Binder108
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
CINEVİZYON<br />
3 KASIM<br />
Ketenpere<br />
Testere: Jigsaw Efsanesi / Jigsaw<br />
OHA Diyorum<br />
Dünyanın En Güzel Kokusu 2<br />
Macera Günlükleri: Sihirli Adaya Yolculuk / The<br />
Shonku Diaries: A Unicorn Adventure<br />
Kare / The Square<br />
17 KASIM<br />
Sen Kiminle Dans Ediyorsun?<br />
Bizim Küçük Günahlarımız<br />
Beginner<br />
Ayaz<br />
İçimdeki Güneş / Let the Sunshine In<br />
Geçmişteki Sır<br />
Seni Gidi Seni<br />
Justice League: Adalet Birliği / Justice League<br />
Mucize / Wonder<br />
Kardan Adam / The Snowman<br />
Kutsal Geyiğin Ölümü / The Killing of a Sacred<br />
Deer<br />
Küçük Vampir 3D / The Little Vampire 3D<br />
10 KASIM<br />
Mutluluk Zamanı<br />
İntikam / The Foreigner<br />
Ağır Kelepçe<br />
Yanlış Anlama<br />
Umudun Öteki Yüzü / The Other Side of Hope<br />
Doğu Ekspresinde Cinayet / Murder on the<br />
Orient Express<br />
Yol Ayrımı<br />
Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali<br />
24 KASIM<br />
Housewife<br />
On Adım<br />
Buğday<br />
Eyvah Annem Dağıttı! 2 / A Bad Moms Christmas<br />
Kardeşim Benim 2<br />
Morg<br />
Ayı Paddington 2 / Paddington 2
İÇİNDEKİLER<br />
30<br />
dosya<br />
JUSTİCE LEAGUE<br />
Egemen Justice League’in başarı<br />
şansını değerlendirdi.<br />
24<br />
42<br />
56<br />
AIDA BEGİÇ<br />
RÖPORTAJ<br />
OHA EKİBİ<br />
Ezgi youtube ünlüleri OHA ekibiyle<br />
eğlenceli bir röportaj yaptı.<br />
OGÜN ŞANLIER<br />
Boğaziçi film festivali başkanı Ogün<br />
Şanlıer konuğumuz oldu.<br />
36<br />
ANTALYA’NIN FİLMLERİ<br />
İbrahim Antalya’ya gidemeyenler<br />
için filmleri yazdı.<br />
46 SABAHATTİN ALİ<br />
Pınar Sabah Yıldızı Sabahattin<br />
Ali’yi sizler için seyretti.<br />
50 THE FOREIGNER<br />
Haktan The Foreigner’den yola çıkarak<br />
evinden uzak kahramanları yazdı.<br />
62 ORIENT EXPRESS<br />
Onur Şark Ekspresinde Cinayet filminden<br />
yola çıkarak dedektifleri yazdı.<br />
70 TESTERE<br />
Başak Testereyle en iyi korku filmleri serilerini<br />
bizim için kesti.<br />
80 YOL AYRIMI<br />
Polat Yol Ayrımı filminin yönetmeni Yavuz<br />
Turgul’u odağına aldı..<br />
86 KORKU VE TEKNOLOJİ<br />
Kızılca teknolojinin kurbanı olan korku<br />
sinemasını inceledi.<br />
76<br />
DUYGU BAŞARA<br />
Ayla filminin castını yapan menejer Duygu<br />
Başara mesleğinin inceliklerini anlattı.<br />
92<br />
HUCH WEICHMAN<br />
Loving Vincent filminin yönetmeni<br />
Gizem’in sorularını cevapladı..
ÖZEL KÖŞE<br />
34 SUSMAYAN KÖŞE<br />
Murat sinema yazarlarının gazeteci mi<br />
yoksa sinemacı mı olduğunu tartıştı.<br />
68 BELGESELCİ<br />
Güzel Kasım’da nerede belgesel var<br />
onları bizim için topladı.<br />
74 ZAMANIN RUHU<br />
Küçük küçük Antalyacık dedim.<br />
Millete de hafif salladım.<br />
100<br />
102<br />
106<br />
110<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Fırat, yönetmen Doğuş Algün ile<br />
kısa filmini konuştu.<br />
DİZİDERGİ<br />
DİZİFUN<br />
Nergiz Çukur’un<br />
altını üstüne getirdi.<br />
TVMANIA<br />
Kaboğlu eski aile dizilerini özlediğini<br />
ve nedenlerini anlattı<br />
EPİSODE<br />
Şenay This is Us dedi de<br />
başka şey demedi.<br />
ELİMDEKİ KALEM<br />
KAMERA DEĞİL<br />
EDITO<br />
Cinedergi kurulduğundan beri belirli<br />
alışkanlıklarını devam ettiriyor. Dergimizdeki<br />
tecrübeli ve ünlü kalemler<br />
dışında kadromuzda mutlaka yepyeni kalemleri<br />
de sizler için bulunduruyoruz. Yeni<br />
dediğime bakmayın, aslında bu isimler de<br />
kendilerini yazılarıyla kanıtlamış ve elimizdeki<br />
kalemi rahatlıkla onlara devredeceğimiz<br />
isimler. Bu sayıda işte böyle yeni bir kalem<br />
daha aramıza katıldı. Haktan Kaan İçel’e<br />
hoşgeldin diyorum. Bu aylar festivallerin<br />
sırayla yapıldığı ve tartışmaların gündemi<br />
doldurduğu dönemler. Kasım’ın da parlayan<br />
yıldızı Boğaziçi Film Festivali oldu. Hem<br />
içeriği hem de getirdikleri konuklar açısından<br />
kendinden onlarca yıl eski festivalleri<br />
kıskandırdı Boğaziçi. Düşünsenize Bela Tarr<br />
İstanbul’da ve bir masterclass verecek. Daha<br />
ne diyeyim? Bu arada başlığımı okuduysanız<br />
direkt bizim Susmayan Köşe’nin hakimi Murat<br />
Tolga Şen’e laf attığımı anlamışsınızdır.<br />
Murat, Antalya’ya katılmaktan yola çıkarak<br />
sinema yazarlarının aslında gazeteci değil<br />
sinemacı olduğunu söylüyor. Ben de ona<br />
diyorum ki Muratçım elindeki<br />
kamera değil kalem...
YAŞINDAN ÇOK<br />
DAHA OLGUN BİR<br />
FESTİVAL<br />
5. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali bir<br />
tıkanma yaşayan festival dünyasına yepyeni<br />
bir soluk getirdi. 17 Kasım’da Bela<br />
Tarr ile tanışmak, George Clooney’nin<br />
yeni filminin Türkiye’deki ilk gösteriminde<br />
yer almak, daha hiç bir yerde<br />
gösterilmemiş Türk filmlerine ulaşmak<br />
için Boğaziçi film festivalinde görüşelim...<br />
n Bir festival düşünün ki kendi imkanlarıyla yola<br />
çıkan ve 5. yılında 39 ülkeden 107 filmi izleyicisiyle<br />
buluştursun. Bununla yetinmesin, ünlü yönetmen<br />
Bela Tarr’ı, Majid Majidi’yi ve Lost’un yaratıcısı<br />
Boby Roth’u istanbula getirip Türk sinemacılarla<br />
buluştursun. İstanbul Film Festivali, Adana Film<br />
Festivali ve Antalya Film Festivali’nden sonra<br />
yapılıp hiçbirinde gösterilmemiş beş filmle beraber<br />
8 yapımlık bir ulusal yarışma yapabilsin. Bütün<br />
festivallerde verilen para ödülleri azaltılırken hatta<br />
bazılarında ulusal yarışma kaldırılırken o hem uzun<br />
metraja büyük meblağlarda ödüller verebilsin hem<br />
de kısa metrajcıları her anlamda domine etsin. Şimdi<br />
bunların hepsini yapan bir festivali övmiyeceğim de<br />
ne yapacağım. Önümüzdeki hafta sonu başlayacak<br />
festivali size biraz tanıtalım.<br />
Festivalden yerli sinemaya büyük destek!<br />
5. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nin bu yılki<br />
yeniliklerinden ilki Bosphorus Film Lab olacak.<br />
Festivalin TRT’nin kurumsal iş ortaklığı ile geçen<br />
yıl başlattığı Yapım Destek Platformu, bu yıl Bosphorus<br />
Film Lab adını alıyor ve yerli sinemacılara<br />
olan desteğini güçlendirerek sürdürüyor. Türkiye<br />
sinemasında filmlerin gelişmesine katkı sağlamak,<br />
genç yapımcı ve yönetmenlerin yeni filmler üretmesine<br />
maddi ve manevi<br />
destek oluşturmak ve<br />
sinemamızın yurt içinde
ve yurt dışında tanıtılması amacıyla yola çıkan<br />
Bosphorus Film Lab, uzun metraj kurmaca film<br />
projelerinin yapım süreçlerine katkı sunacak.<br />
TRT’nin kurumsal iş ortağı olduğu Bosphorus<br />
Film Lab’de Pitching kategorisinde yarışan bir<br />
proje, TRT Ortak Yapım Ödülü’nü alırken, Work<br />
in Progress kategorisinden bir proje de 25.000<br />
TL değerindeki Kültür ve Turizm Bakanlığı<br />
Özel Ödülü’nü kazanacak. Ayrıca iki kategoriden<br />
birer projeye de toplam 100.000 TL<br />
değerinde Digiflame Post Prodüksiyon Hizmet<br />
Ödülü sunulacak.<br />
Ulusal Sinema’da 8 film<br />
Büyük Ödül için yarışıyor<br />
Başkanlığını usta yönetmen Derviş Zaim’in<br />
yapacağı Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması<br />
jürisi; yazar Ayfer Tunç, kurgucu Aylin Zoi<br />
Tinel, görüntü yönetmeni Fe-za Çaldıran ve<br />
oyuncu Yasemin Allen’den oluşuyor. Ulusal<br />
Uzun Metraj Film Yarışması’nda ise; Andaç<br />
Haznedaroğlu’nun “Misafir”, Ayhan Salar ve<br />
Erkan Tahhuşoğlu’nun “Eşik”, Burçak Açık<br />
Üzen’in “Beginner”, Bülent Öztürk’ün “Mavi<br />
Sessizlik”, Fikret Reyhan’ın “Sarı Sıcak”,<br />
Özgür Sevimli’nin “Murtaza”, Pelin Esmer’in<br />
“İşe Yarar Bir Şey” ve Selman Kılıçaslan’ın<br />
“Bütün Saadetler Mümkündür” adlı filmleri<br />
100.000 TL değerindeki En İyi Ulusal Uzun<br />
Metraj Film Ödülü için yarışacak.<br />
Kısacılara Ahmet Uluçay anısına ödül!<br />
Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nin Kısa<br />
Kurmaca Film Yarışması Jürisi, Saraybosna<br />
Film Festivali kısa film programcısı Asja<br />
Krsmanović, yönetmen Gözde Kural ve yönetmen,<br />
yapımcı ve senarist Hakkı Kurtuluş’tan<br />
oluşuyor. Ulusal kısa film yarışmasında ise<br />
kurmaca dalında 10, belgesel dalında ise 8
8 film yarışacak. Ulusal Kısa Kurmaca Film<br />
Yarışması’nda Ahmet Serdar Karaca’nın “Frekans”,<br />
Alkım Özmen’in “Bir İş Görüşmesi Hikayesi”, Ayris<br />
Alptekin’in “Kot Farkı”, Canbert Yerguz’un “Kamyon”,<br />
Çağhan Özdemir’in “Mutluluk”, Hasan Ali<br />
Kılıçgün’ün “3,5 Lira”, Derin Biricik’in “Mümkün<br />
Hayatların En Güzeli”, Okan Akgün’ün “Bir Tabut<br />
İnsan”, Onur Yağız’ın “Toprak” ve Sinan Kesova’nın<br />
“Hinterlant” adlı filmleri 10.000 TL değerindeki En İyi<br />
Ulusal Kısa Kurmaca Film Ödülü için yarışacak.<br />
Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nin Kısa Belgesel<br />
Yarışması Jürisi, yönet-men ve yapımcı Aysim Türkmen,<br />
TRT yapımcılarından ve belgesel yönetmeni<br />
Kerime Şenyücel ve Filistinli sinemacı Mohammed<br />
Almughanni’den oluşuyor. Ulusal Kısa Belgesel<br />
Yarışması’nda Abdurrahman Demir’in “Kırmızı”, Ege<br />
Zaimağaoğlu’nun “Gönüllü Yürekler”, Hasan Ete’nin<br />
“Meftun”, Haydar Demirtaş’ın “Ülkemden Uzakta”,<br />
Mehmet Can Mıcık’ın “Menderes Kıyısında”, Orhan<br />
Dede’nin “Misafir”, Volkan Budak’ın “Yaban” ve Yavuz<br />
Üçer’in “Hekim” adlı kısa belgeselleri 10.000 TL<br />
değerindeki En İyi Ulusal Kısa Belgesel Ödülü için<br />
yarışacak.<br />
Uluslararası yarışma filmleri Türkiye’de ilk kez!<br />
Bu yıl Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması’ndaki<br />
tüm filmler Türkiye prömi-yelerini Uluslararası<br />
Boğaziçi Film Festivali’nde yapacak. Brezilya, Fransa,<br />
Gürcistan, Hindistan, İran, İtalya, Kırgızistan,<br />
Mısır, Romanya ve Rusya’dan toplam 10 filmin yer<br />
alacağı yarışmada bir film 50.000 TL değerindeki<br />
Büyük Ödül’e uzanırken; ayrıca, erkek oyuncu, kadın<br />
oyuncu, senaryo, sinematografi ve kurgu dallarında<br />
toplamda 100.000 TL’yi aşkın para değerinde ödül<br />
dağıtılacak. yönetmen Aida Begic’in başkanlığını
üstleneceği Uluslararası Uzun Metraj Film<br />
Yarışması jürisi ise, oyuncu Daphné Patakia,<br />
festival profesyoneli Signe Zei-lich-Jensen,<br />
sanat yönetmeni László Rajk, senarist ve<br />
yönetmen Zrinko Ogresta’dan oluşuyor. Yönetmen<br />
Majid Majidi’nin son filmi “Beyond The<br />
Clouds”; yine İran’dan Parviz Shahbazi’nin iki<br />
genç sevgilinin birlikte ola-bilmek için ailelerinden<br />
kaçmalarını ve başlarına gelen çeşitli<br />
olayları incelikli bir kur-guyla anlatan filmi<br />
“Malaria”; Mısırlı yönetmen Amr Salama’nın<br />
2009’da hayranı olduğu Michael Jackson’ın<br />
ölümünün haberiyle sarsılan bir imamın trajikomik<br />
hikâyesini anlatttığı filmi “Sheikh Jackson”;<br />
Fransız yönetmen Thierry de Peretti’nin<br />
huzursuz edici ikinci filmi “A Violent Life” ve<br />
Gürcü yönetmen George Ovashvili’nin devrik<br />
bir devlet başkanının siyasi mücadelesini anlatan<br />
son filmi “Khibula”, yönetmenlerin takipçilerinin<br />
yarışmadan özellikle kaçırmaması<br />
gereken filmler.<br />
Ustaların son işleri festivalde<br />
Woody Allen’dan Andrey Zvyagintsev’e,<br />
Naomi Kawase’den Takeshi Kitano’ya, dünya<br />
sinemasının usta isimlerinin son filmlerini<br />
buluşturan “Dünya Sineması” bölümünde,<br />
ABD, Almanya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka,<br />
Fransa, Güney Kore, Hollanda, İsviçre,<br />
Japonya, Norveç, Rusya ve Şili’den toplam<br />
10 film gösterilecek. Kore asıllı oyuncu Justin<br />
Chon’un Sun-dance’ten seyirci ödüllü “Gook”;<br />
Japonya sinemasının usta kadın yönetmeni<br />
Naomi Kawase’nin Cannes’da Altın Palmiye<br />
için yarışan ve Ekümenik Jürisi Ödülü’yle<br />
dönen son filmi “Radiance”; Cannes’ın bu
yılki galibi Ruben Östlund<br />
kara komedisi “The Square”;<br />
Japon yönetmen Takeshi Kitano’nun<br />
hızlı temposuyla soluksuz bırakacak<br />
suç aksiyonu “Outrage Coda”; Bosnalı<br />
yönetmen Elmir Jukic’in son filmi “The<br />
Frog”; usta Rus yönetmen Andrey<br />
Zvyagintsev’nin Cannes’da Jüri Özülü<br />
kazanan son başyapıtı “Loveless”; George<br />
Clooney’nin festivalin açılış filmi de olan<br />
Venedik’ten ödüllü “Suburbicon”; Amerikan<br />
bağımsız yönetmen Niles Atallah’ın<br />
Rotterdam’dan Jüri Özel Ödülü’yle dönen<br />
ikinci uzunu “Rey”, festivalde biletleri ilk<br />
tükenecek filmler olacak görünüyor. Bölümün<br />
heyecan uyandıran filmlerinden biri de,<br />
Türkiye galasını festivalde ya-pacak Woody<br />
Allen filmi “Wonder Wheel”. Ustayı yeniden<br />
New York sokaklarına döndüren film, gangsterlerle<br />
dolu 50’ler Amerika’sında yaşanan<br />
hüzünlü bir aşkı anlatıyor ve Kate Winslet’dan<br />
Justin Timberlake’e, Juno Temple’dan<br />
Jim Belushi’ye, yıldızlar geçidiyle göz<br />
kamaştırıyor.
PEK YAKINDA<br />
ÇIZGI ÖTESI<br />
Yönetmen: Niels Arden Oplev<br />
Oyuncular: Ellen Page, Diego Luna, Nina Dobrev<br />
Konu: Beş tıp öğrencisi ölümden sonrasına saplantılı hale gelmiştir. Ölümün<br />
ardından yaşamın devam edip etmediğini öğrenmeye kararlı olan öğrenciler<br />
tehlikeli bir deneye girişirler. Her biri kısa periyotlarda kalp atışlarını durdurur.<br />
Böylece hepsi ölüm deneyimi yaşar. Ancak yaptıkları deney giderek tehlikeli<br />
bir hal almaya başlayacaktır. Öğrenciler öteki tarafa geçerek doğaüstü<br />
varlıkların dikkatini çekmiştir ve artık her biri geçmişteki hataları ile acı bir<br />
biçimde yüzleşecektir...
Yönetmen: David Gordon Green<br />
Oyuncular: Jake Gyllenhaal,<br />
Tatiana Maslany, Miranda Richardson<br />
Konu: 27 yaşındaki Bostonlu<br />
bir işçi olan Jeff, eski sevgilisi<br />
Erin’le tekrar barışmanın<br />
yollarını arar ve bu amaçla<br />
maratona katılır. Maraton<br />
başladığında her şey yolunda<br />
gitmektedir. Fakat Jeff, Erin’i<br />
finiş çizgisinde beklerken,<br />
şiddetli bir patlama meydana<br />
gelir. Jeff patlama anında iki<br />
bacağını da kaybeder ve hemen<br />
hastaneye kaldırılır. Yapılan<br />
tedaviler sonucu bilinci yerine<br />
gelen Jeff’in kendi yaşam savaşı<br />
yeni başlamıştır.<br />
PES ETME<br />
YARINI YOK<br />
Yönetmen: Brian<br />
Smrz<br />
Oyuncular: Ethan<br />
Hawke, Paul Anderson,<br />
Rutger<br />
Hauer<br />
Konu: Travis<br />
Conrad, bir kiralık<br />
katildir. Kendisine<br />
verilen<br />
son işi sırasında<br />
öldürülür ve patronu<br />
tarafından<br />
geçici olarak<br />
canlandırılır.<br />
Sadece 24 saatlik<br />
yaşam süreci<br />
vardır. Travis, kendisine<br />
verilen bu<br />
bir günde hayatına<br />
mal olan insanlardan<br />
intikam almak<br />
için çabalar.<br />
SUBURBICON<br />
Yönetmen: George<br />
Clooney<br />
Oyuncular: Matt<br />
Damon, Julianne<br />
Moore, Oscar Isaac<br />
Konu: Lodge ailesi,<br />
sakin ve sıradan<br />
insanların yaşadığı,<br />
huzurlu bir banliyö<br />
mahallesinde<br />
yaşamaktadır. Bölge<br />
aile kurmak için<br />
uygun bir yer gibi<br />
görünse de ardında<br />
rahatsızlık verici<br />
gerçekler vardır. İyi<br />
bir eş ve baba olan<br />
Gardner Lodge,<br />
mahallenin ihanet,<br />
aldatma ve şiddet<br />
dolu gizemli bölgelerini<br />
keşfe çıkar.
PEK YAKINDA<br />
Yönetmen: Rian<br />
Johnson<br />
Oyuncular: Daisy<br />
Ridley, John Boyega,<br />
Oscar Isaac<br />
Konu: Rey, efsanenin<br />
ikinci bölümünde<br />
de Finn,<br />
Poe ve Luke Skywalker<br />
ile destansı<br />
yolculuğuna devam<br />
ediyor. Filmde Daisy<br />
Ridley, John Boyega,<br />
Mark Hamill,<br />
Domhnall Gleeson,<br />
Carrie Fisher, Laura<br />
Dern, Oscar Isaac,<br />
Gwendoline Christie<br />
ve Lupita Nyong’o<br />
gibi birbirinden ünlü<br />
isimler yer alıyor.<br />
STAR WARS: SON JEDI
Yönetmen: Joseph<br />
Kosinski<br />
Oyuncular: Josh Brolin,<br />
Jennifer Connelly, Miles<br />
Teller<br />
KORKUSUZLAR<br />
Konu: 2013’te Arizona<br />
eyaletinin Prescott bölgesine<br />
bağlı Granite Mountain<br />
Hotshots’ta korkunç bir<br />
yangın başlar. Kısa sürede<br />
iyice yayılan yangın birçok<br />
hayatı tehdit etmektedir.<br />
Yangınla mücadele için<br />
Granite Mountain Hotshots<br />
yangın departmanında<br />
çalışan 19 itfaiyeci göreve<br />
başlarlar. Ancak yangınla<br />
mücadele oldukça zorludur.<br />
SOMALI<br />
KORSANLARI<br />
Yönetmen: Bryan<br />
Buckley<br />
Oyuncular: Al Pacino,<br />
Evan Peters, Melanie<br />
Griffith<br />
Konu: Gazetecilikte<br />
kendini göstermek için<br />
bir tercih yapmak zorunda<br />
kalan Jay, kendi<br />
ailesinin yanında<br />
yaşadığı bodrum katını<br />
dünyanın en tehlikeli<br />
suçluları arasında bir<br />
hayat için terk eder.<br />
Tüm olanaksızlıklara<br />
rağmen, doğal cazibesi<br />
ve saflığı<br />
sayesinde hayatını<br />
tehlikeye sokan tüm<br />
durumlardan kaçmayı<br />
başarıp dünyaya tüm<br />
gerçekleri aktaran ilk<br />
gazeteci olabilecek<br />
midir?<br />
ALL THE<br />
MONEY IN<br />
THE WORLD<br />
Yönetmen: Ridley<br />
Scott<br />
Oyuncular: Kevin<br />
Spacey, Mark Wahlberg,<br />
Michelle Williams<br />
Konu: 16 yaşındaki<br />
John Paul Getty’nin<br />
kaçırılması ile<br />
başlayan olaylar,<br />
anne Gail’in zengin<br />
büyükbabasından fidye<br />
parasını istemesi<br />
ve Spacey’nin<br />
canlandırdığı<br />
büyükbabanın<br />
bunu reddetmesi ile<br />
gelişir. Umutsuzca<br />
çırpınan Gail bundan<br />
sonra oldukça<br />
öfkeli ve saldırgan<br />
bir tutum içerisine<br />
girer.
CINEKRiTiK<br />
ALPER TURGUT<br />
OTOBAN DA NEYMiŞ, PATiKA DURURK<br />
n Efendime söyleyeyim, 71 yaşındaki Yavuz<br />
Turgul ile 76 yaşındaki Şener Şen’in,<br />
yedinci ortak projesinde, Yol Ayrımı filmini,<br />
Muhsin Bey, Eşkıya, Gölge Oyunu’nun<br />
altına, Yürek Yarası ve Av Mevsimi’nin<br />
üstüne koyarım, Aşk Filmlerinin Unutulmaz<br />
Yönetmeni’nin ise kıvamında ve ayarında<br />
derim, geçerim, haliyle kendimce… Eyyy<br />
Yavuz Turgul, filmlerin arası, hiç yedi<br />
sene mi sürer diye topa sert girecektim, sonra<br />
Eşkıya ile Yürek Yarası arasındaki dokuz yıllık<br />
boşluk geldi aklıma, hımmm dedim, eee adamın<br />
tarzı bu, cici keyfi nasıl isterse, öyle olur, Onur<br />
Ünlü gibi, senede dört film mi çeksin, yahu bant<br />
sistemi mi bu, şu sayıda ürün, şu zamanda<br />
geçsin diyelim. Tüketim malzemesi falan değildir<br />
sinema, günümüzde öyle görünse de, kalıcılık<br />
esastır gardaşım, bir film, kesinkes vizyona<br />
sığmamalıdır.<br />
Av Mevsimi sırasında, öfkeli bir yazı yazmamın<br />
sebebiyse, bu bir polisiye türüdür şeysine kafayı<br />
takmış olmamdı, bu sebeple, beş senede böyle<br />
senaryo mu kaleme alınır, insan beş senede,<br />
üniversiteyi bitirir be demiştim, çünkü finale<br />
giden yollarda, gizemi erken çözmüş, dedektife<br />
bırakılacak işi, bir sinemasever olarak üstlenmeyi,<br />
hoş karşılamamıştım. Hala aynı fikirdeyim,<br />
belirteyim.<br />
Aslında Cannes’da Altın Palmiye alan Ruben<br />
Öslunt’un Kare (The Square) filmi hakkında<br />
yazacaktım, kendimi birden Yol Ayrımı’nda<br />
buldum, fena da olmadı hani, benzerlikleri<br />
de var üstelik. Öncelikle ikisi de maşallah iki<br />
buçuk saat sürüyor, sonrasında zenginlerin<br />
samimiyetsiz, soğuk ve acımasız hayatlarına<br />
pencere açıyorlar. Nasıl eleştirdiklerinden daha<br />
önemli olan, eleştiriyor olabilmeleridir elbette, bu<br />
bağlamda, vurun hayatı hepimize zindan eden,<br />
açlıkları asla doyman, dünyayı kendilerinden<br />
ibaret sanan varsılların kafasına kafasına, ellerinize<br />
sağlık!<br />
Yol Ayrımı’nın hayli uzun süresi boyunca, asla<br />
sıkılmamış olmam, saatime bakmayı dahi<br />
düşünmemem, benim için artı değerdir, buna<br />
filmin akıcı ve kendine çeken hali nedendir,<br />
yapıt, yürüyor, yok, eski sinema anlayışı, yok, ne<br />
gereği vardı, yok, yönetmen jübile yapmış, yok,<br />
Şener Şen, korkuyor, film seçiyor, bunlar aslında<br />
hep hikâye, gerçekten önemli olan, iki sinema<br />
insanının, 30 senedir, ortak düşler kurması, her<br />
türden olumlu-olumsuz eleştirinin, laf geçirmenin,<br />
akıl öğretmenin bu birlikteliği bozamamasıdır, en<br />
nihayetinde… Yurttaş Kane ve Bisiklet Hırsızları<br />
göndermeleriyse iyi olmuş, güzel olmuş, isabet<br />
olmuş. Rehber yapıtlar, asla unutulmamalı, on-
EN…<br />
lardan feyz almalı, ezber bozan eserlere giden yol,<br />
çünkü kült ve klasik yapımları anlamaktan geçiyor.<br />
Hiç mi itirazın yok be adam diye sorarsanız, tonla<br />
var diye yanıtlarım, lakin siyasete gireriz, mesele<br />
uzar, acımasız bir zenginin vicdan ayaklanması, ancak<br />
masallarda olur, gerçek hayat ise bambaşkadır,<br />
binlerce senedir, yoksulun sömürülen emeği,<br />
çalınan hayatı, dökülen kanı, buna şahittir.<br />
Memleketin yaşayan en iyi ve en büyük aktörlerinden<br />
Şener Şen’e eşlik eden oyuncu kadrosu<br />
Çiğdem Selışık Onat, Rutkay Aziz, Nihal<br />
Yalçın, Mert Fırat, Tilbe Saran, Ruhsar Öcal,<br />
Defne Kayalar, Şerif Erol da rollerinin hakkını<br />
veriyorlar, filmde oynayan bisikletler ve köpek<br />
arkadaş ise elbette favorim.<br />
Yol ayrımında, her zaman az kullanışmış<br />
olanları seçmek gerek, otobana çıkmaya lüzum<br />
yok, çünkü anayolda, saçma sapan komediler,<br />
ucuz dramlar ve sanat adına yapılan<br />
saçmalıklar var, tali iyidir iyi.
