01.02.2018 Views

Cinedergi 110

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

CINEVİZYON<br />

2 ŞUBAT<br />

Cebimdeki Yabancı<br />

Babasının Kızı<br />

Foxtrot<br />

Paramparça / In the Fade<br />

Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri / Three<br />

Billboards Outside Ebbing, Missouri<br />

Cin Çeşmesi<br />

En Karanlık Saat / Darknest Hour<br />

16 ŞUBAT<br />

Hadi Be Oğlum<br />

Ben, Tonya<br />

Sofra Sırları<br />

Suyun Sesi / The Shape of Water<br />

Mutlu Canavar Ailesi / Happy Family<br />

Kapıdaki Sır<br />

Black Panther<br />

23 ŞUBAT<br />

Vahşiler / Hostiles<br />

Beni Adınla Çağır / Call Me by Your Name<br />

Kırlangıçlar Susamışsa<br />

The Florida Project<br />

Samson<br />

Alem-i Cin<br />

Görevimiz Tatil<br />

All the Money in the World<br />

Tavşan Peter / Peter Rabbit<br />

9 ŞUBAT<br />

Leo Da Vinci: Mona Lisa Macerası / Leo Da<br />

Vinci: Mission Mona Lisa<br />

Güzel Adam Süreyya<br />

Kayhan<br />

Have A Nice Day<br />

Puloi: Asla Yalnız Uçmayacaksın / Ploey: You<br />

Never Fly Alone<br />

Özgürlüğün Elli Tonu / Fifty Shades Freed


İÇİNDEKİLER<br />

22<br />

dosya<br />

OSCAR’I KİM KAZANACAK<br />

Oscar filmlerini sizin için seyrettik ve<br />

kendi değerlendirmemizi yaptık.<br />

28 I, TONYA<br />

I, Tonya filminin güzel yıldızı Margot<br />

Robbie hakkında bilmedikleriniz..<br />

50 IF CINEDERGİ’DE<br />

Haktan IF seçkisinin en çarpıcı olanlarını<br />

sizin için değerlendirdi.<br />

18<br />

36<br />

46<br />

62<br />

GÖKÇE EYÜBOĞLU<br />

RÖPORTAJ<br />

MU TUNÇ<br />

Arada filminin yönetmeni Mu Tunç<br />

Gizem’in konuğu oldu....<br />

KAMİL ÇETİN<br />

Gişe filmlerinin unutulmaz yönetmeni<br />

Kamil Çetin sorularımı yanıtladı.<br />

YAPIMCILAR KONUŞTU<br />

Erkan Büker, Doğukan Acar yapımcılık<br />

atölyesini anlattı....<br />

52 THE SHAPE OF WATER<br />

Guillermo Del Toro ve The Shape Of<br />

Water İbrahim’in kaleminden...<br />

58 THREE BILBOARDS<br />

Oscar’ın favorisi Three Bilboards Outside<br />

Ebbing Onur yazdı...<br />

66 CİNSİYET SAVAŞLARI<br />

Killing Ground ve Ghost Housi’daki<br />

erkek karaktermerin baskınlığı...


ÖZEL KÖŞE<br />

32 BELGESELCİ<br />

Vizyona giren belgeseller Semra Güzel<br />

Korver’den kaçmaz....<br />

72<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Fırat, yönetmen Korhan Günay ile<br />

kısa filmini konuştu.<br />

SUSMAYAN SUSTU<br />

BİZ KONUŞTUK...<br />

80<br />

84<br />

112<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

Nergiz Gülizar dizisini sıkı takibe aldı<br />

ve bizim için eleştirdi...<br />

TV MANIA<br />

Kaboğlu Sen Anlat Karadeniz’i dinledi.<br />

Bizim duymadıklarımızı duydu...<br />

EPISODE<br />

Episode köşesinin yeni sahibi Masis<br />

Üşenmez Dirk Jentley’i yazdı....<br />

EDITO<br />

Bu ay İf filmleri dedik, Oscar dedik dergi<br />

doldu. Önce Episode köşemizdeki<br />

nöbet değişiminden başlayalım. Şenay<br />

Tanrıvermiş arkadaşımız yıllardır devam ettiği<br />

Episode köşesini Masis Üşenmez’e teslim<br />

etti. Ona emekleri için teşekkür ederim. Bizim<br />

en eski kalemlerimizden olan Masis’e<br />

ise tekrar hoşgeldin diyorum. Onun kaleminden<br />

yabancı dizileri takip etmek büyük zevk<br />

olacak. Susmayan Köşe bu haftalığına sustu<br />

çünkü ev taşıyor. Bir daha aya yine o sert<br />

tavrıyla aramızda olacak. Dergimizde yine<br />

özel röportajlar var. Mesela Gizem’in yaptığı<br />

Arada filminin yönetmeni Mu Tunç ayrıksı<br />

filmi ve fikirleriyle çok konuşulacağa benzer.<br />

Bir diğer tartışma yaratacak röportajımız ise<br />

yönetmen Kamil Çetin. Enes Batur Hayal mi<br />

Gerçek mi filminin yönetmeni Kamil Çetin bu<br />

filmi yönettiği için kendini eleştirenlere çok<br />

güzel cevaplar verdi. Biz de başlığa onun<br />

cevaplarından birini taşıdık, “Filmlerimi izleyici<br />

için çekiyorum köşe yazarları için değil.”<br />

Nasıl güzel bir başlangıç değil mi? 4 Mart’ta<br />

dağıtılacak olan Oscar heykelciğine aday<br />

olan filmlerin hepsini seyrettik. Nedense bu<br />

yıl filmler erkenden düştü.<br />

Eleştirileri<br />

kaçırmayın.


CINEKRiTiK<br />

ALPER TURGUT<br />

SALT SEVGiSiZ YETMEZ, ÜSTELiK SAY<br />

n Sevgisiz (Nelyubov/Loveless), ana,<br />

baba ve çocuktan oluşan bir çekirdek aile<br />

üzerinden, bariz çürümeyi, bir toplumun<br />

suratına suratına çarpıyor, ıskalamadan,<br />

ıkınmadan, sakınmadan… İhmalkârlığın,<br />

yozluğun, manevi çöküşün, bencilliğin,<br />

değerlerini yitirmenin, böyle ustalıkla<br />

resmedilmesi, elbette rahatsız edecek<br />

ve zor gelecek, yani derin acı yerine,<br />

ucuz tatlının peşine düşülecek, düşünmek yerine,<br />

gülmenin ardına takılacak insanlarımız…<br />

Gerçek sinema dururken, şimdiden bir milyon<br />

seyirciyi aşan “Enes Batur Hayal mi Gerçek<br />

mi?” adlı şey izlenecek. Ve oturup konuşacağız<br />

sonra üstüne, bu memleket niye bu halde diye?<br />

Harbiden sizce niye? Sovyet sinemasına dair<br />

ne bulursam izlerim hala, işte sistem değişti,<br />

reformizm ve revizyonizm, güzel bir rüyayı,<br />

dehşetengiz bir kâbusa çevirdi, ihbarcılıkla serpilen<br />

bürokratik sosyalizmde kodamanlar vardı,<br />

oligark yeni Rusya’nın da sınırsız zenginleri…<br />

Yani olan yine fakir halka oldu, vahşi kapitalizmle<br />

kucaklaşmasının bedelini, sancılı ve belalı<br />

bir süreçte, ödediler, ödüyorlar, ne yazık ki.<br />

Değişen, dönüşen Rusya’nın yeni sineması da<br />

ilgi odağımızda, hiç kuşkusuz… Hele Andrey<br />

Zvyagintsev, o, eski meslektaşları gibi, meselesi<br />

olan, inatla ve ısrarla yanıtlar arayan bir yönetmen,<br />

15 sene önce Dönüş ile girdi kalbimize,<br />

Sürgün, Elena, Leviathan derken Sevgisiz ile<br />

yerini iyice perçinledi. İnsanı, toplumu, devleti<br />

sorgulamaya devam ediyor hala, düşün diyor,<br />

rahatsız ol diyor, farkına var diyor.<br />

Kendi adıma, filme ve diziye baktım, filmi ve<br />

diziyi gördüm diye ikiye bölerim seyrimi… Bazı<br />

filmlere sadece bakılır, zaten kısa sürede de unutulur,<br />

lakin bazı filmler, resmen görülür, anında<br />

içine çeker seni, hafızana kazık çakar, unutmana<br />

müsaade vermez, asla! Sevgisiz, işte görmeniz<br />

gereken bir film, bırakın sadece Rusya’yı, tüm<br />

dünyayı ilgilendiriyor tüketim toplumu denilen<br />

bu uğursuz zamazingo… Teknoloji denen illet,<br />

yakınlaşıyoruz diye hunharca böğürüyor<br />

ama tam tersi giderek açılıyor mesafeler, ulan<br />

gardaşım, insan, insandan uzaklaşıyor, içimizde<br />

yokluk, içimizde kopukluk o biçim, başımızın<br />

belası asri zamanlarda. Özetle; beyazperdede<br />

hem Moskova’yı, hem de Hanya’yı Konya’yı<br />

gördüm.<br />

Yadırgamak ve alışmak… İnsanın iki seçimi vardır,<br />

alışkanlık kolaydır, yadırgamak ise haliyle zor.<br />

Yadırgayan, sorular sorar, sorgular, bir şeylerinden<br />

yanlış olduğunun ayırdına varır. Oysa çoğunluk<br />

alışmıştır artık, ezber bozmak istemez, saksıyı<br />

çalıştırmak, karşı çıkmak ve belaya davetiye<br />

çıkarmak istemez. Herkesleşmek, aslında zamanla<br />

insanı, bireyselleşmeye götürür, çünkü artık<br />

toplumsal dertleri bile göstermeliktir, benmerkezcilik<br />

ruhuna sirayet etmiştir. Salt kendini önemseyen<br />

insanların, kurdukları aile de, doğal olarak<br />

bir bütünlük sergilemeyecektir. Çatırdama, kopma,<br />

parçalanma, kaçınılmaz son gibidir. Evet, Sevgisiz,<br />

maneviyattan yoksun bir ailenin filmi, Zhenya<br />

ve Boris, aşk ile, sevgi ile, sevda ile kurmamışlar<br />

çatıyı, salt birbirlerini kullanmışlar, 12 yaşındaki<br />

oğulları Alyosha’yı, ‘evlat’ olarak benimsememişler<br />

hiç, hep çıkıntı olarak görmüşler. Misal baba,


GISIZ DA<br />

yavrusunu değil, patronunu önemsiyor, ana desen,<br />

evladını, yetimhaneye vermeye dünden hazır!<br />

İstenmeyen, istenilmeyen çocuk, bir de buna kulak<br />

misafiri olursa, ne hisseder, o en sahici acının, o<br />

gerçek parçalanmanın bir tarifi olabilir mi? Boşanma<br />

arifesi ve yeni ilişkiler, sorumsuzluğu daha da belirgin<br />

kılacak, o ortadan kaybolacak (bir çocuk fazlalık<br />

duygusuyla nasıl baş etsin), bize bir parça hüzün,<br />

çokça utanç kalacak.<br />

Atina’da polis kurşunuyla katledilen 15 yaşındaki bir<br />

çocuk (Alexandros Grigoropoulos), tüm Yunanistan’ı<br />

isyan ettirmiş, tarihe geçen 2008 ayaklanmasına sebebiyet<br />

vermişti. Memleketimizde de dayanışma ruhunu<br />

tetiklemiş, “Kardeşimsin Alexis” yazan masum<br />

çehresi, sahipli-sahipsiz duvarlarımızı süslemişti.<br />

İşte bu ölümsüz delikanlının cenaze töreninde<br />

bir mektup dağıtıldı, ‘Çocuklar’ imzasıyla; “Unuttunuz!<br />

Bizi desteklemenizi bekliyorduk, bir defa<br />

da olsa, sizin bizi gururlandırmanızı bekliyorduk.<br />

Boşuna! Yalancı hayat yaşıyorsunuz, boynunuzu<br />

eğdiniz, donunuzu indirdiniz ve öleceğiniz günü<br />

bekliyorsunuz. Hayaliniz yok, sevdalanmıyorsunuz,<br />

yaratmıyorsunuz, yalnız satıp alıyorsunuz.<br />

Her yerde maddiyat, sevgi hiçbir yerde-hiçbir<br />

yerde gerçek… Ana ve babalar nerede?<br />

Sanatçılar nerede? Neden dışarı çıkıp bizi<br />

korumuyorlar? Bizi öldürüyorlar. Yardım edin.”<br />

Filmi seyrettiğimde aklıma bu mektup geldi,<br />

çocukların düşmanı tek devlet değil ha,<br />

sevgisiz ve dahası saygısız yetişkinler, ebeveynler,<br />

öğretmenler… Destek yok, köstek<br />

çok, yardım çığlığı nasıl duyulur, bu tanımsız<br />

egoizm cangılında? Size göre, ayak bağı onlar,<br />

özgürlüğün prangası, o halde, ne demeye<br />

dünyaya gelmelerine vesile oldunuz? Herkes<br />

ana-baba olamaz ve herkes insan kalamaz.<br />

Ve filmin alıcı bölümünde, yerinde sayan bir<br />

toplumun betimlenmesi, yine ve yeniden aynı<br />

b.ku yemeye dair değilse, harbiden nedir?<br />

Görüntüler, oyunculuklar, müzikler falan filan<br />

iyi mi diyeyim bunca lafın üstüne, şu oyuncular<br />

rol almışlar filmde, bunları mı söyleyeyim?<br />

Valla üzdü, düşün dedi, ders verdi, yalan yok,<br />

ben bu filmi çok sevdim.


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

KOLAYSA BAŞ EDiN BU KADINLA<br />

n Oscar dönemi geldiğinde filmler yavaş<br />

yavaş vizyona girer. Eskiden Oscar<br />

törenleri bittiğinde ancak ödül alan<br />

filmleri seyredebilirdik. Filmleri getiren<br />

şirketler alınan ödüllerin rüzgarıyla bu<br />

filmleri pazarlarlardı. Ama artık neyse ki<br />

böyle değil. Törenlerden önce birçoğunu<br />

seyredebiliyoruz. Hem şirketler için de<br />

daha hayırlı oldu. En azından ödül almış<br />

bir film yerine yarışan birkaç filmi izleyici ile<br />

buluşturuyorlar. Bu yılın adayları içinde ödül<br />

alması en muhtemel film bence Üç Billboard<br />

Ebbing Çıkışı, Missouri- Three Billboards<br />

Outside Ebbing, Missouri. Filmin ismi o kadar<br />

uzun ki katıldığım televizyon programlarında<br />

Üç Bilboard deyip geçiyorum. Ama filmin kalitesine<br />

gelince öyle hemen geçilecek bir durum<br />

yok. Gerçekten iyi bir film Üç Bilboard. Filmin<br />

yönetmeni ve senaristi Martin McDonagh daha<br />

üçüncü filmini çekmesine rağmen kendine<br />

ayrıcalıklı bir yer edindi. İlk filmi In Bruges ile<br />

iyi bir başlangıç yaptı. Tam bir kara komedi<br />

olan ama kara kısmının daha da fazla olduğu<br />

bu yapımla sinefillerin umut bağladığı bir isim<br />

oldu. 2012’de ise 7 Psikopat yönetmenin ilk<br />

filmindeki tarzın sinemasal bir çizgi olduğunu<br />

ortaya çıkardı. Yani rüzgar nereden eserse essin<br />

kendi tarzı olan ve bu tarzdan ödün vermeyen<br />

bir isim McDonagh. Bir başka özelliği<br />

ise oyuncu seçimindeki başarısı. In Bruges’da<br />

İrlandalı iki oyuncu Collin Farrel ve Brendan<br />

Gleeson ile filmi kotarmıştı. Yedi Psikopat’ta<br />

ise Woody Harrelson, Sam Rockwell, Collin<br />

Farrel ve birçok ünlü ismi biraraya getirdi.<br />

Bildiği oyuncularla filmlerini çeken yönetmen<br />

üçüncü filminde de Sam Rockwell ve Woody<br />

Harrelson’a yer verdi. Filmin başrolünde ise<br />

Frances McDormand yer alıyor. McDormand<br />

ayrıcalıklı bir oyuncu. Özellikle Amerikan<br />

bağımsız sinemasının örnek oyuncularından.<br />

Alışıldık güzel kadın tiplemesinin çok dışında<br />

ve tamamıyla kabiliyetiyle başrol almayı<br />

başaran bir isim. Zaten bu durum oyuncunun<br />

yeteneğinin boyutlarını ortaya koyuyor. Bu<br />

filmde kızı tecavüze uğramış sonra da vahşice<br />

öldürülmüş bir anneyi canlandırıyor. Olayın üzerinden<br />

dört ay geçmesine rağmen polislerin bir<br />

ilerleme sağlayamaması üzerine öfkesini toplumun<br />

üzerine yöneltiyor. Tabii ki ilk hedef aldığı kişi<br />

polis şefi William. William toplum tarafından çok<br />

sevilen elinden geldiği kadar insanların hayatını<br />

kolaylaştıran ve görevini ciddiye alan bir şerif.<br />

Mildred evinin yolunda boş duran üç bilboardu<br />

kiralayıp bunların üzerine kızının yaşadığı feci<br />

olayı ve şerifin hala bu olayı aydınlatamadığını<br />

belirten ilanlar koyuyor. Kanser olan şerif Mildred’a<br />

durumu anlatsa da bu pek birşey değiştirmiyor.<br />

Basının bilboardlara ilgi duyması olayın boyutunu<br />

daha da büyütüyor. Mildred’ı canlandıran<br />

Frances McDormand neredeyse bir John Wayne


tiplemesi ile bütün toplumla çatışıyor. Şerifi<br />

seven halk Mildred’ın karşısında yer alıyor<br />

ve büyük bir çatışma başlıyor. Bu esnada<br />

kanserden kurtulamayacağını anlayan şerifin<br />

intiharı çatışmayı daha da yükseltiyor. Şerifin<br />

yardımcısı biraz yarım akıllı Dixon daha<br />

önce ırkçı tavırları ve gösterdiği şiddet ile<br />

zaten bilinirken bu olaya gösterdiği tepkiyle<br />

iyici sınırı aşıyor ve emniyetten atılıyor.<br />

İki öfkeli insanın toplumla hesaplaşması ve<br />

özünde kaybeden olması filmin kara mizahını<br />

güçlendiriyor. Bence bu film diğer rakipleriyle<br />

karşılaştırıldığında Oscar ödülüne daha yakın<br />

görünüyor. Özellikle Frances McDormand’ın<br />

Oscar heykelciğini alacağına eminim. Woody<br />

Harrelson ise filmin ilk 30 dakikasında yer<br />

almasına rağmen o kadar iyi performans gösteriyor<br />

ki onun da yardımcı erkek dalında ödüle<br />

yakın olduğunu düşünüyorum. Bu filmde canımı<br />

sıkan tek şey var. Birçok Amerikan filminde<br />

kanser olan karakter kemoterapi tedavisi yerine<br />

ölümü seçiyor. Bu filmlerin dramına bir katkıda<br />

bulunsa da verdiği mesaj ile büyük zarar veriyor<br />

kanser hastalarına. Kanserin ilk tedavisi<br />

hastanın yükseltilen moralidir. Nereden çıktı<br />

kemoterapinin hiç bir şeye yaramadığı veya<br />

ölümden daha fazla acı barındırdığı. Bunlar çok<br />

yanlış şeyler. Ama bunu geçersek filmi izleyicilere<br />

öneririm.


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

YAŞIYORUZ, BURADAYIZ!<br />

n 17 Ocak Çarşamba akşamı, Başka<br />

Sinema’nın Türkiye’de gösterime soktuğu<br />

Tony Gatlif’in son filmi “Djam”ı yönetmen<br />

ve film ekibinin katılımıyla Beyoğlu<br />

Sineması’nda yoğun bir sinemasever<br />

grupla birlikte izleme şansına eriştim.<br />

Gatlif, yine insan üzerinden dans ve<br />

müzikle birlikte umut aşıladı bizlere...<br />

Eski bir denizci ve Rembetiko türü<br />

müziğin hayranı olan Kakourgos, tekneleri için<br />

zor bulunan bir parçayı almak üzere yeğeni<br />

Djam’i İstanbul’a gönderir. Genç kadın burada<br />

göçmenlere yardım etmeye çalışan Avril ile<br />

tanışır. Cömert, kendinden emin ve özgür ruhlu<br />

Djam, Midilli’ye yaptığı, müzik, yeni insanlar,<br />

paylaşılanlar ve umutla dolu yolculuğunda<br />

Avril’i de kanatlarının altına alacaktır. Tony<br />

Gatlif’in yönettiği filmde Daphne Patakia,<br />

Simon Abkarian ve Maryne Cayon başrolleri<br />

paylaşıyor.<br />

Tony Gatlif neredeyse her filmine kefil<br />

olabileceğim nadir yönetmenlerden. Gatlif’e<br />

ve filmlerine karşı olan sevgim öylesine<br />

büyük ki, herhangi bir yerde adını duyunca<br />

kulak kesilmekle kalmam, heyecanlanırım.<br />

İspanya’yı, flamenkoyu, çingeneleri, arada<br />

kalmışları, sürgünleri, ezilenlerin yanında<br />

olmayı, hayatı, aşkı, umudu, kadınları, müziği<br />

ve dansı çok sevmemden kaynaklı belki... Tüm<br />

bu unsurları muhteşem bir yapısal bütünlükte<br />

sanat hayatına sirayet ettiren bir yönetmeni<br />

sevmemem mümkün mü? Gatlif, Geronimo’dan<br />

sonra yine beğenimizi kazanan bir umut filmine<br />

“Djam”a imza atmış. Üstelik Türkiye’den Güverte<br />

Film’in ortak yapımcılığında çekilen bu<br />

filmin önemli bir bölümü de ülkemizde geçiyor.<br />

Tony Gatlif Türkiye’yi seven ve sık sık ziyaret<br />

eden bir yönetmen. Onun dünya çapında en<br />

önemli belgesellerinden biri olarak görülen<br />

Latcho Drom’unda da Türkiye’den bir bölüm<br />

vardı hatırlarsınız. Djam filmini çekme fikri<br />

ise bundan tam 35 yıl önce İzmir’de duyduğu<br />

Rembetiko müziğiyle aklına gelmiş Gatlif’in. 35<br />

yıllık bir gecikmenin ardından olgunlaşmış bir<br />

yönetmen dehasıyla karşımıza çıktı “Djam”.<br />

Djam gibi tipleri günlük hayatta çok sık görmüyoruz.<br />

Hayata gelişine vuran, neşeli, çoğu zaman<br />

gamsız, anı yaşayan ama yüreğinde özveri, vefa<br />

ve hüznü barındıran biri Djam. Amcam dediği<br />

üvey babasının verdiği (teknesi için) biyel kolu<br />

yaptırma görevini üstlenerek İstanbul’a gelen ve<br />

burada erkek arkadaşından kazık yiyen Fransız<br />

Avril ile tanışan Djam, Avril’le birlikte geri dönüş<br />

yoluna geçer. Tam bir yol hikayesidir izlediğimiz.<br />

Yol hikayelerinin en büyük özelliği karakterin<br />

değişimine şahit olmamızdır. Djam’ın ve hatta<br />

Avril’in değişimlerini de içeren finale dek, ikilinin<br />

başına gelmedik kalmaz. Gatlif, tüm filmlerinde<br />

siyasi görüşlerini karakterlerinin arasına bir<br />

yan rol gibi koymayı ihmal etmez. Bu filmde de<br />

Yunanistan’ın içinde bulunduğu ekonomik kriz<br />

hakkındaki görüşlerini, Yunan halkı üzerinden belirtmektedir.<br />

Bankaların sıradan insanların kanını<br />

emen fırsatçı bir vampir olduğunu bir kez daha


hissettirir. Maalesef... Daha önce Gereonimo’da<br />

küçük bir rolle tanıştığımız ve bu filmde Avril’e<br />

hayat veren Maryne Cayon ile Djam’in üvey<br />

babasını canlandıran Simon Abkarian başarılı<br />

oyunculuklarıyla göz doldururken asıl alkışlar<br />

Daphne Patakia’ya gidiyor. Bir insan bir role<br />

bu kadar mı yakışır? O nasıl bir gözlem gücü?<br />

Nasıl bir inandırıcılık? Genç ve güzel oyuncu<br />

filmin inandırıcılığını öylesine katlıyor ki, Djam’in<br />

neşesinin gizli gölgesi oluyorsunuz adeta...<br />

Gatlif sinemasının en önemli iki öğesi kuşkusuz<br />

ki, dans ve müzik. Gatlif sanat hayatı boyunca<br />

çingeneler ve müzikleriyle ilgilendi. Balkan<br />

müziklerinden tutun da Flamenko’ya kadar<br />

önemli müzik ve dans formlarının peşinden<br />

gitti. Rembetiko ise yıllardır ilgi duyduğu ama<br />

anlatmaya fırsat bulmadığı bir alandı. Bildiğiniz<br />

üzere Rembetiko Yunan ve Türk topraklarında<br />

Osmanlı zamanı ortaya çıkmış bir müzik türü.<br />

Tüm halklar kardeş iken İzmir’de de, Atina ve<br />

Selanik’te de bu müzik göğe yükseliyordu. Bizim<br />

buralarda bağlama ile çalınan türküler ile orada<br />

buzuki ile çalınan türküler iç içe geçer. Filmde,<br />

aşina olduğumuz bu türküleri Türkçe ve Yunanca<br />

duymak ayrı bir keyif katıyor. Bu arada,<br />

Gatlif’in İbrahim Tatlıses’i ne kadar sevdiğini<br />

de hatırlatmak isterim. “Geronimo”nun önemli<br />

düello sahnesinde ‘Her Demet’ şarkısını kullanan<br />

usta yönetmen bu<br />

Filmin sonlarına doğru Djam’in değişimine şahit<br />

olmakla birlikte, onca olumsuzluğa rağmen ve<br />

artık kaybedecek hiç bir şeyi olmayan üvey<br />

babası Kakourgos’un umut aşılayan şu sevinç<br />

nidasını duyuyoruz, eşsiz bir Rembetiko<br />

şarkısı eşliğinde; “Yaşıyoruz, buradayız!”... Hiç<br />

bir zaman umutsuzluğa kapılmamak lazım.<br />

Yaşıyorsak hala bir umut vardır. Öyle değil mi?


