.<br />
Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi<br />
olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle<br />
Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü’I-<br />
Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın<br />
dostları ile birlikte Belh’den ayrıldı. Sultânü’I-<br />
Ulemâ’nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde<br />
tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de<br />
karşılaştılar.1222 yılında Karaman’a gelen Sultânü’/-<br />
Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225<br />
yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da<br />
evlendi. Bu evlilikten Mevlâna’nın Sultan<br />
Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar<br />
sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlâna bir çocuklu<br />
dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı.<br />
Mevlâna’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir<br />
Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı<br />
dünyaya geldi.Bu yıllarda Anadolu nun büyük bir<br />
kısmı Selçuklu Devleti’nin egemenliği altında idi.<br />
Konya’da bu devletin baş şehri idi.<br />
Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve<br />
sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti<br />
en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı<br />
Alâeddin Keykubâd idi.<br />
Alâeddin Keykubâd Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin<br />
Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya<br />
yerleşmesini istedi. Bahaeddin Veled Sultanın<br />
davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında<br />
ailesi ve dostları ile geldiler.<br />
Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî<br />
ile karşılaştı. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi.<br />
Şems aniden öldü.Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım”<br />
sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273<br />
Pazar günü Hakk’ ın rahmetine kavuştu. Mevlâna’nın<br />
cenaze namazını Mevlâna’nın vasiyeti üzerine Sadreddin<br />
Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî<br />
çok sevdiği Mevlâna’yı kaybetmeye dayanamayıp<br />
cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna’nın cenaze<br />
namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.<br />
Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü<br />
olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine<br />
yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm<br />
gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına<br />
gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına ölümünün<br />
ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek<br />
vasiyet ediyordu.<br />
Fehmi BİÇER
OSMANLI DEVLETİ’NDE BABY SHOWER<br />
CAHİDE AKBUDAK<br />
Osmanlı'da ,tahttaki padişahın bebeğinin gelişinin kutlandığı törenlere<br />
verilen isim beşik alayıdır. Bebek dünyaya sağ salim gözünü<br />
açtığında bu kutlu haber çeşitli saray görevlileri aracılığı ile tüm Enderun’a<br />
duyurulurdu. Haberi getirenlere çeşitli müjde hediyeleri verilirdi.<br />
Doğan bebek sultansa üç, şehzâde ise beş kurban kesilirdi(Bu kurbanlar<br />
sonrasında toplanacak konuklara ziyafet olarak sunulacaktır).<br />
Sarayın beşinci yerinden (Bağdat Köşkü’nün önünde ) doğan bebek<br />
şehzade ise yedişer, sultan ise üçer top atılırdı. Paşakapısında<br />
mehter çalınır bu kutlu olay bir hatt-ı hümayun1 ile sadrazama bildirilirdi.<br />
Ertesi gün sadrazam, şeyhülislam, kubbe vezirleri, Rumeli ve<br />