CINEKRiTiK<br />
FIRAT SAYICI<br />
MÜLTECi HiKAYESi BÖYLE DE ANLATILABiLiYORMUŞ!<br />
n Aida Begiç imzalı “Bırakma Beni”yi<br />
Antalya Film Festivali’nin açılış gecesinde<br />
izleme şansı bulduk. Son yıllarda<br />
karşımıza çıkan ve ağırlıklı olarak duygu<br />
sömürüsüne dayanan birçok örneğinden<br />
uzak ara iyi olan bir filmle karşı karşıya<br />
kaldık.<br />
Bırakma Beni, yaşadıkları yetimhaneden<br />
ayrılıp yeni bir hayat kurma arzusuyla<br />
yanıp tutuşan üç küçük Suriyeli mültecinin<br />
hikâyesi. Bu sebeple para biriktirmek için<br />
İsa, Ahmad ve Motaz tarihi Balıklıgöl’ün ziyaretçilere<br />
kâğıt mendil satmaya başlarlar. İlkin<br />
her şey yolundadır ama<br />
İsa’nın borçlu olduğu Karaca<br />
adlı serseri başlarını<br />
belaya sokacaktır… Türkiye<br />
ve Bosna Hersek ortak<br />
yapımı olan “Bırakma<br />
Beni”nin senaristi ve Aida<br />
Begiç. İsa Demlakhi, Ahmad<br />
Husrom, Motaz Faez<br />
Basha ise filmin oyuncu<br />
kadrosunda yer alıyor.<br />
Daha önce “Children of<br />
Sarajevo” ve “Snow” filmlerinden<br />
hatırlayacağımız<br />
Cannes ödüllü kadın<br />
yönetmen Aida Begiç, bu<br />
kez Suriyeli mültecileri<br />
konu edinen cesur bir<br />
filme imza atmış. Dinamik<br />
kamerasını doğru oyuncu<br />
seçimiyle birleştiren yönetmen<br />
hepimizin bildiği<br />
hikayeleri objektif bir gözle<br />
yansıtmış. Mülteci hikayelerinde genelde duygu<br />
sömürüsünün odak olarak kullanıldığına şahit<br />
oluyoruz. Ancak bu filmin en sevdiğim yanı<br />
olabildiğince yalın, objektif ve ajitasyondan<br />
uzak olması. Begiç, tertemiz, hiç aksamayan<br />
senaryosuyla kurduğu dünyada, karakterlerinin<br />
seyirciye kendilerini acındırmasını istememiş.<br />
Bu doğru tavır, filmin kalitesini arttırırken bir<br />
yandan da bundan sonraki çekilecek bu tür<br />
filmlere öncü olmuş. Adeta ajitasyon yapmadan<br />
da mülteci hikayesi anlatılabileceğini kanıtlamış.<br />
Verdiği röportajlarda Türkiye’nin eşsiz bir ülke<br />
olarak tanımlayan yönetmenin Türk sinemasını<br />
uyuyan güzele benzettiğini de hatırlatmak ister,<br />
kendisini yürekten tebrik ederim.<br />
Ancak filmin asıl kahramanları birbirinden başarılı<br />
bulduğum çocuk oyuncular. Kendileri küçük ama<br />
dünyaları kocaman… Profesyonel oyuncuları bile<br />
hayretler içinde bırakabilecek oyunculuklarıyla<br />
seyircinin kalbini tam 12’den vurdular diyebilirim.<br />
Antalya festival seyircisi tanıdığınız hiçbir seyirciye<br />
benzemez. Kültürel anlamda beklentileri yüksektir,<br />
şaşırırsınız. Bu bağlamda beğenmedikleri filmleri<br />
yerin dibine rahatlıkla sokarlar. Sevdikleri filmleri<br />
de bağırlarına basarlar. “Bırakma Beni” neredeyse<br />
tüm seyirciler tarafından beğenildi diyebilirim. Açılış<br />
töreninde Aida Begiç ile birlikte sahneye çıkan 8<br />
küçük oyuncu alkışı belki de en çok hak edenlerdi.<br />
Şansları, bahtları açık olsun…<br />
Fazla söze gerek yok. Bir şekilde karşınıza<br />
çıktığında bu filmi kaçırmayın. Suriyeli küçük<br />
mültecilerin neler çektiğini bir kez de onların<br />
dünyasına girerek hissedin…
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
EJDERI UYANDIRMAYIN<br />
n Bazı isimler vardır bunların kendi izleyicisi<br />
ve ayrı bir statüsü vardır sinemada.<br />
Üstelik bu isimlerin sinemasal kabiliyeti<br />
bile önemli değildir. Chuck Norris, Steven<br />
Seagal ve tabii Sylvester Stallone’yi<br />
bunlara örnek gösterebiliriz. Bütün bu<br />
isimlerin kendilerine has bir izleyici kitlesi<br />
vardır. İşta Jackie Chan da bu isimlerden.<br />
Bu 1,58 boyundaki küçük adam<br />
inanılmaz dövüş koreografileri ve kendine has<br />
espiritüel tavrıyla izleyicinin gönlünü çalmasını<br />
bildi. Tabii inanılmaz bir emekçi olduğunu da<br />
ekleyelim. 60’ı geçen yaşına rağmen hala<br />
havalarda uçmakta, filmlerinde olabildiği kadar<br />
dublör kullanmamakta. Bütün bunlara büyük<br />
saygı duyuyorum. Ama kişisel olarak bir Jackie<br />
Chan hayranı olduğumu söyleyemem. Özellikle<br />
Uzak Doğu sinemasının o kendine has abartılı<br />
ifade şekli hem oyunculuk dili adına hem de<br />
sinemanın gerçekliğini sakatlama açısından<br />
beni bu tür yapımlara uzak tutmuştur. Bu anlamda<br />
niye bir Jackie Chan filmi yazdığımı sorgulayabilirsiniz.<br />
Çünkü The Foreigner, Chan’ın<br />
klasik yapımlarından değil. Bir kere yönetmeni<br />
Martin Campell özellikle aksiyon sinemasının<br />
en yetenekli yönetmenlerinden. Kendine has<br />
bir uslübu var. Casino Royal ve Golden Eye<br />
gibi iki Bond filmi çekmesinin dışında Mel<br />
Gibson’ın Edge of Darkness filmini kotaran<br />
yönetmendir. Tabii bunların dışında daha fantastik<br />
Maskeli Kahraman Zorro ve Yeşil Fener’i<br />
de saymalıyız. Yönetmen Campell, Jackie<br />
Chan’ın sulu komedisini tamamıyla reddetmiş<br />
ve ondan daha sessiz ve ciddi bir performans<br />
alma peşine düşmüş. Açıkçası bu birleşim de<br />
değişik bir Jackie Chan ortaya çıkarmış. Her<br />
ne kadar yönetmen tarafından budanmış bir<br />
karaktere bile yine o abartılı oyunculuğunu<br />
eklemeyi başarmış olsa bile Jackie Chan<br />
filmin dramatik kısmını çok bozamamış. Chan,<br />
Quan adlı Çin kökenli bir İngiliz vatandaşını<br />
canlandırıyor. Hayatında kızı dışında hiç bir<br />
akrabası olmayan adam kızının mezuniyeti için<br />
heyecan duymaktadır. Yeni elbiseler almak için<br />
alış verişe çıktıklarında patlayan bir bomba bu<br />
mutluluğa son noktayı koyar. Kızıyla beraber<br />
8 kişi daha ölmüş ve İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun<br />
yaptığı bu eylem ülkeyi derinden sarsmıştır. İrlanda<br />
ile İngiltere arasındaki ilişkileri normalleştirmeye<br />
çalışan müsteşar Liam Hennessy ise bunu<br />
yapanları bulup İngilizler ile arasını bozmama<br />
çabasındadır. Üst tarafta politikacılar tepişirken<br />
Quan kızının acısını dindirmeye çalışıp bunun<br />
sorumlularının bulunması için yetkililerin kapılarını<br />
aşındırmaktadır. Her ne kadar yetkililer saldırının<br />
suçlularını yakalamak isteseler de bu göründüğü<br />
kadar kolay değildir. Çünkü İrlandalılar bile saldırıyı<br />
kimin yaptığını bilmemektedir. Derinlere işleyen bir<br />
komplonun çözülmesi gerekir. Komployu çözmek<br />
ise o kadar kolay değildir çünkü oyun içinde oyun<br />
oynanmaktadır. Quan’ın artık sabrı kalmaz. Bir<br />
gün televizyonda haberleri izlerken müsteşar<br />
Hennessy’in röportajına rastlar. Kendisi de eski<br />
IRA’cı olan Hennessy saldırıyı kınamakta olduğunu<br />
söyler. Quan saldırganların kim olduğunu ne olursa<br />
olsun Hennessy’den öğrenecektir. Bu mücadele<br />
IRA, İngiliz istihbaratı ve bir çok örgütü birbirine<br />
katsa da verilecektir. Müsteşar Hennessy’i Pierce<br />
Brosnan canlandırıyor. Bazı oyuncular yaşlandıkça<br />
iyileşir. Bence Brosnan böyle bir isim. Bu filmdeki<br />
rolüne inanılmaz oturmuş. Yönetmen Campell iki<br />
çok ünlü ama sinemasal yeteneği tartışma götürür<br />
oyuncudan böylesi iyi performanslar çıkarabilmişse<br />
onn hanesine bir artı daha atmak gerekir. Tabii<br />
son dönemde Müslümanları hedefe koyan terörist<br />
filmlerinden bıkmış olanlar için de farklı bir seçenek<br />
sunuyor The Foreigner. Sanki 1980’ler ve 90’ların<br />
nostaljisini yaşıyoruz filmi seyrederken. O dönemlerde<br />
en keskin ajan ve aksiyon filmleri İrlanda<br />
mücadelesini konu edinen filmlerdi. Belki de bu<br />
filmi yazmamın sebeplerinden biri de budur.
CINEKRiTiK<br />
BANU BOZDEMİR<br />
KiMiN iŞiNE YARAR?<br />
n Tarzını belgeselden kurmacaya doğru<br />
çeken Pelin Esmer son filmi İşe Yarar Bir<br />
şey’de bir etkileşim hikayesi yaratıyor.<br />
Şair Leyla’nın istemeden de olsa çıktığı<br />
yolculuğu farklı ve gizemli bir hale getirme<br />
çabası da diyebiliriz. Leyla’nın<br />
kendi varoluşuna dair dertlerinin ötesinde<br />
bambaşka hayatların varlığına ilişkin<br />
merakını ve meramını anlatmaya çalışan<br />
bir film olmuş İşe Yarar Bir şey.<br />
Pelin Esmer Hakan Bıçakçı ile yazdığı filminin<br />
çok yollara girip çıktıktan ve karakterlerin kadın<br />
ve erkek olmasına dair kafa yorulduktan sonra<br />
son halinin ortaya çıktığını söylüyor. Bıçakçı’nın<br />
yine filme alınan (Seyfi Teoman) Bizim Büyük<br />
Çaresizliğimiz filminin üç karakter üzerinden<br />
giden etkileşimine dair bana göre bir ipucu<br />
veren, bir yandan kadın dayanışmasıyla Yeşim<br />
Ustaoğlu’nun Tereddüt’üyle bağlantı kurduğum<br />
bir film oldu İşe Yarar Bir şey. Filmin ilk bölümü<br />
yani tren kısmı, dokusu, havası ve muhabbetiyle,<br />
yola dair bir şeyler söylemesiyle gerçekten<br />
de farklı ve güzel. Trenin tekinsizliği, nostaljisi,<br />
insanların birbirlerinden sıkıldıklarında kalabilecekleri<br />
yalnızlık alanları… Kara filme dair<br />
dokunuşlar barındırıyor. Ama ikinci kısımla birlikte<br />
hava, doku ve duygular değişiyor. Leyla tekrar<br />
şair kimliğine bürünüp havanın yere düşmeyen<br />
mısralarını koklamaya başlıyor.<br />
Leyla’nın şair, Canan’ın hemşirelik öğrencisi<br />
olması, aralarındaki yaş ve sosyo kültürel<br />
yapının farklılığı ve bu yapıdan çıkan etkileşim<br />
ve dayanışma da hikayenin merkezlerinden<br />
biri Kimsenin geçmişi yok hikayede, Leyla’nın<br />
sadece geçmişten gelen arkadaşlarının bir masa<br />
etrafındaki sıkıcı muhabbetleri var. Bana göre<br />
hikayeye çok etkisi yok, sadece Leyla’nın farkını<br />
biraz daha ortaya koymak için çekilmiş gibi. Ya<br />
da hikayeye çoklu bir muhabbet katmak için.<br />
Dayanışma haline gelirsek… Leyla’nın Canan’a<br />
yardım etmesinin altında kendi merakı da var<br />
elbette, biraz sırça köşkünden çıkma isteği.<br />
Yavuz’un denize karşı nazır evinde son bulan<br />
hikaye üçlü bir sırrın taşlarını döşüyor.<br />
Bakıldığında herkes çıktığı yolun gerekliliğini<br />
yerine getirmiş gibi duruyor. Akıllarda Leyla ve<br />
Yavuz’un lezzete taşınmaya çalışılan hikayesi duruyor.<br />
Ama filmin ikinci yarısında değişen atmosfer<br />
tatmin edici olmadığı için ölüm ve yaşam arasında<br />
geçen bu kısa muhabbet de pek tatmin edici değil<br />
ne yazık… Yavuz karakteri bu anlamda daha net<br />
duruyor hikaye içinde.<br />
İşe Yarar Bir Şey çıktığımız yolda bize eşlik eden<br />
kişiler ve olayların bize ne kattığı, ne aldığı ya da<br />
ne sunduğuyla ilgili bir hikaye. Kendi adıma fazla
tatmin olduğum söylenemez ama Leyla’nın kendi<br />
gerçekliğinden başka bir dünyanın bilinmezliğine<br />
geçme hikayesi ilginç duruyor. Bu anlamda İşe<br />
Yarar Bir Şey’e baktığımda mevzusuna gayet<br />
normalmiş gibi yaklaşan bir film görüyorum. Buradan<br />
da ülkenin aydın profiline dair bir izlenim de<br />
çıkartabilirim zorlarsam. Her şeyi anlamaya dair…<br />
Telaşsız muhabbetlerle, paylaşımlarla değişik bir<br />
kutsama hali. Canan’ın tedirginliği ise daha gerçekçi,<br />
bir parça daha tavlayıcı.<br />
Baktığımızda bir gün öncesine kadar birbirini<br />
tanımayan, kendi hikayeleri içinde eriyip<br />
kalmış üç insanın etkileşimiyle ayağa kalkmaya<br />
çalışan bir hikaye var. Hikaye kendini<br />
kollamasa da filmin kendini kollayan,<br />
arada soğuklaşan bir yanı var. Bu var olan<br />
sıcaklığı da yok ediyor zaman zaman. Ama<br />
trenin atmosferinin kara film tarzı aramızda<br />
dolanmasını epey sevdim.
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
SANA GiT YAŞA DEDiK, ÖL MÜ DEDiK<br />
n Bölük gibi filmler sinema eleştirmenini<br />
zorda bırakan yapımlardır. Herşeyden<br />
önce bu karmaşık ortamda vatanını korumak<br />
için can vermeye razı çocukların<br />
hikayesini anlatıyor. Böyle bir konuyu<br />
sinemasal olarak eleştirmek gerçekten<br />
zor. Bir de film büyük eksikliklerle beraber<br />
beklenmedik başarıları da içinde<br />
barındırıyorsa iş iyice içinden çıkılmaz<br />
oluyor. Bölük filmi yönetmeni Aytaç Ağırlar’ın<br />
1996 yılında yaptığı kendi askerliğinden<br />
alıntıları içeriyor. Ağırlar karşılaştığı hikayeleri<br />
birleştirmiş ve bir grup gencin askere teslim<br />
olmalarından itibaren terhislerine kadar geçen<br />
zamanı sinemalaştırmış. Yani aslında diğer<br />
asker filmlerine göre farklı bir yol izlemiş. Daha<br />
kişisel, daha psikoloji bazlı bir hikaye konu<br />
etmiş Ağırlar. Filmin bazı bölümleri gerçekten<br />
çok başarılı ve duygusunu izleyiciye geçirebiliyor<br />
ama bazı yönleri ise inanılmaz klişelere<br />
boğulmuş. Hem klişe, hem komik kalmış.<br />
Mesela tanımadığı bir kadından telefon alan<br />
askerin, bölükte sürekli o kadınla konuşup ona<br />
aşık olması, kadının ise kendini askere göstermeme<br />
inadı. Bu inadın arkasında kadının<br />
tekerlekli sandalyeye mahkum olduğunu<br />
görüyoruz, klişe 1... Daha sonra sürekli ceza<br />
alıp askerliğinin uzamasını isteyen bir erin<br />
hikayesi var. Bu er askerliği biter bitmez kan<br />
davasından vurulup öldürülüyor, klişe 2... Şehit<br />
olan askerlerin televizyonda isimleri sayılırken<br />
spiker sevgilisinin de öldürüldüğünü yayın<br />
esnasında anlıyor, klişe 3... Yani bütün bunlar<br />
aslında yönetmenin becerisinin kısıtlı olması<br />
sebebiyle bu kadar eklenti kalıyor senaryo<br />
içinde. Gelelim filmin iyi olan kısmına. Filmin<br />
ilk sahnelerinden itibaren bir bölüğün yaşamı,<br />
erlerin usta birliklerine teslim olma anları<br />
inanılmaz bir gerçeklik ile verilmiş. Üstelik<br />
yönetmen Aytaç Ağırlar kendi siyasi görüşünü<br />
ve hayat algısını da filme işleyebilmiş. Şu<br />
bunu söyler bu buna itiraz eder dememiş.<br />
Bu da bence bir yönetmen için çok önemli<br />
bir doğru. Yanlışlarını bile cesaretle yapan<br />
insanın önü açıktır. Filmi seyrederken bir şeyi<br />
daha anlıyoruz. Yönetmen aslında yaşadığı ve<br />
gözlemlediği şeyleri sinemalaştırırken çizgisini<br />
yükseltiyor. İş çatışma sahnelerine, kahramanca<br />
şehit olmalara gelince ne yazık ki film öğrenci<br />
bitirme işlerine dönüyor. Filmin ana öyküsünde yer<br />
alan yetimhanede büyümüş Murat’ın askerliği ve<br />
şehit olması yönetmenin dikkatle çalıştığı bölüm.<br />
Özellikle şehit olan Murat’ın insanlara bıraktığı<br />
bir mektup var ki dış ses olarak bu mektubun<br />
okunduğu sahne filmin zirve yaptığı yer. Bu mektupta<br />
yazılanlar sadece bir filmin etkileyici yerleri<br />
diye geçiştirilemez. Onun için aynı filmdeki gibi bu<br />
yazının sonunu da o sözlerle tamamlamak doğru<br />
geliyor bana...
?<br />
“Bu yazı bir komando er mektubudur ve siz<br />
bunu okuyorsanız ölmüşüm demektir.<br />
Bir ailem olsaydı bu mektubu onlara göndermek<br />
isterdim ama yok. İlerde ölürsem diye<br />
bir mektup yazmak çok zor, aklına getirmek<br />
istemez insan yazdığında ölümü, hani her<br />
zaman bir umut vardır ya. Askerliğim bittikten<br />
sonra yırtıp atacaktım bu mektubu ama şu<br />
an okuyorsanız yırtamadım demektir. Zaten<br />
pek de kalem tutmaz elim, silah tutmayı daha<br />
iyi bilirim. Kışlada her televizyona bakışımda<br />
birbirinizi öldürdüğünüzü birbirinizin canını<br />
yaktığını gördüm. Müziğin sesini çok açtığı<br />
için komşusunu vuranlar, gücü kadına yetenler,<br />
cebindeki 10 lirası için adam vuranlar, kız<br />
arkadaşına baktı diye alayını bıçaklayanlar<br />
bileniniz var mı ben kimi korumak için öldüm?<br />
Eti az pişmiş diye garsona çıkışan adam sen<br />
yatağında rahat yat diye kafamın üzerinde<br />
kurşunlar uçuşurken ben dağda her bulduğumu<br />
kesip yedim.<br />
Arabasını solladılar diye levyesini kapıp giden<br />
adam, beni bir çöp bidonuna atan anam söylesenize<br />
ben kimin için öldüm? Yetimhanede<br />
ve askerde en güzel şeyin ekmeği bölmek<br />
olduğunu öğrendik biz, peki size neyi bölmeyi<br />
öğrettiler? Sizi önce Allaha sonra birbirinize<br />
emanet ediyorum.”
SERDAR AKBIYIK<br />
n Aida Begiç bir kadın<br />
olarak Saraybosna’daki<br />
soykırımın acılarını<br />
yaşayan bir yönetmen.<br />
Hem Müslümanlığını hem de kadınlığını<br />
bir bayrak gibi ortaya koyan, yaşanan<br />
acıları Avrupa’ya tekrar tekrar hatırlatan<br />
bu yönetmenin üç tane önemli filmini<br />
saymamız gerekir. 2008 yılında Kar filmiyle<br />
savaş sonrası yıkımı yaşayan küçük<br />
bir Bosna köyünün hikayesini anlattı.<br />
Bir çok festivalde ödüller alan film dikkatleri<br />
yönetmenin üzerine çekti. 2012<br />
yılında ise Çocuklar filmiyle iki kardeşin<br />
savaş sonrası geçiş sürecinde dengesi<br />
bozulan toplum içinde ayakta kalma<br />
çabasını anlattı. Son olarak da Antalya<br />
Film Festivali’nde gösterilen ve konusu<br />
Türkiye’de geçen Bırakma Beni filmi ile<br />
karşımıza geldi. Yetimhaneden kurtulan<br />
üç Suriyeli çocuğun Urfa’da yaşadıkları<br />
ilgi çekici bir hikayeydi. Biz de tabii böyle<br />
önemli bir yönetmeni topraklarımızda<br />
misafir ederken teybimizi ona uzatmadan<br />
yapamazdık. İşte Müslümanların,<br />
çocukların ve kadınların acılarını dile<br />
getirmeyi kendine dava edinmiş Aida<br />
Begiç’in sorularımıza cevapları.<br />
İlgilendiğiniz konular daha çok göçmenler,<br />
kadın hakları... Aslında baktığınızda<br />
çok siyasi bir altyapınız var. Bu siyasi<br />
kimlik, sizin sinemacılığınızı ne kadar<br />
etkiliyor?<br />
Bunları anlattığım hikayelerde oldukça<br />
kişisel ve duygusal perspektiflerle ele<br />
almaya çalışıyorum. Çatışma ve çatışma<br />
sonrası dönem gibi gerçek olaylardan<br />
esinlenmeye ve bunları samimi bir<br />
şekilde anlatmaya özen gösteriyorum.<br />
Çünkü bence bu tarz bir bakış açısından<br />
yoksunuz. Etrafımızda genelde sadece<br />
tarihle alakalı genel gerçekler anlatılır.<br />
Ama aslında bizim bu olayları, belki daha<br />
küçük ancak çok daha samimi bir perspektiften<br />
görme şansımız var.<br />
KURŞUN Y
EMEYE ALIŞTIM<br />
AIDA<br />
BEGİÇ<br />
Saraybosnalı yönetmen Aida Begiç,<br />
konusu Türkiye’de geçen filmi<br />
Bırakma Beni- Never Leave Me<br />
ile Antalya’da konuğumuz oldu.<br />
Şimdiyse Boğaziçi Film Festivali’nin<br />
Uluslararası yarışma bölümünün jüri<br />
başkanı. İşte bu önemli sinemacıyla<br />
yaptığımız röportaj...
Bizlerin coğrafyasındaki en belirgin şey,<br />
toplumların çok politize olup, keskin bir<br />
bölünme yaşamaları. Sizce bir sinemacı<br />
bu kadar keskin bir şekilde birbirinden<br />
ayrılmış topluluklarda nasıl bir dil<br />
tutturmalı?<br />
Tabii ki zor fakat ben her zaman<br />
anlatmaya çalıştığım perspektife<br />
odaklanıyorum. Her zaman genellemelerle<br />
savaşmaya çalışıyorum. Her zaman<br />
politik düşünceler ve maskülen bakış<br />
açısıyla savaşmaya çalışıyorum. Her<br />
zaman anlatmaya çalıştığım şeylerin,<br />
duygusal ve içten bir perspektifle ortaya<br />
dökülen insan hikayeleri olduğunu<br />
hatırlamaya çalışıyorum. Genellikle<br />
insanların insan olduğunu hatırlamaya<br />
çalışırım. Seçeceğim insanları benim,<br />
arkadaşlarım, etrafımda olan insanlar<br />
gibilerin arasından seçerim. Onları politik<br />
veya dinsel görüşleriyle ele almam. İnsan<br />
olarak ele alırım. Sinemamda da bu bakış
açımı yansıtmaya çalışıyorum.<br />
Sinemacı dürtüleri böyle olan bir insan<br />
için, bu topraklar bir çok farklı konuyla<br />
dolu. Sıradaki filminizi niçin Suriyeli<br />
çocuklar olarak seçtiniz?<br />
Beşir Derneği beni yetimlerle alakalı<br />
konularda bir şeyler yapmak için davet<br />
etti. Ben de Suriye’deki savaşla alakalı<br />
düşünüyordum, hakkında çok bir bilgimiz<br />
yok. Bu filmin, Bosna’daki savaş<br />
sonucu yetim kalmış çocukları anlattığım<br />
iki filmime, Suriye’deki çocukları anlatarak<br />
getirdiğim bir son nokta olmasını<br />
planlıyorum. Kısacası bir üçlemenin son<br />
halkası.<br />
Bir yönetmen için oyuncu yönetimi<br />
çok ciddi bir iş. Ancak siz, sadece amatör<br />
oyuncularla değil aynı zamanda<br />
da çocuk oyuncularla bu işi kotarmaya<br />
çalışıyorsunuz. Nasıl başarıyorsunuz?<br />
Çocuklarla olan yolculuk uzun zaman<br />
önce başladı. Çocuklarla bir oyunculuk<br />
atölyesinde başladık. 200’den fazla çocuk<br />
gördüm ancak aralarından birkaçını seçtim.<br />
Sonrasında onları bu film için potansiyel<br />
kast olarak düşünmeye başladım.<br />
Yani aslında bundan bir yıl öncesine<br />
dayanıyor çocuklarla olan kısım. Ancak<br />
tabii ki hangi çocuğun hangi yeteneği nedir,<br />
bu uzun süreç boyunca stabil kalabilir<br />
mi, bu yükü üstlenebilir mi gibi soruları<br />
barındıran çok uzun evrelerden geçtik.<br />
Gidip iki gün içinde çocukları alıp hemen<br />
başlamak gibi bir şey söz konusu değildi.<br />
Neredeyse bir yıldan uzun bir süreçte<br />
gerçekleşti her şey.<br />
Bu çocuklar çok ağır travmalar yaşamış<br />
çocuklar; bu coğrafyada ve bu durumda<br />
yaşayan diğer birçok çocuk gibi... Bu<br />
travmalar film çekimleri sırasında nasıl<br />
kontrol altında tutuldu? Bu travmaları<br />
tekrar tekrar yaşamamaları için ne gibi<br />
önlemler alındı?<br />
Zaten en başta düzenlediğimiz atölyeler<br />
çocuklara yaşadıkları şeyleri unutturmak<br />
amacıylaydı. Oyunlar oynayıp<br />
eğlendik çoğu zaman. Yazdığım senaryo<br />
ise tamamen kurgu. Yani çocuklara kendi<br />
hayatlarını oynatmadım. Tamamen kurgu<br />
olan bir şey oynadılar. Böylelikle bir<br />
şeyi oynadıklarının, canlandırdıklarının<br />
farkındalardı. Hikaye zaten tüm anlamıyla<br />
onların hikayesi değildi. Böylelikle onların<br />
duygularını ve bütünlüklerini korumayı<br />
amaçladım.<br />
Bir sinemacı olmanın dışında evrensel<br />
bir entelektüel olarak, aslında bu<br />
yaşananların sonuçta Avrupa medeniyetinin<br />
yaptıklarıyla bağlantılı olduğunu<br />
biliyorsunuz. Bosna’da, Irak’ta, Suriye’de<br />
hatta Mısır’da bütün bu olanlar aslında<br />
Batılı güçlerin nemalandığı oyunların<br />
bir sonucu. Bunları bilerek onlara seslenmeye,<br />
uyarmaya çalışıyorsunuz. Bu<br />
konuda seçtiğiniz yol nedir? Verdiğiniz<br />
mesajın algılanacağına inanıyor musunuz?<br />
Batı’daki veya Doğu’daki insanlar ve<br />
onların politikalarını aynı kefede görmüyorum.<br />
Bu işe bakarken insanlarına ayrı,<br />
politikaya ayrı bakıyorum. İnanıyorum<br />
ki mesaj samimi olursa, farklı yerlerdeki,<br />
tamamen farklı insanların da<br />
kalbine erişebilir. Ben uzun zaman önce<br />
bu gibi şeyleri ispatlamaya çalışmayı<br />
bıraktım. İnsanlara bir şeyler ispatlamaya
çalışacak bir konumda da değilim zaten.<br />
Ben insan hikayeleri anlatıyorum. Anlamaya<br />
çalışacak olan, mesajı anlamaya<br />
çalışacak olanın başımızın üstünde yeri<br />
var, anlamak istemeyenin de zaten kendi<br />
problemidir.<br />
Siz Saraybosna’da bir kadınsınız. Her<br />
savaşta olduğu gibi bu şavaşta da en<br />
çok kadınlar ve çocuklar kurban oldular.<br />
Bu kadar içselleştirilmiş bir rolde,<br />
tarafsızlığınızı nasıl korudunuz? Mesleki<br />
profesyonelliğinizi nasıl elinizde tuttunuz?<br />
Ben hayata ve hayatın içerdiği tüm<br />
katmanlara hayranımdır. Çok küçük<br />
yaşlarımda bile asi bir çocuktum. Pek<br />
fazla olayların akışıyla gitmezdim. Her<br />
zaman bir sanatçı olarak olaylara uzaktan<br />
bakıp bir şeyleri bütün açılarıyla<br />
görmeye gayret ettim. Ki bunun da filmin<br />
içinde propaganda olmasını engellediğine<br />
inanıyorum. Doğru olanın bu olduğuna<br />
inanıyorum. Bu çerçeveden görmeye<br />
çalışıyorum. Bana insanlar “Onlar şöyle<br />
diyorlar, bunu yapıyorlar” dediklerinde<br />
ben her zaman “onlar” kim diye<br />
düşündüm. İsimleri nedir, “Onlar, onlar”<br />
diye bahsedilen insanlar, diğerlerini her<br />
zaman garip durumlara sürüklüyorlar<br />
bence. Ben zaten “onlar”a kendimi<br />
beğendirmeye çalışmıyorum. Kimseye<br />
yaranmak gibi bir derdim de yok. Biz<br />
nasıl Müslümanların yanlış algılanmasını<br />
istemiyorsak, ben de “onlar” diye<br />
bahsedilen kesimi o şekilde algılamak<br />
istemiyorum. Olaylara yüzeysel bakmak<br />
yerine daha derinlemesine bakmaya<br />
çalışıyorum. Benim için ben ve onlar yok.<br />
Medyanın manipülasyonundan uzak kalmaya<br />
çalışıyorum derinlemesine bakarak.<br />
Bulunduğunuz konum çok önemli. Müslüman<br />
bir kadınsınız. Sinema ile alakalı<br />
sorunlar zaten devam etmekteyken, bir<br />
de kadın oluşunuzla muhalif bir yerde<br />
duruyorsunuz. Bu kadar muhalif bir<br />
konumda olmak, sizin durduğunuz yerde<br />
bir yabancılaşmaya sebep oluyor mu?<br />
Sinemanızı etkiliyor mu?<br />
Ben zaten genel olarak gözler için<br />
doğru olmayan bir konumda bulunmaya<br />
alışığım. Bir Müslüman’ın ne olduğunu<br />
çoktan düşünmüş olan insanlarla aram<br />
iyi değil ve çoğu zaman bir kadının yerinin<br />
ne olduğunu çoktan düşünmüş olan<br />
insanlarla da karşı karşıya kalıyorum. Her<br />
zaman tutumum “Peki vurun beni” oluyor.<br />
Ve çoğu zaman da çoğu yerden kurşun<br />
yemeye alışmış durumdayım. Ama devam<br />
etmeye çalışıyorum. Beni ezmelerine izin<br />
vermiyorum, zor oluyor ama dik durmaya<br />
çalışıyorum.<br />
Türk sinema izleyicisine, benim<br />
sormadığım ancak sizin söylemek<br />
istediğiniz herhangi bir şey var mı?<br />
Avrupa, Türkiye ve genel olarak Doğu’da<br />
bazı sinema türlerinde izleyici kitlesini<br />
kaybettiğimize inanıyorum. Ticari öncelikle<br />
hazırlanmış olan filmlerin yanı sıra<br />
diğer filmlere de yönelmeleri için izleyicileri<br />
teşvik etmek isterim.
