Cinedergi 110
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
CINEVİZYON<br />
2 ŞUBAT<br />
Cebimdeki Yabancı<br />
Babasının Kızı<br />
Foxtrot<br />
Paramparça / In the Fade<br />
Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri / Three<br />
Billboards Outside Ebbing, Missouri<br />
Cin Çeşmesi<br />
En Karanlık Saat / Darknest Hour<br />
16 ŞUBAT<br />
Hadi Be Oğlum<br />
Ben, Tonya<br />
Sofra Sırları<br />
Suyun Sesi / The Shape of Water<br />
Mutlu Canavar Ailesi / Happy Family<br />
Kapıdaki Sır<br />
Black Panther<br />
23 ŞUBAT<br />
Vahşiler / Hostiles<br />
Beni Adınla Çağır / Call Me by Your Name<br />
Kırlangıçlar Susamışsa<br />
The Florida Project<br />
Samson<br />
Alem-i Cin<br />
Görevimiz Tatil<br />
All the Money in the World<br />
Tavşan Peter / Peter Rabbit<br />
9 ŞUBAT<br />
Leo Da Vinci: Mona Lisa Macerası / Leo Da<br />
Vinci: Mission Mona Lisa<br />
Güzel Adam Süreyya<br />
Kayhan<br />
Have A Nice Day<br />
Puloi: Asla Yalnız Uçmayacaksın / Ploey: You<br />
Never Fly Alone<br />
Özgürlüğün Elli Tonu / Fifty Shades Freed
İÇİNDEKİLER<br />
22<br />
dosya<br />
OSCAR’I KİM KAZANACAK<br />
Oscar filmlerini sizin için seyrettik ve<br />
kendi değerlendirmemizi yaptık.<br />
28 I, TONYA<br />
I, Tonya filminin güzel yıldızı Margot<br />
Robbie hakkında bilmedikleriniz..<br />
50 IF CINEDERGİ’DE<br />
Haktan IF seçkisinin en çarpıcı olanlarını<br />
sizin için değerlendirdi.<br />
18<br />
36<br />
46<br />
62<br />
GÖKÇE EYÜBOĞLU<br />
RÖPORTAJ<br />
MU TUNÇ<br />
Arada filminin yönetmeni Mu Tunç<br />
Gizem’in konuğu oldu....<br />
KAMİL ÇETİN<br />
Gişe filmlerinin unutulmaz yönetmeni<br />
Kamil Çetin sorularımı yanıtladı.<br />
YAPIMCILAR KONUŞTU<br />
Erkan Büker, Doğukan Acar yapımcılık<br />
atölyesini anlattı....<br />
52 THE SHAPE OF WATER<br />
Guillermo Del Toro ve The Shape Of<br />
Water İbrahim’in kaleminden...<br />
58 THREE BILBOARDS<br />
Oscar’ın favorisi Three Bilboards Outside<br />
Ebbing Onur yazdı...<br />
66 CİNSİYET SAVAŞLARI<br />
Killing Ground ve Ghost Housi’daki<br />
erkek karaktermerin baskınlığı...
ÖZEL KÖŞE<br />
32 BELGESELCİ<br />
Vizyona giren belgeseller Semra Güzel<br />
Korver’den kaçmaz....<br />
72<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Fırat, yönetmen Korhan Günay ile<br />
kısa filmini konuştu.<br />
SUSMAYAN SUSTU<br />
BİZ KONUŞTUK...<br />
80<br />
84<br />
112<br />
DİZİDERGİ<br />
DİZİFUN<br />
Nergiz Gülizar dizisini sıkı takibe aldı<br />
ve bizim için eleştirdi...<br />
TV MANIA<br />
Kaboğlu Sen Anlat Karadeniz’i dinledi.<br />
Bizim duymadıklarımızı duydu...<br />
EPISODE<br />
Episode köşesinin yeni sahibi Masis<br />
Üşenmez Dirk Jentley’i yazdı....<br />
EDITO<br />
Bu ay İf filmleri dedik, Oscar dedik dergi<br />
doldu. Önce Episode köşemizdeki<br />
nöbet değişiminden başlayalım. Şenay<br />
Tanrıvermiş arkadaşımız yıllardır devam ettiği<br />
Episode köşesini Masis Üşenmez’e teslim<br />
etti. Ona emekleri için teşekkür ederim. Bizim<br />
en eski kalemlerimizden olan Masis’e<br />
ise tekrar hoşgeldin diyorum. Onun kaleminden<br />
yabancı dizileri takip etmek büyük zevk<br />
olacak. Susmayan Köşe bu haftalığına sustu<br />
çünkü ev taşıyor. Bir daha aya yine o sert<br />
tavrıyla aramızda olacak. Dergimizde yine<br />
özel röportajlar var. Mesela Gizem’in yaptığı<br />
Arada filminin yönetmeni Mu Tunç ayrıksı<br />
filmi ve fikirleriyle çok konuşulacağa benzer.<br />
Bir diğer tartışma yaratacak röportajımız ise<br />
yönetmen Kamil Çetin. Enes Batur Hayal mi<br />
Gerçek mi filminin yönetmeni Kamil Çetin bu<br />
filmi yönettiği için kendini eleştirenlere çok<br />
güzel cevaplar verdi. Biz de başlığa onun<br />
cevaplarından birini taşıdık, “Filmlerimi izleyici<br />
için çekiyorum köşe yazarları için değil.”<br />
Nasıl güzel bir başlangıç değil mi? 4 Mart’ta<br />
dağıtılacak olan Oscar heykelciğine aday<br />
olan filmlerin hepsini seyrettik. Nedense bu<br />
yıl filmler erkenden düştü.<br />
Eleştirileri<br />
kaçırmayın.
CINEKRiTiK<br />
ALPER TURGUT<br />
SALT SEVGiSiZ YETMEZ, ÜSTELiK SAY<br />
n Sevgisiz (Nelyubov/Loveless), ana,<br />
baba ve çocuktan oluşan bir çekirdek aile<br />
üzerinden, bariz çürümeyi, bir toplumun<br />
suratına suratına çarpıyor, ıskalamadan,<br />
ıkınmadan, sakınmadan… İhmalkârlığın,<br />
yozluğun, manevi çöküşün, bencilliğin,<br />
değerlerini yitirmenin, böyle ustalıkla<br />
resmedilmesi, elbette rahatsız edecek<br />
ve zor gelecek, yani derin acı yerine,<br />
ucuz tatlının peşine düşülecek, düşünmek yerine,<br />
gülmenin ardına takılacak insanlarımız…<br />
Gerçek sinema dururken, şimdiden bir milyon<br />
seyirciyi aşan “Enes Batur Hayal mi Gerçek<br />
mi?” adlı şey izlenecek. Ve oturup konuşacağız<br />
sonra üstüne, bu memleket niye bu halde diye?<br />
Harbiden sizce niye? Sovyet sinemasına dair<br />
ne bulursam izlerim hala, işte sistem değişti,<br />
reformizm ve revizyonizm, güzel bir rüyayı,<br />
dehşetengiz bir kâbusa çevirdi, ihbarcılıkla serpilen<br />
bürokratik sosyalizmde kodamanlar vardı,<br />
oligark yeni Rusya’nın da sınırsız zenginleri…<br />
Yani olan yine fakir halka oldu, vahşi kapitalizmle<br />
kucaklaşmasının bedelini, sancılı ve belalı<br />
bir süreçte, ödediler, ödüyorlar, ne yazık ki.<br />
Değişen, dönüşen Rusya’nın yeni sineması da<br />
ilgi odağımızda, hiç kuşkusuz… Hele Andrey<br />
Zvyagintsev, o, eski meslektaşları gibi, meselesi<br />
olan, inatla ve ısrarla yanıtlar arayan bir yönetmen,<br />
15 sene önce Dönüş ile girdi kalbimize,<br />
Sürgün, Elena, Leviathan derken Sevgisiz ile<br />
yerini iyice perçinledi. İnsanı, toplumu, devleti<br />
sorgulamaya devam ediyor hala, düşün diyor,<br />
rahatsız ol diyor, farkına var diyor.<br />
Kendi adıma, filme ve diziye baktım, filmi ve<br />
diziyi gördüm diye ikiye bölerim seyrimi… Bazı<br />
filmlere sadece bakılır, zaten kısa sürede de unutulur,<br />
lakin bazı filmler, resmen görülür, anında<br />
içine çeker seni, hafızana kazık çakar, unutmana<br />
müsaade vermez, asla! Sevgisiz, işte görmeniz<br />
gereken bir film, bırakın sadece Rusya’yı, tüm<br />
dünyayı ilgilendiriyor tüketim toplumu denilen<br />
bu uğursuz zamazingo… Teknoloji denen illet,<br />
yakınlaşıyoruz diye hunharca böğürüyor<br />
ama tam tersi giderek açılıyor mesafeler, ulan<br />
gardaşım, insan, insandan uzaklaşıyor, içimizde<br />
yokluk, içimizde kopukluk o biçim, başımızın<br />
belası asri zamanlarda. Özetle; beyazperdede<br />
hem Moskova’yı, hem de Hanya’yı Konya’yı<br />
gördüm.<br />
Yadırgamak ve alışmak… İnsanın iki seçimi vardır,<br />
alışkanlık kolaydır, yadırgamak ise haliyle zor.<br />
Yadırgayan, sorular sorar, sorgular, bir şeylerinden<br />
yanlış olduğunun ayırdına varır. Oysa çoğunluk<br />
alışmıştır artık, ezber bozmak istemez, saksıyı<br />
çalıştırmak, karşı çıkmak ve belaya davetiye<br />
çıkarmak istemez. Herkesleşmek, aslında zamanla<br />
insanı, bireyselleşmeye götürür, çünkü artık<br />
toplumsal dertleri bile göstermeliktir, benmerkezcilik<br />
ruhuna sirayet etmiştir. Salt kendini önemseyen<br />
insanların, kurdukları aile de, doğal olarak<br />
bir bütünlük sergilemeyecektir. Çatırdama, kopma,<br />
parçalanma, kaçınılmaz son gibidir. Evet, Sevgisiz,<br />
maneviyattan yoksun bir ailenin filmi, Zhenya<br />
ve Boris, aşk ile, sevgi ile, sevda ile kurmamışlar<br />
çatıyı, salt birbirlerini kullanmışlar, 12 yaşındaki<br />
oğulları Alyosha’yı, ‘evlat’ olarak benimsememişler<br />
hiç, hep çıkıntı olarak görmüşler. Misal baba,
GISIZ DA<br />
yavrusunu değil, patronunu önemsiyor, ana desen,<br />
evladını, yetimhaneye vermeye dünden hazır!<br />
İstenmeyen, istenilmeyen çocuk, bir de buna kulak<br />
misafiri olursa, ne hisseder, o en sahici acının, o<br />
gerçek parçalanmanın bir tarifi olabilir mi? Boşanma<br />
arifesi ve yeni ilişkiler, sorumsuzluğu daha da belirgin<br />
kılacak, o ortadan kaybolacak (bir çocuk fazlalık<br />
duygusuyla nasıl baş etsin), bize bir parça hüzün,<br />
çokça utanç kalacak.<br />
Atina’da polis kurşunuyla katledilen 15 yaşındaki bir<br />
çocuk (Alexandros Grigoropoulos), tüm Yunanistan’ı<br />
isyan ettirmiş, tarihe geçen 2008 ayaklanmasına sebebiyet<br />
vermişti. Memleketimizde de dayanışma ruhunu<br />
tetiklemiş, “Kardeşimsin Alexis” yazan masum<br />
çehresi, sahipli-sahipsiz duvarlarımızı süslemişti.<br />
İşte bu ölümsüz delikanlının cenaze töreninde<br />
bir mektup dağıtıldı, ‘Çocuklar’ imzasıyla; “Unuttunuz!<br />
Bizi desteklemenizi bekliyorduk, bir defa<br />
da olsa, sizin bizi gururlandırmanızı bekliyorduk.<br />
Boşuna! Yalancı hayat yaşıyorsunuz, boynunuzu<br />
eğdiniz, donunuzu indirdiniz ve öleceğiniz günü<br />
bekliyorsunuz. Hayaliniz yok, sevdalanmıyorsunuz,<br />
yaratmıyorsunuz, yalnız satıp alıyorsunuz.<br />
Her yerde maddiyat, sevgi hiçbir yerde-hiçbir<br />
yerde gerçek… Ana ve babalar nerede?<br />
Sanatçılar nerede? Neden dışarı çıkıp bizi<br />
korumuyorlar? Bizi öldürüyorlar. Yardım edin.”<br />
Filmi seyrettiğimde aklıma bu mektup geldi,<br />
çocukların düşmanı tek devlet değil ha,<br />
sevgisiz ve dahası saygısız yetişkinler, ebeveynler,<br />
öğretmenler… Destek yok, köstek<br />
çok, yardım çığlığı nasıl duyulur, bu tanımsız<br />
egoizm cangılında? Size göre, ayak bağı onlar,<br />
özgürlüğün prangası, o halde, ne demeye<br />
dünyaya gelmelerine vesile oldunuz? Herkes<br />
ana-baba olamaz ve herkes insan kalamaz.<br />
Ve filmin alıcı bölümünde, yerinde sayan bir<br />
toplumun betimlenmesi, yine ve yeniden aynı<br />
b.ku yemeye dair değilse, harbiden nedir?<br />
Görüntüler, oyunculuklar, müzikler falan filan<br />
iyi mi diyeyim bunca lafın üstüne, şu oyuncular<br />
rol almışlar filmde, bunları mı söyleyeyim?<br />
Valla üzdü, düşün dedi, ders verdi, yalan yok,<br />
ben bu filmi çok sevdim.
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
KOLAYSA BAŞ EDiN BU KADINLA<br />
n Oscar dönemi geldiğinde filmler yavaş<br />
yavaş vizyona girer. Eskiden Oscar<br />
törenleri bittiğinde ancak ödül alan<br />
filmleri seyredebilirdik. Filmleri getiren<br />
şirketler alınan ödüllerin rüzgarıyla bu<br />
filmleri pazarlarlardı. Ama artık neyse ki<br />
böyle değil. Törenlerden önce birçoğunu<br />
seyredebiliyoruz. Hem şirketler için de<br />
daha hayırlı oldu. En azından ödül almış<br />
bir film yerine yarışan birkaç filmi izleyici ile<br />
buluşturuyorlar. Bu yılın adayları içinde ödül<br />
alması en muhtemel film bence Üç Billboard<br />
Ebbing Çıkışı, Missouri- Three Billboards<br />
Outside Ebbing, Missouri. Filmin ismi o kadar<br />
uzun ki katıldığım televizyon programlarında<br />
Üç Bilboard deyip geçiyorum. Ama filmin kalitesine<br />
gelince öyle hemen geçilecek bir durum<br />
yok. Gerçekten iyi bir film Üç Bilboard. Filmin<br />
yönetmeni ve senaristi Martin McDonagh daha<br />
üçüncü filmini çekmesine rağmen kendine<br />
ayrıcalıklı bir yer edindi. İlk filmi In Bruges ile<br />
iyi bir başlangıç yaptı. Tam bir kara komedi<br />
olan ama kara kısmının daha da fazla olduğu<br />
bu yapımla sinefillerin umut bağladığı bir isim<br />
oldu. 2012’de ise 7 Psikopat yönetmenin ilk<br />
filmindeki tarzın sinemasal bir çizgi olduğunu<br />
ortaya çıkardı. Yani rüzgar nereden eserse essin<br />
kendi tarzı olan ve bu tarzdan ödün vermeyen<br />
bir isim McDonagh. Bir başka özelliği<br />
ise oyuncu seçimindeki başarısı. In Bruges’da<br />
İrlandalı iki oyuncu Collin Farrel ve Brendan<br />
Gleeson ile filmi kotarmıştı. Yedi Psikopat’ta<br />
ise Woody Harrelson, Sam Rockwell, Collin<br />
Farrel ve birçok ünlü ismi biraraya getirdi.<br />
Bildiği oyuncularla filmlerini çeken yönetmen<br />
üçüncü filminde de Sam Rockwell ve Woody<br />
Harrelson’a yer verdi. Filmin başrolünde ise<br />
Frances McDormand yer alıyor. McDormand<br />
ayrıcalıklı bir oyuncu. Özellikle Amerikan<br />
bağımsız sinemasının örnek oyuncularından.<br />
Alışıldık güzel kadın tiplemesinin çok dışında<br />
ve tamamıyla kabiliyetiyle başrol almayı<br />
başaran bir isim. Zaten bu durum oyuncunun<br />
yeteneğinin boyutlarını ortaya koyuyor. Bu<br />
filmde kızı tecavüze uğramış sonra da vahşice<br />
öldürülmüş bir anneyi canlandırıyor. Olayın üzerinden<br />
dört ay geçmesine rağmen polislerin bir<br />
ilerleme sağlayamaması üzerine öfkesini toplumun<br />
üzerine yöneltiyor. Tabii ki ilk hedef aldığı kişi<br />
polis şefi William. William toplum tarafından çok<br />
sevilen elinden geldiği kadar insanların hayatını<br />
kolaylaştıran ve görevini ciddiye alan bir şerif.<br />
Mildred evinin yolunda boş duran üç bilboardu<br />
kiralayıp bunların üzerine kızının yaşadığı feci<br />
olayı ve şerifin hala bu olayı aydınlatamadığını<br />
belirten ilanlar koyuyor. Kanser olan şerif Mildred’a<br />
durumu anlatsa da bu pek birşey değiştirmiyor.<br />
Basının bilboardlara ilgi duyması olayın boyutunu<br />
daha da büyütüyor. Mildred’ı canlandıran<br />
Frances McDormand neredeyse bir John Wayne
tiplemesi ile bütün toplumla çatışıyor. Şerifi<br />
seven halk Mildred’ın karşısında yer alıyor<br />
ve büyük bir çatışma başlıyor. Bu esnada<br />
kanserden kurtulamayacağını anlayan şerifin<br />
intiharı çatışmayı daha da yükseltiyor. Şerifin<br />
yardımcısı biraz yarım akıllı Dixon daha<br />
önce ırkçı tavırları ve gösterdiği şiddet ile<br />
zaten bilinirken bu olaya gösterdiği tepkiyle<br />
iyici sınırı aşıyor ve emniyetten atılıyor.<br />
İki öfkeli insanın toplumla hesaplaşması ve<br />
özünde kaybeden olması filmin kara mizahını<br />
güçlendiriyor. Bence bu film diğer rakipleriyle<br />
karşılaştırıldığında Oscar ödülüne daha yakın<br />
görünüyor. Özellikle Frances McDormand’ın<br />
Oscar heykelciğini alacağına eminim. Woody<br />
Harrelson ise filmin ilk 30 dakikasında yer<br />
almasına rağmen o kadar iyi performans gösteriyor<br />
ki onun da yardımcı erkek dalında ödüle<br />
yakın olduğunu düşünüyorum. Bu filmde canımı<br />
sıkan tek şey var. Birçok Amerikan filminde<br />
kanser olan karakter kemoterapi tedavisi yerine<br />
ölümü seçiyor. Bu filmlerin dramına bir katkıda<br />
bulunsa da verdiği mesaj ile büyük zarar veriyor<br />
kanser hastalarına. Kanserin ilk tedavisi<br />
hastanın yükseltilen moralidir. Nereden çıktı<br />
kemoterapinin hiç bir şeye yaramadığı veya<br />
ölümden daha fazla acı barındırdığı. Bunlar çok<br />
yanlış şeyler. Ama bunu geçersek filmi izleyicilere<br />
öneririm.
CINEKRiTiK<br />
FIRAT SAYICI<br />
YAŞIYORUZ, BURADAYIZ!<br />
n 17 Ocak Çarşamba akşamı, Başka<br />
Sinema’nın Türkiye’de gösterime soktuğu<br />
Tony Gatlif’in son filmi “Djam”ı yönetmen<br />
ve film ekibinin katılımıyla Beyoğlu<br />
Sineması’nda yoğun bir sinemasever<br />
grupla birlikte izleme şansına eriştim.<br />
Gatlif, yine insan üzerinden dans ve<br />
müzikle birlikte umut aşıladı bizlere...<br />
Eski bir denizci ve Rembetiko türü<br />
müziğin hayranı olan Kakourgos, tekneleri için<br />
zor bulunan bir parçayı almak üzere yeğeni<br />
Djam’i İstanbul’a gönderir. Genç kadın burada<br />
göçmenlere yardım etmeye çalışan Avril ile<br />
tanışır. Cömert, kendinden emin ve özgür ruhlu<br />
Djam, Midilli’ye yaptığı, müzik, yeni insanlar,<br />
paylaşılanlar ve umutla dolu yolculuğunda<br />
Avril’i de kanatlarının altına alacaktır. Tony<br />
Gatlif’in yönettiği filmde Daphne Patakia,<br />
Simon Abkarian ve Maryne Cayon başrolleri<br />
paylaşıyor.<br />
Tony Gatlif neredeyse her filmine kefil<br />
olabileceğim nadir yönetmenlerden. Gatlif’e<br />
ve filmlerine karşı olan sevgim öylesine<br />
büyük ki, herhangi bir yerde adını duyunca<br />
kulak kesilmekle kalmam, heyecanlanırım.<br />
İspanya’yı, flamenkoyu, çingeneleri, arada<br />
kalmışları, sürgünleri, ezilenlerin yanında<br />
olmayı, hayatı, aşkı, umudu, kadınları, müziği<br />
ve dansı çok sevmemden kaynaklı belki... Tüm<br />
bu unsurları muhteşem bir yapısal bütünlükte<br />
sanat hayatına sirayet ettiren bir yönetmeni<br />
sevmemem mümkün mü? Gatlif, Geronimo’dan<br />
sonra yine beğenimizi kazanan bir umut filmine<br />
“Djam”a imza atmış. Üstelik Türkiye’den Güverte<br />
Film’in ortak yapımcılığında çekilen bu<br />
filmin önemli bir bölümü de ülkemizde geçiyor.<br />
Tony Gatlif Türkiye’yi seven ve sık sık ziyaret<br />
eden bir yönetmen. Onun dünya çapında en<br />
önemli belgesellerinden biri olarak görülen<br />
Latcho Drom’unda da Türkiye’den bir bölüm<br />
vardı hatırlarsınız. Djam filmini çekme fikri<br />
ise bundan tam 35 yıl önce İzmir’de duyduğu<br />
Rembetiko müziğiyle aklına gelmiş Gatlif’in. 35<br />
yıllık bir gecikmenin ardından olgunlaşmış bir<br />
yönetmen dehasıyla karşımıza çıktı “Djam”.<br />
Djam gibi tipleri günlük hayatta çok sık görmüyoruz.<br />
Hayata gelişine vuran, neşeli, çoğu zaman<br />
gamsız, anı yaşayan ama yüreğinde özveri, vefa<br />
ve hüznü barındıran biri Djam. Amcam dediği<br />
üvey babasının verdiği (teknesi için) biyel kolu<br />
yaptırma görevini üstlenerek İstanbul’a gelen ve<br />
burada erkek arkadaşından kazık yiyen Fransız<br />
Avril ile tanışan Djam, Avril’le birlikte geri dönüş<br />
yoluna geçer. Tam bir yol hikayesidir izlediğimiz.<br />
Yol hikayelerinin en büyük özelliği karakterin<br />
değişimine şahit olmamızdır. Djam’ın ve hatta<br />
Avril’in değişimlerini de içeren finale dek, ikilinin<br />
başına gelmedik kalmaz. Gatlif, tüm filmlerinde<br />
siyasi görüşlerini karakterlerinin arasına bir<br />
yan rol gibi koymayı ihmal etmez. Bu filmde de<br />
Yunanistan’ın içinde bulunduğu ekonomik kriz<br />
hakkındaki görüşlerini, Yunan halkı üzerinden belirtmektedir.<br />
Bankaların sıradan insanların kanını<br />
emen fırsatçı bir vampir olduğunu bir kez daha
hissettirir. Maalesef... Daha önce Gereonimo’da<br />
küçük bir rolle tanıştığımız ve bu filmde Avril’e<br />
hayat veren Maryne Cayon ile Djam’in üvey<br />
babasını canlandıran Simon Abkarian başarılı<br />
oyunculuklarıyla göz doldururken asıl alkışlar<br />
Daphne Patakia’ya gidiyor. Bir insan bir role<br />
bu kadar mı yakışır? O nasıl bir gözlem gücü?<br />
Nasıl bir inandırıcılık? Genç ve güzel oyuncu<br />
filmin inandırıcılığını öylesine katlıyor ki, Djam’in<br />
neşesinin gizli gölgesi oluyorsunuz adeta...<br />
Gatlif sinemasının en önemli iki öğesi kuşkusuz<br />
ki, dans ve müzik. Gatlif sanat hayatı boyunca<br />
çingeneler ve müzikleriyle ilgilendi. Balkan<br />
müziklerinden tutun da Flamenko’ya kadar<br />
önemli müzik ve dans formlarının peşinden<br />
gitti. Rembetiko ise yıllardır ilgi duyduğu ama<br />
anlatmaya fırsat bulmadığı bir alandı. Bildiğiniz<br />
üzere Rembetiko Yunan ve Türk topraklarında<br />
Osmanlı zamanı ortaya çıkmış bir müzik türü.<br />
Tüm halklar kardeş iken İzmir’de de, Atina ve<br />
Selanik’te de bu müzik göğe yükseliyordu. Bizim<br />
buralarda bağlama ile çalınan türküler ile orada<br />
buzuki ile çalınan türküler iç içe geçer. Filmde,<br />
aşina olduğumuz bu türküleri Türkçe ve Yunanca<br />
duymak ayrı bir keyif katıyor. Bu arada,<br />
Gatlif’in İbrahim Tatlıses’i ne kadar sevdiğini<br />
de hatırlatmak isterim. “Geronimo”nun önemli<br />
düello sahnesinde ‘Her Demet’ şarkısını kullanan<br />
usta yönetmen bu<br />
Filmin sonlarına doğru Djam’in değişimine şahit<br />
olmakla birlikte, onca olumsuzluğa rağmen ve<br />
artık kaybedecek hiç bir şeyi olmayan üvey<br />
babası Kakourgos’un umut aşılayan şu sevinç<br />
nidasını duyuyoruz, eşsiz bir Rembetiko<br />
şarkısı eşliğinde; “Yaşıyoruz, buradayız!”... Hiç<br />
bir zaman umutsuzluğa kapılmamak lazım.<br />
Yaşıyorsak hala bir umut vardır. Öyle değil mi?