Anadolu kazaskerleri, nakibüleşraf2,nişancı, defterdar, yeniçeri ağası,<br />
reisülküttap gibi görevliler saraya gelerek arz odasında padişahı tebrik<br />
ederlerdi. Çocuğun hayırlı evlat olması için dualar edilir, güzel<br />
temennilerde bulunulurdu. Padişah tarafından her bir vezire hilat<br />
hediye edilirdi.<br />
Atlı ulaklarla ülkenin dört bir yanına haber yollanırdı. Haberi her<br />
alan vali ve kadı "Veladet-i Hümayun denilen şölenler düzenler, şenlik<br />
havasında bu doğum kutlanırdı. Eyaletlerde donanmalar toparlanır,<br />
top atışı yaparlardı.<br />
Asıl kutlamaların yapıldığı yer ise Haseki sultanın sarayı idi. Sarayın<br />
harem dairesinde lohusa odası hazırlanır, kırmızı atlastan bir<br />
döşek yapılırdı. Doğum yapan Haseki ( bazen de gözde olabilir) için<br />
takılmış cibinlik yakutlar, inciler, zümrütler, nazar boncukları ile süslenirdi.<br />
Hazine ağası hali hazırda bir beşik varsa o beşiği yoksa darphane<br />
amirine üzeri gümüş işlemeli bir beşik yaptırtıp, doğumun olduğu gün<br />
Darüssade Ağasına4 takdim ederdi. Bu beşiğe mücevherlerle bezeli<br />
bir kesede Kuran-ı Kerim ve üzeri değerli taşlarla işlenmiş bir puşide<br />
( örtü) örtülürdü.<br />
Doğumdan sonraki üçüncü gün devlet yönetiminde ileri gelen görevlilerin<br />
eşleri (sadrazam ve vezirlerin eşleri vb. )son derece değerli<br />
hediyelerle Valide sultanı ve lohusa hasekiyi ziyarete gelirlerdi. Getirilen<br />
hediyeler kişilerin makamına göre çeşitlenirdi. Şeyhülislamın eşi<br />
dışında herkes hediye getirmek zorundaydı. Haseki ve Valide sultan<br />
konuklardan hediye beklerlerdi. Hediye ne kadar pahalı kıymetli ise<br />
valide o kadar sayıldığını düşünürdü.<br />
Sadrazamın ;o gün eşi aracılıyla altın, gümüş, kristal kaplarda<br />
"şerbet-i halavat bahs" denen özel bir lohusa şerbeti göndermesi<br />
atlanmaz ritüellerden olmuştu. O gün tüm Enderun koğuşları baştan<br />
başa süslenir, gelen konuklara geceyi geçirmesi için odalar hazırlanırdı.<br />
Beşinci güne kadar tüm misafirler sarayda yatılı olarak ağırlanırdı.<br />
Bu sırada misafirler cümbüşlerle, müsamerelerle, çeşitli gösterilerle<br />
eğlendirilip hoş vakit geçirmeleri sağlanırdı. Doğumun beşinci<br />
gününde Valide Sultan’ın beşik alayı yapılırdı. Valide sultanın daha<br />
önceden hazırlattığı beşik, yorgan, döşek, sırmalarla işlenmiş örtü,<br />
kuşak bağı, nazarlık gibi hediyeleri eski saraydan Topkapı sarayına<br />
getirilirdi. Eşyaların baş üstünde büyük bir saygı ile taşınmasına özen<br />
gösterilirdi. Bir süredir sarayda ağırlanan konuklar ve hanedanın diğer<br />
tüm kadınları lohusa odasında toplanıp valide sultan ve hediyeleri<br />
beklerdi. Valide sultan odaya girdiğinde ayağa kalkılırdı. Getirilen<br />
beşik odanın ortasına konur üzerine ilk valide sultan daha sonra diğer<br />
davetlilerin avuç avuç altın saçarlardı. Bundan sonra ebe cariye dualar<br />
ederek yaptığı döşeğe bebeği yatırır üç kere sallayıp kucağına<br />
alırdı. Bu kez de beşiğe devletliler değerli kumaşlar ve saçılar(altınlar)<br />
bırakır, bunlar da ebe ve yardımcılarının olurdu.<br />
Ertesi gün yani doğumdan sonraki altıncı gün bu defa da sadrazam<br />
beşik alayı düzenlenirdi. Sadrazam tarafından yaptırılan altın ve mücevher<br />
kakmalı beşik saraya ritüel ile getirilir, şayet doğan bir şehzade<br />
ise ilerde padişah olması dileğini vurgulamak için beşiğe bir de<br />
sorguç iliştirilirdi. Bu alayda da valide sultanınkinde olduğu gibi eşyalar<br />
elden ele protokol takip ederek baş üzerinde taşınırdı.<br />