JUSTICE LEAGUE<br />
ŞEYTANIN BACAĞINI<br />
KIRACAK MI?<br />
Uzun zamandır beklenen DC’nin<br />
süper kahramanlarını bir araya<br />
getirecek Justice League için<br />
nihayet geri sayım başladı.<br />
Bakalım sıklıkla kıyaslanan<br />
Marvel’ın Avengers’ına rakip<br />
olabilecek mi?<br />
EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />
n Justice League,<br />
Marvel’ın Avengers’ına<br />
ilk defa böyle geniş<br />
çaplı bir kahraman<br />
filmi ile cevap verecek.<br />
Bu bağlamda<br />
DC ve Warner Bros.<br />
için oldukça önemli bir film. Sebebi ise<br />
daha yapım aşamasından beri yapılan<br />
kıyaslamalar, Batman v Superman ve<br />
Suicide Squad’ın genel manada seyirciye<br />
istediğini verememesi gibi unsurlar.<br />
Aslında buna rekabet dememek gerek.<br />
Olayı DC – Marvel kapışmasına indirgemeyi<br />
pek doğru bulmuyorum. Her halukarda<br />
hem Marvel’ı hem DC’yi seven, her<br />
ikisinin de çizgi romanlarıyla büyümüş<br />
pek çok insan var. Ancak film kalitesi ve<br />
gişe babında bakıldığında bir rekabetin<br />
olduğu açık.
Süper kahramanları bir araya toplamak<br />
riskli iş. Keza gişeye oynayan bu<br />
filmler ortalığı kasıp kavurabilir ya da<br />
yerden yere vurulabilir. Bir örnek vermek<br />
gerekirse, hatırlarsanız bundan yıllar<br />
önce 1997 senesinde Joel Schumacher<br />
yönetmenliğinde çekilen Batman & Robin<br />
pek çok ünlü karakteri-oyuncuyu bir<br />
araya getirmiş ve hatta oldukça iddialı<br />
vizyona girmişti. Ancak filmin akıbetini<br />
biliyorsunuz. Bununla beraber Suicide<br />
Squad da şaşalı fragmanları ve oyuncu<br />
kadrosuna rağmen çoğu kişi için hayal<br />
kırıklığı olmuştu.<br />
Bir Türlü Toparlanamayan<br />
Seri ve Sorunlar<br />
Christopher Nolan’ın Dark Knight üçlemesini<br />
saymazsak, Batman ve takımının<br />
yeni dönem serisi, dahası Justice<br />
League’in temelleri 2013 senesinde<br />
çekilen Man of Steel ile atılmıştı. Film<br />
oldukça iyi eleştiriler almış Henry Cavill,<br />
Superman rolünde hayranların gönlünde<br />
taht kurmuştu. Akabinde gelen Batman<br />
v Superman ise büyük tartışmalara<br />
gebe kalmıştı. Bunun sebebi tahmin<br />
edileceği üzere daha önce 2003 senesinde<br />
çekilen Daredevil ile süper kahraman<br />
filmlerinde isteneni veremeyen Ben<br />
Affleck’in Batman rolüne seçilmesiydi.<br />
Tartışmalar süredursun film vizyondaki<br />
yerini almış, çoğu eleştirmen tarafından<br />
da maalesef yerden yere vurulmuştu.<br />
Gişede gelen başarının filmin kalitesinde<br />
sağlanamaması akıllara ister istemez “Bu<br />
seri nereye gider?” sorunu getirdi.<br />
DC’nin kötü karakterlerini bir araya<br />
toplayacak ve daha önce Jack Nicholson,<br />
Heath Ledger gibi efsane aktörlerin<br />
canlandırdığı Joker’i bu sefer<br />
Jared Leto’dan izleyeceğimiz Suicide<br />
Squad tam bu esnada acaba hayranların<br />
yüreğine su serper mi dendi. Yine DC’nin<br />
görkemli fragmanları göz dolduruyordu.<br />
Oyuncu kadrosunda kimler yoktu ki?<br />
Margot Robbie, Will Smith, Jared Leto,<br />
Viola Davis, Jai Courtney… Yönetmen
koltuğunaa ise David Ayer oturmuştu.<br />
Ancak 2016 yılında seyirci ile buluşan<br />
Sucide Squad da maalesef istenen<br />
başarıyı sağlayamadı. Artık hayranlar<br />
gerçekten DC’nin adının hakkını veren,<br />
Nolan zamanlarına yakın çizgide bir film<br />
görmek istiyorlardı.<br />
Wonder Woman ile Yeşeren Umutlar<br />
Batman v Superman filminin belki de<br />
en çok sevilen yani güzel oyuncu Gal<br />
Gadot’un canlandırdığı Wonder Woman<br />
olmuştu. Şimdi sırada onun solo filmi<br />
vardı. Bu sefer herkes temkinliydi. Ancak<br />
korkulan olmadı. Yönetmen Patty Jenkins<br />
oldukça başarılı bir işe imza atıyor,<br />
Wonder Woman hayranları salondan<br />
mutlu mesut ayrılıyorlardı.<br />
Şimdi ise bizleri bekleyen yeni film Justice<br />
League var. Biliyorsunuz film Batman,<br />
Superman, Wonder Woman, Cyborg<br />
ve Flash takımının kötülüklere karşı<br />
birleşmesini konu ediniyor. Serinin genel<br />
manada inişli çıkışlı tablosuna bakarsak<br />
bu filmi nerede görebiliriz? Öncelikle<br />
fragmanlar doyurucu olmanın yanı<br />
sıra fazla CGI efekti kullanıldığına dair<br />
eleştiriler de almıştı. Bunlar son elden<br />
geçirmede biraz daha kontrollü olacaktır<br />
(Umarım). Oyuncu kadrosuna diyecek<br />
yok. Ben Affleck, çoğu kişinin favori<br />
Batman’i olmuş durumda. Henry Cavill,<br />
Gal Gadot zaten hali hazırda hayranlardan<br />
geçer not aldılar. Ray Fisher ve<br />
Ezra Miller ise en azından fragmanlardan<br />
görüldüğü kadarıyla işin hakkını verecek<br />
gibi görünüyorlar. Ayrıca yurt dışından<br />
gelen ilk eleştirilerin de olumlu olduğunu<br />
söyleyelim.<br />
Josh Whedon Bir Fark Yaratır Mı?<br />
Marvel’ın özellikle Captain America: Civil<br />
War ile çıtayı ne denli yukarılara taşıdığı<br />
malum. Zack Snyder’ın yerine gelen ex-<br />
Avengers yönetmeni Joss Whedon’ın<br />
Justice League’e bu manada bir fark<br />
yaratacağı kanaatindeyim. Zack Snyder<br />
vizyonu geniş bir yönetmen. Ancak<br />
Man of Steel’deki gibi bazı müdahalelere<br />
halelere ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.<br />
Kendisine dümeni tamamen teslim etmek<br />
Batman v Superman gibi temelde<br />
iyi ama uygulamada kötü yapımlara<br />
neden olabiliyor. Bu nokta Whedon’un<br />
filme dahil olmasını pozitif manada<br />
değerlendirebiliriz.<br />
Justice League’in vizyona girmesine<br />
sayılı gün kala DC’nin sinematik evrenine<br />
şöyle bir göz attık. Bakalım DC bu<br />
sefer şeytanın bacağını kıracak mı? Her<br />
ne kadar Wonder Woman ile gönülleri<br />
almış olsa da asıl hayranların beklediği<br />
bu büyük buluşma diye tahmin ediyorum.<br />
Hep beraber göreceğiz.
SİNEMA<br />
YAZARI<br />
GAZETECİ MİDİR?<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
SUSMAYAN KÖŞE<br />
Ulusal yarışmasız Antalya<br />
Film Festivali’inin<br />
becerebildiği tek şeyin<br />
sinemacıları ve sinema<br />
yazarlarını birbirinden<br />
şüpheye düşürmek oldu<br />
kanaatindeyim.<br />
Ulusal yarışmasız Antalya Film<br />
Festivali’inin becerebildiği tek<br />
şeyin sinemacıları ve sinema<br />
yazarlarını birbirinden şüpheye<br />
düşürmek oldu kanaatindeyim. Sırasıyla<br />
belgeselin, kısa filmin ve en nihayetinde<br />
ulusal sinemanın kovulduğu ve tam da<br />
bu yüzden artık ¨film festivali¨ olarak<br />
tanımlanamayacak bu ucube organizasyona<br />
katılmayanların bahaneye ihtiyacı<br />
yoktu. Ama ya her şeye rağmen orada<br />
olanlar... Onlar da mevcudiyetlerini<br />
haklı bir sebebe ulaştırmaya çalıştılar.<br />
Sinemacıların derdi para çünkü film çekmek<br />
para gerektiriyor. Bu da bazı etikleri<br />
yok saymaya yol açabilir. Peki ya sinema<br />
yazarları, onlar neden oradaydılar?<br />
Antalya Film Festivali bittikten hemen<br />
sonra, her şeye ve hatta İstanbul’daki<br />
alternatif festivale (54. Ulusal Yarışma)<br />
rağmen Antalya’ya giden kalemlerin<br />
yazıları gelmeye başladı. Bu yazıların<br />
tamamı aynı zamanda bir ‘neden<br />
oradaydım’ savunması içeriyordu ve<br />
benim asıl ilgimi çeken de bu bahaneler<br />
oldu. Kıymetli bir eleştirmen arkadaşım<br />
kaleme aldığı izlenim yazısında<br />
Antalya’daki mevcudiyetini ¨alanı boş<br />
bırakmamak¨ olarak nitelendirdi. İşte, bu<br />
bana enteresan geliyor!<br />
Ortada boş bırakılmayacak bir alan yok<br />
çünkü! Kısa yok, belgesel yok, ulusal<br />
sinema yok! Bahaneden bir festival...<br />
Pal Sokağı Çocukları’nın finalinde<br />
çocuk çetelerinin paylaşamadığı boş<br />
arsaya inşaat makineleri girer ya... İşte<br />
Antalya’nın durumu da öyle! Görünen<br />
köy kılavuz istemez; bu belediye<br />
başkanıyla ve ekiple bu iş devam edemez.<br />
¨Eder, çok da güzel eder¨ diyebilirsiniz<br />
ama ettirdikleri hali bu ülkenin<br />
sinemacılarını ve sinema yazarlarını<br />
ilgilendirmiyor. Alanı boş bırakmamak<br />
ya da olanı biteni izlemek üzere bahanelendirilen<br />
katılım sadece onların<br />
doğruyu yaptıklarını sanmalarına<br />
yol açıyor. Duruma bu hassasiyetle<br />
yaklaşmalı.
Antalya’dan dönen birkaç sinema yazarı<br />
arkadaşıma dümdüz bir soru yönelttim; ¨neden<br />
gittin¨ diye sordum. Cevap genelde aynı...<br />
¨Çünkü ben bir gazeteciyim¨.<br />
Ben aynı fikirde değilim. Bana göre sinema<br />
yazarı gazeteci değildir. Sinema yazarı dediğimiz<br />
kişi bir sinema entelektüelidir. Ülke sineması<br />
üzerine fikir üreten, kafa yoran, doğruyu-yanlışı<br />
gören-gösteren kişidir. Yani savaşın ortasındaki<br />
bir savaş muhabiri ya da fotoğrafçısı değildir.<br />
O da savaşan taraflardan biridir. Kendine ait<br />
bir cephe açmış ve burada alan savunması<br />
yapmaktadır. Hal böyleyken düşman tarafına,<br />
¨bakalım burada neler oluyor¨ diye geçmenin<br />
bir alemi yok. Şunu da bilin ki, bu satırları; 2013<br />
yılında yapılan festivale ¨ben gazeteciyim, olanı<br />
biteni görmeli ve aktarmalıyım¨ diyerek katılan,<br />
bunu layıkıyla yapan yine de ve bundan utanç<br />
duyan biri olarak yazıyorum. Bu adamlarkadınlar<br />
Altın Portakal’ı bize boğduruyorlar!<br />
Ha, bir de şu var; Antalya Film Festivali değil<br />
de Yozgat Film Festivali olsaydı bu protesto<br />
çok daha büyük bir başarıya ulaşırdı. Kimsenin<br />
Yozgat yollarına düşeceğini sanmıyorum.<br />
¨Film yoksa deniz var, iki yüzer geliriz¨ diyen de<br />
çok olmuştur eminim ama ben bu yazıyı onları<br />
düşünerek yazmadım. Film Festivalleri sinema<br />
sanatını takdir etmek ve yüceltmek amacıyla<br />
hareket eden kültür etkinlikleridir. Bir zamanlar<br />
severek katıldığım Antalya Film Festivali yani<br />
Altın Portakal, siyasi hesaplarla çürütülmüştür.<br />
Kendi sinemasından-sinemacılarından korkan<br />
bir film festivali olmasa da olur. Olacaksa da biz<br />
orada olmayalım. İleride utanmamak için gerçek<br />
bir tavır koymak şart. Umarım seneye hepimiz<br />
bir ve birlik içinde oluruz.
ANTALYA’YA GİDEMEDİNİ<br />
ÜZÜLMEYİN FİLMLER BUR<br />
HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />
n 54. Uluslararası Antalya<br />
Film Festivali bu yıl oldukça<br />
tartışmalı bir kararla<br />
53 yıldır devam eden ‘Ulusal<br />
Yarışma’yı kaldırıp ‘Uluslararası Yarışma’<br />
adı altında yerli ve yabancı filmlerin bir arada<br />
yarışacağı bir konsept tasarladı. Yarışma<br />
filmlerinin iyiliğinden ya da kötülüğünden<br />
ziyade uluslararası yarışmanın Antalya izleyicisinde<br />
ulusal yarışma kadar heyecan<br />
yaratmadığını söylemek gerek. Umarız, çok<br />
geçmeden Antalya’da ulusal yarışmanın<br />
geri döndürülmesine karar verilir ve sinema<br />
yazarlarından, oyunculardan, yönetmenlerden,<br />
yapımcılardan, senaristlerden, Yeşilçam<br />
ekolünden herkesin sinema sevgisi ve ilgisi<br />
içerisinde bir arada olduğu nice Antalya Film<br />
Festival’leri görürüz.
Z Mİ?<br />
ADA<br />
54. Antalya Film Festivali’nin<br />
10 filmlik yarışma seçkisinin<br />
tamamını izleme fırsatı buldum.<br />
Benim yarışmada en sevdiğim<br />
filmler ise A Man of Integrity, Redoubtable,<br />
April’s Daughter ve<br />
The Florida Project oldu.<br />
54. Antalya Film Festivali’nin 10 filmlik yarışma<br />
seçkisinin tamamını izleme fırsatı buldum. Bu<br />
filmler arasında törende Angels Wear White ‘en<br />
iyi film ve en iyi kadın oyuncu’, A Man of Integrity<br />
‘en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu’, The<br />
Florida Project ‘jüri özel ödülü’, Misafir ‘izleyici<br />
ödülü’, Scary Mother ‘genç jüri ödülü’ ve Zor Bir<br />
Karar ‘Behlül Dal genç yetenek ödülü’ ile ayrıldı.<br />
Benim yarışmada en sevdiğim filmler ise A Man<br />
of Integrity, Redoubtable, April’s Daughter ve<br />
The Florida Project oldu.<br />
Redoubtable<br />
Michel Hazanavicius’un yeni filmi Le Redoutable,<br />
usta yönetmen Jean Luc-Godard’ın<br />
gençlik yıllarını ve Anne Wiazemsky ile olan<br />
ilişkisini temeline alıyor. Yönetmen filmin biçimsel<br />
özelliklerini öyle zeki ve eğlence şekilde<br />
tasarlamış ki, Godard’ın Fransız Yeni Dalgası<br />
ile sinemaya getirdiği deneysel dokunuşlar<br />
esprili bir dille tamamına yayılmış. Godard’ın<br />
hezeyanları, sorunlu aşk ilişkisi, 1968 olaylarına<br />
katılımı, Maoist çizgisini belirginleştirip olay<br />
yarattığı Çinli Kız filmi, burjuva sistemine film<br />
yapmayı reddetmesi, komedi filmlerine oluşan<br />
düşmanlığı, hayranlarına karşı ilgisiz ve kaba<br />
tutumu kahkaha attırdığı kadar sinir bozucu<br />
da olabiliyor. Bu yüzden Hazanavicius’un filmi<br />
Godard’ın özel yaşamındaki kişiliğine çok fazla
hakim olmayanlar için cesur tercihlerle<br />
örülü kışkırtıcı bir hal alabiliyor. Filmin en<br />
cezbedici noktası da burası, zira yönetmen<br />
aşırı ciddi bir Godard biyografisi<br />
yapmaktan itinayla kaçınıyor ve bunu<br />
mümkün olduğunca sinefil hale getirerek<br />
tartışmalarıyla ve referanslarıyla son<br />
derece keyifli, hareketli ve ilgi çekici bir<br />
hale getirebiliyor.<br />
Radiance<br />
Naomi Kawase, filmlere sesli<br />
betimleme yapan bir kadınla<br />
kör bir adamın melodramatik<br />
aşk hikayesini ele aldığı filminde<br />
bugüne kadarki ‘yönetmen<br />
sineması’ özelliğini yine<br />
sürdürüyor. Dingin ve duru bir<br />
anlatım, kimileri için fazlasıyla<br />
bitmek bilmeyen uzunlukta gelen sahneler,<br />
kimilerinin ise anlatısından değerli<br />
bir şeyler çıkarabildiği zor ama önemli bir<br />
yönetmen. Lakin, Kawase 2014’te Still the<br />
Water’da ağır aksak ilerleyen hikayesini<br />
etkileyici görsel anlarla birleştirebilmişti.<br />
Burada ise dar açılı objektifler ve soluk<br />
renkler kullanarak filmi belirli bir alana<br />
hapsetmiş ve bu sefer görsel açıdan<br />
tatmin edici olmayan bir yapım ortaya<br />
koymuş. Yönetmenin hikaye kurgusu,<br />
oyuncu yönetimi, görsel dili ve müzik<br />
kullanımı konusunda aşırı demode bir<br />
anlatımı mevcut. Film esasında sesli<br />
betimleme ve sinema sevgisi gibi ilgi çekici<br />
iki materyale sahip olmasına rağmen<br />
bol duygulu müzikler eşliğinde Yeşilçam<br />
melodramını andıran, her saniyesi tahmin<br />
edilebilir bir aşk hikayesine dönüşüyor.<br />
Scary Mother<br />
Virginia Woolf’un ‘Kendine Ait Bir Oda’<br />
kitabındaki ‘Para kazanın, kendinize<br />
ait ayrı bir oda ve boş zaman<br />
yaratın. Ve yazın, erkekler ne<br />
der diye düşünmeden yazın!’<br />
sözlerini hatırlatan bir ana karaktere<br />
sahip olan film, Tiflis’te<br />
bir Sovyet sonrası betonarme<br />
apartman dairesini adeta ayrı bir
karakter olarak kullanıyor. Manana’nın<br />
aile yaşamındaki daireyi dışarıdan sıkıcı<br />
bir gri şehir manzarası olarak görürken,<br />
kırtasiyeci Nukri’nin dükkanına sığındığı<br />
yoğun kırmızı renklerle boyanmış Noe/<br />
Refn stili benzeri odayı ise bir nevi<br />
‘yazarın/kadının/annenin kurtuluşu’<br />
olarak görüyoruz. Filmin ilk yarısı cinsiyet<br />
rollerinin farklılığı, baskı altındaki bir<br />
kadının çatlamaya başlaması ve feminist<br />
okumalara açık tahlillerle ilerlerken ikinci<br />
yarı daha rahatsız edici, gerçeküstücü<br />
ve kabus hali alıyor. Finale doğru devreye<br />
giren ‘aile hesaplaşması’ filmin sıra<br />
dışı yaklaşımını bir miktar klişeleştirse<br />
de Nato Murvanidze’nin performansı<br />
ve görüntü yönetmeni Konstantin<br />
Esadze’nin kadrajları filmi sürüklüyor.<br />
Angels Wear White<br />
Küçük bir sahil kasabasındaki<br />
bir otelde 12 yaşındaki iki kız<br />
çocuğunun orta yaşlı ve yüksek<br />
mertebeden bir adamın<br />
saldırısına uğramasını ele<br />
alan filmin rahatsız ediciliği<br />
ve kurduğu dramatik yapı<br />
şablonu esasında Asghar<br />
Farhadi filmleri düzeyinde<br />
bir materyal içeriyor. Ayrıca filmi konusu<br />
ve kullandığı metaforları üzerinden<br />
bir nevi ‘Çin usulü Mustang’ olarak<br />
değerlendirmek de mümkün. Lakin, filmin<br />
kullandığı sinema dili ve tekniği sert<br />
hikayesini besleyemiyor, daha çok bir<br />
televizyon filmi düzeyinde kalıyor. Beyaz<br />
elbisesinin altındaki iç çamaşırlarıyla turistlerin<br />
üzerinde gezinen Marilyn heykeli<br />
hikayeye metafor / görsel olarak hizmet<br />
ediyor etmesine ama tematik açıdan basit<br />
kalıyor. Filmin polislerden bürokratlara,<br />
hastanedeki bekaret kontrollerinden<br />
toplumun aile yapısına, göçmen / kimlik<br />
problemlerinden adaletsizliğe kadar<br />
birçok söylemi mevcut. Lakin, Angels<br />
Wear White bu konuda Rus ya da Rumen<br />
sinemasının ortaya koyduğu örneklerin<br />
yetkinliğine sahip değil.<br />
A Man of Integrity<br />
A Man of Integrity, başlangıcında Metin<br />
Erksan’ın Susuz Yaz’ını<br />
hatırlatacak bir mülkiyet meselesi<br />
üzerinden hikayesini ve karakterlerini<br />
oluşturuyor. Güçlünün<br />
güçsüzü ezmeye çalıştığı bir<br />
dünyada İran toplumundaki<br />
yozlaşmayı ve adaletsizliği her<br />
saniyesinde sinirlerimiz bozularak<br />
izliyoruz. İran sinemasında<br />
mesaj odaklı yapının öne çıkıp sinematografik<br />
özelliklerin ikinci plana bırakıldığı<br />
çoğu filme kıyasla Rasoulof ikisini aynı<br />
güçte sentezleyebiliyor. Filmin atmosferi<br />
çok güçlü, gözünüzü bir an olsun<br />
ayırmak istemeyeceğiniz güçte bir senaryosu<br />
var. Rasoulof, ülkede cezası<br />
ne olursa olsun kendi bildiklerini söylemekten,<br />
dürüstlüğünden ve sistemi<br />
eleştirmekten vazgeçmiyor. Başrollerin<br />
güçlü performanslarıyla İran toplumundaki<br />
mücadelelerine dahil olurken<br />
bankacılardan polis memurlarına, doktorlardan<br />
toplumun her kademesine kadar<br />
baskıya, rüşvete ve adaletsizliğe tanıklık<br />
ediyoruz. Rasoulof, bu meseleyi unutulmayacak<br />
repliklerle ve görüntü yönetmeninin<br />
çok şey anlatan kadrajlarıyla<br />
birlikte hafızamıza işliyor.<br />
April’s Daughter<br />
Michel Franco her zamanki gibi karakterlerine<br />
karşı keskin bir soğukkanlılıkla<br />
ve tavizsiz şekilde yaklaşırken izleyiciye<br />
sürekli sesli tepkiler verdirecek kadar<br />
şaşırtıcı yönlere gidebiliyor. April’s<br />
Daughter bu konuda belki de yönetmenin<br />
en çok izleyici reaksiyonu alan filmi olabilir,<br />
zira Chronic’te sadece final sahnesiyle<br />
bir şok edicilik yaratan Franco burada<br />
ilk 30 dakikadan sonra filmin her anına<br />
şaşkınlıkla dahil olabileceğimiz bir yapı<br />
tasarlıyor. Karakter motivasyonlarını izleyiciden<br />
saklayarak olayların<br />
geldiği noktayı yine izleyicinin<br />
hayal gücüne bırakıyor. Öyle<br />
ki, sakin ve ağır ilerleyen film
ir anda salondaki izleyicilerin hayret<br />
nidalarına, birbirlerine bakmalarına,<br />
aralarında konuşmalarına, kahkaha<br />
atmalarına ya da koltuğa çivilenmelerine<br />
neden olabilecek bir sürü meziyetlere<br />
dönüşüyor. Bu yüzden filmin konusunu<br />
okumadan, minimum bilgi sahibi olarak<br />
filme girmek seyir zevkini katlayacaktır.<br />
Franco’nun da masterclass’ta dediği<br />
gibi ‘İzleyiciyi şaşırtmayacaksak sinema<br />
yapmanın ne anlamı var ki?<br />
The Florida Project<br />
Baker, gençlik/çocukluk filmleri<br />
türünde Richard Linklater’in<br />
hikaye anlatımındaki ve Andrea<br />
Arnold’un görsel vizonundaki<br />
başarılarını birleştirerek<br />
Florida’ya neorealist bir bakış<br />
açısı getiriyor. Her anı duygusal<br />
bir dürtüyle dolu olan, çoğu zaman<br />
gülümsetmesine rağmen<br />
aniden gözyaşlarımızı da doldurabilen<br />
film, çocukluğa dair en etkili, dokunaklı,<br />
keskin portrelerden biri. Baker’ın yönetimi<br />
bu konuda büyüleyici, zengin renklerin<br />
hafızamızdan çıkmayacak şekilde<br />
kullanılması, Alexis Zabe’in görkemli<br />
geniş açılı kadrajları ve özellikle finaldeki<br />
kamera kullanımı yönetmenin vizyoner<br />
dokunuşlarını hissettiren hamleler.<br />
Florida Projesi dünyası somut, lirik,<br />
yasaklayıcı ve büyülü bir anda, çocuklar<br />
için sınırsız bir oyun alanı yaratıyor.<br />
Willem Dafoe’nun ödül sezonunda ‘en<br />
iyi yardımcı erkek oyuncu’ dalında<br />
adaylık alınmasına neredeyse kesin<br />
gözüyle bakılsa da, beyazperdedeki ilk<br />
performanslarında Bria Vinaite ve Brooklynn<br />
Prince’in çok etkili olduklarını söylemek<br />
gerek.<br />
Human Flow<br />
Weiwei, Afganistan, Bangladeş, Fransa,<br />
Yunanistan, Almanya, Macaristan,<br />
Irak, İsrail, Meksika, Pakistan, Filistin,<br />
Sırbistan, Suriye ve Türkiye’de yaptığı<br />
çekimlerde toplamda 65 milyonun savaş,<br />
açlık ve diğer sebeplerle zorla yerlerinden<br />
edilmesini panoramik görüntüler<br />
eşliğinde anlatıyor. Bu film özelinde<br />
Çin’in Michael Moore’u gibi davranan<br />
Weiwei’nin filmi teknik / görsel anlamda<br />
etkileyici görüntüler barındırmasına<br />
rağmen mülteci meselesini 140 dakikalık<br />
uzun süresinde bir nevi tekrarlar silsilesine<br />
dönüştürüyor. Human Flow, mülteci<br />
meselesine dair farklı ve yeni bir<br />
şeyler söylemediği gibi politik açıdan<br />
da tartışmalı yanlar barındırıyor. Mesela<br />
filmin bu konuda Almanya’yı neredeyse<br />
hiç eleştirmemesi, her ülkede meseleyi<br />
‘mültecilik’ ile ilgili tutmasına rağmen<br />
konu Türkiye’ye geldiğinde Kürtler<br />
üzerinden ‘kimlik siyaseti’ yapmaya<br />
başlaması Weiwei’nin öznelliği konusunda<br />
tartışılması gereken bir durum. Film,<br />
sessiz olduğu ve görüntülerle konuştuğu<br />
kısımlarda yükselirken Weiwei’nin mültecilerle<br />
bizzat diyaloga girdiği kısımlarda<br />
aksamaya başlıyor.<br />
Misafir<br />
Mülteci meselesinin yoğun şekilde<br />
beyazperdeye aktarılmaya başlandığı<br />
ve zamanlamasının doğru olduğu bu<br />
dönemde Andaç Haznedaroğlu, Suriye’de<br />
savaştan kaçan ve İstanbul’da yeni bir<br />
hayat kurmaya çalışan bir grup insanı<br />
mercek altına alıyor. Haznedaroğlu’nun<br />
filminin insanların Suriyeli mültecilere<br />
bakış açısında bir değişiklik yaratabilmesi<br />
olası, en azından konumu Türkiye<br />
olan bir filmde bu duruma her gün şahit<br />
olan ama onları bu duruma getiren dinamiklere<br />
gözlükleri olmadan bakamayan<br />
kişiler için. Misafir, tv dizilerinden
gelen bir yönetmenin hiç de tv dizisi<br />
standartlarında olmayan, sinema duygusu<br />
yakalayabilen bir filmi.<br />
Bazı sahnelerinde yönetmenin<br />
dizilerden gelen reklam/klip<br />
tarzı hissedilebiliyor, lakin<br />
filmin başarılı cast çalışması<br />
karakterlerle yoğun bir şekilde<br />
empati kurabilmemize olanak<br />
sağlıyor. Ürdünlü oyuncu<br />
Saba Mubarek’in ekran<br />
personasıyla beraber çocuk oyuncu<br />
kadrosu da gayet başarılı. Filmin<br />
duygu sömürüsüne kaçtığını düşünen<br />
kişiler de mevcut lakin böylesine bir<br />
konuda nesnel olduğu kadar öznel<br />
yargılara da ihtiyacımız var.<br />
Zor Bir Karar<br />
Esas mesleği çizerlik olan, zamanında<br />
Leman’dan ve Gırgır’dan tanıdığımız<br />
Ender Özkahraman’ın ilk uzun metrajlı<br />
yönetmenliği olan Zor Bir Karar,<br />
birkaç Türkçe diyalog haricinde tamamen<br />
Kürtçe çekilen bir yapım. Burun<br />
ameliyatı olmak isteyen bir kadının<br />
üzerinden politik bir hikaye arka<br />
planı sunmaya çalışan film, plastik<br />
cerrahi ve Kürt toplumunu aynı hikaye<br />
içinde değerlendirmesiyle kağıt<br />
üzerinde oldukça ilginç gözüküyor.<br />
Lakin, hikaye anlatımı, görsel yapı ve<br />
oyunculuk performansları bakımından<br />
hiçbir ilgi çekicilik barındırmayan<br />
film, kağıt üzerindeki ilginçliğiyle<br />
çelişiyor. Tüm fikrini ‘burun ameliyatı<br />
olmak isteyen bir kadın’ üzerine kuran<br />
yönetmenin finalde olayı bağladığı<br />
yer kendisine dahice gelmiş olabilir<br />
fakat kişisel olarak sığ bir propaganda<br />
olmanın ötesine geçebildiğini<br />
söyleyemeyeceğim. Zor Bir<br />
Karar’ın belki sinemaya tek<br />
kazanımı Esme Madra’yı<br />
anımsatan ve festivalde<br />
Behlül Dal Genç Yetenek<br />
Ödülü’ne layık görülen Şükran<br />
Aktı olabilir.