CINEKRiTiK<br />
BANU BOZDEMİR<br />
BiR BÜYÜME HEZEYANI DAHA<br />
n Hakan Günday’ı okumaktan keyif<br />
alıyorum. Çünkü akıcı, yoğunluğu olan<br />
ve okuyucuyu yazdığı farklı dünyaların<br />
içine çeken yazarlardan kendisi. O yüzden<br />
kitaplarını filmleştirmek de yürek isteyen<br />
konulardan. Bu anlamda Onur Saylak’ı<br />
tebrik etmek lazım. Sonbahar filminin yürek<br />
burkan Yusuf’u Onur Saylak oyunculuğun<br />
serin sularında rahatça kulaç atmanın<br />
yanında kendi filmini çekmenin derdinde. Kısa<br />
filmi Orman’la mülteci meselesine bakışımıza<br />
göz atan Saylak Daha ile meseleyi denk gelmiş<br />
bir konuyla boynundan kavrıyor. Kırmaya ramak<br />
kala da bırakıyor.<br />
Film öncelikle bize, hepimize sunulan / dayatılan<br />
gelecekten ilham alıyor. Kiminin hayatı babasının<br />
ona biçtiği yolda, kiminin hayatı da çok uzaklardan<br />
gelen emirlerle bir anda paramparça<br />
olup yollara saçılıyor. Bir büyüme hikayesinin<br />
yanında bir baba oğul çatışması, nasıl biri<br />
olacağına dair kurduğun tüm hayallerin bir bodrum<br />
katına kilitlenen tüm insanlıkla birlikte<br />
buharlaşıp uçmasına dair. Sert, hareketli, kimi<br />
zaman çarpıcı bir yandan da seyirciyi ve kendini<br />
zorlayıcı bir pradigma çiziyor. Filmin kahramanı<br />
14 yaşındaki Gaza. (kitapta dokuz yaşında)<br />
Karakterin çarpıcı olmasının yanında adeta<br />
Gaza’nın içine giren oyuncusu Hayat Van Eck’in<br />
katkısı da tartışılmaz. Babasını oynayan Ahmet<br />
Mümtaz Taylan’la olan fiziksel benzerlik kafalarda<br />
yaşanan çatışmanın ete kemiğe bürünmesine<br />
yardımcı oluyor.<br />
Film duygu olarak içe işleyen, oradan ilerleyen<br />
filmlerden. Filmin çok iyi akışının arasına arada<br />
farklı parçalar kaçmıyor da değil. Örneğin<br />
Gaza’nın okuma hayali yaşadığı dünyanın<br />
sertliğinde açan bir çiçek gibi çabucak solup<br />
gidiyor. Kendini kurtarma azminden o kendini<br />
bileme azmine tanıklık ediyoruz. Bu bilenme o<br />
kadar fazla tavan yapıyor ki gerçekliğin dışına<br />
taşıyor Orada filmin hep tutturmaya çalıştığı<br />
dozu kaçıyor. Gaza’dan küçük bir kötülük çiçeği<br />
yaratıyor film, babasından daha kötü, ondan<br />
daha acımasız. Hatta onu yerinden yurdundan<br />
eden ‘düşman’dan bile daha acemice bir<br />
kötülüğün pençesine düşüyor. Bu dönüşümün<br />
ayak seslerini film boyunca duyuyoruz ama bir<br />
anda karşımızda bulunca da çok inandırıcı gelmeyen<br />
bir hal bu!<br />
Filmin mekanı, her şeyden koparılmış hali başarılı<br />
bir gerilim filmi havası yaratıyor ve filme fazlasıyla<br />
artı bir değer katıyor. Babasıyla orada yaşayan,<br />
onun yaşamın zorluğu üzerine dayattığı mavalları<br />
dinleyen, (belki de babasına babasından kalan<br />
hayat dersi de bu) kendilerine teslim edilen mültecilere<br />
önceleri ‘konuk’ statüsünde yaklaşan,<br />
sonrasında onları fazlalık, hayatına, geleceğine<br />
taş koyan bir azınlık, fazlalık olarak gören (ülkedeki<br />
genel bakış gibi) Gaza’nın intikam yeminine<br />
tanıklık ediyoruz. Arada zayi olan babanın esamesi<br />
bile okunmuyor. İki motorlu marjinal kardeş ise<br />
filmin ince çizgisi kıvamında. Hesapsız, ayarsız<br />
işlerin onlardan çıkacağı beklentisi var filmin bir<br />
yerlerinde. Ama onlar hadlerini bilen ve Gaza’nın
iyi dünyasının (tarafının) başında nöbette duran iki<br />
marjinal. Onların temsil ettiği sınıfın her şeyi anlama<br />
çabası, beklentisi ve sonrasında dolan sabırları<br />
belki büyük patlamaları getirir umudu taşıtıyor gibi<br />
geldi yönetmen Saylak’a… Kimbilir…<br />
Ben Daha’yı potlama yapan yerleri dışında çokça<br />
sevdim Bir kere yetkin bir sinema dili var Saylak’ın<br />
ve bu etkiyi her yönetmen ilk filmiyle her zaman<br />
yaratamıyor. İlk filmiyle yaratamayınca sonrası<br />
da pek olmuyor zaten. Oyuncu seçimi ve yönetimindeki<br />
başarı filmin genelini kapsayan bir şeye<br />
dönüşüyor. Bir baba oğul arasında yaşanan bir<br />
büyüme hikayesi, kişisel zincirlerini kırıp toplumsal<br />
bir döngüye dönüşüyor. Herkes kendi iktidarını<br />
yaratmanın derdinde diğerinin belini büküyor. Gaza<br />
tüm bu hayat derslerini hap yapıp ağzına atıyor, yutuyor<br />
ve sindiriyor. Romanın devamı var, Gaza’nın<br />
24 yaşına kadar ki kötücül yükselişini takip ediyor<br />
ama film onu mültecilerin başındaki çoban olarak<br />
bırakmayı tercih ediyor. Tabii başında bekleyen<br />
daha büyük çobanlarla... İnsanın karmaşık<br />
dünyasına sonradan çocukluğa inmek yerine<br />
çocukluktan bakarak giriş yapmayı tercih<br />
etmiş bir anlatım karşımızdaki. Böylesi daha<br />
doğru ve inandırıcı bir akış. O yüzden film bu<br />
kadar etkileyici bir hale geliyor, bir büyüme<br />
hikayesinin tam pençesine düştüğümüz için.<br />
Kişisel meseleyi sadece toplumsal bir sorunla<br />
halletmek yerine daha da karmaşıklaştırdığı<br />
için Daha’dan etkileniyoruz. O yüzden hep<br />
Daha’sını isteyen bir kotülük dünyasının gözlemcisi<br />
olmak istiyoruz.<br />
Dediğim bazı hızlı detaylar dışında gayet etkili<br />
bir uyarlama olmuş Daha! Çocuk dünyasına<br />
etki eden detayları başarılı bir şekilde<br />
yerleştirilmiş, etki tepki meselesinin karşılıklı<br />
yansımasına yer vermiş önemli bir ilk film.<br />
Kendi adıma kayıtsız kalmam imkansız!
PEK YAKINDA<br />
KIZIL SERÇE<br />
Yönetmen: CFrancis<br />
Lawrence<br />
Oyuncular: Jennifer<br />
Lawrence, Joel Edgerton,<br />
Matthias Schoenaerts<br />
Konu: Dominika Egorova,<br />
Rus güvenlik<br />
servisinde eğitimli<br />
bir baştan çıkarıcı<br />
olan “sparrow” olma<br />
isteği üzerine eğitilir.<br />
Dominika vücudunu<br />
bir silah olarak<br />
kullanmayı öğrenir<br />
ancak kişiliksizleştirme<br />
eğitimi süreci boyunca<br />
benlik hissini korumak<br />
için mücadele eder.<br />
Haksız bir sistemde<br />
kendi gücünü bulması,<br />
programın en güçlü<br />
varlıklarından biri<br />
olarak yükselmesine<br />
sebep olur. İlk hedefi<br />
ajansın Rus istihbarat<br />
alanına en hassas<br />
nüfuzunu sağlayan CIA<br />
yetkilisi Nate Nash’dir.<br />
İki genç görevli kariyerlerini,<br />
bağlılıklarını<br />
ve her iki ülkenin<br />
güvenliğini tehdit<br />
eden bir aldatmacaya<br />
düşerler
UGUR BÖCEGi<br />
Yönetmen: Greta Gerwig<br />
Oyuncular: Saoirse Ronan, Laurie<br />
Metcalf, Tracy Letts<br />
Konu: Christine McPherson,<br />
namıdiğer “Uğur Böceği” son derece<br />
sevecen, dik kafalı ve iradeli<br />
annesi gibi olmamak için ne kadar<br />
uğraşsa da aynı onun gibidir. Uğur<br />
Böceği’nin hemşire olan annesi,<br />
eşinin işini kaybetmesinden sonra<br />
ailesini ayakta tutmak için yorulmak<br />
bilmeden çalışmaktadır. Sacramento,<br />
California’da 2002 yılında,<br />
hızla değişen Amerikan ekonomisinin<br />
ortasında geçen Uğur Böceği,<br />
bizi şekillendiren ilişkilere, bizi<br />
tanımlayan inançlara ve yuva adını<br />
verdiğimiz yerin benzersiz güzelliğine<br />
etkileyici bir bakış sunuyor.<br />
GRINGO<br />
Yönetmen: N<br />
ash Edgerton<br />
Oyuncular:<br />
Amanda Seyfried, Charlize<br />
Theron<br />
Konu: Yumuşak huylu<br />
iş adamı Harold Soyinka<br />
için işler pek iyi gitmemektedir.<br />
Kimi olaylar<br />
sonucunda Harold kendini,<br />
sırttan bıçaklayan<br />
meslektaşlarının, yerel<br />
uyuşturucu baronlarının<br />
ve yozlaşmış paralı<br />
askerlerin insafına<br />
kalmış halde bulur.<br />
Kanuna saygılı bir<br />
vatandaşken aranan<br />
bir suçluya dönüşen<br />
Harold, giderek daha<br />
tehlikeli hale gelen durumunun<br />
içinde hayatta<br />
kalmaya çalışmak<br />
zorundadır...<br />
THELMA<br />
Yönetmen:<br />
Joachim Trier<br />
Oyuncular: Eili<br />
Harboe, Kaya<br />
Wilkins, Henrik<br />
Rafaelsen<br />
Konu: Norveçli<br />
bir öğrenci olan<br />
Thelma, Oslo’ya<br />
aşık olduğu kızın<br />
yanına taşınır.<br />
Kısa süre sonra,<br />
açıklayamadığı<br />
bazı özel güçleri<br />
olduğunu farkeder.<br />
Bu güçler, aşkla<br />
ortaya çıkıyordur.<br />
Tekrar, Oslo, 31<br />
Ağustos ve Sessiz<br />
Çığlık filmlerinin<br />
yönetmeni<br />
Joachim Trier’ın<br />
imzasını taşıyan<br />
film doğaüstü bir<br />
gerilim.
PEK YAKINDA<br />
TOMB RAIDER<br />
Yönetmen: Roar Uthaug<br />
Oyuncular: Alicia Vikander,<br />
Hannah John-Kamen,<br />
Walton Goggins<br />
Konu: Babasının ortadan<br />
kaybolmasından yedi<br />
yıl sonra, 21 yaşındaki<br />
Lara küresel ticaret<br />
imparatorluğunun başına<br />
geçmeyi reddetmiş<br />
ve üniversite dersleri<br />
alırken bir yandan<br />
da Londra’da bir<br />
bisiklet kuryesi olarak<br />
çalışmaktadır. Ancak<br />
ortaya çıkan yeni<br />
bir antik eser sonucu<br />
babasının kayboluşunu<br />
araştırmaya başlar ve<br />
son gittiği yeri ziyaret<br />
eder: Japonya kıyılarında<br />
bir yerde bulunan<br />
gizemli bir adadaki bir<br />
mezar. Birdenbire Lara<br />
kendini yalnızca keskin<br />
zekası, dirayeti ve inatçı<br />
ruhuyla silahlanmış bir<br />
halde, dezavantajlı bir<br />
durumda olduğu bir<br />
maceranın içinde bulur.<br />
Lara, bilinmeyene<br />
doğru yolculuk ederken,<br />
kendi sınırlarının<br />
ötesine geçmeyi de<br />
öğrenmelidir...
PHANTOM<br />
THREAD<br />
Yönetmen: Paul Thomas Anderson<br />
Oyuncular: Vicky Krieps, Daniel<br />
Day-Lewis, Lesley Manville<br />
Konu: Savaştan sonra 1950’lerin<br />
büyüleyici Londra’sında,<br />
ünlü terzi Reynolds Woodcock<br />
ve kız kardeşi Cyril<br />
Woodcock Ailesi’nin belirgin<br />
tarzıyla kraliyet ailesinden film<br />
yıldızlarına ve mirasçılardan<br />
sosyete kadar ülkenin önde<br />
gelenlerini giydirerek İngiliz<br />
modasının merkezinde yer<br />
almaktadırlar. Gerçek hikayeden<br />
uyarlanan filmde<br />
3 Oscar ödüllü aktör Daniel<br />
Day-Lewis, modacı Charles<br />
James’i canlandırıyor.<br />
PASIFIK<br />
SAVASI:<br />
ISYAN<br />
Yönetmen: Steven<br />
S. DeKnight<br />
Oyuncular: John<br />
Boyega, Scott Eastwood,<br />
Jing Tian<br />
Konu: Babasının<br />
uzaylılara karşı<br />
kahramanca<br />
ölümü sırasında<br />
Jaeger pilotluğu<br />
eğitimine devam<br />
etmekte olan Jake,<br />
babasının ölümünün<br />
ardından<br />
eğitimini terk eder.<br />
Bir zamanların<br />
umut vadeden<br />
pilotuyken suç<br />
dünyasına bulaşan<br />
Jake’e uzaklaştığı<br />
kız kardeşi Mako<br />
Mori tarafından son<br />
bir şans tanınır.<br />
THE<br />
STRANGERS:<br />
PREY AT<br />
NIGHT<br />
Yönetmen: Johannes<br />
Roberts<br />
Oyuncular: Christina<br />
Hendricks,<br />
Bailee Madison,<br />
Martin Henderson<br />
Konu: Bir aile, bir<br />
grup akrabayla<br />
birlikte kalacakları<br />
mobil ev alanına<br />
geldiklerinde<br />
şaşkınlığa uğrarlar.<br />
Bu ıssız yerleşim<br />
alanında kimse<br />
yoktur ve herkes<br />
gizemli bir şekilde<br />
götürülmüş gibidir.<br />
Bilmedikleri<br />
şey ise karanlıkta<br />
gizlenmekte<br />
olan üç maskeli<br />
psikopatın onların<br />
her hareketini<br />
izlediğidir.
ŞAHAN’A DÜNYAYI<br />
DAR EDEN KADIN<br />
Şahan Gökbakar’ın son filmi Kayhan’da yer alan Gökçe<br />
Eyüboğlu hem filmin çekim sürecini hem de tiyartonun<br />
kendisi için ne ifade ettiğini bizle paylaştı...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türkiyede sinema filmi<br />
çekmek artık bir meslek<br />
olmaktan çıkıp dizi veya<br />
tiyatro oyuncularının arada<br />
bir edindikleri bir tecrübe haline geldi.<br />
Tabii hem sinemamız hem de oyuncular<br />
açısından sıkıntılı bir durum. Halbuki<br />
yetenekli isimler var. Özellikle yeni<br />
oyuncular içinden daha çok film çekse<br />
dediğimiz yetenekler yok değil. İşte bunlardan<br />
biri Gökçe Eyüboğlu. Kayhan filminde<br />
Şahan Gökbakar’ı evinde istemeyen<br />
Sevim karakterini canlandırıyor. Biz de<br />
teybimizi Gökçe’ye uzattık...<br />
Kayhan filmindeki rolünüzden bahsedebilir<br />
misiniz?<br />
Sevim, Kayhan’ın en yakın arkadaşı<br />
Orçun’un eşiyim. Biraz takıntılı, dominant<br />
ve kendine göre belirlediği kuralları olan<br />
bir kadın. Tabi Kayhan’ın evlerine gelmesiyle<br />
kurduğu sistem alt üst oluyor ve<br />
Kayhan’ın bir an önce evlerini terk etmesi<br />
en büyük isteği haline geliyor.<br />
İlk sinema filminiz Kadın İşi Banka Soygunu<br />
ve yıllar sonra yine Kayhan gibi bir<br />
komedi ile sinemaya döndünüz. İkisinin<br />
de komedi olmasının sebebi nedir. Komedi<br />
kendinizi daha rahat ifade ettiğiniz<br />
bir tür mü?<br />
Aslında benimkisi sadece tesadüf:) Ama<br />
evet komedide yer almak çok keyifli ve bir<br />
o kadar da zor bence. Zaten yeterince zor<br />
bir hayatımız var. İnsanları güldürebiliyorsak<br />
ne mutlu. Ama tabi ki başka türlerde<br />
de oynamak, farklı karakterlere can vermek<br />
isterim.<br />
Sinemada en çok hangi türü seversiniz.<br />
Türler arasında kendi fiziğinizin hangisine<br />
uygun olduğunu düşünüyor musunuz?<br />
Her hangi bir tür ayrımı yapmıyorum<br />
açıkçası. Kişisel tercihim -seyirci olarakkorku<br />
filmlerinden çok haz etmiyorum.<br />
Fiziğimin hangisine uygun olduğu<br />
kısmına gelirsek; konunun fizikle bir<br />
ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Karakterin<br />
için her tür fiziksel değişikliği<br />
gerçekleştirirsin.<br />
1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına kadar<br />
feminizmin sinemamızda etkisini hissedebilirdik.<br />
2000 sonrası sinemamızda<br />
bu anlamda geriye bir adım atıldığını<br />
düşünüyor musunuz? Biraz yorumlar<br />
mısınız?<br />
Biraz dönemsel bakmak gerek diye<br />
düşünüyorum. Konjoktür de böyle<br />
getirmiş olabilir. Şu an daha az politik,<br />
etliye sütlüye dokunmayan filmler<br />
yapılıyor olabilir. 2000 sonrası<br />
sinemamızda bu anlamda geriye gidiş<br />
varsa bu tek başına sinemayla ilgili bir<br />
durum olmadığı gibi sadece Türkiye’yle<br />
ilgili de değil. Ama bunun geçici bir dönem<br />
olduğunu düşünüyorum. Su geriye<br />
akmaz. Bunlara ek olarak ; muhteşem
GÖKÇE EYÜBOĞLU
ağımsız yapımlar ortaya çıkıyor. Hala<br />
bu anlamda mücadele veren isimler var.<br />
Haksızlık etmeyelim. Ama bence bu oldukça<br />
uzun bir konu. Hem seyirci hem<br />
de bu sanatın içinde olmaya çalışan<br />
biri olarak Türk Sineması ve günümüzde<br />
geldiği noktayla ilgili uzun uzun<br />
konuşmak isterim:)<br />
Deminki soruyla bağlantılı olarak kadın<br />
oyuncularımızın önünde Türkan Şoray<br />
kanunları gibi bir örnek de var. Bu<br />
kuralları doğru buluyor musunuz?<br />
Daha yolun başında olan bir oyuncu<br />
olarak “Türkan Şoray” kanunları ile ilgili<br />
yorum yapabilecek hakkı görmüyorum<br />
kendimde. Ama kendi kuralım oyuncu<br />
karakterinin , rolünün gereğini yapar.<br />
Bizim sinemamızın kökleri Yeşilçam’a<br />
dayanır. Yeşilçam filmlerini severmisiniz?<br />
Sizin oyunculuğunuzda Yeşilçam’ın etkisi<br />
var mıdır?<br />
Sevdiklerim de var sevmediklerim de.<br />
Ertem Eğilmez filmlerinin tutkunuyum.<br />
Onları izleyerek büyüdük. Oyunlarımız<br />
bile bazen o filmlerden sahneleri<br />
canlandırmak olurdu. O yüzden bilinçli<br />
bir tercih olmasa da etkisi olmaması<br />
mümkün değildir.Ama sonuçta bu da<br />
bir süreç. Hem öğrenme durumun<br />
devam ediyor. Hem de genel olarak<br />
oyunculuk bambaşka , daha doğal bir<br />
yere evriliyor. Bu akış içinde benim de<br />
oyunculuğum oturacaktır, değişecektir<br />
diye düşünüyorum...<br />
Son iki üç yıldır özel tiyatroların<br />
yaygınlaştığını görüyoruz siz de tiyatro<br />
oyunlarında yer alıyorsunuz, bir oyuncu<br />
olarak tiyatro size ne katıyor?<br />
Genel olarak oyunculuk insanın<br />
hayatına çok şey katıyor. Algın açılıyor,<br />
farkındalığın artıyor. Empati yeteneğin<br />
artıyor. Ön yargıların kalkıyor. Bambaşka<br />
karakterleri, bambaşka hayatları<br />
araştırma hali, merak etme , anlamaya<br />
çalışma durumu bence en büyük katkısı<br />
oyunculuğun. Salt tiyatrodan bahsedecek<br />
olursak , seyirciyle bire bir etkileşim<br />
halinde olmanın, her şeyin her anın<br />
birebir seyirci karşısında yaşanması<br />
bam başka... O kadar saf, doğal , açık bi<br />
yerden karşısındasın ki insanların... Evet<br />
prova süreci var bu işin. Bir karakter<br />
yaratıyorsun, bunu günlerce prova ediyorsun<br />
ama seyirci karşısına çıktıkça, oyun<br />
özünü, aslını kaybetmeden bambaşka<br />
bir yere gidiyor. Bu değişim , gelişim,<br />
etkileşim halini çok seviyorum. Beni çok<br />
heyecanlandırıyor. Gittikçe daha gerçek<br />
bir yere gidiyorsun. Karakterin daha gerçek<br />
bir hale bürünüyor. Bir de gerçekten<br />
tiyatroda arınıyorsun. Bu arınma halini<br />
uzun uzun nasıl anlatabilirim gerçekten<br />
bilmiyorum:))<br />
Senaryo, şarkı sözü gibi çalışmalarınız da<br />
var. Kamera arkasına ilginiz ne boyutta?<br />
Gelecekte bir filmin senaristi veya yönetmeni<br />
olarak kendinizi görebiliyor musunuz?<br />
Şarkı sözü yazmak benim için bir ilkti<br />
Küçük Prens Müzikali’nde. Böyle bir şey<br />
yapabildiğimin bile farkında değildim. Çok<br />
önemli bir müzik adamıyla da çalışma<br />
fırsatım oldu bu müzikal sayesinde; Yücel<br />
Arzen. Müzikal anlamda yönlendirdi beni<br />
söz yazımı sırasında. Üç kişilik ; uyumlu<br />
bir ekiptik. Gerisi kolaylıkla geldi zaten.
OSCAR’I HANGi<br />
FiLM ALACAK?<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Oscar adayı filmler<br />
açıklandı. Geçen yıllara<br />
nazaran bir başyapıt<br />
bulunmayan seçki<br />
içinde bir iki yapım öne<br />
çıkıyor. Oscarlar her ne<br />
kadar sinema endüstrisinin<br />
en popüler ödülü<br />
olsa da hem adaylıkları<br />
hem de ödülü dağıtan kurulların standartı<br />
çok belirsiz. Dönemin konjonktürüne göre<br />
tamamıyla değişen değerlendirme kriterleri<br />
bir standart oluşturulmasını zorlaştırıyor.<br />
Ama dediğimiz gibi sonuçta sinema endüstrisinin<br />
parlayan yıldızı Oscarlar. Biz de sizin<br />
için bu yıl aday olan 9 filmi seyrettik. Hem<br />
o filmlerin konusunu kısaca yazalım hem<br />
de Oscarlar’daki şanslarını değerlendirelim<br />
dedik. Filmleri tanıtmadan önce Ayla filmiyle<br />
aday adayı olduğumuz Yabancı Dilde<br />
Oscar ödülü için birkaç kelam etmek gerekir.<br />
Bildiğiniz gibi Ayla filmi aday adayı<br />
olan 10 filmin bile içine girememişti. Buna<br />
şaşıranlara ben de şaşırıyorum. Oscarlar<br />
ezelden beri siyasetten çok etkilenen bir organizasyon.<br />
Olay böyle olunca bu dönemde<br />
siz Türkiye olarak dünyanın en iyi filmini bile<br />
Oscar’lara gönderseydiniz seçilme şansı<br />
hiç yoktu. Bu arada Ayla zaten dünyanın<br />
en iyi filmi değil. Geçen yıllarda katılan<br />
Türk filmlerinin kalitesini düşündüğümde,<br />
o filmler Oscar’da yer alamazken Ayla’nın
4 Mart’ta<br />
Oscarlar dağıtılıyor.<br />
Ödüle aday 9 filmi<br />
seyredip, sizin için<br />
değerlendirdik. Bakalım<br />
tahminlerimiz tutacak mı?<br />
doğal olarak şansı yoktu zaten. 10 filmlik<br />
yabancı film seçkisi içinden kazanan beş<br />
film Oscar için yarışacak. Asıl sürpriz burada,<br />
Altın Küre alan Fatih Akın’ın Paramparça<br />
filmi aday bile olamadı Oscar’a. The<br />
Cut ile kendi çıkarı adına bu ülkeye büyük<br />
zarar veren Fatih Akın’ın seçilmemesine<br />
kendi adıma üzülmedim. Zaten diğer filmleri<br />
seyrettiğimde Paramparça’nın aday<br />
olmasını garipserdim. Altın Küre’yi nasıl<br />
aldı bilemiyorum tabii. Herhalde The Cut<br />
ile yaptığı dönüşümün bir sonucudur.<br />
Neyse biz En İyi Oscar Adayı 9 filmi sizin<br />
için değerlendirelim.<br />
EN İYİ FİLM ADAYLARI<br />
The Post<br />
Watergate skandalını ortaya<br />
çıkaran The Post’un haberi<br />
yayınlama macerası aslında<br />
iyi bir film. Üstelik Trump’ın<br />
başkanlığına muhalif olan<br />
demokrat kökenli Oscar<br />
kurullarının bu filme özel<br />
ilgi göstermesi muhtemel.<br />
Çünkü Watergate skandalı<br />
Nixon’ın başına patlamış ama<br />
Kennedy’den o döneme kadar bütün<br />
başkanları da içine alan bir olay. Vietnam’ı<br />
karıştırmak için nasıl ABD başkanlarının<br />
mütecaviz davrandığını anlatıyor film.<br />
Yani Nixon ile Trump arasında alttan alta<br />
bir ilişki kurmak için iyi bir fırsat The Post<br />
demokratlar adına. Ama geçen yıl yine bir<br />
gazeteci hikayesi olan Spotlight’ın ödül<br />
aldığını düşünürsek biraz şansı azalıyor...<br />
Film’de Post’un sahibini canlandıran Meryl<br />
Streep En İyi Kadın Oscar’ına aday. Her<br />
ne kadar akademi üyelerinin Streep’i çok<br />
sevdiğini bilsek de ödülü alabileceğini<br />
sanmıyorum. Yine de bir sürpriz yapabilir.<br />
Get Out<br />
Bir kaç yıldır Oscar’larda<br />
ırçılık, cinsel istismar<br />
ve kadın hakları özel ilgi<br />
görüyor. Adaylar daha<br />
çok bu konsepteki filmler<br />
içinden seçiliyor. Get Out
öyle bir konuyu işlese de biraz farklı bir<br />
yapım. Siyahi Amerikalıların kendi içlerindeki<br />
bir hesaplaşma filmin özünde var. Beyazların<br />
değer yargılarını kabul edip “beyazlaşan”<br />
Afro Amerikanlara sert göndermeler var.<br />
Filmdeki katil çetesi sürekli kurban seçtikleri<br />
siyahilere Obama ve Tiger Woods üzerinden<br />
beğenilerini söylüyorlar. Bu haliyle devrimci<br />
bir film bile sayılabilir Get Out. Yine de en<br />
iyi film için zayıf bir aday. Yönetmen Jordan<br />
Peele En İyi Yönetmen’a aday ve demin<br />
dediğimiz sebeplerden ödülü alsa karşı<br />
çıkmazdım ama şansı zayıf biliyorum. Filmin<br />
başrolünde oynayan Daniel Kaluuya ise fantastik<br />
gerilim filmi tadındaki bu yapımla eğer<br />
Oscar’ı alırsa bence Oscar tarihinin en büyük<br />
sürprizini yapar.<br />
Dunkirk<br />
İkinci Dünya Savaşı’nın başında<br />
Almanlar’dan kaçan İngiliz ordusunun<br />
Dunkirk’te yaşadıklarını anlatan<br />
film görsel efektlerinde bilgisayar<br />
kullanılmaması ve gerçekçiliği<br />
ile dikkat çekici bir yapım. Kendi<br />
toplumuna savaş isteği pompalamak<br />
isteyen ABD politikaları için de<br />
uygun bir film. Ama En İyi Filmden<br />
çok yönetmeni Christopher Nolan’ın<br />
Oscar’a yakın olduğunu düşünüyorum.<br />
The Shape of Water<br />
Soğuk savaş dönemi Amerika’da geçen<br />
hikayede sessiz, rutin bir hayatı olan<br />
Elisa, gizli ve yüksek güvenlikli bir<br />
devlet laboratuvarında temizlikçi<br />
olarak çalışır. Elisa iş arkadaşı Zelda<br />
ile devletin yaptığı gizli bir deneyi<br />
keşfeder ve suda hapsedilen insansı<br />
bir yaratığı acımasız deneyden kurtarmaya<br />
çalışırlar. 13 dalda Oscar’a<br />
aday olan film otoriteler tarafından<br />
ödüle yakın bulunuyor. Ama ben<br />
yönetmen Guillermo del Toro’nun<br />
kariyerinde bile çok özel bir yer etmeyecek<br />
filmin ödül şansını az buluyorum. Ne En<br />
İyi Kadın’da Sally Hawkins’i ne de En İyi<br />
Yardımcı Kadın’da Octavia Spencer’ı ne de<br />
yönetmeni ödüle yakın görüyorum.