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

BiR BÜYÜME HEZEYANI DAHA<br />

n Hakan Günday’ı okumaktan keyif<br />

alıyorum. Çünkü akıcı, yoğunluğu olan<br />

ve okuyucuyu yazdığı farklı dünyaların<br />

içine çeken yazarlardan kendisi. O yüzden<br />

kitaplarını filmleştirmek de yürek isteyen<br />

konulardan. Bu anlamda Onur Saylak’ı<br />

tebrik etmek lazım. Sonbahar filminin yürek<br />

burkan Yusuf’u Onur Saylak oyunculuğun<br />

serin sularında rahatça kulaç atmanın<br />

yanında kendi filmini çekmenin derdinde. Kısa<br />

filmi Orman’la mülteci meselesine bakışımıza<br />

göz atan Saylak Daha ile meseleyi denk gelmiş<br />

bir konuyla boynundan kavrıyor. Kırmaya ramak<br />

kala da bırakıyor.<br />

Film öncelikle bize, hepimize sunulan / dayatılan<br />

gelecekten ilham alıyor. Kiminin hayatı babasının<br />

ona biçtiği yolda, kiminin hayatı da çok uzaklardan<br />

gelen emirlerle bir anda paramparça<br />

olup yollara saçılıyor. Bir büyüme hikayesinin<br />

yanında bir baba oğul çatışması, nasıl biri<br />

olacağına dair kurduğun tüm hayallerin bir bodrum<br />

katına kilitlenen tüm insanlıkla birlikte<br />

buharlaşıp uçmasına dair. Sert, hareketli, kimi<br />

zaman çarpıcı bir yandan da seyirciyi ve kendini<br />

zorlayıcı bir pradigma çiziyor. Filmin kahramanı<br />

14 yaşındaki Gaza. (kitapta dokuz yaşında)<br />

Karakterin çarpıcı olmasının yanında adeta<br />

Gaza’nın içine giren oyuncusu Hayat Van Eck’in<br />

katkısı da tartışılmaz. Babasını oynayan Ahmet<br />

Mümtaz Taylan’la olan fiziksel benzerlik kafalarda<br />

yaşanan çatışmanın ete kemiğe bürünmesine<br />

yardımcı oluyor.<br />

Film duygu olarak içe işleyen, oradan ilerleyen<br />

filmlerden. Filmin çok iyi akışının arasına arada<br />

farklı parçalar kaçmıyor da değil. Örneğin<br />

Gaza’nın okuma hayali yaşadığı dünyanın<br />

sertliğinde açan bir çiçek gibi çabucak solup<br />

gidiyor. Kendini kurtarma azminden o kendini<br />

bileme azmine tanıklık ediyoruz. Bu bilenme o<br />

kadar fazla tavan yapıyor ki gerçekliğin dışına<br />

taşıyor Orada filmin hep tutturmaya çalıştığı<br />

dozu kaçıyor. Gaza’dan küçük bir kötülük çiçeği<br />

yaratıyor film, babasından daha kötü, ondan<br />

daha acımasız. Hatta onu yerinden yurdundan<br />

eden ‘düşman’dan bile daha acemice bir<br />

kötülüğün pençesine düşüyor. Bu dönüşümün<br />

ayak seslerini film boyunca duyuyoruz ama bir<br />

anda karşımızda bulunca da çok inandırıcı gelmeyen<br />

bir hal bu!<br />

Filmin mekanı, her şeyden koparılmış hali başarılı<br />

bir gerilim filmi havası yaratıyor ve filme fazlasıyla<br />

artı bir değer katıyor. Babasıyla orada yaşayan,<br />

onun yaşamın zorluğu üzerine dayattığı mavalları<br />

dinleyen, (belki de babasına babasından kalan<br />

hayat dersi de bu) kendilerine teslim edilen mültecilere<br />

önceleri ‘konuk’ statüsünde yaklaşan,<br />

sonrasında onları fazlalık, hayatına, geleceğine<br />

taş koyan bir azınlık, fazlalık olarak gören (ülkedeki<br />

genel bakış gibi) Gaza’nın intikam yeminine<br />

tanıklık ediyoruz. Arada zayi olan babanın esamesi<br />

bile okunmuyor. İki motorlu marjinal kardeş ise<br />

filmin ince çizgisi kıvamında. Hesapsız, ayarsız<br />

işlerin onlardan çıkacağı beklentisi var filmin bir<br />

yerlerinde. Ama onlar hadlerini bilen ve Gaza’nın


iyi dünyasının (tarafının) başında nöbette duran iki<br />

marjinal. Onların temsil ettiği sınıfın her şeyi anlama<br />

çabası, beklentisi ve sonrasında dolan sabırları<br />

belki büyük patlamaları getirir umudu taşıtıyor gibi<br />

geldi yönetmen Saylak’a… Kimbilir…<br />

Ben Daha’yı potlama yapan yerleri dışında çokça<br />

sevdim Bir kere yetkin bir sinema dili var Saylak’ın<br />

ve bu etkiyi her yönetmen ilk filmiyle her zaman<br />

yaratamıyor. İlk filmiyle yaratamayınca sonrası<br />

da pek olmuyor zaten. Oyuncu seçimi ve yönetimindeki<br />

başarı filmin genelini kapsayan bir şeye<br />

dönüşüyor. Bir baba oğul arasında yaşanan bir<br />

büyüme hikayesi, kişisel zincirlerini kırıp toplumsal<br />

bir döngüye dönüşüyor. Herkes kendi iktidarını<br />

yaratmanın derdinde diğerinin belini büküyor. Gaza<br />

tüm bu hayat derslerini hap yapıp ağzına atıyor, yutuyor<br />

ve sindiriyor. Romanın devamı var, Gaza’nın<br />

24 yaşına kadar ki kötücül yükselişini takip ediyor<br />

ama film onu mültecilerin başındaki çoban olarak<br />

bırakmayı tercih ediyor. Tabii başında bekleyen<br />

daha büyük çobanlarla... İnsanın karmaşık<br />

dünyasına sonradan çocukluğa inmek yerine<br />

çocukluktan bakarak giriş yapmayı tercih<br />

etmiş bir anlatım karşımızdaki. Böylesi daha<br />

doğru ve inandırıcı bir akış. O yüzden film bu<br />

kadar etkileyici bir hale geliyor, bir büyüme<br />

hikayesinin tam pençesine düştüğümüz için.<br />

Kişisel meseleyi sadece toplumsal bir sorunla<br />

halletmek yerine daha da karmaşıklaştırdığı<br />

için Daha’dan etkileniyoruz. O yüzden hep<br />

Daha’sını isteyen bir kotülük dünyasının gözlemcisi<br />

olmak istiyoruz.<br />

Dediğim bazı hızlı detaylar dışında gayet etkili<br />

bir uyarlama olmuş Daha! Çocuk dünyasına<br />

etki eden detayları başarılı bir şekilde<br />

yerleştirilmiş, etki tepki meselesinin karşılıklı<br />

yansımasına yer vermiş önemli bir ilk film.<br />

Kendi adıma kayıtsız kalmam imkansız!


PEK YAKINDA<br />

KIZIL SERÇE<br />

Yönetmen: CFrancis<br />

Lawrence<br />

Oyuncular: Jennifer<br />

Lawrence, Joel Edgerton,<br />

Matthias Schoenaerts<br />

Konu: Dominika Egorova,<br />

Rus güvenlik<br />

servisinde eğitimli<br />

bir baştan çıkarıcı<br />

olan “sparrow” olma<br />

isteği üzerine eğitilir.<br />

Dominika vücudunu<br />

bir silah olarak<br />

kullanmayı öğrenir<br />

ancak kişiliksizleştirme<br />

eğitimi süreci boyunca<br />

benlik hissini korumak<br />

için mücadele eder.<br />

Haksız bir sistemde<br />

kendi gücünü bulması,<br />

programın en güçlü<br />

varlıklarından biri<br />

olarak yükselmesine<br />

sebep olur. İlk hedefi<br />

ajansın Rus istihbarat<br />

alanına en hassas<br />

nüfuzunu sağlayan CIA<br />

yetkilisi Nate Nash’dir.<br />

İki genç görevli kariyerlerini,<br />

bağlılıklarını<br />

ve her iki ülkenin<br />

güvenliğini tehdit<br />

eden bir aldatmacaya<br />

düşerler


UGUR BÖCEGi<br />

Yönetmen: Greta Gerwig<br />

Oyuncular: Saoirse Ronan, Laurie<br />

Metcalf, Tracy Letts<br />

Konu: Christine McPherson,<br />

namıdiğer “Uğur Böceği” son derece<br />

sevecen, dik kafalı ve iradeli<br />

annesi gibi olmamak için ne kadar<br />

uğraşsa da aynı onun gibidir. Uğur<br />

Böceği’nin hemşire olan annesi,<br />

eşinin işini kaybetmesinden sonra<br />

ailesini ayakta tutmak için yorulmak<br />

bilmeden çalışmaktadır. Sacramento,<br />

California’da 2002 yılında,<br />

hızla değişen Amerikan ekonomisinin<br />

ortasında geçen Uğur Böceği,<br />

bizi şekillendiren ilişkilere, bizi<br />

tanımlayan inançlara ve yuva adını<br />

verdiğimiz yerin benzersiz güzelliğine<br />

etkileyici bir bakış sunuyor.<br />

GRINGO<br />

Yönetmen: N<br />

ash Edgerton<br />

Oyuncular:<br />

Amanda Seyfried, Charlize<br />

Theron<br />

Konu: Yumuşak huylu<br />

iş adamı Harold Soyinka<br />

için işler pek iyi gitmemektedir.<br />

Kimi olaylar<br />

sonucunda Harold kendini,<br />

sırttan bıçaklayan<br />

meslektaşlarının, yerel<br />

uyuşturucu baronlarının<br />

ve yozlaşmış paralı<br />

askerlerin insafına<br />

kalmış halde bulur.<br />

Kanuna saygılı bir<br />

vatandaşken aranan<br />

bir suçluya dönüşen<br />

Harold, giderek daha<br />

tehlikeli hale gelen durumunun<br />

içinde hayatta<br />

kalmaya çalışmak<br />

zorundadır...<br />

THELMA<br />

Yönetmen:<br />

Joachim Trier<br />

Oyuncular: Eili<br />

Harboe, Kaya<br />

Wilkins, Henrik<br />

Rafaelsen<br />

Konu: Norveçli<br />

bir öğrenci olan<br />

Thelma, Oslo’ya<br />

aşık olduğu kızın<br />

yanına taşınır.<br />

Kısa süre sonra,<br />

açıklayamadığı<br />

bazı özel güçleri<br />

olduğunu farkeder.<br />

Bu güçler, aşkla<br />

ortaya çıkıyordur.<br />

Tekrar, Oslo, 31<br />

Ağustos ve Sessiz<br />

Çığlık filmlerinin<br />

yönetmeni<br />

Joachim Trier’ın<br />

imzasını taşıyan<br />

film doğaüstü bir<br />

gerilim.


PEK YAKINDA<br />

TOMB RAIDER<br />

Yönetmen: Roar Uthaug<br />

Oyuncular: Alicia Vikander,<br />

Hannah John-Kamen,<br />

Walton Goggins<br />

Konu: Babasının ortadan<br />

kaybolmasından yedi<br />

yıl sonra, 21 yaşındaki<br />

Lara küresel ticaret<br />

imparatorluğunun başına<br />

geçmeyi reddetmiş<br />

ve üniversite dersleri<br />

alırken bir yandan<br />

da Londra’da bir<br />

bisiklet kuryesi olarak<br />

çalışmaktadır. Ancak<br />

ortaya çıkan yeni<br />

bir antik eser sonucu<br />

babasının kayboluşunu<br />

araştırmaya başlar ve<br />

son gittiği yeri ziyaret<br />

eder: Japonya kıyılarında<br />

bir yerde bulunan<br />

gizemli bir adadaki bir<br />

mezar. Birdenbire Lara<br />

kendini yalnızca keskin<br />

zekası, dirayeti ve inatçı<br />

ruhuyla silahlanmış bir<br />

halde, dezavantajlı bir<br />

durumda olduğu bir<br />

maceranın içinde bulur.<br />

Lara, bilinmeyene<br />

doğru yolculuk ederken,<br />

kendi sınırlarının<br />

ötesine geçmeyi de<br />

öğrenmelidir...


PHANTOM<br />

THREAD<br />

Yönetmen: Paul Thomas Anderson<br />

Oyuncular: Vicky Krieps, Daniel<br />

Day-Lewis, Lesley Manville<br />

Konu: Savaştan sonra 1950’lerin<br />

büyüleyici Londra’sında,<br />

ünlü terzi Reynolds Woodcock<br />

ve kız kardeşi Cyril<br />

Woodcock Ailesi’nin belirgin<br />

tarzıyla kraliyet ailesinden film<br />

yıldızlarına ve mirasçılardan<br />

sosyete kadar ülkenin önde<br />

gelenlerini giydirerek İngiliz<br />

modasının merkezinde yer<br />

almaktadırlar. Gerçek hikayeden<br />

uyarlanan filmde<br />

3 Oscar ödüllü aktör Daniel<br />

Day-Lewis, modacı Charles<br />

James’i canlandırıyor.<br />

PASIFIK<br />

SAVASI:<br />

ISYAN<br />

Yönetmen: Steven<br />

S. DeKnight<br />

Oyuncular: John<br />

Boyega, Scott Eastwood,<br />

Jing Tian<br />

Konu: Babasının<br />

uzaylılara karşı<br />

kahramanca<br />

ölümü sırasında<br />

Jaeger pilotluğu<br />

eğitimine devam<br />

etmekte olan Jake,<br />

babasının ölümünün<br />

ardından<br />

eğitimini terk eder.<br />

Bir zamanların<br />

umut vadeden<br />

pilotuyken suç<br />

dünyasına bulaşan<br />

Jake’e uzaklaştığı<br />

kız kardeşi Mako<br />

Mori tarafından son<br />

bir şans tanınır.<br />

THE<br />

STRANGERS:<br />

PREY AT<br />

NIGHT<br />

Yönetmen: Johannes<br />

Roberts<br />

Oyuncular: Christina<br />

Hendricks,<br />

Bailee Madison,<br />

Martin Henderson<br />

Konu: Bir aile, bir<br />

grup akrabayla<br />

birlikte kalacakları<br />

mobil ev alanına<br />

geldiklerinde<br />

şaşkınlığa uğrarlar.<br />

Bu ıssız yerleşim<br />

alanında kimse<br />

yoktur ve herkes<br />

gizemli bir şekilde<br />

götürülmüş gibidir.<br />

Bilmedikleri<br />

şey ise karanlıkta<br />

gizlenmekte<br />

olan üç maskeli<br />

psikopatın onların<br />

her hareketini<br />

izlediğidir.


ŞAHAN’A DÜNYAYI<br />

DAR EDEN KADIN<br />

Şahan Gökbakar’ın son filmi Kayhan’da yer alan Gökçe<br />

Eyüboğlu hem filmin çekim sürecini hem de tiyartonun<br />

kendisi için ne ifade ettiğini bizle paylaştı...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türkiyede sinema filmi<br />

çekmek artık bir meslek<br />

olmaktan çıkıp dizi veya<br />

tiyatro oyuncularının arada<br />

bir edindikleri bir tecrübe haline geldi.<br />

Tabii hem sinemamız hem de oyuncular<br />

açısından sıkıntılı bir durum. Halbuki<br />

yetenekli isimler var. Özellikle yeni<br />

oyuncular içinden daha çok film çekse<br />

dediğimiz yetenekler yok değil. İşte bunlardan<br />

biri Gökçe Eyüboğlu. Kayhan filminde<br />

Şahan Gökbakar’ı evinde istemeyen<br />

Sevim karakterini canlandırıyor. Biz de<br />

teybimizi Gökçe’ye uzattık...<br />

Kayhan filmindeki rolünüzden bahsedebilir<br />

misiniz?<br />

Sevim, Kayhan’ın en yakın arkadaşı<br />

Orçun’un eşiyim. Biraz takıntılı, dominant<br />

ve kendine göre belirlediği kuralları olan<br />

bir kadın. Tabi Kayhan’ın evlerine gelmesiyle<br />

kurduğu sistem alt üst oluyor ve<br />

Kayhan’ın bir an önce evlerini terk etmesi<br />

en büyük isteği haline geliyor.<br />

İlk sinema filminiz Kadın İşi Banka Soygunu<br />

ve yıllar sonra yine Kayhan gibi bir<br />

komedi ile sinemaya döndünüz. İkisinin<br />

de komedi olmasının sebebi nedir. Komedi<br />

kendinizi daha rahat ifade ettiğiniz<br />

bir tür mü?<br />

Aslında benimkisi sadece tesadüf:) Ama<br />

evet komedide yer almak çok keyifli ve bir<br />

o kadar da zor bence. Zaten yeterince zor<br />

bir hayatımız var. İnsanları güldürebiliyorsak<br />

ne mutlu. Ama tabi ki başka türlerde<br />

de oynamak, farklı karakterlere can vermek<br />

isterim.<br />

Sinemada en çok hangi türü seversiniz.<br />

Türler arasında kendi fiziğinizin hangisine<br />

uygun olduğunu düşünüyor musunuz?<br />

Her hangi bir tür ayrımı yapmıyorum<br />

açıkçası. Kişisel tercihim -seyirci olarakkorku<br />

filmlerinden çok haz etmiyorum.<br />

Fiziğimin hangisine uygun olduğu<br />

kısmına gelirsek; konunun fizikle bir<br />

ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Karakterin<br />

için her tür fiziksel değişikliği<br />

gerçekleştirirsin.<br />

1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına kadar<br />

feminizmin sinemamızda etkisini hissedebilirdik.<br />

2000 sonrası sinemamızda<br />

bu anlamda geriye bir adım atıldığını<br />

düşünüyor musunuz? Biraz yorumlar<br />

mısınız?<br />

Biraz dönemsel bakmak gerek diye<br />

düşünüyorum. Konjoktür de böyle<br />

getirmiş olabilir. Şu an daha az politik,<br />

etliye sütlüye dokunmayan filmler<br />

yapılıyor olabilir. 2000 sonrası<br />

sinemamızda bu anlamda geriye gidiş<br />

varsa bu tek başına sinemayla ilgili bir<br />

durum olmadığı gibi sadece Türkiye’yle<br />

ilgili de değil. Ama bunun geçici bir dönem<br />

olduğunu düşünüyorum. Su geriye<br />

akmaz. Bunlara ek olarak ; muhteşem


GÖKÇE EYÜBOĞLU


ağımsız yapımlar ortaya çıkıyor. Hala<br />

bu anlamda mücadele veren isimler var.<br />

Haksızlık etmeyelim. Ama bence bu oldukça<br />

uzun bir konu. Hem seyirci hem<br />

de bu sanatın içinde olmaya çalışan<br />

biri olarak Türk Sineması ve günümüzde<br />

geldiği noktayla ilgili uzun uzun<br />

konuşmak isterim:)<br />

Deminki soruyla bağlantılı olarak kadın<br />

oyuncularımızın önünde Türkan Şoray<br />

kanunları gibi bir örnek de var. Bu<br />

kuralları doğru buluyor musunuz?<br />

Daha yolun başında olan bir oyuncu<br />

olarak “Türkan Şoray” kanunları ile ilgili<br />

yorum yapabilecek hakkı görmüyorum<br />

kendimde. Ama kendi kuralım oyuncu<br />

karakterinin , rolünün gereğini yapar.<br />

Bizim sinemamızın kökleri Yeşilçam’a<br />

dayanır. Yeşilçam filmlerini severmisiniz?<br />

Sizin oyunculuğunuzda Yeşilçam’ın etkisi<br />

var mıdır?<br />

Sevdiklerim de var sevmediklerim de.<br />

Ertem Eğilmez filmlerinin tutkunuyum.<br />

Onları izleyerek büyüdük. Oyunlarımız<br />

bile bazen o filmlerden sahneleri<br />

canlandırmak olurdu. O yüzden bilinçli<br />

bir tercih olmasa da etkisi olmaması<br />

mümkün değildir.Ama sonuçta bu da<br />

bir süreç. Hem öğrenme durumun<br />

devam ediyor. Hem de genel olarak<br />

oyunculuk bambaşka , daha doğal bir<br />

yere evriliyor. Bu akış içinde benim de<br />

oyunculuğum oturacaktır, değişecektir<br />

diye düşünüyorum...<br />

Son iki üç yıldır özel tiyatroların<br />

yaygınlaştığını görüyoruz siz de tiyatro<br />

oyunlarında yer alıyorsunuz, bir oyuncu<br />

olarak tiyatro size ne katıyor?<br />

Genel olarak oyunculuk insanın<br />

hayatına çok şey katıyor. Algın açılıyor,<br />

farkındalığın artıyor. Empati yeteneğin<br />

artıyor. Ön yargıların kalkıyor. Bambaşka<br />

karakterleri, bambaşka hayatları<br />

araştırma hali, merak etme , anlamaya<br />

çalışma durumu bence en büyük katkısı<br />

oyunculuğun. Salt tiyatrodan bahsedecek<br />

olursak , seyirciyle bire bir etkileşim<br />

halinde olmanın, her şeyin her anın<br />

birebir seyirci karşısında yaşanması<br />

bam başka... O kadar saf, doğal , açık bi<br />

yerden karşısındasın ki insanların... Evet<br />

prova süreci var bu işin. Bir karakter<br />

yaratıyorsun, bunu günlerce prova ediyorsun<br />

ama seyirci karşısına çıktıkça, oyun<br />

özünü, aslını kaybetmeden bambaşka<br />

bir yere gidiyor. Bu değişim , gelişim,<br />

etkileşim halini çok seviyorum. Beni çok<br />

heyecanlandırıyor. Gittikçe daha gerçek<br />

bir yere gidiyorsun. Karakterin daha gerçek<br />

bir hale bürünüyor. Bir de gerçekten<br />

tiyatroda arınıyorsun. Bu arınma halini<br />

uzun uzun nasıl anlatabilirim gerçekten<br />

bilmiyorum:))<br />

Senaryo, şarkı sözü gibi çalışmalarınız da<br />

var. Kamera arkasına ilginiz ne boyutta?<br />

Gelecekte bir filmin senaristi veya yönetmeni<br />

olarak kendinizi görebiliyor musunuz?<br />

Şarkı sözü yazmak benim için bir ilkti<br />

Küçük Prens Müzikali’nde. Böyle bir şey<br />

yapabildiğimin bile farkında değildim. Çok<br />

önemli bir müzik adamıyla da çalışma<br />

fırsatım oldu bu müzikal sayesinde; Yücel<br />

Arzen. Müzikal anlamda yönlendirdi beni<br />

söz yazımı sırasında. Üç kişilik ; uyumlu<br />

bir ekiptik. Gerisi kolaylıkla geldi zaten.


OSCAR’I HANGi<br />

FiLM ALACAK?<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Oscar adayı filmler<br />

açıklandı. Geçen yıllara<br />

nazaran bir başyapıt<br />

bulunmayan seçki<br />

içinde bir iki yapım öne<br />

çıkıyor. Oscarlar her ne<br />

kadar sinema endüstrisinin<br />

en popüler ödülü<br />

olsa da hem adaylıkları<br />

hem de ödülü dağıtan kurulların standartı<br />

çok belirsiz. Dönemin konjonktürüne göre<br />

tamamıyla değişen değerlendirme kriterleri<br />

bir standart oluşturulmasını zorlaştırıyor.<br />

Ama dediğimiz gibi sonuçta sinema endüstrisinin<br />

parlayan yıldızı Oscarlar. Biz de sizin<br />

için bu yıl aday olan 9 filmi seyrettik. Hem<br />

o filmlerin konusunu kısaca yazalım hem<br />

de Oscarlar’daki şanslarını değerlendirelim<br />

dedik. Filmleri tanıtmadan önce Ayla filmiyle<br />

aday adayı olduğumuz Yabancı Dilde<br />

Oscar ödülü için birkaç kelam etmek gerekir.<br />

Bildiğiniz gibi Ayla filmi aday adayı<br />

olan 10 filmin bile içine girememişti. Buna<br />

şaşıranlara ben de şaşırıyorum. Oscarlar<br />

ezelden beri siyasetten çok etkilenen bir organizasyon.<br />

Olay böyle olunca bu dönemde<br />

siz Türkiye olarak dünyanın en iyi filmini bile<br />

Oscar’lara gönderseydiniz seçilme şansı<br />

hiç yoktu. Bu arada Ayla zaten dünyanın<br />

en iyi filmi değil. Geçen yıllarda katılan<br />

Türk filmlerinin kalitesini düşündüğümde,<br />

o filmler Oscar’da yer alamazken Ayla’nın


4 Mart’ta<br />

Oscarlar dağıtılıyor.<br />

Ödüle aday 9 filmi<br />

seyredip, sizin için<br />

değerlendirdik. Bakalım<br />

tahminlerimiz tutacak mı?<br />

doğal olarak şansı yoktu zaten. 10 filmlik<br />

yabancı film seçkisi içinden kazanan beş<br />

film Oscar için yarışacak. Asıl sürpriz burada,<br />

Altın Küre alan Fatih Akın’ın Paramparça<br />

filmi aday bile olamadı Oscar’a. The<br />

Cut ile kendi çıkarı adına bu ülkeye büyük<br />

zarar veren Fatih Akın’ın seçilmemesine<br />

kendi adıma üzülmedim. Zaten diğer filmleri<br />

seyrettiğimde Paramparça’nın aday<br />

olmasını garipserdim. Altın Küre’yi nasıl<br />

aldı bilemiyorum tabii. Herhalde The Cut<br />

ile yaptığı dönüşümün bir sonucudur.<br />

Neyse biz En İyi Oscar Adayı 9 filmi sizin<br />

için değerlendirelim.<br />

EN İYİ FİLM ADAYLARI<br />

The Post<br />

Watergate skandalını ortaya<br />

çıkaran The Post’un haberi<br />

yayınlama macerası aslında<br />

iyi bir film. Üstelik Trump’ın<br />

başkanlığına muhalif olan<br />

demokrat kökenli Oscar<br />

kurullarının bu filme özel<br />

ilgi göstermesi muhtemel.<br />

Çünkü Watergate skandalı<br />

Nixon’ın başına patlamış ama<br />

Kennedy’den o döneme kadar bütün<br />

başkanları da içine alan bir olay. Vietnam’ı<br />

karıştırmak için nasıl ABD başkanlarının<br />

mütecaviz davrandığını anlatıyor film.<br />

Yani Nixon ile Trump arasında alttan alta<br />

bir ilişki kurmak için iyi bir fırsat The Post<br />

demokratlar adına. Ama geçen yıl yine bir<br />

gazeteci hikayesi olan Spotlight’ın ödül<br />

aldığını düşünürsek biraz şansı azalıyor...<br />

Film’de Post’un sahibini canlandıran Meryl<br />

Streep En İyi Kadın Oscar’ına aday. Her<br />

ne kadar akademi üyelerinin Streep’i çok<br />

sevdiğini bilsek de ödülü alabileceğini<br />

sanmıyorum. Yine de bir sürpriz yapabilir.<br />

Get Out<br />

Bir kaç yıldır Oscar’larda<br />

ırçılık, cinsel istismar<br />

ve kadın hakları özel ilgi<br />

görüyor. Adaylar daha<br />

çok bu konsepteki filmler<br />

içinden seçiliyor. Get Out


öyle bir konuyu işlese de biraz farklı bir<br />

yapım. Siyahi Amerikalıların kendi içlerindeki<br />

bir hesaplaşma filmin özünde var. Beyazların<br />

değer yargılarını kabul edip “beyazlaşan”<br />

Afro Amerikanlara sert göndermeler var.<br />

Filmdeki katil çetesi sürekli kurban seçtikleri<br />

siyahilere Obama ve Tiger Woods üzerinden<br />

beğenilerini söylüyorlar. Bu haliyle devrimci<br />

bir film bile sayılabilir Get Out. Yine de en<br />

iyi film için zayıf bir aday. Yönetmen Jordan<br />

Peele En İyi Yönetmen’a aday ve demin<br />

dediğimiz sebeplerden ödülü alsa karşı<br />

çıkmazdım ama şansı zayıf biliyorum. Filmin<br />

başrolünde oynayan Daniel Kaluuya ise fantastik<br />

gerilim filmi tadındaki bu yapımla eğer<br />

Oscar’ı alırsa bence Oscar tarihinin en büyük<br />

sürprizini yapar.<br />

Dunkirk<br />

İkinci Dünya Savaşı’nın başında<br />

Almanlar’dan kaçan İngiliz ordusunun<br />

Dunkirk’te yaşadıklarını anlatan<br />

film görsel efektlerinde bilgisayar<br />

kullanılmaması ve gerçekçiliği<br />

ile dikkat çekici bir yapım. Kendi<br />

toplumuna savaş isteği pompalamak<br />

isteyen ABD politikaları için de<br />

uygun bir film. Ama En İyi Filmden<br />

çok yönetmeni Christopher Nolan’ın<br />

Oscar’a yakın olduğunu düşünüyorum.<br />

The Shape of Water<br />

Soğuk savaş dönemi Amerika’da geçen<br />

hikayede sessiz, rutin bir hayatı olan<br />

Elisa, gizli ve yüksek güvenlikli bir<br />

devlet laboratuvarında temizlikçi<br />

olarak çalışır. Elisa iş arkadaşı Zelda<br />

ile devletin yaptığı gizli bir deneyi<br />

keşfeder ve suda hapsedilen insansı<br />

bir yaratığı acımasız deneyden kurtarmaya<br />

çalışırlar. 13 dalda Oscar’a<br />

aday olan film otoriteler tarafından<br />

ödüle yakın bulunuyor. Ama ben<br />

yönetmen Guillermo del Toro’nun<br />

kariyerinde bile çok özel bir yer etmeyecek<br />

filmin ödül şansını az buluyorum. Ne En<br />

İyi Kadın’da Sally Hawkins’i ne de En İyi<br />

Yardımcı Kadın’da Octavia Spencer’ı ne de<br />

yönetmeni ödüle yakın görüyorum.