EĞLENCE ARAYAN<br />
HERKES “OHA<br />
DİYORUM” İZLEMEYE
Youtube’da neredeyse 4 milyon takipçileri olan, videoları<br />
totalde 2 milyar izlenen, yaptıkları işi çok seven, her videoları<br />
için heyecanlanan ve birlikte çok eğlenen bir ekip olan ohadiyorum<br />
kanalı üyeleri Fırat Sobutay, Melih Abuaf ve Alper<br />
Rende, bir de kedileri İzzet’in miyavlamalarıyla dahil olduğu<br />
3 kasımda vizyona giren yeni filmleri Oha diyorum hakkında<br />
oldukça keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.<br />
EZGİ TANIR<br />
n Söyleşi yapacağımız<br />
yer olan mediakraft’a girmeden<br />
kapıdaki hayran<br />
yazılarından ekibin samimiyetini<br />
ve onları çok seveceğimi<br />
anladığım, enerjinin ve kahkahaların hiç<br />
bitmediği bir söyleşi gerçekleştirdik oha<br />
diyorum ekibiyle. Filme çok az kaldığı için<br />
heyecandan yerlerinde duramıyorlardı,<br />
sürekli “ne yapsak, hangi salonda izlesek,<br />
bakalım insanlar ne tepkiler veriyorlar,<br />
yorumlar ne” diye konuşup duruyorlardı.<br />
Gerçekten söyledikleri gibi şu aralar odak<br />
noktaları bu filmdi. Filmle, hayatlarıyla ve<br />
işleriyle ilgili tüm detayları öğrendiğimiz<br />
bu söyleşi için Sizlere keyifli okumalar..<br />
Öncelikle Youtube’dan bahsedersek.<br />
Kanalınızın ortaya çıkışı nasıl oldu?<br />
Melih: Mediakraft ismindeki şirketimizi;<br />
Ersan Özer, ben , Levent Gültan ve bir alman<br />
şirketiyle beraber 2013 yılı sonunda<br />
kurduk. 2014 haziran ayından itibaren de<br />
Youtube’a özel prodüksiyon yapıyoruz. En<br />
popülerleri; oha diyorum, yapyap ve oyun<br />
delisi olmakla beraber birkaç kanalımız<br />
var. Bu kanallar gerek abone sayıları, gerekse<br />
izlenme sayılarıyla Türkiye’nin en iyi<br />
kanalları arasında.<br />
Fırat ve Alper sizin ekibe dahil olma hikayenizden<br />
bahsedersek?<br />
Fırat: Ersan Özer’le yazdığı bir filmde<br />
oynadığım sırada tanıştık. Filmin çekimlerinden<br />
sonra bana ekibe dahil olmamı<br />
teklif etti ama 6 ay aramadı. ☺ O sırada<br />
başka işler de yapıyordum, aradığında ise<br />
hemen koştum geldim. İyiki de gelmişim.<br />
Bambaşka bir dünyayla tanıştım. Altın<br />
bilezik olayı vardır ya, youtube benim<br />
altın bileziklerimden biri oldu. Melih ve<br />
Ersan abiden çok fazla şey öğrendim.<br />
Alper: Mediakraft’a dahil olmadan önce<br />
ben de oyunculuk yapıyordum. Bir<br />
tanıdığımın vasıtasıyla Ersan abinin<br />
oyuncu aradığını duydum ve daha önce<br />
oynadığım şeylerden bir video gönderdim.<br />
Videodan sonra Ersan abi aradı.<br />
Önce bir videoya sonrasında ise ekibe<br />
dahil oldum.<br />
Oha diyorum filmi nasıl ortaya çıktı?<br />
Melih: Oha diyorum 3 senelik bir macera.<br />
Film aslında kafamızda hep vardı. Hatta<br />
2 sene önce de Fıratla bir film mi çeksek<br />
diye konuşmuştuk. Ekip böyle değildi ve<br />
şuan baktığımda film için en uygun zaman<br />
buymuş. Ersan abi “ben bir senaryo<br />
yazayım” dedi ve 2 ay kadar ortadan kayboldu.<br />
Sonra, “senaryo hazır. Ne zaman<br />
çekiyoruz? Ağustosta mı çeksek? Hadi<br />
çekelim” derken bir baktık filmi çekmişiz.<br />
Senaryodan kısaca bahsedebilir miyiz?<br />
Alper: Film bir yol hikayesi. Fırat’ın<br />
kızının fotoğraflarının bulunduğu hard<br />
disk çalınıyor. Bu arada gerçekten Fırat’ın<br />
eşi ve kızı oynuyor filmde. Hep beraber<br />
o arabanın peşine düşüyoruz ve yolda<br />
başımıza birtakım olaylar geliyor.<br />
Peki karakterleriniz?<br />
Melih: Ben yine Melih’tim kendi karakterlerimizi<br />
oynadık.
Fırat: Oyunculukta kendini oynamak<br />
her zaman zordur ve bence biz zoru<br />
başardık. Bazı şeyleri abartman gerekiyor.<br />
Ben Fırat’ı oynuyorum ama<br />
tamamen kendi cümlelerim değil, her<br />
ne kadar Ersan abi bizi tanısa, bizim<br />
kurduğumuz cümlelerle senaryoyu<br />
yazsa da sinemasal metin bambaşka<br />
bir şey. Eğlendirmek için bazı şeyleri<br />
abartman ama bunu ayarında yapman<br />
gerekiyor. Neyse ki içimize sinmeyen bir<br />
şey olmadı. İzleyiciler de sempatikliği<br />
yakalayacaktır. Bu arada sempatik<br />
olduğumu da belirtelim ☺<br />
Alper: Evet kendimizi oynuyoruz Fırat’ın<br />
da dediği gibi sadece biraz abarttık.<br />
Mesela beni zaten saf bulurlar ama<br />
filmde saflığı biraz daha abarttık.<br />
Set sizce nasıl geçti?<br />
Melih: Youtube için fikir bulmak dahil her<br />
şeyi kendimiz yaptığımız için filmin rahat<br />
olduğu noktalar çoktu. Sette sistematik<br />
bir program var ve sağolsunlar bize çok<br />
iyi baktılar. Kostümle, sanat ekibiyle<br />
tanışmak çok güzeldi. Onlardan çok şey<br />
öğrendim. Karavanımız vardı. 1950 model<br />
motor kullandım. Onunla kaza yaptık.<br />
☺<br />
Alper: Motorun yanında sepet vardı. Melih<br />
o sepeti var olarak düşünmüyordu ve<br />
Fırat’ın kafayı sağa sola vura vura gittik<br />
☺<br />
Fırat: Melih’in söylediklerinin üstüne<br />
ekleyeceğimiz pek de bir şey yok.<br />
Söylediğimiz gibi bir yol filmi olduğu<br />
için totalde 1200 km yol gittik ve filmden<br />
sonra büst gibi gezdim. Boynumdan<br />
aşağısı bembeyaz yukarısı simsiyahtı :)<br />
Youtube dışında neler yapıyorsunuz?<br />
Melih: Ben içerik üretmek, yeni fikirler<br />
bulmak adına full time buradayım. Her<br />
gün Ohadiyorum’a 1, Yapyap’a 1 olmak<br />
üzere – ki bu sayı filmden önce ikiydi- en<br />
az 2 video giriliyor burada. Bu ciddi bir<br />
prodüksiyon ve her gün için yeni fikirler<br />
demek. Biz bir prodüksiyon şirketiyiz<br />
sadece bunu televizyona değil youtube’a<br />
yapıyoruz.<br />
Alper: Benim bir müzik grubum var.<br />
Elimizden geldiğince müzik yapıyoruz.<br />
Bu sene şarkılarımızı çıkartmayı<br />
düşünüyoruz. Bir yandan tiyatro eğitimi<br />
alıyorum, spor yapıyorum. Bu aralar kendime<br />
yatırım yapıyorum yani.<br />
Fırat: Elimden geldiğince aileme vakit<br />
ayırmaya çalışıyorum. Şu an hepimizin<br />
odak noktası; filmimiz. Ben bir<br />
evleneceğim, bir kızımın doğacağı dönem<br />
böyle heyecanlanmıştım. Şimdi film için<br />
aynı heyecanları yaşıyorum. Bu film bizim<br />
çocuğumuz gibi. Bu cümleyi söylemezsek<br />
içimizde kalırdı ☺ İnşallah insanlar eğlenir<br />
ve devamı gelir.<br />
Melih, kanalınızın içeriklerini üreten<br />
biri olarak senaryoda içine sinmeyen,<br />
değiştirmek istediğin yerler oldu mu?<br />
Meilh: Ersan abi bizi çok iyi tanıdığı<br />
için çok iyi bir iş çıkarttı. Bazı noktaları<br />
doğaçlamaya açık tuttu. Bu da bizim<br />
kendi esprilerimize alan sağladı. Keşke<br />
böyle olsa dediğim bir şey olmadı film<br />
süresince.<br />
Bundan sonrası için planlarınız neler?<br />
Alper: Ben elimden geldiğince oyunculuk<br />
yapmaya çalışıyorum.<br />
Fırat: Dizi ve film tekliflerine açıksın yani<br />
Alper ☺<br />
Alper: Evet açığım ☺ Onun dışında Mediakraft<br />
çatısı altında olmayı çok seviyorum.<br />
Burada iş yapıyor gibi değilim çok<br />
eğleniyorum.<br />
Melih: Ohh ne güzel ben baya iş yapıyor<br />
gibiyim ☺ Hepimizde çok tatlı bir yorgunluk<br />
var. Filmin promosyonu için başka<br />
youtuber arkadaşlarımıza, farklı şehirlere<br />
de gittik bizi kanallarına konuk aldılar.<br />
Bizi konuk alan arkadaşlarımıza da çok<br />
teşekkür ederiz.<br />
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey<br />
var mı?<br />
Melih: Sadık bir izleyici kitlemiz var.<br />
Onların beğeneceğini düşünüyoruz. Bu<br />
kitlenin dışına çıkıp onların da beğenisini<br />
kazanırsak ne mutlu bize.
MOTTOSU HALK<br />
FAİLİ MEÇHUL<br />
PINAR KARAHAN<br />
n Türk edebiyatında<br />
toplumsal sorunlara<br />
eğilen<br />
yazarların başında<br />
gelen, 1948’de 41<br />
yaşındayken faili<br />
meçhul bir cinayete<br />
kurban giden Sabahattin<br />
Ali’nin hayatı ‘Sabah Yıldızı:<br />
Sabahattin Ali’ adıyla belgeselleştirildi.<br />
2012 yılında vizyona giren yapım, Ali’nin<br />
doğumunun 110. yıl dönümü nedeniyle 10<br />
Kasım’da tekrar beyazperdede sinemaseverlerle<br />
buluşacak<br />
Türk edebiyatında toplumsal sorunlara<br />
en çok eğilen yazar ve şair Sabahattin<br />
Ali eserlerinde; taşra hayatını, köylüyü,<br />
köy yaşamını, dara düşenleri, kasabalıyı,<br />
haksızlığa uğrayanları anlatır. Ali’nin<br />
kendi trajik yaşam öyküsü ‘Sabah Yıldızı:<br />
Sabahattin Ali’ adıyla belgeselleştirildi.<br />
Metin Avdaç’ın yönetmenliğini ve<br />
yapımcılığını yaptığı yaklaşık 2 saatlik<br />
belgeselin çekimleri Almanya, Bulgaristan<br />
ve Türkiye’de gerçekleştirildi.<br />
Yapımda, Ali’nin edebiyatçı kimliğinin yanı<br />
sıra dönemin sosyo-politik dinamikleri,<br />
aşkları, fikirleri ve faili meçhul ölümü<br />
ayrıntılarıyla ele alındı.<br />
Türkiye’nin çalkantılı dönemlerine, faili<br />
meçhullere ve Cumartesi annelerine kadar<br />
gönderme yapan Avdaç, Sabahattin<br />
Ali’yi “Benim için, bu ülkenin insanının<br />
aydınlanmasını, özgürlüğünü ve ülkenin<br />
bağımsızlığını istediği için katledilmiş bir<br />
kahraman. Sabahattin Ali’nin edebiyatçı<br />
Türk edebiyatında toplumsal<br />
sorunlara eğilen yazarların<br />
başında gelen, 1948’de 41<br />
yaşındayken faili meçhul<br />
bir cinayete kurban giden<br />
Sabahattin Ali’nin hayatı<br />
‘Sabah Yıldızı:<br />
Sabahattin Ali’ adıyla<br />
belgeselleştirildi.
yönü ve siyasal duruşu iki yönü de<br />
etkilemiştir beni. Sabahattin Ali’nin cesur<br />
yazıları çok etkilemiştir. Bugün bu kadar<br />
sert yazıları yazacak pek yazar göremiyorum.<br />
Cesur kalemi vardı” diye anlatıyor.<br />
2012 yılında vizyona giren yapım, Ali’nin<br />
doğumunun 110. yıl dönümü nedeniyle 10<br />
Kasım’da tekrar izleyici ile buluşuyor.<br />
Onu sarsmak mümkün müydü?<br />
Bir adam düşünün...<br />
Çok sevdiği ülkesinden kaçmak zorunda<br />
kaldığında çantasında sadece Balzac ve<br />
Puşkin’den birer roman, saat, gözlük ve<br />
eşinin fotoğrafı vardı.<br />
Belki biraz kırgın, biraz da umutsuzdu<br />
ama şaşkın değildi. Ya da kızgın. ‘Kürk<br />
Mantolu Madonna’ kitabında yazdığı<br />
gibi “Etrafını bu kadar iyi tanıyan,<br />
karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve<br />
açık gören bir insanın heyecanlanmasına<br />
ve herhangi bir kimseye kızmasına imkan<br />
var mıydı?... Her şeye hazır bulunan ve<br />
kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı<br />
sarsmak mümkün müdür?”<br />
Bence değildi.<br />
Yaşadıkları ve gördükleri nedeniyle mutsuzdu.<br />
Ülke gerçekleri, hissettikleri onu<br />
yazmaya zorluyordu. Yalnızdı! Yazdıklarını<br />
istediği gibi yayınlayamıyordu. 41 yıllık<br />
hayatının bir kısmını askerlikle bir kısmını<br />
da cezaevinde geçirmişti. Kitaplara<br />
sığınmaktan başka çaresi yoktu işin<br />
doğrusu. Mutluluğu ancak böyle bulabiliyordu.<br />
Her şeye rağmen kısacık ömrüne 3 roman,<br />
10 öykü, 2 şiir kitabı ve 7 çeviri sığdırmayı<br />
da başardı.<br />
Ve eserleriyle Türk edebiyatına adını<br />
altın harflerle yazdırıp belki de tüm<br />
yaşadıklarının intikamını da o çok sevdiği<br />
edebiyatla aldı.<br />
Cezaevinden askere Sabahattin Ali...<br />
25 Şubat 1907’de Edirne’de doğdu.<br />
Piyade yüzbaşı babasının görevi nedeniyle<br />
sık sık oturdukları şehir değişti. Farklı<br />
farklı okullara gitmek zorunda kaldı.<br />
Ülke işgal altındaydı, zor dönemlerdi ama
okumaya kararlıydı.<br />
Önce Balıkesir, ardından İstanbul<br />
Öğretmen Okulu’na gitti. Bitirir bitirmez<br />
Yozgat’a öğretmen oldu.<br />
Ne var ki yaşadığı yerde yabancılık çekiyordu.<br />
“Yalnızlık asıl böyle kalabalık yerlerde<br />
belli oluyor” diyordu yazdığı mektuplarda.<br />
Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavı<br />
kazanıp Almanya’ya gitti. Döndüğünde<br />
Aydın ve Konya’da Almanca öğretmenliği<br />
yaptı.<br />
Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla<br />
tutuklandı, 1 yıl cezaevinde yattı.<br />
Çıktıktan sonra tekrar Bakanlık’ta<br />
çalışmaya başladı.<br />
1935’te evlendi, 36’da askere alındı ve<br />
37’de kızı Filiz Ali doğdu.<br />
İlk kitabı ‘Kuyucaklı Yusuf’ 1937’de<br />
yayımlandı. Toplumsal sorunları ele alan<br />
kitabı çok eleştirildi, toplatıldı ve mahkemeye<br />
verildi.<br />
Ali, olayların hemen ardından tekrar askere<br />
alındı.<br />
İkinci kez askerlik görevini bitirdikten<br />
sonra Ankara Devlet Konservatuarı’nda<br />
Almanca öğretmenliği yapmaya başladı.<br />
Devlet dairelerinde yaşanan yozluğu<br />
ve aydınların gerçek yüzlerini anlattığı<br />
‘İçimizdeki Şeytan’ kitabı 1940 yılında<br />
yayımlandı.<br />
Faşist fikirlere sahip kişilerin tepkisini<br />
çekti, tehditler aldı, işinden kovuldu.<br />
İstanbul’un yolunu tuttu, burada gazetecilik<br />
yapmaya başladı.<br />
Herkes tarafından tanınmasını sağlayan,<br />
günümüzde bile ‘Çok Satanlar’ listesinin ilk<br />
10’unda kendine yer bulan ‘Kürk Mantolu<br />
Madonna’yı 1943’te yayımladı: “Dünyanın<br />
en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı<br />
bile, insanı hayretten hayrete düşürecek<br />
ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!”<br />
diyerek etrafımızdaki insanlara karşı tüm<br />
ön yargılarımızı alaşağı eden cümleyi kuran<br />
Ali, kitabında Almanya’ya çalışmaya giden<br />
genç Raif ve Maria Puder’in tutkulu aşkını<br />
anlattı.<br />
O sıralarda Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin ile<br />
birlikte mizah gazetesi ‘Markopaşa’yı<br />
yayınlamaya başladı.<br />
Bir yazısı nedeniyle tekrar cezaevine girip<br />
çıktıktan sonra artık dayanamayacağını<br />
düşünüp yurt dışına gitmeye karar verdi.<br />
Pasaport çıkartamayınca da kaçmaktan<br />
başka çaresi kalmadı.<br />
2 Nisan 1948’de Bulgaristan’a kaçmaya<br />
çalışırken Kırklareli’nde faili meçhul bir<br />
cinayete kurban gitti.<br />
Şiirleri şarkı oldu, yazdıkları ders<br />
konularına girdi. 41 yıllık yaşamdan<br />
geriye, onu her daim yaşatacak eserleri<br />
kaldı. ‘Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali’ belgeseli<br />
de Ali’nin bu yaşamını özetleyen bir<br />
çalışma...
EVDEN UZAKTA<br />
ADALET PEŞİNDE<br />
Uluslararası oyuncuların<br />
yıldızları ilk parlamaya<br />
başladığında yapım şirketleri<br />
farklı bir ülkeden gelen bu<br />
oyuncuların projelerinde<br />
nasıl yer alabileceğini planlamaya<br />
başlarlar. Jackie Chan<br />
bu evreleri başarıyla atlatmış<br />
bir oyuncu. Vizyona giren The<br />
Foreigner ile bu tür filmleri<br />
bir hatırlayalım dedik.<br />
HAKTAN KAAN İÇEL<br />
n Uluslararası<br />
oyuncuların yıldızları<br />
ilk parlamaya<br />
başladığında yapım<br />
şirketleri farklı bir<br />
ülkeden gelen bu<br />
oyuncuların projelerinde<br />
nasıl yer<br />
alabileceğini planlamaya<br />
başlarlar. Kimisi başrole üst<br />
düzey oyuncular yerleştirdikten sonra<br />
diğer uluslararası oyuncuları yan karakter<br />
olarak hikayeye dahil etmek ister. Bu yöntemi<br />
daha çok Hollywood’un kullandığı<br />
söylenebilir. Bir diğer yol ise başarılı bir<br />
Hollywood ya da Avrupalı oyuncu başrole<br />
yerleştirilir ve egzotik iklimlerde yer<br />
alırlar. Uzakdoğu ya da Avrupa pazarı bu<br />
tip ortak yapımlara açık bir durumdadır.<br />
Hollywood’un tek adam projelerini hiç<br />
saymıyorum bile.
Bu ay vizyona giren yeni Jackie Chan<br />
filmi “The Foreigner” ile bu tip projeleri<br />
hatırlayalım istedim. The Foreigner’da<br />
Jackie Chan kızı yabancı bir ülkedeyken<br />
bir terör eyleminde ölen acılı babayı<br />
oynuyor. Ancak Quan Ngoc Minh isimli<br />
baba, kızını öldürenleri bulmaya kararlıdır.<br />
Bu yüzden de yabancı olduğu bir ülkede<br />
adalet arayışına geçer. Bürokratik<br />
engeller ve örtbas edilen gizli dosyların<br />
varlığıyla birlikte bu durum kişisel bir<br />
savaşa dönüşür. Jackie Chan’i her zaman<br />
alıştığımız komedi – aksiyonlarda görmek<br />
yerine bu sefer adalet isteyen bir babanın<br />
dramında izleme şansı elde edeceğiz.<br />
Bu film vesilesiyle yakın dönemde<br />
izleme şansı bulduğumuz gurbette adalet<br />
arayışına giren karakterlerin filmlerine göz<br />
atmamızda yarar olduğunu düşündüm. Bu<br />
maksatla ilk akla gelen bazı filmleri listeye<br />
almaya uygun gördüm.<br />
RUSH HOUR SERİSİ (1998 – 2001 – 2007)<br />
Bu filmi dahil etmek istemiyordum<br />
ama Jackie Chan’ın filminden<br />
ilham aldığımız için listeye<br />
dahil etmeye karar verdim.<br />
Rush Hour serisinde bir Çinli<br />
polis ve bir ABD’li polisin birlik<br />
olarak ülkelerindeki barışı<br />
sağlama çalışmalarını görüyorduk.<br />
Uyuşturucu çeteleri,<br />
gangsterler, suçlulara karşı bir<br />
yandan aksiyon, bir yandan da komedi<br />
sinemasının birleşimiyle eğlenceli üç<br />
film ortaya çıkmıştı. Chris Tucker ve<br />
Jackie Chan uyumlu bir ikili olmaları<br />
sebebiyle Hollywood’da gişe anlamında<br />
cepleri doldurmuşlardı. Hatta dördüncü<br />
filmin yapımı için görüşmeler günümüzde<br />
yeniden canlanmış gibi görünüyor.<br />
Jackie Chan’in ABD’de, Chris Tucker’ın<br />
ise Çin’de adalet aramalarından<br />
dolayı listede yer vermenin normal<br />
olacağını düşündüm.<br />
SHANGHAI (2010)<br />
Çin – ABD ortak yapımı olan film<br />
1940’lı yıllarda casusların sürüyle
varlığını sürdürdüğü Çin’in Şangay<br />
şehrinde geçiyordu. John Cusack, Paul<br />
Saomes rolünde kumpasların, suikastlerin<br />
ve entrikaların hiç bitmediği bu şehirde<br />
adalet arayışında sırları aydınlatmaya<br />
çalışan idealist bir ajan rolündeydi. Li<br />
Gong, Chow Yun-Fat, Ken Watanabe<br />
gibi uzak doğunun gözde oyuncularıyla<br />
birlikte mahşer yerini andıran Şangay’ın<br />
sokaklarında kaosun içinde hayatta kalmaya<br />
çalışıyorlardı. Shanghai filmindeki<br />
Paul Saomes’in adalet arayışı kişisel<br />
intikamdan öte, adalet peşinde bir ajanın<br />
portresini sunuyordu.<br />
RED CORNER (1997)<br />
Richard Gere’in başrolünde<br />
yer aldığı 1997 yapımı olan<br />
Hollywood filmi, Çin’e iş için<br />
giden bir adamın cinayet<br />
suçlamasıyla karşı karşıya<br />
kalmasını anlatıyordu. Çinli bir<br />
avukatla, hiç tanımadığı bir ülkede<br />
masumiyetini ispatlamaya<br />
çalışan Jack Moore’un hikayesi dönemin<br />
ABD’sinin Çin’i kötüleme filmlerinden<br />
biri olarak yorumlanabilir. Çin filmde aşırı<br />
baskıcı ve kabus gibi bir yer olarak tasvir<br />
ediliyordu. Masumiyetini kanıtlayıp adaletin<br />
bulunması için çabalayan adamın<br />
hikayesi de tam da listemize uygun bir<br />
seçim gibi görünüyor.<br />
WASABİ (2001)<br />
Luc Besson’un popüler Leon serisinden<br />
sonra ününe ün katan Jean Reno için<br />
tasarlanan bu proje, bir nevi Japonya’da<br />
geçen Leon gibiydi. Karısının cenazesi<br />
için Japonya’ya gelen Hubert hiç<br />
beklemediği bir süprizle karşılaşıyordu.<br />
Bir kızının olduğunu öğrenen Hubert bu<br />
şoka alışamadan kızının Yakuza’nın gölgesi<br />
altında tehlikede olduğunu fark ediyordu.<br />
Böylece Jean Reno’nun canlandırdığı<br />
Hubert Fiorentini ortalığı toz<br />
dumana katarak Yakuza’yı<br />
çökertmeye çalışıyordu. Bir<br />
yandan da karısının şüpheli<br />
ölümünü inceleyip adaletin
peşinden koşturmayı sürdürüyordu.<br />
Not: Yine benzer bir hikayeye sahip ama<br />
bu sefer Güney Amerika’da geçen Le Jaguar<br />
filmi de farklı bir ülkede adalet arayışı<br />
konusu açısından dahil edilebilirdi. Ancak<br />
o filmde Paris de bolca kullanıldığından<br />
listeye dahil etmedim. Yine Jean Reno<br />
başroldeydi.<br />
KISS OF THE DRAGON (2001)<br />
Yine Luc Besson’un kaleminden<br />
ortaya çıkan Kiss of the Dragon,<br />
bu sefer Jet Li’nin başrole<br />
yerleştiği bir aksiyon filmi olarak<br />
dikkatleri çekiyordu. Paris’e<br />
çalışmak için gelen Liu Jian’ın bir<br />
sokak arasında karşılaştığı Jessica<br />
(Bridget Fonda) adlı fahişeye<br />
yardım etmek istemesi sonucunda başını<br />
Fransız mafyasıyla derde sokmasını konu<br />
ediniyordu. Çinli bir karakterin bilmediği<br />
bir coğrafyada adalet arayışına girdiği<br />
başarılı filmlerden biri olarak gösterilecek<br />
olan yapım, bolca dövüş sahnesinin<br />
üzerine sırtını dayıyordu. Not: Jet Li’nin<br />
Unleashed filmini de bu bağlamda dahil<br />
edebilirdik. Ancak bu filmde Jet Li sanki<br />
ABD’nin çoklu kültürel yapısının içinde bir<br />
karakter olarak gösterildiğinden gurbette<br />
bir yabancının adalet arayışına girdiği<br />
temasına uymuyordu.<br />
THE 13th WARRIOR (1999)<br />
Benzerine pek rastlamadığımız<br />
bu Hollywood filminde Antonio<br />
Banderas bir arap prensini<br />
canlandırıyordu. Bir diplomatik<br />
görev nedeniyle gittiği yerde<br />
Vikinglerle beraber korkunç<br />
katliamların olduğu bir olayı<br />
aydınlatmaya çalışıyorlardı. Vikinglerin<br />
arasında bir arabın varlığı dahi<br />
listenin içindeki ayrıksı profil olmayı hak<br />
ediyor. Karakterimiz farklı bir savaşın<br />
ortasında özgürlük ile adalet savaşı<br />
arasında bir yerde sıkışıp kalıyordu. Film<br />
ise doğu ile batı medeniyetlerinin sentezinin<br />
izleyiciler üzerinde farklı bir tat<br />
bırakacağının bir kanıtı gibiydi.
VENGEANCE (2009)<br />
Aksiyon sinemasının sıradışı<br />
yönetmenlerinden Johnnie To,<br />
Hong Kong’da kızı kiralık katillerden<br />
tarafından öldürülen<br />
bir adamın intikam hikayesine<br />
yoğunlaşıyordu. Fransız şarkıcı<br />
Johnny Hallyday’in başrolde<br />
yer aldığı film, hafıza kaybı<br />
sorunları yaşayan bir babanın aklı<br />
yerindeyken kızının intikamını almaya<br />
çalışmasını görsel olarak son derece<br />
estetik mizansenlerle seyirciye sunuyordu.<br />
2008 yılının en iyi filmlerinden<br />
biri olarak gösterilebilecek yapım,<br />
şiddet dozu yüksek bir film olmasından<br />
dolayı kimi yerlerde 18 yaş sınırına<br />
takıldı. Filmin konusunun Şener Şen’in<br />
Kabadayı filmiyle akrabalık bağları<br />
olduğunu bir kenara not edelim.<br />
THE SALVATION (2014)<br />
1870’lerin Amerika’sında yeni bir<br />
yaşam kurmak için ABD’ye<br />
Danimarkalı göçmenlerin<br />
yaşadıkları bir olay sonrasında<br />
ailesi dağılır. Karısı tecavüze<br />
uğrayan ve çocuğu öldürülen<br />
Jon Jensen de adaleti intikamda<br />
bulur. Jon Jensen<br />
rolünde Mads Mikkelsen<br />
soğukkanlı ve olabildiğince<br />
mimiksiz oyunculuğuyla bir westernin<br />
içinde suçluların peşine düşer. Birkaç<br />
Danimarkalı oyuncuyu daha kadrosunda<br />
bulunduran The Salvation, tipik<br />
bir western örneği olarak bir yere kadar<br />
takdir edilebilir. Hikayesi çok klişe<br />
olduğundan dolayı pek tantana koparmasa<br />
da listemizin kurallarına birebir<br />
oturan unsurlarıyla listede yer almayı<br />
başardı.<br />
THE LAST SAMURAI (2003)<br />
Amerikalı askeri danışmanın Japon<br />
kültürüyle tanışması sonucunda<br />
Samurayların adalet savaşına dahil<br />
olmasını anlatan The Last Samurai,<br />
döneminin öncü filmlerinden biri
olmuştu. Tom Cruise’un Nathan<br />
Algren karakterini canlandırdığı<br />
yapım dört dalda Oscar’a aday<br />
gösterilse de, hiçbir dalda<br />
ödülü kucaklayamamıştı. Yine<br />
de Japonya’da tek başına<br />
bir Amerikalı’nın mücadelesi,<br />
listenin koşulları için ideal<br />
görünüyor. Yönetmen Edward<br />
Zwick bu filmden sonra sürekli Oscar’ın<br />
radarına girse de bir türlü istediği<br />
patlamayı yapamamıştı. Bu yüzden de<br />
yönetmenin filmografisinde bu filmin özel<br />
yeri vardır.<br />
THE FOURTH STATE (2012)<br />
Alman bir gazetecinin<br />
Rus gizli servisiyle<br />
başını belaya sokmasını<br />
anlatan yapım, devlet<br />
politikasını eleştirirken<br />
özgür haberciliğin mümkün<br />
olup olmadığını<br />
irdeliyordu. Örtbas<br />
edilen ölümleri ortaya<br />
çıkartmaya çalışan idealist<br />
gazeteci rolünde ünlü Alman oyuncu<br />
Moritz Bleibtreu yer almıştı. Rus- Çeçen<br />
savaşına da göndermeler yapılıyordu. Bir<br />
anlamda Moskova’nın soğuk ikliminde<br />
gazetecilik vasıtasıyla yabancı bir ülkede<br />
adalet arayışına girişen bir Alman portresi<br />
liste için biçilmiş kaftan görünümündeydi.<br />
Son Not: Bu filmler dışında Christian<br />
Bale’in başrolünde oynadığı The Flowers<br />
of War filminde Çin’de bir Amerikalı rahip,<br />
Silence’da Japonya’da din yozlaşmasını<br />
anlatan ve bir nevi adalet arayışındaki rahip<br />
portreleri ve Güney Kore’nin bu seneki<br />
Oscar aday adayı filmi A Taxi Driver’da<br />
80’ olaylarının içinde adalet arayışında bir<br />
Alman gazeteci portresiyle Güney Kore’de<br />
bir Alman olarak listeye eklenebilecek<br />
yapımlar mevcuttu. Birbirlerine yakın<br />
temlar ve hikayeler olduğundan dolayı<br />
ektra olarak listeye dahil etmedim. Yine<br />
aklımızın köşesinde bir yerde durması için<br />
son notlara ekliyorum.