Lady Bird<br />
İki güçlü karaktere sahip anne kızın hikayesinin<br />
anlatıldığı Lady Bird kadın<br />
hakları ve eşitliği anlamında Oscar’ın<br />
son dönem politikalarına uygun<br />
bir film. Açıkçası hikayesi de iyi<br />
ve tabii başarılı oyunculuklara<br />
sahip. En İyi Kadın Oyuncu’da<br />
Three Billboards Outside Ebbing,<br />
Missouri filmindeki Frances<br />
McDormant’ın muhteşem<br />
performansı olmasaydı ödülün<br />
sahibi başrolde oynayan Saoirse<br />
Ronan olsun derdim. Yani<br />
bu ödüle ikinci adayım Saoirse<br />
Ronan. En İyi Yardımcı Kadın dalında ise<br />
filmdeki başarılı performansıyla Laurie<br />
Metcalf bu ödülü almalı. Muhteşem bir<br />
performanstı.<br />
Darkest Hour<br />
Deneyimli yönetmen Joe Wright’ın<br />
yönetmenliğini üstlendiği<br />
filmde, Churchill, hayatının<br />
belki de en büyük sınavından<br />
geçecektir. Ya Nazi Almanyası<br />
ile barışçıl bir antlaşma yolu<br />
bulmaya çalışmalıdır ya da milletinin<br />
bağımsızlığı ve idealleri<br />
için Nazilerin karşısında sımsıkı<br />
durmalıdır. Ellerinde kalan son<br />
kirlenmemiş savaş olan 2. Dünya<br />
Savaşı’nı konu alan ikinci aday<br />
film Darkest Hour diyaloglara dayanan<br />
yapısıyla En İyi film ödülüne uzak olsa da<br />
Churchill’i canlandıran Gary Oldman bir<br />
sürpriz yapabilir. Aslında buradaki makyaj<br />
çalışması filmin en dikkat çekici tarafı.<br />
Call Me by Your Name<br />
Eşcinsel bir aşktan yola çıkarak seçkin<br />
zümrenin doğasına bakan Call Me By<br />
Your Name oyunculuk<br />
performansları açısından<br />
dikkat çekici bir yapım.<br />
Timothée Chalamet,<br />
başroldeki performansıyla<br />
ödülü hak ediyor. Bir<br />
de Oscar’ların eşcinsel
haklarına verdiği önemi<br />
düşünürsek ödülün en büyük<br />
adayı Timothée Chalamet diyebiliriz.<br />
En iyi filme gelince sürpriz<br />
yapabilir ama çok da şansı<br />
olduğunu düşünmüyorum.<br />
Three Billboards Outside Ebbing,<br />
Missouri<br />
En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu<br />
ve En İyi Yardımcı Erkek<br />
Oyuncu dalında benim favorim<br />
bu yapım. Bütün bu ödüllere<br />
layık gördüğüm filmin yönetmeni<br />
Martin McDonagh nasıl<br />
En İyi Yönetmen’de aday olmaz<br />
anlamış değilim. İşte Akademi<br />
üyelerinin saçmalıklarına çok<br />
iyi bir örnek.<br />
Kızı tecavüze<br />
uğrayıp<br />
öldürülen<br />
bir annenin<br />
topluma karşı<br />
verdiği mücadeleyi<br />
anlatan<br />
yapımda<br />
Frances Mc-<br />
Dormant ve<br />
Woody Harrelson mükemmeller.<br />
Phantom Thread<br />
Gerçek bir hikayeden uyarlanan<br />
filmin yönetmeni<br />
Paul Thomaz<br />
Anderson En<br />
İyi Yönetmen<br />
dalında benim<br />
favorim. Filmin<br />
başrol oyuncusu<br />
Daniel Day Lewis<br />
de daha önce<br />
aldığı Oscarlar’ın<br />
yanına birini<br />
daha ekleyecek gibi duruyor.<br />
1950’lerde kraliyet ailesini ve o<br />
dönemin zengin İngilizlerini giydiren<br />
modacı Charles James’in<br />
hayatını izliyoruz.
ZİRVEYE TIRMANAN<br />
YETENEKLİ GÜZEL<br />
I, Tonya ile Akademi Ödüllerinde En İyi<br />
Kadın Oyuncu ödülü adayı olan, daha<br />
27 yaşında kariyer basamaklarını hızlı<br />
tırmanan yetenekli ve güzel oyuncu Margot<br />
Robbie’nin taşra hayatında geçen<br />
çocukluğundan kariyerine giden yola<br />
şöyle bir göz atalım.<br />
EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />
MARGOT ROBBIE<br />
n Her ne kadar kendisi<br />
oyunculuğa 2008<br />
yılında televizyon serileriyle<br />
başlamış olsa<br />
da biz onu esas olarak<br />
2013 yılında Martin<br />
Scorsese başyapıtı The<br />
Wolf of Wall Street ile<br />
tanıdık. Bu ay ülkemizde vizyona girecek<br />
I, Tonya ile Akademi Ödüllerinde En İyi<br />
Kadın Oyuncu ödülü adayı olan, daha<br />
27 yaşında kariyer basamaklarını hızlı<br />
tırmanan yetenekli ve güzel oyuncu Margot<br />
Robbie’nin taşra hayatında geçen<br />
çocukluğundan kariyerine giden yola<br />
şöyle bir göz atalım.<br />
Annesi bir Fizyoterapist olan Avustralya<br />
doğumlu Margot Robbie 3 kardeşi<br />
ile beraber büyüdü. Kolej eğitimini<br />
Avustralya’da tamamlayan ve o zamana
kadar ailesi ile yaşayan, kardeşlerine<br />
bakan Robbie aynı zamanda büyük<br />
anne ve büyükbabasının yanında çiftlikte<br />
de çok zaman geçirdi. Daha sonra<br />
oyuncu olmak istediğine karar veren<br />
güzel yıldız Avustralya’nın Victoria eyaletine<br />
taşındı. İlk olarak yayın hayatına<br />
1985 yılında başlayan Avustralya dizisi<br />
Neighbours ile kariyerine başlayan<br />
Robbie, ardından ABC serisi Pan Am’a<br />
transfer oldu. Burada dikkatleri üzerine<br />
çekmeye başlayan güzel yıldızın ilk uzun<br />
metrajlı filmi Domhnall Gleeson ve Rachel<br />
McAdams’ın başrolleri paylaştığı<br />
About Time oldu. Zaman yolculuğu<br />
üzerine kurulu bu aşk filminden sonra<br />
sonra ise sağlam bir çıkış yakalayacağı<br />
ve dünyanın onu tanıyacağı efsane<br />
yönetmen Scorsese imzalı The Wolf of<br />
Wall Street’de rol aldı. Filmin oyuncu<br />
kadrosunda kimler yoktu ki? Leonardo<br />
DiCaprio, Matthew McConaughey, Jonah<br />
Hill gibi başarılı aktörlerle ve Scorsese<br />
gibi bir yönetmenle çalışma fırsatı bulan<br />
genç yıldız tüm dünyanın dikkatini çekmeyi<br />
başarmıştı. Malum ne isimler geliyor<br />
geçiyor sektörden, yıllarını sinemaya<br />
harcayan oyuncular bile böyle efsane<br />
yönetmenlerle çalışamadan ya da başarılı<br />
oyuncularla kamera önüne geçemeden<br />
yitip gidiyor. Robbie ise bu konuda oldukça<br />
şanslıydı. Henüz 22 yaşında böyle<br />
bir filme seçilmek onun için hayatının<br />
fırsatı olmuştu. Elbette bundan sonra<br />
Robbie’nin hayatı değişecek ve kariyer<br />
basamaklarını hızla tırmanacaktı. Jordan<br />
Belfort adlı Broker’ın gerçek hayatının<br />
anlatıldığı film Leonardo DiCaprio’ya<br />
En İyi Erkek Oyuncu katergorisinde<br />
Altın Küre kazandırırken ayrıca Akademi<br />
Ödülleri’nde de 5 adaylığa layık<br />
görülmüştü.<br />
Daha sonra Saul Dibb yönetmenliğinde<br />
çekilen Suite Française filminde Michelle<br />
Williams ile kamera karşına geçen oyuncu<br />
akabinde Chiwetel Ejiofor ve Chris<br />
Pine gibi isimlerin rol aldığı macera/geril-
im filmi Z for Zachariah ile karşımıza çıktı.<br />
Will Smith ile komedi/dram tarzındaki<br />
Fokus filminde yer aldıktan sonra 2016<br />
yılında çekilen ve Afganistan’da bir gazetecinin<br />
hikayesini anlatan drama Whiskey<br />
Tango Foxtrot’ta kamera karşısına<br />
geçti. Bu noktadan sonra çizgi roman<br />
uyarlamaları dünyasına dalan Robbie daha<br />
önce çok kez filmi çekilen bir efsanenin<br />
yeni beyazperde uyarlamasında rol aldı.<br />
The Legend of Tarzan, alışık olduğumuz<br />
Tarzan’dan biraz daha farklı bir portre<br />
çiziyordu. Oyuncu kadrosunda Alexander<br />
Skarsgård, Christoph Waltz ve Samuel L.<br />
Jackson vardı. Bize ayrıca farklı bir Jane<br />
deneyimi sunan güzel oyuncu bundan<br />
sonra da DC evrenine ayak basıyor ve DC<br />
Sinematik Evreni’nde Suicide Squad ile<br />
Joker’in ayrılmaz parçası Harley Quinn’i<br />
canlandırıyordu. Film pek çok hayran ve<br />
eleştirmen tarafından yerden yere vuruldu.<br />
Ancak bir gerçek vardı ki o da yetenekli<br />
yıldızın Harley Quinn performansının son<br />
derece etkili olduğu idi. Tavırlarından tutun<br />
da dengesiz hareketlerine, makyajına<br />
kadar çizgi romandakine paralel bir portre<br />
çiziyordu. (Her ne kadar kostümü<br />
burada değiştirilmiş olsa da yerinde bir<br />
hamleydi). DC Sinematik Evreni’nde ilk<br />
defa Joker olarak izlediğimiz Jared Leto<br />
ile uyumu gerçekten güzeldi. Ancak maalesef<br />
senaryo ve kurgu kurbanı olan film<br />
oyuncular ne kadar debelenirse debelensin<br />
filmi kurtarmaya yetmiyordu. Her ne<br />
kadar David Ayer hem başarılı bir yönetmen<br />
hem de başarılı bir senarist olsa da<br />
filmde isteneni veremiyordu. Özellikle bazı<br />
sahnelerin çıkartılması ve stüdyo ile olan<br />
anlaşmazlıklar filmi kırpa kırpa adeta kuşa<br />
çevirmişti. Film bekleneni verememiş olsa<br />
da güzel yıldız hayranlar tarafından başarılı<br />
bulunmuş ve bu da Robbie’ye DC Sinematik<br />
Evreni’nde daha pek çok kez Harley<br />
Quinn’i canlandırmanın yolunu açmıştı.<br />
Keza kendisi de bu karakteri çok sevdiğini<br />
ve tekrar canlandırmak istediğini defalarca<br />
dile getirdi. Geçtiğimiz aylarda hem ken-
dine ait solo bir film ve hem de Suicide<br />
Squad 2’de oynayacağı kesinleşmişti. Eh<br />
biz de bu filmdeki performansını sevenler<br />
olarak onu yeniden Harley olarak görecek<br />
olmanın keyfini yaşayacağız.<br />
Ve ona hem Altın Küre hem de Akademi<br />
Ödüller’inde adaylık getiren I,<br />
Tonya… Craig Gillespie yönetmenliğinde<br />
çekilen, senaryosu Steven Rogers<br />
tarafından yazılan film, artistik buz patencisi<br />
Tonya Harding’in gerçek yaşam<br />
öyküsünü beyazperdeye taşıyor. 1991<br />
yılında Amerika’da şampiyon olan, aynı<br />
zamanda Münih’te aynı sene yapılan<br />
Dünya Şampiyonası’nda gümüş madalya<br />
kazanan Harding’in başarı öyküsünü<br />
beyazperdede izleyeceğiz. Uluslararası<br />
arenada rüştünü ispatlamış Harding<br />
aynı zamanda iki kez Olympian ve iki<br />
kez de Skate America Şampiyonu oldu.<br />
Robbie ise adını spor tarihine yazdıran<br />
Haring’e hayat verecek. Harling’in geçtiği<br />
zorlu yolları ve yarışmaya hazırlanırken<br />
yaşadığı olayları Robbie üzerinden izleme<br />
fırsatı bulacağız. Filmde Robbie’ye ayrıca<br />
Sebastian Stan, Allison Janney, Julianne<br />
Nicholson gibi isimler eşlik edecek.<br />
Margot Robbie’nin bir sonraki projesi<br />
biyografik dram Goodbye Christopher<br />
Robin’in ise bizdeki vizyon tarihi<br />
kesinleşmiş değil. Bundan sonra ise peş<br />
peşe yeni projeler ile genç yıldızı izlemeye<br />
devam edeceğiz. Daha çok yine DC<br />
uyarlamaları ile göreceğimiz Robbie’yi<br />
ayrıca 2018 yılı içerisinde çekilecek Terminal<br />
ve Dreamland gibi dramalarda<br />
izleme fırsatı yakalayacağız.<br />
Erken yaşta başlayan ama hızla çıktığı<br />
kariyer basamaklarında emin adımlarla<br />
ilerleyen yetenekli ve güzel aktris Margot<br />
Robbie elde ettiği bu başarıyı daha<br />
da zirveye taşıyacak gibi görünüyor.<br />
Hırslı yapısı, oyunculuktaki başarısı ile<br />
adını muhtemelen önümüzdeki yıllarda<br />
uluslararası yarışmalarda, Altın Küre ya<br />
da Akademi Ödülleri’ndeki adaylıkları ile<br />
daha çok duyacağız.
VİZYONDA BİR<br />
BELGESEL VE KISA<br />
FİLM UZUN ETKİ<br />
YARATANLAR<br />
SEMRA GÜZEL KORVER<br />
BELGESELCİ<br />
Güzel haberlerim var:<br />
Şubat ayında bir<br />
belgesel vizyona<br />
giriyor. Kısa Film<br />
Yönetmenleri Derneği<br />
büyüyor. Sabancı Vakfı<br />
Kısa Film Platformu<br />
destek vermeye devam<br />
ediyor.<br />
2018’e girerken belgesel sinema<br />
adına her ay 4 belgesel filmin<br />
sinema salonlarında gösterime<br />
girmesini dilemiştim. Ocak sayımızdaki<br />
yazımı okuyanlar hatırlar. Şimdi ülkemizin<br />
film sektörü ve belgesel sinema ilişkisini<br />
düşününce bari ayda bir belgesel vizyona<br />
girsin diyorum. Diyorum da… Maalesef<br />
Ocak ayında gösterime giren bir belgesel<br />
olmadı ama 9 Şubat’ta Güzel Adam<br />
Süreyya belgeseli sinema salonlarında<br />
seyircisine kavuşuyor. Biz dilemeye<br />
devam edelim… Dileyelim Olsun! Güzel<br />
Adam Süreyya Beşiktaş’ın emektar<br />
malzemecisi Süreyya Soner’in hayatını<br />
anlatıyor. Hem Beşiktaş hem futbol hem<br />
de İstanbul’un kent tarihini ele alan bir<br />
yaklaşımla seyircinin karşısına çıkıyor.<br />
Belgesel ’de pek çok sürpriz isim var.<br />
Yönetmen Gökçe Kaan Demirkıran.<br />
Bir başka güzel haberim daha var.<br />
Geçtiğimiz yıl kurulan Kısa Film Yönetmenleri<br />
Derneği’nin üye sayı hızla<br />
artıyor. Dernek festivallerle kısa film ve<br />
kısa film yönetmenleri adına çok olumlu<br />
görüşmeler yapıyor. Filmlere telif ödenmesi,<br />
ödeniyorsa miktarlarının artması,<br />
filmlerin gösterim biçimi, yönetmenlerin<br />
ağırlanma şekli vs. gibi konularda gerçekten<br />
önemli konulara değiniyor ve güzel de<br />
yol alıyor. Türkiye’de Kısa Film üreticilerinin<br />
bir sivil toplum kuruluşu altında bir<br />
araya gelerek, sorunlarına birlikte çözüm<br />
ayarak çok daha güçlü, çok daha karalı<br />
bir şekilde kısa film çekmeye devam<br />
etmesi hem izleyiciler hem de üretenler<br />
açısından önemli bir gelişme bence.<br />
Ayrıca ülkemizde üretilen kısa filmlerin<br />
kalitesinin artması ve kısa film festivallerinin<br />
çoğalması bu durumu daha da<br />
önemli ve elzem kılıyor. Sidar Serdar<br />
Karakaş’ın başkanlığında kurulan Kısa<br />
Film Yönetmenleri Derneği, üye sayısıyla,<br />
gerçekleştireceği projelerle Türkiye’nin<br />
önemli sinema STK’larından biri olmayı<br />
kafasına koymuş. Derneğe, bir filmiyle<br />
ön eleme jürisi olan herhangi bir festivale<br />
seçilmiş bütün yönetmenler üye olabiliyor.<br />
Detaylı bilgiyi www.kisafilmder.org
sitesinden öğrenebilirsiniz. Kesinlikle üye olun<br />
derim. Ortak akılla sorunlara çözüm bulmak,<br />
birlikte oluşacak sinerjiden beslenmek, birbirinden<br />
öğrenmek, sormak, sorgulamak, çalışmak,<br />
tartışmak, kızmak, gülmek… birlikte yoka devam<br />
etmek, birlikte büyümek çok özel bir güç ve tat…<br />
Kısa film demişken Sabancı Vakfı, toplumsal<br />
konularda farkındalık yaratmak için önemli ve<br />
etkili bir araç olan sanatın gücünden yararlanmak<br />
adına “Kısa Film Uzun Etki” isimli Kısa Film<br />
Yarışması’nı 2016’da hayata geçirdi. Kısa Film<br />
Yarışması’nın hedefi; sinemanın yaratıcı bakış<br />
açısından ve etki gücünden yararlanarak toplumsal<br />
konularda farkındalık yaratmak. İlk yıl “Mülteci<br />
Kadınlar” temasıyla düzenlenen yarışmanın 2017<br />
yılı teması “Çocuk İşçiler”di. Sanat yönetmenliğini<br />
Zeynep Atakan, kanat önderliğini Bosna’lı yönetmen<br />
Danis Tanovic’in yaptığı organizasyonun ödül<br />
töreninde çok duygulandım. Mansiyon alan filmle<br />
birlikte izlediğim 4 filmde etkileyiciydi. Üçüncülük<br />
ödülü alan Mij filmini izlerken göz yaşlarımı<br />
tutamadım. Finale kalan 15 film ve yönetmeni<br />
yarışma boyunca hem sinema hem sosyal<br />
farkındalık adına harika deneyimler paylaştıklarını<br />
ifade ettiler. Memleketin dört bir yanından gelen<br />
385 kısa film ve finale kalan 15 film. Sonuçta<br />
ise ödül alan 4 film. Beni takip edenler ve<br />
tanıyanlar bilir, ödülleri sadece araç olarak<br />
görürüm, abartılmasından ve ödül avcılarından<br />
hoşlanmam. Bence o 385 filme kafa yoran,<br />
yürek koyan herkes birinci. O yüzden kısa film<br />
uzun etki sloganıyla yola çıkan bu platformda,<br />
ödül alanların listesini vermiyorum. Dediğim gibi<br />
bu meseleye yürek koyan, kendine dert edinen<br />
, film çeken her katılımcı birinci. Hele ki böylesi<br />
bir sosyal sorumluluk bilinci altında oluşturulmuş<br />
bir yarışmada kazanmak kaybetmek diye bir<br />
şey yok. Üreten herkes kazandı. Keşke adına<br />
Sabancı Vakfı Kısa Film Yarışması demeselerdi.<br />
Ne bileyim mesela Kısa Film Uzun Etki Ödülleri<br />
ya da başka bir şey… Çünkü burada yarışmak<br />
ve yarıştırmaktan çok amaç farkındalık yaratmak<br />
ve bunu da sinema sanatıyla, kısa film<br />
aracılığı ile yapmak. Bir sosyal meseleye, gönül<br />
vermek, zihin yormak… Neyse, benim ki sadece<br />
bir öneri. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim<br />
jürinin ödüllendirdiği 4 filmin 3’ü belgesel. Gerçekten<br />
merak ediyorsanız www.kisafilmuzunetki.org<br />
sitesinden ödül alanları öğrenebilir ve<br />
filmlerini izleyebilirsiniz. Öyle veya böyle, bir<br />
şekilde özel sektörün sinemaya destek vermesi<br />
çok önemli. Emek veren, yol açan, yön<br />
gösteren, destek veren herkesin, sinema adına<br />
yüreğine sağlık. Üçüncü yılın temasına merakla<br />
bekliyorum.
Kısa filmden bu kadar söz etmişken bir kısa<br />
filmle bitireyim diyorum bu ayki yazımı . Volkan<br />
Budak’ın pek çok festivalde ödül alan belgeseli<br />
Yaban’ı izledim. (Ödül almasa da izlerdim o ayrı.)<br />
9 dakikalık film, kültür-doğa-insan-hayvan ilişki ve<br />
iletişimi üzerine bir çalışma. Yılın uzun bir dönemini<br />
Kızılırmak deltasında geçiren mandaların,<br />
doğadaki özgür yaşamları, sonra sahiplerinin<br />
gelerek onların özgürlüklerine son verip, onları<br />
ahırlara götürme çalışmaları doğanın sesi ve<br />
müzik eşliğinde anlatılıyor. Açıkçası tamamen<br />
görüntü diline yaslanan, söze yer vermeden<br />
derdini anlatan filmleri seviyorum. Bu anlamda<br />
dikkat çeken bir film olmuş doğrusu. Siz bu<br />
filmi nasıl izleyebilirsiniz bilemiyorum. Bir festivalde<br />
denk gelirsiniz ya da yönetmeni internete<br />
koyar belki sonra. İşte bu kısa filmlerin nerede<br />
nasıl seyirci ile buluşacağı konusu ile mücadele<br />
etmek, platform yaratmak, sinemalarda vizyona<br />
girmek için de mücadele etmek gerekiyor. İşte<br />
bu mücadeleyi birlikte yapmak için de Kısa Film<br />
Yönetmenleri Derneği’ne üye olun derim.