Lady Bird<br />

İki güçlü karaktere sahip anne kızın hikayesinin<br />

anlatıldığı Lady Bird kadın<br />

hakları ve eşitliği anlamında Oscar’ın<br />

son dönem politikalarına uygun<br />

bir film. Açıkçası hikayesi de iyi<br />

ve tabii başarılı oyunculuklara<br />

sahip. En İyi Kadın Oyuncu’da<br />

Three Billboards Outside Ebbing,<br />

Missouri filmindeki Frances<br />

McDormant’ın muhteşem<br />

performansı olmasaydı ödülün<br />

sahibi başrolde oynayan Saoirse<br />

Ronan olsun derdim. Yani<br />

bu ödüle ikinci adayım Saoirse<br />

Ronan. En İyi Yardımcı Kadın dalında ise<br />

filmdeki başarılı performansıyla Laurie<br />

Metcalf bu ödülü almalı. Muhteşem bir<br />

performanstı.<br />

Darkest Hour<br />

Deneyimli yönetmen Joe Wright’ın<br />

yönetmenliğini üstlendiği<br />

filmde, Churchill, hayatının<br />

belki de en büyük sınavından<br />

geçecektir. Ya Nazi Almanyası<br />

ile barışçıl bir antlaşma yolu<br />

bulmaya çalışmalıdır ya da milletinin<br />

bağımsızlığı ve idealleri<br />

için Nazilerin karşısında sımsıkı<br />

durmalıdır. Ellerinde kalan son<br />

kirlenmemiş savaş olan 2. Dünya<br />

Savaşı’nı konu alan ikinci aday<br />

film Darkest Hour diyaloglara dayanan<br />

yapısıyla En İyi film ödülüne uzak olsa da<br />

Churchill’i canlandıran Gary Oldman bir<br />

sürpriz yapabilir. Aslında buradaki makyaj<br />

çalışması filmin en dikkat çekici tarafı.<br />

Call Me by Your Name<br />

Eşcinsel bir aşktan yola çıkarak seçkin<br />

zümrenin doğasına bakan Call Me By<br />

Your Name oyunculuk<br />

performansları açısından<br />

dikkat çekici bir yapım.<br />

Timothée Chalamet,<br />

başroldeki performansıyla<br />

ödülü hak ediyor. Bir<br />

de Oscar’ların eşcinsel


haklarına verdiği önemi<br />

düşünürsek ödülün en büyük<br />

adayı Timothée Chalamet diyebiliriz.<br />

En iyi filme gelince sürpriz<br />

yapabilir ama çok da şansı<br />

olduğunu düşünmüyorum.<br />

Three Billboards Outside Ebbing,<br />

Missouri<br />

En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu<br />

ve En İyi Yardımcı Erkek<br />

Oyuncu dalında benim favorim<br />

bu yapım. Bütün bu ödüllere<br />

layık gördüğüm filmin yönetmeni<br />

Martin McDonagh nasıl<br />

En İyi Yönetmen’de aday olmaz<br />

anlamış değilim. İşte Akademi<br />

üyelerinin saçmalıklarına çok<br />

iyi bir örnek.<br />

Kızı tecavüze<br />

uğrayıp<br />

öldürülen<br />

bir annenin<br />

topluma karşı<br />

verdiği mücadeleyi<br />

anlatan<br />

yapımda<br />

Frances Mc-<br />

Dormant ve<br />

Woody Harrelson mükemmeller.<br />

Phantom Thread<br />

Gerçek bir hikayeden uyarlanan<br />

filmin yönetmeni<br />

Paul Thomaz<br />

Anderson En<br />

İyi Yönetmen<br />

dalında benim<br />

favorim. Filmin<br />

başrol oyuncusu<br />

Daniel Day Lewis<br />

de daha önce<br />

aldığı Oscarlar’ın<br />

yanına birini<br />

daha ekleyecek gibi duruyor.<br />

1950’lerde kraliyet ailesini ve o<br />

dönemin zengin İngilizlerini giydiren<br />

modacı Charles James’in<br />

hayatını izliyoruz.


ZİRVEYE TIRMANAN<br />

YETENEKLİ GÜZEL<br />

I, Tonya ile Akademi Ödüllerinde En İyi<br />

Kadın Oyuncu ödülü adayı olan, daha<br />

27 yaşında kariyer basamaklarını hızlı<br />

tırmanan yetenekli ve güzel oyuncu Margot<br />

Robbie’nin taşra hayatında geçen<br />

çocukluğundan kariyerine giden yola<br />

şöyle bir göz atalım.<br />

EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

MARGOT ROBBIE<br />

n Her ne kadar kendisi<br />

oyunculuğa 2008<br />

yılında televizyon serileriyle<br />

başlamış olsa<br />

da biz onu esas olarak<br />

2013 yılında Martin<br />

Scorsese başyapıtı The<br />

Wolf of Wall Street ile<br />

tanıdık. Bu ay ülkemizde vizyona girecek<br />

I, Tonya ile Akademi Ödüllerinde En İyi<br />

Kadın Oyuncu ödülü adayı olan, daha<br />

27 yaşında kariyer basamaklarını hızlı<br />

tırmanan yetenekli ve güzel oyuncu Margot<br />

Robbie’nin taşra hayatında geçen<br />

çocukluğundan kariyerine giden yola<br />

şöyle bir göz atalım.<br />

Annesi bir Fizyoterapist olan Avustralya<br />

doğumlu Margot Robbie 3 kardeşi<br />

ile beraber büyüdü. Kolej eğitimini<br />

Avustralya’da tamamlayan ve o zamana


kadar ailesi ile yaşayan, kardeşlerine<br />

bakan Robbie aynı zamanda büyük<br />

anne ve büyükbabasının yanında çiftlikte<br />

de çok zaman geçirdi. Daha sonra<br />

oyuncu olmak istediğine karar veren<br />

güzel yıldız Avustralya’nın Victoria eyaletine<br />

taşındı. İlk olarak yayın hayatına<br />

1985 yılında başlayan Avustralya dizisi<br />

Neighbours ile kariyerine başlayan<br />

Robbie, ardından ABC serisi Pan Am’a<br />

transfer oldu. Burada dikkatleri üzerine<br />

çekmeye başlayan güzel yıldızın ilk uzun<br />

metrajlı filmi Domhnall Gleeson ve Rachel<br />

McAdams’ın başrolleri paylaştığı<br />

About Time oldu. Zaman yolculuğu<br />

üzerine kurulu bu aşk filminden sonra<br />

sonra ise sağlam bir çıkış yakalayacağı<br />

ve dünyanın onu tanıyacağı efsane<br />

yönetmen Scorsese imzalı The Wolf of<br />

Wall Street’de rol aldı. Filmin oyuncu<br />

kadrosunda kimler yoktu ki? Leonardo<br />

DiCaprio, Matthew McConaughey, Jonah<br />

Hill gibi başarılı aktörlerle ve Scorsese<br />

gibi bir yönetmenle çalışma fırsatı bulan<br />

genç yıldız tüm dünyanın dikkatini çekmeyi<br />

başarmıştı. Malum ne isimler geliyor<br />

geçiyor sektörden, yıllarını sinemaya<br />

harcayan oyuncular bile böyle efsane<br />

yönetmenlerle çalışamadan ya da başarılı<br />

oyuncularla kamera önüne geçemeden<br />

yitip gidiyor. Robbie ise bu konuda oldukça<br />

şanslıydı. Henüz 22 yaşında böyle<br />

bir filme seçilmek onun için hayatının<br />

fırsatı olmuştu. Elbette bundan sonra<br />

Robbie’nin hayatı değişecek ve kariyer<br />

basamaklarını hızla tırmanacaktı. Jordan<br />

Belfort adlı Broker’ın gerçek hayatının<br />

anlatıldığı film Leonardo DiCaprio’ya<br />

En İyi Erkek Oyuncu katergorisinde<br />

Altın Küre kazandırırken ayrıca Akademi<br />

Ödülleri’nde de 5 adaylığa layık<br />

görülmüştü.<br />

Daha sonra Saul Dibb yönetmenliğinde<br />

çekilen Suite Française filminde Michelle<br />

Williams ile kamera karşına geçen oyuncu<br />

akabinde Chiwetel Ejiofor ve Chris<br />

Pine gibi isimlerin rol aldığı macera/geril-


im filmi Z for Zachariah ile karşımıza çıktı.<br />

Will Smith ile komedi/dram tarzındaki<br />

Fokus filminde yer aldıktan sonra 2016<br />

yılında çekilen ve Afganistan’da bir gazetecinin<br />

hikayesini anlatan drama Whiskey<br />

Tango Foxtrot’ta kamera karşısına<br />

geçti. Bu noktadan sonra çizgi roman<br />

uyarlamaları dünyasına dalan Robbie daha<br />

önce çok kez filmi çekilen bir efsanenin<br />

yeni beyazperde uyarlamasında rol aldı.<br />

The Legend of Tarzan, alışık olduğumuz<br />

Tarzan’dan biraz daha farklı bir portre<br />

çiziyordu. Oyuncu kadrosunda Alexander<br />

Skarsgård, Christoph Waltz ve Samuel L.<br />

Jackson vardı. Bize ayrıca farklı bir Jane<br />

deneyimi sunan güzel oyuncu bundan<br />

sonra da DC evrenine ayak basıyor ve DC<br />

Sinematik Evreni’nde Suicide Squad ile<br />

Joker’in ayrılmaz parçası Harley Quinn’i<br />

canlandırıyordu. Film pek çok hayran ve<br />

eleştirmen tarafından yerden yere vuruldu.<br />

Ancak bir gerçek vardı ki o da yetenekli<br />

yıldızın Harley Quinn performansının son<br />

derece etkili olduğu idi. Tavırlarından tutun<br />

da dengesiz hareketlerine, makyajına<br />

kadar çizgi romandakine paralel bir portre<br />

çiziyordu. (Her ne kadar kostümü<br />

burada değiştirilmiş olsa da yerinde bir<br />

hamleydi). DC Sinematik Evreni’nde ilk<br />

defa Joker olarak izlediğimiz Jared Leto<br />

ile uyumu gerçekten güzeldi. Ancak maalesef<br />

senaryo ve kurgu kurbanı olan film<br />

oyuncular ne kadar debelenirse debelensin<br />

filmi kurtarmaya yetmiyordu. Her ne<br />

kadar David Ayer hem başarılı bir yönetmen<br />

hem de başarılı bir senarist olsa da<br />

filmde isteneni veremiyordu. Özellikle bazı<br />

sahnelerin çıkartılması ve stüdyo ile olan<br />

anlaşmazlıklar filmi kırpa kırpa adeta kuşa<br />

çevirmişti. Film bekleneni verememiş olsa<br />

da güzel yıldız hayranlar tarafından başarılı<br />

bulunmuş ve bu da Robbie’ye DC Sinematik<br />

Evreni’nde daha pek çok kez Harley<br />

Quinn’i canlandırmanın yolunu açmıştı.<br />

Keza kendisi de bu karakteri çok sevdiğini<br />

ve tekrar canlandırmak istediğini defalarca<br />

dile getirdi. Geçtiğimiz aylarda hem ken-


dine ait solo bir film ve hem de Suicide<br />

Squad 2’de oynayacağı kesinleşmişti. Eh<br />

biz de bu filmdeki performansını sevenler<br />

olarak onu yeniden Harley olarak görecek<br />

olmanın keyfini yaşayacağız.<br />

Ve ona hem Altın Küre hem de Akademi<br />

Ödüller’inde adaylık getiren I,<br />

Tonya… Craig Gillespie yönetmenliğinde<br />

çekilen, senaryosu Steven Rogers<br />

tarafından yazılan film, artistik buz patencisi<br />

Tonya Harding’in gerçek yaşam<br />

öyküsünü beyazperdeye taşıyor. 1991<br />

yılında Amerika’da şampiyon olan, aynı<br />

zamanda Münih’te aynı sene yapılan<br />

Dünya Şampiyonası’nda gümüş madalya<br />

kazanan Harding’in başarı öyküsünü<br />

beyazperdede izleyeceğiz. Uluslararası<br />

arenada rüştünü ispatlamış Harding<br />

aynı zamanda iki kez Olympian ve iki<br />

kez de Skate America Şampiyonu oldu.<br />

Robbie ise adını spor tarihine yazdıran<br />

Haring’e hayat verecek. Harling’in geçtiği<br />

zorlu yolları ve yarışmaya hazırlanırken<br />

yaşadığı olayları Robbie üzerinden izleme<br />

fırsatı bulacağız. Filmde Robbie’ye ayrıca<br />

Sebastian Stan, Allison Janney, Julianne<br />

Nicholson gibi isimler eşlik edecek.<br />

Margot Robbie’nin bir sonraki projesi<br />

biyografik dram Goodbye Christopher<br />

Robin’in ise bizdeki vizyon tarihi<br />

kesinleşmiş değil. Bundan sonra ise peş<br />

peşe yeni projeler ile genç yıldızı izlemeye<br />

devam edeceğiz. Daha çok yine DC<br />

uyarlamaları ile göreceğimiz Robbie’yi<br />

ayrıca 2018 yılı içerisinde çekilecek Terminal<br />

ve Dreamland gibi dramalarda<br />

izleme fırsatı yakalayacağız.<br />

Erken yaşta başlayan ama hızla çıktığı<br />

kariyer basamaklarında emin adımlarla<br />

ilerleyen yetenekli ve güzel aktris Margot<br />

Robbie elde ettiği bu başarıyı daha<br />

da zirveye taşıyacak gibi görünüyor.<br />

Hırslı yapısı, oyunculuktaki başarısı ile<br />

adını muhtemelen önümüzdeki yıllarda<br />

uluslararası yarışmalarda, Altın Küre ya<br />

da Akademi Ödülleri’ndeki adaylıkları ile<br />

daha çok duyacağız.


VİZYONDA BİR<br />

BELGESEL VE KISA<br />

FİLM UZUN ETKİ<br />

YARATANLAR<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

Güzel haberlerim var:<br />

Şubat ayında bir<br />

belgesel vizyona<br />

giriyor. Kısa Film<br />

Yönetmenleri Derneği<br />

büyüyor. Sabancı Vakfı<br />

Kısa Film Platformu<br />

destek vermeye devam<br />

ediyor.<br />

2018’e girerken belgesel sinema<br />

adına her ay 4 belgesel filmin<br />

sinema salonlarında gösterime<br />

girmesini dilemiştim. Ocak sayımızdaki<br />

yazımı okuyanlar hatırlar. Şimdi ülkemizin<br />

film sektörü ve belgesel sinema ilişkisini<br />

düşününce bari ayda bir belgesel vizyona<br />

girsin diyorum. Diyorum da… Maalesef<br />

Ocak ayında gösterime giren bir belgesel<br />

olmadı ama 9 Şubat’ta Güzel Adam<br />

Süreyya belgeseli sinema salonlarında<br />

seyircisine kavuşuyor. Biz dilemeye<br />

devam edelim… Dileyelim Olsun! Güzel<br />

Adam Süreyya Beşiktaş’ın emektar<br />

malzemecisi Süreyya Soner’in hayatını<br />

anlatıyor. Hem Beşiktaş hem futbol hem<br />

de İstanbul’un kent tarihini ele alan bir<br />

yaklaşımla seyircinin karşısına çıkıyor.<br />

Belgesel ’de pek çok sürpriz isim var.<br />

Yönetmen Gökçe Kaan Demirkıran.<br />

Bir başka güzel haberim daha var.<br />

Geçtiğimiz yıl kurulan Kısa Film Yönetmenleri<br />

Derneği’nin üye sayı hızla<br />

artıyor. Dernek festivallerle kısa film ve<br />

kısa film yönetmenleri adına çok olumlu<br />

görüşmeler yapıyor. Filmlere telif ödenmesi,<br />

ödeniyorsa miktarlarının artması,<br />

filmlerin gösterim biçimi, yönetmenlerin<br />

ağırlanma şekli vs. gibi konularda gerçekten<br />

önemli konulara değiniyor ve güzel de<br />

yol alıyor. Türkiye’de Kısa Film üreticilerinin<br />

bir sivil toplum kuruluşu altında bir<br />

araya gelerek, sorunlarına birlikte çözüm<br />

ayarak çok daha güçlü, çok daha karalı<br />

bir şekilde kısa film çekmeye devam<br />

etmesi hem izleyiciler hem de üretenler<br />

açısından önemli bir gelişme bence.<br />

Ayrıca ülkemizde üretilen kısa filmlerin<br />

kalitesinin artması ve kısa film festivallerinin<br />

çoğalması bu durumu daha da<br />

önemli ve elzem kılıyor. Sidar Serdar<br />

Karakaş’ın başkanlığında kurulan Kısa<br />

Film Yönetmenleri Derneği, üye sayısıyla,<br />

gerçekleştireceği projelerle Türkiye’nin<br />

önemli sinema STK’larından biri olmayı<br />

kafasına koymuş. Derneğe, bir filmiyle<br />

ön eleme jürisi olan herhangi bir festivale<br />

seçilmiş bütün yönetmenler üye olabiliyor.<br />

Detaylı bilgiyi www.kisafilmder.org


sitesinden öğrenebilirsiniz. Kesinlikle üye olun<br />

derim. Ortak akılla sorunlara çözüm bulmak,<br />

birlikte oluşacak sinerjiden beslenmek, birbirinden<br />

öğrenmek, sormak, sorgulamak, çalışmak,<br />

tartışmak, kızmak, gülmek… birlikte yoka devam<br />

etmek, birlikte büyümek çok özel bir güç ve tat…<br />

Kısa film demişken Sabancı Vakfı, toplumsal<br />

konularda farkındalık yaratmak için önemli ve<br />

etkili bir araç olan sanatın gücünden yararlanmak<br />

adına “Kısa Film Uzun Etki” isimli Kısa Film<br />

Yarışması’nı 2016’da hayata geçirdi. Kısa Film<br />

Yarışması’nın hedefi; sinemanın yaratıcı bakış<br />

açısından ve etki gücünden yararlanarak toplumsal<br />

konularda farkındalık yaratmak. İlk yıl “Mülteci<br />

Kadınlar” temasıyla düzenlenen yarışmanın 2017<br />

yılı teması “Çocuk İşçiler”di. Sanat yönetmenliğini<br />

Zeynep Atakan, kanat önderliğini Bosna’lı yönetmen<br />

Danis Tanovic’in yaptığı organizasyonun ödül<br />

töreninde çok duygulandım. Mansiyon alan filmle<br />

birlikte izlediğim 4 filmde etkileyiciydi. Üçüncülük<br />

ödülü alan Mij filmini izlerken göz yaşlarımı<br />

tutamadım. Finale kalan 15 film ve yönetmeni<br />

yarışma boyunca hem sinema hem sosyal<br />

farkındalık adına harika deneyimler paylaştıklarını<br />

ifade ettiler. Memleketin dört bir yanından gelen<br />

385 kısa film ve finale kalan 15 film. Sonuçta<br />

ise ödül alan 4 film. Beni takip edenler ve<br />

tanıyanlar bilir, ödülleri sadece araç olarak<br />

görürüm, abartılmasından ve ödül avcılarından<br />

hoşlanmam. Bence o 385 filme kafa yoran,<br />

yürek koyan herkes birinci. O yüzden kısa film<br />

uzun etki sloganıyla yola çıkan bu platformda,<br />

ödül alanların listesini vermiyorum. Dediğim gibi<br />

bu meseleye yürek koyan, kendine dert edinen<br />

, film çeken her katılımcı birinci. Hele ki böylesi<br />

bir sosyal sorumluluk bilinci altında oluşturulmuş<br />

bir yarışmada kazanmak kaybetmek diye bir<br />

şey yok. Üreten herkes kazandı. Keşke adına<br />

Sabancı Vakfı Kısa Film Yarışması demeselerdi.<br />

Ne bileyim mesela Kısa Film Uzun Etki Ödülleri<br />

ya da başka bir şey… Çünkü burada yarışmak<br />

ve yarıştırmaktan çok amaç farkındalık yaratmak<br />

ve bunu da sinema sanatıyla, kısa film<br />

aracılığı ile yapmak. Bir sosyal meseleye, gönül<br />

vermek, zihin yormak… Neyse, benim ki sadece<br />

bir öneri. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim<br />

jürinin ödüllendirdiği 4 filmin 3’ü belgesel. Gerçekten<br />

merak ediyorsanız www.kisafilmuzunetki.org<br />

sitesinden ödül alanları öğrenebilir ve<br />

filmlerini izleyebilirsiniz. Öyle veya böyle, bir<br />

şekilde özel sektörün sinemaya destek vermesi<br />

çok önemli. Emek veren, yol açan, yön<br />

gösteren, destek veren herkesin, sinema adına<br />

yüreğine sağlık. Üçüncü yılın temasına merakla<br />

bekliyorum.


Kısa filmden bu kadar söz etmişken bir kısa<br />

filmle bitireyim diyorum bu ayki yazımı . Volkan<br />

Budak’ın pek çok festivalde ödül alan belgeseli<br />

Yaban’ı izledim. (Ödül almasa da izlerdim o ayrı.)<br />

9 dakikalık film, kültür-doğa-insan-hayvan ilişki ve<br />

iletişimi üzerine bir çalışma. Yılın uzun bir dönemini<br />

Kızılırmak deltasında geçiren mandaların,<br />

doğadaki özgür yaşamları, sonra sahiplerinin<br />

gelerek onların özgürlüklerine son verip, onları<br />

ahırlara götürme çalışmaları doğanın sesi ve<br />

müzik eşliğinde anlatılıyor. Açıkçası tamamen<br />

görüntü diline yaslanan, söze yer vermeden<br />

derdini anlatan filmleri seviyorum. Bu anlamda<br />

dikkat çeken bir film olmuş doğrusu. Siz bu<br />

filmi nasıl izleyebilirsiniz bilemiyorum. Bir festivalde<br />

denk gelirsiniz ya da yönetmeni internete<br />

koyar belki sonra. İşte bu kısa filmlerin nerede<br />

nasıl seyirci ile buluşacağı konusu ile mücadele<br />

etmek, platform yaratmak, sinemalarda vizyona<br />

girmek için de mücadele etmek gerekiyor. İşte<br />

bu mücadeleyi birlikte yapmak için de Kısa Film<br />

Yönetmenleri Derneği’ne üye olun derim.