Uluslararası<br />
Boğaziçi Film<br />
Festivali beş<br />
yıl içinde köklü<br />
festivalleri<br />
kıskandıracak<br />
bir organizasyon<br />
yapıyor. Biz de<br />
teybimizi<br />
Festival Başkanı<br />
Ogün Şanlıer’e<br />
uzattık ve festivalin<br />
geleceğini sorduk...<br />
OGÜN<br />
ŞANLIER<br />
KISADAN UZUN BİR HİKA
SERDAR AKBIYIK<br />
n Ülkenin film festivalleriyle<br />
ilgili uzun zamandır müspet<br />
birşey yazamanın sıkıntısını<br />
çekiyorduk ki Boğaziçi<br />
Film Festivali gösterdiği filmler, uzun<br />
metrajın yanında kısa filme verdiği önem,<br />
kalburüstü sinemacıları konuk etmesiyle<br />
bizi bir nebze mutlu etti. Üstelik bu festivalin<br />
çok kısa süre içinde bunu başarması<br />
kendi adıma dikkat çekiciydi. Hem bu<br />
başarının sırlarını öğrenmek hem de bu<br />
hızla yükselen ivmenin nereye kadar<br />
gideceğini anlamak için Festival Başkanı<br />
Ogün Şanlıer’e sorularımızı yöneltmek iyi<br />
bir tercihti. Bakalım Ogün Şanlıer ve ekibinin<br />
başarısının sırrı neymiş?<br />
Boğaziçi Film Festivali’nin diğer festivallerden<br />
(İstanbul, Antalya, Adana) en<br />
önemli farkı nedir? Bu festivalin kurulma<br />
amacını anlatabilir misiniz?<br />
Öncelikle biz, yeni yetişecek olan, eline<br />
kamerayı almak isteyen, bu alana ilgi<br />
duyan genç sine-macılara destek olmak<br />
amacıyla yola çıktık. Dolayısıyla kısa<br />
filme ve kısa filmcilere destekler ver-dik,<br />
söyleşileri ve atölyelerimizi bu minvalde<br />
oluşturduk, hazırladık. Uluslararası kısa<br />
film yarışmamızı açtığımızda ise amacımız<br />
dünyanın en iyi festivallerinde gezen<br />
ve ödüller alan kısa filmcileri İstanbul’a<br />
getirerek onlarla Türkiye’deki kısa filmciler<br />
arasında bir etkileşim sağlamak, bir<br />
tanışıklık yaratmak ve motivasyonlarını<br />
arttırmaktı. Sonraki yıllarda uzun metraj<br />
yarışmalarımızı açmamızla birlikte<br />
bunu ulusal sinemamızın önemli isimleri<br />
ve yeni kuşak genç sinemacılar için<br />
de yapmak üzere çalışmaya başladık.<br />
Söylediğiniz festivallerden önemli<br />
farklarımızdan birisi de, Boğaziçi Film Festivali<br />
olarak ulusal sinemamıza elimizden<br />
geldiğince destek sağlamak üzere yola<br />
çıkmış olmamız diyebilirim. Diğer yandan<br />
da tabii ki biz, gerek programımızla, gerek<br />
söylemlerimiz ve attığımız adımlarla<br />
sadece dar bir izleyici kitlesine, belirli bir<br />
zümreye ya da sinema zevkine göre değil,<br />
toplumun her kesimine ve her türden<br />
filmlere ilgi duyan sinemaseverlere yönelik<br />
bir anlayışı benimsiyoruz. Tabii son olarak<br />
da tıpkı festivalimiz gibi genç bir ekibe<br />
sahibiz; ancak artık özellikle belirtmek<br />
isterim ki aynı zamanda da tecrübeli hale<br />
geldik. Heyecanımız, enerjimiz ve iştahlı<br />
ol-mamız da diğer festivallere göre bir<br />
farkımız diyebilirim.<br />
Beş yıllık geçmiş aslında bir festivalin<br />
olgunlaşması için kısa bir süre. Ama<br />
özellikle bu yıl hem konuklarınız hem<br />
etkinlikleriniz 10 yıllardır süren festivalleri<br />
kıskandıracak derecede. Bu başarının<br />
altında yatan sır nedir?<br />
Mükemmeliyetçi oluşumuz burada öne<br />
çıkıyor herhalde. Biz bir işi yaparken hep<br />
hakkını vermek üzere hareket ediyoruz.<br />
Ve en iyisi için çok çalışıyoruz. Bunu yanı<br />
sıra, kurumsal yapımız bizden daha eski<br />
festivallere göre oturmuş bir durumda.<br />
Eksiklerimiz var ama onları da hızlıca<br />
gidermeye çalışıyoruz. Bu kurumsal<br />
yapı ve profesyonel çalışma süreci bizi<br />
kısa bir sürede ileriye taşıdı diye-biliriz.<br />
Uluslararası Boğaziçi Film Festivali, 2-3 ay<br />
gibi kısa sürelerde değil 1 sene boyunca<br />
çalışılarak ortaya çıkarılan bir festival.<br />
Şimdi 5. festival bitince ufak bir tatil<br />
yaptıktan sonra 6.Uluslararası Boğaziçi<br />
Film Festivali için hemen hazırlıklar<br />
başlayacak. Sektörden aldığımız olumlu<br />
tepkiler de bizi ekip olarak festivali daha<br />
YE ÇIKARDILAR
da geliştirmek için motive ediyor. Hızlı ve<br />
biraz sabırsız olduğumuz da bir gerçek tabii.<br />
Bir an önce hedeflediğimiz yerlere ulaşmak<br />
ve yapmak istedik-lerimizi gerçekleştirmek<br />
amacındayız.<br />
2017 yılı içerisinde neredeyse en son yapılan<br />
festivalsiniz ama ulusal yarışmaya katılan<br />
8 filmin beşini diğer festivallerde görmedik.<br />
Yıllardır Türk sinema endüstrisinin bizim festival<br />
dünyamızı besleyemeyecek bir üretime<br />
sahip olduğu söylenir. Bu inanış mı yanlış,<br />
yoksa siz başka bir strateji mi geliştirdiniz?<br />
Bizim stratejimiz daha önce de söylediğim<br />
gibi ulusal sinemamızın kısa ya da uzun<br />
fark etmeksizin daha iyi ve çeşitli imkanlarla<br />
desteklenmesini sağlamak. Bunu ne<br />
kadar iyi yapabilirsek aslında kendimizi o<br />
kadar başarılı sayabiliriz. Festivallerin üretim<br />
süreçlerine katkıda bulunması yine festivallerin<br />
ulusal film gösterim sayılarını da<br />
arttırabilir aslında. Dolayısıyla festivallerin<br />
ulusal filmler tarafından beslenememesi<br />
gibi bir durum da olmaz. Kaldı ki bu filmlerin<br />
yaratıcı ekipleri, filmlerini festivalleri beslemek<br />
için üretmiyorlar, izleyici için üretiyorlar.<br />
Festivaller sadece bu filmlere yer ayırmakla<br />
ve çeşitli desteklerle motive etmekle yükümlü<br />
olabilir. Bizim yerli filmlerden prömiyer<br />
is-temiyor oluşumuz o filmleri bir kez daha<br />
İstanbul’da önemli salonlarda izleyeciyle<br />
buluşturmak isti-yor oluşumuzdan<br />
kaynaklanıyor. Yerli filmler için festivallerimizin<br />
prömiyer şartı koyması ya da bir<br />
festivalden ödül alan filmin diğer festivale<br />
girememesi gibi durumların da olmaması<br />
gerektiği ka-naatindeyiz. Festivallerde<br />
gösterilen filmlerin vizyon şanslarının yaver<br />
gitmediği de düşünüldüğünde onlara bu<br />
gösterim imkanlarını sunmak çok önemli ve<br />
festivallerin asıl görevi de budur.<br />
Bütün festivallerin başında Uluslararası<br />
yazar ama çok azı gerçekten bu nitelemeyi<br />
hak eder. Boğaziçi Film Festivali’nde dikkat<br />
çekici olan her evresinde yetkin bir yabancı<br />
uzmanın yer alması. Bu organizasyon nasıl<br />
başarıldı?<br />
Dediğiniz gibi biz sadece ‘uluslararası’<br />
yazıp içini boş bırakmak istemedik. Geçmiş<br />
yıllarımızda Ivana Chubbuck, Susan Batson,<br />
Lorenzo Soria, Robert McKee gibi<br />
isimleri ağırladık, önemli yönetmenler<br />
ve konuklarımız oldu, her sene ortalama<br />
olarak dünyanın hemen her ülkesinden<br />
3.500 tane başvuru alıyoruz. Uluslararası<br />
yarışmalarımızın hepsinin yönetmenleri<br />
ve film ekipleri festivale tam kadro olarak<br />
katılıyorlar. Yani yarışmada filmi var ama film<br />
ekibi festivale gelmemiş gibi bir du-rum biz<br />
de henüz olmadı. Bu sene de zaten hem kısa<br />
hem uzun uluslararası yarışma filmlerinin<br />
hepsi Türkiye prömiyerlerini festivalimizde<br />
yapıyorlar. Tüm filmlerin ekiplerini ağırlıyor<br />
olacağız. Bunların arasında Majid Majidi<br />
gibi, Parviz Shahbazi, George Ovashvili gibi<br />
tanıdık ve ünlü yönet-menler de var.<br />
Yabancı konuk denildiğinde, Van Damme,<br />
Michael Madsen, Lindsay Lohan gibi biraz<br />
çaptan düşmüş isimleri görmeye alışığız.<br />
Halbuki siz Bella Tarr’ı getirip bir de masterclass<br />
verdiriy-orsunuz. Bu isimleri seçme
kriteriniz nedir. Ve perde arkasında bu<br />
politikayı hayata geçiren kimdir?<br />
Biz dünyada kendini kabul ettirmiş, önemli<br />
işlere imza atmış ve bu alanda bir otorite<br />
olmuş isimleri getirmek istiyoruz.<br />
Ekibimizde aslında festivallerde sürekli<br />
çalışan isimler yok, sektörün içinde aktif<br />
olarak çalışan yapımcı, yönetmen, senarist,<br />
görüntü yönetmeni, oyuncu arkadaşlarımız<br />
var. Bu arkadaşlarımızın hepsinin farklı<br />
estetik anlayışları ve sinemaya dair farklı<br />
beğenileri var. Ekip olarak herkesin önerilerini<br />
ve düşüncelerini tartışıp, ortak kararlar<br />
alıyoruz. Ve tüm ekip bu kararların uygulanması<br />
aşamasında kendisine düşen görevi<br />
yerine getiriyor. Geçen sene Robert McKee<br />
ile senar-istlere, oyunculara, dizi sektörüne<br />
daha fazla hitap eden bir isim getirmiştik.<br />
Bu sene de daha kişisel bir sineması olan,<br />
sanat sineması da diyebileceğimiz türün en<br />
önemli en yetkin isimlerinden birisini Béla<br />
Tarr’ı getiriyoruz ve dediğiniz gibi herkese<br />
açık ücretsiz de bir masterclass verecek.<br />
Biz bu büyük isimleri getirirken de bizim<br />
sinemacılarımızın ve ileride sinema yapmak<br />
isteyenlerin faydalanması amacını<br />
güdüyoruz. Sinema alanında yetkin bir eser<br />
verebilmek de sonuçta 100 yaşını geçmiş<br />
bir sanat dalının geride bıraktığı külliyata en<br />
üst seviyede hakim olmak ile müm-kündür.<br />
Bu külliyata katkıda bulunmak ve daha da<br />
geliştirmek ancak bununla mümkündür. Bu<br />
coğrafyanın hikayelerini etkili bir sinema<br />
diliyle anlatabilmek de ancak böyle mümkün<br />
olabilir diye düşünüyoruz. Türk sinemasının<br />
dünyada adından söz ettirmesi ve yerini<br />
daha da yükseklerde konumlandırması için<br />
bu tarz isimlerden faydalanmak çok önemli.<br />
Bosphorus Film Lab gibi çok önemli bir yola<br />
girdiniz. Bunun benzerini Antalya ilk önce<br />
Filmmarketing ile yapmaya çalıştı, yönetim<br />
değişikliği yüzünden iptal oldu. Daha sonra<br />
Film Forum adı altında ikinci bir tecrübe<br />
yaşadık, burada da ulusal yarışma kaldırılıp<br />
kaynakların Film Foruma aktarılmasıyla<br />
karşılaştık. Bu iş bu kadar zorken siz Bosphorus<br />
Film Lab’ın geleceği için ne söylersiniz?<br />
Bosphorus Film Lab gibi bir endüstri bölümünün<br />
henüz 5. yılını geride bırakmaya<br />
hazırlanan bir festival için zor olacağının<br />
farkındaydık. Ancak biz geçen sene aslında<br />
bu bölüm ile ilgili bir adım atmıştık. Yapım<br />
Destek Platformu adı altında TRT’nin<br />
de destekleriyle bir bölüm açmıştık. Ancak<br />
orada sadece Pitching, yani senaryo<br />
aşamasındaki projeler için bir bölüm vardı.<br />
Bu sene daha iyi çalışarak hem ismimizi<br />
Bosphorus Film Lab olarak değiştirdik,<br />
hem de Pitching bölümünün yanı sıra<br />
kapsamımızı genişleterek Work in Progress<br />
bölümünü de açtık. Bosphorus Film<br />
Lab’de eğitim-ler, workshoplar, söyleşiler ile<br />
dolu dolu bir program hazırladık. Bunların<br />
yanı sıra ödüller de var, TRT bize bu konuda<br />
büyük destek oluyor. Bosphorus Film<br />
Lab’de TRT ile kurumsal iş ortaklığımız<br />
var, yine Digiflame destekleriyle yanımızda<br />
yer alıyor, tabi ki T.C. Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığı’nın yeri çok ayrı bu konuda, hep-
hepsine ayrı ayrı teşekkür ederiz.<br />
Bosphorus Film Lab’in geleceğine<br />
dair planlarımız içerisinde öncelikle<br />
mevcut bölümleri geliştirmek,<br />
daha fazla projeyi kabul edebilmek<br />
ve destekleri çeşitlendirmek<br />
olacaktır. Ancak sonraki planımız<br />
tıpkı yarışmalarda olduğu gibi<br />
Bos-phorus Film Lab çatısı<br />
altında da uluslararası projeleri<br />
görmek istiyoruz. Önemli projeleri,<br />
yönet-menleri ve yapımcılarını<br />
da buraya getirip özellikle Türk<br />
yapımcılarının ortak yapım<br />
imkanlarını geliştirmek gibi fikirlerimiz<br />
var. Uzun gelecek için ise<br />
hedefimiz İstanbul’da bizlere<br />
yakışan güçlü bir Film Market’i<br />
artık ortaya koyabilmek ve bunu<br />
hakkıyla yapabilmek.<br />
Bütün festivallerde para ödülleri<br />
azaltılıp, hatta iptal edilirken siz<br />
bırakın uzun metrajı kısa filmciler<br />
için bile büyük ödüller koydunuz.<br />
Bunu nasıl başardınız? Buradaki<br />
stratejiniz nedir?<br />
Her festivalin bir kısa film bölümü<br />
olur ama neredeyse üvey evlattır.<br />
Yani olsun diye çoğunlukla yapılır.<br />
Ne bu kısa filmcilerin yönetmenleri<br />
ne de oyuncuları bir endüstri<br />
içinde olduklarını hissettirmez.<br />
Boğaziçi Film Festivali’ndeyse<br />
daha tanıtım aşamasında kısa<br />
filme verilen önem belli oluyor. Bu<br />
değişik durumun sebebini bizle<br />
paylaşır mısınız?<br />
Evet, biz kısa filme gerçekten<br />
önem veriyoruz, destek veriyoruz<br />
ve böyle de devam edeceğiz.<br />
Ödül konusunda ise sizin de<br />
söylediğiniz gibi, Van Damme<br />
gibi gözden düşmüş isimlere<br />
ayıracağımız bütçeyi kısa filmcilere<br />
ayırmayı tercih ediyoruz. Ya<br />
da bir şarkıcıya konser vermesi<br />
için yapacağımız masrafı ödüller<br />
için değerlendirmeyi daha doğru<br />
buluyoruz. Ödülleri yüksek tutma-
ya çalışıyoruz; çünkü gerçekten bir<br />
sonraki filmlerinde kullanabilecekleri<br />
bir para ellerine geçsin istiyoruz. Bunun<br />
dışında biz kısa filmcileri de festivalimizde<br />
en iyi şekilde ağırlıyoruz,<br />
onlara da tıpkı uzun metraj filmlere<br />
ödediğimiz gibi az da olsa bir<br />
gösterim ücreti ödüyoruz ve filmlerini<br />
en iyi seanslarda en iyi sa-lonlarda<br />
gösterip soru-cevap yapmalarını da<br />
sağlıyoruz. İstanbul Medya Akademisi<br />
olarak yıl bo-yunca eğitimler veriyoruz.<br />
TRT Okul kanalı ile yaptığımız bir<br />
program var, ‘Kısa Film Akademisi’<br />
adını taşıyan… Bu program dahilinde<br />
bir çok kısa filme 5.000 TL destek<br />
vererek onlara katkıda bu-lunduk. Ortaya<br />
çıkan filmleri de hem TRT Okul<br />
kanalındaki programda yayınladık,<br />
hem yönetmen-leri ile söyleşiler<br />
yaptık, hem de bu filmlerden oluşan<br />
bir bölümü Uluslararası Boğaziçi<br />
Film Festivali programında yer vererek<br />
İstanbul Medya Akademisi Genç<br />
Yetenek Ödülü için yarışmalarını ve<br />
görücüye çıkmalarını sağladık. Biz<br />
kısa filmcilerle büyümeyi tercih ettik,<br />
onlar da şimdi yeni yeni uzun metraj<br />
filmler çekmeye de başladılar, biz<br />
onları onlar da bizi destekliyor, besliyor<br />
bu durum-dan da çok memnunuz.<br />
Daha önce söylediğimiz gibi son iki<br />
yılda festivalin gelişimi gözle görülecek<br />
bir şekilde ileri gitmiş durumda.<br />
Bu ivmeyle önümüzdeki yıl için bizi<br />
ne gibi sürprizler bekler. Hedefiniz<br />
nel-erdir?<br />
Logaritmik bir hızlanma içerisindeyiz.<br />
Her sene festivalimiz daha<br />
da ilgi uyandırıyor. Hem ulusal<br />
sinemacılarımız hem de uluslararası<br />
sinema çevrelerinden çok iyi tepkiler<br />
alıyoruz. Gelecek yıl için de bu<br />
seneden daha iyi bir festival sözü<br />
verebiliriz ama neler olacağı konusunda<br />
bir şeyler söyle-mek için<br />
hem çok erken hem de sürprizlerimizi<br />
bozmak istemeyiz.
SİNEMANIN<br />
DEDEKTİFLERİ<br />
ONUR KIRŞAVOĞLU<br />
n Doğu Ekspresi’nde<br />
Cinayet filminin yeni<br />
versiyonu, Kennet<br />
Branagh yorumuyla<br />
sinemalarımıza<br />
gelmek üzere.<br />
Hatta siz bu yazıyı<br />
okurken büyük ihtimalle<br />
de vizyonda olacaktır. Cinayet/<br />
polisiye romanlarının muhteşem yazarı<br />
Agatha Christie’nin elinden çıkma olan<br />
eser daha evvel birçok kez sinema ve TV<br />
dünyasına uyarlandı. Şu ana kadar en iyi<br />
uyarlamanın Sidney Lumet ustanın versiyonu<br />
olduğu da genelde kabul edilmektedir.<br />
Doğu Ekspresi’nin İstanbul yolculuğu<br />
sırasında yaşanan cinayet ve trende bulunan<br />
birbirinden farklı statüdeki insanların<br />
zanlı olduğu hikaye hem ilgi çekici hem<br />
de oldukça gerilimli. İzlerken merak unsurunun<br />
tavan yaptığı ve katili tahmin etme<br />
maratonuna dönüştüğü olaylar zincirinin<br />
başrolünde ise Dedektif Hercules<br />
Poirot var. Biz de bu ayki sayımızda bu<br />
filmden hareketle Poriot ve sinema – TV<br />
dünyasına mal olmuş ünlü dedektiflerin<br />
bazılarını hatırlayalım istedik. Elbette<br />
başlangıç Hercules Poirot.<br />
Titiz Dedektif: Hercules Poirot<br />
Agatha Christie’nin 30 küsür romanında<br />
ve daha çok sayıda kısa hikayesinde<br />
yer alan Poirot, kurgusal bir Belçikalı<br />
dedektiftir. Poirot diğer dedektiflerden<br />
farklı olarak düzen tutkunu bir karakterdir.<br />
Bu sayede de birçok davayı çözüme<br />
kavuşturur. Bunun yanı sıra ciddi, naif<br />
Bu ay vizyona giren Doğu<br />
Ekspresi’nde Cinayet filminin<br />
başrolünde Dedektif Hercules<br />
Poirot var. Biz de bu filmden<br />
hareketle Poriot ve sinema<br />
– TV dünyasına mal olmuş<br />
ünlü dedektiflerin bazılarını<br />
hatırlayalım istedik. Elbette<br />
başlangıç Hercules Poirot.
ve diksiyonu kuvvetli olan Poirot, acele<br />
etmeden yavaşça ilerleyerek cinayetleri<br />
çözmesini de bilir. En ince detaya kadar<br />
düşünür ve muhteşem hafızasıyla onları<br />
çabucak kurgular. Biraz ukala, itici ama<br />
yine de çekici bir yanı da olan dedektifin<br />
egoist tavrı da kendisine yardımcı olur.<br />
Sinema ve TV’de Poirot’yu Albert Finney,<br />
Ian Holm, Kennet Branagh, Alfred Molina<br />
ve David Suchet gibi ünlü oyuncular<br />
canlandırmıştır.<br />
Komik ve Dahi: Sherlock Holmes<br />
Artur Conan Doyle’un yarattığı Sherlock<br />
Holmes karakteri 1800’lü yılların sonunda<br />
ortaya çıkmıştır. Filmleri, kitapları, çizgi<br />
filmleri ve TV serileri olan Sherlock Holmes<br />
için en ünlü dedektif desek sanırım<br />
yanlış olmaz. Gazetede yayımlanan ilk<br />
dedektif öyküsü de ona aittir. Tümdengelim<br />
yöntemini muazzam uygular ve<br />
gözlem yeteneği harikadır. Sorular sorar,<br />
onları eldekilerle karşılaştırır ve kusursuz<br />
sonuca ulaşır. Bunun yanı sıra yaptığı<br />
deneyler ve ortaya çıkardığı verileri de<br />
araştırmalarında kullanır. Bu yönünü ise<br />
yazar Doyle’un Profesör Joseph Bell’den<br />
aldığı bilinmektedir. Kişisel özellikleri ise<br />
diğer dedektiflerden farklıdır. Eğlenceli,<br />
komik, ukala ve bazen fazla ciddiyetsiz<br />
olan Holmes, bu açıdan da yakınlık<br />
kurmayı başarıp olay çözümlemede bir<br />
bonus daha yaratır. Sherlock Holmes’un<br />
yüzlerce yayımlanan baskısı, onlarca filmi<br />
ve dizisi, hatta tiyatro oyuncu mevcuttur<br />
ve Holmes’e hayat veren aktör sayısı da<br />
bir hayli fazladır.
Zeki ve Dikkatli: Miss Marple<br />
Agatha Christie’nin romanlarında en çok<br />
yer verdiği karakterlerden biri de amatör<br />
dedektif Miss Marple’dır. Yaşı ilerlemiş<br />
olmasına rağmen çok zeki ve bir o kadar<br />
da hızlı düşünebilen bir karakter olan Miss<br />
Marple, insan ve insan doğası hakkındaki<br />
bilgilerini de araştırmalarında fazlasıyla<br />
kullanır. Hitabeti kuvvetli olan dedektifimiz<br />
mantık çerçevesinde çok hızlı kurgulamalar<br />
yaparak sonuca ulaşır. Mimik<br />
ve jestleri ise asla renk vermeyen ölçüde<br />
ayarlıdır. Miss Marple, sıradan, yaşlı bir ev<br />
hanımı görüntüsünün altında müthiş bir<br />
zekaya sahip ve çevik bir dedektiftir. Sinemaya<br />
birçok kez konuk olan Miss Marple’ı<br />
Margaret Rutherford, Angela Lansbury,<br />
Helen Hayes, Joan Hickson, Geraldine<br />
McEwan ve Julia McKenzie gibi oyuncular<br />
canlandırmıştır.<br />
Romantik ve Karizma: Philip Marlowe<br />
Raymond Chandler’ın<br />
yarattığı Dedektif<br />
Marlowe, sert ve<br />
karizma görünümün<br />
altında oldukça romantik,<br />
naif ve ahlaki<br />
değerlere sahip çıkan<br />
bir karakterdir. İlk<br />
olarak 1939’da The<br />
Big Sleep romanında<br />
ortaya çıkan karakter<br />
daha sonra sinema<br />
dünyasına da birçok<br />
kez uğramıştır. Satranca<br />
ve pipoya düşkün<br />
olan Marlowe, en çok<br />
prensip sahibi olan
ve onlara sıkı sıkıya bağlı dedektiflerden<br />
biridir. Bazı davalara bakmaz, arkadan iş<br />
çevirmez, üslubunu asla bozmaz, kendini<br />
her zaman ağırdan satar. Melankolik ve<br />
dürüst dedektif kalıplarını neredeyse ilk<br />
başlatan ve Humprey Bogart yorumuyla<br />
da bunu görsel olarak kalıplaştıran karakter<br />
de yine Marlowe’dan başkası değildir.<br />
Kendinden sonraki, edebiyat dışında özellikle<br />
Hollywood kara film türüne referans<br />
olmayı da başarmıştır. Humprey Bogarte,<br />
George Montgomery, James Garner, Robert<br />
Mitchum ve James Caan Marlowe’a<br />
hayat veren önemli aktörlerden bazılarıdır.<br />
Asi ve Kavgacı:<br />
Mike Hammer<br />
Ülkemizde<br />
Kemal Tahir<br />
çevirileriyle<br />
meşhur olan<br />
ve Frank Morrison<br />
Spillane’in<br />
kaleme aldığı<br />
Mike Hammer’ın<br />
maceralarının<br />
yaklaşık olarak<br />
250 farklı versiyonunun<br />
yayınlandığı düşünülmektedir.<br />
Oldukça asi olan. Kavgacı yanıyla tanınan<br />
Hammer, zekası, öngörüsü ve pes etmeyen<br />
yapısıyla bilinir ama dedektifler<br />
arasında en “aksiyon” karakterde kendisidir.<br />
Hammer hikayelerinde olay örgüsü<br />
birbirine çok benzer ama Hammer her<br />
seferinde farklı bir yakalamış gösterir<br />
ama mutlaka bir kovalamaca, bir aksiyon<br />
okuyucuyu/izleyiciyi beklemektedir.<br />
Sinemada çok başarılı örnekleri bulunmayan,<br />
birkaç filmle sınırlı bulunan Mike<br />
Hammer maceralarının en meşhuru TV<br />
dünyasından çıkmıştır. Ülkemizde de<br />
yıllarca büyük ilgi gören Stacy Keach’in<br />
başrolünü üstlendiği “Mayk Hammer” bu<br />
anlamda en önemli yapımdır. Hatta Kemal<br />
Sunal, özel kanalların devreye girdiği<br />
yıllarda “Bay Kamber1 adlı bir re-make<br />
denemesinde bile bulunmuştur.
En Komik Dedektif: Ace Ventura<br />
Bu kadar ciddi ve karizma dedektif<br />
üzerine komedi türünde bir karaterden<br />
de bahsetmek gerek. Jim Carrey’nin<br />
en formda olduğu dönemlerde iki tane<br />
çektiği Hayvan Dedektifi Ace Ventura<br />
büyük ilgi görmüş ve izleyenleri<br />
kahkahalara boğmuştu. 1994 ve 1995<br />
yıllarında peş peşe oynayan iki film,<br />
komedi türünün de iyileri arasında<br />
gösterilir. Daha sonra Ace Ventura<br />
karakterinin başka versiyonları ve<br />
başka mecralardaki sunumu da<br />
gerçekleşmiştir. Hayvansever olan,<br />
evinde çeşitli hayvanlarla yaşayan ve<br />
bazen onların yeminden bile yiyen,<br />
hayvan hakları savunucusu Ace Ventura,<br />
kaçırılan hayvanları bulmak konusunda<br />
da oldukça başarılıdır. Komik,<br />
sakar, eğlenceli, enerjik olan Ventura,<br />
komedi üzerinden izleyenlere hayvan<br />
sevgisi aşılamasıyla da önemli yer<br />
tutar.<br />
Bizden Biri: Behzat Ç.<br />
Edebiyat ve sinema tarihine dünya<br />
üzerinde etkisi olmuş isimlerden<br />
bahsettik. Kapanışı da bizden biriyle<br />
başkomiser Behzat’la yapalım. Türkiye<br />
TV tarihinin kimilerine göre en<br />
iyi işi olan Behzat Ç. Olay örgüsü,<br />
cinayetleri çözme biçimi, kadınları<br />
etkileyen karizması ve muhalif tavrıyla<br />
Tv tarihimize damga vurmuştur. 3<br />
sezon dizi ve 2 sinema filmi bulunan<br />
Behzat Ç.’nin geri dönme ihtimali de<br />
her zaman dillendirilmektedir. Emrah<br />
Serbes’in eserlerinden ve kaleminden<br />
çıkan, Serdar Akar’ın ilk iki sezonunu<br />
yönettiği yapımın elbette en önemli<br />
kozu muhteşem performansıyla diziye<br />
damga vuran Erdal Beşikçioğlu’dur.<br />
Yan karakterlerin de etkili bir biçimde<br />
oluşturulduğu yapımın müzikleri de<br />
yayınlandığı dönem en çok dinlenenler<br />
arasına girmiştir. Bir Ankara Polisiyesi<br />
olan Behzat Ç. yerel normlar<br />
anlamında da büyük öneme sahiptir.