İSTANBUL’A BAKIŞI<br />
DEĞiŞTiRECEK BiR ENERJi<br />
YARATMAK iSTEDiM<br />
Mu Tunç’un Türkiye’nin ilk<br />
punk/hardcore grupların kurucu<br />
üyelerinden abisi Orkun<br />
Tunç’un hayatından esinlenerek<br />
senaryosunu yazdığı<br />
ilk uzun metrajlı filmi “Arada”<br />
!f’te seyirciyle buluşacak.<br />
GİZEM ERTÜRK<br />
n Mu Tunç’un Türkiye’nin<br />
ilk punk/hardcore<br />
grupların kurucu üyelerinden<br />
abisi Orkun Tunç’un<br />
hayatından esinlenerek<br />
senaryosunu yazdığı ilk<br />
uzun metrajlı filmi “Arada”<br />
17. !f İstanbul Bağımsız<br />
Filmler Festivali’ne ilk kez<br />
seyirciyle buluşacak. Orijinal müziklerini de Orkun<br />
Tunç’un bestelediği Arada’nın başrollerini ünlü çift<br />
Burak Deniz ve Büşra Develi üstleniyor.<br />
Öncelikle biraz seni tanıyalım mı?<br />
Tabiki. Ben design okudum. Ve uzun süre<br />
boyunca çeşitli ajanslarda kreatif yöneticilikler<br />
yaptım. Biraz hızlı geçti benim için zaman çünkü<br />
ara geçiş dönemi yaşamadım. Okul biter bitmez<br />
türkiye’nin ilk dijital ajanslarından birinde direk<br />
kreatif grup direktörü olarak çalışmaya başladım.<br />
Çünkü teknoloji ve deneyimle ilgileniyordum<br />
bundan yaklaşık 9-10 sene öncesinde. Ve bu<br />
teknolojiye olan ilgim beni daha sonra Diaryofmu<br />
isminde tamamen internet üzerinde başlayan bir<br />
hikaye anlatımı projeme başlamama neden oldu.<br />
Özellikle internette oluşan bu yeni streaming<br />
platform’ları ve onları üzerinden insanlara ulaşma<br />
fikriyle ben çok ciddi film yapma ve hikaye anlatma<br />
deneylerimi başlatmış oldum. Bu projem<br />
devam ederken merakım beni branding’e<br />
doğru yöneltmeye başlattı ve özellikle 5 ve 10<br />
senelerini doldurma arifesinde olan markalar<br />
özelinde uzmanlığımı oluşturdum ve çeşitli<br />
moda, teknoloji ve sinema markalarının duruş<br />
ve tavırlarının tüm stratejilerini yönlendirdim.<br />
Şimdide uzun zamandır istediğim ama doğru<br />
zamanın gelmesini beklediğim ilk sinema filmim<br />
olan ARADA filmini çektim.<br />
Nasıl bir süreçti?<br />
Ben öyle sıkıntılar yaşadım ki bu filmi çekerken,<br />
gerçekten her şeye hazırlıklıydım ama bu<br />
kadarı da mı olacaktı olduğum birçok an oldu.<br />
Örneğin; filmi çekmeye iki hafta kala - herşeyi<br />
hazırlamışım ve muhteşem durumda olduğum
MU<br />
TUNÇ<br />
bir anda; ayağımın kontrolünü yitireceğim<br />
söylendi bir sinirimi aşırı zorladığım için ve<br />
ameliyat olmazsam sonsuza dek’te o sinirin<br />
iyileşemeyeceği bir sürece gireceğim<br />
söylendi ve uzun vadede ayağım kontrolünü<br />
kaybedeceğim. O yüzden ne olursa olsun bir<br />
anda ameliyata girmem gerektiğini öğrendim.<br />
Yani herşeye hazırlıklıydım, bir anda tüm<br />
oyuncularımın set’e gelmemesine bile bir çözümüm<br />
vardı ama bu kadarını aklıma bile getiremezdim.<br />
Ve ben filmin ilk 7 gününü zaten bütün<br />
filmi 13 günde çektim; yani nerdeyse yarısını<br />
elimde bastonlarla çektim. Ben kreatif sürecin<br />
kendisini tamamen artık zaten problemler ile<br />
uğraşmak ve enerji aktarımın sürekli kıldığın bir<br />
süreç olarak görüyorum ve bu ne kadar yoğun<br />
geçerse yaptığınız şeyin sonucu da o kadar<br />
zengin ve değerli oluyor.<br />
Film tür itibariyle de pek sık karşımıza çıkmayan<br />
bir içeriğe sahip değil mi?<br />
Bu filmi çekmenin benim için kişisel anlamı<br />
çok büyük çünkü kendi öz ailemin ve benim<br />
yaşadıklarımı harmanlayan bir hikaye yazdım.<br />
Benim abim Türkiye’nin ilk punk/hardcore<br />
gruplarından birinin kurucu üyelerinden biri. Aynı<br />
zamanda babam da 70’li yıllarda ünlü bir Türk<br />
sanat musikisi sarkıcısı. Ve ben böyle bir ailede<br />
sürekli kültürel tartışmaların içerisinde büyüdüm<br />
ve bu tartışmalar aslında benim gelişmemde çok<br />
ilginç etkileri oldu. Babamın kariyeri darbe ile
sona eriyor çünkü 80 darbesi ile askere gitmek<br />
zorunda kalıyor ve uzun vadeli askerlik yapmak<br />
zorunda kalıyor üniversite mezunu olmasına<br />
rağmen ve bu süreç onun tüm kariyerinin bitmesine<br />
neden oluyor. Istanbul’a döndüğünde<br />
senelerdir üzerinde çalışarak ulaştığı ünün yok<br />
olduğunu görüyor ve çalışma hayatına bir an<br />
önce başlaması gerekiyor ailesini geçindirebilmesi<br />
için. Abim ise aşırı hayallerine bağlı ve<br />
idealist birisi. Yapmaya çalıştığı müziğin buradan<br />
kimse tarafından anlaşılmayacağını düşünerek<br />
babam ile her zaman tartıştıklarını bilirim ki<br />
sonra da aynı durumları ben başka şekillerde<br />
kendi iş hayatımda yaşadım. Bunu anlatmak<br />
istedim çünkü bu hikaye ile bende kendi psikolojik<br />
barışmamı yaşadım küçüklüğümden beri<br />
beslediğim birçok duyguyu şu andaki algılarımla<br />
tekrardan incelemek istedim. Şu anda etrafımdaki<br />
birçok arkadaşım ya İstanbul’u terk etti veya<br />
terk etmenin planlarını yapmakta. Ne yazık ki bu<br />
böyle ve beni çok üzüyor bu durum. Aynı zamanda<br />
daha üzücü olan şey ise, burada hiçbir zaman<br />
hiçbirşeyin başarılmayacağını ve ilginç hiçbir<br />
şeyin burada yapılamayacağına insanların artık<br />
tüm kalpleri ile inanıyor oluşu. Gerçekten çok<br />
üzülüyorum bunları gördükçe. Bende o yüzden<br />
insanların gerçek bir underground İstanbul’a ve<br />
inanılmaz cool bir İstanbul’a seyahate çıkaran<br />
bir film yapmak istedim ki hatırlasınlar bazı<br />
şeyleri. Burasının ne kadar değerli ve ilginç<br />
bir şehir olduğunu hatırlasınlar. Gerçekten bir<br />
şehir ve İstanbul filmi ARADA. Bir gün boyunca<br />
aslında İstanbul’un gizli alt-dünyalarına seyahate<br />
çıkıyoruz. Bu filmi izleyen insanların gerçekten<br />
yaşadıkları İstanbul’a bakışlarının değişmesini<br />
sağlayacak bir enerji yaratmak istedim.<br />
Senin için 90’lar nerede ve nasıl geçti?<br />
Benim için 90’lar Istanbul’da ve özellikle; Merter<br />
- Bakırkoy ve Taksim üçgeninde geçti. Bu üç<br />
bölge benim için çok önemliydi. Ve doğal olarak<br />
yaşımdan dolayı’da kişiliğim merkezi bu dönemde<br />
gelişti. Bayram parasıyla gidip punk/hardcore/<br />
metal/grunge albümleri alma durumu benim<br />
için hiçbir zaman unutamayacağım en önemli<br />
anılarımdan biri. Ve ayrıca toplama kasetler yapmak<br />
arkadaşlarıma bir diğer vazgeçemeyeceğim<br />
anılarımdan biri. Sevdiğim grupların şarkılarını<br />
bir araya getirip kendim için kaset toplamalar<br />
yapıyordum ve sonra o kasetlere albüm kapağı<br />
tasarlıyordum. Bu şekilde tasarım ile olan ilgimi<br />
de keşfetmiş oldum ve sonrasında tasarım okumama<br />
sebep oldu aslında bu durum.<br />
Arada Türkiye’de ilk gösterimini 17. !f İstanbul<br />
Bağımsız Filmler Festivali’nde yapacak… Festivale<br />
dair hissettiklerin neler?<br />
!f İstanbul Bağımsız Film Festivali benim<br />
için küçük yaşımdan itibaren gittiğim ve çok<br />
önemsediğim bir film festivali. Sebebi ise farklı<br />
seslere yer vermesi ve onları desteklemesi. Bu
yüzden ilk gösterimini !f’de yapacağı için de<br />
kişisel olarak çok mutluyum. Ayrıca bu festivalde<br />
ilk defa “Yeni” adıyla bir bölüm açılıyor. Tamamen<br />
Türkiye’den çıkan “Yeni” anlatım dillerine<br />
ve seslerine yer vermek için açılan bir bölüm bu.<br />
ARADA’nın bu bölüm’de gösteriliyor olması ve<br />
filmimin bu klasmanda değerlendiriliyor olması<br />
beni çok mutlu ediyor. Çünkü ilk filmimde birçok<br />
anlatım tabularını yıkmaya çalıştığım semiyolojik<br />
olarak ileride incelendiğinde önemli bir örnek<br />
olacağını gösterilebileceğini inandığım sahne<br />
var. Bütün bunların !f Festivali tarafından görülmesi<br />
ve Arada’ya değer vermeleri benim için çok<br />
önemliydi. Gerçekten büyük heyecanla bekliyorum<br />
festivali.<br />
Sırada neler var?<br />
İkinci filmimin senaryo’sunu bitirmek ve<br />
ilk romanımı yazmak. Bu ikisi üzerine<br />
focuslanıyorum. Birde tabiki Arada filmimi<br />
dünyanın dört bir yanına ulaştırmak istiyorum.<br />
Bunun içinde dünyadaki birçok önemli film<br />
festivalini dolaşmayı planlamaktayım. Yeni yıl<br />
kararları sürekli alıyorum. Nerdeyse her ay yeni<br />
bir kararda alıyorum. Bunları burada sıralamak<br />
sayfalarımı alır ama şunu söyleyebilirim gerçekten<br />
kararlar olmadan bir yolda ilerlemek mümkün<br />
değil. İlk filmim Arada’da bu şekilde ortaya<br />
çıktı. Artık öteledeğim tüm kararlarımı hayata<br />
geçireceğim dediğim için şu anda ilk filmimi<br />
çekebildim. O yüzden karar almak önemli ama<br />
asıl konu bunu hayata geçirip geçirmediğiniz.<br />
Son olarak eklemek istediklerin var mı?<br />
Ben hayatım boyunca dinlediğim müziklerden<br />
dolayı ve ilgilendiğim konulardan dolayı yalnızlık<br />
çektim. Ortaokul ve lise hayatım boyunca punk/<br />
hardcore/post-punk/indie gruplar dinledim ve<br />
arkadaşlarım anlamıyordu. Çünkü anlamak için<br />
çaba harcamıyorlardı ama onlara anlamaları<br />
içinde önlerine güzel bir örnek koyan da yoktu.<br />
Sonra iş hayatına girdiğimde - farklı bir şeyler<br />
yapalım deyip - ilginç bazı şeylerle ilgilendiğimde<br />
teknoloji ile ilgili - onu burada kimse anlamaz<br />
deyip hep fikirlerin öldürüldüğünü yaşadım.<br />
Fakat şimdi o zaman bunları burada kimse<br />
anlamaz dedikleri şeyler - şu anda Türkiye’nin<br />
dört bir yanında kullanılıyor. Yani konuyu niye<br />
böyle genişleterek anlatıyorum çünkü artık şu<br />
şablonlarla düşünen bir Istanbul görmek beni<br />
çok üzüyor. Sebebi ise inanılmaz bir şehirde<br />
yaşıyoruz aslında ve her anlamda birçok şeyin<br />
merkezi olabilecek zenginlikte bir şehir fakat<br />
içinde yaşayan kreatif insanların ve birçok şeyleri<br />
yönlendiren insanlara da bunun için ciddi bir<br />
çaba sarf etmelerini hatırlamalarını istiyorum. Bu<br />
mümkün. Artık sürekli negatif davranıp, sürekli<br />
hiçbir şey yapmadan yaşadığı şehri kötüleyen<br />
insanlar görmekten gerçekten haz etmiyorum.<br />
Bunun değişmesi gerekiyor artık.
!F 2018 İLE YENİ SEZON BAŞLIYOR<br />
DENEYİMLEMENİZ<br />
GEREKEN 14 FİLM<br />
HAKTAN KAAN İÇEL<br />
ÖKEŞİF YARIŞMASI<br />
A Fabrica de Nada /<br />
Hiçlik Fabrikası<br />
Berlin Film<br />
Festivali’nden Yönetmenlerin<br />
On Beş<br />
Günü ve Fipresci<br />
ödülleriyle dönen Pedro<br />
Pinho’nun üç saatlik<br />
Hiçlik Fabrikası, bir fabrikadaki<br />
hırsızlık olayının sonrasında<br />
işçilerin bu olayı yönetimin<br />
yaptırdığını anlamasıyla başlıyor.<br />
Yönetimin işten çıkartmalara<br />
başlamasını engellemek için işi<br />
önce bırakıp, sadece fabrikayı<br />
işgal etme planlarını anlatan film,<br />
bir anlamda işçilerin sisteme<br />
karşı başkaldırısını anlatması<br />
açısından önemli bir yapıt olarak dikkat<br />
çekiyor. Dingin sularda seyreden yapım,<br />
işçilerin gündelik rutinlerinin içinde<br />
geçirdikleri zamanı izleyicisine sunuyor.<br />
Ava<br />
Bir festivalde İran filmi varsa ona dikkatlice<br />
bakmak gerekir. Çünkü festivallerin<br />
ödül şampiyonu İranlılar dikkat çekici<br />
unsurları keşfetmeyi iyi bilen insanlar diyebiliriz.<br />
Ava da böyle bir film. Zengin bir<br />
ailenin kızı viyolin dersleri ve ev arasında<br />
mekik dokumaktadır. Ancak kızın bir<br />
oğlanla masum bir şekilde yakınlaşması,<br />
ailenin kızını denetim altında tutup,<br />
ona eziyet etmesine yol açar. Basıkıcı<br />
toplumlarda kadın olmanın ne demek<br />
olduğunu sorgulayan Ava, festivalin<br />
güçlü yapımlarından biri olarak yarışmalı<br />
bölümde yerini almış.<br />
AŞK BAŞKA Bİ’ DÜNYA<br />
Mr. Gay Syria / Halepli Berber<br />
Ulusal Yarışma bünyesinde de yarışan<br />
ama işletme belgesinin olmamasından<br />
dolayı gösterim yapamayan<br />
Mr. Gay Syria<br />
!f kapsamında seyirci<br />
karşısına çıkıyor.<br />
İki eşcinsel Suriyeli<br />
mültecinin ülkelerinden<br />
kaçıp güzellik<br />
yarışmasına katılma çabalarını ve onlara<br />
yardım eden insanları anlatan yapım,<br />
yılın keşfedilmesi gereken LBGTİ filmlerinden<br />
biri olarak dikkat çekiyor. Birçok<br />
festival sonrası !f’te de yerini alıyor.<br />
GALALAR<br />
Lady Bird / Uğur Böceği<br />
Greta Gerwig’in yönetmenliğini yaptığı<br />
Lady Bird, Oscar’a adaylıklarıyla dikkat<br />
çeken güçlü bir büyüme hikayesi<br />
sunuyor. Bir kızın okuldaki sorunları,<br />
ilişkileri ve ailesiyle<br />
ilşkilerine yoğunlaşan<br />
yapım, Soirse Ronan’ın<br />
oyunculuk performansıyla<br />
öne çıkan bir iş oluyor.<br />
Amerikan bağımsızlarının
2018 yılının ilk film festivali olan 17.!f İstanbul<br />
Bağımsız Filmler Festivali yine dünya<br />
sinemasından hit filmler, keşif filmleri ve kendine<br />
has bağımsız belgesel yapımların varlığıyla sinemaseverler<br />
için iyi bir programla geliyor.<br />
Birbirinden farklı bölümlerin yer aldığı<br />
festivalde öne çıkan filmleri listeleyerek<br />
festivalciler için bir rota belirlemeye çalıştım.
meraklısıysanız ve yarattığı dağınıklığı toplayamayan<br />
karakterlerle empati kurmak<br />
istiyorsanız bu film tam sizin için biçilmiş<br />
kaftan denilebilir.<br />
Phantom Thread<br />
Paul Thomas Anderson’un son<br />
filmi Phantom Thread, ıusta<br />
aktör Daniel-Day Lewis’ı beyazperdede<br />
izlemek için son<br />
şans olarak görünüyor. Lewis<br />
bu filmin çekimleri sırasında<br />
emekliliği açıklaması sonucunda<br />
izleyicilerin dikkati bu<br />
filme yoğunlaşmıştı. 90. Oscar<br />
ödüllerinde de pek çok ödüle aday<br />
gösterilen yapım, muhtemelen yılın en iyi<br />
işlerinden biri olacağı benziyor. İncelikli<br />
görüntü yönetimi, kostüm tasarımı ve<br />
yönetmenliğiyle öne çıkan film, bu yılın<br />
özenli filmlerinden biri olarak tercih edilmeyi<br />
arzuluyor.<br />
The Disaster Artist / Felaket Sanatçı<br />
Tommy Wiseau’nun kült eseri The Room<br />
filminin yapılış serüvenini anlatan<br />
The Disaster Artist, Oscar<br />
ödülleri öncesinde fırtına gibi<br />
eserken taciz skandallarının<br />
gölgesinde maalesef etkinliğini<br />
kaybetti. James Franco’nun<br />
hem yazıp, hem yönettiği yapım<br />
aykırı kişiliğin yaşamını mercek<br />
altına alan yapısıyla son derece<br />
farklı bir yapım olarak öne<br />
çıkıyor. Bir karakterin anatomisini yapan<br />
film, gerçek olamayacak kadar şahsına<br />
münasır bir kişiliğin varlığını deneyimlemeniz<br />
için bir fırsat sunuyor.<br />
OYUN<br />
The Nile Hilton Incident / Esrarengiz<br />
Cinayet<br />
Metropia ve Gitmo filmleriyle<br />
tanınan Tarik Saleh yeni<br />
filmiyle geri dönüyor. İsveç<br />
ödüllerinde fırtınalar estiren<br />
son filmi Esrarengiz Cinayet,<br />
Mısır iç savaşının patlak vermesinden<br />
önceki dönemde<br />
karanlık bir ülke atmosferi sunarken;<br />
karşımıza çıkışsız bir film noir türünde bir<br />
çıkartıyor. Görsel anlamda çarpıcı olmayı<br />
başaran yapım, bu yılın gizli hitlerinden<br />
biri olacak gibi gözüküyor.<br />
November / Kasım<br />
Ülkemizde ilk gösterimini<br />
Adana Film Festivali çatısı<br />
altında yapan bu tuhaf ama<br />
gösterişçi yapım, Rainer<br />
Sarnet’in yönetmenliğinde<br />
paganlığa ve ruhlara dair<br />
tam bir ayin gibi denilebilir.<br />
Uyarlandığı metnin<br />
şekspiryen yapısını koruyan<br />
ve siyah beyaz estetiğini sonuna kadar<br />
kullanmayı başaran November, aynı zamanda<br />
Estonya’nın Oscar aday adayıydı.<br />
Benim 2017 yılı en iyi filmler listemde<br />
de üst sıralarda yer alan bu yapım, keşif<br />
sineması için adeta basamak konumunda<br />
yerini alıyor. Kaçırmayın, acı çekin ya da<br />
mutluluktan gözleriniz fal taşı gibi açılsın.<br />
GÖKKUŞAĞI<br />
Silvana / Silvana İmam: Uyandığında<br />
Beni de Uyandır<br />
İsveç ödüllerinde en iyi belgesel<br />
seçilen bu yapım,<br />
İsveçli aykırı hiphop şarkıcısı<br />
Silvana’nın yaşamına dair<br />
çarpıcı bir profil sunmayı<br />
başarıyor. Müziğin yaşam ile<br />
harmanlanması ve feminist<br />
bir başkaldırı diyebileceğimiz<br />
yapım, Silvana’nın Litvanya ve<br />
Suriye’ye uzanan köklerinin<br />
ve duygusal hezeyanlarını başarılı bir<br />
şekilde görselliğe döküyor. Politika, cinsellik<br />
ve göçmenlik üzerine söylediklerini<br />
cesurca ifade etmekten kaçınmıyor.<br />
!fKOLİK<br />
Invasion! / İstila!<br />
!f tutkunları için tasarlanan<br />
bu bölümde izlemesi zor<br />
filmler tasarlanırken, değişik<br />
deneyimler sayesinde yeni<br />
bakış açıları kazandıran
yapımlar öne çıkıyor. Bunlardan bir tanesi<br />
“Balık ve Kedi”nin yönetmeni Shahram<br />
Mokri’nin yeni filmi İstila!... Yine tek<br />
planda mucizeler yaratan yönetmen,<br />
gizemli cinayetleri araştıran polis ile çete<br />
üyeleri arasındaki geçenleri anlatırken<br />
izleyiciyi şaşırtmaya hazırlanıyor. Filmin<br />
bilimkurgu özellikleri ise ağzınızdan<br />
salyaların akmasına yol açabilir.<br />
!fYENİ<br />
Arada<br />
Bu bölümde Türk<br />
sinemasında üretilen farklı<br />
filmlere yer veren festivalin<br />
en önemli iki filminden<br />
biri olarak öne çıkan Arada,<br />
Bakırköy’de doksanlı yıllarda<br />
ortaya çıkan Punk kültürünü<br />
anlatıyor. O dönemin konserleri,<br />
gizli partileri ve engelleri<br />
filmin odak noktası haline geliyor.<br />
Mu Tunç’un yönetmenliğini üstlendiği<br />
bu yapım, yılın müzikle bütünleşen en<br />
çarpıcı filmi olarak öne çıkıyor.<br />
KARANLIK & KÖŞELİ<br />
A Prayer Before Dawn /<br />
Şafaktan Önce<br />
Jean Stephane Sauvaire’nin<br />
yönetmenliğini üstlendiği bu<br />
sert film, İngiliz bir boksörün<br />
kanunsuz işler yapmaya<br />
çalışırken Tayland hapishanelerine<br />
düşüp, burada dövüşerek<br />
hayatta kalmaya çalışmasını<br />
anlatıyor. Tayland’ın meşhur<br />
tahammül edilemez hapishanelerinde<br />
geçen bu yapım, gösterildiği Cannes<br />
Film Festivali’nde tam bir huzursuzluk<br />
senfonisi olarak adlandırılmıştı. Hapiste<br />
yatan gerçek mahkumların da yer aldığı<br />
Şafaktan Önce, bu yılın kabus gibi çöken<br />
filmlerinden sadece biri diyebiliriz.<br />
Revenge / İntikam<br />
Tecavüz – İntikam filmleri konusunu istismar<br />
filmi olarak sunan Revenge, stilize<br />
hipnotik sinematografisiyle bu yılın tuhaf<br />
bir şey izlemek isteyen seyircileri için
zorunlu bir film olarak<br />
festivalde yerini alıyor.<br />
Turuncu renk skalasıyla<br />
Mad Max’in atmosferini<br />
hatırlatan yapım,<br />
erkeklik kodlarını teryüz<br />
eden yapısıyla bu yılın<br />
geceyarısı çılgınlığı olarak<br />
programda yerini alıyor.<br />
!f KÜLT<br />
Kamikaze 1989<br />
Ünlü Alman yönetmen<br />
Rainer Werner<br />
Fassbinder’in başrolünde<br />
yer aldığı bu distopik gerilim<br />
filminde cinayetler ve<br />
komplo teorileri üzerinden<br />
ilerleyen bir hikaye bekliyor.<br />
Batı Berlin’in punk<br />
günlerinden damıtılarak etkisini<br />
gösterdiği yapımda<br />
ortaya kült bir cyperpunk eser ortaya<br />
çıkıyor. Filmin müziklerinin beyazperdede<br />
yaratacağı etki de cabası... Kaçırılmaması<br />
gereken bir deneyim!
BEN iZLE<br />
KÖŞ<br />
KAMiL<br />
ÇETiN
YiCiYE FiLM YAPIYORUM<br />
E YAZARLARINA DEĞiL...<br />
Bu sezon üç filmi birden sinemalarda gösterilen Kamil<br />
Çetin hem kendine yapılan eleştirileri yanıtladı hem de<br />
etkileyici yaşam serüvenini bizle paylaştı...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bu yıl Ketenpere, Enes Batur<br />
Hayal mi Gerçek mi, Organize<br />
Aşk filmlerini yöneten ve üç<br />
filmini de vizyona sokan Kamil<br />
Çetin dikkat çekici bir yönetmen. Gişe filmlerinin<br />
unutulmaz yönetmeni olma yolunda<br />
emin adımlarla ilerleyen Çetin’in çok dikkat<br />
çekici bir yaşam öyküsü de var. Kendisini<br />
eleştiren otoritelere bence haklı olarak<br />
cevaplarını veren Çetin’in söylediklerini sinemayla<br />
ilgilenen herkesin okuması lazım.<br />
Bir sezonda üç filminiz birden vizyon alıyor.<br />
Bu üretim çokluğunu neye bağlamalıyız?<br />
Bu sezon 3 film çekmemin bir kaç nedeni var.<br />
Öncelikle yapımcılar tarafından tercih edilmem<br />
benim adıma gurur verici bir olay. Tabii<br />
ki benim tarzımın komedi ve aksiyon ağırlıklı<br />
olması ve gişe yapan filmlerde bu tarz<br />
oldukları için bana çok proje geliyor. Bu 3<br />
proje dışında da işler, filmler geldi ama onları<br />
çekmek istemedim. Fakat bildiğim kadarıyla<br />
son yıllarda senede ( 7 ay da ) 3 film çeken<br />
yönetmen olmadı.<br />
Filmlerinizin çoğunun komedi olduğu<br />
gözüküyor bu türle ilgili bağlantınız nedir?<br />
Komedi filmi yönetmenin en zor kısmını<br />
sizden öğrenebilir miyiz?<br />
Aslında ben tarz olarak da komedi, aksiyon<br />
ve bilimkurgu filmleri izlemeyi seviyorum.<br />
Malesef henüz ülkemizde bilim kurgu film<br />
çekilemediği için bende romantik komedi<br />
ve aksiyon çekiyorum. Bu arada benim<br />
oyuncularım ve ekibim de bilir ki ben sette<br />
eğlenmeyi seviyorum, filmde sahne çekerken<br />
bazen o kadar gülüyoruz ki sahne bitse bile<br />
kesmiyorum. Bazen televizyonda yada sinemada<br />
dram bir film izlerken bile o sahnenin<br />
komedisi aklıma geliyor ve kendi kendime<br />
kafamda canlandırıp gülebiliyorum.<br />
Komedi filminin senaryosu daha çok filmin<br />
kahramanını canlandıran komedyenin<br />
ürettiği birşeydir. Bu bir yönetmen için zorluk<br />
oluşturuyor mu? Eğer bu bir handikapsa<br />
bunu nasıl geçiyorsunuz?<br />
Komedi filmi yapmak göründüğü gibi kolay<br />
bir olay değil. İnsanları güldürmek inanınki<br />
ağlatmak dan çok daha zordur. Ağlatmak için<br />
temel öğeler vardır ( evlat sevgisi vs.) ve bunlara<br />
dokunarak hele ki bizim gibi duygusal bir<br />
toplumu ağlatmak kolaydır. Fakat sinemayı<br />
dolduran o kadar seyirciyi güldürebilmek inan<br />
ki çok zor. Nedeni ise halkımızın farklı şeylere<br />
gülüyor olması. Bir kısmı Cem Yılmaz’ ın bir<br />
kısmı Şahan’ ın bir kısmı Yılmaz Erdoğan’ın<br />
tarzına gülebiliyor. Ben de hep halkın içinde<br />
olan birisi olduğum için gözlemlerime güveniyorum<br />
film çekerken. Hiç bir zaman senaryoya<br />
bağlı kalamıyorum. Çünkü sette çekim<br />
esnasında sahne çok daha başka yerlere<br />
gidebiliyor ve çıkan doğaçlamalar ve benim<br />
eklediklerimle sahne daha komik olabiliyor.<br />
Tabi benimle çalışan senarist arkadaşlar<br />
da bunu bildikleri için bana karışmıyolar<br />
ve güveniyolar. Sanırım komedi çekmemin<br />
nedenlerinden biride bu setteki özgürlüğüm.<br />
Vizyona giren son filminiz Enes Batur<br />
neredeyse deneysel bir yapım ve filmin<br />
kahramanı aslında kendini canlandırıyor.