İSTANBUL’A BAKIŞI<br />

DEĞiŞTiRECEK BiR ENERJi<br />

YARATMAK iSTEDiM<br />

Mu Tunç’un Türkiye’nin ilk<br />

punk/hardcore grupların kurucu<br />

üyelerinden abisi Orkun<br />

Tunç’un hayatından esinlenerek<br />

senaryosunu yazdığı<br />

ilk uzun metrajlı filmi “Arada”<br />

!f’te seyirciyle buluşacak.<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Mu Tunç’un Türkiye’nin<br />

ilk punk/hardcore<br />

grupların kurucu üyelerinden<br />

abisi Orkun Tunç’un<br />

hayatından esinlenerek<br />

senaryosunu yazdığı ilk<br />

uzun metrajlı filmi “Arada”<br />

17. !f İstanbul Bağımsız<br />

Filmler Festivali’ne ilk kez<br />

seyirciyle buluşacak. Orijinal müziklerini de Orkun<br />

Tunç’un bestelediği Arada’nın başrollerini ünlü çift<br />

Burak Deniz ve Büşra Develi üstleniyor.<br />

Öncelikle biraz seni tanıyalım mı?<br />

Tabiki. Ben design okudum. Ve uzun süre<br />

boyunca çeşitli ajanslarda kreatif yöneticilikler<br />

yaptım. Biraz hızlı geçti benim için zaman çünkü<br />

ara geçiş dönemi yaşamadım. Okul biter bitmez<br />

türkiye’nin ilk dijital ajanslarından birinde direk<br />

kreatif grup direktörü olarak çalışmaya başladım.<br />

Çünkü teknoloji ve deneyimle ilgileniyordum<br />

bundan yaklaşık 9-10 sene öncesinde. Ve bu<br />

teknolojiye olan ilgim beni daha sonra Diaryofmu<br />

isminde tamamen internet üzerinde başlayan bir<br />

hikaye anlatımı projeme başlamama neden oldu.<br />

Özellikle internette oluşan bu yeni streaming<br />

platform’ları ve onları üzerinden insanlara ulaşma<br />

fikriyle ben çok ciddi film yapma ve hikaye anlatma<br />

deneylerimi başlatmış oldum. Bu projem<br />

devam ederken merakım beni branding’e<br />

doğru yöneltmeye başlattı ve özellikle 5 ve 10<br />

senelerini doldurma arifesinde olan markalar<br />

özelinde uzmanlığımı oluşturdum ve çeşitli<br />

moda, teknoloji ve sinema markalarının duruş<br />

ve tavırlarının tüm stratejilerini yönlendirdim.<br />

Şimdide uzun zamandır istediğim ama doğru<br />

zamanın gelmesini beklediğim ilk sinema filmim<br />

olan ARADA filmini çektim.<br />

Nasıl bir süreçti?<br />

Ben öyle sıkıntılar yaşadım ki bu filmi çekerken,<br />

gerçekten her şeye hazırlıklıydım ama bu<br />

kadarı da mı olacaktı olduğum birçok an oldu.<br />

Örneğin; filmi çekmeye iki hafta kala - herşeyi<br />

hazırlamışım ve muhteşem durumda olduğum


MU<br />

TUNÇ<br />

bir anda; ayağımın kontrolünü yitireceğim<br />

söylendi bir sinirimi aşırı zorladığım için ve<br />

ameliyat olmazsam sonsuza dek’te o sinirin<br />

iyileşemeyeceği bir sürece gireceğim<br />

söylendi ve uzun vadede ayağım kontrolünü<br />

kaybedeceğim. O yüzden ne olursa olsun bir<br />

anda ameliyata girmem gerektiğini öğrendim.<br />

Yani herşeye hazırlıklıydım, bir anda tüm<br />

oyuncularımın set’e gelmemesine bile bir çözümüm<br />

vardı ama bu kadarını aklıma bile getiremezdim.<br />

Ve ben filmin ilk 7 gününü zaten bütün<br />

filmi 13 günde çektim; yani nerdeyse yarısını<br />

elimde bastonlarla çektim. Ben kreatif sürecin<br />

kendisini tamamen artık zaten problemler ile<br />

uğraşmak ve enerji aktarımın sürekli kıldığın bir<br />

süreç olarak görüyorum ve bu ne kadar yoğun<br />

geçerse yaptığınız şeyin sonucu da o kadar<br />

zengin ve değerli oluyor.<br />

Film tür itibariyle de pek sık karşımıza çıkmayan<br />

bir içeriğe sahip değil mi?<br />

Bu filmi çekmenin benim için kişisel anlamı<br />

çok büyük çünkü kendi öz ailemin ve benim<br />

yaşadıklarımı harmanlayan bir hikaye yazdım.<br />

Benim abim Türkiye’nin ilk punk/hardcore<br />

gruplarından birinin kurucu üyelerinden biri. Aynı<br />

zamanda babam da 70’li yıllarda ünlü bir Türk<br />

sanat musikisi sarkıcısı. Ve ben böyle bir ailede<br />

sürekli kültürel tartışmaların içerisinde büyüdüm<br />

ve bu tartışmalar aslında benim gelişmemde çok<br />

ilginç etkileri oldu. Babamın kariyeri darbe ile


sona eriyor çünkü 80 darbesi ile askere gitmek<br />

zorunda kalıyor ve uzun vadeli askerlik yapmak<br />

zorunda kalıyor üniversite mezunu olmasına<br />

rağmen ve bu süreç onun tüm kariyerinin bitmesine<br />

neden oluyor. Istanbul’a döndüğünde<br />

senelerdir üzerinde çalışarak ulaştığı ünün yok<br />

olduğunu görüyor ve çalışma hayatına bir an<br />

önce başlaması gerekiyor ailesini geçindirebilmesi<br />

için. Abim ise aşırı hayallerine bağlı ve<br />

idealist birisi. Yapmaya çalıştığı müziğin buradan<br />

kimse tarafından anlaşılmayacağını düşünerek<br />

babam ile her zaman tartıştıklarını bilirim ki<br />

sonra da aynı durumları ben başka şekillerde<br />

kendi iş hayatımda yaşadım. Bunu anlatmak<br />

istedim çünkü bu hikaye ile bende kendi psikolojik<br />

barışmamı yaşadım küçüklüğümden beri<br />

beslediğim birçok duyguyu şu andaki algılarımla<br />

tekrardan incelemek istedim. Şu anda etrafımdaki<br />

birçok arkadaşım ya İstanbul’u terk etti veya<br />

terk etmenin planlarını yapmakta. Ne yazık ki bu<br />

böyle ve beni çok üzüyor bu durum. Aynı zamanda<br />

daha üzücü olan şey ise, burada hiçbir zaman<br />

hiçbirşeyin başarılmayacağını ve ilginç hiçbir<br />

şeyin burada yapılamayacağına insanların artık<br />

tüm kalpleri ile inanıyor oluşu. Gerçekten çok<br />

üzülüyorum bunları gördükçe. Bende o yüzden<br />

insanların gerçek bir underground İstanbul’a ve<br />

inanılmaz cool bir İstanbul’a seyahate çıkaran<br />

bir film yapmak istedim ki hatırlasınlar bazı<br />

şeyleri. Burasının ne kadar değerli ve ilginç<br />

bir şehir olduğunu hatırlasınlar. Gerçekten bir<br />

şehir ve İstanbul filmi ARADA. Bir gün boyunca<br />

aslında İstanbul’un gizli alt-dünyalarına seyahate<br />

çıkıyoruz. Bu filmi izleyen insanların gerçekten<br />

yaşadıkları İstanbul’a bakışlarının değişmesini<br />

sağlayacak bir enerji yaratmak istedim.<br />

Senin için 90’lar nerede ve nasıl geçti?<br />

Benim için 90’lar Istanbul’da ve özellikle; Merter<br />

- Bakırkoy ve Taksim üçgeninde geçti. Bu üç<br />

bölge benim için çok önemliydi. Ve doğal olarak<br />

yaşımdan dolayı’da kişiliğim merkezi bu dönemde<br />

gelişti. Bayram parasıyla gidip punk/hardcore/<br />

metal/grunge albümleri alma durumu benim<br />

için hiçbir zaman unutamayacağım en önemli<br />

anılarımdan biri. Ve ayrıca toplama kasetler yapmak<br />

arkadaşlarıma bir diğer vazgeçemeyeceğim<br />

anılarımdan biri. Sevdiğim grupların şarkılarını<br />

bir araya getirip kendim için kaset toplamalar<br />

yapıyordum ve sonra o kasetlere albüm kapağı<br />

tasarlıyordum. Bu şekilde tasarım ile olan ilgimi<br />

de keşfetmiş oldum ve sonrasında tasarım okumama<br />

sebep oldu aslında bu durum.<br />

Arada Türkiye’de ilk gösterimini 17. !f İstanbul<br />

Bağımsız Filmler Festivali’nde yapacak… Festivale<br />

dair hissettiklerin neler?<br />

!f İstanbul Bağımsız Film Festivali benim<br />

için küçük yaşımdan itibaren gittiğim ve çok<br />

önemsediğim bir film festivali. Sebebi ise farklı<br />

seslere yer vermesi ve onları desteklemesi. Bu


yüzden ilk gösterimini !f’de yapacağı için de<br />

kişisel olarak çok mutluyum. Ayrıca bu festivalde<br />

ilk defa “Yeni” adıyla bir bölüm açılıyor. Tamamen<br />

Türkiye’den çıkan “Yeni” anlatım dillerine<br />

ve seslerine yer vermek için açılan bir bölüm bu.<br />

ARADA’nın bu bölüm’de gösteriliyor olması ve<br />

filmimin bu klasmanda değerlendiriliyor olması<br />

beni çok mutlu ediyor. Çünkü ilk filmimde birçok<br />

anlatım tabularını yıkmaya çalıştığım semiyolojik<br />

olarak ileride incelendiğinde önemli bir örnek<br />

olacağını gösterilebileceğini inandığım sahne<br />

var. Bütün bunların !f Festivali tarafından görülmesi<br />

ve Arada’ya değer vermeleri benim için çok<br />

önemliydi. Gerçekten büyük heyecanla bekliyorum<br />

festivali.<br />

Sırada neler var?<br />

İkinci filmimin senaryo’sunu bitirmek ve<br />

ilk romanımı yazmak. Bu ikisi üzerine<br />

focuslanıyorum. Birde tabiki Arada filmimi<br />

dünyanın dört bir yanına ulaştırmak istiyorum.<br />

Bunun içinde dünyadaki birçok önemli film<br />

festivalini dolaşmayı planlamaktayım. Yeni yıl<br />

kararları sürekli alıyorum. Nerdeyse her ay yeni<br />

bir kararda alıyorum. Bunları burada sıralamak<br />

sayfalarımı alır ama şunu söyleyebilirim gerçekten<br />

kararlar olmadan bir yolda ilerlemek mümkün<br />

değil. İlk filmim Arada’da bu şekilde ortaya<br />

çıktı. Artık öteledeğim tüm kararlarımı hayata<br />

geçireceğim dediğim için şu anda ilk filmimi<br />

çekebildim. O yüzden karar almak önemli ama<br />

asıl konu bunu hayata geçirip geçirmediğiniz.<br />

Son olarak eklemek istediklerin var mı?<br />

Ben hayatım boyunca dinlediğim müziklerden<br />

dolayı ve ilgilendiğim konulardan dolayı yalnızlık<br />

çektim. Ortaokul ve lise hayatım boyunca punk/<br />

hardcore/post-punk/indie gruplar dinledim ve<br />

arkadaşlarım anlamıyordu. Çünkü anlamak için<br />

çaba harcamıyorlardı ama onlara anlamaları<br />

içinde önlerine güzel bir örnek koyan da yoktu.<br />

Sonra iş hayatına girdiğimde - farklı bir şeyler<br />

yapalım deyip - ilginç bazı şeylerle ilgilendiğimde<br />

teknoloji ile ilgili - onu burada kimse anlamaz<br />

deyip hep fikirlerin öldürüldüğünü yaşadım.<br />

Fakat şimdi o zaman bunları burada kimse<br />

anlamaz dedikleri şeyler - şu anda Türkiye’nin<br />

dört bir yanında kullanılıyor. Yani konuyu niye<br />

böyle genişleterek anlatıyorum çünkü artık şu<br />

şablonlarla düşünen bir Istanbul görmek beni<br />

çok üzüyor. Sebebi ise inanılmaz bir şehirde<br />

yaşıyoruz aslında ve her anlamda birçok şeyin<br />

merkezi olabilecek zenginlikte bir şehir fakat<br />

içinde yaşayan kreatif insanların ve birçok şeyleri<br />

yönlendiren insanlara da bunun için ciddi bir<br />

çaba sarf etmelerini hatırlamalarını istiyorum. Bu<br />

mümkün. Artık sürekli negatif davranıp, sürekli<br />

hiçbir şey yapmadan yaşadığı şehri kötüleyen<br />

insanlar görmekten gerçekten haz etmiyorum.<br />

Bunun değişmesi gerekiyor artık.


!F 2018 İLE YENİ SEZON BAŞLIYOR<br />

DENEYİMLEMENİZ<br />

GEREKEN 14 FİLM<br />

HAKTAN KAAN İÇEL<br />

ÖKEŞİF YARIŞMASI<br />

A Fabrica de Nada /<br />

Hiçlik Fabrikası<br />

Berlin Film<br />

Festivali’nden Yönetmenlerin<br />

On Beş<br />

Günü ve Fipresci<br />

ödülleriyle dönen Pedro<br />

Pinho’nun üç saatlik<br />

Hiçlik Fabrikası, bir fabrikadaki<br />

hırsızlık olayının sonrasında<br />

işçilerin bu olayı yönetimin<br />

yaptırdığını anlamasıyla başlıyor.<br />

Yönetimin işten çıkartmalara<br />

başlamasını engellemek için işi<br />

önce bırakıp, sadece fabrikayı<br />

işgal etme planlarını anlatan film,<br />

bir anlamda işçilerin sisteme<br />

karşı başkaldırısını anlatması<br />

açısından önemli bir yapıt olarak dikkat<br />

çekiyor. Dingin sularda seyreden yapım,<br />

işçilerin gündelik rutinlerinin içinde<br />

geçirdikleri zamanı izleyicisine sunuyor.<br />

Ava<br />

Bir festivalde İran filmi varsa ona dikkatlice<br />

bakmak gerekir. Çünkü festivallerin<br />

ödül şampiyonu İranlılar dikkat çekici<br />

unsurları keşfetmeyi iyi bilen insanlar diyebiliriz.<br />

Ava da böyle bir film. Zengin bir<br />

ailenin kızı viyolin dersleri ve ev arasında<br />

mekik dokumaktadır. Ancak kızın bir<br />

oğlanla masum bir şekilde yakınlaşması,<br />

ailenin kızını denetim altında tutup,<br />

ona eziyet etmesine yol açar. Basıkıcı<br />

toplumlarda kadın olmanın ne demek<br />

olduğunu sorgulayan Ava, festivalin<br />

güçlü yapımlarından biri olarak yarışmalı<br />

bölümde yerini almış.<br />

AŞK BAŞKA Bİ’ DÜNYA<br />

Mr. Gay Syria / Halepli Berber<br />

Ulusal Yarışma bünyesinde de yarışan<br />

ama işletme belgesinin olmamasından<br />

dolayı gösterim yapamayan<br />

Mr. Gay Syria<br />

!f kapsamında seyirci<br />

karşısına çıkıyor.<br />

İki eşcinsel Suriyeli<br />

mültecinin ülkelerinden<br />

kaçıp güzellik<br />

yarışmasına katılma çabalarını ve onlara<br />

yardım eden insanları anlatan yapım,<br />

yılın keşfedilmesi gereken LBGTİ filmlerinden<br />

biri olarak dikkat çekiyor. Birçok<br />

festival sonrası !f’te de yerini alıyor.<br />

GALALAR<br />

Lady Bird / Uğur Böceği<br />

Greta Gerwig’in yönetmenliğini yaptığı<br />

Lady Bird, Oscar’a adaylıklarıyla dikkat<br />

çeken güçlü bir büyüme hikayesi<br />

sunuyor. Bir kızın okuldaki sorunları,<br />

ilişkileri ve ailesiyle<br />

ilşkilerine yoğunlaşan<br />

yapım, Soirse Ronan’ın<br />

oyunculuk performansıyla<br />

öne çıkan bir iş oluyor.<br />

Amerikan bağımsızlarının


2018 yılının ilk film festivali olan 17.!f İstanbul<br />

Bağımsız Filmler Festivali yine dünya<br />

sinemasından hit filmler, keşif filmleri ve kendine<br />

has bağımsız belgesel yapımların varlığıyla sinemaseverler<br />

için iyi bir programla geliyor.<br />

Birbirinden farklı bölümlerin yer aldığı<br />

festivalde öne çıkan filmleri listeleyerek<br />

festivalciler için bir rota belirlemeye çalıştım.


meraklısıysanız ve yarattığı dağınıklığı toplayamayan<br />

karakterlerle empati kurmak<br />

istiyorsanız bu film tam sizin için biçilmiş<br />

kaftan denilebilir.<br />

Phantom Thread<br />

Paul Thomas Anderson’un son<br />

filmi Phantom Thread, ıusta<br />

aktör Daniel-Day Lewis’ı beyazperdede<br />

izlemek için son<br />

şans olarak görünüyor. Lewis<br />

bu filmin çekimleri sırasında<br />

emekliliği açıklaması sonucunda<br />

izleyicilerin dikkati bu<br />

filme yoğunlaşmıştı. 90. Oscar<br />

ödüllerinde de pek çok ödüle aday<br />

gösterilen yapım, muhtemelen yılın en iyi<br />

işlerinden biri olacağı benziyor. İncelikli<br />

görüntü yönetimi, kostüm tasarımı ve<br />

yönetmenliğiyle öne çıkan film, bu yılın<br />

özenli filmlerinden biri olarak tercih edilmeyi<br />

arzuluyor.<br />

The Disaster Artist / Felaket Sanatçı<br />

Tommy Wiseau’nun kült eseri The Room<br />

filminin yapılış serüvenini anlatan<br />

The Disaster Artist, Oscar<br />

ödülleri öncesinde fırtına gibi<br />

eserken taciz skandallarının<br />

gölgesinde maalesef etkinliğini<br />

kaybetti. James Franco’nun<br />

hem yazıp, hem yönettiği yapım<br />

aykırı kişiliğin yaşamını mercek<br />

altına alan yapısıyla son derece<br />

farklı bir yapım olarak öne<br />

çıkıyor. Bir karakterin anatomisini yapan<br />

film, gerçek olamayacak kadar şahsına<br />

münasır bir kişiliğin varlığını deneyimlemeniz<br />

için bir fırsat sunuyor.<br />

OYUN<br />

The Nile Hilton Incident / Esrarengiz<br />

Cinayet<br />

Metropia ve Gitmo filmleriyle<br />

tanınan Tarik Saleh yeni<br />

filmiyle geri dönüyor. İsveç<br />

ödüllerinde fırtınalar estiren<br />

son filmi Esrarengiz Cinayet,<br />

Mısır iç savaşının patlak vermesinden<br />

önceki dönemde<br />

karanlık bir ülke atmosferi sunarken;<br />

karşımıza çıkışsız bir film noir türünde bir<br />

çıkartıyor. Görsel anlamda çarpıcı olmayı<br />

başaran yapım, bu yılın gizli hitlerinden<br />

biri olacak gibi gözüküyor.<br />

November / Kasım<br />

Ülkemizde ilk gösterimini<br />

Adana Film Festivali çatısı<br />

altında yapan bu tuhaf ama<br />

gösterişçi yapım, Rainer<br />

Sarnet’in yönetmenliğinde<br />

paganlığa ve ruhlara dair<br />

tam bir ayin gibi denilebilir.<br />

Uyarlandığı metnin<br />

şekspiryen yapısını koruyan<br />

ve siyah beyaz estetiğini sonuna kadar<br />

kullanmayı başaran November, aynı zamanda<br />

Estonya’nın Oscar aday adayıydı.<br />

Benim 2017 yılı en iyi filmler listemde<br />

de üst sıralarda yer alan bu yapım, keşif<br />

sineması için adeta basamak konumunda<br />

yerini alıyor. Kaçırmayın, acı çekin ya da<br />

mutluluktan gözleriniz fal taşı gibi açılsın.<br />

GÖKKUŞAĞI<br />

Silvana / Silvana İmam: Uyandığında<br />

Beni de Uyandır<br />

İsveç ödüllerinde en iyi belgesel<br />

seçilen bu yapım,<br />

İsveçli aykırı hiphop şarkıcısı<br />

Silvana’nın yaşamına dair<br />

çarpıcı bir profil sunmayı<br />

başarıyor. Müziğin yaşam ile<br />

harmanlanması ve feminist<br />

bir başkaldırı diyebileceğimiz<br />

yapım, Silvana’nın Litvanya ve<br />

Suriye’ye uzanan köklerinin<br />

ve duygusal hezeyanlarını başarılı bir<br />

şekilde görselliğe döküyor. Politika, cinsellik<br />

ve göçmenlik üzerine söylediklerini<br />

cesurca ifade etmekten kaçınmıyor.<br />

!fKOLİK<br />

Invasion! / İstila!<br />

!f tutkunları için tasarlanan<br />

bu bölümde izlemesi zor<br />

filmler tasarlanırken, değişik<br />

deneyimler sayesinde yeni<br />

bakış açıları kazandıran


yapımlar öne çıkıyor. Bunlardan bir tanesi<br />

“Balık ve Kedi”nin yönetmeni Shahram<br />

Mokri’nin yeni filmi İstila!... Yine tek<br />

planda mucizeler yaratan yönetmen,<br />

gizemli cinayetleri araştıran polis ile çete<br />

üyeleri arasındaki geçenleri anlatırken<br />

izleyiciyi şaşırtmaya hazırlanıyor. Filmin<br />

bilimkurgu özellikleri ise ağzınızdan<br />

salyaların akmasına yol açabilir.<br />

!fYENİ<br />

Arada<br />

Bu bölümde Türk<br />

sinemasında üretilen farklı<br />

filmlere yer veren festivalin<br />

en önemli iki filminden<br />

biri olarak öne çıkan Arada,<br />

Bakırköy’de doksanlı yıllarda<br />

ortaya çıkan Punk kültürünü<br />

anlatıyor. O dönemin konserleri,<br />

gizli partileri ve engelleri<br />

filmin odak noktası haline geliyor.<br />

Mu Tunç’un yönetmenliğini üstlendiği<br />

bu yapım, yılın müzikle bütünleşen en<br />

çarpıcı filmi olarak öne çıkıyor.<br />

KARANLIK & KÖŞELİ<br />

A Prayer Before Dawn /<br />

Şafaktan Önce<br />

Jean Stephane Sauvaire’nin<br />

yönetmenliğini üstlendiği bu<br />

sert film, İngiliz bir boksörün<br />

kanunsuz işler yapmaya<br />

çalışırken Tayland hapishanelerine<br />

düşüp, burada dövüşerek<br />

hayatta kalmaya çalışmasını<br />

anlatıyor. Tayland’ın meşhur<br />

tahammül edilemez hapishanelerinde<br />

geçen bu yapım, gösterildiği Cannes<br />

Film Festivali’nde tam bir huzursuzluk<br />

senfonisi olarak adlandırılmıştı. Hapiste<br />

yatan gerçek mahkumların da yer aldığı<br />

Şafaktan Önce, bu yılın kabus gibi çöken<br />

filmlerinden sadece biri diyebiliriz.<br />

Revenge / İntikam<br />

Tecavüz – İntikam filmleri konusunu istismar<br />

filmi olarak sunan Revenge, stilize<br />

hipnotik sinematografisiyle bu yılın tuhaf<br />

bir şey izlemek isteyen seyircileri için


zorunlu bir film olarak<br />

festivalde yerini alıyor.<br />

Turuncu renk skalasıyla<br />

Mad Max’in atmosferini<br />

hatırlatan yapım,<br />

erkeklik kodlarını teryüz<br />

eden yapısıyla bu yılın<br />

geceyarısı çılgınlığı olarak<br />

programda yerini alıyor.<br />

!f KÜLT<br />

Kamikaze 1989<br />

Ünlü Alman yönetmen<br />

Rainer Werner<br />

Fassbinder’in başrolünde<br />

yer aldığı bu distopik gerilim<br />

filminde cinayetler ve<br />

komplo teorileri üzerinden<br />

ilerleyen bir hikaye bekliyor.<br />

Batı Berlin’in punk<br />

günlerinden damıtılarak etkisini<br />

gösterdiği yapımda<br />

ortaya kült bir cyperpunk eser ortaya<br />

çıkıyor. Filmin müziklerinin beyazperdede<br />

yaratacağı etki de cabası... Kaçırılmaması<br />

gereken bir deneyim!


BEN iZLE<br />

KÖŞ<br />

KAMiL<br />

ÇETiN


YiCiYE FiLM YAPIYORUM<br />

E YAZARLARINA DEĞiL...<br />

Bu sezon üç filmi birden sinemalarda gösterilen Kamil<br />

Çetin hem kendine yapılan eleştirileri yanıtladı hem de<br />

etkileyici yaşam serüvenini bizle paylaştı...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Bu yıl Ketenpere, Enes Batur<br />

Hayal mi Gerçek mi, Organize<br />

Aşk filmlerini yöneten ve üç<br />

filmini de vizyona sokan Kamil<br />

Çetin dikkat çekici bir yönetmen. Gişe filmlerinin<br />

unutulmaz yönetmeni olma yolunda<br />

emin adımlarla ilerleyen Çetin’in çok dikkat<br />

çekici bir yaşam öyküsü de var. Kendisini<br />

eleştiren otoritelere bence haklı olarak<br />

cevaplarını veren Çetin’in söylediklerini sinemayla<br />

ilgilenen herkesin okuması lazım.<br />

Bir sezonda üç filminiz birden vizyon alıyor.<br />

Bu üretim çokluğunu neye bağlamalıyız?<br />

Bu sezon 3 film çekmemin bir kaç nedeni var.<br />

Öncelikle yapımcılar tarafından tercih edilmem<br />

benim adıma gurur verici bir olay. Tabii<br />

ki benim tarzımın komedi ve aksiyon ağırlıklı<br />

olması ve gişe yapan filmlerde bu tarz<br />

oldukları için bana çok proje geliyor. Bu 3<br />

proje dışında da işler, filmler geldi ama onları<br />

çekmek istemedim. Fakat bildiğim kadarıyla<br />

son yıllarda senede ( 7 ay da ) 3 film çeken<br />

yönetmen olmadı.<br />

Filmlerinizin çoğunun komedi olduğu<br />

gözüküyor bu türle ilgili bağlantınız nedir?<br />

Komedi filmi yönetmenin en zor kısmını<br />

sizden öğrenebilir miyiz?<br />

Aslında ben tarz olarak da komedi, aksiyon<br />

ve bilimkurgu filmleri izlemeyi seviyorum.<br />

Malesef henüz ülkemizde bilim kurgu film<br />

çekilemediği için bende romantik komedi<br />

ve aksiyon çekiyorum. Bu arada benim<br />

oyuncularım ve ekibim de bilir ki ben sette<br />

eğlenmeyi seviyorum, filmde sahne çekerken<br />

bazen o kadar gülüyoruz ki sahne bitse bile<br />

kesmiyorum. Bazen televizyonda yada sinemada<br />

dram bir film izlerken bile o sahnenin<br />

komedisi aklıma geliyor ve kendi kendime<br />

kafamda canlandırıp gülebiliyorum.<br />

Komedi filminin senaryosu daha çok filmin<br />

kahramanını canlandıran komedyenin<br />

ürettiği birşeydir. Bu bir yönetmen için zorluk<br />

oluşturuyor mu? Eğer bu bir handikapsa<br />

bunu nasıl geçiyorsunuz?<br />

Komedi filmi yapmak göründüğü gibi kolay<br />

bir olay değil. İnsanları güldürmek inanınki<br />

ağlatmak dan çok daha zordur. Ağlatmak için<br />

temel öğeler vardır ( evlat sevgisi vs.) ve bunlara<br />

dokunarak hele ki bizim gibi duygusal bir<br />

toplumu ağlatmak kolaydır. Fakat sinemayı<br />

dolduran o kadar seyirciyi güldürebilmek inan<br />

ki çok zor. Nedeni ise halkımızın farklı şeylere<br />

gülüyor olması. Bir kısmı Cem Yılmaz’ ın bir<br />

kısmı Şahan’ ın bir kısmı Yılmaz Erdoğan’ın<br />

tarzına gülebiliyor. Ben de hep halkın içinde<br />

olan birisi olduğum için gözlemlerime güveniyorum<br />

film çekerken. Hiç bir zaman senaryoya<br />

bağlı kalamıyorum. Çünkü sette çekim<br />

esnasında sahne çok daha başka yerlere<br />

gidebiliyor ve çıkan doğaçlamalar ve benim<br />

eklediklerimle sahne daha komik olabiliyor.<br />

Tabi benimle çalışan senarist arkadaşlar<br />

da bunu bildikleri için bana karışmıyolar<br />

ve güveniyolar. Sanırım komedi çekmemin<br />

nedenlerinden biride bu setteki özgürlüğüm.<br />

Vizyona giren son filminiz Enes Batur<br />

neredeyse deneysel bir yapım ve filmin<br />

kahramanı aslında kendini canlandırıyor.