NEREDE<br />
BELGESEL<br />
VAR<br />
SEMRA GÜZEL KORVER<br />
BELGESELCİ<br />
Şöyle bir sinema veya<br />
düzgün bir gösterim<br />
salonunda arkasına<br />
yaslanıp belgesel izlemek<br />
isteyenler için ne<br />
var ne yok diye bir göz<br />
attım.<br />
Şöyle bir sinema veya düzgün bir<br />
gösterim salonunda arkasına<br />
yaslanıp belgesel izlemek isteyenler<br />
için ne var ne yok diye bir göz attım.<br />
Kasım ayı göreceli olarak pek de fena<br />
sayılmaz belgesel severler için. Maalesef<br />
İstanbul ve İzmir ile sınırlı. Yaşadığınız<br />
yörede belgesele dair bir gösterim<br />
bulamazsanız, ille de belgesel izlerim<br />
diyenlerdenseniz siz zaten “a hiç haberim<br />
olmadı, doğru dürüst duyurmamışlar, her<br />
yerde duyursunlar canım” falan demeden<br />
kendi seansınızı kendiniz bir şekilde<br />
yaratırsınız.<br />
Büyük şehrin koşturmasında bir nefes<br />
alıp, hayatın ritmini biraz yavaşlatıp görelim,<br />
duyalım, soralım, düşünelim derseniz<br />
işte size birkaç alternatif:<br />
5. Boğaziçi Film Festivali 17-26 Kasım<br />
tarihlerinde izleyicisiyle buluşuyor. Ulusal<br />
ve uluslararası belgesel finalistlerinin<br />
yanı sıra, “Bi Dünya Belgesel” şeçkisi
kapsamında da belgesel filmlerle buluşma<br />
şansınız var. Ulusal kategoride; Ülkemden Uzakta,<br />
Yaban, Misafir, Menderes Kıyısında, Meftun,<br />
Kırmızı, Hekim, Gönüllü Yürekler. Uluslararsı<br />
kategoride: Street Of Death, Resonances, No Go<br />
Zone, Los Desheredados, Homeland, Greeting<br />
From Aleppo, Green Screen Gringo, Grandfather’s<br />
Father.<br />
Salt Galata’nın “Bu Son Şansımız mı?” etkinliği<br />
14-19 Kasım tarihlerinrde gerçekleşiyor. 2017<br />
Boon iklim değişikliği Konferansı’nı takiben, Thank<br />
you for the Rain (Yağmur için Teşekkürler) belgeselinin<br />
İstanbul’daki ilk gösterimiyle başlayan<br />
etkinlik programında, iklim değişikliğiyle paralel<br />
çevre sorunlarını inceleyen 8 belgesel yer alıyor<br />
: Thank you fort he Rain, Lüfer-Boğazın Prensi,<br />
Les Liberterres (Özgürlük için Topraklar), Waste<br />
Mandala (Çöp Mandala), Chasing Coral (Mercan<br />
Peşinde), The antropologist (antropologlar), The<br />
E-Waste Tragedy(E-Atık Felaketi), If a Tree Falls:<br />
A story of the Earth Liberation Front (Eğer Bir<br />
Ağaç Devrilirse: Yeryüzü Özgürlük Cephesinin<br />
Hikayesi.<br />
18. İzmir Kısa Film Festivali kapsamında 7-12<br />
Kasım tarihlerinde belgesel finalistlerini kalan<br />
izlemek mümkün. Balerinin Bir Günü, Aktör,<br />
228, Başka, Gözyaşı Yolu, Uzaktaki Kadın<br />
İzmirli belgesel tutkunlarını bekliyor.İFSAK ve<br />
Belgesel Sinemacılar<br />
Birliği’nin organize<br />
ettiği, yönetmenlerin<br />
katılımıyla<br />
gerçekleşen<br />
belgesel gösterimlerinin<br />
buluşma<br />
noktazı ise , her ayın<br />
son çarşambası<br />
İFSAK Nurettin Erkılıç<br />
Gösterim Salonu. 29<br />
Kasım Çarşambası<br />
Mustafa Ünlü’nün Ah<br />
belgeseli perdeye<br />
yansıyor.<br />
İyi seyirler.
GELMİŞ<br />
GEÇMİŞ<br />
EN İYİ<br />
BAŞAK BIÇAK<br />
KORKU<br />
FİLMİ<br />
SERİLERİ<br />
Bu ay vizyona giren<br />
ve Testere efsanesini<br />
canlandıran Testere:<br />
Jigsaw Efsanesi<br />
vesilesiyle, korku<br />
tarihinin mutlaka<br />
izlemeniz gereken<br />
serilerini listeledim…
n Bu ay vizyona giren ve Testere<br />
efsanesini canlandıran Testere:<br />
Jigsaw Efsanesi vesilesiyle,<br />
korku tarihinin mutlaka<br />
izlemeniz gereken serilerini<br />
listeledim…<br />
Halloween Serisi<br />
John Carpenter’ın yönettiği ve<br />
yine kendisinin bestelediği melodisiyle<br />
kültleşen Halloween<br />
(Yabancı), korku<br />
tarihinin en ünlü ve en<br />
kazançlı bağımsız filmlerinden<br />
biri olma özelliğini<br />
taşıyor. İlerleyen yıllarda<br />
farklı yönetmenler<br />
tarafından çekilen devam<br />
filmleriyle serileşen<br />
yapım, slasher filmlerinin<br />
geleneksel anlatılarını<br />
şekillendirdiği gibi, teen<br />
slasher alt türünün de<br />
öncüsü olarak kabul ediliyor.<br />
Yaşayan Ölülerin Gecesi Serisi<br />
George Romero’nun, 1968<br />
tarihinde ilk uzun metrajı<br />
Night of the Living Dead<br />
(Yaşayan Ölülerin Gecesi)<br />
ile başlayan başlattığı seri,<br />
kendisinin çektiği altı film ve<br />
yeniden çevrimlerle birlikte<br />
toplamda on filme ulaşarak<br />
büyük başarı kazandı. Bir<br />
grup insanın, hızla yayılan<br />
bir zombi felaketinden kurtulmaya<br />
çalışmasını konu<br />
edinen serinin ilk filmi, zombi<br />
kavramını daha önce beyazperdede<br />
görülmemiş bir biçimde anlatarak türe ilk<br />
şeklini veren yapım oldu.<br />
Üç Ana Efsanesi<br />
Giallo türünün<br />
ustalarından Dario<br />
Argento’nun, ilk doğaüstü<br />
çalışmaları olan Üç<br />
Ana Efsanesi, stilize<br />
Argento sinemasının<br />
en çarpıcı örneklerinin başında geliyor.<br />
Suspiria, Inferno ve La Terza Madre’den<br />
oluşan üçleme, Suspiria de Profundis<br />
isimli bir kitapta yer alan üç kız kardeş<br />
betimlemesinden esinle üç cadı efsanesini<br />
hikâyeleştirdi ve özellikle Suspiria ve<br />
Inferno ile korku sinemasına çok önemli iki<br />
film armağan etti.<br />
Phantasm Serisi<br />
Don Coscarelli’nin 1979<br />
yılında çektiği Phantasm<br />
(Manyak), küçük bütçesine<br />
rağmen kısa sürede<br />
kült film mertebesine erişti<br />
ve bununla kalmayıp üç<br />
devam filmiyle hikâyesini<br />
daha da sürreal bir şekle<br />
sokarak yönetmenin adını<br />
tüm dünyada duyurmayı<br />
başardı. Ülkemizde<br />
gösterime girmeyen Phantasm, A Nightmare<br />
on Elm Street başta olmak üzere<br />
türün önemli filmlerine zemin hazırladı.<br />
Friday The 13th<br />
İlk olarak 1980 yılında Sean<br />
S. Cunningham yönetiminde<br />
karşımıza çıkan ve yeniden<br />
çevrimleriyle birlikte toplamda<br />
on iki filme ulaşan<br />
Friday The 13th (13. Cuma),<br />
korku tarihinin en başarılı<br />
serilerinden biri olarak kabul<br />
ediliyor. Kamp personelinin<br />
ihmali sonucu ölen<br />
birinin, daha sonra lanetlenerek göldeki<br />
seri cinayetlere sebep olmasını anlatan<br />
serinin efsaneleşen karakteri Jason Voorhees,<br />
zaman içerisinde popüler kültür<br />
ürünü haline geldi…<br />
Evil Dead Serisi<br />
1981’de gösterime girdiğinde,<br />
kanın oluk oluk aktığı şiddet<br />
sahneleri ile izleyenlerini<br />
dehşete düşüren The Evil<br />
Dead (Şeytanın Ölüsü) filmi,<br />
yönetmen Sam Raimi’nin<br />
kariyerinin de başlangıcı oldu.
Parti yapmak için bir orman kulübesine<br />
giden beş arkadaşın kazayla karanlık<br />
güçleri serbest bırakmasını, şiddet ve<br />
mizahı harmanlayarak anlattığı için özellikle<br />
video piyasasında büyük bir üne<br />
kavuşan filme, pek çok uyarlama ve devam<br />
filmi geldi.<br />
A Nightmare On The Elm Street Serisi<br />
Wes Craven’in, gösterime<br />
girdiği 1984 yılında büyük<br />
bir başarı elde eden A Nightmare<br />
On The Elm Street<br />
filmi (Elm Sokağı Kâbusu),<br />
sekiz devam filmiyle korku<br />
türünün klasiklerinden<br />
birine dönüştü. Gençleri<br />
rüyalarında öldüren öteki<br />
dünyalı karakteri Freddy<br />
Krueger ki bu Craven’ı okul<br />
yıllarında döven serserilerden<br />
birinin ismiydi, kısa sürede korku<br />
sinemasının ikonik karakterleri arasında<br />
girdi.<br />
Hellraiser Serisi<br />
1987 yılında Clive Barker<br />
yönetiminde karşımıza<br />
çıktığı andan itibaren<br />
kendisine geniş bir hayran<br />
kitlesi edinen Hellraiser<br />
serisi, on filmle birlikte en<br />
çok devam filmi çekilen<br />
yapımlardan biri haline<br />
geldi. Bradley Doug’un<br />
canlandırdığı cehen-
nem zebanisi Pinhead, türün en popüler<br />
kahramanlarından biri sayılıyor.<br />
Scream Serisi<br />
90’lı yılların sonunda ağırlığı giderek azalan<br />
slasher türünü yeniden<br />
canlandıran ve yine Wes Craven<br />
imzası taşıyan Scream<br />
(Çığlık) serisi, kurbanlarını<br />
telefonla arayarak filmler<br />
hakkında soru soran maskeli<br />
bir katilin seri cinayetlerini<br />
ele alıyor. Wes Craven’in dört<br />
devam filmini de kendisinin<br />
çektiği seri, klasikleşmiş korku<br />
filmlerini tiye alan, göndermeler<br />
yapan yapısıyla çok sevilmiş; hatta<br />
kendisiyle dalga geçen parodilere dahi<br />
konu olmuştur.<br />
Çocuk Oyunu Serisi<br />
90’lı yılların unutulmaz korku filmi karakterlerinden<br />
olan ve oyuncak bebeklere<br />
bakışımızı değiştiren Çocuk Oyunu serisi<br />
(Child’s Play), nam-ı diğer Chucky serisi,<br />
Chucky isimli birinin ruhunu oyuncak bir<br />
bebeğe aktarmasıyla başlayan seri cinayetleri<br />
ele alıyor. Tom Holland’ın 1988 tarihli<br />
Child’s Play filmiyle başlayan seri, toplamda<br />
yedi filme ulaştı.<br />
Bonus: Poltergeist, Final<br />
Destination, REC, The<br />
Texas Chainsaw Massacre<br />
vb. seriler ile bilim kurgu<br />
klasiği olan fakat korku<br />
türüne de yaklaşan Alien<br />
serisi izlenebilir.
SERDAR AKBIYIK<br />
ÇOCUKLAR MİSAFİR DEĞİL<br />
EV SAHİBİDİR<br />
n Antalya Film Festivali bütün<br />
tartışmaları ve ödülleriyle bitti. Siyasi<br />
tartışmalara kurban edilen festivalin<br />
sinema tarafını biraz öne çekmek istiyorum.<br />
Göçmen temalı filmlerin çoğunlukta<br />
olduğu festivalde yarışan iki Türk<br />
filminden biri olan Misafir bizi hem<br />
üzdü hem de öfkemizi kabarttı.<br />
Hepimizin dün gibi aklında Aylan<br />
Bebek’in o hazin görüntüsü.<br />
Bu film sayesinde aklımda değil<br />
gözümün önünde belirdi yine. Andaç<br />
Haznedaroğlu’nun yönettiği<br />
filmde Suriye’de patlayan bombalar<br />
yüzünden anne babasını<br />
kaybeden iki küçük kardeşin<br />
mahalledeki komşularının yardımıyla<br />
Türkiye’ye gelip burada göçmen<br />
olarak yaşadıkları anlatılıyor. Hikayede<br />
çocukların başında olan genç kadın<br />
Meryem’i Ürdünlü sanatçı Saba Mubarak<br />
canlandırıyor. Filmde oynayan çocuklar<br />
gerçek hayatta da mülteciler. Yönetmen<br />
Haznedaroğlu uzun zaman bu çocukların<br />
olduğu göçmen grupla yaşamış. Hatta<br />
filmin çekimlerinden sonra çocuklar<br />
ve aileleri kaçak olarak Yunanistan’a<br />
geçmişler, orada tutuklanıp kamplara<br />
kapatılmışlar. Kısacası sinematografik<br />
olarak özellikle naif çekilmiş filmin<br />
kurgulandığı öykü daha da dramatik<br />
gerçekte. Filmin başrolünde oynayan<br />
Saba Mubarak Ürdünlü ama annesi<br />
Filistin’den 1948’de kaçan mültecilerden.<br />
Mubarak’ın annesi kaçabilmiş<br />
ama bir dayısı İsrailliler tarafından vurularak<br />
öldürülmüş, bir diğer dayısının<br />
ise bacaklarının üzerinden tank<br />
geçmiş. Kısacası bu filmin amatör ve<br />
profesyonel oyuncularının hepsinin<br />
gerçek bir acısı var savaş üzerine.<br />
Antalya seçkisi bu acılar ile tekrar<br />
yüzleşmemize sebep oldu. Bütün o<br />
filmlerdeki çocuklar bizim misafirimiz<br />
değil. Onlar bu dünyanın evsahipleri.<br />
Bunları unutmayalım. Bu hatırlama<br />
eylemi yüreklerimizi daha da acıtsa da<br />
en azından bunu yapabiliriz.
TÜRK SİNEMASININ YÜREKSİZLERİ<br />
n Antalya’da yarışan İran yapımı<br />
Dürüst Bir Adam - A Man Of Integrity<br />
çok ağır bir sistem eleştirisi. Yönetmen<br />
Mohammad Rasoulof zamanında<br />
Cafer Penahi ile çektiği film yüzünden<br />
İran’da tutklanmış ve 10 yıl hapis<br />
cezasına çarptırılmış. Daha sonra bu<br />
10 yıllık ceza bir yıla indirilmiş. Sonunda<br />
cezasını hapiste yatarak bitiren<br />
Rasoulof çıkar çıkmaz Dürüst Bir<br />
Adam’ı çekmiş. Dikkatinizi çekerim,<br />
yönetmen 10 yıl ceza alıyor, bir yıl<br />
hapiste kalıyor ve hiçbirşey olmamış<br />
gibi çok ağır bir sistem eleştirisi olan<br />
bu filmi çekiyor. Sonunda bu filmi<br />
çektiği için de pasaportuna el konuluyor.<br />
Şu an İran’dan dışarı çıkması<br />
yasak. Hatta onun için filminin gösterimine<br />
Antalya’ya gelemedi. Ben de<br />
düşünüyorum. Acaba İran sineması<br />
ile Türk sineması arasındaki fark bu<br />
inanmışlığın yarattığı bir fark mı?<br />
Bizim sinemamızda bir tane bile inanç<br />
filmi niye çekilemedi? Bu ülkenin<br />
tarihini anlatan yapım niye olmaz.<br />
Elimizde Nefes ve Dağ serisi dışında<br />
askerimizi anlatan film var mı? Bakın<br />
sadece televizyon dizilerinde seyrediyoruz<br />
bu tarihi ve askeri yapımları.<br />
Söz konusu sinema olduğunda herkes<br />
dut yemiş bülbül. Çünkü en küçük bir<br />
inanç filmi veya bu milleti yücelten<br />
film çekseniz, senaryo yazsanız,<br />
oyuncu olarak böyle bir projede yer<br />
alsanız hemen dışlanırsınız. Tamam<br />
dışlanırsanız da bunlardan korkup<br />
elimizi taşın altına koymamayı haklı<br />
bulabilir miyiz? İşte İranlı sinemacı<br />
Antalya’da filmi gösterilirken o memleketinde<br />
bir nevi mahpus, bedel<br />
ödüyor. Bizim sinemacılarımız kimliksiz<br />
bir entelektüel grup tarafından yok<br />
sayılacak. Böylesi bir bedeli bile ödeyemeyen<br />
sinemacılar ile bu iş biraz zor<br />
olmayacak mı? Bu kliği aşacak yürekli<br />
sinemacılarımız nerede?<br />
FILM FORUM SÜPER DE?<br />
n Antalya’da Film Forum önemli etkinlikler<br />
ve paneller ile devam etti. Sinemanın üretim<br />
aşaması için yeni bir soluk getiren bu<br />
yapılanmayı çok önemsiyorum. Ama festivalin<br />
sadece Forum’dan ibaret olmadığını<br />
hatırlatmalıyım. Ulusal Yarışma’nın kaldırılması<br />
aslında Film Forum’u da vuruyor. Bildiğiniz gibi<br />
Film Forum’da üretilen projelerin çoğu bağımsız<br />
yapımlar. Bu filmler çekim aşamasından sonra<br />
izleyiciyle buluşmak zorunda. Ama tekel olan<br />
sinema salonlarında yer bulmaları imkansız.<br />
İsmail Güneş’in filmi Kervan 1915 tam anlamıyla<br />
bir bağımsız film olmadığı halde o kadar az<br />
sinema salonunda vizyon aldı ki yönetmen<br />
filmini gösterimden çekmek zorunda kaldı. Varın<br />
siz düşünün gerçek bir sanat<br />
veya bağımsız filmin izleyiciyle<br />
buluşmasındaki zorluğu. Durum<br />
böyle olunca bu tür filmlerin izleyiciyle<br />
asıl buluştuğu yer festivaller<br />
oluyor. Şimdi biz Ulusal<br />
Yarışma’yı kaldırıp bu yolu da<br />
tıkıyoruz. Film Forum’da üretilen<br />
filmler Antalya’da nasıl izleyiciyle<br />
buluşacak? Bunun cevabını iyice<br />
düşünmek gerekir.
BiR REKLAM FiLMiNDE<br />
OYNADIM HAYATIM<br />
DEĞiŞTi...<br />
Ayla filminin kastını yapan menejer<br />
Duygu Başara ile konuştuk. Bir<br />
reklam filminde oyunculukla başladığı<br />
sinema yolculuğu onu menejerliğe<br />
götürmüş. Çetin Tekindor, Taner Birsel<br />
gibi oyuncuların menejerliğini yapan<br />
Başara mesleğinin<br />
bilinmeyenlerini anlattı.<br />
DUYGU<br />
BAŞARA
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bir çok filmde unutulmaz<br />
oyunculuk performansları<br />
seyrederiz. Mesela Selvi<br />
Boylum Al Yazmalım’da<br />
Türkan Şoray ve Kadir İnanır, Babam ve<br />
Oğlum’da Çetin Tekindor, hiç merak etmeyiz<br />
yönetmenler bu oyuncuları nasıl<br />
bulur nasıl seçer. Halbuki yönetmenler bu<br />
noktada menejerlerle çalışır çoğunlukla.<br />
Mesela şu an sinemalarda seyrettiğiniz ve<br />
bu yıl oscar aday adayı olan Ayla filminin<br />
oyuncuları Çetin Tekindor, Taner Birsel,<br />
Duygu Yetiş ve Ali Barkın’ı menejer Duygu<br />
Başara sayesinde o filmde gördüğümüzü<br />
biliyor musunuz? İşte sinemanın çok da<br />
bilinmeyen ama oyuncuları her anlamda<br />
yönlendiren menejerlik mesleğini bu işin<br />
en eskilerinden Duygu Başara’ya sorduk.<br />
Duygu hanım Ayla filminin kastında<br />
sizin büyük emeğiniz var. Böyle bir proje<br />
geldiğinde oyuncularınızı hangi kritere<br />
göre değerlendirip seçim yapıyorsunuz?<br />
Öncelikle çok teşekkür ediyorum.<br />
Böyle bir projede senaryoyu iyi okuyup<br />
analiz etmek gerekiyor. Sonrasında<br />
karakterlere göre hangi oyuncular olabilir<br />
ona bakıyoruz. O rolün ağırlığını<br />
kaldırabilecek oyuncular seçmek ve<br />
tipolojiye bakmak önemli tabi.<br />
Bu seçim ve denge büyük ego sahibi<br />
oyuncular için bir problem olmuyor mu?<br />
Bu işin püf noktası nedir?<br />
Oyuncuya filmin ona katacaklarını iyi<br />
anlatmak lazım. Örneğin oyuncu filmde<br />
başrol olmak istiyor. Ama senaryoda<br />
öyle önemli bir yan rol vardır ki aslında<br />
o rol oyuncuyu parlatacaktır. Bu nedenle<br />
senaryoya göre oyuncu ile konuşup<br />
aklındaki başrol algısını zaman zaman<br />
kırıp onu bir basamak yukarıya taşıyacak<br />
rollere yönlendirmek gerekir.<br />
Festivaller ödül alan oyuncuların sahne<br />
konuşmalarıyla baş edemezken, sizin<br />
kontrol mekanizmanız nedir oyuncular<br />
üstündeki?<br />
Bizim en önem verdiğimiz konu bize yakın<br />
frekansta insanları seçebilmek. Eğer aynı<br />
frekansta olamazsak ortak bir paydamız<br />
olmaz. Aynı dili konuşursak hem festivallerde<br />
hem de katıldıkları programlarda<br />
oyunculara neyi ne kadar konuşmaları<br />
gerektiğini söyleyebiliriz.<br />
Dönemimizde oyuncular ne yazık ki ilk<br />
tecrübelerini, hatta pişme sürelerini televizyon<br />
dizilerinde geçiriyor. bu da doğal<br />
olarak bir hamlık yaratıyor. Bu dezavantaj<br />
bir menejer olarak sizi etkiliyor<br />
mu? Bunu engellemek için nasıl bir yola<br />
başvuruyorsunuz?<br />
Bu durum tabi ki çok ciddi bir dezavantaj.<br />
Ama maalesef Türkiye gerçeği...Oyuncular<br />
rollerini beğenmeseler bile para kazanmak<br />
için mecburen dizide rol alabiliyorlar.<br />
Bu kadar cok tiyatronun kapatıldığı, bir<br />
ortamda bekliyoruz ki... Biz dizilerin yanı<br />
sıra oyuncularımıza tiyatro yapmaları için<br />
yol açmaya çalışıyoruz. (zaman yaratabildikleri<br />
surece tabi ki)<br />
Sinemamızda çoğu şey<br />
kurumsallaşamamıştır. Menejerlik için de<br />
aynı şeyi söyleyebiliriz. Siz ustanız olarak<br />
kimi görüyorsunuz? Yurt dışındaki sistemi<br />
örnek alıyorsanız buradaki enerjilerin<br />
farklılığı sizi nasıl etkiliyor?<br />
Güzel bir soru ☺ Çunku 1.5 sene önce<br />
Londra’da oyunculuk ve seslendırme<br />
uzerıne “Duygu Başara Voice Over &<br />
Acting Agency London” adında bir ajans<br />
daha açtık. Dolayısı ile İngiltere ve<br />
Türkiye arasında daha rahat kıyaslama<br />
yapabiliyorum. Ve ülkemizdeki menajerlik<br />
sisteminin kurumsallaşamadığını bire<br />
bir görebiliyorum. Bence ülkemizdeki en<br />
önemli sancı menajerlerin aynı zamanda<br />
casting director’luk de yapıyor olmaları.<br />
Bu dünyada örneği olmayan birşey.<br />
Normalde film, dizi castı yaparken son<br />
derece objektif ve geniş skalada bakmak<br />
gerekiyor. Ama menajer/direktörler ☺<br />
sebebi ile zaman zaman hakeden oyuncu-
nun rolü alamadığına şahit<br />
olabiliyoruz. Diğer taraftan<br />
olaya yapım şirketi, koordinatörler<br />
açısından bakarsak,<br />
onlar da olmaması gerektıgı<br />
şekilde oyuncuya direk<br />
ulaşabiliyorlar. Menajeri<br />
devre dışı bıraktıklarında gerek<br />
maddi gerek manevi cok<br />
daha rahat ilerlenebileceğini<br />
düşünüyorlar. Aslında tam<br />
tersi bizler her iki taraf<br />
içinde işleri kolaylaştırmak<br />
için varız. Yurtdısında bu<br />
söyledıklermın hiçbiri<br />
yaşanmıyor. Orada işler<br />
daha profesyonel yürüyor.<br />
Türkiye’de sektörün geleceği<br />
adına üzülüyorum.<br />
Mesleğe nasıl başladınız?<br />
Bir reklam filminde oynadım<br />
hayatım değişti. Herşey Zuhal<br />
Olcay ile Alo reklamında<br />
oynamamla başladı. Çekim<br />
sırasında yapım ekibi bizimle<br />
sürekli çalışabilir misiniz<br />
dediler ki o dönem aslında<br />
anaokulu öğretmenliği<br />
yapıyordum. İki sene onlarla<br />
çalıştıktan sonra 1992’de<br />
kendi şirketimi kurdum.<br />
Şirketimiz geçen ay 26. Yılına<br />
girdi.<br />
Mesleğe başladığınızda ilk<br />
oyuncularınız kimlerdi, onlarla<br />
ilişkilerinizde bugünkü<br />
oyunculara nazaran bir<br />
farklılık var mıydı?<br />
İlk oyuncularım arasında Taner<br />
Birsel, Günyol Bakoğlu,<br />
Duygu Yetiş gibi isimler<br />
vardı. Tabi ki arada fark var<br />
olmaz mı? 20 küsur seneyi<br />
iyi kötü birlikte geçirmişiz,<br />
birlikte büyümüşüz. Onların<br />
kendilerini geliştirdiklerine<br />
şahit olmak, güzel projelere<br />
imza attıklarını görmek paha<br />
biçilemez. Yeni jenerasyonla<br />
eskiyi kıyaslayamıyorum<br />
bile. Eski olan herşey cok<br />
güzel bence...<br />
Yeni oyuncularla<br />
çalışıyormusunuz? Yeni<br />
oyuncu adaylarını seçerken<br />
nelere dikkat ederseniz?<br />
Yeni yetenekleri keşfetmek<br />
gerçekten harika. Onların<br />
gelişimlerine şahit olmak<br />
çok güzel fakat şirket prensibimiz<br />
gereği son derece butik<br />
ilerlemeyi tercih edıyoruz.<br />
Her oyuncuya aynı hizmeti<br />
ancak butik çalışarak<br />
verebiliyoruz.<br />
Oyunculuk mesleğine yeni<br />
başlamış bir gence en çok<br />
neye dikkat etmesini söylersiniz?<br />
Kendisine ve yaptığı işe<br />
öncelikle inanmasını<br />
söylerim. İnanmazsanız<br />
başaramazsınız çünkü...<br />
Kendinizi yenilemezseniz<br />
gelişemezsiniz, kendinizi<br />
hep sorgulamanız gerekir<br />
ve özeleştirinizi yapabilmeniz<br />
gerekir. “Daha neler<br />
yapabilirim, daha ne kadar<br />
geliştirebilirim kendimi?”<br />
diyebilmeniz gerekir.<br />
Gişe filmi ile bağımsız film<br />
arasında oyuncu seçimindeki<br />
en büyük fark nedir?<br />
Gişe filmlerinde zaman zaman<br />
oyuncunun popüler<br />
olması daha önemli olabiliyor.<br />
Bağımsız festival filmlerinde<br />
ise oyunculuk cok<br />
cok önemli. Festival filmlerinde<br />
henüz keşfedilmemiş<br />
ama cok yetenekli kişiler rol<br />
alabiliyor ve böylelikle de<br />
keşfedilmiş olabiliyorlar.