Böyle bir filmi yönetmenin püf noktası nedir?<br />
Enes Batur Hayal mi Gerçek mi filmi için beni<br />
yapımcı Erdem Karahan aradığında açıkcası<br />
youtuberlar hakkında pek bilgim yoktu.<br />
Sonra toplantıya gitmeden önce oturup saatlerce<br />
Enes in videolarını seyrettim. Abone<br />
sayısı 5.5 milyonun üstündeydi ve bu beni<br />
çok şaşırttı. Demek ki bu kadar insan takip<br />
ettiğine göre ortada ciddi bir değer vardı.<br />
Seversiniz sevmezsiniz ama bu yaklaşık 6<br />
milyon kişiyi yok sayamazsınız. Bunu söyleme<br />
nedenim bizim sektörden çok sayıda<br />
arkadaş böyle birinin filmini nasıl yönetirsin<br />
diye benimde üstüme geldiler! O kadar ön<br />
yargılı bir camiayız ki filmi izlemeden iğrenç<br />
yorumlar başladı. Bu yorumların muhatapları<br />
ben, yapımcı, senarist ve tabiki tüm youtuberlar.<br />
Nedense hayata at gözlüğüyle bakmaya<br />
alışmışız. Hiçbiri demiyoki kardeşim<br />
bir saniye yaa bi araştıralım ne oluyo internet<br />
dünyasında!! Acaba yeni sektörler mi geliyo?<br />
Belkide orda da değerli arkadaşlar vardır kendimizi<br />
geliştirebiliriz diyen yok. Bu eleştirileri<br />
yapanların çoğuda uzun zamandır film<br />
çekemiyen yönetmen- oyuncu ve senarist<br />
arkadaşlar. Ancak eleştirmeyi seviyorlar. Olsun<br />
onlar oturdukları yerde bizi eleştirsinler<br />
bizde filmlerimizi çekmeye devam edelim<br />
:) neyse burada biraz içimi döktüm de<br />
rahatladım. Yoksa kimseyi eleştirmek değil<br />
amaç herkes kendi doğrularıyla yaşar..<br />
Yakın zamanda Organik Aşk filminiz vizyona<br />
girecek. Bu film hakkında bilgi verebilir misiniz?<br />
Ve filmlerinizin kastını hazırlarken en<br />
çok neye dikkat edersiniz?<br />
Bu arada çok güzel bir film “ Organik Aşk “ ı<br />
çektim. Montaj aşamasındayız. Sanırım martnisan<br />
gibi vizyona girecek. Dalyan- Göcek<br />
tarafında çektiğim bu filmde Gizem Karaca,<br />
Mustafa Mert Koç, Tarık Papuçcuoğlu,<br />
Asuman Dabak, Ruhsar Gültekin, Erdi Ünver,<br />
Hacı Ali Konuk gibi birçok değerli oyuncu yer<br />
alıyor. Romantik komedi filmimiz fazlasıyla<br />
zengin ama bu hayattan sıkılmış bir gencin<br />
parasız pulsuz eski bir minübüsle çerçilik<br />
yaparak köy köy elindeki malları satarak<br />
egede bir köye yerleşme hikayesi. Tabi<br />
herşey onu düşündüğü gibi gitmiyor ve daha<br />
yola çıkar çıkmaz aksiyon ve komedinin içine
dalıyor. Bir an geliyor ki “Benim eskiden ne<br />
güzel bir hayatım varmış” diyor ama geçmiş<br />
olsun. Nöbetçi Yapım Berna Akpınar ve Metin<br />
Namlı bana senaryoyu yolladıkların da Ketenpere<br />
yi çekiyordum, senaryoyu okur okumaz<br />
aradım ve ben çekiyorum dedim. Çok güzel<br />
akan bir hikaye ve her yaştan ve kesimden<br />
insanların rahatça hem gülüp hem de macera<br />
izleyeceği bir film yaptık. Bu vesile ile yurdumuzda<br />
ne kadar doğal güzelliklere ve çok<br />
candan bir köy halkına sahip olduğumuzu bir<br />
kez daha görmüş oldum.<br />
Türk sinemasında endüstrinin ilerleyişi kesilen<br />
bilet ve halkın beğenisiyle ölçülüyor. Bu<br />
demektir ki aslında sinema endüstrisi gişe<br />
filmlerinin başarısıyla bir yere geliyor veya<br />
gelemiyor. Bu gerçeğe karşın sinema entelektüelinin<br />
ve diğer otoritelerin gişe filmlerine<br />
yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?<br />
Sanat filmi ve gişe filmi diye malesef ikiye<br />
ayırdılar Türk sinemasını!! Belli başlı bu<br />
oteriteler tarafından biz komedi ve gişesi<br />
olan film çekenler 2. Sınıf gibi gösterilmeye<br />
çalışılıyoruz. Fakat şu bir gerçek ki bizim<br />
sayemiz de sinemalara gidiyor seyirciler.<br />
Onların beğendiği el üstünde tuttuğu filmler<br />
malesef gişe yapamıyor ve seyirci sevmiyor.<br />
En çok gişe yapan ve sinemanın lokomotifi<br />
olan 10 filme bakarsanız ne demek<br />
istediğimi anlarsınız. Bence emeğe saygı ön<br />
planda olmalı ve herkesin birbirine saygılı<br />
olmasını gerekir. Ben kendi adıma açıkcası<br />
şunu söylemek isterim, benim filmim ödüller<br />
alıp toplamda 20 bin kişi seyredeceğine,<br />
300 bin yapsın ödül vermesinler bana, benim<br />
için ödül filmimin çok seyredilmesidir. Asıl<br />
olan sinema seyircisidir ve ben onlara film<br />
yapıyorum köşe yazarlarına değil.<br />
Sizce gişe filmlerinin kalitesi düşük ise bu<br />
sinemanın ilerlemesi mümkün müdür? Yani<br />
Nuri Bilge Ceylan veya Demirkubuz en iyi<br />
filmlerini çekseler bile eğer gişe filmleri<br />
seyirci kaybediyorsa bu sinema için sizin<br />
öngörünüz ne olur?<br />
Nuri bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’ a<br />
saygım çok büyük. Kendi kategorilerinde<br />
ustalar ve zaten karşılığını ödüllerle alıyorlar.<br />
Onların kendi özel seyircileri var ve filmlerini<br />
izlemekten büyük keyif alıyorlar. Fakat
şunuda unutmamak gerekir ki biz<br />
zannediyoruz ki yurtdışında çekilen filmler<br />
bize gelenlerle sınırlı. Oysaki yüzlerce<br />
film çekiliyor ve öne çıkanlar buraya<br />
gelip vizyon alıyorlar. Demek istediğim<br />
orda da küçük bütçeli ve farklı filmler<br />
çekiliyor.<br />
Eskiden yönetmenler usta olmadan önce<br />
çıraktı. Yani bir ustanın eğitiminden<br />
geçerlerdi. Şimdi ise pıtırcık gibi yeni<br />
yeni yönetmen isimleri görüyoruz. Bu<br />
yapılanma doğru mu? Sizin bir ustanız<br />
var mı? Sinan Çetin’in bir çok filminde<br />
görüntü yönetmeni veya yönetmenlik<br />
yapmışsınız bu ilişkinin sinemanızı<br />
etkilediğini düşünüyor musunuz?<br />
Ben 1990 yılında Bolu dan gelip sektöre<br />
girdim. 2 yıl evim yoktu ve Plato film de<br />
şirket de yatıp kalktım. Gündüzleri ofis<br />
boyluk yapıyordum. Arabaları yıkıyordum<br />
ayak işler yapıyordum. Set oluncada<br />
setçilik yapıp geceleri de şirkette<br />
gece bekçiliği yaptım. Sonrasında ışık<br />
asistanlığına başladım ve ilk defa Berlin<br />
in Berlin filminde kamera asistanlığına<br />
başladım. Sene 1993’tü sanırım.<br />
Sonrasın Komser Şekspirle ilk görüntü<br />
yönetmenliğine adım attım. Bu dönemde<br />
yüzlerce reklam filminde görüntü<br />
yönetmenliği yaptım. Sonrasında ofisboyluk<br />
yaptığım Plato Film de yönetici oldum.<br />
Daha sonra ayrıldım ve Son 5 yıldır<br />
da yönetmenliğe başladım yani bütün<br />
aşamalarda çalıştım. O yüzden sette<br />
beni kandıramazlar yemem. Tabiki Sinan<br />
Çetin’in benim üstümde emeği vardır. En<br />
önemlisi benim elime 35 mm kamerayı<br />
veren odur.<br />
Sinema filmi üretiminin azlığını biliyoruz<br />
genç yönetmenler hatta ustalar bile daha<br />
çok tv dizileri çekiyorlar. Bir yönetmenin<br />
mesleğinin başında TV dizileri çekerek<br />
tecrübelenmesi ona zarar verir mi? Sinema<br />
dilini oluşturmakta bir takım zorluklar<br />
yaşatır mı?<br />
Dizi yönetmenliği asla sinemaya geçiş<br />
için bir basamak değildir. İnanın ki çok<br />
değerli dizi çeken arkadaşlar var. Ve o<br />
kadar kısa zaman da 140 - 170 dk dizi çe-
kiyorlar hepsini ve ekiplerini kutluyorum.<br />
Allah yardımcıları olsun. Başlarda ben<br />
dizi çekmeye sıcak bakmıyordum ama<br />
zamanla dizi teknik kaliteleri çok yükseldi<br />
ve iyi bir proje gelirse neden olmasın.<br />
Bizim sinemamızda yönetmenler<br />
çoğunlukla yapımcıdırlar da. Bu dünya<br />
sinemasında çok da tercih edilen birşey<br />
değil aslında. Siz bu konuya nasıl<br />
yaklaşıyorsunuz. Yapımcılık ve yönetmenlik<br />
birbirinden ayrı olması gereken<br />
meslekler mi?<br />
Bence kesinlikle yapımcıdan yönetmen<br />
olmamalı. Bu setlerin ve filmlerin<br />
kalitesini düşürür. Yapımcı - Yönetmen<br />
çekeceği sahnede cebinden çıkacak<br />
parayı düşünerek kısıtlamaya gidebilir<br />
ve sahnenin gereğini yerine getiremiyebilir.<br />
Mesala Dronla çekerse çok daha iyi<br />
olacağını bildiği sahneyi sırf Dron parası<br />
ödememek için daha etkisiz çekebilir:)<br />
bunun gibi örnekler artar tabi<br />
Yeşilçam komedisinin trajikomik bir<br />
yapısı vardı. Yani öyküdeki dramatik<br />
unsurlar bayağı güçlüydü. 2000 sonrası<br />
komediyi ise tasvir etmek biraz zor.<br />
Siz günümüzde yapılan komediyi nasıl<br />
adlandırırsınız? Bu yeni komedi sizi sinemasal<br />
olarak tatmin ediyor mu?<br />
İtiraf etmek gerekirse evde tv izlerken<br />
eski klasik komedi sinema filmi<br />
gördüğümde asla kaçırmadan büyük<br />
keyifle izliyorum. Şimdi aynısını çekseniz<br />
kimse izlemez. O zamanki oyuncuları<br />
bir daha yetiştirmek kolay değil. Bir<br />
de ayrı bir dinamiği vardı o dönemin.<br />
Şimdi ki filmlerin de hakkını yememek<br />
lazım. Popüler laf etmek için nerdeeee<br />
eski filmler deniyor ama onlar o zaman<br />
içinde ve işlevlerini yerine getirdiler.<br />
Araba çarpıyordu kör oluyordu oyuncu<br />
ama kırık çıkık iç kanama hiçbiri yok:)<br />
sonra bir daha araba çarpıyordu görmeye<br />
başlıyordu :) şimdi gel de bu nesil<br />
çocuğa bunu anlat.. Son olarak söylemek<br />
istediğim beğenirsin beğenmezsin ama<br />
herkesin emeğine saygı göstereceksin.<br />
Her filmde ortalama 200 aile para<br />
kazanıyor ve ev geçindiriyor.
FANTAZİNİN<br />
KORKUNUN<br />
VE AŞKIN<br />
HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />
n 9 Ekim 1964<br />
doğumlu yönetmen<br />
Guillermo Del<br />
Toro, kuşkusuz Alfonso<br />
Cuaron ve<br />
Alejandro Gonzalez<br />
Inarritu ile birlikte<br />
“Meksikalı yönetmen”<br />
denildiğinde akla gelen en popüler üç<br />
isimden biri. Yönetmenlik kariyeri öncesinde<br />
10 yıl boyunca makyaj dalında<br />
uzman olarak çalışan ve 80’lerin başında<br />
kendi firması olan Necropia’yı kuran<br />
Del Toro, her daim karakter tasarımları<br />
konusunda muazzam işçilik çıkartan,<br />
yaratıcı hayal gücünü beyazperdeye<br />
etkili bir şekilde aktaran, fantezi ve masal<br />
hissiyatları yüksek ve sinemayı her
MASALSI YÖNETMENİ<br />
GUILLERMO<br />
DEL TORO<br />
karesinde ne kadar çok sevdiğini belli<br />
eden filmlere imza atar. Aynı zamanda<br />
Mario Bava, James Whale, George A.<br />
Romero, Alfred Hitchcock gibi korkunun<br />
ustalarına hayranlığını hiçbir zaman<br />
gizlemeyen sıkı bir sinefil olan Del<br />
Toro, yarattığı fantastik dünyanın ve<br />
canavarların başarısının geçirdiği sancılı<br />
çocukluk anılarıyla ilgili olduğunu dile<br />
getirir. Henüz üçüncü filmini çekmeden<br />
Time dergisi tarafından ‘Yeni milenyumun<br />
50 genç liderinden biri’ olarak<br />
gösterilen yönetmen 1993’te bu yana 10<br />
filmlik bir filmografiye sahip.<br />
Geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde<br />
‘Altın Aslan’ ödülünü kazanan The<br />
Shape of Water, genelde sanat/festival<br />
filmlerinin ön plana çıktığı üç büyük<br />
festivalden birinde tüm görkemiyle fantezi/masal/aşk<br />
filmi olarak büyük ödülü<br />
kazandığında yankı uyandırmıştı. Altın<br />
Aslan ödülüyle başlayıp şu an Oscar’ın<br />
favorisi konumuna kadar gelen The<br />
Shape of Water, Akademi Ödülleri’nde<br />
tam 13 adaylık aldı. Yakın zamanda filmin<br />
‘The Space Between Us’ (2015) adlı Hollanda<br />
yapımı bir kısa filmle aşırı benzerlikler<br />
içerdiğinin ortaya çıkması farklı<br />
tartışmaları beraberinde getirdi, zira<br />
film şu ana kadar ‘özgün senaryo’ kategorisinde<br />
yarışarak birçok ödülün sahibi<br />
oldu. The Shape of Water’ın ülkemizde<br />
16 Şubat’ta vizyona girecek olması sebebiyle<br />
Del Toro’nun bugüne kadarki tüm<br />
filmlerine bir göz atmakta fayda var.<br />
Cronos (1993)<br />
Del Toro’nun küçük bir bütçeyle<br />
kotardığı ilk gotik korku filmi Cronos,<br />
vampirlere karşı hümanist bir bakış<br />
açısıyla yaklaşarak klişe filmlerden<br />
alışageldiğimiz hikayelere zıt bir tablo<br />
ortaya çıkarır. 1500’lü yıllarda bir
simyacının yaptığı, örümcek şeklinde,<br />
avuç içi kadar altından bir makine<br />
olan Cronos, çalıştırıldığında vücuda<br />
yapışan, içinde yıllardır yaşayan ve gençlik<br />
aşılayan bir salgısı olan bir böcek<br />
tarafından kişiyi genç kılan, ilk enjekteden<br />
sonra acıktıran ve insan kanı içilmeden<br />
doyuma ulaştırmayan bir özelliğe sahip.<br />
Bu cihaz ve hikayesi Del Toro’nun vizyoner<br />
yönetmenlik başarısıyla, Ron Perlman<br />
ve Federico Lucci gibi karakteristik<br />
özelliklere sahip oyuncularla birleştiğinde<br />
ortaya ‘vampir filmleri’ klasmanında farklı<br />
ve kült bir yapım çıkıyor.<br />
Mimic (1997)<br />
İkinci filmi Mimic ile Hollywood’a geçiş<br />
yapan ve yüksek bütçeli popüler fantastik<br />
filmlerin arenasına ilk ciddi çıkışını<br />
yapan Del Toro, 80’ler dokusunu yakalayan<br />
atmosferiyle ürkütücü olduğu<br />
kadar eğlenceli de bir seyirliğe imza<br />
attı. Lakin, Del Toro’nun henüz ‘auteur’<br />
kimliğinin oluşmaması ve isminin çok bilinmemesi<br />
sebebiyle yapımcılar tarafından<br />
genelde stüdyo sisteminin şablonuna<br />
boyun eğmeye zorlanan yönetmen,<br />
kafasında filmi yapamadığını dile getirir.<br />
Cronos’ta olduğu gibi Mimic’te de New<br />
York’a dehşet saçan ve şekil değiştiren<br />
‘böcek’ler üzerinden bir hikaye tasarlayan<br />
Toro’nun filmi pek başarılı bulunmaz. 30<br />
milyon dolar bütçesine karşı gişede 25<br />
milyon dolar hasılat yaparak zarar eder ve<br />
eleştirmenler tarafından da vasat bulunur.<br />
Buna rağmen Mimic daha sonraları başka<br />
yönetmenlerle devam filmleri olan bir seri<br />
haline gelir.<br />
The Devil’s Backbone (2001)<br />
Del Toro, üçüncü filmi The Devil’s Backbone<br />
ile filmografisinin en özel iki filminden<br />
birine (diğeri Pan’s Labyrinth -2006-)<br />
imza atar, ortalama 4-5 milyon dolarlık<br />
görece düşük bir bütçeyle 1939’larda<br />
İspanya İç Savaşı döneminde bir çocuğun<br />
bakış açısından geçen hayalet hikayesi<br />
anlatır. Masal atmosferinin egemen<br />
olduğu film, savaş, trajedi, dostluk, gizem<br />
gibi temaları Del Toro’nun görsel açıdan<br />
etkileyici vizyonundan aksettirilir. Çocuk<br />
oyuncuların başarılı performansları,<br />
ürpertici atmosferi, zekice yaratılan<br />
olay örgüsü ve bir hayalet hikayesine<br />
yapımcıların baskısı altında kalmadan<br />
kendi sanatsal yaratımlarını ortaya koyabilen<br />
Del Toro’nun yönetmenlik başarısı,<br />
korkuttuğu kadar hüzünlendiren bir film<br />
ortaya çıkardı.<br />
Blade II (2002)<br />
1998’de Stephen Norrington tarafından<br />
beyazperdeye uyarlanan, Marvel çizgi<br />
roman karakteri Blade’in devam filmi<br />
Hollywood yapımcıları tarafından Del<br />
Toro’ya emanet edildi. Del Toro’yu<br />
dünyanın tanımaya başladığı film olarak<br />
nitelendirilebilecek olan Blade 2, üç<br />
filmlik serinin en başarılı halkasıydı. Del
Toro gibi görsel açıdan vizyon sahibi bir<br />
yönetmenin ellerinde yetkin bir fantezi/<br />
korku/aksiyon örneğine dönüşen Blade<br />
2, sürükleyici aksiyon sekansları, Marco<br />
Beltrami’nin enfes müzikleri, Wesley<br />
Snipes’in karizması, doyurucu görsel<br />
efektleri ve dramatik finaliyle öne çıktı.<br />
55 milyon dolar bütçeye sahip olan film<br />
toplamda 155 milyon dolar hasılat elde<br />
edince Del Toro bir başka çizgi roman<br />
uyarlaması olan Hellboy’u çekmek için<br />
seriden ayrıldı.<br />
Hellboy (2004)<br />
Çizgi roman yazarı/çizeri Mike<br />
Mignola’dan adapte edilen ve yapımını<br />
yine Mike Mignola’nın üstlendiği Hellboy,<br />
2. Dünya Savaşı sırasında Naziler<br />
tarafından çağırılan ve sonunda şeytani<br />
güçlere karşı savaşanların tarafına geçen<br />
bir şeytanın hikâyesini anlatmaktaydı.<br />
Del Toro’yla adeta özdeşleşen Hellboy,<br />
yönetmenin favori oyuncusu Ron<br />
Perlman’ı Hellboy rolünde izlediğimiz,<br />
yaratık tasarımlarıyla Del Toro’nun 10 yıl<br />
boyunca makyaj dalında uzman olarak<br />
çalışmasının meyvelerini fazlasıyla veren,<br />
diğer çizgi roman uyarlamalarına göre<br />
aykırı, sevilmesi daha zor bir karakterin<br />
uyarlamasıydı. Blade 2’deki fantezi/aksiyon/korku<br />
ögelerini Hellboy’da da kendi<br />
tarzına ve bilinçaltına adapte etmekte<br />
zorlanmayan Del Toro, 66 milyon dolara<br />
kotardığı filmine 99 milyon dolar gişe<br />
hasılatı getirdi. Bir uyarlama olarak çok<br />
sevilmese de ve aşırı popüler olmasa<br />
da daha sonradan kendi hayran kitlesini<br />
yaratan ‘kült’ bir eser olarak anıldı.<br />
Pan’s Labyrinth (2006)<br />
Blade 2 ve Hellboy’un ardından bir süre<br />
Hollywood’dan geri çekilmeyi ve The Devil’s<br />
Backbone tarzında düşük bütçeli ama<br />
karanlık bir masal çekmeyi tercih eden<br />
Del Toro, hem eleştirmenler nezdinde<br />
hem de genel olarak övgülere boğulan,<br />
çoğu kişilerce bir başyapıt olarak görülen<br />
filmi Pan’s Labyrinth’e imza attı. Tıpkı The<br />
Devil’s Backbone gibi İspanya İç Savaşı<br />
esnasında geçen film gerçek dünyanın<br />
kabuslarıyla fantezi dünyasının mucizevi<br />
yönlerini bir araya getirirken çocukluğun<br />
masumiyeti ve acımasızlık üzerinden<br />
‘peri masalı’ anlayışını adeta yeniden<br />
tanımladı. Karanlık metaforları/imgeleri,<br />
sürreal atmosferi, eş zamanlı ve birbirine<br />
paralel kurgusu, prodüksiyon anlamında<br />
görsel şöleni ve akıllardan çıkmayacak<br />
finaliyle adını sinema tarihine yazdıran<br />
Pan’s Labyrinth, 19 milyon dolarlık bütçesine<br />
karşı 83 milyon dolar hasılat elde etmesinin<br />
yanı sıra üç dalda (sinematografi,<br />
sanat yönetimi, makyaj) Oscar ödülünün<br />
de sahibi oldu.<br />
Hellboy II: The Golden Army (2008)<br />
Pan’s Labyrinth’in dünya çapında<br />
yankı uyandıran başarısının ardından
yönetmenlik kariyerinde çıtayı yukarı<br />
yerleştiren Del Toro, ara verdiği<br />
Hellboy’un ikinci filmini yöneterek çok<br />
sevdiği yaratıklarına ve blockbuster<br />
arenasına geri döner. Hellboy II: The<br />
Golden Army, ilk filmin görsel yetkinliğini<br />
adeta ikiye katlar, diş perileri, ölüm<br />
meleği, troller, goblinler, elfler, paranormal<br />
yaratıklar derken sınırsız bir hayal<br />
gücünün doruklarında dolaşmaya devam<br />
ederiz. Özellikle ‘troll pazarı’ sahnesiyle<br />
Star Wars serisinde görmeye<br />
alışık olduğumuz bir fantastik karakterler<br />
galerisine imza atan Del Toro, mizah<br />
dozunu da daima üst seviyede tutarak<br />
eğlenceli bir ‘freak show’ hazırlar. 85<br />
milyon dolar bütçeli film dünya çapında<br />
160 milyon dolar hasılat elde eder.<br />
Sonraları Del Toro, Hellboy’un üçüncü<br />
filmini çekmeyi istediğini söylese de<br />
günümüzde de bu film bir türlü gelmez.<br />
(2018’te Ron Perlman’ın yerine David<br />
Harbour’un oynadığı, Del Toro’nun yerine<br />
Neil Marshall’ın yönettiği yeni ve farklı bir<br />
Hellboy filmi gelecek.)<br />
Pacific Rim (2013)<br />
Hellboy serisinin ikinci filmden sonra film<br />
çekmeye 5 yıl ara veren Del Toro, 2013’te<br />
filmografisinin açık ara en yüksek bütçeli<br />
filmi olan Pacific Rim ile geri döner. Del<br />
Toro filmografisinde en zayıf halka olarak<br />
görülse de, hatta Transformers serisi gibi<br />
‘kuru gürültü’ olarak adlandırılsa da, Del<br />
Toro’nun Michael Bay’a kıyasla seyircisine<br />
çok daha saygı duyan ve vizyonlu bir<br />
yönetmen olduğu kesin. 190 milyon dolar<br />
mega bütçeli bu filmde devasa yaratıklar<br />
ve robotlar elbette metropolit mekanları<br />
yerle bir ediyorlar. Konu ne kadar abartı<br />
ya da sıradan (robotlar canavarlara karşı!)<br />
bir fantezi ürünü olursa olsun, Del Toro<br />
aksiyon sekanslarında dramatik tutarlılığa<br />
ve görsel stiline özen gösteriyor. Özellikle<br />
Kaiju’lardan birinin zihnine girildiği o<br />
kısa sekans devasa bir blockbuster filminde<br />
göremeyeceğimiz kadar ‘arthouse’<br />
bir dokunuş. Ya da dev bir Jaeger’in dev<br />
bir Kaiju’yu ufacık bir kargo gemisiyle<br />
dövdüğü sahne gibi anime etkili sürrealist<br />
dokunuşlar filmin tek amacının nitelikli<br />
eğlencelik olduğunu kanıtlıyor. Toplamda<br />
411 milyon dolar hasılat elde eden filmin<br />
2018 yılında gelecek olan devam filmi ‘Pacific<br />
Rim: Uprising’i Steven S. DeKnight<br />
yönetecek ve Del Toro sadece filmin<br />
yapımcılarından biri olarak yer alacak.<br />
Crimson Peak (2015)<br />
Dev bütçeli eğlencelik Pacific Rim’den<br />
sonra ortalama bir bütçeyle arthouse<br />
yönünü ortaya koymaya geri dönen Del<br />
Toro, İtalyan gotik korku sinemasına<br />
saygılarını sunan, türler arasında dolaşan<br />
yapısıyla ve atmosferiyle öne çıkan,<br />
görsel açıdan cezbedici, rejisi özenli bir<br />
gotik romans olan Crimson Peak’a imza<br />
attı. Tom Hiddlestone, Jessica Chastain
ve Mia Wasikowska gibi Hollywood’un<br />
popüler oyuncularının yer aldığı film,<br />
korku türünü genel olarak gotik atmosferi<br />
ve hayaletleri üzerinden ele alırken<br />
dramatik yapısını daha çok entrikalı<br />
hikaye örgüsünden ve bizzat akrakterlerin<br />
ilişkisinden almakta. Asıl korkulması<br />
gerekenlerin ölüler, hayaletler, doğaüstü<br />
güçler değil, yaşayan insanlar olması<br />
gerektiğini bir kez daha yüzümüze vuran<br />
Del Toro, korku, fantezi, aşk, dram türlerini<br />
bir potada başarılı rejisiyle beraber<br />
eritmeyi başarıyor. 55 milyon dolar bütçeli<br />
film toplamda 75 milyon dolar hasılat<br />
elde etti.<br />
The Shape of Water (2017)<br />
Del Toro’nun bugüne kadar açık ara en<br />
çok ödül kazanan filmi olan (şimdilik<br />
75’in üzerinde ödülün sahibi oldu ve<br />
ayrıca 13 dalda Oscar adayı) The Shape<br />
of Water, yönetmenin filmografisinin<br />
görsel yetkinliğinin, masalsı hikaye<br />
anlatısının ve kendine has duygusunun<br />
Hollywood formüllerince biçimlendirilmiş<br />
hali. Del Toro, yine bir fantezi/aşk/<br />
masal konseptini bu sefer İspanya İç<br />
Savaşı’nda değil 2. Dünya Savaşı’nı fon<br />
alarak kullanıyor. The Devil’s Backbone<br />
ve Pan’s Labyrinth’te oldukça dokunaklı<br />
ve orijinal olmayı başarabilen bu yapının<br />
The Shape of Water’da yerini Amelie<br />
ve E.T. filmlerinin birleşimine bırakmış,<br />
temelinde klişe bir yaratık/insan aşkına<br />
dönüştüğü söylenebilir. Duygusu her zamanki<br />
gibi –Alexandre Desplat’ın müthiş<br />
bestelerinin de etkisiyle- izleyiciye geçse<br />
de, Del Toro’nun yönetimi ve masalsı<br />
atmosferi seyir zevki yaratsa da, Sally<br />
Hawkins, Michael Shannon ve Richard<br />
Jenkins’in başarılı performansları<br />
filmi sürüklese de, sinemada çok fazla<br />
kullanılmış olan bu konseptin belirli bir<br />
‘bu filmi daha önce defalarca izlemiştik’<br />
hissini beraberinde getirdiği de aşikar.<br />
The Shape of Water kesinlikle kötü bir<br />
film değil, senaryosu kimilerince ‘klişe’<br />
olarak nitelendirilse de senaryosu<br />
kötü değil, en fazla ‘bilindik’ olarak nitelendirilebilir.<br />
Lakin, filmin 13 dalda<br />
Oscar adayı olması, yılın en çok övgüye<br />
değer Hollywood filmlerinden biri olması<br />
ve Del Toro’nun görsel açıdan hiçbir<br />
zaman tartışma konusu bile olmayan<br />
özgünlüğünün artık sorgulanabilir hale<br />
gelmesi (2015 yapımı The Space Between<br />
Us kısasıyla olan aşırı benzerliği)<br />
sebebiyle belirli bir antipatikliği beraberinde<br />
getirmeye devam edecektir.<br />
Ne olursa olsun, Del Toro çok ‘öze’l bir<br />
yönetmen; onun sinemaya olan sevgisini,<br />
sinefil referanslarını, muazzam<br />
hayal gücünü, yaratıcı tasarımlarını ve<br />
izleyiciye her daim geçirdiği saf sinema<br />
duygusunu sevenler kendisinden ‘özel’<br />
filmler beklemeye devam edecekler.