Böyle bir filmi yönetmenin püf noktası nedir?<br />

Enes Batur Hayal mi Gerçek mi filmi için beni<br />

yapımcı Erdem Karahan aradığında açıkcası<br />

youtuberlar hakkında pek bilgim yoktu.<br />

Sonra toplantıya gitmeden önce oturup saatlerce<br />

Enes in videolarını seyrettim. Abone<br />

sayısı 5.5 milyonun üstündeydi ve bu beni<br />

çok şaşırttı. Demek ki bu kadar insan takip<br />

ettiğine göre ortada ciddi bir değer vardı.<br />

Seversiniz sevmezsiniz ama bu yaklaşık 6<br />

milyon kişiyi yok sayamazsınız. Bunu söyleme<br />

nedenim bizim sektörden çok sayıda<br />

arkadaş böyle birinin filmini nasıl yönetirsin<br />

diye benimde üstüme geldiler! O kadar ön<br />

yargılı bir camiayız ki filmi izlemeden iğrenç<br />

yorumlar başladı. Bu yorumların muhatapları<br />

ben, yapımcı, senarist ve tabiki tüm youtuberlar.<br />

Nedense hayata at gözlüğüyle bakmaya<br />

alışmışız. Hiçbiri demiyoki kardeşim<br />

bir saniye yaa bi araştıralım ne oluyo internet<br />

dünyasında!! Acaba yeni sektörler mi geliyo?<br />

Belkide orda da değerli arkadaşlar vardır kendimizi<br />

geliştirebiliriz diyen yok. Bu eleştirileri<br />

yapanların çoğuda uzun zamandır film<br />

çekemiyen yönetmen- oyuncu ve senarist<br />

arkadaşlar. Ancak eleştirmeyi seviyorlar. Olsun<br />

onlar oturdukları yerde bizi eleştirsinler<br />

bizde filmlerimizi çekmeye devam edelim<br />

:) neyse burada biraz içimi döktüm de<br />

rahatladım. Yoksa kimseyi eleştirmek değil<br />

amaç herkes kendi doğrularıyla yaşar..<br />

Yakın zamanda Organik Aşk filminiz vizyona<br />

girecek. Bu film hakkında bilgi verebilir misiniz?<br />

Ve filmlerinizin kastını hazırlarken en<br />

çok neye dikkat edersiniz?<br />

Bu arada çok güzel bir film “ Organik Aşk “ ı<br />

çektim. Montaj aşamasındayız. Sanırım martnisan<br />

gibi vizyona girecek. Dalyan- Göcek<br />

tarafında çektiğim bu filmde Gizem Karaca,<br />

Mustafa Mert Koç, Tarık Papuçcuoğlu,<br />

Asuman Dabak, Ruhsar Gültekin, Erdi Ünver,<br />

Hacı Ali Konuk gibi birçok değerli oyuncu yer<br />

alıyor. Romantik komedi filmimiz fazlasıyla<br />

zengin ama bu hayattan sıkılmış bir gencin<br />

parasız pulsuz eski bir minübüsle çerçilik<br />

yaparak köy köy elindeki malları satarak<br />

egede bir köye yerleşme hikayesi. Tabi<br />

herşey onu düşündüğü gibi gitmiyor ve daha<br />

yola çıkar çıkmaz aksiyon ve komedinin içine


dalıyor. Bir an geliyor ki “Benim eskiden ne<br />

güzel bir hayatım varmış” diyor ama geçmiş<br />

olsun. Nöbetçi Yapım Berna Akpınar ve Metin<br />

Namlı bana senaryoyu yolladıkların da Ketenpere<br />

yi çekiyordum, senaryoyu okur okumaz<br />

aradım ve ben çekiyorum dedim. Çok güzel<br />

akan bir hikaye ve her yaştan ve kesimden<br />

insanların rahatça hem gülüp hem de macera<br />

izleyeceği bir film yaptık. Bu vesile ile yurdumuzda<br />

ne kadar doğal güzelliklere ve çok<br />

candan bir köy halkına sahip olduğumuzu bir<br />

kez daha görmüş oldum.<br />

Türk sinemasında endüstrinin ilerleyişi kesilen<br />

bilet ve halkın beğenisiyle ölçülüyor. Bu<br />

demektir ki aslında sinema endüstrisi gişe<br />

filmlerinin başarısıyla bir yere geliyor veya<br />

gelemiyor. Bu gerçeğe karşın sinema entelektüelinin<br />

ve diğer otoritelerin gişe filmlerine<br />

yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?<br />

Sanat filmi ve gişe filmi diye malesef ikiye<br />

ayırdılar Türk sinemasını!! Belli başlı bu<br />

oteriteler tarafından biz komedi ve gişesi<br />

olan film çekenler 2. Sınıf gibi gösterilmeye<br />

çalışılıyoruz. Fakat şu bir gerçek ki bizim<br />

sayemiz de sinemalara gidiyor seyirciler.<br />

Onların beğendiği el üstünde tuttuğu filmler<br />

malesef gişe yapamıyor ve seyirci sevmiyor.<br />

En çok gişe yapan ve sinemanın lokomotifi<br />

olan 10 filme bakarsanız ne demek<br />

istediğimi anlarsınız. Bence emeğe saygı ön<br />

planda olmalı ve herkesin birbirine saygılı<br />

olmasını gerekir. Ben kendi adıma açıkcası<br />

şunu söylemek isterim, benim filmim ödüller<br />

alıp toplamda 20 bin kişi seyredeceğine,<br />

300 bin yapsın ödül vermesinler bana, benim<br />

için ödül filmimin çok seyredilmesidir. Asıl<br />

olan sinema seyircisidir ve ben onlara film<br />

yapıyorum köşe yazarlarına değil.<br />

Sizce gişe filmlerinin kalitesi düşük ise bu<br />

sinemanın ilerlemesi mümkün müdür? Yani<br />

Nuri Bilge Ceylan veya Demirkubuz en iyi<br />

filmlerini çekseler bile eğer gişe filmleri<br />

seyirci kaybediyorsa bu sinema için sizin<br />

öngörünüz ne olur?<br />

Nuri bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’ a<br />

saygım çok büyük. Kendi kategorilerinde<br />

ustalar ve zaten karşılığını ödüllerle alıyorlar.<br />

Onların kendi özel seyircileri var ve filmlerini<br />

izlemekten büyük keyif alıyorlar. Fakat


şunuda unutmamak gerekir ki biz<br />

zannediyoruz ki yurtdışında çekilen filmler<br />

bize gelenlerle sınırlı. Oysaki yüzlerce<br />

film çekiliyor ve öne çıkanlar buraya<br />

gelip vizyon alıyorlar. Demek istediğim<br />

orda da küçük bütçeli ve farklı filmler<br />

çekiliyor.<br />

Eskiden yönetmenler usta olmadan önce<br />

çıraktı. Yani bir ustanın eğitiminden<br />

geçerlerdi. Şimdi ise pıtırcık gibi yeni<br />

yeni yönetmen isimleri görüyoruz. Bu<br />

yapılanma doğru mu? Sizin bir ustanız<br />

var mı? Sinan Çetin’in bir çok filminde<br />

görüntü yönetmeni veya yönetmenlik<br />

yapmışsınız bu ilişkinin sinemanızı<br />

etkilediğini düşünüyor musunuz?<br />

Ben 1990 yılında Bolu dan gelip sektöre<br />

girdim. 2 yıl evim yoktu ve Plato film de<br />

şirket de yatıp kalktım. Gündüzleri ofis<br />

boyluk yapıyordum. Arabaları yıkıyordum<br />

ayak işler yapıyordum. Set oluncada<br />

setçilik yapıp geceleri de şirkette<br />

gece bekçiliği yaptım. Sonrasında ışık<br />

asistanlığına başladım ve ilk defa Berlin<br />

in Berlin filminde kamera asistanlığına<br />

başladım. Sene 1993’tü sanırım.<br />

Sonrasın Komser Şekspirle ilk görüntü<br />

yönetmenliğine adım attım. Bu dönemde<br />

yüzlerce reklam filminde görüntü<br />

yönetmenliği yaptım. Sonrasında ofisboyluk<br />

yaptığım Plato Film de yönetici oldum.<br />

Daha sonra ayrıldım ve Son 5 yıldır<br />

da yönetmenliğe başladım yani bütün<br />

aşamalarda çalıştım. O yüzden sette<br />

beni kandıramazlar yemem. Tabiki Sinan<br />

Çetin’in benim üstümde emeği vardır. En<br />

önemlisi benim elime 35 mm kamerayı<br />

veren odur.<br />

Sinema filmi üretiminin azlığını biliyoruz<br />

genç yönetmenler hatta ustalar bile daha<br />

çok tv dizileri çekiyorlar. Bir yönetmenin<br />

mesleğinin başında TV dizileri çekerek<br />

tecrübelenmesi ona zarar verir mi? Sinema<br />

dilini oluşturmakta bir takım zorluklar<br />

yaşatır mı?<br />

Dizi yönetmenliği asla sinemaya geçiş<br />

için bir basamak değildir. İnanın ki çok<br />

değerli dizi çeken arkadaşlar var. Ve o<br />

kadar kısa zaman da 140 - 170 dk dizi çe-


kiyorlar hepsini ve ekiplerini kutluyorum.<br />

Allah yardımcıları olsun. Başlarda ben<br />

dizi çekmeye sıcak bakmıyordum ama<br />

zamanla dizi teknik kaliteleri çok yükseldi<br />

ve iyi bir proje gelirse neden olmasın.<br />

Bizim sinemamızda yönetmenler<br />

çoğunlukla yapımcıdırlar da. Bu dünya<br />

sinemasında çok da tercih edilen birşey<br />

değil aslında. Siz bu konuya nasıl<br />

yaklaşıyorsunuz. Yapımcılık ve yönetmenlik<br />

birbirinden ayrı olması gereken<br />

meslekler mi?<br />

Bence kesinlikle yapımcıdan yönetmen<br />

olmamalı. Bu setlerin ve filmlerin<br />

kalitesini düşürür. Yapımcı - Yönetmen<br />

çekeceği sahnede cebinden çıkacak<br />

parayı düşünerek kısıtlamaya gidebilir<br />

ve sahnenin gereğini yerine getiremiyebilir.<br />

Mesala Dronla çekerse çok daha iyi<br />

olacağını bildiği sahneyi sırf Dron parası<br />

ödememek için daha etkisiz çekebilir:)<br />

bunun gibi örnekler artar tabi<br />

Yeşilçam komedisinin trajikomik bir<br />

yapısı vardı. Yani öyküdeki dramatik<br />

unsurlar bayağı güçlüydü. 2000 sonrası<br />

komediyi ise tasvir etmek biraz zor.<br />

Siz günümüzde yapılan komediyi nasıl<br />

adlandırırsınız? Bu yeni komedi sizi sinemasal<br />

olarak tatmin ediyor mu?<br />

İtiraf etmek gerekirse evde tv izlerken<br />

eski klasik komedi sinema filmi<br />

gördüğümde asla kaçırmadan büyük<br />

keyifle izliyorum. Şimdi aynısını çekseniz<br />

kimse izlemez. O zamanki oyuncuları<br />

bir daha yetiştirmek kolay değil. Bir<br />

de ayrı bir dinamiği vardı o dönemin.<br />

Şimdi ki filmlerin de hakkını yememek<br />

lazım. Popüler laf etmek için nerdeeee<br />

eski filmler deniyor ama onlar o zaman<br />

içinde ve işlevlerini yerine getirdiler.<br />

Araba çarpıyordu kör oluyordu oyuncu<br />

ama kırık çıkık iç kanama hiçbiri yok:)<br />

sonra bir daha araba çarpıyordu görmeye<br />

başlıyordu :) şimdi gel de bu nesil<br />

çocuğa bunu anlat.. Son olarak söylemek<br />

istediğim beğenirsin beğenmezsin ama<br />

herkesin emeğine saygı göstereceksin.<br />

Her filmde ortalama 200 aile para<br />

kazanıyor ve ev geçindiriyor.


FANTAZİNİN<br />

KORKUNUN<br />

VE AŞKIN<br />

HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />

n 9 Ekim 1964<br />

doğumlu yönetmen<br />

Guillermo Del<br />

Toro, kuşkusuz Alfonso<br />

Cuaron ve<br />

Alejandro Gonzalez<br />

Inarritu ile birlikte<br />

“Meksikalı yönetmen”<br />

denildiğinde akla gelen en popüler üç<br />

isimden biri. Yönetmenlik kariyeri öncesinde<br />

10 yıl boyunca makyaj dalında<br />

uzman olarak çalışan ve 80’lerin başında<br />

kendi firması olan Necropia’yı kuran<br />

Del Toro, her daim karakter tasarımları<br />

konusunda muazzam işçilik çıkartan,<br />

yaratıcı hayal gücünü beyazperdeye<br />

etkili bir şekilde aktaran, fantezi ve masal<br />

hissiyatları yüksek ve sinemayı her


MASALSI YÖNETMENİ<br />

GUILLERMO<br />

DEL TORO<br />

karesinde ne kadar çok sevdiğini belli<br />

eden filmlere imza atar. Aynı zamanda<br />

Mario Bava, James Whale, George A.<br />

Romero, Alfred Hitchcock gibi korkunun<br />

ustalarına hayranlığını hiçbir zaman<br />

gizlemeyen sıkı bir sinefil olan Del<br />

Toro, yarattığı fantastik dünyanın ve<br />

canavarların başarısının geçirdiği sancılı<br />

çocukluk anılarıyla ilgili olduğunu dile<br />

getirir. Henüz üçüncü filmini çekmeden<br />

Time dergisi tarafından ‘Yeni milenyumun<br />

50 genç liderinden biri’ olarak<br />

gösterilen yönetmen 1993’te bu yana 10<br />

filmlik bir filmografiye sahip.<br />

Geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde<br />

‘Altın Aslan’ ödülünü kazanan The<br />

Shape of Water, genelde sanat/festival<br />

filmlerinin ön plana çıktığı üç büyük<br />

festivalden birinde tüm görkemiyle fantezi/masal/aşk<br />

filmi olarak büyük ödülü<br />

kazandığında yankı uyandırmıştı. Altın<br />

Aslan ödülüyle başlayıp şu an Oscar’ın<br />

favorisi konumuna kadar gelen The<br />

Shape of Water, Akademi Ödülleri’nde<br />

tam 13 adaylık aldı. Yakın zamanda filmin<br />

‘The Space Between Us’ (2015) adlı Hollanda<br />

yapımı bir kısa filmle aşırı benzerlikler<br />

içerdiğinin ortaya çıkması farklı<br />

tartışmaları beraberinde getirdi, zira<br />

film şu ana kadar ‘özgün senaryo’ kategorisinde<br />

yarışarak birçok ödülün sahibi<br />

oldu. The Shape of Water’ın ülkemizde<br />

16 Şubat’ta vizyona girecek olması sebebiyle<br />

Del Toro’nun bugüne kadarki tüm<br />

filmlerine bir göz atmakta fayda var.<br />

Cronos (1993)<br />

Del Toro’nun küçük bir bütçeyle<br />

kotardığı ilk gotik korku filmi Cronos,<br />

vampirlere karşı hümanist bir bakış<br />

açısıyla yaklaşarak klişe filmlerden<br />

alışageldiğimiz hikayelere zıt bir tablo<br />

ortaya çıkarır. 1500’lü yıllarda bir


simyacının yaptığı, örümcek şeklinde,<br />

avuç içi kadar altından bir makine<br />

olan Cronos, çalıştırıldığında vücuda<br />

yapışan, içinde yıllardır yaşayan ve gençlik<br />

aşılayan bir salgısı olan bir böcek<br />

tarafından kişiyi genç kılan, ilk enjekteden<br />

sonra acıktıran ve insan kanı içilmeden<br />

doyuma ulaştırmayan bir özelliğe sahip.<br />

Bu cihaz ve hikayesi Del Toro’nun vizyoner<br />

yönetmenlik başarısıyla, Ron Perlman<br />

ve Federico Lucci gibi karakteristik<br />

özelliklere sahip oyuncularla birleştiğinde<br />

ortaya ‘vampir filmleri’ klasmanında farklı<br />

ve kült bir yapım çıkıyor.<br />

Mimic (1997)<br />

İkinci filmi Mimic ile Hollywood’a geçiş<br />

yapan ve yüksek bütçeli popüler fantastik<br />

filmlerin arenasına ilk ciddi çıkışını<br />

yapan Del Toro, 80’ler dokusunu yakalayan<br />

atmosferiyle ürkütücü olduğu<br />

kadar eğlenceli de bir seyirliğe imza<br />

attı. Lakin, Del Toro’nun henüz ‘auteur’<br />

kimliğinin oluşmaması ve isminin çok bilinmemesi<br />

sebebiyle yapımcılar tarafından<br />

genelde stüdyo sisteminin şablonuna<br />

boyun eğmeye zorlanan yönetmen,<br />

kafasında filmi yapamadığını dile getirir.<br />

Cronos’ta olduğu gibi Mimic’te de New<br />

York’a dehşet saçan ve şekil değiştiren<br />

‘böcek’ler üzerinden bir hikaye tasarlayan<br />

Toro’nun filmi pek başarılı bulunmaz. 30<br />

milyon dolar bütçesine karşı gişede 25<br />

milyon dolar hasılat yaparak zarar eder ve<br />

eleştirmenler tarafından da vasat bulunur.<br />

Buna rağmen Mimic daha sonraları başka<br />

yönetmenlerle devam filmleri olan bir seri<br />

haline gelir.<br />

The Devil’s Backbone (2001)<br />

Del Toro, üçüncü filmi The Devil’s Backbone<br />

ile filmografisinin en özel iki filminden<br />

birine (diğeri Pan’s Labyrinth -2006-)<br />

imza atar, ortalama 4-5 milyon dolarlık<br />

görece düşük bir bütçeyle 1939’larda<br />

İspanya İç Savaşı döneminde bir çocuğun<br />

bakış açısından geçen hayalet hikayesi<br />

anlatır. Masal atmosferinin egemen<br />

olduğu film, savaş, trajedi, dostluk, gizem<br />

gibi temaları Del Toro’nun görsel açıdan<br />

etkileyici vizyonundan aksettirilir. Çocuk<br />

oyuncuların başarılı performansları,<br />

ürpertici atmosferi, zekice yaratılan<br />

olay örgüsü ve bir hayalet hikayesine<br />

yapımcıların baskısı altında kalmadan<br />

kendi sanatsal yaratımlarını ortaya koyabilen<br />

Del Toro’nun yönetmenlik başarısı,<br />

korkuttuğu kadar hüzünlendiren bir film<br />

ortaya çıkardı.<br />

Blade II (2002)<br />

1998’de Stephen Norrington tarafından<br />

beyazperdeye uyarlanan, Marvel çizgi<br />

roman karakteri Blade’in devam filmi<br />

Hollywood yapımcıları tarafından Del<br />

Toro’ya emanet edildi. Del Toro’yu<br />

dünyanın tanımaya başladığı film olarak<br />

nitelendirilebilecek olan Blade 2, üç<br />

filmlik serinin en başarılı halkasıydı. Del


Toro gibi görsel açıdan vizyon sahibi bir<br />

yönetmenin ellerinde yetkin bir fantezi/<br />

korku/aksiyon örneğine dönüşen Blade<br />

2, sürükleyici aksiyon sekansları, Marco<br />

Beltrami’nin enfes müzikleri, Wesley<br />

Snipes’in karizması, doyurucu görsel<br />

efektleri ve dramatik finaliyle öne çıktı.<br />

55 milyon dolar bütçeye sahip olan film<br />

toplamda 155 milyon dolar hasılat elde<br />

edince Del Toro bir başka çizgi roman<br />

uyarlaması olan Hellboy’u çekmek için<br />

seriden ayrıldı.<br />

Hellboy (2004)<br />

Çizgi roman yazarı/çizeri Mike<br />

Mignola’dan adapte edilen ve yapımını<br />

yine Mike Mignola’nın üstlendiği Hellboy,<br />

2. Dünya Savaşı sırasında Naziler<br />

tarafından çağırılan ve sonunda şeytani<br />

güçlere karşı savaşanların tarafına geçen<br />

bir şeytanın hikâyesini anlatmaktaydı.<br />

Del Toro’yla adeta özdeşleşen Hellboy,<br />

yönetmenin favori oyuncusu Ron<br />

Perlman’ı Hellboy rolünde izlediğimiz,<br />

yaratık tasarımlarıyla Del Toro’nun 10 yıl<br />

boyunca makyaj dalında uzman olarak<br />

çalışmasının meyvelerini fazlasıyla veren,<br />

diğer çizgi roman uyarlamalarına göre<br />

aykırı, sevilmesi daha zor bir karakterin<br />

uyarlamasıydı. Blade 2’deki fantezi/aksiyon/korku<br />

ögelerini Hellboy’da da kendi<br />

tarzına ve bilinçaltına adapte etmekte<br />

zorlanmayan Del Toro, 66 milyon dolara<br />

kotardığı filmine 99 milyon dolar gişe<br />

hasılatı getirdi. Bir uyarlama olarak çok<br />

sevilmese de ve aşırı popüler olmasa<br />

da daha sonradan kendi hayran kitlesini<br />

yaratan ‘kült’ bir eser olarak anıldı.<br />

Pan’s Labyrinth (2006)<br />

Blade 2 ve Hellboy’un ardından bir süre<br />

Hollywood’dan geri çekilmeyi ve The Devil’s<br />

Backbone tarzında düşük bütçeli ama<br />

karanlık bir masal çekmeyi tercih eden<br />

Del Toro, hem eleştirmenler nezdinde<br />

hem de genel olarak övgülere boğulan,<br />

çoğu kişilerce bir başyapıt olarak görülen<br />

filmi Pan’s Labyrinth’e imza attı. Tıpkı The<br />

Devil’s Backbone gibi İspanya İç Savaşı<br />

esnasında geçen film gerçek dünyanın<br />

kabuslarıyla fantezi dünyasının mucizevi<br />

yönlerini bir araya getirirken çocukluğun<br />

masumiyeti ve acımasızlık üzerinden<br />

‘peri masalı’ anlayışını adeta yeniden<br />

tanımladı. Karanlık metaforları/imgeleri,<br />

sürreal atmosferi, eş zamanlı ve birbirine<br />

paralel kurgusu, prodüksiyon anlamında<br />

görsel şöleni ve akıllardan çıkmayacak<br />

finaliyle adını sinema tarihine yazdıran<br />

Pan’s Labyrinth, 19 milyon dolarlık bütçesine<br />

karşı 83 milyon dolar hasılat elde etmesinin<br />

yanı sıra üç dalda (sinematografi,<br />

sanat yönetimi, makyaj) Oscar ödülünün<br />

de sahibi oldu.<br />

Hellboy II: The Golden Army (2008)<br />

Pan’s Labyrinth’in dünya çapında<br />

yankı uyandıran başarısının ardından


yönetmenlik kariyerinde çıtayı yukarı<br />

yerleştiren Del Toro, ara verdiği<br />

Hellboy’un ikinci filmini yöneterek çok<br />

sevdiği yaratıklarına ve blockbuster<br />

arenasına geri döner. Hellboy II: The<br />

Golden Army, ilk filmin görsel yetkinliğini<br />

adeta ikiye katlar, diş perileri, ölüm<br />

meleği, troller, goblinler, elfler, paranormal<br />

yaratıklar derken sınırsız bir hayal<br />

gücünün doruklarında dolaşmaya devam<br />

ederiz. Özellikle ‘troll pazarı’ sahnesiyle<br />

Star Wars serisinde görmeye<br />

alışık olduğumuz bir fantastik karakterler<br />

galerisine imza atan Del Toro, mizah<br />

dozunu da daima üst seviyede tutarak<br />

eğlenceli bir ‘freak show’ hazırlar. 85<br />

milyon dolar bütçeli film dünya çapında<br />

160 milyon dolar hasılat elde eder.<br />

Sonraları Del Toro, Hellboy’un üçüncü<br />

filmini çekmeyi istediğini söylese de<br />

günümüzde de bu film bir türlü gelmez.<br />

(2018’te Ron Perlman’ın yerine David<br />

Harbour’un oynadığı, Del Toro’nun yerine<br />

Neil Marshall’ın yönettiği yeni ve farklı bir<br />

Hellboy filmi gelecek.)<br />

Pacific Rim (2013)<br />

Hellboy serisinin ikinci filmden sonra film<br />

çekmeye 5 yıl ara veren Del Toro, 2013’te<br />

filmografisinin açık ara en yüksek bütçeli<br />

filmi olan Pacific Rim ile geri döner. Del<br />

Toro filmografisinde en zayıf halka olarak<br />

görülse de, hatta Transformers serisi gibi<br />

‘kuru gürültü’ olarak adlandırılsa da, Del<br />

Toro’nun Michael Bay’a kıyasla seyircisine<br />

çok daha saygı duyan ve vizyonlu bir<br />

yönetmen olduğu kesin. 190 milyon dolar<br />

mega bütçeli bu filmde devasa yaratıklar<br />

ve robotlar elbette metropolit mekanları<br />

yerle bir ediyorlar. Konu ne kadar abartı<br />

ya da sıradan (robotlar canavarlara karşı!)<br />

bir fantezi ürünü olursa olsun, Del Toro<br />

aksiyon sekanslarında dramatik tutarlılığa<br />

ve görsel stiline özen gösteriyor. Özellikle<br />

Kaiju’lardan birinin zihnine girildiği o<br />

kısa sekans devasa bir blockbuster filminde<br />

göremeyeceğimiz kadar ‘arthouse’<br />

bir dokunuş. Ya da dev bir Jaeger’in dev<br />

bir Kaiju’yu ufacık bir kargo gemisiyle<br />

dövdüğü sahne gibi anime etkili sürrealist<br />

dokunuşlar filmin tek amacının nitelikli<br />

eğlencelik olduğunu kanıtlıyor. Toplamda<br />

411 milyon dolar hasılat elde eden filmin<br />

2018 yılında gelecek olan devam filmi ‘Pacific<br />

Rim: Uprising’i Steven S. DeKnight<br />

yönetecek ve Del Toro sadece filmin<br />

yapımcılarından biri olarak yer alacak.<br />

Crimson Peak (2015)<br />

Dev bütçeli eğlencelik Pacific Rim’den<br />

sonra ortalama bir bütçeyle arthouse<br />

yönünü ortaya koymaya geri dönen Del<br />

Toro, İtalyan gotik korku sinemasına<br />

saygılarını sunan, türler arasında dolaşan<br />

yapısıyla ve atmosferiyle öne çıkan,<br />

görsel açıdan cezbedici, rejisi özenli bir<br />

gotik romans olan Crimson Peak’a imza<br />

attı. Tom Hiddlestone, Jessica Chastain


ve Mia Wasikowska gibi Hollywood’un<br />

popüler oyuncularının yer aldığı film,<br />

korku türünü genel olarak gotik atmosferi<br />

ve hayaletleri üzerinden ele alırken<br />

dramatik yapısını daha çok entrikalı<br />

hikaye örgüsünden ve bizzat akrakterlerin<br />

ilişkisinden almakta. Asıl korkulması<br />

gerekenlerin ölüler, hayaletler, doğaüstü<br />

güçler değil, yaşayan insanlar olması<br />

gerektiğini bir kez daha yüzümüze vuran<br />

Del Toro, korku, fantezi, aşk, dram türlerini<br />

bir potada başarılı rejisiyle beraber<br />

eritmeyi başarıyor. 55 milyon dolar bütçeli<br />

film toplamda 75 milyon dolar hasılat<br />

elde etti.<br />

The Shape of Water (2017)<br />

Del Toro’nun bugüne kadar açık ara en<br />

çok ödül kazanan filmi olan (şimdilik<br />

75’in üzerinde ödülün sahibi oldu ve<br />

ayrıca 13 dalda Oscar adayı) The Shape<br />

of Water, yönetmenin filmografisinin<br />

görsel yetkinliğinin, masalsı hikaye<br />

anlatısının ve kendine has duygusunun<br />

Hollywood formüllerince biçimlendirilmiş<br />

hali. Del Toro, yine bir fantezi/aşk/<br />

masal konseptini bu sefer İspanya İç<br />

Savaşı’nda değil 2. Dünya Savaşı’nı fon<br />

alarak kullanıyor. The Devil’s Backbone<br />

ve Pan’s Labyrinth’te oldukça dokunaklı<br />

ve orijinal olmayı başarabilen bu yapının<br />

The Shape of Water’da yerini Amelie<br />

ve E.T. filmlerinin birleşimine bırakmış,<br />

temelinde klişe bir yaratık/insan aşkına<br />

dönüştüğü söylenebilir. Duygusu her zamanki<br />

gibi –Alexandre Desplat’ın müthiş<br />

bestelerinin de etkisiyle- izleyiciye geçse<br />

de, Del Toro’nun yönetimi ve masalsı<br />

atmosferi seyir zevki yaratsa da, Sally<br />

Hawkins, Michael Shannon ve Richard<br />

Jenkins’in başarılı performansları<br />

filmi sürüklese de, sinemada çok fazla<br />

kullanılmış olan bu konseptin belirli bir<br />

‘bu filmi daha önce defalarca izlemiştik’<br />

hissini beraberinde getirdiği de aşikar.<br />

The Shape of Water kesinlikle kötü bir<br />

film değil, senaryosu kimilerince ‘klişe’<br />

olarak nitelendirilse de senaryosu<br />

kötü değil, en fazla ‘bilindik’ olarak nitelendirilebilir.<br />

Lakin, filmin 13 dalda<br />

Oscar adayı olması, yılın en çok övgüye<br />

değer Hollywood filmlerinden biri olması<br />

ve Del Toro’nun görsel açıdan hiçbir<br />

zaman tartışma konusu bile olmayan<br />

özgünlüğünün artık sorgulanabilir hale<br />

gelmesi (2015 yapımı The Space Between<br />

Us kısasıyla olan aşırı benzerliği)<br />

sebebiyle belirli bir antipatikliği beraberinde<br />

getirmeye devam edecektir.<br />

Ne olursa olsun, Del Toro çok ‘öze’l bir<br />

yönetmen; onun sinemaya olan sevgisini,<br />

sinefil referanslarını, muazzam<br />

hayal gücünü, yaratıcı tasarımlarını ve<br />

izleyiciye her daim geçirdiği saf sinema<br />

duygusunu sevenler kendisinden ‘özel’<br />

filmler beklemeye devam edecekler.


ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

n Daha evvel In Bruges<br />

ve Seven Psychopaths<br />

filmleriyle kendine<br />

has bir sinema<br />

yaratan ve oldukça<br />

beğeni toplayan Martin<br />

McDonagh, son<br />

filmiyle yılın en iyileri<br />

arasına girmeyi başardı. Kızı tecavüz<br />

edip öldürülen bir kadının polis teşkilatını<br />

harekete geçirmek için uyguladığı yaratıcı<br />

hamle üzerinden ilerleyen film, ırkçılık,<br />

kadınların gücü, sistemin boşlukları ve<br />

intikam duygusunun tezahürüyle örülü.<br />

Tabii bunları yaparken McDonagh kara<br />

komedi ögelerini de layığıyla senaryosuna<br />

yediriyor. Keza, filmin en büyük gücü bu<br />

matematikle oluşturulan harika senaryosu.<br />

Three Billboards Outside Ebbing, Missouri<br />

filmi kadının gücü konusunda –ki<br />

bu konuda en iyi oyuncu seçimiyle- net<br />

söylemler barındıran bir film. Kimsenin<br />

cesaret edemediği şeyleri, edemeyeceği<br />

şekillerde yapan ve adalet için elinden<br />

geleni ardına koymayan bir kadın Mildred<br />

Hayes karakteri filmin odak noktası. Adaleti<br />

insanın bazen kendisini araması ve<br />

cezayı da kendi elleriyle verme isteği de<br />

Mildred karakteriyle vuku buluyor. İnsanı<br />

ikileme düşüren, kötülükten kötülük<br />

doğuran kararlar ve bu tuzağa düşülmesi<br />

de yine dolandırmadan aktarılan, izleyiciyi<br />

de bir sorgulamaya iten yegane not.<br />

Yan karakterler üzerinden de ırkçılık ve<br />

uzandığı kollar nasibini alıyor.<br />

Atmosfer kurma becerisi konusunda<br />

da McDonagh gittikçe daha iyi sonuçlar<br />

ortaya çıkarıyor. Hikayeyi destekleyen<br />

sinematografi, puslu manzaralar, müzik<br />

tercihleri –burada da işin ehli Carter<br />

Burwell yine karşımızda- ve kadrajlar<br />

filmin gerçekliğinden kopmadan ama<br />

bazen de komedi unsurlarından dolayı<br />

kahkaha attırarak bizi perdeye kilitliyor.<br />

Yani bir hikaye anlatımına yardımcı<br />

olacak en iyi “yönetmenlik” tercihlerini<br />

de filmde görmek mümkün. Filmin en


THREE BILLBOARDS OUTSIDE<br />

EBBING, MISSOURI<br />

VE OSCAR iHTiMALLERi<br />

Daha evvel In Bruges ve Seven Psychopaths filmleriyle kendine<br />

has bir sinema yaratan Martin McDonagh, son filmiyle<br />

yılın en iyileri arasına girmeyi başardı...<br />

güçlü olduğunu söylediğimiz senaryoyu<br />

da McDonagh’ın yazdığını eklersek gücü<br />

daha da iyi anlaşılır olacaktır.<br />

Peki filmin Oscar şansı ne? 6 dalda 7<br />

adaylık alan film kaç Oscar heykelciğiyle<br />

evine dönecek. Tek tek bu kategorileri<br />

tartışmak ve hem filmin, hem de filmin<br />

olduğu kategorilerde diğer filmlerin<br />

şansını değerlendirmek istedik:<br />

Filmin Oscar İhtimalleri<br />

ve Diğer Adayların Şansı<br />

Film<br />

Three Billboards Outside Ebbing, Missouri<br />

Altın Küre’de en iyi filmi aldı. Bu<br />

ödül, Oscar şansını da artırdı ve Hollywood<br />

taciz skandallarıyla çalkalanırken<br />

filmin konusu da gücünü artırıyor.<br />

Şimdilik en büyük favori bu film ama Akademi,<br />

13 dalda aday olan The Shape of<br />

Water’ı önemli dallarda es geçmeyecektir.<br />

Yılın en güçlü filmlerinden Lady Bird’le<br />

birlikte ödülü zorlayacaklardır. En iyi film<br />

için sonradan Oscar radarına giren Phan-<br />

tom Thread ya da Dunkirk ise bir sürpriz<br />

için bekleyecekler.<br />

Senaryo<br />

Yönetmen kategorisinde aday olmayan<br />

McDonagh’a bir ödül vermek ve sahneye<br />

çıkarmak için Akademi’nin en büyük<br />

şansı senaryo dalı. Şu an en büyük favori<br />

konumunda ve senaryosu gerçekten<br />

harika. İçerik de malumunuz ve az önce<br />

belirttiğimiz üzere ortama uygun e o zaman<br />

gelsin Oscar. Temenni bu yönde<br />

ama dişli rakipler mevcut. Get Out gibi<br />

bağımsız ve siyahi kanadın yaratıcı filmi<br />

ve Lady Bird gibi eleştirmenleri çılgına<br />

çeviren yapımı büyük rakipler. İki filmden<br />

birini tek ödülle onurlandırıp, Three Billboards<br />

Outside Ebbing, Missouri’yi oyunculuklar<br />

ve film ödülleriyle göndermeleri<br />

olası. Yani biraz denklem işi de burada<br />

önemli.<br />

Kadın Oyuncu<br />

Bu kategoride Frances McDormand<br />

dışında kimsenin şansı olduğunu


düşünmüyorum. Zaten kendisinin<br />

performansı yılın en iyisi. Bir o kadar da<br />

sevilen ve saygı duyulan bir isim. Onun<br />

yapacağı güçlü kadın konuşmasına da<br />

Akademi’nin ihtiyacı var. Yani neresinden<br />

bakarsak bakalım McDormand bu sene<br />

Oscar için var. Hatta Akademi tarihte bir<br />

ilki gerçekleştirip şimdiden Oscar’ı evine<br />

postalasa ve bunu duyursa sanırım kimsenin<br />

itirazı olmaz.<br />

Yardımcı Erkek<br />

Sam Rockwell bu senenin nazarımda en<br />

iyi performansına imza atan yardımcı<br />

oyuncusu. Aynı filmde rol alan Woody<br />

Harrelson da çok iyi ama hem karakterin<br />

hikayedeki yeri hem de buna bağlı olarak<br />

süresi Rockwell’e daha çok alan açıyor.<br />

Hal böyle olunca da Oscar, tıpkı SAG ve<br />

Altın Küre’de olduğu gibi Rockwell’e gitmeli.<br />

Önünde tek engel olma ihtimali ise<br />

oyların bölünmesine eşlik eden Willem<br />

Dafoe ihtimali. Senenin başında hızlı giden<br />

Dafoe, son ödüllerde geride kalmıştı ama<br />

hala ihtimal var.<br />

Müzik<br />

Günümüzün önemli bestecilerinden Carter<br />

Burwell, McDonagh’la birlikte In Bruges<br />

filminde de şahane bir iş ortaya koymuştu.<br />

Bu çıtayı daha da artıran Burwell önce<br />

Carol’la, şimdi de hak ettiği üzere bu filmle<br />

en iyi müzik kategorisi Oscar adaylığını<br />

almayı başardı. Her soundtrack albümü<br />

büyük beğeni toplayan Burwell Oscar için<br />

biraz daha bekleyebilir. Zira; karşısındaki<br />

adaylar oldukça güçlü. Alexandre<br />

Desplat’ın The Shape of Water besteleri ve<br />

Hans Zimmer’in Dunkirk melodileri şu an<br />

önde gözüküyor. Hatta John Williams’ Star<br />

Wars ve Johhny Greenwood’un Phantom<br />

Thread performansları bile daha şanslı<br />

gözüküyor.<br />

Kurgu<br />

Filmin kurgusu hak ettiği üzere kategorisinde<br />

aday oldu. Şansı da var ama<br />

işçiliği her anlamda daha ön planda olan,<br />

teknik anlamda daha önemli işler olarak<br />

gözüken Dunkirk ve The Shape of Water


ir adım önde gözüküyor. Üç ayrı zaman<br />

dilimini hissettirmeden izleyiciye kataran<br />

Dunkirk hatta iki adım önde gözüküyor.<br />

Bir sürpriz gelir mi 4 Mart gecesi<br />

öğreneceğiz ama bu kategori adaylıkla<br />

kalacaktır büyük ihtimal.<br />

Son Söz<br />

Sonuç hanesinde o gece filmi yılın en iyi<br />

filmi olarak nitelendiren biri olarak kategori<br />

açısından 6’da 6 yapmış olarak görmek<br />

isterim. Tabii bunun ne denli zor bir şey<br />

olduğunu bilmekteyim ev en iyimser<br />

tahminimi 4 Oscar’la oluşturmak isterim.<br />

Film, kadın oyuncu, yardımcı erkek oyuncu<br />

( Rockwell) ve senaryo dallarından<br />

alınacak 4 Oscar ziyadesiyle memnun<br />

eder. Sayı değişebilir, Oscar matematiği<br />

her şeye gebe ama sabah saatlerinde “En<br />

İyi Film” ödülünün Three Billboards Outside<br />

Ebbing, Missouri’ye gitmemesi durumunda<br />

Akademi’ye iki çift lafım olacak ☺


AMACIMIZ SEKTÖRDEKi iNSAN<br />

RAKiPLERLE YARIŞACAK DURU<br />

ERKAN BÜKER<br />

Medya sektörünün uzman isimlerind<br />

alarak uluslararası projeler geliştirm<br />

Atölyesi Koordinatörleri Erkan Büke<br />

Yapımcılık Akademisi’ni<br />

gerçekleştirmek nereden<br />

aklınıza geldi?<br />

Sektörün kamerası arkası<br />

ve önündeki yetkinliklerini,<br />

sektörün “iş” tarafına da<br />

yansıtmayı hedefledik. Esasen<br />

yapımcının işi, ürünün üretimi<br />

öncesi bütçeleme/planlama/<br />

fizibilite ve kasedin kapanması<br />

sonrası da gelir maksimizasyonu ve gider yönetimi. Bu<br />

alanlarda bilimsel ve pratik gerçeklere dayalı bir eğitim<br />

programı yaratmak istedik. Yapımcılık Akademisini bir<br />

yapımcının önündeki bütün değer zincirini düşünerek<br />

kurguladık. Sektörde işin yaratıcı tarafından bağımsız<br />

olarak işin endüstriyel tarafında gelişme potansiyeli<br />

olduğunu düşünüyoruz. Buradan yola çıkarak içerik<br />

üretimi, strateji, film fonlama, dağıtım, eğlence hukuku,<br />

teşvikler, yurtdışı satış, yan gelirler, pazarlama, TV<br />

dünyası, Pay TV dünyası, telekom medya entegrasyonu<br />

gibi bütün ana başlıklara dokunan bir program<br />

kurguladık.<br />

Ne kadar zamandır sektörün eksikliklerini<br />

araştırıyorsunuz? Ve akademi hangi ihtiyaçtan<br />

doğdu?<br />

Sektörün eksikleri ve ihtiyaçlarını uzun yıllardır sektörün<br />

içinde akademik ve saha içinde çalıştığımdan zaten<br />

devamlı yaşıyordum. Doruk da sektöre finans/yönetim<br />

danışmanlığı tarafından gelip de bazı farklı perspektifleri<br />

paylaştığında esasen gelişme potansiyelinin ve ihtiyacın<br />

çok ciddi olduğunu gördük. Sektörün temel sorunlarına<br />

bakarsak; dektörde özellikle kamera arkasında ve<br />

set çevresinde çok yetkin insan kaynağımız mevcut.<br />

Ancak olayın “iş” tarafında sektörün boyutlarından<br />

da kaynaklı olarak ciddi gelişme potansiyelimiz var.<br />

Film ve dizilerde kullanılan aksesuarların merkezi depolarda<br />

saklanmasından tutun, film stüdyolarımız ve<br />

GİZEM ERTÜRK


KAYNAĞINI KÜRESEL<br />

MA GETiRMEK<br />

en fark yaratacak bir eğitim<br />

eyi hala eden BAU Yapımcılık<br />

r ve Dorukan Acar ile konuştuk.<br />

platolarımıza kadar pek çok alanda kendimizi gelişmiş<br />

küresel ülkelerle kıyaslarsak, gelişme potansiyelimiz net<br />

olarak ortaya çıkacaktır. Ayrıca sektörün kural koyucu<br />

ve regülatörler lensinden de gelişme potansiyeli olduğu<br />

söylenebilir. Yurtdışında ihtal edilecek malzemelerden,<br />

yabancı sanatçı ve görevli çalıştırmaya kadar pek çok alanda<br />

bürokratik engeller mevcut. Son dönemde özellikle<br />

mevzuat anlamında Sinema Genel Müdürlüğü ve Kültür<br />

Bakanlığı önderliğinde ciddi anlamda pozitif gelişmeler<br />

görmüş olsak da, bürokrasimiz halen bir sorun. Son<br />

olarak da sektördeki yapımcılardan dağıtımcılara, oyucunlardan<br />

mecra sahiplerine sektör paydaşlarında da<br />

sürdürülebilir mesleki gelişim aksiyonları ve bilime dayalı<br />

çalışma mantığında da bazı açıklar var. Toplum olarak<br />

güvene dayalı yaşayan bir toplum olduğumuzdan, yetkinlik<br />

bazlı tercihler yerine güven/tanıdıklık bazlı tercihler<br />

yaptığımızdan, işinin ehli olan sektör paylaşları ile her<br />

zaman çalışma fırsatı yakalayamabiliyorsunuz. Bütün<br />

bunlardan yola çıkarak yukarıda da ifade ettiğimiz üzere<br />

yapımcılıktaki bütünsel değer zincirini düşünerek bir<br />

program kurguladık.<br />

Sektörde eğitimli yapımcıların olmasının ana<br />

faydaları ne olacak? Hedefiniz nedir?<br />

Programın amacı, programı bitiren öğrencilerin değer<br />

zincirinin tamamı hakkında bilgi sahibi olmasını<br />

sağlamak; sektörün endüstriye dönüşümü için gerekli<br />

insan kaynağımızı yetiştirmek ve sürdürülebilir bir şekilde<br />

sektörün hem yerel hem küresel anlamda hak ettiği<br />

yere erişimine ön ayak olabilmek. Sonuçta halen film<br />

dünyasında toplam yıllık gelirimiz, orta büyük bütçeli bir<br />

Amerikan stüdyo filminden daha düşük ancak ciddi bir<br />

potansiyelimiz var. Bu potansiyelimiz ancak işini bilen,<br />

kuvvetli profesyoneller ve girişimcilerle realize edebiliriz.<br />

Hedefimiz sürdürülebilir sekilde bahsettiğimiz potansiyeli<br />

realize etmektir.<br />

Ortalama her yıl kaç Türk filmi vizyona giriyor?<br />

Akademi ile bu oranı yüzde kaç artırmayı hedefliyor-<br />

DOĞUKAN ACAR


sunuz?<br />

2005 senesinde 29, 2010 senesinde 66, 2015<br />

senesinde 136, geçen yıl ise 151 Türk filmi vizyona<br />

girdi. Kısa film ve vizyon bulamayan festival filmelerine<br />

de göz önünde bulundurursak toplam 300<br />

civari film üreten bir ülkeden bahsediyoruz. Üretim<br />

hızımız da yıllar itibari son 12 yılda 5 kat büyümüş<br />

durumda. Dolayısıyla sayısal olarak üretimde artış<br />

birincil hedefimiz değil. Hali hazırda vizyona giren<br />

işler de dahil filmlerin yüzde 80-85 civari ekonomik<br />

olarak yatırımlarını bile çıkartamıyorlar. Ayrıca dizilerimizde<br />

gördüğümüz yurtdışı satış performansını da<br />

filmlerimizde göremiyoruz. Bu bağlamda akademi<br />

ile nicelikten öte nitelik arttırmayı ve işin ekonomik<br />

döngüsünü daha sürdürülebilir kılmayı hedefliyoruz<br />

esasen.<br />

Akademide dizi ve filmlerin yurtdışı satışlarıyla<br />

ile ilgili neler bulacağız?<br />

Akademide içeriğin küreselleşmesi için yapılması gerekenleri,<br />

dünyadaki fuarları, alıcıları-satıcıları, kontrat<br />

tiplerini, vaka analizlerini, küresel alanda film/dizi<br />

satış dinamiklerini işin başlangıç noktası olan küresel<br />

terminolojilerden tutun, işin püf noktalarındaki dinamiklere<br />

kapsayan derslerimiz olacak. Katılımcılar<br />

program sonrası ana fuarlar, satış süreçleri ve satış<br />

modelleri hakkında genel bilgiye sahip olacaklar.<br />

Görsel içeriğin, özellikle video içeriklerin popüler<br />

olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Netflix gibi<br />

dijital izleme kanalları izleme alışkanlıklarını<br />

değiştiriyor. Bu tür platformlar yeni nesil<br />

yapımcıların serüvenini nasıl etkiliyor?<br />

Burada 5 ana etki var: Youtube gibi platformlar<br />

üzerinden içerik üretip yayarak içerik üreticiliğine<br />

ileryebileceğiniz bir dünyadayız. Bu da yapımcılığa<br />

/ içerik üretimine giriş bariyerlerini aşağıya çekti.<br />

Içeriğine güvenen birçok birey bile küresel fenomen<br />

olabiliyor yani. Bu da yeni bağımsız yapımcılar<br />

yaratıyor. Ayrıca, büyük yapımcılar / stüdyolar da<br />

yetenek avcılığını dijital mecralardan yapar hale geldiler.<br />

Bunun yanı sıra üretim modelleri de yeni dünya<br />

gerçekleri doğrultusunda hem teknoloji kullanımı,<br />

hem de üretici yetenek kullanımı anlamında çok<br />

daha dinamik ve değişik hale geldi. Geleneksel<br />

reklam gelirleri ciddi anlamda düştüğünden geleneksel<br />

dağıtım modelleri baskı altına girdi. Bu da<br />

yapımcının gelir odaklanmasında yeni arayışlar<br />

düşünmesi gereğini ortaya çıkarttı. Dijitaldeki<br />

içeriklerin tüketiminde korsan olasılığı çok daha<br />

yüksek olduğundan, içerik korumaya yönelik<br />

arayışlarda bir artış oldu. Dijital dönüşümün tüketim<br />

üzerindeki etkisi, henüz yapımcı gelirlerine direk<br />

yansımış durumda değil. Halen ülkemiz gibi ülkelerde<br />

yapımcının yayın gelirlerinin önemli kısmını<br />

geleneksel TV kanalları sağlıyor. Bu ikilem hem medya<br />

kuruluşlarını, hem yapımcıları ve hatta telekom<br />

operatörlerini yeni iş modellerine ve ortaklıklara itti.<br />

Örneğin, Netflix gibi mecralar tamamen orjinal içerik<br />

üretimine odaklanarak, mecra operatörlüğünden<br />

içerik kütüphanesi sahipliğine geçtiler.<br />

Eğitim programında dağıtım, yurtdışı satış, yan<br />

gelirler, telekom ve oyun sektörü entegrasyonu,<br />

yapay zeka, hukuk gibi konulara yer veriliyor.


Bir yapımcı neden çok yönlü olmalıdır? Eğitim<br />

konuları ve içerikleri hakkında kısaca bilgi verir<br />

misiniz?<br />

Yapımcının esas işi gider yönetimi ve gelir maksimizasyonu.<br />

Bu bağlamda yapımcı, hem içeriğinin<br />

yayınlanacağı mecraları, hem o mecralarda değişen<br />

ekosistemi, hem de ek gelir alanlarını bilmek durumunda.<br />

Oyun sektörü, telekom entegrasyonu, yapay<br />

zeka gibi konular bu bağlamda önemli. İçeriğin<br />

küresel dağıtımı, merchandising gibi bizim ülkemizin<br />

yeni yeni aşina olunan gerçekler de programımızda<br />

yer almaktadır. Esasen yapımcının hukuk, işletme,<br />

iletişim bilim dallarında temel donanımı tam, ilgili<br />

sektörel derinliği olması gerekir.Yapımcılık Akademisi<br />

bu perspektifte ders planlamasını yapmıştır. Programda<br />

Mars Dağıtım, Star TV, Kanal D, Blu TV, Türk<br />

Telekom, Turkcell, Matchpoint, ComScore, Dolby,<br />

Gamestar, Elmaalma, Insignia gibi sektörlerinde<br />

öncü kuruluşlardan üst düzey yöneticiler pratisyen<br />

eğitmenler olarak Bahçesehir Üniversite’sinin akademik<br />

kadrosu ile birlikte ders veriyor olacaklar.<br />

Türkiye eskiden Brezilya dizileri tüketirken şimdi<br />

Brezilya’ya ve tüm dünyaya dizi satar hale geldi.<br />

Bu büyük bir başarı. Öte yandan birkaç sayılı<br />

yönetmen dışında Türk Filmleri uluslararası<br />

festivallerde görünür değil. Yapımcılar bu sürecin<br />

neresinde? Sinemamızın iyi yönetmenler kadar<br />

iyi yapımcılara da mı ihtiyacı var?<br />

İçerik üreticisi olarak Türkiye dünyanın ilk 10 üreticisi<br />

arasında. Asya’da Çin, Hindistan ve Güney Kore,<br />

ABD, Almanya, Brezilya, Fransa, Nijerya ile birlikte<br />

en çok üretim yapan ülkelerdeniz. Tükettiğimiz<br />

içerik genel olarak yerel olduğundan, üretilen içerik<br />

de yerel hedef kitle için üretiliyor. Dizilerimizde<br />

yerel içeriklerin özellikle dönem dizileri, İstanbul<br />

ve Anadolu’nun bazı bölgelerinin ve/veya kültürlerinin<br />

yansıtıldığı kurgudaki işlerin küreselde de bir<br />

yansıması ve ilgi çekmesi var. Dolayısıyla dizilerimiz<br />

ve dizi sektörümüz dünyada da belirli bir bilinirlik<br />

ve saygı görüyor. Uzun metrajda ise özellikle komedi,<br />

drama, romantik temalı eserlerde içerik yerel<br />

olduğunda, küresel bir yansıma yakalmak daha zor<br />

oluyor. Nuri Bilge, Ferzan Özpetek gibi küreselde<br />

de belirli etki alanı olan sanatçılarımız olsa da film<br />

tarafında hali hazırda dizilerden gerideyiz. Burada iyi<br />

yönetmen, iyi yapımcı kombinasyonu ve küresel anlamda<br />

satılabilir ilgi çeken içeriğe ihtiyacımız var. Tek<br />

bacağı eksik bir masa ayakta duramıyor sonuçta.<br />

Son olarak Erkan Bey, Bahçeşehir Üniversitesi sinema<br />

tv bölümünün bu projede nerede duruyor? Aktif<br />

bir platform mu yoksa bağımsız bir kuruluş olarak mı<br />

ilerleyecek?<br />

Proje, Bahçeşehir Üniversitesi Kreatif Endüstriler<br />

Araştırma Merkezi şemsiyesinde tasarlanmış<br />

ve hayata geçmiştir. Dolayısıyla üniversitemiz<br />

bünyesinde aktif bir akademik platformdur. Ben Sinema-TV<br />

bölümü öğretim üyesi olmakla beraber, sektörel<br />

deneyimim ve gelecek perspektifi beklentimle,<br />

program tasarımcılarından biri olarak yer alıyorum.<br />

Sonuç olarak sadece bölüm olarak değil, İletişim<br />

Fakültemiz ve Üniversitemizle beraber projedeyiz.