BİR DUAYEN<br />
PORTRESİ<br />
YAVUZ TURGUL
Yönetmenliğe adım<br />
attığı günden itibaren,<br />
Şener Şen ile çalışmayı<br />
yeğleyen ve usta oyuncuyla<br />
ayrılmaz bir ikili<br />
olan Yavuz Turgul, bu<br />
nedenle zaman zaman<br />
eleştiri oklarının hedefi<br />
olsa da, çektiği yahut<br />
yazdığı her filmle kendisini<br />
affettirmeyi bilir.<br />
n Şöyle arkamıza<br />
yaslanıp, sinema<br />
tarihimizin en iyi filmlerini<br />
sayacak olsak,<br />
birçoğunun altında Yavuz<br />
Turgul’un imzasını<br />
göreceğimiz aşikâr.<br />
Kariyerine Arzu Film’de<br />
senarist olarak başlayan, sonrasında ise<br />
birçok kült olmuş filmi izleyicisine armağan<br />
eden Turgul, şüphesiz ki tarihimizin de en<br />
iyi hikâye anlatıcılarından biri. Özellikle<br />
yönetmenliğe adım attığı günden itibaren,<br />
Şener Şen ile çalışmayı yeğleyen ve usta<br />
oyuncuyla ayrılmaz bir ikili görüntüsü çizen<br />
Yavuz Turgul, bu nedenle zaman zaman<br />
eleştiri oklarının hedefi olsa da, çektiği yahut<br />
yazdığı her filmle kendisini affettirmeyi<br />
bilir. Onu tekrardan gündem yapan husus<br />
ise, Kasım ayında vizyona girecek olan son<br />
filmi Yol Ayrımı. Yavuz Turgul-Şener Şen<br />
ikilisinin 7 yıllık aranın ardından beyazperdeye<br />
dönüşünü müjdeleyen film vesilesiyle,<br />
Turgul Sineması’nı mercek altına aldık. Dilerseniz,<br />
senaristlikle başlayan kariyerinde,<br />
usta bir yönetmene dönüşen Yavuz Turgul’u<br />
artılarıyla, eksileriyle hep birlikte inceleyelim.<br />
Arzu Film ve Senaristlik Günleri<br />
Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım. Yavuz<br />
Turgul, Türk Sineması’nın başına gelmiş<br />
en özgün kalemlerden biri. Hele hele onun<br />
Ertem Eğilmez gibi Yeşilçam’ın en önemli<br />
figürlerinden birinin tedrisatından geçtiğini<br />
düşününce, Turgul’un kalemine olan saygı<br />
daha da artıyor. Şöyle geçmişe doğru bir<br />
yolculuğa çıktığımızda Tosun Paşa, Sultan,<br />
Banker Bilo, Çiçek Abbas, Şekerpare, Züğürt<br />
Ağa gibi hepsi ayrı ayrı kült olmuş ve yerli<br />
sinemayı yüceltmiş filmlerin Turgul’un elinden<br />
çıktığını görüyoruz. Nitekim bu filmlerin<br />
hepsinin ortak özelliği, dönemin melodram<br />
ruhunu en ince şekilde yansıtması ve izleyenlerine<br />
üst düzey bir samimiyet vaat etmesidir.<br />
Yavuz Turgul’un yazarlıktaki bu başarısı, öyle<br />
pek de tesadüfî değil. Sektöre Ses Dergisi<br />
ile adım atan ve burada uzun yıllar boyunca<br />
çalışan Turgul, bu süre zarfı içerisinde<br />
derginin yazı işleri genel müdürlüğünü de<br />
POLAT ÖZİŞ
üstlenir. Sonrasında sinemaya olan ilgisi<br />
onun yolunun Arzu Film ile kesişmesine<br />
vesile olur ve bu dakikadan itibaren de Türk<br />
Sineması’nın kaderi, deyim yerindeyse baştan<br />
yazılmaya başlar. Evet, belki bu fazlasıyla<br />
iddialı bir tanım. Ancak Yavuz Turgul’un karakter<br />
yaratmadaki başarısını yahut izleyicinin<br />
nabzını yoklayan hikâye anlatma becerisini,<br />
sinemamız içerisinden çıkarsak, geriye kocaman<br />
bir karanlığın kalacağı da aşikâr. Bu<br />
nedenle, zaman zaman kızsak dahi onun<br />
yazar kimliğinin her daim alkışı hak ettiğini de<br />
defaatle vurgulamak gerekir.<br />
Yavuz Turgul hikâyelerine genel çerçeveden<br />
baktığımızda, lümpenlikten uzak bir anlatım<br />
dilini ve toplumda yeri olan karakterlerin<br />
devamlı olarak karşımıza çıktığını görürüz.<br />
Sultan filminde topluca sinema salonuna<br />
giden köy ahalisi, Banker Bilo’da kurulan<br />
hayallerin her defasında yıkılması, Çiçek<br />
Abbas’da sergilenen rekabet ve Züğürt<br />
Ağa’daki taşlama dönemin ruhunu yansıtan,<br />
bununla da yetinmeyerek ekran başına geçen<br />
herkesin kendisi ile yakın bir ilişki kurmasını<br />
sağlayacak hadiseleri beraberinde getirir.<br />
Esasen bu durum, Yavuz Turgul anlatılarının<br />
da toplumun adeta aynası şeklinde<br />
değerlendirilmesinin önünü açar. Bu nedenle<br />
Turgul hikâyelerini ve karakterlerini realist<br />
olarak tanımlamak ve amiyane tabirle bizden<br />
biri olarak lanse etmek de hayli mümkün.<br />
Tabii Yavuz Turgul’un Arzu Film ile başlayan<br />
yazarlık kimliği yalnızca sinema ile sınırlı<br />
değil. Aksine o, televizyon tarihine adını altın<br />
harflerle yazdırmış iki dizinin de mimarı.<br />
Biri Süper Baba diğer ise İkinci Bahar…<br />
Esasen bu iki dizinin isimlerini dahi zikretmek,<br />
insanın yüzüne doğal bir tebessüm<br />
yerleştiriyor dersek hata etmiş olmayız. Nitekim<br />
hem Süper Baba hem de İkinci Bahar,<br />
aile olabilmenin önemine eğilen, her daim<br />
birlik olmayı öğütleyen ve bunu yaparken<br />
de Yeşilçam ekolüne asla sırtını dönmeyen<br />
melodramları ekranlarımıza taşımıştır. Turgul<br />
önderliğinde doğan bu iki dizi, aradan geçen<br />
onca seneye rağmen kalıcı ve öncü projeler<br />
olarak her daim güncelliğini koruyacaktır.<br />
Çünkü Ali Haydar Usta da, içimizi ısıtan
gülüşüyle Fiko da öyle hafızlardan pek kolay<br />
silinebilecek yapay karakterler değildir.<br />
Esasen bu da Yavuz Turgul’un karakter<br />
yaratmadaki başarısına bir kez daha şapka<br />
çıkartacak bir detay olarak belirir.<br />
Usta Bir Kalemden, Duayen Bir Yönetmene<br />
Yavuz Turgul, sinemaya yazar kimliği ile<br />
giriş yapsa da sonrasında ise usta bir<br />
yönetmene evrilerek, başyapıt kalibresindeki<br />
filmlerin de altına imzasını atar.<br />
Müjde Ar’ın başrolü oynadığı 1984 yapımı<br />
Fahriye Abla ile ilk uzun metrajını izleyicisine<br />
sunan Turgul, daha sonrasında<br />
Şener Şen’in başrolünde yer aldığı filmleri<br />
peşi sıra çekerek, adeta sinemamızın en<br />
sevilen yönetmenlerinden biri halini alır.<br />
Muhsin Bey, Aşk Filmlerinin Unutulmaz<br />
Yönetmeni, Gölge Oyunu, Eşkıya, Gönül<br />
Yarası ve Av Mevsimi, Yavuz Turgul’un az<br />
ama öz yönetmenlik tecrübeleri olarak da<br />
bilinir.<br />
Pekâlâ, nedir Yavuz Turgul filmlerini özel<br />
kılan? En başta Turgul, yarattığı hikâyeleri<br />
aynı içtenlikle çekmeyi başaran ender<br />
yönetmenlerden biridir. Nitekim o, benzer<br />
hikâyeleri, farklı şablonlar içerisinde<br />
bizlere sunarak, her defasında tanıdık<br />
tatları izleyicisine aktarmayı başarır. Onun<br />
filmlerinde her daim bir kaybeden görmek<br />
mümkün. O kaybeden, dönemi yakalamakta<br />
güçlük çeken ancak zamanında<br />
kendi alanının en iyilerindendir. Baran,<br />
bir zamanların namlı Eşkıyalarındandır;<br />
Muhsin Bey, arabeske sırt çevirmiş geleneksellikten<br />
kopamayan bir organizatör;<br />
Haşmet Asilkan, şarkıcı-türkücü filmlerinin<br />
aranan yönetmeniyken, çağa ayak uydurma<br />
çabasıyla kendisini boşluğa sürükleyen<br />
bir sinemacı; Nazım ise hayatını çocuklara<br />
adamış, idealist bir eğitmendir ancak<br />
onun da hayat savaşında yüzleşmesi<br />
gereken gerçekleri vardır… İşte, Yavuz<br />
Turgul’un yazıp yönettiği filmler, esasen<br />
hayatın ta kendisidir. Kaybedenleri ve<br />
kazananları olan bir hayatın yansımasıdır.<br />
Yavuz Turgul sinemasının bir diğer özelliği<br />
ise, muadilleri gibi belli bir kesime hitap<br />
etmeyişinde gizlidir. Nitekim onun hikâye<br />
anlatmadaki becerisi hem gişeyi etkisi<br />
altına alır, hem de dokunaklı bir anlatı<br />
arayanların bam teline dokunur. Bu nedenle<br />
Yavuz Turgul filmlerini, ülkemizdeki<br />
diğer yönetmen sineması örneklerinden<br />
bir tık yukarıya yazmak mümkün. Keza<br />
Eşkıya’nın Türk Sineması’na getirdiği<br />
renk ve sinema salonlarını yeniden<br />
canlandırması da tesadüf eseri oluşmuş<br />
bir durum değil. Evet, başrolde Şener<br />
Şen’in yer alması ve Yavuz Turgul’un kaleminden<br />
çıkan özgün anlatı, filmin ses getirmesinin<br />
başlıca nedeni. Ancak Turgul’un<br />
bu noktada devreye soktuğu yönetmenlik<br />
becerisi, Eşkıya’yı komple bir sanat eseri<br />
haline getiren ve her kesimden insanın<br />
sinema salonuna koşa koşa gitmesine<br />
vesile olan en önemli değişkenlerin<br />
başında gelir. Bir başka deyişle Yavuz<br />
Turgul, gözlemciliğini sinemacı kimliğiyle<br />
birleştiren ve genç-yaşlı, zengin-fakir<br />
demeden herkese seyir zevkini doruk<br />
noktasında hissettireceği filmlerin altına<br />
imzasını atar. Bu nedenle filmleri hem<br />
gişede yüksek izleyici sayısını elde eder,<br />
hem de uzun yıllar hafızadan çıkmayacak<br />
karakterleri ve duygu selini beraberinde<br />
getirir.<br />
Yavuz Turgul-Şener Şen Meselesi<br />
Malumunuz, Yavuz Turgul’un adının<br />
zikredildiği anda, akıllara gelen bir diğer<br />
isim de Şener Şen. Sinema tarihimizin açık<br />
ara en iyi birkaç oyuncusundan olan ve<br />
evlerimize misafir olduğu her karakterle<br />
sempati kazanmayı başaran Şener Şen,<br />
son 25 yıllık süreçte Yavuz Turgul’un elinin<br />
değmediği yalnızca bir projede yer aldı.<br />
Şerif Gören imzalı Amerikalı, Şener Şen’in<br />
hem son komedisi, hem de başarılı oyuncunun<br />
Yavuz Turgul’suz “Evet” dediği<br />
son proje. Tabii bu süre zarfı içerisinde<br />
Yavuz Turgul’un hikâyelerini ince eleyip<br />
sık dokuması da, Şener Şen’in ekranlardan<br />
uzak kalmasına neden olan en önemli<br />
husus.
Yavuz Turgul-Şener Şen ikilisinin “Anca<br />
beraber kanca beraber” mottosuyla yıllar<br />
yılı beraber çalışma isteği çok yazıldı,<br />
fazlasıyla konuşuldu. Çünkü karşımızdaki<br />
iki isim, sinema tarihimize adını altın harflerle<br />
yazdıran ve alanlarının en iyilerinden<br />
olarak öne çıkan duayenler… Evet, Yavuz<br />
Turgul’un hikayelerini özenle hazırlaması<br />
anlayışla karşılanabilecek bir durum.<br />
Ancak Şener Şen’in kendisini Turgul<br />
Sineması’na böylesine hapsetmesi, ne<br />
yazık ki usta oyuncunun kendisini sevenlerinden<br />
uzak tutması hasebiyle tepki<br />
çeken bir husus olarak öne çıkıyor.<br />
Yavuz Turgul’un hikâyelerini yaratırken,<br />
başa Şener Şen’i yazdığı ve ona göre<br />
anlatısını şekillendirdiği de su götürmez<br />
bir gerçek. Nitekim Turgul’un bırakın<br />
yönetmenliğini yaptığı filmleri, Fahriye<br />
Abla’dan sonra yazdığı tüm senaryoların<br />
başrolünde de Şener Şen’i görmek mümkün.<br />
Evet, bu iki duayenin yarattığı uyum<br />
ve biz sinemaseverlere armağan ettikleri<br />
paha biçilemez hediyeler. Ancak bu noktada<br />
insan sormadan da edemiyor: Gelişen<br />
ve değişen sinema evreninde, Turgul’suz<br />
Şen ya da Şen’siz Turgul, ne gibi eserler<br />
ortaya koyardı? Ne yazık ki bu sorunun<br />
cevabını çok büyük bir sürpriz olmaması<br />
durumunda bulamayacağız ve yıllar<br />
sonra dahi tartışmaya devam edeceğiz.<br />
Ancak bu iki isme, üretkenliklerini bu<br />
denli kısıtladıkları ve sevenleri ile arayı<br />
böylesine açtıkları için kızsak da, ortaya<br />
koydukları ve Türk Sineması’na kattıkları<br />
için de her daim saygı duyacağımız karşı<br />
konulmaz bir gerçek.<br />
Yavuz Turgul-Şener Şen ikilisi,<br />
birçoklarının üzerinde hem fikir olduğu<br />
şekilde, filmografilerinin en zayıfı Av<br />
Mevsimi’nden yedi yıl sonra, bir kez daha<br />
beyazperdeye dönüş hazırlığı yapıyor.<br />
Film çekmeyi, bisiklete binmeye benzeten<br />
ve eline kamera aldı mı ilk günkü<br />
heyecanla işine sarıldığını deklere eden<br />
Turgul’un nasıl bir dönüş yapacağı büyük<br />
bir soru işaretini de beraberinde getiriyor.<br />
Ancak gerçekliği tartışılmaz bir şey var<br />
ki, o da Turgul’un bir kez daha usta işi bir<br />
senaryoyla karşımıza geleceği. Hele hele<br />
o senaryoyu süsleyen en nadide detayın<br />
da Şener Şen olduğunu varsayarsak, Yol<br />
Ayrımı için heyecanlanmak kaçınılmaz bir<br />
süreç halini alıyor. Her daim oyunculara<br />
tanıdığı özgürlükle bilinen ve samimiyetinden<br />
zerre ödün vermeyen anlatım diliyle,<br />
sinemamızın en büyük ustalarından biri<br />
haline gelen Yavuz Turgul, 1984 itibariyle<br />
start verdiği yönetmenlik kariyerinin<br />
8.uzun metrajı ile karşımızda. Mazhar<br />
Kozanlı isimli acımasız bir iş adamının<br />
geçireceği değişimi odak noktasına alan<br />
film, Şener Şen’in oyunculuğuyla olduğu<br />
kadar Yavuz Turgul’un anlatımıyla da<br />
merak uyandırıyor. Bakalım, beklentileri<br />
pek fazla karşılamayan Av Mevsimi<br />
sonrası araya giren 7 koca sene, Yavuz<br />
Turgul-Şener Şen ikilisine neler katmış,<br />
neler götürmüş. 10 Kasım’da hep birlikte<br />
tanıklık etmek dileğiyle.
GELİŞEN TEKNOLOJİ İLE<br />
ÇARESİZLEŞEN<br />
KORKU FİLMLERİ<br />
MURAT KIZILCA<br />
n Korku filmi<br />
klişelerinden<br />
bahsedildiğini<br />
duymuşsunuzdur.<br />
Kimisi filmin içine<br />
usulünce yerleştirilir,<br />
hissettirmeden işini<br />
görür ve sadece dikkatli<br />
gözler tarafından<br />
enselenebilir. Kimisiyse çok göz önündedir,<br />
fazlasıyla rahatsız edicidir ama olmazsa<br />
olmazdır. Gelişen teknolojinin günümüz<br />
korku filmlerine yedirilmeye çalışılmasıyla<br />
beraber korku filmi klişeleri de evrim<br />
geçirmek zorunda kaldı haliyle. Örneğin<br />
teknolojinin peşine takılan ilk alt tür olarak<br />
gösterebileceğimiz buluntu filmlerde<br />
(found footage) başkarakter, kamerasını<br />
yer gök yarılsa elinden bırakmaz. Peşinde<br />
maskeli katil, hayalet ya da canavar olsa<br />
da durum değişmez, bir yandan kaçarken<br />
bir yandan da çekime devam eder. Evet,<br />
akla mantığa uygun bir davranış değildir,<br />
can havliyle kaçarken hiç kimse kamerayı,<br />
kamerayla çekim yapmayı düşünmez.<br />
En fazla “yine mi ya” diye atarlanıp ya<br />
da belki de küfredip geçersiniz, geçmek<br />
zorundasınız. Çünkü başkarakter<br />
kamerasını bırakıp kaçmaya başlasa
İnternet, akıllı cep<br />
telefonu, smart TV, tablet<br />
derken iyice günlük<br />
hayatımıza sinen yeni<br />
teknoloji, günümüz korku<br />
filmlerinde ne kadar etkili<br />
kullanılabiliyor?”<br />
izleyeceğiniz bir şey kalmaz. Alt tür<br />
özelinde görüntülerin tamamı o kamera<br />
aracılığıyla aktarıldığından, kameranın<br />
final sahnesine kadar aktif olması elzemdir.<br />
Kötü ve inandırıcılıktan uzak bir<br />
klişedir ama yapacak bir şey yoktur.<br />
Teknoloji armağanı can sıkıcı klişelerden<br />
bir diğeri de “cep telefonu çekmiyor”<br />
(no signal) klişesidir. Korku filminin<br />
yeterince etkili olabilmesi için karakter<br />
(ya da karakterler), ana tehdit unsuru<br />
(yine maskeli ya da maskesiz katil, hayalet,<br />
canavar, vb.) ile baş başa kalmak<br />
zorundadır. Anında her yere, herkese, her<br />
şeye ulaşabilen cep telefonu devreden<br />
çıkartılmalıdır ki dışarıdan yardım alabilme<br />
ihtimali ortadan kalksın. Böylece<br />
karakter çaresiz kalır, iyice sıkışır ve kaçmaya<br />
başlar. En nihayetinde kaçmanın<br />
çözüm olmadığını anlar ve ana tehdit<br />
unsuruyla yüzleşmeye (savaşmaya) karar<br />
verir. Görüldüğü üzere cep telefonu,<br />
korku filmlerine yardımcı olmaktan ziyade<br />
fazlasıyla yük olmaktadır ve bir an<br />
önce ortadan kaldırmak gerekir. Bunun<br />
için de ilk akla gelen yöntem kullanılır<br />
ve cep telefonu, “çekmiyor” (ya da yere<br />
düştü kırıldı, suya düştü çalışmıyor,<br />
vb.) klişesi devreye sokularak işlevsiz<br />
bırakılır. En fazla “yine mi ya” diye<br />
atarlanıp ya da belki de küfredip geçersiniz,<br />
geçmek zorundasınız. Çünkü korku<br />
filminin etkili olabilmesi için karakterin<br />
ana tehdit unsuruyla baş başa kalması<br />
elzemdir. Sinir bozucu bir klişedir ama<br />
yapacak bir şey yoktur.<br />
Günümüz popüler dizilerinden Stranger<br />
Things’in yaratıcıları Duffer Kardeşler, bir<br />
söyleşide dizinin seksenli yıllarda geçmesinin<br />
(ve cep telefonunun henüz ortalarda<br />
olmamasının) senaryo açısından<br />
büyük kolaylıklar sağladığından<br />
bahsetmişlerdi. Diziyi izleyenler bilir;<br />
Hawkins kasabasındaki çocuklar, kendi<br />
aralarındaki uzak mesafe iletişimi telsiz<br />
aracılığıyla sağlıyorlar. Senaryo gereği<br />
iletişim kurulması gerekiyorsa işlerini
telsizle çözüyorlar ama iletişim kurulması<br />
istenmiyorsa “mesafe çok uzun, telsiz<br />
çekmiyor” ya da “telsiz yanında değil”<br />
klişesi devreye giriyor. Bu klişenin çok<br />
sık kullanılması fazla rahatsız da etmiyor<br />
çünkü telsiz bu, mesafe uzunsa çekmez<br />
ve evet, fazlasıyla iri bir alet, her zaman<br />
yanında taşımıyor olabilirsin. Ancak aynı<br />
klişeyi cep telefonu için kullanmak, -hele<br />
ki “dizi maratonu” (bütün bölümleri art<br />
arda izlemek) yöntemiyle sunulan bir<br />
dizide- fazlasıyla can sıkıcı olurdu.<br />
Oysaki eskiden telefon (şimdilerde<br />
“ev telefonu” dediğimiz telefondan<br />
bahsediyorum), başlı başına bir korku<br />
unsuruydu. Evin içinde yabancı birinin<br />
varlığından şüphelenen karakter (sıklıkla<br />
çocuk bakıcısı), en ufak çıtırtıya dikkat<br />
kesilerek sessizlik içinde evi gezerken<br />
aniden çalan telefonun sesi, izleyeni<br />
koltuktan zıplatmak için etkili bir taktikti.<br />
(O korkunç zil sesini aklınıza getirin.)<br />
Gelen telefondaki hırıltılı sesler ya da<br />
ölümcül tehditler içeren cümleler, belli<br />
oranda bir gerilim yaratılmasına yardımcı<br />
olurdu. Telefon hattının kesilmesi, ana<br />
tehdit unsurunun çok yakında olduğuna<br />
işaretti. Telefon fiziksel olarak bir silaha<br />
da dönüşebiliyordu; kordonuyla<br />
birini boğabilir ya da telefonun kendisini<br />
birinin kafasına vurarak en azından kısa<br />
süreliğine etkisiz hale getirebilirdiniz.<br />
Bunların bir kısmını cep telefonuyla da<br />
deniyorlar ama aynı etkiyi pek veremiyor<br />
sanki.<br />
Scott Tobias, The Guardian gazetesinde<br />
yayımlanan makalesinde, Ring’in Amerikan<br />
serisinin bir hayli geç gelen üçüncü<br />
filmi üzerinden benzer bir noktaya<br />
değinmiş. Hideo Nakata’nın yönettiği<br />
Japonya yapımı Ringu 1998 yılında,<br />
Gore Verbinski’nin yönettiği ABD yapımı<br />
yeniden çevrim The Ring 2002 yılında<br />
çekilmişti. Amerikan serinin ikinci filmi<br />
The Ring Two’nun yapım yılı ise 2005.
(Bu film “işi sahibine vermek lazım” düsturundan<br />
hareketle Nakata’ya teslim edilmiş,<br />
ancak umulan bulunamamıştı.) Uzunca<br />
bir süre rafa kalkan üçüncü film projesi,<br />
F. Javier Gutierrez’in yönetmenliğinde<br />
2017 yılında hayata geçirildi. Tobias, orijinal<br />
serinin ilk filminin üzerinden 19 sene,<br />
Amerikan serinin son filminin üzerinden de<br />
12 sene geçtikten sonra çekilen Rings’in<br />
yeterince etkili olamamasını, filmdeki<br />
teknolojik revizyona bağlıyor. Ring serisinin<br />
seyirciden karşılık bulan en önemli<br />
kozu, elbette ki bütün yüzünü kaplayan<br />
uzun siyah saçları ve daha kurbanlarına<br />
yaklaşırken tüylerimizi diken diken eden<br />
kendine has yürüyüş tarzı ile akıllara<br />
kazınan Sadako ya da Amerikanlaşmış<br />
haliyle Samara’dır. İkinci sıraya da<br />
izleyenin yedi gün sonra öldüğü lanetli<br />
görüntülere ev sahipliği yapan video kaseti<br />
koymak gerekir. Tamam, intikamcı hayalet,<br />
öyle ya da böyle, hâlâ etkili bir figür,<br />
buna itirazımız yok. Ancak 2017 yılında<br />
gösterime giren bir filmin merkezinde yer<br />
alan, can alıcı öneme sahip lanetli video<br />
kasetin, -muhtemel seyircisinin çok büyük<br />
bir kısmının hayatında hiç video kaset<br />
izlemediği göz önüne alınırsa- etkili bir<br />
korku unsuru olması mümkün değildir. Bunun<br />
üzerine eskimiş olan teknoloji revize<br />
edilerek dijital ortama aktarılarak sunulur<br />
ama ne yazık ki aynı etkiyi sağlayamaz.<br />
İnternet, akıllı cep telefonu, smart TV,<br />
tablet falan derken iyice günlük hayatımıza<br />
sinen yeni teknolojinin, günümüz korku<br />
filmlerinde hâlâ yeterince etkin biçimde<br />
kullanılamadığını görüyoruz. Evet, bazı<br />
enteresan denemeler yapılıyor ama tam<br />
anlamıyla olmuş, “tamam, işte budur”<br />
denebilecek örneklere rastlayamadığımızı<br />
söylemek lazım. Daha önceki yazılarımdan<br />
birinde bahsettiğim FPS (first-person<br />
shooter) bilgisayar oyunlarının izinden<br />
giden ve “FPS ya da POV Filmler” olarak<br />
isimlendirilebilecek Hotel Inferno (2013),<br />
Grace (2014) ya da Kill Switch (2017) gibi
filmler, bu tip denemelere örnek olarak<br />
gösterilebilir. Evet, ilginç bir deneme<br />
olduğu su götürmez bir gerçek ama çıkış<br />
kapısının burası olduğundan pek emin<br />
değilim.<br />
Diğer denemelere şöyle bir göz<br />
attığımızda; Unfriended (2014) isimli<br />
filmde yeni teknolojinin yerinde<br />
kullanımına şahit oluyoruz. Yeni teknolojinin<br />
beraberinde getirdiği modern<br />
korkuların önemli bir yer tuttuğu film,<br />
bilgisayar başından neredeyse hiç<br />
ayrılmayan bir grup genci başköşeye<br />
koyuyor ama gereksiz bir biçimde basit<br />
bir intikamcı hayalet öyküsüne<br />
saplanıp kaldığı için fazla dikkat çekmeyi<br />
başaramıyor. İspanyol sinemacı Nacho<br />
Vigalondo’nun yönettiği gerilim filmi<br />
Open Windows (2014) da görsel dilini<br />
yeni teknolojinin enstrümanlarından faydalanarak<br />
oluşturmaya çabalıyor. Hikâyesini<br />
bir dizüstü bilgisayarın ekranındaki<br />
açık pencerelerde bulunan ve farklı<br />
kaynaklardan beslenen görüntüler<br />
aracılığıyla anlatmaya soyunuyor. Kamera,<br />
bir mekândan diğerine hareket etmek<br />
yerine, bir penceredeki görüntüden<br />
diğerine geçerek, izleyene bilgisayar<br />
teknolojisine mahkûm olmuş, modern bir<br />
röntgenciye dönüştüğünü hatırlatıyor.<br />
Ancak o da hikâyesinin fazlasıyla basit<br />
olması nedeniyle güç kaybediyor. Megan<br />
Is Missing (2011), Smiley (2012),<br />
Antisocial (2013), The Den (2013), #Horror<br />
(2015) ve Ratter (2015) gibi filmleri<br />
de benzer bir çaba içine giren ama bir<br />
hayli zayıf kalan korku filmleri olarak<br />
işaretleyebiliriz. Araya belki kendini yeni<br />
teknolojilere mahkûm etmiş birinin internet<br />
üzerinden tehlikeli biriyle (seri katil<br />
vs.) tanışması ile başlayan ve sonrasında<br />
slasher, işkence pornosu, vb. alt türlere<br />
sadık kalan zayıf denemeleri de ekleyebiliriz.<br />
Sonuç olarak korku filmlerinin ve belki<br />
diğer türleri de içine alarak sinemanın,<br />
durmaksızın gelişmeye devam etmekte<br />
olan yeni teknoloji ile henüz uyumlu bir<br />
birliktelik sağlayabildiğini söyleyemeyiz.<br />
Hatta korku sinemasının birçok alt türü<br />
için işlevsiz bir yük olduğu bile söylenebilir.<br />
Ancak cesur denemeler devam ettiği<br />
müddetçe illaki bir çıkış yolu bulunacaktır.<br />
Hep beraber bekleyip göreceğiz.<br />
Not: “No signal” klişesinin kullanılma<br />
yoğunluğunu görmek adına harika<br />
bir video: https://www.youtube.com/<br />
watch?v=XIZVcRccCx0
İNSANLARI SEVMEKTEN DAH<br />
Loving Vincent; Antalya’nın<br />
en çok izlenen filmi oldu.<br />
Film sonrasında yönetmen<br />
Huch Welchman ile<br />
biraraya geldik.<br />
n 54. Uluslararası Antalya<br />
Film Festivali’nin<br />
kapanışını Dorota Kobiela<br />
ve Huch Welchman<br />
ikilisinin çektiği Loving<br />
Vincent filmi yaptı. Sanat<br />
tarihinin gelmiş geçmiş<br />
en ünlü ressamlarından<br />
Vincent Van Gogh’un<br />
hayat hikayesini ve<br />
gizemli ölümünü anlatan film Antalyalı sinemaseverler<br />
tarafından çok beğenildi. Loving Vincent;<br />
Antalya’nın en çok izlenen filmi olmakla kalmadı;<br />
film sonrasında yönetmeni Huch Welchman ile<br />
yapılan Q&A (soru&cevap) bir saati aşkın süresiyle<br />
festivalin en uzun süren sohbetlerinden bir<br />
tanesi oldu. Gösterim sonrası Huch Welchman ile<br />
biraraya geldik.<br />
Öncelikle tebrikler… Filminiz Antalyalı seyirciden<br />
çok güzel tepkiler aldı. Böylesine yoğun bir ilgi<br />
sürpriz oldu mu?<br />
Çevremdeki insanlardan Türkiye’nin çok ilginç<br />
kültürel öğelere sahip bir ülke olduğunu biliyordum.<br />
Samimi olmam gerekirse birçok insanın<br />
filmimizi görmek isteyeceğini düşünüyordum.<br />
Türkiye’nin filmimiz için potansiyel bir market<br />
olduğunu hissediyordum. Buradaki gösterim de<br />
yanılmadığımızı gösterdi, gerçekten harikaydı…<br />
Filminizdeki 5.000 karenin her biri, Polonya<br />
ve Yunanistan’daki stüdyolarda seyahat eden<br />
125 profesyonel yağlı boya ressamı tarafından<br />
çizilmiş… Nasıl bir süreçti?<br />
Bu film tümüyle elle çizilen resimlerden oluşan<br />
ilk film… Her sahne yağlı ve yağlı boya resimlerin<br />
fotoğrafları da aynı şekilde… Bu işlemi<br />
GİZEM ERTÜRK<br />
yapabilmek için normal animasyon film yapar<br />
gibi başladık. Storyboard ve filmin önceden<br />
hazırlanmış görselleri bilgisayarda hazırladık.<br />
Buna “animatic” deniyor. Sonrasında aktörleri<br />
alıp yeşil fonda çektik çünkü Vincent normalde<br />
resim yaparken gerçek insanlar kullanıyordu.<br />
Biz de animasyoncularımızın önünde –daha<br />
iyi hayal edebilmeleri için- gerçek performanslar<br />
olsun istedik. Tüm filmi canlı çektik ve
A SANATSAL BİR ŞEY YOK<br />
VAN GOGH<br />
HUCH WELCHMAN<br />
montajladık. Dizayn görselleştirmelerini Van<br />
Gogh’un eserlerine göre yaptık. Filmi kısa<br />
parçalara böldük ve farklı ressamlara verdik.<br />
Onlarda çalışma masalarına oturup önlerinden<br />
kanvas, üstlerinde ekranla hareketli film<br />
görüntülerini Van Gogh’un stilinde görselleyerek<br />
tekrar hayallerinde canlandırdılar.<br />
Tüm bunlar ne kadar sürdü?<br />
Bu fikir eşimden çıktı ve tüm bunları 65.000 defa<br />
yapmamız gerekti. Eşim Dorothy 7 ben de 6 yıl<br />
çalıştım. Resim aşaması ise 2 yıl sürdü.<br />
Filminizi ilginç kılan unsulardan bir diğeri de aynı<br />
zamanda bir polisiye olması…<br />
Film, bir hikaye anlatım aracı… Bizim konumuzda<br />
bile bu kadar ilginç bir görsel stiliniz olmasına<br />
rağmen, bir filmde en önemli şey hikayedir. Suç<br />
filmi anlatımıyla Vincent’in hikayesini herkes<br />
tarafından anlaşılabilir kılmak istedik. Bizi de
etkileyen bu oldu. Başladığımızda<br />
isteğimiz onun resimlerinin Vincent<br />
için konuşmasını istedik ve<br />
tarihte bunu araştırdığımızda her<br />
birinin Vincent hakkında farklı<br />
şeyler söylediğini gördük. Bazıları<br />
birbirinin tersini söylüyordu. Bu<br />
şekilde kimin doğru söylediğini,<br />
kimin bir karanlık bir sırrı<br />
olduğunu araştırmamız gerekiyordu.<br />
Biz de senaryo aşamasında<br />
Van Gogh’un müzesine gidip<br />
araştırmalar yaptık.<br />
Neler çıktı karşınıza?<br />
İlgimizi çeken ve izleyicinin de<br />
ilgisini çekeceğini düşündüğümüz<br />
şey; Vincent’in başına gelenlerle<br />
ilgili teorilerdi çünkü kendisi tarihimizde<br />
hakkında en çok yazılmış<br />
kişilerden biriydi. Birçok çözülmesi<br />
gereken gizem barındırıyordu<br />
hala. Bu gizemli konuların ilginç<br />
olduğunu düşündük. Film, gerçekte<br />
ne olduğuna dair teoriler<br />
üzerine…<br />
Filminizin prömiyerini Türkiye’de<br />
yapmak istemenizin sebebi<br />
neydi?<br />
Türkiye’nin prömiyer yapmak için<br />
en kolay yer olduğunu düşündüm.<br />
Kapanış filmi olacağımızı söylediklerinde<br />
bunun büyük bir onu<br />
olduğunu düşündük. Herbirimiz<br />
neredeyse tüm dünyayı gezmemize<br />
rağmen hiçbirimiz daha<br />
önce Türkiye’ye gelmemiştik.<br />
Kültürel olarak seyahat etmek de<br />
ilgimizi çekti. Diğer festivallerle<br />
kıyaslamak gerekirse burada<br />
daha iyi hissettiğimi söyleyebilirim.<br />
Açıkhava sinemasını çok<br />
beğendim, böylesine bir mekanda<br />
filmimiz izlediği için çok mutluyum.<br />
Harika sohbetiniz için çok<br />
teşekkür ediyorum.<br />
Ben teşekkür ederim, o zevk<br />
bana ait.