ONUR KIRŞAVOĞLU<br />
n Daha evvel In Bruges<br />
ve Seven Psychopaths<br />
filmleriyle kendine<br />
has bir sinema<br />
yaratan ve oldukça<br />
beğeni toplayan Martin<br />
McDonagh, son<br />
filmiyle yılın en iyileri<br />
arasına girmeyi başardı. Kızı tecavüz<br />
edip öldürülen bir kadının polis teşkilatını<br />
harekete geçirmek için uyguladığı yaratıcı<br />
hamle üzerinden ilerleyen film, ırkçılık,<br />
kadınların gücü, sistemin boşlukları ve<br />
intikam duygusunun tezahürüyle örülü.<br />
Tabii bunları yaparken McDonagh kara<br />
komedi ögelerini de layığıyla senaryosuna<br />
yediriyor. Keza, filmin en büyük gücü bu<br />
matematikle oluşturulan harika senaryosu.<br />
Three Billboards Outside Ebbing, Missouri<br />
filmi kadının gücü konusunda –ki<br />
bu konuda en iyi oyuncu seçimiyle- net<br />
söylemler barındıran bir film. Kimsenin<br />
cesaret edemediği şeyleri, edemeyeceği<br />
şekillerde yapan ve adalet için elinden<br />
geleni ardına koymayan bir kadın Mildred<br />
Hayes karakteri filmin odak noktası. Adaleti<br />
insanın bazen kendisini araması ve<br />
cezayı da kendi elleriyle verme isteği de<br />
Mildred karakteriyle vuku buluyor. İnsanı<br />
ikileme düşüren, kötülükten kötülük<br />
doğuran kararlar ve bu tuzağa düşülmesi<br />
de yine dolandırmadan aktarılan, izleyiciyi<br />
de bir sorgulamaya iten yegane not.<br />
Yan karakterler üzerinden de ırkçılık ve<br />
uzandığı kollar nasibini alıyor.<br />
Atmosfer kurma becerisi konusunda<br />
da McDonagh gittikçe daha iyi sonuçlar<br />
ortaya çıkarıyor. Hikayeyi destekleyen<br />
sinematografi, puslu manzaralar, müzik<br />
tercihleri –burada da işin ehli Carter<br />
Burwell yine karşımızda- ve kadrajlar<br />
filmin gerçekliğinden kopmadan ama<br />
bazen de komedi unsurlarından dolayı<br />
kahkaha attırarak bizi perdeye kilitliyor.<br />
Yani bir hikaye anlatımına yardımcı<br />
olacak en iyi “yönetmenlik” tercihlerini<br />
de filmde görmek mümkün. Filmin en
THREE BILLBOARDS OUTSIDE<br />
EBBING, MISSOURI<br />
VE OSCAR iHTiMALLERi<br />
Daha evvel In Bruges ve Seven Psychopaths filmleriyle kendine<br />
has bir sinema yaratan Martin McDonagh, son filmiyle<br />
yılın en iyileri arasına girmeyi başardı...<br />
güçlü olduğunu söylediğimiz senaryoyu<br />
da McDonagh’ın yazdığını eklersek gücü<br />
daha da iyi anlaşılır olacaktır.<br />
Peki filmin Oscar şansı ne? 6 dalda 7<br />
adaylık alan film kaç Oscar heykelciğiyle<br />
evine dönecek. Tek tek bu kategorileri<br />
tartışmak ve hem filmin, hem de filmin<br />
olduğu kategorilerde diğer filmlerin<br />
şansını değerlendirmek istedik:<br />
Filmin Oscar İhtimalleri<br />
ve Diğer Adayların Şansı<br />
Film<br />
Three Billboards Outside Ebbing, Missouri<br />
Altın Küre’de en iyi filmi aldı. Bu<br />
ödül, Oscar şansını da artırdı ve Hollywood<br />
taciz skandallarıyla çalkalanırken<br />
filmin konusu da gücünü artırıyor.<br />
Şimdilik en büyük favori bu film ama Akademi,<br />
13 dalda aday olan The Shape of<br />
Water’ı önemli dallarda es geçmeyecektir.<br />
Yılın en güçlü filmlerinden Lady Bird’le<br />
birlikte ödülü zorlayacaklardır. En iyi film<br />
için sonradan Oscar radarına giren Phan-<br />
tom Thread ya da Dunkirk ise bir sürpriz<br />
için bekleyecekler.<br />
Senaryo<br />
Yönetmen kategorisinde aday olmayan<br />
McDonagh’a bir ödül vermek ve sahneye<br />
çıkarmak için Akademi’nin en büyük<br />
şansı senaryo dalı. Şu an en büyük favori<br />
konumunda ve senaryosu gerçekten<br />
harika. İçerik de malumunuz ve az önce<br />
belirttiğimiz üzere ortama uygun e o zaman<br />
gelsin Oscar. Temenni bu yönde<br />
ama dişli rakipler mevcut. Get Out gibi<br />
bağımsız ve siyahi kanadın yaratıcı filmi<br />
ve Lady Bird gibi eleştirmenleri çılgına<br />
çeviren yapımı büyük rakipler. İki filmden<br />
birini tek ödülle onurlandırıp, Three Billboards<br />
Outside Ebbing, Missouri’yi oyunculuklar<br />
ve film ödülleriyle göndermeleri<br />
olası. Yani biraz denklem işi de burada<br />
önemli.<br />
Kadın Oyuncu<br />
Bu kategoride Frances McDormand<br />
dışında kimsenin şansı olduğunu
düşünmüyorum. Zaten kendisinin<br />
performansı yılın en iyisi. Bir o kadar da<br />
sevilen ve saygı duyulan bir isim. Onun<br />
yapacağı güçlü kadın konuşmasına da<br />
Akademi’nin ihtiyacı var. Yani neresinden<br />
bakarsak bakalım McDormand bu sene<br />
Oscar için var. Hatta Akademi tarihte bir<br />
ilki gerçekleştirip şimdiden Oscar’ı evine<br />
postalasa ve bunu duyursa sanırım kimsenin<br />
itirazı olmaz.<br />
Yardımcı Erkek<br />
Sam Rockwell bu senenin nazarımda en<br />
iyi performansına imza atan yardımcı<br />
oyuncusu. Aynı filmde rol alan Woody<br />
Harrelson da çok iyi ama hem karakterin<br />
hikayedeki yeri hem de buna bağlı olarak<br />
süresi Rockwell’e daha çok alan açıyor.<br />
Hal böyle olunca da Oscar, tıpkı SAG ve<br />
Altın Küre’de olduğu gibi Rockwell’e gitmeli.<br />
Önünde tek engel olma ihtimali ise<br />
oyların bölünmesine eşlik eden Willem<br />
Dafoe ihtimali. Senenin başında hızlı giden<br />
Dafoe, son ödüllerde geride kalmıştı ama<br />
hala ihtimal var.<br />
Müzik<br />
Günümüzün önemli bestecilerinden Carter<br />
Burwell, McDonagh’la birlikte In Bruges<br />
filminde de şahane bir iş ortaya koymuştu.<br />
Bu çıtayı daha da artıran Burwell önce<br />
Carol’la, şimdi de hak ettiği üzere bu filmle<br />
en iyi müzik kategorisi Oscar adaylığını<br />
almayı başardı. Her soundtrack albümü<br />
büyük beğeni toplayan Burwell Oscar için<br />
biraz daha bekleyebilir. Zira; karşısındaki<br />
adaylar oldukça güçlü. Alexandre<br />
Desplat’ın The Shape of Water besteleri ve<br />
Hans Zimmer’in Dunkirk melodileri şu an<br />
önde gözüküyor. Hatta John Williams’ Star<br />
Wars ve Johhny Greenwood’un Phantom<br />
Thread performansları bile daha şanslı<br />
gözüküyor.<br />
Kurgu<br />
Filmin kurgusu hak ettiği üzere kategorisinde<br />
aday oldu. Şansı da var ama<br />
işçiliği her anlamda daha ön planda olan,<br />
teknik anlamda daha önemli işler olarak<br />
gözüken Dunkirk ve The Shape of Water
ir adım önde gözüküyor. Üç ayrı zaman<br />
dilimini hissettirmeden izleyiciye kataran<br />
Dunkirk hatta iki adım önde gözüküyor.<br />
Bir sürpriz gelir mi 4 Mart gecesi<br />
öğreneceğiz ama bu kategori adaylıkla<br />
kalacaktır büyük ihtimal.<br />
Son Söz<br />
Sonuç hanesinde o gece filmi yılın en iyi<br />
filmi olarak nitelendiren biri olarak kategori<br />
açısından 6’da 6 yapmış olarak görmek<br />
isterim. Tabii bunun ne denli zor bir şey<br />
olduğunu bilmekteyim ev en iyimser<br />
tahminimi 4 Oscar’la oluşturmak isterim.<br />
Film, kadın oyuncu, yardımcı erkek oyuncu<br />
( Rockwell) ve senaryo dallarından<br />
alınacak 4 Oscar ziyadesiyle memnun<br />
eder. Sayı değişebilir, Oscar matematiği<br />
her şeye gebe ama sabah saatlerinde “En<br />
İyi Film” ödülünün Three Billboards Outside<br />
Ebbing, Missouri’ye gitmemesi durumunda<br />
Akademi’ye iki çift lafım olacak ☺
AMACIMIZ SEKTÖRDEKi iNSAN<br />
RAKiPLERLE YARIŞACAK DURU<br />
ERKAN BÜKER<br />
Medya sektörünün uzman isimlerind<br />
alarak uluslararası projeler geliştirm<br />
Atölyesi Koordinatörleri Erkan Büke<br />
Yapımcılık Akademisi’ni<br />
gerçekleştirmek nereden<br />
aklınıza geldi?<br />
Sektörün kamerası arkası<br />
ve önündeki yetkinliklerini,<br />
sektörün “iş” tarafına da<br />
yansıtmayı hedefledik. Esasen<br />
yapımcının işi, ürünün üretimi<br />
öncesi bütçeleme/planlama/<br />
fizibilite ve kasedin kapanması<br />
sonrası da gelir maksimizasyonu ve gider yönetimi. Bu<br />
alanlarda bilimsel ve pratik gerçeklere dayalı bir eğitim<br />
programı yaratmak istedik. Yapımcılık Akademisini bir<br />
yapımcının önündeki bütün değer zincirini düşünerek<br />
kurguladık. Sektörde işin yaratıcı tarafından bağımsız<br />
olarak işin endüstriyel tarafında gelişme potansiyeli<br />
olduğunu düşünüyoruz. Buradan yola çıkarak içerik<br />
üretimi, strateji, film fonlama, dağıtım, eğlence hukuku,<br />
teşvikler, yurtdışı satış, yan gelirler, pazarlama, TV<br />
dünyası, Pay TV dünyası, telekom medya entegrasyonu<br />
gibi bütün ana başlıklara dokunan bir program<br />
kurguladık.<br />
Ne kadar zamandır sektörün eksikliklerini<br />
araştırıyorsunuz? Ve akademi hangi ihtiyaçtan<br />
doğdu?<br />
Sektörün eksikleri ve ihtiyaçlarını uzun yıllardır sektörün<br />
içinde akademik ve saha içinde çalıştığımdan zaten<br />
devamlı yaşıyordum. Doruk da sektöre finans/yönetim<br />
danışmanlığı tarafından gelip de bazı farklı perspektifleri<br />
paylaştığında esasen gelişme potansiyelinin ve ihtiyacın<br />
çok ciddi olduğunu gördük. Sektörün temel sorunlarına<br />
bakarsak; dektörde özellikle kamera arkasında ve<br />
set çevresinde çok yetkin insan kaynağımız mevcut.<br />
Ancak olayın “iş” tarafında sektörün boyutlarından<br />
da kaynaklı olarak ciddi gelişme potansiyelimiz var.<br />
Film ve dizilerde kullanılan aksesuarların merkezi depolarda<br />
saklanmasından tutun, film stüdyolarımız ve<br />
GİZEM ERTÜRK
KAYNAĞINI KÜRESEL<br />
MA GETiRMEK<br />
en fark yaratacak bir eğitim<br />
eyi hala eden BAU Yapımcılık<br />
r ve Dorukan Acar ile konuştuk.<br />
platolarımıza kadar pek çok alanda kendimizi gelişmiş<br />
küresel ülkelerle kıyaslarsak, gelişme potansiyelimiz net<br />
olarak ortaya çıkacaktır. Ayrıca sektörün kural koyucu<br />
ve regülatörler lensinden de gelişme potansiyeli olduğu<br />
söylenebilir. Yurtdışında ihtal edilecek malzemelerden,<br />
yabancı sanatçı ve görevli çalıştırmaya kadar pek çok alanda<br />
bürokratik engeller mevcut. Son dönemde özellikle<br />
mevzuat anlamında Sinema Genel Müdürlüğü ve Kültür<br />
Bakanlığı önderliğinde ciddi anlamda pozitif gelişmeler<br />
görmüş olsak da, bürokrasimiz halen bir sorun. Son<br />
olarak da sektördeki yapımcılardan dağıtımcılara, oyucunlardan<br />
mecra sahiplerine sektör paydaşlarında da<br />
sürdürülebilir mesleki gelişim aksiyonları ve bilime dayalı<br />
çalışma mantığında da bazı açıklar var. Toplum olarak<br />
güvene dayalı yaşayan bir toplum olduğumuzdan, yetkinlik<br />
bazlı tercihler yerine güven/tanıdıklık bazlı tercihler<br />
yaptığımızdan, işinin ehli olan sektör paylaşları ile her<br />
zaman çalışma fırsatı yakalayamabiliyorsunuz. Bütün<br />
bunlardan yola çıkarak yukarıda da ifade ettiğimiz üzere<br />
yapımcılıktaki bütünsel değer zincirini düşünerek bir<br />
program kurguladık.<br />
Sektörde eğitimli yapımcıların olmasının ana<br />
faydaları ne olacak? Hedefiniz nedir?<br />
Programın amacı, programı bitiren öğrencilerin değer<br />
zincirinin tamamı hakkında bilgi sahibi olmasını<br />
sağlamak; sektörün endüstriye dönüşümü için gerekli<br />
insan kaynağımızı yetiştirmek ve sürdürülebilir bir şekilde<br />
sektörün hem yerel hem küresel anlamda hak ettiği<br />
yere erişimine ön ayak olabilmek. Sonuçta halen film<br />
dünyasında toplam yıllık gelirimiz, orta büyük bütçeli bir<br />
Amerikan stüdyo filminden daha düşük ancak ciddi bir<br />
potansiyelimiz var. Bu potansiyelimiz ancak işini bilen,<br />
kuvvetli profesyoneller ve girişimcilerle realize edebiliriz.<br />
Hedefimiz sürdürülebilir sekilde bahsettiğimiz potansiyeli<br />
realize etmektir.<br />
Ortalama her yıl kaç Türk filmi vizyona giriyor?<br />
Akademi ile bu oranı yüzde kaç artırmayı hedefliyor-<br />
DOĞUKAN ACAR
sunuz?<br />
2005 senesinde 29, 2010 senesinde 66, 2015<br />
senesinde 136, geçen yıl ise 151 Türk filmi vizyona<br />
girdi. Kısa film ve vizyon bulamayan festival filmelerine<br />
de göz önünde bulundurursak toplam 300<br />
civari film üreten bir ülkeden bahsediyoruz. Üretim<br />
hızımız da yıllar itibari son 12 yılda 5 kat büyümüş<br />
durumda. Dolayısıyla sayısal olarak üretimde artış<br />
birincil hedefimiz değil. Hali hazırda vizyona giren<br />
işler de dahil filmlerin yüzde 80-85 civari ekonomik<br />
olarak yatırımlarını bile çıkartamıyorlar. Ayrıca dizilerimizde<br />
gördüğümüz yurtdışı satış performansını da<br />
filmlerimizde göremiyoruz. Bu bağlamda akademi<br />
ile nicelikten öte nitelik arttırmayı ve işin ekonomik<br />
döngüsünü daha sürdürülebilir kılmayı hedefliyoruz<br />
esasen.<br />
Akademide dizi ve filmlerin yurtdışı satışlarıyla<br />
ile ilgili neler bulacağız?<br />
Akademide içeriğin küreselleşmesi için yapılması gerekenleri,<br />
dünyadaki fuarları, alıcıları-satıcıları, kontrat<br />
tiplerini, vaka analizlerini, küresel alanda film/dizi<br />
satış dinamiklerini işin başlangıç noktası olan küresel<br />
terminolojilerden tutun, işin püf noktalarındaki dinamiklere<br />
kapsayan derslerimiz olacak. Katılımcılar<br />
program sonrası ana fuarlar, satış süreçleri ve satış<br />
modelleri hakkında genel bilgiye sahip olacaklar.<br />
Görsel içeriğin, özellikle video içeriklerin popüler<br />
olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Netflix gibi<br />
dijital izleme kanalları izleme alışkanlıklarını<br />
değiştiriyor. Bu tür platformlar yeni nesil<br />
yapımcıların serüvenini nasıl etkiliyor?<br />
Burada 5 ana etki var: Youtube gibi platformlar<br />
üzerinden içerik üretip yayarak içerik üreticiliğine<br />
ileryebileceğiniz bir dünyadayız. Bu da yapımcılığa<br />
/ içerik üretimine giriş bariyerlerini aşağıya çekti.<br />
Içeriğine güvenen birçok birey bile küresel fenomen<br />
olabiliyor yani. Bu da yeni bağımsız yapımcılar<br />
yaratıyor. Ayrıca, büyük yapımcılar / stüdyolar da<br />
yetenek avcılığını dijital mecralardan yapar hale geldiler.<br />
Bunun yanı sıra üretim modelleri de yeni dünya<br />
gerçekleri doğrultusunda hem teknoloji kullanımı,<br />
hem de üretici yetenek kullanımı anlamında çok<br />
daha dinamik ve değişik hale geldi. Geleneksel<br />
reklam gelirleri ciddi anlamda düştüğünden geleneksel<br />
dağıtım modelleri baskı altına girdi. Bu da<br />
yapımcının gelir odaklanmasında yeni arayışlar<br />
düşünmesi gereğini ortaya çıkarttı. Dijitaldeki<br />
içeriklerin tüketiminde korsan olasılığı çok daha<br />
yüksek olduğundan, içerik korumaya yönelik<br />
arayışlarda bir artış oldu. Dijital dönüşümün tüketim<br />
üzerindeki etkisi, henüz yapımcı gelirlerine direk<br />
yansımış durumda değil. Halen ülkemiz gibi ülkelerde<br />
yapımcının yayın gelirlerinin önemli kısmını<br />
geleneksel TV kanalları sağlıyor. Bu ikilem hem medya<br />
kuruluşlarını, hem yapımcıları ve hatta telekom<br />
operatörlerini yeni iş modellerine ve ortaklıklara itti.<br />
Örneğin, Netflix gibi mecralar tamamen orjinal içerik<br />
üretimine odaklanarak, mecra operatörlüğünden<br />
içerik kütüphanesi sahipliğine geçtiler.<br />
Eğitim programında dağıtım, yurtdışı satış, yan<br />
gelirler, telekom ve oyun sektörü entegrasyonu,<br />
yapay zeka, hukuk gibi konulara yer veriliyor.
Bir yapımcı neden çok yönlü olmalıdır? Eğitim<br />
konuları ve içerikleri hakkında kısaca bilgi verir<br />
misiniz?<br />
Yapımcının esas işi gider yönetimi ve gelir maksimizasyonu.<br />
Bu bağlamda yapımcı, hem içeriğinin<br />
yayınlanacağı mecraları, hem o mecralarda değişen<br />
ekosistemi, hem de ek gelir alanlarını bilmek durumunda.<br />
Oyun sektörü, telekom entegrasyonu, yapay<br />
zeka gibi konular bu bağlamda önemli. İçeriğin<br />
küresel dağıtımı, merchandising gibi bizim ülkemizin<br />
yeni yeni aşina olunan gerçekler de programımızda<br />
yer almaktadır. Esasen yapımcının hukuk, işletme,<br />
iletişim bilim dallarında temel donanımı tam, ilgili<br />
sektörel derinliği olması gerekir.Yapımcılık Akademisi<br />
bu perspektifte ders planlamasını yapmıştır. Programda<br />
Mars Dağıtım, Star TV, Kanal D, Blu TV, Türk<br />
Telekom, Turkcell, Matchpoint, ComScore, Dolby,<br />
Gamestar, Elmaalma, Insignia gibi sektörlerinde<br />
öncü kuruluşlardan üst düzey yöneticiler pratisyen<br />
eğitmenler olarak Bahçesehir Üniversite’sinin akademik<br />
kadrosu ile birlikte ders veriyor olacaklar.<br />
Türkiye eskiden Brezilya dizileri tüketirken şimdi<br />
Brezilya’ya ve tüm dünyaya dizi satar hale geldi.<br />
Bu büyük bir başarı. Öte yandan birkaç sayılı<br />
yönetmen dışında Türk Filmleri uluslararası<br />
festivallerde görünür değil. Yapımcılar bu sürecin<br />
neresinde? Sinemamızın iyi yönetmenler kadar<br />
iyi yapımcılara da mı ihtiyacı var?<br />
İçerik üreticisi olarak Türkiye dünyanın ilk 10 üreticisi<br />
arasında. Asya’da Çin, Hindistan ve Güney Kore,<br />
ABD, Almanya, Brezilya, Fransa, Nijerya ile birlikte<br />
en çok üretim yapan ülkelerdeniz. Tükettiğimiz<br />
içerik genel olarak yerel olduğundan, üretilen içerik<br />
de yerel hedef kitle için üretiliyor. Dizilerimizde<br />
yerel içeriklerin özellikle dönem dizileri, İstanbul<br />
ve Anadolu’nun bazı bölgelerinin ve/veya kültürlerinin<br />
yansıtıldığı kurgudaki işlerin küreselde de bir<br />
yansıması ve ilgi çekmesi var. Dolayısıyla dizilerimiz<br />
ve dizi sektörümüz dünyada da belirli bir bilinirlik<br />
ve saygı görüyor. Uzun metrajda ise özellikle komedi,<br />
drama, romantik temalı eserlerde içerik yerel<br />
olduğunda, küresel bir yansıma yakalmak daha zor<br />
oluyor. Nuri Bilge, Ferzan Özpetek gibi küreselde<br />
de belirli etki alanı olan sanatçılarımız olsa da film<br />
tarafında hali hazırda dizilerden gerideyiz. Burada iyi<br />
yönetmen, iyi yapımcı kombinasyonu ve küresel anlamda<br />
satılabilir ilgi çeken içeriğe ihtiyacımız var. Tek<br />
bacağı eksik bir masa ayakta duramıyor sonuçta.<br />
Son olarak Erkan Bey, Bahçeşehir Üniversitesi sinema<br />
tv bölümünün bu projede nerede duruyor? Aktif<br />
bir platform mu yoksa bağımsız bir kuruluş olarak mı<br />
ilerleyecek?<br />
Proje, Bahçeşehir Üniversitesi Kreatif Endüstriler<br />
Araştırma Merkezi şemsiyesinde tasarlanmış<br />
ve hayata geçmiştir. Dolayısıyla üniversitemiz<br />
bünyesinde aktif bir akademik platformdur. Ben Sinema-TV<br />
bölümü öğretim üyesi olmakla beraber, sektörel<br />
deneyimim ve gelecek perspektifi beklentimle,<br />
program tasarımcılarından biri olarak yer alıyorum.<br />
Sonuç olarak sadece bölüm olarak değil, İletişim<br />
Fakültemiz ve Üniversitemizle beraber projedeyiz.