KILLING GROUND VE GHOST HOUSE<br />

ÜZERİNDEN TOPLUMSAL<br />

CİNSİYET ROLLERİ<br />

Yakın tarihli iki korku filmini<br />

-Killing Ground ve Ghost<br />

House’u- masaya yatırdık<br />

ve toplumsal cinsiyet rolleri<br />

bağlamında inceledik<br />

MURAT KIZILCA<br />

Cinsiyet: Bireye, üreme<br />

işinde ayrı bir rol veren ve<br />

erkekle dişiyi ayırt ettiren<br />

yaradılış özelliği, eşey,<br />

cinslik, seks. (TDK, Güncel<br />

Türkçe Sözlük)<br />

n Türk Dil Kurumu’nun cinsiyet tanımı,<br />

kelimeye sadece biyolojik açıdan yaklaşan<br />

bir tarif getirir. Toplumsal cinsiyet için ayrı<br />

bir kelime kullanılmaz. Hâlbuki İngilizcede<br />

biyolojik cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet<br />

(gender) için ayrı kelimeler kullanılır.<br />

Türkçede aynı kelime ile işimizi görmemiz<br />

istenir, dolayısıyla toplumsal cinsiyet sözlükte<br />

kendine yer bile bulamaz. Biyolojik<br />

cinsiyet, doğuştan gelen bir özelliktir.<br />

Kadın ve erkek olarak doğan bireyler,<br />

zamanla belli başlı fizyolojik farklılıkların<br />

ayırdına varmaya ve coğrafya, kültür, gelenek,<br />

inanç vb. faktörlerin etkisiyle çeşitlilik<br />

gösteren birtakım toplumsal cinsiyet rollerini<br />

öğrenmeye başlar.<br />

Erkek otoritesine dayalı ataerkillik,<br />

modern (diye tanımladığımız) dünyada<br />

dahi tartışmasız bir hâkimiyete sahiptir.<br />

Ataerkil toplumsal düzen, erkeğin<br />

üstünlüğü, saygınlığı ve mutlak hâkimiyeti<br />

üzerine kuruludur. Buradan<br />

hareketle erkeğe ve kadına belli başlı<br />

roller, sanki doğuştan gelen, mutlaka<br />

olması gereken özelliklermiş gibi yüklenir.<br />

Toplumsal düzenin katı yapısına<br />

uyum gösteren (teslim olan) bireyler, bu<br />

rolleri sorgulamadan kabul ederler ve<br />

aksi durumlarla karşılaştıklarında ister<br />

istemez ötekileştirmek zorunda kalırlar.<br />

Damien Power’ın yazıp yönettiği, 2016<br />

yılı Avustralya yapımı Killing Ground ve<br />

Rich Ragsdale’in yönettiği, 2017 yılı ABD/<br />

Tayland ortak yapımı Ghost House filmlerinin<br />

başrollerindeki erkek karakterler,<br />

ataerkil toplumsal düzenin dikte ettiği<br />

rollerin dışına çıkmaya çalıştıklarında<br />

başrollerdeki kadın karakterlerin farklı<br />

tepkileri ile karşılaşırlar. Bundan sonraki<br />

kısımda her iki filmdeki karakterlerin belli<br />

bir noktaya kadar benzerlik gösteren ama<br />

oradan sonra ayrışan davranış biçimlerine


ve karşılaştıkları tepkilere yakından göz<br />

atacağız.<br />

*** Bundan sonraki kısım yoğun miktarda<br />

sürprizbozan içerdiğinden filmleri izledikten<br />

sonra okumanız tavsiye edilir. ***<br />

Killing Ground (2016)<br />

Klasik bir “şehirli taşraya gelir<br />

ve taşralı ile hayatta kalma mücadelesine<br />

girişir” filmi olan Killing<br />

Ground’da Ian ve Sam taşraya<br />

kamp yapmaya gelen şehirli bir<br />

çifttir. (Dış görünüşü erkeksi olmasa<br />

bile Sam’in ismi, önemli bir işaret<br />

olarak, ‘slasher’lardaki final kızları<br />

gibi erkeksidir.) Ian’ın çocukluktan<br />

kalma güzel anılarını süsleyen<br />

Gungilee Falls’ta (ıssız sayılabilecek<br />

ormanlık alanda) çadır kurarlar. Aynı yerde<br />

çadır kuran dört kişilik başka bir aile üç<br />

dört gün önce korkunç bir olaya kurban<br />

gitmiştir. Chook ve German isimli iki yerel<br />

serseri, anneye ve kızına tecavüz etmiş,<br />

sonra da daha yeni yürümeye başlamış<br />

bebekleri Ollie hariç bütün aileyi<br />

acımasızca öldürmüştür. Çiftimiz Ollie’yi<br />

bulur, sonra taşralı tecavüzcü katillerle<br />

karşılaşır ve beklenen hayatta kalma<br />

mücadelesi başlar. Mücadelenin bir yerinde<br />

Sam, Chook tarafından yakalanmış,<br />

Ian ise ormanda saklanmaktadır.<br />

Arkadaşı tarafından yanlışlıkla vurulup<br />

yaralanan German ile yine Chook<br />

tarafından hunharca yere çarpılan Ollie<br />

ise biraz ötesinde kıpırdamadan<br />

yatmaktadırlar. Ian, German’ın yanında<br />

duran tüfeği alıp kadını için savaşması<br />

gerektiğini bilmektedir ama yapamaz.<br />

Bunun yerine saklanmaya devam etmeyi<br />

tercih ederek kendisine biçilen erkek<br />

rolüne uygun davranmaz. Bu sahnede<br />

German’ın yanına kadar gelen Ian,<br />

tüfeğe bakar ve büyük bir ikilemde kalır.


Ataerkil toplumsal düzene teslim olmuş<br />

seyirci, büyük ihtimalle “tüfeği al, savaş,<br />

diğer adamı öldür, sevgilini kurtar” gibi<br />

kendisine öğretilen kodları sıralamaya<br />

başlayacaktır farkında olmadan. Ian kendisinden<br />

bekleneni yapmaz ve saklandığı<br />

çalılığa geri döner. Filmin toplumsal cinsiyet<br />

rollerine ilişkin unutulmaz sahnesi<br />

hemen bundan sonra gelir. Chook, Sam’i<br />

bir ağaca bağlar ve Ian’ın teslim olmasını<br />

ister. Ian ise German’ın cebindeki araba<br />

anahtarlarını alıp kaçar. Araba sesini<br />

duyan Chook, Sam’i de yanına alarak<br />

diğer arabayla Ian’ın peşine düşer. Yolda<br />

“Erkek arkadaşın korkak tavuk gibi kaçtı”<br />

diyerek dalga geçen Chook’a Sam: “Hayır,<br />

kaçmadı, Ollie’yi kurtardı” diye yanıt verir.<br />

Arabaya giderlerken Ollie’nin sarılı olduğu<br />

bezin boş olduğunu görmüştür. Bu sahnede<br />

ataerkil toplumsal düzenin sarsılmaz<br />

gücüne bir kez daha şahit oluruz. Farklı<br />

katmanlarda da olsa aynı yapı içinde<br />

yaşamakta olan kurban ile tecavüzcü<br />

katil, toplumsal cinsiyet rolleri hakkında<br />

neredeyse birebir aynı düşünmektedir.<br />

Sam de önce Ian’ın kaçtığına inanmak<br />

istemez; kalması, kadınını koruması ve<br />

onun için savaşması gerektiği dışında<br />

başka doğru olamayacağını düşünür. Ama<br />

sonra Ollie’yi göremeyince Ian’ın yaralı<br />

bebeği kurtarmak için gittiğine inanmayı<br />

tercih ederek rahatlar. Ian’ın olay yerinden<br />

uzaklaşmasını ancak bu şekilde mantığına<br />

uydurabilir. Başka türlüsü imkân ihtimal<br />

dâhilinde değildir. Finale yaklaştığımızda<br />

çiftimiz tekrar bir araya gelir ve Sam’in ilk<br />

merak ettiği şey Ollie’nin nasıl olduğudur.<br />

Ian ise bilmediğini söyler. Sam’in başından<br />

aşağı kaynar sular dökülür ve acı gerçekle<br />

yüzleşir: Ian polisten yardım almak<br />

üzere bile olsa “gerçekten” kaçmıştır.<br />

Hayal kırıklığı ve öfke ile dolan Sam, ipleri<br />

eline alır. Erkeği tarafından kurtarılmayı<br />

beklemek yerine kendi toplumsal cinsiyet<br />

rolünden sıyrılır, savaşmaya başlar<br />

ve çiftimiz yaralı da olsa kurtulmayı<br />

başarır. Final sahnesinde, filmin hemen


aşında evlenmeye karar veren çiftimizi<br />

hastanede görürüz. Bakışlarından hâlâ<br />

Ian’a âşık olduğunu hissettiğimiz Sam,<br />

bir yandan da “seninle ne yapacağım<br />

ben” çaresizliği içinde gibidir. Killing<br />

Ground, aralarında üç dört gün olan iki<br />

ayrı olayı paralel kurguyla vererek aslında<br />

bir bakıma basit hikâyesini biraz daha<br />

süslü bir biçimde sunmaya çalışıyor ve bu<br />

tercihiyle istediğini almayı da başarıyor.<br />

Yukarıdaki paragrafta detaylıca bahsetmeye<br />

çalıştığım toplumsal cinsiyet rolleri<br />

hakkında seyirciyi özeleştiriye zorlayan<br />

sahneler bu denli güçlü olmasa, izlenip<br />

unutulacak sıradan bir film olma ihtimali<br />

çok yüksek.<br />

Ghost House (2017)<br />

Ghost House ise egzotik bir tatil hayaliyle<br />

Tayland’a gelen Amerikalı bir çiftin<br />

başına gelen doğaüstü olayları anlatıyor.<br />

Jim ve Julie, aynı Killing Ground’daki çift<br />

gibi, filmin hemen başında evlenmeye<br />

karar verirler. Havaalanında karşılaşıp<br />

anlaştıkları Gogo isimli Taylandlı<br />

şoför/tur rehberi ile beraber<br />

Bangkok’u gezmeye başlarlar. Bu<br />

tip “Amerikalılar yurtdışı tatilinde”<br />

filmlerinde sıkça karşılaştığımız<br />

üzere burada da geri kalmış<br />

Doğu’yu aşağılama ve modern<br />

Batı’yı yüceltme diyaloglarıyla/<br />

sahneleriyle sıkça karşılaşırız.<br />

Derken çiftimiz otelde iki İngiliz<br />

(Robert ve Billy) ile tanışır ve<br />

onların kurduğu tuzak neticesinde<br />

Julie’ye intikamcı bir hayalet musallat<br />

olur. Jim, kız arkadaşını kurtarmak<br />

için “erkek rolüne” bürünerek “kendince”<br />

ipleri eline alır ama yardıma çağırdığı<br />

Gogo’nun yönlendirmesiyle, fenalaşan<br />

Julie’nin hastaneye değil de yakınlardaki<br />

bir köye götürülmesine karşı çıkamaz.<br />

Köyde Julie’ye ‘watabe’ ismi verilen<br />

intikamcı bir hayaletin musallat olduğuna<br />

kanaat getiren köylüler bir keşiş çağırır.<br />

Jim, kültürel olarak yabancı olduğu müdahaleye<br />

karşı çıksa da çaresizlikten kabul


etmek zorunda kalır, ipler bir kez daha<br />

elinden alınmıştır. Keşiş, hayaleti kovmak<br />

için bir ayin düzenler ve Julie’ye koruyucu<br />

tılsımlar takar ama genç kadın düzelmez.<br />

Tekrar direksiyona geçen Jim, Julie’ye<br />

hastaneye götürür ama aradığı ilacı orada<br />

da bulamaz. Daha sonra kendilerini bu<br />

işe bulaştıran İngilizlerin peşine düşer ve<br />

aksiyon filmlerindeki kahramanları aratmayacak<br />

fedakârlıklarda bulunarak Julie’yi<br />

kurtarır. Bütün bu olan biten esnasında<br />

Julie tamamen pasif durumdadır. Erkeğin<br />

(kimi zamanlarda yetersiz ya da çaresiz<br />

kalacak zayıflıkta olsa bile) üstünlüğü<br />

kutsanır, kadının konumu net bir şekilde<br />

belirlenir.<br />

Ghost House için en çok, “medeniyetler<br />

arası sosların çılgın bir karışımından<br />

müteşekkil, pek de lezzetli olmayan bir<br />

çorba” tanımı uygun düşecektir. Modern<br />

dünyayı temsilen Amerikalı bir çift,<br />

geri kalmış dünyayı temsilen Tayland’a<br />

tatile gelir ve tabii ki başlarına gelmey-


en kalmaz. Tayland’da olduğumuz için<br />

felaketin adresi tabii ki intikamcı hayalettir.<br />

Ancak hayaletin hareket etme<br />

tarzını belirlemek için ilginç bir tercihte<br />

bulunmuşlar. Ringu (1998) ile başlayan<br />

dönem sonrası (J-Horror başlığı altında<br />

toparlanıp Batıya, bilhassa ABD’ye sunulan)<br />

Japon korku filmleri, ABD’de bir<br />

hayli popüler olmuştu. Bu filmlerdeki hayaletlerin<br />

kurbanlarına yaklaşırken kendine<br />

özgü bir hareket tarzı vardı. (Sadako’yu ya<br />

da Kayako’yu aklınıza getirin.) Filmdeki<br />

intikamcı hayaleti Taylandlı bir adama âşık<br />

olmuş, onunla evlenip Tayland’a gelmiş,<br />

aldatıldığını öğrenince de intikam almaya<br />

çalışırken yanarak ölmüş bir Japon<br />

kadına dönüştürerek Amerikalıların kolayca<br />

benimseyebileceği, onlara yabancı<br />

gelmeyecek (hatta belki Sadako’yu veya<br />

Kayako’yu hatırlatacak) biçimde hareket<br />

etmesini sağlamışlar. Ama bütün bu detaylar<br />

birleşince ortaya garip bir bileşim<br />

çıkıyor. Ghost House, öyle çok fazla dikkate<br />

alınması gerekmeyen, çılgın ama<br />

işlevsiz bir formülün peşine takılıp giden,<br />

vasatın altında kalan bir intikamcı hayalet<br />

filmi. Toplumsal cinsiyet rolleri hakkındaki<br />

söylemleri de ataerkil düzene hizmet edecek<br />

şekilde dizayn edilmiş.<br />

Sonsöz<br />

Her iki filmin sunduğu gerçeklik üzerinden<br />

bir yorum yapmak gerekirse; ister<br />

modern Batı’nın herhangi bir şehrine ya<br />

da taşrasına gidin, ister dünyanın diğer<br />

ucundaki az gelişmiş bir ülkeye gidin,<br />

ataerkil toplumsal düzenin dikte ettiği<br />

toplumsal cinsiyet rollerini benimsemiş<br />

bireylerin çoğunluğu oluşturduğuna şahit<br />

olacaksınız sonucuna ulaşıyoruz. Şaşırtıcı<br />

mı? Pek sayılmaz. Ancak ataerkil yapı<br />

tarafından acımasızca ezilen kadınların<br />

konumu, belli bir farkındalığa ulaşması<br />

ve akabinde dönüşümü hakkında önemli<br />

laflar eden Killing Ground ilginç noktalara<br />

temas ederken, Ghost House ataerkil<br />

yapıyla hiçbir biçimde ters düşmemeye<br />

özen gösteriyor.


KISA FİLM<br />

ÖZGÜR SİNEMA<br />

YAPABİLMENİN<br />

TEK YOLUDUR<br />

FIRAT SAYICI<br />

Bu ay<br />

“Kapan” filminin<br />

yaratıcısı Korhan<br />

Günay sorularımı<br />

cevaplandıran<br />

isim oldu.<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Bu ay “Kapan” filminin yaratıcısı<br />

Korhan Günay sorularımı<br />

cevaplandıran isim oldu.<br />

“Kapan”da zor bir konuyu etkili metaforlar<br />

ve sürpriz finalle bitiren Günay’ın kısa<br />

film üzerine düşünceleri...<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

İstanbul’da doğdum. Mimar Sinan Üniversitesi<br />

Sinema bölümünden mezun<br />

oldum. 2008’den bu yana yönetmenlik<br />

ve senaryo yazarlığı yapıyorum.<br />

Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />

Kısa film, bir hikaye anlatma biçimi ve<br />

yoludur. Sinema kökeni itibarı ile kısa<br />

filmden türemiştir. Hatırlayın, ilk filmler<br />

hep kısa metrajlıdır. Bu anlamda sinemada<br />

oldukça eski bir geleneğin hali<br />

hazırdaki temsilcisidir. Kısa film, özgür<br />

ve bağımsız sinema yapabilmenin<br />

neredeyse tek yoludur. Sinemanın finansla<br />

olan ilişkisi, bağımsız film<br />

yapabilmeyi neredeyse imkansız<br />

hale getirdiği günümüz dünyasında,<br />

sinemacının üzerinde herhangi bir baskı<br />

olmadan rahatça üretim yapabileceği<br />

ciddi bir mecradır. Kısa film, uzun filmin<br />

kısaltılmış hali değildir.<br />

Biraz Kapan’dan ve onu çekme nedenlerinizden<br />

bahseder misin?<br />

Kapan, bir çöp evde tıkılıp kalmış bir<br />

anne kızın hikayesini anlatıyor. Bir yalana<br />

sarılmış bu iki kadın birbirleri ile bir<br />

tür kedi fare oyunu oynarlar. İnsanoğlu,<br />

kendine medeni dediği tarihten bu<br />

yana üç şeyi gizlemeye, üzerini örtmeye<br />

çalışmıştır: Ceset, dışkı ve çöp. Bu<br />

gizleme, halının altına süpürme durumu<br />

gerçekten de çok dikkat çekici bir<br />

mesele. Benim gibi polisiye romanlara<br />

düşkün biri için, bu özellikle gizleme,<br />

üzerini örtme hali üzerine gidilmesi gereken<br />

bir mesele oldu. İnsanı tanımak,<br />

insanlığın gittiği yolu anlamak için onun<br />

sırlarını karıştırmanın iyi bir yol olduğunu<br />

düşünüyorum. Kapan, bu anlamda,<br />

benim insanoğlunu tanıma çabamın bir<br />

ürünü oldu. Ailenin ve özel mülkiyetin<br />

temelleri hakkında bir tür beyin jimnastiği


yapmış oldum.<br />

Kapan, tek bir mekanda<br />

geçen, tek bir<br />

sahneden oluşan<br />

bir film. Tek bir anda<br />

geçen bu filmde,<br />

hikayenin zamanı ve<br />

seyircinin zamanı bir<br />

ve aynıdır. Kapan,<br />

benim nazarımda<br />

biçimsel olarak diğer filmlerden ayrılmaktadır.<br />

Kapan’ı yapma isteğimin en büyük sebeplerinden<br />

biri de budur. Kapan, yurt içinde ve yurt dışında<br />

pek çok festivalde gösterildi ve ödüller aldı.<br />

Cannes Film festivalinde Short Film Corner bölümünde,<br />

İsrail’de Arava film festivalinde gösterildi.<br />

İzmir uluslararası kısa film festivalinde ikincilik<br />

ödülü, Setem İpek yolu kısa film festivalinde ise<br />

en iyi kadın oyuncu (Irmak Ünal) ve en iyi görüntü<br />

yönetimi (Durmuş Sorkut) ödüllerini aldı.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi<br />

katkıları olabilir? Neler götürür?<br />

Sinema, doğumundan bu yana teknolojiye<br />

göbekten bağlı bir sanat biçimidir. Sinemanın<br />

kendisi bizatihi teknolojik bir icattır. Durum böyle<br />

olunca, sinema tarihi boyunca teknoloji ile son<br />

derece içeriden ve dolaysız bir ilişki kurmuştur.<br />

Sesli sinemanın doğuşu, renkli film, günümüzde<br />

CGI teknolojisi sinemanın hiç zorlanmadan<br />

içine aldığı teknolojik gelişmelerdir. Bütün bu<br />

gelişmeler sinemaya çok yeni, çok farklı anlatım<br />

olanakları getirmiş bu anlamda da sinemanın<br />

özgürleşmesini sağlamıştır. Ne var ki, bütün<br />

bu teknolojik gelişimler, sinemanın finansla<br />

olan bağını daha da sıkı hale getirmiş, finansın<br />

sanat üzerindeki tahakkümünü güçlendirmiştir.<br />

Bu da sinemanın, sinemacının bağımsızlığını<br />

neredeyse imkansız hale getirmiştir. Kısa film<br />

açıcından bakacak olursak, teknolojinin ilerlemesi<br />

ve ulaşılabilir olması özgürleştirici bir<br />

etki yaratmıştır. Son dönemde giderek artan<br />

kısa film sayısına ve prodüksiyon kalitesindeki<br />

görece artışa da bakarak bunu rahatlıkla<br />

söyleyebiliriz. Bütün bu niceliksel artışın nitelik


anlamında da bir gelişmeye neden olacağına<br />

inanıyorum.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />

yabancı yönetmenler kimler?<br />

Kurosawa ve Kieslowski öğrenciliğimden beri sevip<br />

takip ettiğim ustalardır. Keza, Lütfi Akad atölyesinden<br />

mezun bir sinema öğrencisi olarak Lütfi<br />

hocanın üstümde emeği çoktur. Son dönemde ise<br />

beni en çok heyecanlandıran sinemacı Asghar<br />

Farhadi oldu.<br />

Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />

yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />

Kısa filmin, uzun metrajın bir yedeğiymiş gibi<br />

algılandığı, yeterince önem verilmediğini gözlemliyorum.<br />

Bu çok üzücü bir durum elbette. Kısa filmin<br />

başlı başına bir uğraş, çok önemli bir anlatım<br />

aracı olduğunu yakın zamanda fark etmelerini<br />

umuyorum.<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Şu aralar bir uzun metraj filme hazırlanıyorum.<br />

Senaryosunu yazdığım ve yönetmenliğini<br />

eşim Canan Çelik’le birlikte yapacağımız filmin<br />

yapımcılığını da Bulut Reyhanoğlu üstlenecek.<br />

Şimdiden, Antalya Film Forum ve Boğaziçi<br />

Film Festivali Filmlab gibi önemli pitching<br />

platformlarında filmimizi tanıtmaya başladık. Bu<br />

yıl sonuna kadar filmin çekimlerini tamamlamış<br />

olmak gibi bir niyetimiz var. Sonrasında uzun<br />

metrajlı filmlerle devam etmeyi düşünsem de<br />

kısa filmi bırakmayı hiç düşünmüyorum. Kısa<br />

film özgürce film yapabilmenin şimdilik en kestirme<br />

yolu. Bu lüksü hiçbir şeye değişmem.


BÖYLE BABAYA<br />

BÖYLE KIZ<br />

Klint Eastwood’un kızı Francesca Estwood<br />

iyice beyazperdeye ısınmakta. Ocak sonunda<br />

vizyona giren Ölüm Odası-The Vault’ta<br />

James Franco ile rol alan güzel yıldız yeni<br />

filmlerle kendinden söz ettireceğe benzer.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Francesca,<br />

Clint Eastwood<br />

ve Frances<br />

Fisher’ın kızıdır.<br />

Hollywood’ta<br />

ünlü bir ismin<br />

kızı olmak<br />

her daim iyise<br />

de büyürken<br />

yaşadıkları açısından hep bir problemleri<br />

olur. Clint Eastwood’un<br />

6 çocuğundan biridir Francesca.<br />

Çoğunlukla babasız büyüdüğü<br />

söylenebilir. Daha 9 yaşındayken<br />

ölümden dönmüştür. 2001 yılbaşı<br />

sabahı Francesca ve annesi Frances<br />

Fisher ucu ucuna evlerini yakıp<br />

kül eden bir yangından kaçmışlardır.<br />

Francesca yatak odası camına<br />

tırmanıp kendisini annesinin ve bir<br />

komşusunun kollarına bırakmıştır,<br />

hemen hastaneye yatırılmış ve duman<br />

zehirlenmesi nedeni ile tedaviye<br />

alınmıştır. Aynı zamanda ellerindeki<br />

yanıklar nedeni ile de tedavi


FRANCESCA<br />

ESTWOOD<br />

edilmiştir. Clint Eastwood, kızını hastanede<br />

görmek için hemen bir uçak<br />

ile gelmiş ve kızının kurtarıcılarına<br />

şahsen teşekkür etmiştir. Baba<br />

tarafından Kimber Eastwood, Kyle<br />

Eastwood, Alison Eastwood, Scott<br />

Eastwood, Kathryn Eastwood,<br />

Morgan Easwood gibi bir çok yarıkardeşi<br />

vardır. The Star Fell on Henrietta<br />

(1995) filminde annesi ile Gerçek<br />

Suç (1999) filminde babası ile rol<br />

almıştır. Hollywood Foreign Princess<br />

kuruluşu tarafından 2013de Miss<br />

Golden Globe ilan edilmiştir. 70.<br />

Golden Globe ödüllerinde o yılın Mr.<br />

Golden Globes’u Sam Michael Fox<br />

ile Miss Golden Globe olarak görev<br />

almıştır. Miss ve Mr. Golden Globes<br />

genelde sinema ortamında çok ünlü<br />

insanların, o insanlar tarafından bir<br />

yere gelmesi istenen çocuklarına<br />

verilir. Eski Miss Golden Globes’lar<br />

Linda Evans (1964), Anne Archer<br />

(1971), Melanie Griffith (1975), Laura<br />

Dern (1982), Joely Fisher (1992), Tori<br />

Reid (1999)Dakota Johnson (Melanie<br />

Griffith’in kızı) (2006) ve Lorraine<br />

Nicholson (2007). Freddie Prinze<br />

Jr.’da 1996’da Mr. GG seçilmişti.


OYUNCUNUN ELLI TON<br />

JAMIE<br />

DORNAN<br />

James Jamie Dornan<br />

“Karanlığın Elli Tonu”,<br />

“Özgürlüğün Elli Tonu” isimli<br />

yapımlarda, başrolde yer<br />

aldı. Serinin üçüncü filmi olan<br />

Özgürlüğün Elli Tonu’nu bu ay<br />

izleyeceğiz…


U<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n Iames Jamie<br />

Dornan, 1982<br />

yılında, Kuzey<br />

İrlanda’da<br />

dünyaya geldi.<br />

Eğitim hayatında<br />

gittiği Belfast’ta<br />

bulunan Metodist<br />

Koleji büyük<br />

rol oynadı, burada aldığı tiyatro<br />

eğitimi sonrası, oyunculuk yeteneği<br />

büyük oranda gelişti.. Üniversite<br />

eğitimi için, Teesside’ye kaydolsa<br />

da, eğitimini yarıda bırakıp, aktör<br />

olma ümidiyle, Londra’nın yolunu<br />

tutmuştur.<br />

Başarılı bir oyuncu olmasının<br />

yanında, podyumlarda aranan bir<br />

mankendi. “Calvin Klein”, “Dior” gibi<br />

markalar için manken olarak podyumlarda<br />

sahne almış, tasarımları<br />

denemiştir. Ayrıca, New York Times<br />

aktörün bu yönünü, “Altın Vücut”<br />

unvanı ile pekiştirmiştir.<br />

24 yaşında ilk defa bir sinema filmi<br />

ile kamera karşısına geçti. “Marie<br />

Antoinette” isimli, konusu Avustu-<br />

rya arşidüşesi, Fransa ile ittifak<br />

için evlilik yapmak zorunda kalan<br />

bir kadının hikayesi olan filmde,<br />

çok önemli bir rol ile olmasa da,<br />

canlandırdığı “Axel von Fersen”<br />

karakteri ile izleyicinin beğenisini<br />

kazanmayı başarmıştır.<br />

26 yaşında, “Beyond the Rave”<br />

isimli, bölgesel yerel askerlerin<br />

özgürlük mücadelelerini konu edinen<br />

filmde, başrol karakteri olan<br />

Ed’i canlandırmıştır.<br />

27 yaşında, “Shadows in the Sun”<br />

yapımı ile kamera karşısına geçen<br />

oyuncu bir anda normal bir ailenin<br />

hayatlarına giren, garip bir gencin,<br />

onların hayatlarını nasıl olumlu<br />

etkilediğini konu edinen filmde Joe<br />

isimli genci canlandırdı. Sanatçı<br />

iki kısa filmde yer almıştır. “X Returns”<br />

filmi ile başrol X karakterini<br />

canlandırmış, “Nice To Meet You”<br />

filmi ile genç adamı oynamıştır.<br />

33 yaşında yer aldığı “Grinin Elli<br />

Tonu” filmi şüphesiz, sanatçının en<br />

büyük çıkış yakaladığı yapım oldu.<br />

Başrolde yer aldığı bu yapım ile<br />

beraber tüm dünyada tanınan bir<br />

aktör olma sıfatına sahip oldu 40<br />

milyon dolarlık düşük bütçeli film,<br />

gişede tam 571 milyon dolar hasılat<br />

elde etmiştir. Filmde, cinsel dürtülerin<br />

de ötesine geçen sıra dışı hazza<br />

dayalı bir ilişki, tutkulu şekilde<br />

lanse edilmiştir. Film ile beraber,<br />

Jamie Dornan, “Altın Ahududu<br />

Ödülleri” ile En İyi Erkek Oyuncu<br />

kategorisinde aday gösterilmiştir.<br />

Ayrıca, film ve aktörleri, farklı dallarda,<br />

17 farklı kategoride ödüle<br />

aday gösterilmiştir.<br />

Sanatçı, sonrasında gösterime<br />

girecek, “Karanlığın Elli Tonu”,<br />

“Özgürlüğün Elli Tonu” isimli<br />

yapımlarda, yine başrolde yer<br />

aldı. Serinin üçüncü filmi olan<br />

Özgürlüğün Elli Tonu’nu bu ay<br />

izleyeceğiz…


Çağan Irmak<br />

yönetmenliğinde<br />

ki Gülizar Kanal D<br />

ekranlarından cumartesi<br />

akşamları izleyici<br />

ile buluşmaya başladı.<br />

HER ŞERDEN BIR HAYIR<br />

ÇIKAR MI? GÜLIZAR VE<br />

MURAT AŞK YAŞAR MI?<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

DİZİFUN<br />

Çağan Irmak yönetmenliğinde ki Gülizar Kanal D<br />

ekranlarından cumartesi akşamları izleyici ile buluşmaya<br />

başladı. Asmalı Konak, Çemberimde Gül Oya gibi dizilerle<br />

izleyici ekran başına bağlamış filmleri çokça izlemiş<br />

yönetmen bu kez doğduğu şehir İzmir’de başlayan bir<br />

hikâye ile izleyici karşısına çıktı. Dizide Farah Zeynep<br />

Abdullah (Gülizar), Ömer Berk Cankat (Murat) , Ebru<br />

Cündübeyoğlu (Suzan) ve Berkay Ateş (Fettah)’in yanı<br />

sıra Şerif Sezer (Hayriye), Sevtap Özaltun (Mine), Berk<br />

Erçer (Tuğrul), Osman Alkaş (Veysel), ve Zuhal Gencer<br />

(Candan) gibi çok sayıda isim yer alıyor.<br />

Her Şerde Bir Hayır Var mıdır?<br />

Dizimizin esas kızı Gülizar İzmir’de annesinin kendisini<br />

emanet ettiği Suzan ile yaşayan, en büyük hayali<br />

söylediği ve sosyal medyada patlamasını beklediği<br />

şarkılarıyla şöhreti yakalamak olan genç, güzel bir kızdır.