Gerek birinci alayda gerek valide sultan alayında gerekse sadrazam<br />
alayında rengarenk ihtişamlı gösterişli kıyafetler giyilirdi. Ancak kırmızı<br />
renk sadece haneden üyelerince giyilirdi. Tören boyu doğan bebeğe<br />
hayır dualar eksik edilmez, hayırlı ömür dilenirdi.<br />
Bir imparatorluk ,ekonomik krizlerin arka arkaya patlak verdiği -<br />
adına sonrasında duraklama diyeceğimiz - bir dönem içerisindeyken<br />
;yapılan bir çok törene ,israf gözüyle bakıyor insan. Belki de daha<br />
ihtişamlı daha göz doldurur görünmek adına yapılan bu törenler elim<br />
bir son olan çöküşü durduramadığı gibi süreci daha da hızlandırmıştır.<br />
Buradan Osmanlı Devleti’ni çökerten beşik alaylarıdır gibi bir sonuç<br />
çıkarılmamalıdır ancak dönemin ihtişam hevesinin olumsuz etkileri<br />
de yadsınamaz bir gerçektir.<br />
Not: 17. Yüzyıl öncesinde beşik alayı ve bu alaya ilişkin diğer<br />
adetler hakkında bilgi bulunmamaktadır. Bu sebeple bu adetin Sultan<br />
İbrahim’in (1640-1648) saltanatında başlatılıp, III. Ahmet döneminde<br />
resmi saray törenlerinden biri haline geldiği bilinmektedir.<br />
1) (padişahın önemli konularda bizzat yazdığı ferman)<br />
2) (peygamber soyundan gelen seyitlerin ve şeriflerin haklarını koruyan<br />
kişi)<br />
3) (çok değerli kumaş ya da kürkten yapılmış kaftan, giysi)<br />
4) (haremden sorumlu en üst yetkili)<br />
Kaynak: Osmanlı Dünyasından Yansımalar<br />
Necdet SAKAOĞLU - Nuri AKBAYAR
GÜLİSTAN<br />
Hani güller, çiçekler açar ya,<br />
Terk edilmiş bahçelerde,<br />
Dikenlerin, kuru dalların arasında…<br />
Tarumar olmuş, yıkılmış,<br />
Ve hazan çökmüş gönül bahçemi,<br />
Açışınla gülistana çevirdin.<br />
Hani dünyaya karanlıklar çöker,<br />
Ve her yer zifir karası olur,<br />
Ardından tan yeri ağarır,<br />
Tabiat yenilenir ya…<br />
Dallara çiğ taneleri asılır,<br />
Ve etrafı taze bir koku kaplar ya,<br />
Gönül bahçemin dallarına çiğ,<br />
Toprağına taze koku oldun sen.<br />
Griye dönen hayatıma renk,<br />
Gönül gözüme fer oldun sen.<br />
Sen, ey gülistanımın bahçıvanı!<br />
Sevginle tamir et yüreğimi,<br />
Ve ellerinle okşa güllerimi,<br />
Soldurma güllerimi,<br />
Söndürme gözlerimin ferini gidişinle.<br />
Kal bende!<br />
Ersan OLGUN
Sarıkamış 1914<br />
Her şey 1.Dünya savaşında Kafkas Cephesinin<br />
açılmasıyla başlamıştı. Ruslar’ı dağıtmak isteyen<br />
Osmanlı Devleti Kasım ayında Azap ve Köprüköy<br />
savaşlarında Rus birliklerini dağıtmayı başarmış.<br />
Osmanlı Devleti bu cephede savaşları tamamen<br />
kazanıp, Rusları yenilgiye uğratacaklarını düşünmüştü.<br />
Ancak Olaylar istenildiği gibi gelişmedi. Kesin<br />
bir galibiyet isteyen Enver Paşa ve komutasındaki<br />
Türk askerleri, yokluk ve kış şartlarına uygun olmayan<br />
giysileriyle cepheye sevk edilmiştir. Kahraman<br />
askerlerimiz Rus askerlerine değil açlığa, soğuğa<br />
ve hastalığa yenik düşmüşlerdir. Yaklaşık 60 bin<br />
Türk askeri donarak, tifo ve dizanteri gibi hastalıklara<br />
yakalanarak şehit olmuşlardır.<br />
Sarıkamış’ta şehit olan askerlerimiz, yitip<br />
giden geleceğimizdir bizim için. Orada ölen askerlerimiz<br />
değil; ölen Türk milletinin umududur. Halen<br />
bile Sarıkamış denildiğinde oğlunu askere gönderen<br />
analar için bir hüzündür. Sarıkamış, tarih kitaplarında<br />
yazan acı geçmiştir. Unutulmaması gereken bir<br />
öğüttür. Aslında Sarıkamış, acılarla dolu bir ağıttır.<br />
Zeynep Didem KAŞOĞLU
YUKARIDA KÜFİ HAT İLE YAZILMIŞ OLAN SÖZÜN GÜNÜMÜZ ALFA-<br />
BESİYLE YAZILIŞINI DERGİMİZİN MAİL ADRESİNE GÖNDEREBİLİRSİ-<br />
NİZ.(LÜTFEN OKUMAYA ÇALIŞINIZ )