KILLING GROUND VE GHOST HOUSE<br />
ÜZERİNDEN TOPLUMSAL<br />
CİNSİYET ROLLERİ<br />
Yakın tarihli iki korku filmini<br />
-Killing Ground ve Ghost<br />
House’u- masaya yatırdık<br />
ve toplumsal cinsiyet rolleri<br />
bağlamında inceledik<br />
MURAT KIZILCA<br />
Cinsiyet: Bireye, üreme<br />
işinde ayrı bir rol veren ve<br />
erkekle dişiyi ayırt ettiren<br />
yaradılış özelliği, eşey,<br />
cinslik, seks. (TDK, Güncel<br />
Türkçe Sözlük)<br />
n Türk Dil Kurumu’nun cinsiyet tanımı,<br />
kelimeye sadece biyolojik açıdan yaklaşan<br />
bir tarif getirir. Toplumsal cinsiyet için ayrı<br />
bir kelime kullanılmaz. Hâlbuki İngilizcede<br />
biyolojik cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet<br />
(gender) için ayrı kelimeler kullanılır.<br />
Türkçede aynı kelime ile işimizi görmemiz<br />
istenir, dolayısıyla toplumsal cinsiyet sözlükte<br />
kendine yer bile bulamaz. Biyolojik<br />
cinsiyet, doğuştan gelen bir özelliktir.<br />
Kadın ve erkek olarak doğan bireyler,<br />
zamanla belli başlı fizyolojik farklılıkların<br />
ayırdına varmaya ve coğrafya, kültür, gelenek,<br />
inanç vb. faktörlerin etkisiyle çeşitlilik<br />
gösteren birtakım toplumsal cinsiyet rollerini<br />
öğrenmeye başlar.<br />
Erkek otoritesine dayalı ataerkillik,<br />
modern (diye tanımladığımız) dünyada<br />
dahi tartışmasız bir hâkimiyete sahiptir.<br />
Ataerkil toplumsal düzen, erkeğin<br />
üstünlüğü, saygınlığı ve mutlak hâkimiyeti<br />
üzerine kuruludur. Buradan<br />
hareketle erkeğe ve kadına belli başlı<br />
roller, sanki doğuştan gelen, mutlaka<br />
olması gereken özelliklermiş gibi yüklenir.<br />
Toplumsal düzenin katı yapısına<br />
uyum gösteren (teslim olan) bireyler, bu<br />
rolleri sorgulamadan kabul ederler ve<br />
aksi durumlarla karşılaştıklarında ister<br />
istemez ötekileştirmek zorunda kalırlar.<br />
Damien Power’ın yazıp yönettiği, 2016<br />
yılı Avustralya yapımı Killing Ground ve<br />
Rich Ragsdale’in yönettiği, 2017 yılı ABD/<br />
Tayland ortak yapımı Ghost House filmlerinin<br />
başrollerindeki erkek karakterler,<br />
ataerkil toplumsal düzenin dikte ettiği<br />
rollerin dışına çıkmaya çalıştıklarında<br />
başrollerdeki kadın karakterlerin farklı<br />
tepkileri ile karşılaşırlar. Bundan sonraki<br />
kısımda her iki filmdeki karakterlerin belli<br />
bir noktaya kadar benzerlik gösteren ama<br />
oradan sonra ayrışan davranış biçimlerine
ve karşılaştıkları tepkilere yakından göz<br />
atacağız.<br />
*** Bundan sonraki kısım yoğun miktarda<br />
sürprizbozan içerdiğinden filmleri izledikten<br />
sonra okumanız tavsiye edilir. ***<br />
Killing Ground (2016)<br />
Klasik bir “şehirli taşraya gelir<br />
ve taşralı ile hayatta kalma mücadelesine<br />
girişir” filmi olan Killing<br />
Ground’da Ian ve Sam taşraya<br />
kamp yapmaya gelen şehirli bir<br />
çifttir. (Dış görünüşü erkeksi olmasa<br />
bile Sam’in ismi, önemli bir işaret<br />
olarak, ‘slasher’lardaki final kızları<br />
gibi erkeksidir.) Ian’ın çocukluktan<br />
kalma güzel anılarını süsleyen<br />
Gungilee Falls’ta (ıssız sayılabilecek<br />
ormanlık alanda) çadır kurarlar. Aynı yerde<br />
çadır kuran dört kişilik başka bir aile üç<br />
dört gün önce korkunç bir olaya kurban<br />
gitmiştir. Chook ve German isimli iki yerel<br />
serseri, anneye ve kızına tecavüz etmiş,<br />
sonra da daha yeni yürümeye başlamış<br />
bebekleri Ollie hariç bütün aileyi<br />
acımasızca öldürmüştür. Çiftimiz Ollie’yi<br />
bulur, sonra taşralı tecavüzcü katillerle<br />
karşılaşır ve beklenen hayatta kalma<br />
mücadelesi başlar. Mücadelenin bir yerinde<br />
Sam, Chook tarafından yakalanmış,<br />
Ian ise ormanda saklanmaktadır.<br />
Arkadaşı tarafından yanlışlıkla vurulup<br />
yaralanan German ile yine Chook<br />
tarafından hunharca yere çarpılan Ollie<br />
ise biraz ötesinde kıpırdamadan<br />
yatmaktadırlar. Ian, German’ın yanında<br />
duran tüfeği alıp kadını için savaşması<br />
gerektiğini bilmektedir ama yapamaz.<br />
Bunun yerine saklanmaya devam etmeyi<br />
tercih ederek kendisine biçilen erkek<br />
rolüne uygun davranmaz. Bu sahnede<br />
German’ın yanına kadar gelen Ian,<br />
tüfeğe bakar ve büyük bir ikilemde kalır.
Ataerkil toplumsal düzene teslim olmuş<br />
seyirci, büyük ihtimalle “tüfeği al, savaş,<br />
diğer adamı öldür, sevgilini kurtar” gibi<br />
kendisine öğretilen kodları sıralamaya<br />
başlayacaktır farkında olmadan. Ian kendisinden<br />
bekleneni yapmaz ve saklandığı<br />
çalılığa geri döner. Filmin toplumsal cinsiyet<br />
rollerine ilişkin unutulmaz sahnesi<br />
hemen bundan sonra gelir. Chook, Sam’i<br />
bir ağaca bağlar ve Ian’ın teslim olmasını<br />
ister. Ian ise German’ın cebindeki araba<br />
anahtarlarını alıp kaçar. Araba sesini<br />
duyan Chook, Sam’i de yanına alarak<br />
diğer arabayla Ian’ın peşine düşer. Yolda<br />
“Erkek arkadaşın korkak tavuk gibi kaçtı”<br />
diyerek dalga geçen Chook’a Sam: “Hayır,<br />
kaçmadı, Ollie’yi kurtardı” diye yanıt verir.<br />
Arabaya giderlerken Ollie’nin sarılı olduğu<br />
bezin boş olduğunu görmüştür. Bu sahnede<br />
ataerkil toplumsal düzenin sarsılmaz<br />
gücüne bir kez daha şahit oluruz. Farklı<br />
katmanlarda da olsa aynı yapı içinde<br />
yaşamakta olan kurban ile tecavüzcü<br />
katil, toplumsal cinsiyet rolleri hakkında<br />
neredeyse birebir aynı düşünmektedir.<br />
Sam de önce Ian’ın kaçtığına inanmak<br />
istemez; kalması, kadınını koruması ve<br />
onun için savaşması gerektiği dışında<br />
başka doğru olamayacağını düşünür. Ama<br />
sonra Ollie’yi göremeyince Ian’ın yaralı<br />
bebeği kurtarmak için gittiğine inanmayı<br />
tercih ederek rahatlar. Ian’ın olay yerinden<br />
uzaklaşmasını ancak bu şekilde mantığına<br />
uydurabilir. Başka türlüsü imkân ihtimal<br />
dâhilinde değildir. Finale yaklaştığımızda<br />
çiftimiz tekrar bir araya gelir ve Sam’in ilk<br />
merak ettiği şey Ollie’nin nasıl olduğudur.<br />
Ian ise bilmediğini söyler. Sam’in başından<br />
aşağı kaynar sular dökülür ve acı gerçekle<br />
yüzleşir: Ian polisten yardım almak<br />
üzere bile olsa “gerçekten” kaçmıştır.<br />
Hayal kırıklığı ve öfke ile dolan Sam, ipleri<br />
eline alır. Erkeği tarafından kurtarılmayı<br />
beklemek yerine kendi toplumsal cinsiyet<br />
rolünden sıyrılır, savaşmaya başlar<br />
ve çiftimiz yaralı da olsa kurtulmayı<br />
başarır. Final sahnesinde, filmin hemen
aşında evlenmeye karar veren çiftimizi<br />
hastanede görürüz. Bakışlarından hâlâ<br />
Ian’a âşık olduğunu hissettiğimiz Sam,<br />
bir yandan da “seninle ne yapacağım<br />
ben” çaresizliği içinde gibidir. Killing<br />
Ground, aralarında üç dört gün olan iki<br />
ayrı olayı paralel kurguyla vererek aslında<br />
bir bakıma basit hikâyesini biraz daha<br />
süslü bir biçimde sunmaya çalışıyor ve bu<br />
tercihiyle istediğini almayı da başarıyor.<br />
Yukarıdaki paragrafta detaylıca bahsetmeye<br />
çalıştığım toplumsal cinsiyet rolleri<br />
hakkında seyirciyi özeleştiriye zorlayan<br />
sahneler bu denli güçlü olmasa, izlenip<br />
unutulacak sıradan bir film olma ihtimali<br />
çok yüksek.<br />
Ghost House (2017)<br />
Ghost House ise egzotik bir tatil hayaliyle<br />
Tayland’a gelen Amerikalı bir çiftin<br />
başına gelen doğaüstü olayları anlatıyor.<br />
Jim ve Julie, aynı Killing Ground’daki çift<br />
gibi, filmin hemen başında evlenmeye<br />
karar verirler. Havaalanında karşılaşıp<br />
anlaştıkları Gogo isimli Taylandlı<br />
şoför/tur rehberi ile beraber<br />
Bangkok’u gezmeye başlarlar. Bu<br />
tip “Amerikalılar yurtdışı tatilinde”<br />
filmlerinde sıkça karşılaştığımız<br />
üzere burada da geri kalmış<br />
Doğu’yu aşağılama ve modern<br />
Batı’yı yüceltme diyaloglarıyla/<br />
sahneleriyle sıkça karşılaşırız.<br />
Derken çiftimiz otelde iki İngiliz<br />
(Robert ve Billy) ile tanışır ve<br />
onların kurduğu tuzak neticesinde<br />
Julie’ye intikamcı bir hayalet musallat<br />
olur. Jim, kız arkadaşını kurtarmak<br />
için “erkek rolüne” bürünerek “kendince”<br />
ipleri eline alır ama yardıma çağırdığı<br />
Gogo’nun yönlendirmesiyle, fenalaşan<br />
Julie’nin hastaneye değil de yakınlardaki<br />
bir köye götürülmesine karşı çıkamaz.<br />
Köyde Julie’ye ‘watabe’ ismi verilen<br />
intikamcı bir hayaletin musallat olduğuna<br />
kanaat getiren köylüler bir keşiş çağırır.<br />
Jim, kültürel olarak yabancı olduğu müdahaleye<br />
karşı çıksa da çaresizlikten kabul
etmek zorunda kalır, ipler bir kez daha<br />
elinden alınmıştır. Keşiş, hayaleti kovmak<br />
için bir ayin düzenler ve Julie’ye koruyucu<br />
tılsımlar takar ama genç kadın düzelmez.<br />
Tekrar direksiyona geçen Jim, Julie’ye<br />
hastaneye götürür ama aradığı ilacı orada<br />
da bulamaz. Daha sonra kendilerini bu<br />
işe bulaştıran İngilizlerin peşine düşer ve<br />
aksiyon filmlerindeki kahramanları aratmayacak<br />
fedakârlıklarda bulunarak Julie’yi<br />
kurtarır. Bütün bu olan biten esnasında<br />
Julie tamamen pasif durumdadır. Erkeğin<br />
(kimi zamanlarda yetersiz ya da çaresiz<br />
kalacak zayıflıkta olsa bile) üstünlüğü<br />
kutsanır, kadının konumu net bir şekilde<br />
belirlenir.<br />
Ghost House için en çok, “medeniyetler<br />
arası sosların çılgın bir karışımından<br />
müteşekkil, pek de lezzetli olmayan bir<br />
çorba” tanımı uygun düşecektir. Modern<br />
dünyayı temsilen Amerikalı bir çift,<br />
geri kalmış dünyayı temsilen Tayland’a<br />
tatile gelir ve tabii ki başlarına gelmey-
en kalmaz. Tayland’da olduğumuz için<br />
felaketin adresi tabii ki intikamcı hayalettir.<br />
Ancak hayaletin hareket etme<br />
tarzını belirlemek için ilginç bir tercihte<br />
bulunmuşlar. Ringu (1998) ile başlayan<br />
dönem sonrası (J-Horror başlığı altında<br />
toparlanıp Batıya, bilhassa ABD’ye sunulan)<br />
Japon korku filmleri, ABD’de bir<br />
hayli popüler olmuştu. Bu filmlerdeki hayaletlerin<br />
kurbanlarına yaklaşırken kendine<br />
özgü bir hareket tarzı vardı. (Sadako’yu ya<br />
da Kayako’yu aklınıza getirin.) Filmdeki<br />
intikamcı hayaleti Taylandlı bir adama âşık<br />
olmuş, onunla evlenip Tayland’a gelmiş,<br />
aldatıldığını öğrenince de intikam almaya<br />
çalışırken yanarak ölmüş bir Japon<br />
kadına dönüştürerek Amerikalıların kolayca<br />
benimseyebileceği, onlara yabancı<br />
gelmeyecek (hatta belki Sadako’yu veya<br />
Kayako’yu hatırlatacak) biçimde hareket<br />
etmesini sağlamışlar. Ama bütün bu detaylar<br />
birleşince ortaya garip bir bileşim<br />
çıkıyor. Ghost House, öyle çok fazla dikkate<br />
alınması gerekmeyen, çılgın ama<br />
işlevsiz bir formülün peşine takılıp giden,<br />
vasatın altında kalan bir intikamcı hayalet<br />
filmi. Toplumsal cinsiyet rolleri hakkındaki<br />
söylemleri de ataerkil düzene hizmet edecek<br />
şekilde dizayn edilmiş.<br />
Sonsöz<br />
Her iki filmin sunduğu gerçeklik üzerinden<br />
bir yorum yapmak gerekirse; ister<br />
modern Batı’nın herhangi bir şehrine ya<br />
da taşrasına gidin, ister dünyanın diğer<br />
ucundaki az gelişmiş bir ülkeye gidin,<br />
ataerkil toplumsal düzenin dikte ettiği<br />
toplumsal cinsiyet rollerini benimsemiş<br />
bireylerin çoğunluğu oluşturduğuna şahit<br />
olacaksınız sonucuna ulaşıyoruz. Şaşırtıcı<br />
mı? Pek sayılmaz. Ancak ataerkil yapı<br />
tarafından acımasızca ezilen kadınların<br />
konumu, belli bir farkındalığa ulaşması<br />
ve akabinde dönüşümü hakkında önemli<br />
laflar eden Killing Ground ilginç noktalara<br />
temas ederken, Ghost House ataerkil<br />
yapıyla hiçbir biçimde ters düşmemeye<br />
özen gösteriyor.
KISA FİLM<br />
ÖZGÜR SİNEMA<br />
YAPABİLMENİN<br />
TEK YOLUDUR<br />
FIRAT SAYICI<br />
Bu ay<br />
“Kapan” filminin<br />
yaratıcısı Korhan<br />
Günay sorularımı<br />
cevaplandıran<br />
isim oldu.<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Bu ay “Kapan” filminin yaratıcısı<br />
Korhan Günay sorularımı<br />
cevaplandıran isim oldu.<br />
“Kapan”da zor bir konuyu etkili metaforlar<br />
ve sürpriz finalle bitiren Günay’ın kısa<br />
film üzerine düşünceleri...<br />
Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />
misin?<br />
İstanbul’da doğdum. Mimar Sinan Üniversitesi<br />
Sinema bölümünden mezun<br />
oldum. 2008’den bu yana yönetmenlik<br />
ve senaryo yazarlığı yapıyorum.<br />
Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />
Kısa film, bir hikaye anlatma biçimi ve<br />
yoludur. Sinema kökeni itibarı ile kısa<br />
filmden türemiştir. Hatırlayın, ilk filmler<br />
hep kısa metrajlıdır. Bu anlamda sinemada<br />
oldukça eski bir geleneğin hali<br />
hazırdaki temsilcisidir. Kısa film, özgür<br />
ve bağımsız sinema yapabilmenin<br />
neredeyse tek yoludur. Sinemanın finansla<br />
olan ilişkisi, bağımsız film<br />
yapabilmeyi neredeyse imkansız<br />
hale getirdiği günümüz dünyasında,<br />
sinemacının üzerinde herhangi bir baskı<br />
olmadan rahatça üretim yapabileceği<br />
ciddi bir mecradır. Kısa film, uzun filmin<br />
kısaltılmış hali değildir.<br />
Biraz Kapan’dan ve onu çekme nedenlerinizden<br />
bahseder misin?<br />
Kapan, bir çöp evde tıkılıp kalmış bir<br />
anne kızın hikayesini anlatıyor. Bir yalana<br />
sarılmış bu iki kadın birbirleri ile bir<br />
tür kedi fare oyunu oynarlar. İnsanoğlu,<br />
kendine medeni dediği tarihten bu<br />
yana üç şeyi gizlemeye, üzerini örtmeye<br />
çalışmıştır: Ceset, dışkı ve çöp. Bu<br />
gizleme, halının altına süpürme durumu<br />
gerçekten de çok dikkat çekici bir<br />
mesele. Benim gibi polisiye romanlara<br />
düşkün biri için, bu özellikle gizleme,<br />
üzerini örtme hali üzerine gidilmesi gereken<br />
bir mesele oldu. İnsanı tanımak,<br />
insanlığın gittiği yolu anlamak için onun<br />
sırlarını karıştırmanın iyi bir yol olduğunu<br />
düşünüyorum. Kapan, bu anlamda,<br />
benim insanoğlunu tanıma çabamın bir<br />
ürünü oldu. Ailenin ve özel mülkiyetin<br />
temelleri hakkında bir tür beyin jimnastiği
yapmış oldum.<br />
Kapan, tek bir mekanda<br />
geçen, tek bir<br />
sahneden oluşan<br />
bir film. Tek bir anda<br />
geçen bu filmde,<br />
hikayenin zamanı ve<br />
seyircinin zamanı bir<br />
ve aynıdır. Kapan,<br />
benim nazarımda<br />
biçimsel olarak diğer filmlerden ayrılmaktadır.<br />
Kapan’ı yapma isteğimin en büyük sebeplerinden<br />
biri de budur. Kapan, yurt içinde ve yurt dışında<br />
pek çok festivalde gösterildi ve ödüller aldı.<br />
Cannes Film festivalinde Short Film Corner bölümünde,<br />
İsrail’de Arava film festivalinde gösterildi.<br />
İzmir uluslararası kısa film festivalinde ikincilik<br />
ödülü, Setem İpek yolu kısa film festivalinde ise<br />
en iyi kadın oyuncu (Irmak Ünal) ve en iyi görüntü<br />
yönetimi (Durmuş Sorkut) ödüllerini aldı.<br />
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi<br />
katkıları olabilir? Neler götürür?<br />
Sinema, doğumundan bu yana teknolojiye<br />
göbekten bağlı bir sanat biçimidir. Sinemanın<br />
kendisi bizatihi teknolojik bir icattır. Durum böyle<br />
olunca, sinema tarihi boyunca teknoloji ile son<br />
derece içeriden ve dolaysız bir ilişki kurmuştur.<br />
Sesli sinemanın doğuşu, renkli film, günümüzde<br />
CGI teknolojisi sinemanın hiç zorlanmadan<br />
içine aldığı teknolojik gelişmelerdir. Bütün bu<br />
gelişmeler sinemaya çok yeni, çok farklı anlatım<br />
olanakları getirmiş bu anlamda da sinemanın<br />
özgürleşmesini sağlamıştır. Ne var ki, bütün<br />
bu teknolojik gelişimler, sinemanın finansla<br />
olan bağını daha da sıkı hale getirmiş, finansın<br />
sanat üzerindeki tahakkümünü güçlendirmiştir.<br />
Bu da sinemanın, sinemacının bağımsızlığını<br />
neredeyse imkansız hale getirmiştir. Kısa film<br />
açıcından bakacak olursak, teknolojinin ilerlemesi<br />
ve ulaşılabilir olması özgürleştirici bir<br />
etki yaratmıştır. Son dönemde giderek artan<br />
kısa film sayısına ve prodüksiyon kalitesindeki<br />
görece artışa da bakarak bunu rahatlıkla<br />
söyleyebiliriz. Bütün bu niceliksel artışın nitelik
anlamında da bir gelişmeye neden olacağına<br />
inanıyorum.<br />
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />
yabancı yönetmenler kimler?<br />
Kurosawa ve Kieslowski öğrenciliğimden beri sevip<br />
takip ettiğim ustalardır. Keza, Lütfi Akad atölyesinden<br />
mezun bir sinema öğrencisi olarak Lütfi<br />
hocanın üstümde emeği çoktur. Son dönemde ise<br />
beni en çok heyecanlandıran sinemacı Asghar<br />
Farhadi oldu.<br />
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />
yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />
Kısa filmin, uzun metrajın bir yedeğiymiş gibi<br />
algılandığı, yeterince önem verilmediğini gözlemliyorum.<br />
Bu çok üzücü bir durum elbette. Kısa filmin<br />
başlı başına bir uğraş, çok önemli bir anlatım<br />
aracı olduğunu yakın zamanda fark etmelerini<br />
umuyorum.<br />
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />
Şu aralar bir uzun metraj filme hazırlanıyorum.<br />
Senaryosunu yazdığım ve yönetmenliğini<br />
eşim Canan Çelik’le birlikte yapacağımız filmin<br />
yapımcılığını da Bulut Reyhanoğlu üstlenecek.<br />
Şimdiden, Antalya Film Forum ve Boğaziçi<br />
Film Festivali Filmlab gibi önemli pitching<br />
platformlarında filmimizi tanıtmaya başladık. Bu<br />
yıl sonuna kadar filmin çekimlerini tamamlamış<br />
olmak gibi bir niyetimiz var. Sonrasında uzun<br />
metrajlı filmlerle devam etmeyi düşünsem de<br />
kısa filmi bırakmayı hiç düşünmüyorum. Kısa<br />
film özgürce film yapabilmenin şimdilik en kestirme<br />
yolu. Bu lüksü hiçbir şeye değişmem.
BÖYLE BABAYA<br />
BÖYLE KIZ<br />
Klint Eastwood’un kızı Francesca Estwood<br />
iyice beyazperdeye ısınmakta. Ocak sonunda<br />
vizyona giren Ölüm Odası-The Vault’ta<br />
James Franco ile rol alan güzel yıldız yeni<br />
filmlerle kendinden söz ettireceğe benzer.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Francesca,<br />
Clint Eastwood<br />
ve Frances<br />
Fisher’ın kızıdır.<br />
Hollywood’ta<br />
ünlü bir ismin<br />
kızı olmak<br />
her daim iyise<br />
de büyürken<br />
yaşadıkları açısından hep bir problemleri<br />
olur. Clint Eastwood’un<br />
6 çocuğundan biridir Francesca.<br />
Çoğunlukla babasız büyüdüğü<br />
söylenebilir. Daha 9 yaşındayken<br />
ölümden dönmüştür. 2001 yılbaşı<br />
sabahı Francesca ve annesi Frances<br />
Fisher ucu ucuna evlerini yakıp<br />
kül eden bir yangından kaçmışlardır.<br />
Francesca yatak odası camına<br />
tırmanıp kendisini annesinin ve bir<br />
komşusunun kollarına bırakmıştır,<br />
hemen hastaneye yatırılmış ve duman<br />
zehirlenmesi nedeni ile tedaviye<br />
alınmıştır. Aynı zamanda ellerindeki<br />
yanıklar nedeni ile de tedavi
FRANCESCA<br />
ESTWOOD<br />
edilmiştir. Clint Eastwood, kızını hastanede<br />
görmek için hemen bir uçak<br />
ile gelmiş ve kızının kurtarıcılarına<br />
şahsen teşekkür etmiştir. Baba<br />
tarafından Kimber Eastwood, Kyle<br />
Eastwood, Alison Eastwood, Scott<br />
Eastwood, Kathryn Eastwood,<br />
Morgan Easwood gibi bir çok yarıkardeşi<br />
vardır. The Star Fell on Henrietta<br />
(1995) filminde annesi ile Gerçek<br />
Suç (1999) filminde babası ile rol<br />
almıştır. Hollywood Foreign Princess<br />
kuruluşu tarafından 2013de Miss<br />
Golden Globe ilan edilmiştir. 70.<br />
Golden Globe ödüllerinde o yılın Mr.<br />
Golden Globes’u Sam Michael Fox<br />
ile Miss Golden Globe olarak görev<br />
almıştır. Miss ve Mr. Golden Globes<br />
genelde sinema ortamında çok ünlü<br />
insanların, o insanlar tarafından bir<br />
yere gelmesi istenen çocuklarına<br />
verilir. Eski Miss Golden Globes’lar<br />
Linda Evans (1964), Anne Archer<br />
(1971), Melanie Griffith (1975), Laura<br />
Dern (1982), Joely Fisher (1992), Tori<br />
Reid (1999)Dakota Johnson (Melanie<br />
Griffith’in kızı) (2006) ve Lorraine<br />
Nicholson (2007). Freddie Prinze<br />
Jr.’da 1996’da Mr. GG seçilmişti.
OYUNCUNUN ELLI TON<br />
JAMIE<br />
DORNAN<br />
James Jamie Dornan<br />
“Karanlığın Elli Tonu”,<br />
“Özgürlüğün Elli Tonu” isimli<br />
yapımlarda, başrolde yer<br />
aldı. Serinin üçüncü filmi olan<br />
Özgürlüğün Elli Tonu’nu bu ay<br />
izleyeceğiz…
U<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n Iames Jamie<br />
Dornan, 1982<br />
yılında, Kuzey<br />
İrlanda’da<br />
dünyaya geldi.<br />
Eğitim hayatında<br />
gittiği Belfast’ta<br />
bulunan Metodist<br />
Koleji büyük<br />
rol oynadı, burada aldığı tiyatro<br />
eğitimi sonrası, oyunculuk yeteneği<br />
büyük oranda gelişti.. Üniversite<br />
eğitimi için, Teesside’ye kaydolsa<br />
da, eğitimini yarıda bırakıp, aktör<br />
olma ümidiyle, Londra’nın yolunu<br />
tutmuştur.<br />
Başarılı bir oyuncu olmasının<br />
yanında, podyumlarda aranan bir<br />
mankendi. “Calvin Klein”, “Dior” gibi<br />
markalar için manken olarak podyumlarda<br />
sahne almış, tasarımları<br />
denemiştir. Ayrıca, New York Times<br />
aktörün bu yönünü, “Altın Vücut”<br />
unvanı ile pekiştirmiştir.<br />
24 yaşında ilk defa bir sinema filmi<br />
ile kamera karşısına geçti. “Marie<br />
Antoinette” isimli, konusu Avustu-<br />
rya arşidüşesi, Fransa ile ittifak<br />
için evlilik yapmak zorunda kalan<br />
bir kadının hikayesi olan filmde,<br />
çok önemli bir rol ile olmasa da,<br />
canlandırdığı “Axel von Fersen”<br />
karakteri ile izleyicinin beğenisini<br />
kazanmayı başarmıştır.<br />
26 yaşında, “Beyond the Rave”<br />
isimli, bölgesel yerel askerlerin<br />
özgürlük mücadelelerini konu edinen<br />
filmde, başrol karakteri olan<br />
Ed’i canlandırmıştır.<br />
27 yaşında, “Shadows in the Sun”<br />
yapımı ile kamera karşısına geçen<br />
oyuncu bir anda normal bir ailenin<br />
hayatlarına giren, garip bir gencin,<br />
onların hayatlarını nasıl olumlu<br />
etkilediğini konu edinen filmde Joe<br />
isimli genci canlandırdı. Sanatçı<br />
iki kısa filmde yer almıştır. “X Returns”<br />
filmi ile başrol X karakterini<br />
canlandırmış, “Nice To Meet You”<br />
filmi ile genç adamı oynamıştır.<br />
33 yaşında yer aldığı “Grinin Elli<br />
Tonu” filmi şüphesiz, sanatçının en<br />
büyük çıkış yakaladığı yapım oldu.<br />
Başrolde yer aldığı bu yapım ile<br />
beraber tüm dünyada tanınan bir<br />
aktör olma sıfatına sahip oldu 40<br />
milyon dolarlık düşük bütçeli film,<br />
gişede tam 571 milyon dolar hasılat<br />
elde etmiştir. Filmde, cinsel dürtülerin<br />
de ötesine geçen sıra dışı hazza<br />
dayalı bir ilişki, tutkulu şekilde<br />
lanse edilmiştir. Film ile beraber,<br />
Jamie Dornan, “Altın Ahududu<br />
Ödülleri” ile En İyi Erkek Oyuncu<br />
kategorisinde aday gösterilmiştir.<br />
Ayrıca, film ve aktörleri, farklı dallarda,<br />
17 farklı kategoride ödüle<br />
aday gösterilmiştir.<br />
Sanatçı, sonrasında gösterime<br />
girecek, “Karanlığın Elli Tonu”,<br />
“Özgürlüğün Elli Tonu” isimli<br />
yapımlarda, yine başrolde yer<br />
aldı. Serinin üçüncü filmi olan<br />
Özgürlüğün Elli Tonu’nu bu ay<br />
izleyeceğiz…
Çağan Irmak<br />
yönetmenliğinde<br />
ki Gülizar Kanal D<br />
ekranlarından cumartesi<br />
akşamları izleyici<br />
ile buluşmaya başladı.<br />
HER ŞERDEN BIR HAYIR<br />
ÇIKAR MI? GÜLIZAR VE<br />
MURAT AŞK YAŞAR MI?<br />
NERGİZ KARADAŞ<br />
DİZİFUN<br />
Çağan Irmak yönetmenliğinde ki Gülizar Kanal D<br />
ekranlarından cumartesi akşamları izleyici ile buluşmaya<br />
başladı. Asmalı Konak, Çemberimde Gül Oya gibi dizilerle<br />
izleyici ekran başına bağlamış filmleri çokça izlemiş<br />
yönetmen bu kez doğduğu şehir İzmir’de başlayan bir<br />
hikâye ile izleyici karşısına çıktı. Dizide Farah Zeynep<br />
Abdullah (Gülizar), Ömer Berk Cankat (Murat) , Ebru<br />
Cündübeyoğlu (Suzan) ve Berkay Ateş (Fettah)’in yanı<br />
sıra Şerif Sezer (Hayriye), Sevtap Özaltun (Mine), Berk<br />
Erçer (Tuğrul), Osman Alkaş (Veysel), ve Zuhal Gencer<br />
(Candan) gibi çok sayıda isim yer alıyor.<br />
Her Şerde Bir Hayır Var mıdır?<br />
Dizimizin esas kızı Gülizar İzmir’de annesinin kendisini<br />
emanet ettiği Suzan ile yaşayan, en büyük hayali<br />
söylediği ve sosyal medyada patlamasını beklediği<br />
şarkılarıyla şöhreti yakalamak olan genç, güzel bir kızdır.