Gülizar ve ekürisi Fettah’ın sosyal medyadan<br />

beklentileri tam da günümüz gerçekliğine uyuyor<br />

ve birçok kişinin hayallerini ekrana taşıyor aslında.<br />

İzlerken çok daha uzun gelse de 24 saat<br />

içerisinde Gülizar’ın hayatı değişir. Bir anda<br />

sonrasında yaşanacakları daha kolay kabullenmesini<br />

sağlayacak bir sürü kötü olay yaşar.<br />

Suzan’ın çalıştığı pavyonun sahibi Şeref adındaki<br />

kadın Gülizar’ın annesine olan kinininde etkisiyle<br />

onu Suzan’ın borçlarına karşılık kendi mekânında<br />

zorla çalıştırmaya çalışır. Zaten yokluk içerisinde<br />

yaşadıkları için<br />

Suzan’ın borcunu<br />

ödeme şansı yoktur.<br />

Eş zamanlı olarak<br />

Gülizar kendisi ile<br />

evlenmek isteyen<br />

babası yaşındaki bir<br />

adamın tacizine uğrar<br />

ve adamın Şeref’in<br />

adamları tarafından<br />

öldürülmesi üzerine<br />

ilk etapta cinayet<br />

üzerlerine kalmış gibi<br />

görünür. Bu durum<br />

polise gitmeme hallerini<br />

meşrulaştırır.<br />

Fettah Şeref’in<br />

adamları tarafından<br />

vurulur. Gülizar<br />

babasını öldü bilmesine<br />

rağmen Veysel<br />

kapılarını çalar ve onu<br />

milyoner olan öz babasına götürür ve tabiî ki ölüm<br />

döşeğindeki babanın Gülizar’ın varlığından haberi<br />

olmayan eşi ve çocukları kıyameti kopartır. Baba<br />

Gülizar ile tanışmasının hemen ardından kanserden<br />

ölür. Yaşanan bunca kötü olayın ardından<br />

Gülizar milyonluk bir mirasın varisleri arasında<br />

yerini alır. Gülizar kendisini yıllarca aramayan<br />

babasını benim açımdan çok akla yatkın gelmese<br />

de bir anda affeder. Mezarı başında ona hakkını<br />

helal eder. Bunun hemen öncesinde ne tesadüftür<br />

ki babasının ailesinden ciddi kazık yemiş<br />

bir avukatı şans eseri bulur ve payına düşen<br />

mirası almak için dava açar. Gülizar ve babasının<br />

ailesi arasında bundan sonra yaşanacak miras<br />

savaşı dizinin temel çatışma noktalarından birini<br />

oluşturacaktır.<br />

Kesişen Hayat ve Tohumları Atılan Aşk<br />

Gülizar’ın babasının evi olan çiftlikte yolları<br />

Murat ile kesişir. Gülizar’ı oraya getiren kâhya<br />

Veysel’in oğlu olan Murat yakışıklı, son derece<br />

gururlu, çalışkan bir gençtir. Gülizar’ın kız<br />

kardeşi Mine ile uzun yıllardır sözlüdür. Herkes<br />

ikilinin evlenmesini beklese de Murat’ın<br />

bu konuda çekimser bir tavrı var gibidir.<br />

Gülizar’ın babası kızı Mine ile bir an önce<br />

evlenmesini istediği Murat’a Gülizar’ı da emanet<br />

eder. Bu yüzden Gülizar’ın eve gelişiyle<br />

başlayan savaşta Murat Gülizar’ın yanında<br />

olur. Sonrasında herkesi karşısına alacağını<br />

bile bile Gülizar’ı İzmir yolculuğunda yalnız<br />

bırakmamaya karar verir. Gerek onun bu<br />

tavırları, gerekse Gülizar’ın o karmaşa ve acı<br />

halinde bile onu yakışıklı bulduğunu Fettah’a<br />

ve sonrasında kendi kendisine dile getirmesi<br />

dizinin bundan sonraki seyrinin göstergesidir.<br />

İkili arasında çetin savaşlarla karşı karşıya<br />

kalacakları bir aşk olacağının sinyalleri verilir.<br />

Normalde belki de izleyici tarafından ahlaki<br />

bulunmayacak bu aşk Mine’nin Gülizar’a karşı<br />

olan düşmanca tavrı ve annesi Candan’ın<br />

Murat’ın ailesi ile olan sınıf farklarına ilişkin<br />

vurgularıyla izleyici açısından anlaşılır<br />

kılınmaya çalışılmış kanımca. Zira Gülizar’ın


kendisinden nefret eden kız kardeşine bu konuda<br />

bir sorumluluk hissetmemesi kimileri için anlaşılır<br />

bir durum haline gelecektir. Murat’ın kendisine çok<br />

âşık olan Mine’ye verdiği sözden vazgeçmesi ise<br />

ailesinin aşağılanmasına sessiz kalmayacak bir<br />

karakter olması ile anlaşılır ve hatta kabul edilebilir<br />

hale gelecektir. Söylemeden edemeyeceğim iyi ve<br />

insani yönleriyle ön plana çıkartılan Murat’ın ikinci<br />

babam olarak söz ettiği Mehmet Rıfat’ın cenazesinin<br />

ardından Mine ve ailesine destek olmak ve<br />

dolayısıyla cenaze evinde olmak yerine veteriner<br />

kliniğine gidip çalışmış olması benim açımdan senaryonun<br />

inandırıcılığına gölge düşürdü. Bununla<br />

birlikte dizinin veteriner kimliği ile Murat’ın Sokak<br />

hayvanları ile kurduğu ilişki üzerinden farkındalık<br />

mesajları veriyor olması benden artı puan aldı.<br />

Hikâyenin hızlı akmasının iyi yanları olmakla<br />

birlikte bundan sonra nelerin yaşanacağının bu<br />

kadar açık edilmesi ya da edilmiş görünmesi<br />

merak duygusunu ortadan kaldıracağından<br />

benim gibi birçok izleyicinin diziyi izlemeye devam<br />

etme noktasında çekimser davranmasına<br />

neden olacağı düşüncesindeyim. Hali hazırda<br />

yayınlanan iki bölümüyle reytinglerde üst<br />

sıralara tırmanamayan dizinin akıbetine ilişkin<br />

bir şey söylemek için erken olmakla birlikte<br />

izleyiciyi ekran başına bağlaması kolay olmayacak<br />

gibi görünüyor diyebilirim. Ne olur hep<br />

birlikte göreceğiz.


SEN ANLAT KARADENİZ<br />

Geçtiğimiz<br />

günlerde ekrana<br />

gelen Sen Anlat<br />

Karadeniz henüz ilk<br />

bölümüyle<br />

reyting<br />

sıralamasında<br />

üst sıralara<br />

yerleşeceğinin<br />

sinyallerini<br />

verirken bir yandan<br />

da eleştirilerin<br />

odağında yer aldı.<br />

GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

TVMANIA<br />

Geçtiğimiz günlerde ekrana gelen Sen Anlat<br />

Karadeniz henüz ilk bölümüyle reyting<br />

sıralamasında üst sıralara yerleşeceğinin<br />

sinyallerini verirken bir yandan da eleştirilerin odağında<br />

yer aldı. Kadına şiddetin altını çizeceği belirtilen proje<br />

şiddet içeren sahneleri ve karakter özellikleri ile eleştiri<br />

oklarının hedefi oldu. Diziye genel çerçevede bakarak<br />

biraz üstüne düşünelim istiyorum. Genel olarak dizinin<br />

konusu şöyle: “Nefes ve Tahir’in imkansız aşkını konu<br />

alan dizide, geçmişte para karşılığı satıldığı adamın<br />

zulmünden kaçıp çocuğuyla birlikte Karadeniz’e<br />

sığınan Nefes’le, onu koruduğu için ailesinin büyük<br />

tepkisiyle karşılaşan Tahir’in hikayesine yer veriliyor.”<br />

Dizinin Komedisi de Dramı Kadar Cömert<br />

Sen Anlat Karadeniz, dram ağırlığı kadar komedi<br />

unsurlarıyla da ilk bölümden dikkat çekti. Eli yüzü<br />

düzgün, ilk bakışta seyri keyifli bir iş. Dizinin senaristleri<br />

son olarak Ver Elini Aşk’ta kalemine şahit<br />

olduğumuz Ayşe Ferda Eryılmaz ve Nehir Erdem. O di-


ANLAT DA BİN<br />

DÜŞÜN, BİR ANLAT<br />

zide de diyaloglara bayılmıştım, henüz Karadeniz<br />

kültürüne ait özgün çok fazla deyiş duyamasak da<br />

ilerleyen bölümlerde bu eksiklerinde kapanacağını<br />

umut ediyorum. Ver Elini Aşk’ta Antep kültürüne<br />

doymuştuk zira… Şiddet gören kadının, kendisini<br />

zorla eve kapatan adamla evlenmemiş olması ve<br />

bunu anlatırken “Bana bir tek orada fikrimi sordular”<br />

dediği sahne muazzamdı. Bu sapkın birlikteliği<br />

evlilikle sözde meşrulaştırmadıkları için teşekkürü<br />

borç biliyorum. Dizide sorunlu mesajlar yok mu,<br />

tabii ki var, onlara birazdan geleceğim. Öncesinde<br />

mizansenlerin oldukça sıcak olduğunun, ailenin<br />

gerçekliğinin izleyiciye geçtiğinin altını çizmek<br />

istiyorum. İç karartan motivasyondan yoksun<br />

dramların arasında komedisi de gözyaşı kadar<br />

cömert dizinin, özlemiştik.<br />

Öykü Gürman’ın Başına Talih Kuşu Konmuş<br />

Dizinin o tartışılan sahnelerine gelmeden belirtmem<br />

gerek Öykü Gürman’ın canlandırdığı Asiye<br />

Kaleli karakteri fenomenleşecek şimdiden belli.<br />

Sinan Tuzcu ile partner olan Öykü Gürman<br />

henüz oyunculuğu ile partnerine yetişmeye<br />

çalışıyor olsa da enerjisi ve rolün kalibresi ile<br />

izleyicinin gönlünü kazanacak hiç şüphem yok.<br />

Rol o kadar keyifli ki, “Gürman’ın başına talih<br />

kuşu konmuş” demekten kendimi alamıyorum.<br />

Dizinin kare ası ile Mehmet Ali Nuroğlu, ne yalan<br />

söyleyeyim ekranda görmeyi özlemişim. Son<br />

sahnede ağzından salyalar saçarak öfkelendiği<br />

anlar dizinin en etkileyici performanslarını sundu.<br />

Alkışlar…<br />

Biraz da Madalyonun Öteki Yüzüne Bakalım<br />

Dizi için “erkek şiddet uyguladı ve o sahneler<br />

ekrana geldi” eleştirisi sıklıkla yapıldı, ben<br />

konunun çerçevesini biraz daha genişletmek<br />

istiyorum. Asıl sorunun şiddetin gösteriminin<br />

yanı sıra karakterle beraber şiddeti<br />

dışsallaştırmamız olduğunu düşünüyorum.


Mehmet Ali Nuroğlu’nun başarıyla canlandırdığı<br />

Vedat Sayar karakteri tam bir psikopat olarak<br />

karşımızda. Kadını ve çocuğunu eve kapatan,<br />

kendisini istemeyen bir kadını rehin alan,<br />

korumalarla onu hapseden, sürekli şiddet<br />

uygulayan, kıskanç, takıntılı, uzun süre bu<br />

işkenceleri sürdürecek kadar saplantılı ve “sorunlu”<br />

bir karakter Vedat. Aslına bakarsanız<br />

dizide karakterler o kadar siyah ve beyaz<br />

ki, Vedat’ın dizide şeytani bir boyutta ele<br />

alındığını söylemem yanlış olmayacaktır. Vedat<br />

insani tüm bağlardan kopmuş, silah çeken,<br />

gözünü kırpmadan birine zarar veren gerçekten<br />

uzak bir karakter. “Her evde yaşanan<br />

şiddet” olaylarını ekrana taşıyacağı vaadiyle<br />

tanıtımları yapılan dizinin, ana karakterini bu<br />

kadar normalin uzağında şekillendirilmesinin<br />

dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Yıllarca<br />

“Trafik canavarı”, “enflasyon canavarı”<br />

tanımlamalarıyla dışarıya atfettiğimiz kötülüklerin<br />

üstesinden gelmenin asıl yolunun onların<br />

içimizde olduğunun vurgulanması olduğunu<br />

düşünüyorum. Siyah veya beyaz değil gri<br />

olduğumuzu, o canavarların içimizde yaşadığını<br />

kabullendiğimizde şiddete karşı rehabilite edici<br />

yöntemlerin geliştirilebileceğinden eminim.<br />

Özetle dizi misyonunu yerine getirir, şiddete<br />

karşı bir ünlem koyabilir mi derseniz, maalesef<br />

sanmıyorum.<br />

Şiddet Sahneleri Can Acıttı<br />

Üstelik dizide erkeğin kadının parmaklarını<br />

kırdığı bir sahne oldukça dramatik görüntülerle<br />

ekrana geldi. İlgi uyandırır, reyting getirir<br />

mi derseniz elbette şiddetin ekranda çekici<br />

olduğundan şüphe bile duyamayız ama içimiz<br />

cız etmedi desem yalan olur. Televizyonun<br />

eğitici, öğretici bir misyonu yok. Her türlü<br />

yasağa da baştan karşıyım, kamu spotu gibi<br />

diziler izlememiz anlamsız. Ancak her yıl binlerce<br />

insanın zarar gördüğü şiddet konusunda,<br />

şiddetin karşısında durulacağının ilanıyla<br />

hazırlanan bir dizide bu kadar alenen şiddetten<br />

nemalanılması da “yazık” dedirtti. Aslında ilan<br />

edilenin tam tersine hizmet edebilecek o şiddet<br />

sahneleri yalnız dizideki Nefes karakterinin<br />

değil, hepimizin canını acıttı.<br />

Erkek Himayesinde Özgürleşen Kadın<br />

Kadın ve erkek cinsiyet rollerinin altının çizildiği<br />

dizide, Vedat’ın zulmünden kaçan Nefes’in<br />

Karadenizli bir ailenin yanına sığınmasına tanık<br />

olduk. Ailenin cevvalliği ile “deli” addedilen oğlu<br />

Tahir Kaleli’nin genç kadına ilgisi tavrından belli<br />

olurken sahiplenici maço tavırları da ekrana<br />

geldi. Kadınla konuşmak için onu pazar yerinden<br />

kolundan çekerek götürmesi, sürekli emir<br />

kipi ile konuşması, adamlık ve Karadenizlilik<br />

üzerine ahkamları dikkat çekiciydi. Nefes de belli<br />

ki ilerleyen bölümlerde adamın bu tavırlarından<br />

etkilenecek. Etkilenecek de, insanın da sorası<br />

geliyor. Yahu kadın korunup kollanacak, daha aciz<br />

bir canlı olarak başka nasıl çizilebilirdi acaba?<br />

Belli dikbaşlı yapılmaya çalışılmış ama eli kolu<br />

bağlanmış karakterin, ne olurdu kadını biraz daha<br />

ayakları yere basan bir halde görseydik? Kadının


zulümden kurtulması illa başka bir erkeğin<br />

himayesiyle mi mümkün canım izleyici? “Ben<br />

özgürüm” nidaları atan kadının yanında ilk<br />

andan itibaren bir adamın gölgesi mi olmalı?<br />

Tabii ki bu bir dizi, elbette aşk da olacak… O<br />

kadın kolundan çekiştirilmese, Tahir emir kipi ile<br />

konuşmasa ne eksilirdi aşktan? Karadenizli cevval<br />

adam bu kadın ile deliliğinden kendini azletse,<br />

kadınla beraber o da sıkışıp kaldığı “erkek<br />

adam”lık kimliğinden biraz olsun soyutlansa<br />

ne olurdu? Hele bir de bu adamın henüz ilk<br />

bölümden kadından hoşlandığının belli olması<br />

itici değil mi? Alt metinleri okuduğumuzda<br />

çok tehlikeli mesajlar çıkıyor, hele ki her<br />

gün kadınlarımızı kurban verdiğimiz şiddet<br />

hayatımızın ortasındayken…<br />

Gelelim diziyle ilgili ufak notlara. Ağız kullanılan<br />

dizilerin en büyük sorunu oyuncuların her birinin<br />

başka bir ağız ile konuşması elbette. Sen Anlat<br />

Karadeniz’de de öyle… Herkes İstanbul ağzıyla<br />

konuşsa bile bu karmaşadan daha iyi olacak<br />

gibi geliyor bana. Bir de greenboxlı final sahnesi<br />

olmasaydı keşke… Karadeniz’in mükemmel<br />

manzarasını evlerimize getiren Osman Sınav ve<br />

Emre Kabakuşak imzasıyla beklenti yükselten<br />

dizinin ilerleyen bölümlerde mesajlarına da biraz<br />

daha dikkat edilmesini umuyorum. Yolun açık<br />

olsun Sen Anlat Karadeniz… Anlat da bin düşün<br />

bir anlat ne olur…


EPISODE<br />

DIRK GENTLY<br />

GiZEMLi OLAYLARI FAZLA K<br />

YORMADAN ÇÖZMEYE DEV<br />

MASİS ÜŞENMEZ<br />

Dizi: Dirk Gently’s Holistic Detective<br />

Agency<br />

Platform: Netflix<br />

Yapımcı: Max Landis<br />

Oyuncular: Samuel Barnett, Elijah Wood,<br />

Hannah Marks, Jade Eshete, Mpho Koaho,<br />

Dustin Milligan, Fiona Dourif, Osric<br />

Chau, Michael Eklund, Zak Santiago, Viv<br />

Leacock, Amanda Walsh, Izzie Steele,<br />

Neil Brown Jr., Christopher Russell, Aaron<br />

Douglas, John Hannah, John Stewart<br />

Yıl:2016-2017<br />

Douglas Adams’ı pek çoğumuz<br />

absürt komedi bilim kurgu serisi<br />

Otostopçunun Galaksi Rehberi’nin<br />

yazarı olarak tanırız. Ancak bu kitap<br />

ile fotoğraf çekip Instagram’a koymak<br />

dışında Douglas Adams külliyatına hakim<br />

sıkı Nerd’ler için Dirk Gently’s Holistic<br />

Detective Agency de özel bir yere<br />

sahiptir. Gene de hiçbir zaman da Otostopçunun<br />

Galaksi Rehberi kadar popüler<br />

olmamıştır.<br />

Daha özel bir kitlenin sevgisini kazanan<br />

Dirk Gently, son yılların parlayan yazar/yapımcı/yönetmen<br />

ve oyuncusu<br />

Max Landis tarafından BBC America<br />

için diziye çevrildi. Netflix’de de<br />

yayınlanan dizinin ilk sezonu hem Adams<br />

okuyucuları, hem de genel izleyici<br />

tarafından hızlıca tüketilince, ikinci sezonun<br />

gelmesi kaçınılmaz oldu. Geçtiğimiz<br />

ay yayımlanan ikinci sezon da ilkini arat-


EVRENiN HiZMETiNDE<br />

AFA<br />

AM EDiYOR<br />

mayan komedi anlayışı ile hikayeye kaldığı<br />

yerden devam ediyor. Ancak kötü haberi<br />

şimdiden verelim. BBC America diziyi iptal<br />

ettiğini açıkladı. Yani ne yazık ki bir üçüncü<br />

sezon olmayacak. Buna rağmen ilk iki sezon<br />

pek ekranlarda rastlanmayan komedi<br />

bilim kurgu türünde önemli bir boşluğu<br />

dolduruyor.<br />

Öncelikle ilk sezonu bilmeyenler için<br />

konuya girecek olursak. Hikayemiz Dirk<br />

Gently(Samuel Barnett) adlı gizemli bir dedektifin<br />

yolunun bir cinayetin ortasında kalan<br />

bell boy Tod(Elijah Wood) ile kesişmesi<br />

ile başlıyor. Dirk bir dedektifin yapmaması<br />

gereken her şeyi yaparak, rüzgarın kendisini<br />

savurduğu yöne giderek, olayları<br />

çözmeye çalışan bir “Holistic” dedektiftir.<br />

Ona göre evren ona olayları sunmakta ve<br />

çözmesi için yardım etmektedir. Böylece gizler<br />

önünde aralanmakta, her şey birbiri ile<br />

bağlantılı olduğundan, olaylar kendi stili ile<br />

bir şekilde çözülmektedir. Dirk’in bu tutumu<br />

başta Todd’a saçma gelse de olayın içine<br />

girdikçe sorgulamayı bırakacak ve Dirk’ün<br />

sağ kolu olacaktır. Böylece ilk sezon karakterlerin<br />

birbirlerini bulması ve seyirciye<br />

tanıtılması ile klasik Douglas Adams komedi<br />

tarzında geçer. Konuya dahil olan<br />

gene evrenin ona yol gösterdiğini söyleyen,<br />

yaşamının amacının Dirk’ü öldürmek<br />

olduğunu düşünen ve bu yolda önüne gelen<br />

herkesi de öldüren katil Bart(Fiona Dourif),<br />

Todd’un korktuğunda halüsinasyonlar<br />

gören hasta kız kardeşi Amanda(Hannah<br />

Marks), tam bir Hit girl olan Farah(Jade<br />

Eshete), bir gurup enerji emici vampir, şekil<br />

değiştirebilen gizli bir örgüt, bir(hatta iki)<br />

zaman makinesi gibi pek çok karakter ve<br />

öğe ile eğlencenin dozu artar.<br />

Konumuz Adams’a aşina olanların bildiği<br />

üzere pek karmaşık olsa da sizi içine çekmeyi<br />

başarıyor. Bunu da kendini fazla da<br />

ciddiye almadan yapıyor. Fatih Terim’in şu


sözleri Dirk’ün meselesini anlamamızda<br />

bize yol gösterecektir “Everything is<br />

something happened”. Yani sonuç<br />

büyük resme bakmamız gerekir.<br />

Bunca olayla sonlanan birinci sezondan<br />

sonra ikinci sezon bir anda garip<br />

bir masal dünyasında başlıyor. Adeta<br />

bir fantezi oyununun içine girdiğimiz bu<br />

dünyada iki farklı ulus birbirine düşmek<br />

üzere. Kötü bir büyücü bu dünyayı ele<br />

geçirmek için hain bir plan kurmuş. Bu<br />

insanların tek kurtuluş yolu da efsanedeki<br />

Dirk Gently’i bulup, bir çocuk ile beraber<br />

dünyalarına gelmelerini sağlamak.<br />

Artık kaybedecek zamanları yok.<br />

Bizim evrenimizde ise Dirk, Blackwing<br />

adlı siyah giyen adamlar tarafından<br />

tutsak edilmiş, Todd ve Farah FBI’ın en<br />

çok arananlar listesinde. Amanda vampir<br />

dostlarını bulmaya çalışıyor, Bart<br />

ise dostu Ken’in izinde dolaşmakta. Bu<br />

noktada olaylar gene ardı ardına gelen<br />

garip tesadüfler ile kenetlenirken, suda<br />

açılan portallar, havadan düşen araba<br />

ile kesişen yollar, duvarlara işlenmiş<br />

evrenler, küçük kasabanın Dirk’ün<br />

her dediğini anlayan ve yardımcı olan<br />

şerif ve yardımcısı gibi absürtlük seviyesi<br />

yukarıda bir sezon ile baş başa<br />

kalıyoruz.<br />

2001 yılında aramızdan ayrılan usta yazar<br />

Douglas Adams’ın komedi anlayışına<br />

bir kez kendinizi verdiğinizde bir daha<br />

çıkabilmeniz çok zor. Ancak o modda<br />

değilseniz bu tarzı beğenme şansınız<br />

çok az. Hatta ben izlerken bir ara bu<br />

diziyi özellikle benim için mi yapıyorlar<br />

acaba, benden başka seyredip sevebilen<br />

olabilir mi diye düşünmedim değil.<br />

İkinci sezon özellikle fazla Nerd kaçmış.<br />

Sanırım bu yüzden de seyirci sayısında<br />

gerileme olmuş ve BBC America diziyi<br />

sonlandırma kararı almış.<br />

Çevrim olarak bakılırsa, Max Landis<br />

akıcılık konusunda ikinci sezonda da çok<br />

iyi bir işe imza atıyor. Douglas Adams’ın<br />

dünyasını vermekte başarılılar. Özellikle


oyuncular çok iyi seçilmiş. Rolleri ne kadar<br />

garip olsa da son derece inandırıcı bir<br />

şekilde bize yansıtıyorlar. Tabii ki sürükleyici<br />

iki isim Samuel Barnett ve Elijah Wood<br />

ikilisi. Beraber yarattıkları bu dünyada bir<br />

Sherlock Holmes ve Doktor Watson sinerjisi<br />

sağlıyorlar.<br />

İlk sezonda Barnett’ın Dirk Gently<br />

performansı çok başarılıydı. Bu sezonda<br />

Wood’un üzerine daha fazla yük<br />

bindirilmiş gibi. Ancak bir geçiş sezonu<br />

olduğu anlaşılan ikinci sezon bizi sonraki<br />

sezonda daha büyük olaylar olacakmış<br />

gibi bir beklentiye sürüklese de ne yazık ki<br />

alınan iptal kararı diziyi havada bırakıyor.<br />

Özellikle evrenin gerçekliğinin bozulduğu<br />

Amanda’nın özellikle gelişen güçleri ile<br />

buna bir son vereceği üzerine geçen diyaloglar<br />

seyirciyi yeni sezona hazırlamak<br />

amacı ile tüm sezona serpiştirilmiş. Ancak<br />

iyi haber dizinin fanları BBC America ve<br />

Netflix’e baskı kurup diziyi devam ettirmesini<br />

istemekte. Kim bilir belki de Sense 8’de<br />

olduğu gibi iptal kararına rağmen Dirk’ün<br />

hikayesi bir film olarak geri dönüp toparlanabilir.<br />

Ama o güne kadar elimizdeki ile<br />

yetinip, Douglas Adams kitaplarında huzur<br />

bulma şansımız her zaman var.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!