Gülizar ve ekürisi Fettah’ın sosyal medyadan<br />
beklentileri tam da günümüz gerçekliğine uyuyor<br />
ve birçok kişinin hayallerini ekrana taşıyor aslında.<br />
İzlerken çok daha uzun gelse de 24 saat<br />
içerisinde Gülizar’ın hayatı değişir. Bir anda<br />
sonrasında yaşanacakları daha kolay kabullenmesini<br />
sağlayacak bir sürü kötü olay yaşar.<br />
Suzan’ın çalıştığı pavyonun sahibi Şeref adındaki<br />
kadın Gülizar’ın annesine olan kinininde etkisiyle<br />
onu Suzan’ın borçlarına karşılık kendi mekânında<br />
zorla çalıştırmaya çalışır. Zaten yokluk içerisinde<br />
yaşadıkları için<br />
Suzan’ın borcunu<br />
ödeme şansı yoktur.<br />
Eş zamanlı olarak<br />
Gülizar kendisi ile<br />
evlenmek isteyen<br />
babası yaşındaki bir<br />
adamın tacizine uğrar<br />
ve adamın Şeref’in<br />
adamları tarafından<br />
öldürülmesi üzerine<br />
ilk etapta cinayet<br />
üzerlerine kalmış gibi<br />
görünür. Bu durum<br />
polise gitmeme hallerini<br />
meşrulaştırır.<br />
Fettah Şeref’in<br />
adamları tarafından<br />
vurulur. Gülizar<br />
babasını öldü bilmesine<br />
rağmen Veysel<br />
kapılarını çalar ve onu<br />
milyoner olan öz babasına götürür ve tabiî ki ölüm<br />
döşeğindeki babanın Gülizar’ın varlığından haberi<br />
olmayan eşi ve çocukları kıyameti kopartır. Baba<br />
Gülizar ile tanışmasının hemen ardından kanserden<br />
ölür. Yaşanan bunca kötü olayın ardından<br />
Gülizar milyonluk bir mirasın varisleri arasında<br />
yerini alır. Gülizar kendisini yıllarca aramayan<br />
babasını benim açımdan çok akla yatkın gelmese<br />
de bir anda affeder. Mezarı başında ona hakkını<br />
helal eder. Bunun hemen öncesinde ne tesadüftür<br />
ki babasının ailesinden ciddi kazık yemiş<br />
bir avukatı şans eseri bulur ve payına düşen<br />
mirası almak için dava açar. Gülizar ve babasının<br />
ailesi arasında bundan sonra yaşanacak miras<br />
savaşı dizinin temel çatışma noktalarından birini<br />
oluşturacaktır.<br />
Kesişen Hayat ve Tohumları Atılan Aşk<br />
Gülizar’ın babasının evi olan çiftlikte yolları<br />
Murat ile kesişir. Gülizar’ı oraya getiren kâhya<br />
Veysel’in oğlu olan Murat yakışıklı, son derece<br />
gururlu, çalışkan bir gençtir. Gülizar’ın kız<br />
kardeşi Mine ile uzun yıllardır sözlüdür. Herkes<br />
ikilinin evlenmesini beklese de Murat’ın<br />
bu konuda çekimser bir tavrı var gibidir.<br />
Gülizar’ın babası kızı Mine ile bir an önce<br />
evlenmesini istediği Murat’a Gülizar’ı da emanet<br />
eder. Bu yüzden Gülizar’ın eve gelişiyle<br />
başlayan savaşta Murat Gülizar’ın yanında<br />
olur. Sonrasında herkesi karşısına alacağını<br />
bile bile Gülizar’ı İzmir yolculuğunda yalnız<br />
bırakmamaya karar verir. Gerek onun bu<br />
tavırları, gerekse Gülizar’ın o karmaşa ve acı<br />
halinde bile onu yakışıklı bulduğunu Fettah’a<br />
ve sonrasında kendi kendisine dile getirmesi<br />
dizinin bundan sonraki seyrinin göstergesidir.<br />
İkili arasında çetin savaşlarla karşı karşıya<br />
kalacakları bir aşk olacağının sinyalleri verilir.<br />
Normalde belki de izleyici tarafından ahlaki<br />
bulunmayacak bu aşk Mine’nin Gülizar’a karşı<br />
olan düşmanca tavrı ve annesi Candan’ın<br />
Murat’ın ailesi ile olan sınıf farklarına ilişkin<br />
vurgularıyla izleyici açısından anlaşılır<br />
kılınmaya çalışılmış kanımca. Zira Gülizar’ın
kendisinden nefret eden kız kardeşine bu konuda<br />
bir sorumluluk hissetmemesi kimileri için anlaşılır<br />
bir durum haline gelecektir. Murat’ın kendisine çok<br />
âşık olan Mine’ye verdiği sözden vazgeçmesi ise<br />
ailesinin aşağılanmasına sessiz kalmayacak bir<br />
karakter olması ile anlaşılır ve hatta kabul edilebilir<br />
hale gelecektir. Söylemeden edemeyeceğim iyi ve<br />
insani yönleriyle ön plana çıkartılan Murat’ın ikinci<br />
babam olarak söz ettiği Mehmet Rıfat’ın cenazesinin<br />
ardından Mine ve ailesine destek olmak ve<br />
dolayısıyla cenaze evinde olmak yerine veteriner<br />
kliniğine gidip çalışmış olması benim açımdan senaryonun<br />
inandırıcılığına gölge düşürdü. Bununla<br />
birlikte dizinin veteriner kimliği ile Murat’ın Sokak<br />
hayvanları ile kurduğu ilişki üzerinden farkındalık<br />
mesajları veriyor olması benden artı puan aldı.<br />
Hikâyenin hızlı akmasının iyi yanları olmakla<br />
birlikte bundan sonra nelerin yaşanacağının bu<br />
kadar açık edilmesi ya da edilmiş görünmesi<br />
merak duygusunu ortadan kaldıracağından<br />
benim gibi birçok izleyicinin diziyi izlemeye devam<br />
etme noktasında çekimser davranmasına<br />
neden olacağı düşüncesindeyim. Hali hazırda<br />
yayınlanan iki bölümüyle reytinglerde üst<br />
sıralara tırmanamayan dizinin akıbetine ilişkin<br />
bir şey söylemek için erken olmakla birlikte<br />
izleyiciyi ekran başına bağlaması kolay olmayacak<br />
gibi görünüyor diyebilirim. Ne olur hep<br />
birlikte göreceğiz.
SEN ANLAT KARADENİZ<br />
Geçtiğimiz<br />
günlerde ekrana<br />
gelen Sen Anlat<br />
Karadeniz henüz ilk<br />
bölümüyle<br />
reyting<br />
sıralamasında<br />
üst sıralara<br />
yerleşeceğinin<br />
sinyallerini<br />
verirken bir yandan<br />
da eleştirilerin<br />
odağında yer aldı.<br />
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
TVMANIA<br />
Geçtiğimiz günlerde ekrana gelen Sen Anlat<br />
Karadeniz henüz ilk bölümüyle reyting<br />
sıralamasında üst sıralara yerleşeceğinin<br />
sinyallerini verirken bir yandan da eleştirilerin odağında<br />
yer aldı. Kadına şiddetin altını çizeceği belirtilen proje<br />
şiddet içeren sahneleri ve karakter özellikleri ile eleştiri<br />
oklarının hedefi oldu. Diziye genel çerçevede bakarak<br />
biraz üstüne düşünelim istiyorum. Genel olarak dizinin<br />
konusu şöyle: “Nefes ve Tahir’in imkansız aşkını konu<br />
alan dizide, geçmişte para karşılığı satıldığı adamın<br />
zulmünden kaçıp çocuğuyla birlikte Karadeniz’e<br />
sığınan Nefes’le, onu koruduğu için ailesinin büyük<br />
tepkisiyle karşılaşan Tahir’in hikayesine yer veriliyor.”<br />
Dizinin Komedisi de Dramı Kadar Cömert<br />
Sen Anlat Karadeniz, dram ağırlığı kadar komedi<br />
unsurlarıyla da ilk bölümden dikkat çekti. Eli yüzü<br />
düzgün, ilk bakışta seyri keyifli bir iş. Dizinin senaristleri<br />
son olarak Ver Elini Aşk’ta kalemine şahit<br />
olduğumuz Ayşe Ferda Eryılmaz ve Nehir Erdem. O di-
ANLAT DA BİN<br />
DÜŞÜN, BİR ANLAT<br />
zide de diyaloglara bayılmıştım, henüz Karadeniz<br />
kültürüne ait özgün çok fazla deyiş duyamasak da<br />
ilerleyen bölümlerde bu eksiklerinde kapanacağını<br />
umut ediyorum. Ver Elini Aşk’ta Antep kültürüne<br />
doymuştuk zira… Şiddet gören kadının, kendisini<br />
zorla eve kapatan adamla evlenmemiş olması ve<br />
bunu anlatırken “Bana bir tek orada fikrimi sordular”<br />
dediği sahne muazzamdı. Bu sapkın birlikteliği<br />
evlilikle sözde meşrulaştırmadıkları için teşekkürü<br />
borç biliyorum. Dizide sorunlu mesajlar yok mu,<br />
tabii ki var, onlara birazdan geleceğim. Öncesinde<br />
mizansenlerin oldukça sıcak olduğunun, ailenin<br />
gerçekliğinin izleyiciye geçtiğinin altını çizmek<br />
istiyorum. İç karartan motivasyondan yoksun<br />
dramların arasında komedisi de gözyaşı kadar<br />
cömert dizinin, özlemiştik.<br />
Öykü Gürman’ın Başına Talih Kuşu Konmuş<br />
Dizinin o tartışılan sahnelerine gelmeden belirtmem<br />
gerek Öykü Gürman’ın canlandırdığı Asiye<br />
Kaleli karakteri fenomenleşecek şimdiden belli.<br />
Sinan Tuzcu ile partner olan Öykü Gürman<br />
henüz oyunculuğu ile partnerine yetişmeye<br />
çalışıyor olsa da enerjisi ve rolün kalibresi ile<br />
izleyicinin gönlünü kazanacak hiç şüphem yok.<br />
Rol o kadar keyifli ki, “Gürman’ın başına talih<br />
kuşu konmuş” demekten kendimi alamıyorum.<br />
Dizinin kare ası ile Mehmet Ali Nuroğlu, ne yalan<br />
söyleyeyim ekranda görmeyi özlemişim. Son<br />
sahnede ağzından salyalar saçarak öfkelendiği<br />
anlar dizinin en etkileyici performanslarını sundu.<br />
Alkışlar…<br />
Biraz da Madalyonun Öteki Yüzüne Bakalım<br />
Dizi için “erkek şiddet uyguladı ve o sahneler<br />
ekrana geldi” eleştirisi sıklıkla yapıldı, ben<br />
konunun çerçevesini biraz daha genişletmek<br />
istiyorum. Asıl sorunun şiddetin gösteriminin<br />
yanı sıra karakterle beraber şiddeti<br />
dışsallaştırmamız olduğunu düşünüyorum.
Mehmet Ali Nuroğlu’nun başarıyla canlandırdığı<br />
Vedat Sayar karakteri tam bir psikopat olarak<br />
karşımızda. Kadını ve çocuğunu eve kapatan,<br />
kendisini istemeyen bir kadını rehin alan,<br />
korumalarla onu hapseden, sürekli şiddet<br />
uygulayan, kıskanç, takıntılı, uzun süre bu<br />
işkenceleri sürdürecek kadar saplantılı ve “sorunlu”<br />
bir karakter Vedat. Aslına bakarsanız<br />
dizide karakterler o kadar siyah ve beyaz<br />
ki, Vedat’ın dizide şeytani bir boyutta ele<br />
alındığını söylemem yanlış olmayacaktır. Vedat<br />
insani tüm bağlardan kopmuş, silah çeken,<br />
gözünü kırpmadan birine zarar veren gerçekten<br />
uzak bir karakter. “Her evde yaşanan<br />
şiddet” olaylarını ekrana taşıyacağı vaadiyle<br />
tanıtımları yapılan dizinin, ana karakterini bu<br />
kadar normalin uzağında şekillendirilmesinin<br />
dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Yıllarca<br />
“Trafik canavarı”, “enflasyon canavarı”<br />
tanımlamalarıyla dışarıya atfettiğimiz kötülüklerin<br />
üstesinden gelmenin asıl yolunun onların<br />
içimizde olduğunun vurgulanması olduğunu<br />
düşünüyorum. Siyah veya beyaz değil gri<br />
olduğumuzu, o canavarların içimizde yaşadığını<br />
kabullendiğimizde şiddete karşı rehabilite edici<br />
yöntemlerin geliştirilebileceğinden eminim.<br />
Özetle dizi misyonunu yerine getirir, şiddete<br />
karşı bir ünlem koyabilir mi derseniz, maalesef<br />
sanmıyorum.<br />
Şiddet Sahneleri Can Acıttı<br />
Üstelik dizide erkeğin kadının parmaklarını<br />
kırdığı bir sahne oldukça dramatik görüntülerle<br />
ekrana geldi. İlgi uyandırır, reyting getirir<br />
mi derseniz elbette şiddetin ekranda çekici<br />
olduğundan şüphe bile duyamayız ama içimiz<br />
cız etmedi desem yalan olur. Televizyonun<br />
eğitici, öğretici bir misyonu yok. Her türlü<br />
yasağa da baştan karşıyım, kamu spotu gibi<br />
diziler izlememiz anlamsız. Ancak her yıl binlerce<br />
insanın zarar gördüğü şiddet konusunda,<br />
şiddetin karşısında durulacağının ilanıyla<br />
hazırlanan bir dizide bu kadar alenen şiddetten<br />
nemalanılması da “yazık” dedirtti. Aslında ilan<br />
edilenin tam tersine hizmet edebilecek o şiddet<br />
sahneleri yalnız dizideki Nefes karakterinin<br />
değil, hepimizin canını acıttı.<br />
Erkek Himayesinde Özgürleşen Kadın<br />
Kadın ve erkek cinsiyet rollerinin altının çizildiği<br />
dizide, Vedat’ın zulmünden kaçan Nefes’in<br />
Karadenizli bir ailenin yanına sığınmasına tanık<br />
olduk. Ailenin cevvalliği ile “deli” addedilen oğlu<br />
Tahir Kaleli’nin genç kadına ilgisi tavrından belli<br />
olurken sahiplenici maço tavırları da ekrana<br />
geldi. Kadınla konuşmak için onu pazar yerinden<br />
kolundan çekerek götürmesi, sürekli emir<br />
kipi ile konuşması, adamlık ve Karadenizlilik<br />
üzerine ahkamları dikkat çekiciydi. Nefes de belli<br />
ki ilerleyen bölümlerde adamın bu tavırlarından<br />
etkilenecek. Etkilenecek de, insanın da sorası<br />
geliyor. Yahu kadın korunup kollanacak, daha aciz<br />
bir canlı olarak başka nasıl çizilebilirdi acaba?<br />
Belli dikbaşlı yapılmaya çalışılmış ama eli kolu<br />
bağlanmış karakterin, ne olurdu kadını biraz daha<br />
ayakları yere basan bir halde görseydik? Kadının
zulümden kurtulması illa başka bir erkeğin<br />
himayesiyle mi mümkün canım izleyici? “Ben<br />
özgürüm” nidaları atan kadının yanında ilk<br />
andan itibaren bir adamın gölgesi mi olmalı?<br />
Tabii ki bu bir dizi, elbette aşk da olacak… O<br />
kadın kolundan çekiştirilmese, Tahir emir kipi ile<br />
konuşmasa ne eksilirdi aşktan? Karadenizli cevval<br />
adam bu kadın ile deliliğinden kendini azletse,<br />
kadınla beraber o da sıkışıp kaldığı “erkek<br />
adam”lık kimliğinden biraz olsun soyutlansa<br />
ne olurdu? Hele bir de bu adamın henüz ilk<br />
bölümden kadından hoşlandığının belli olması<br />
itici değil mi? Alt metinleri okuduğumuzda<br />
çok tehlikeli mesajlar çıkıyor, hele ki her<br />
gün kadınlarımızı kurban verdiğimiz şiddet<br />
hayatımızın ortasındayken…<br />
Gelelim diziyle ilgili ufak notlara. Ağız kullanılan<br />
dizilerin en büyük sorunu oyuncuların her birinin<br />
başka bir ağız ile konuşması elbette. Sen Anlat<br />
Karadeniz’de de öyle… Herkes İstanbul ağzıyla<br />
konuşsa bile bu karmaşadan daha iyi olacak<br />
gibi geliyor bana. Bir de greenboxlı final sahnesi<br />
olmasaydı keşke… Karadeniz’in mükemmel<br />
manzarasını evlerimize getiren Osman Sınav ve<br />
Emre Kabakuşak imzasıyla beklenti yükselten<br />
dizinin ilerleyen bölümlerde mesajlarına da biraz<br />
daha dikkat edilmesini umuyorum. Yolun açık<br />
olsun Sen Anlat Karadeniz… Anlat da bin düşün<br />
bir anlat ne olur…
EPISODE<br />
DIRK GENTLY<br />
GiZEMLi OLAYLARI FAZLA K<br />
YORMADAN ÇÖZMEYE DEV<br />
MASİS ÜŞENMEZ<br />
Dizi: Dirk Gently’s Holistic Detective<br />
Agency<br />
Platform: Netflix<br />
Yapımcı: Max Landis<br />
Oyuncular: Samuel Barnett, Elijah Wood,<br />
Hannah Marks, Jade Eshete, Mpho Koaho,<br />
Dustin Milligan, Fiona Dourif, Osric<br />
Chau, Michael Eklund, Zak Santiago, Viv<br />
Leacock, Amanda Walsh, Izzie Steele,<br />
Neil Brown Jr., Christopher Russell, Aaron<br />
Douglas, John Hannah, John Stewart<br />
Yıl:2016-2017<br />
Douglas Adams’ı pek çoğumuz<br />
absürt komedi bilim kurgu serisi<br />
Otostopçunun Galaksi Rehberi’nin<br />
yazarı olarak tanırız. Ancak bu kitap<br />
ile fotoğraf çekip Instagram’a koymak<br />
dışında Douglas Adams külliyatına hakim<br />
sıkı Nerd’ler için Dirk Gently’s Holistic<br />
Detective Agency de özel bir yere<br />
sahiptir. Gene de hiçbir zaman da Otostopçunun<br />
Galaksi Rehberi kadar popüler<br />
olmamıştır.<br />
Daha özel bir kitlenin sevgisini kazanan<br />
Dirk Gently, son yılların parlayan yazar/yapımcı/yönetmen<br />
ve oyuncusu<br />
Max Landis tarafından BBC America<br />
için diziye çevrildi. Netflix’de de<br />
yayınlanan dizinin ilk sezonu hem Adams<br />
okuyucuları, hem de genel izleyici<br />
tarafından hızlıca tüketilince, ikinci sezonun<br />
gelmesi kaçınılmaz oldu. Geçtiğimiz<br />
ay yayımlanan ikinci sezon da ilkini arat-
EVRENiN HiZMETiNDE<br />
AFA<br />
AM EDiYOR<br />
mayan komedi anlayışı ile hikayeye kaldığı<br />
yerden devam ediyor. Ancak kötü haberi<br />
şimdiden verelim. BBC America diziyi iptal<br />
ettiğini açıkladı. Yani ne yazık ki bir üçüncü<br />
sezon olmayacak. Buna rağmen ilk iki sezon<br />
pek ekranlarda rastlanmayan komedi<br />
bilim kurgu türünde önemli bir boşluğu<br />
dolduruyor.<br />
Öncelikle ilk sezonu bilmeyenler için<br />
konuya girecek olursak. Hikayemiz Dirk<br />
Gently(Samuel Barnett) adlı gizemli bir dedektifin<br />
yolunun bir cinayetin ortasında kalan<br />
bell boy Tod(Elijah Wood) ile kesişmesi<br />
ile başlıyor. Dirk bir dedektifin yapmaması<br />
gereken her şeyi yaparak, rüzgarın kendisini<br />
savurduğu yöne giderek, olayları<br />
çözmeye çalışan bir “Holistic” dedektiftir.<br />
Ona göre evren ona olayları sunmakta ve<br />
çözmesi için yardım etmektedir. Böylece gizler<br />
önünde aralanmakta, her şey birbiri ile<br />
bağlantılı olduğundan, olaylar kendi stili ile<br />
bir şekilde çözülmektedir. Dirk’in bu tutumu<br />
başta Todd’a saçma gelse de olayın içine<br />
girdikçe sorgulamayı bırakacak ve Dirk’ün<br />
sağ kolu olacaktır. Böylece ilk sezon karakterlerin<br />
birbirlerini bulması ve seyirciye<br />
tanıtılması ile klasik Douglas Adams komedi<br />
tarzında geçer. Konuya dahil olan<br />
gene evrenin ona yol gösterdiğini söyleyen,<br />
yaşamının amacının Dirk’ü öldürmek<br />
olduğunu düşünen ve bu yolda önüne gelen<br />
herkesi de öldüren katil Bart(Fiona Dourif),<br />
Todd’un korktuğunda halüsinasyonlar<br />
gören hasta kız kardeşi Amanda(Hannah<br />
Marks), tam bir Hit girl olan Farah(Jade<br />
Eshete), bir gurup enerji emici vampir, şekil<br />
değiştirebilen gizli bir örgüt, bir(hatta iki)<br />
zaman makinesi gibi pek çok karakter ve<br />
öğe ile eğlencenin dozu artar.<br />
Konumuz Adams’a aşina olanların bildiği<br />
üzere pek karmaşık olsa da sizi içine çekmeyi<br />
başarıyor. Bunu da kendini fazla da<br />
ciddiye almadan yapıyor. Fatih Terim’in şu
sözleri Dirk’ün meselesini anlamamızda<br />
bize yol gösterecektir “Everything is<br />
something happened”. Yani sonuç<br />
büyük resme bakmamız gerekir.<br />
Bunca olayla sonlanan birinci sezondan<br />
sonra ikinci sezon bir anda garip<br />
bir masal dünyasında başlıyor. Adeta<br />
bir fantezi oyununun içine girdiğimiz bu<br />
dünyada iki farklı ulus birbirine düşmek<br />
üzere. Kötü bir büyücü bu dünyayı ele<br />
geçirmek için hain bir plan kurmuş. Bu<br />
insanların tek kurtuluş yolu da efsanedeki<br />
Dirk Gently’i bulup, bir çocuk ile beraber<br />
dünyalarına gelmelerini sağlamak.<br />
Artık kaybedecek zamanları yok.<br />
Bizim evrenimizde ise Dirk, Blackwing<br />
adlı siyah giyen adamlar tarafından<br />
tutsak edilmiş, Todd ve Farah FBI’ın en<br />
çok arananlar listesinde. Amanda vampir<br />
dostlarını bulmaya çalışıyor, Bart<br />
ise dostu Ken’in izinde dolaşmakta. Bu<br />
noktada olaylar gene ardı ardına gelen<br />
garip tesadüfler ile kenetlenirken, suda<br />
açılan portallar, havadan düşen araba<br />
ile kesişen yollar, duvarlara işlenmiş<br />
evrenler, küçük kasabanın Dirk’ün<br />
her dediğini anlayan ve yardımcı olan<br />
şerif ve yardımcısı gibi absürtlük seviyesi<br />
yukarıda bir sezon ile baş başa<br />
kalıyoruz.<br />
2001 yılında aramızdan ayrılan usta yazar<br />
Douglas Adams’ın komedi anlayışına<br />
bir kez kendinizi verdiğinizde bir daha<br />
çıkabilmeniz çok zor. Ancak o modda<br />
değilseniz bu tarzı beğenme şansınız<br />
çok az. Hatta ben izlerken bir ara bu<br />
diziyi özellikle benim için mi yapıyorlar<br />
acaba, benden başka seyredip sevebilen<br />
olabilir mi diye düşünmedim değil.<br />
İkinci sezon özellikle fazla Nerd kaçmış.<br />
Sanırım bu yüzden de seyirci sayısında<br />
gerileme olmuş ve BBC America diziyi<br />
sonlandırma kararı almış.<br />
Çevrim olarak bakılırsa, Max Landis<br />
akıcılık konusunda ikinci sezonda da çok<br />
iyi bir işe imza atıyor. Douglas Adams’ın<br />
dünyasını vermekte başarılılar. Özellikle
oyuncular çok iyi seçilmiş. Rolleri ne kadar<br />
garip olsa da son derece inandırıcı bir<br />
şekilde bize yansıtıyorlar. Tabii ki sürükleyici<br />
iki isim Samuel Barnett ve Elijah Wood<br />
ikilisi. Beraber yarattıkları bu dünyada bir<br />
Sherlock Holmes ve Doktor Watson sinerjisi<br />
sağlıyorlar.<br />
İlk sezonda Barnett’ın Dirk Gently<br />
performansı çok başarılıydı. Bu sezonda<br />
Wood’un üzerine daha fazla yük<br />
bindirilmiş gibi. Ancak bir geçiş sezonu<br />
olduğu anlaşılan ikinci sezon bizi sonraki<br />
sezonda daha büyük olaylar olacakmış<br />
gibi bir beklentiye sürüklese de ne yazık ki<br />
alınan iptal kararı diziyi havada bırakıyor.<br />
Özellikle evrenin gerçekliğinin bozulduğu<br />
Amanda’nın özellikle gelişen güçleri ile<br />
buna bir son vereceği üzerine geçen diyaloglar<br />
seyirciyi yeni sezona hazırlamak<br />
amacı ile tüm sezona serpiştirilmiş. Ancak<br />
iyi haber dizinin fanları BBC America ve<br />
Netflix’e baskı kurup diziyi devam ettirmesini<br />
istemekte. Kim bilir belki de Sense 8’de<br />
olduğu gibi iptal kararına rağmen Dirk’ün<br />
hikayesi bir film olarak geri dönüp toparlanabilir.<br />
Ama o güne kadar elimizdeki ile<br />
yetinip, Douglas Adams kitaplarında huzur<br />
bulma şansımız her zaman var.