MUCiZE KADIN iŞ<br />
BAŞINDA<br />
Hollywood romantizminin<br />
en bilindik yüzü Julia<br />
Roberts bu ay Wonder<br />
Mucize filmiyle sinema<br />
salonlarına konuk olacak.<br />
Külkedisi’nin yolculuğu<br />
devam ediyor…<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Hollywood<br />
dünya starları<br />
üretir. Güzel<br />
kadın oyuncular<br />
ise<br />
ayrıcalıklıdır.<br />
Bunların içinde<br />
romantizmin<br />
bayrağını<br />
taşıyan Julia Roberts ise 1980’lerde<br />
başlayan kariyerini bu zamana<br />
kadar en üst seviyede devam ettirerek<br />
bütün övgüleri hak eder.<br />
Büyük ağzı, uzun boynu her daim<br />
seksapelini yüksekte tutsa da onun<br />
asıl kabiliyeti erkeklerin yüreğini<br />
kıran naifliğidir. Mesela asıl<br />
patlamayı yaptığı Pretty Women’da<br />
bir fahişeyi canlandırır Roberts.<br />
Aklınızda o filmden kalan nedir?<br />
Kaçımız onun fahişe olduğunu<br />
hatırlarız. Aslında Richard Gere’in<br />
yanında en masum objedir o. Para<br />
babası insanlıktan çıkmış kapitalist<br />
bireyler kalplerini satarken kal-
JULIA<br />
ROBERTS<br />
bini satmayan tek insan odur. Onun<br />
canlandırdığı karakterler ister CIA<br />
ajanlarıyla aksiyonlu bir kovalamacaya<br />
girsin ister ünlü bir film yıldızı<br />
olup isimsiz bir adama âşık olsun<br />
aşka açık bir yürek taşır. Onun en<br />
sert filmi gerçek bir hayat hikâyesinden<br />
yola çıkan Erin Brokovich’tir.<br />
Çevreyi hiçe sayan büyük şirketlere<br />
ve onlara destek veren düzene karşı<br />
tek başına savaş açan Brokovich’in<br />
hikâyesi, Roberts’ın sayesinde daha<br />
parlak bir hal almış, filmdeki başarı<br />
da Julia Roberts’a En İyi Kadın<br />
Oyuncu Oskar’ını getirmiştir. Kalbi<br />
yumuşak ama manolya kadar çelik<br />
bir duruş sergileyen Roberts, aslında<br />
dramatik bir geçmişe sahip. 28 Ekim<br />
1967’de Amerika’nın Georgia kentinde<br />
dünyaya geldi. Tam adı Julie Fiona<br />
Roberts’dır. Babası süpürge makinesi<br />
satıcısı, annesi ise kilise sekreteri<br />
olan aktrisin ailesi, 1972 yılında,<br />
sanatçı dört yaşındayken boşandı. Üç<br />
kardeş olan Robertslar’dan ağabey<br />
Eric, babasıyla Atlanta’ya geri taşandı,<br />
Julia ile Lisa ise anneleriyle beraber<br />
kaldılar. Babası beş yıl sonra kansere<br />
yenik düştü ve hayatını kaybetti.<br />
Çocukluğu okul çağına geldiğinde<br />
de kolay değildi. Şimdilerde onu<br />
ayrıcalıklı kılan biçimli ve büyük ağzı<br />
arkadaşlarının en çok dalga geçtiği<br />
yeriydi. Kalın çerçeveli gözlükleri ise<br />
işin tuzu biberi oluyordu. Ama yıllar<br />
geçtikçe uzayan boyu, lensleri takıp<br />
kalın gözlükleri attığında ortaya çıkan<br />
ela gözleri onu farklı yerlere getirdi.<br />
Ağabeyi Eric sayesinde 1986 yılında<br />
Blood Red filmiyle sinemaya adım<br />
atan Roberts onlarca adaylığı ve<br />
aldığı ödüllerle upuzun bir yolculuğu<br />
devam ettiriyor. Hollywood’un külkedisi,<br />
bu yolculuğunun son durağı<br />
olarak Wonder-Mucize ile karşımıza<br />
gelecek…
JACKIE CHAN’DEN<br />
BiZE GEÇEN…<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n 7 Nisan 1954’te<br />
Hong Kong’lu<br />
bir ailenin<br />
çocuğu olarak<br />
dünyaya geldi.<br />
7 yaşında Çin<br />
Opera Araştırma<br />
Enstitüsü’ne<br />
başlayan Chan, 17<br />
yaşına kadar bu operaya devam etti.<br />
Bu dönemde dövüş sanatları ve akrobasi<br />
alanındaki yeteneklerini geliştirme<br />
imkanı buldu.<br />
İlk gençlik yıllarında Cheng Lung ismiyle<br />
bazı filmlerde rol alan Chan,<br />
20 yaşına gelmeden 25 filmde rol<br />
aldı. İşe cambazlıkla başlayan Chan,<br />
Bruce Lee’nin varisi olmaya aday<br />
gösteriliyordu. İlk filmlerinde soğuk<br />
ve ciddi karakterleri canlandıran genç<br />
aktör, oyunculuğunun dikkat çekmesi<br />
üzerine, bu ciddiyetinden sıyrılıp<br />
komedi filmlerinde boy göstermeye<br />
başladı.1978’de rol aldığı “The Young<br />
Master ”dan bu yana hemen hemen<br />
bütün filmlerinin yönetmenliğini<br />
üstlenen Chan, bu filmlerin çoğunun<br />
senaristliğini de üstlendi.<br />
Hong Kong yapımı filmlerinin en iyileri<br />
arasında 1983’de “Project A”,<br />
1985’de “Police Story”, 1986’da “Armour<br />
of God” ve “Golden Horse”,
1993’de “Crime Story” ilk akla<br />
gelenlerdir. Avrupa ve Asya’daki<br />
popülerliğine rağmen uzun bir süre<br />
Amerikan sinemasına giremeyen<br />
Chan, “1980’de The Big Brawl” ve<br />
“Cannonball Run” gibi filmlerle<br />
Amerikalı izleyicilerin de beğenisini<br />
kazanmaya çalıştı ancak bunda<br />
başarılı olamadı.Chan’ın Amerika<br />
sinemasında istediği başarıya<br />
ulaşması 1996’da gösterime girdiği<br />
tarihte yüksek gişe hasılatı yapan<br />
“Rumble in the Bronx” filmi<br />
ile oldu. 1998’de Chris Tucker ile<br />
birlikte kamera karşısına geçtiği<br />
“Rush Hour (Bitirim İkili)” sayesinde<br />
box-office listelerinde bir kez<br />
daha üst sıralara yerleşen Chan,<br />
Amerika sinemasının en tanınan<br />
Asya kökenli oyuncularından biri<br />
oldu.Bu ay kendisini The Foreigner<br />
filminde izleyeceğiz.<br />
Dublör kullanmamasıyla da beğeni<br />
kazanan başarılı aktör, 2000 yılında<br />
rol aldığı “Shanghai Noon” ile bir<br />
kez daha izleyicilerin karşısına<br />
geçti. Filmde, Çin İmparatoru’nun<br />
kaçırılan kızını kurtarması için<br />
görevlendirilen İmparatorluk<br />
muhafızı rolündeydi. 2001 yılında<br />
“Rush Hour 2” için Tucker ile bir<br />
kez daha bir araya gelen Chan’ın<br />
son çalışmaları arasında “The<br />
Tuxedo”, “Highbinders” ve “Rush<br />
Hour 3” yer alıyor.
KISA FİLM<br />
CESUR BİR<br />
HAMLEDİR<br />
FIRAT SAYICI<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Bu ay konuğum Doğuş<br />
Algün. Doğuş çok iyi,<br />
etkileyici bir kısa film<br />
olan “Abiye” ile kısa<br />
film sektörüne iyi bir<br />
giriş yaptı.<br />
Bu ay konuğum Doğuş Algün.<br />
Doğuş çok iyi, etkileyici bir kısa<br />
film olan “Abiye” ile kısa film<br />
sektörüne iyi bir giriş yaptı. Ailesinin<br />
mesleğini odak noktasına oturtarak onlarla<br />
birlikte çekmiş bu filmi… İyi okumalar…<br />
Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />
misin?<br />
1990 yılında İstanbul’da doğdum. İlk<br />
ve orta öğrenimimi yine bu şehirde<br />
tamamladım.Üniversite yılları biraz<br />
karışık bir dönem Elazığ’da Veterinerlik,<br />
bir dönem İzmir’de Uzay Bilimleri okudum.<br />
Ancak ikisini de yarı yolda bıraktım.<br />
Ardından üçüncü üniversitemde Dokuz<br />
Eylül’de Dramatik Yazarlık okuyarak<br />
üniversite hayatımı tamamladım. Bu<br />
süreçte beş kısa film yönettim ve yine<br />
yazıp yönettiğim bir tiyatro oyunum var.<br />
Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />
Kısa film, hikaye anlatı biçimidir. Başına<br />
“kısa” sıfatının konması tamamen süreyle<br />
ilgili bir durum. Yoksa nice kısa filmlerin,<br />
etki olarak, birçok uzun filmden, dizi<br />
serisiden daha dolu ve etkili olduğunu<br />
düşünüyorum. Kısa film, meseleyi on<br />
kelimeyle değil belki üç kelimeyle de<br />
anlatılabileceğini gösteren cesur bir<br />
hamle.<br />
Biraz Abiye’den ve onu çekme nedenlerinden<br />
bahseder misin?<br />
Abiye, ailemin mesleği. Hikaye de<br />
aslında yaşanma ihtimali olan bir durumdan<br />
çıktı. Aile fertlerim de hikayenin<br />
başrolleriydiler, filmin de başrolü oldular.<br />
Çekimden önce çok fazla gözlem<br />
yapma ve farklı insanlarla fikir alışverişi<br />
imkanım oldu. Abiye biraz inatçı<br />
olduğum bir iş oldu. Bazen tüm ipleri<br />
elime alarak, bazen her şeyi akışına<br />
bırakarak hazırlıklarını yaptığım bir<br />
projeydi. Ama başarmak istediğim hissi<br />
imkansızlıklara kaybetmek istemiyordum.<br />
Gerçeklik sinemada sevdiğim bir<br />
durum. Abiye de bu gerçeklikle insanlarda<br />
vicdan muhasebesini yapmasına;<br />
doğruyu yanlışı, haklıyı haksızı tekrar<br />
sorgulamasında bir araç oldu. Çünkü
hangi işle uğraşırsanız o<br />
işin insani sorumlulukları<br />
sizi bazı tercihler yapmaya<br />
itebilir. İnsanın karakterini<br />
oluşturanın da bu<br />
tercihlerde aldığı kararlar<br />
olduğunu düşünüyorum.<br />
Sence hızla gelişen<br />
teknolojinin, kısa filme<br />
ne gibi katkıları olabilir?<br />
Neler götürür?<br />
Sinema, oluşundan beri<br />
teknolojiyle varlığını sürdüren bir sanat. Ama<br />
teknoloji öyle noktalara geliyor ki devamında ne<br />
ile karşılaşacağımızı kestirememeye başladık.<br />
VR teknolojisi, hologram, uçan kameralar,gerekli<br />
oldukça kısa filmlere de girecek ve belki de<br />
sinemanın merkezine oturacak teknolojilerdir.<br />
Abiye filminde final sahnesinidrone’la tamamladık.<br />
Filmde yakalamak istediğimiz dile aykırı dursa<br />
da bir şekilde filmin içine montelemeyi başardık.<br />
Teknoloji, kısa filmlere teknik zenginlik dışında pek<br />
bir şey getireceğini düşünmüyorum, ama hikayeyi<br />
sakatlama ihtimali yüksek, buna dikkat edilmesi<br />
gerektiğini düşünüyorum.<br />
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />
yabancı yönetmenler kimler?<br />
Sinema, hikaye üzerine kurulu olduğu için,<br />
edebiyatçısından etkilenmiş bir yönetmen beni<br />
daha rahat etkilemeye başarır. Nuri Bilge<br />
Ceylan’ın Çehov’la, Zeki Demirkubuz’un<br />
Dostoyevski’yle olan ilişkisi dikkatimi çekmeye<br />
yetiyor. Ama genel olarak İran Sineması, Doğu<br />
Avrupa Sineması ve Türk Sineması yakından<br />
takip ettiğim filmleri ve yönetmenleri fazlasıyla<br />
barındırıyor.<br />
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />
yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />
Zamanla gelişeceğini düşünüyorum. Bu durumu<br />
resmi kurumlar tarafından daha ciddi ele<br />
alınması gerekir. Kısa filmin festivallerdeki en<br />
büyük sorunu; geleceğin sinemacıları diye lanse<br />
edilmesidir. Kısa filmciler, dünya arenasında<br />
gördüğü saygıyı ülkemizdeki festivallerde de<br />
bu zihniyetle ele alınması için ılımlı bir şekilde<br />
çalışması gerekir. Kısa metraj ayrı bir kültür,<br />
hiçbir sanatın yan dalı olarak aktarılmamalı…<br />
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />
Yakın gelecekte uzun metraj filmimin<br />
hazırlıklarını tamamlamak istiyorum. Birçok<br />
hazırlığı sona erdi diyebilirim. Senaryosunu<br />
tamamladım. Bakanlıktan ödenek bulup, doğru<br />
oyuncularla görüştüğümüz zaman motor diyebilecek<br />
gücümüz olacak. Orta vadede, bir tiyatro<br />
metnini hazırlayıp sahnelemeyi düşünüyorum.<br />
Bu uzun metraj filme göre daha ağır ilerlese de,<br />
çalışmalarına başladığımız bir seviyede…
Çukur adlı dizi Show<br />
TV ekranlarından<br />
pazartesi akşamları<br />
izleyiciyle buluşmaya<br />
başladı.<br />
NERGİZ KARADAŞ<br />
DİZİFUN<br />
ÇUKUR HEPİMİZİ<br />
İÇİNE ALACAK<br />
“Ne ölüme ne ölüne! ... Bundan daha mutlu olamam<br />
dediğin anda dönmem dediğin eve dönersin!”<br />
Çukur adlı dizi Show TV ekranlarından pazartesi<br />
akşamları izleyiciyle buluşmaya başladı. İlk bakışta<br />
senaryosundan çok oyuncu kadrosu ile dikkat çekmeyi<br />
başaran Çukur’un kadrosunda kimler yok ki? Aras Bulut<br />
İynemli (Yamaç), Dilan Çiçek Deniz (Sena), Ercan Kesal<br />
(İdris Koçovalı), Perihan Savaş (Sultan), Rıza Kocaoğlu<br />
(Aliço), Öner Erkan (Selim), Erkan Kolçak Köstendil<br />
(Vartolu) ilk akla gelen isimlerden. Bu arada ilk bölümde<br />
konuk olan Bülent Ersoy süprizini de unutmamak lazım.<br />
Ufak tefek kusurlar, göze batan noktalar olmakla birlikte<br />
oyunculuk performansı açısından çoğu izleyici gibi<br />
bende Aras Bulut İynemli ve Erkan Kolçak Köstendil’in<br />
başarılı karakterizasyonunu görmezden gelemem. Var-
tolu bir antikahraman olmasına rağmen şimdiden<br />
izleyiciler arasında hayranları oluşmaya başladı<br />
bile. Bunu söylemek için erken olsa da Çukur’un<br />
bu tempoda ilerlemesi halinde çok sayıda izleyiciyi<br />
içine çekeceğini söylemek hiç yanlış olmaz diye<br />
düşünüyorum<br />
Özellikle Godfather’a, Narcos’a olan benzerlikleri<br />
ile bir grup izleyicinin sert eleştirilerine maruz<br />
kalan dizinin hikâyesi Koçovalı ailesi ve bu ailenin<br />
kontrolünde, korumasında bulunan Çukur adlı<br />
mahallede geçen olaylar çerçevesinde ilerliyor.<br />
Kendi iç dinamikleri ile yaşayan mahallede kudretli,<br />
cömert, ilkeli aile<br />
reisi İdris Koçovalı’nın<br />
sözü kanun niteliği<br />
taşıyor. Mahalleli keyifle<br />
hayatını sürdürürken<br />
Vartolu sahneye çıkıyor ve<br />
uyuşturucu işi yapmak için<br />
Koçovalılarla anlaşmak<br />
istiyor. İdris ilkeleri gereği<br />
karşı çıkınca Vartolu ve<br />
Koçovalılar arasında savaş<br />
başlıyor. Koçovalılar’ın<br />
işlerin idaresini elinde tutan<br />
oğlu Vartolu’nun adamları<br />
tarafından öldürülüyor.<br />
Oğlunun ölümü ve daha<br />
önemlisi diğer oğlu Selim’in<br />
bu konudaki yalanı ile<br />
yüzleşmek İdris’e ağır<br />
geliyor ve felç oluyor.<br />
Oğlu Selim’in aile reisi<br />
olamayacağının farkında olan Sultan, ailesinin<br />
yaşam biçimini benimsemediği için yıllar önce<br />
babasıyla ettiği kavganın ardından evi terk eden<br />
oğlu Yamaç’ı aileyi bir arada tutmak için eve geri<br />
getirir. Ailesinin başına gelenleri duyan Yamaç<br />
bir gün öncesinde Paris’de evlendiği Sena’yı<br />
otel odasında tek başına bırakarak Çukur’a geri<br />
dönmek zorunda kalır. Esas oğlanın Çukur’a<br />
dönmesiyle hikâyede heyecan tırmanır. Yamaç<br />
her ne kadar inkâr etse de İdris’in ve dolayısıyla<br />
Çukur’un çocuğudur. Bastırdığı Koçovalı kimliği<br />
çok geçmeden açığa çıkar ve bu durum Vartolunun<br />
bu savaşı kolay kazanamayacağının<br />
göstergesidir. Bu süreçte taraflar birbirlerine zarar<br />
vermek için birçok girişimde bulunup çoğunlukla<br />
karşılıklı başarı elde ediyorlar, ancak işin ilginç<br />
ve dolaysıyla dizinin gerçekten uzak yanı<br />
bunca olay yaşanmasına rağmen hiç polis<br />
görünmez. Sen gündüz gözüyle gelip ev<br />
bombalayacaksın, kahve tarayacaksın olay<br />
polise intikal etmeyecek. Olacak iş mi? Tamam<br />
anlıyorum hikâyede kuralları koyanlar belli ama<br />
en azından lafta da olsa akla gerçeğe yatkınlık<br />
için olması gerekmez miydi?<br />
Koçovalıların Çürük Elması Selim…<br />
Henüz dizide kimse fark etmese de izleyici<br />
ile paylaşılan gerçek, ailenin asabi görünen<br />
ama korkak olduğu gün yüzüne çıkan<br />
oğlu Selim’in çürük elma olduğudur. Selim<br />
babasının kararına rağmen Vartolu ile anlaşmış<br />
devamında Vartolunun abisini öldürtmüş,<br />
babasını öldürtmeye teşebbüs etmiş olmasına<br />
rağmen bu anlaşmadan vazgeçmemiştir. Bir<br />
yandan Vartoluya ailesinden uzak durması için<br />
tehditler savururken diğer yandan ona kurulacak<br />
pusunun haberini uçurmakta ve Yamaç’ın<br />
geri döndüğüne ilişkin bilgiyi vermekte geri<br />
kalmamıştır. Yamaç’ın Çukur’a döndüğü ilk<br />
günlerde yaşadığı şaşkınlığı üzerinden atıp<br />
ailede söz sahibi olma yolunda hızla ilerlemesi<br />
Selim’i daha hırçın bir adam haline getirir ki<br />
bu da onun uzun solukta Vartolu ile işbirliğine<br />
devam ederek ailesinin ve Çukur’un felakete<br />
sürüklenmesinde rol oynayacağının işaretidir.
Delidolu Aşk…<br />
Dizinin en iyi noktalarından bir tanesi<br />
Yamaç ve Sena aşkı. Yerinde oyuncu<br />
seçimi ve oyuncular arasında ki uyum<br />
dizinin enerjisini olumlu yönde etkiliyor.<br />
Yaşadıkları duygu öyle gerçekçi<br />
duruyor ki izleyicinin aklına 5 günde<br />
bu kadar fazla şey paylaşmaları ve<br />
evlenmeleri mümkün mü? Sorusu pek<br />
gelmiyor. İzleyici onların aşkını izleyip<br />
katarsis yaşamanın tadına doyamadan<br />
Yamaç sessiz sedasız terk edip<br />
gitmek zorunda kalıyor. Yamaç’ın<br />
Sena’yı bırakıp gitmesinin ardından<br />
Sena önce yıkılıyor, ardından onu aramaya<br />
başlıyor. Bir şey bulamayınca<br />
da ümitsizliğe kapılıp ailesinin yanına<br />
İzmir’e gidip babasından yardım<br />
istiyor. Görüyoruz ki bizim esas<br />
kızın ailesinde de kendi içinde ciddi<br />
fırtınalar kopuyor. Yabancısı gibi duran<br />
anne ile yaşadığı tartışmanın ardından<br />
evine dönecek olan Sena’nın babası<br />
ona Koçovalı ailesi ile ilgili bildiklerini<br />
anlatıyor. Sonrasında anne ve baba<br />
arasında geçen diyalog ailenin<br />
karanlık işler yapma ihtimali olan bir<br />
oğlunun varlığına ilişkin ipuçları serpiyor<br />
izleyicinin aklına. Ne yalan söyleyeyim<br />
benim aklıma bu oğlanın Vartolu<br />
olabileceği ihtimali bile gelmiyor<br />
değil. Sena ve ailesinin geçmişinde ki<br />
karanlık perdesi bir kenarda dursun<br />
Yamaç’ın görmeye gittiği Sena’nın evi<br />
taranıyor ve bunun üzerine Yamaç<br />
zorla Sena’yı yanına alarak Çukur’a<br />
dönüyor.<br />
Olaylar… Olaylar… Olaylar…<br />
Çukur’da akıbetini merakla beklediğim<br />
olayların başında Selim’in ihanetinin<br />
ne zaman açığa çıkacağı, ardından<br />
Sena ve ailesinin sırları ile tabiî ki<br />
Yamaç ve Sena aşkının nereye<br />
sürükleneceği geliyor. Bunların yanı<br />
sıra İdris’in yıllardır bitmeyen büyük<br />
aşkı ve gazeteci kızın bununla bir ilgili<br />
olup olmadığı merakımı cezbeden<br />
diğer bir konu. Çukur’da neler olacak<br />
izleyip hep birlikte göreceğiz.
GÜNÜMÜZÜN AİLE DİZİLER<br />
Bilenler bilir, meslek<br />
gereği ara ara efsane<br />
olmuş yerli<br />
dizileri yeniden<br />
izleyerek bilgi tazelerim.<br />
TRT art arda<br />
aile dizilerini ekrana<br />
sürerken, ben de<br />
bulamadığım bir tadı<br />
ararken, kendimi<br />
yeniden İkinci Bahar<br />
izlerken buldum.<br />
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
TVMANIA<br />
Bu ay sizlerle dertleşmek istiyorum sayın okur.<br />
Bilenler bilir, meslek gereği ara ara efsane<br />
olmuş yerli dizileri yeniden izleyerek bilgi tazelerim.<br />
TRT art arda aile dizilerini ekrana sürerken,<br />
ben de bulamadığım bir tadı ararken, kendimi yeniden<br />
İkinci Bahar izlerken buldum. Aklımda dolaşanlarla<br />
da size kendimce “bugün neden İkinci Bahar gibi tadı<br />
damağımızda kalan işler yapılamadığını” şöyle madde<br />
madde açıklamak istedim.<br />
1- Can Dayanmıyor!<br />
İkinci Bahar 45 dakikaydı ve toplamda 37 bölüm sürdü<br />
sayın izleyici, günümüz dizi sürelerinin 150 dakika<br />
civarı olduğunu düşünürsek şu anki diziler üzerinden<br />
kaba bir hesapla 10 küsur bölümde biterdi. 45<br />
dakikada sündürülmeden anlatılan hikaye bu zaman<br />
şartlarına uygun yayılarak anlatılsa da malumunuz<br />
izlemeye can dayanmazdı. Hikaye açılacak diye<br />
dallandırıldıkça izleyiciyi de darlardı. Yerli dizi yersiz<br />
uzun diyerek bu maddeyi geçiyorum.
İ KAMU SPOTU GİBİ!<br />
2- Oyuncu mu Dediniz?<br />
Şener Şen ve Türkan Şoray rüya gibi bir cast…<br />
Bugün benzer tecrübede, ustalıkta herhangi bir<br />
oyuncuyu 150 dakikalık dizide, neredeyse her<br />
sahnede görülecek bir rolde yani başrol olarak<br />
oynatmak imkansız. Ancak yan roller olabiliyor,<br />
nedeni de sette sabahlamak istenilmemesi.<br />
Haklılar mı sonuna kadar. Haliyle bu maddeden<br />
de sınıfta kalıyoruz.<br />
3- Ali Haydar’ın Gündüz Rakısı Bugün Hayal<br />
Geçtiğimiz haftalarda ekrana gelen Çukur dizisinin<br />
ilk bölümünde Ercan Kesal’ın rakı içtiği sahne<br />
malumunuz internette olay yarattı. Zira rakı<br />
blurlanmamıştı ve blurlanıyor olsa bile ekranda<br />
içki içmek artık istisnaydı, hele bir de aile dizisinde<br />
böyle bir sahne şu an baya çölde vaha... Ne çabuk<br />
kabulleniyor insanoğlu yasakları… Neyse, özetle<br />
keyiflenince her birimiz gibi kadehini dolduran,<br />
üzüntüsünü rakı kadehinde unutan Ali Haydar’ın<br />
samimiyeti bugün ekrana gelemezdi. Timoti’den<br />
istediği gündüz rakısı bugün yazılamıyor, aile<br />
babası ana karakterimiz sarhoş olup aşkından<br />
yangın vs. çıkaramıyor. Afeti devran Neriman<br />
dediğimde aklınıza gelen fotoğraf ne bilmiyorum<br />
ancak benim gözümün önünde kahve<br />
fincanından fal bakarken sigarasını tellendiren<br />
bir Güven Hokna mevcut. Bugün olsa karakter<br />
sigara da içemezdi. Küçük ayrıntılar gibi<br />
görünüyor ama hakikaten karakterin gerçekliği<br />
için dikkate değer unsurlar bunlar. Fi’de Can<br />
Manay’ın sigara içiyor olması nedensiz mi<br />
sizce? Karakterin şapkasını almak, bastonunu<br />
kırmak, dilini kesmek gibi onu tanımlayan aracı<br />
yok etmek. Keza bugün sigara da, içki de içemiyor<br />
karakterler. “Show TV’de, Çukur’da yaptılar<br />
işte, ne anlatıyorsun” derseniz, vallahi ben<br />
de şaştım. Otosansür her yasaktan daha çok<br />
elimizi kolumuzu bağlıyor galiba.
4- Aman Suya Sabuna Dokunmayın!<br />
En son Kayıp Şehir’de biraz olsun sosyal ve<br />
siyasal meselelerin ele alındığını gördük. Sonra<br />
zaten suya sabuna dokunmayan romantik komediler<br />
kapladı dört bir yanımızı. Oysa hatırlayanlar<br />
olacaktır, İkinci Bahar’da Hanım’ın ağabeyi polis<br />
tarafından öldürülmüştü. Grev yaptıkları fabrikayı<br />
talan edince polis peşlerine düşmüş, Hanım’ın<br />
babası ağabeyini eve almayınca genç adam sokakta<br />
öldürülmüştü. Bugün herhangi bir dizide bu<br />
tür bir dramatik hikaye görebiliyor muyuz? Yanıt<br />
malum, hayır. İşte en son Kayıp Şehir’de benzer<br />
bir şekilde ailenin kızının aşık olduğu Nijeryalı<br />
genç polis tarafından öldürülüyordu. Lanetlenerek<br />
anılan bu cinayet, gerçekten İstanbul’da<br />
öldürülen Nijeryalı genç Festus Okey’e saygı<br />
duruşu olarak ekrana gelmişti. Hikayelerimizde<br />
“mecburen” din, siyaset hatta çevre sorunlarını<br />
bile konuşturamıyoruz. Aile dizilerinde derinliksiz,<br />
toplumsal hiçbir yaranın izini taşımayan sığ<br />
karakterler izliyoruz. Son yıllardaki tipler o derece<br />
karton ki, bölümlerce öpüşemiyorlar bile. Herkes<br />
aseksüel. Evlenmeden olmuyor, dizilerde bile<br />
karakterlere nikah düşüyor. Nikahsız birliktelik<br />
yaşayan Behzat Ç. için birkaç sene evvel ailenin<br />
temeline dinamit koyduğu gerekçesi ile bir vekil<br />
açıklamalar yapmıştı. Ne tuhaf değil mi?<br />
Bugünün mahalle dizilerinde eksik olan ne diye<br />
düşününce işte bende bunlar canlanıyor. Karakterler<br />
karton, belki de sansürden ziyade ihtiyaç<br />
duyulan otosansür elimizi bağlıyor. Sevinen<br />
karaktere şöyle bir kadeh rakıyla felekten<br />
bir gece çaldıramıyoruz, aşıkların dudakları<br />
birleşemeden ekranı karartıyoruz. “Aile dizisi”<br />
anlayışımız garip bir muhafazakarlığın tezahürüne<br />
döndü. Oysa İkinci Bahar da aile dizisiydi,<br />
Havva Ana’nın böbrekleri için her bölüm<br />
biraları yuvarladığı Yeditepe İstanbul da, Süper<br />
Baba dizisindeki İpek karakterinin politik demeçleri<br />
değil miydi geçtiğimiz aylarda sosyal<br />
medyada elden ele dolaşan? O da aile dizisiydi,<br />
hem de ne dizi… İkinci Bahar’ın senaristi Sulhi<br />
Dölek’in kıvrak zekası ve keyifli dili hikayeyi<br />
ayrıca cezbedici kılıyor elbette, ancak bugün de<br />
kalemiyle ilham veren, gülümseten pek çok senarist<br />
var. Sorun sektördeki yeteneksizlik demek<br />
sorunu at gözlüğüyle bambaşka bir noktaya indirgemek<br />
olur sadece. Özetle, günümüzün aile<br />
dizileri kamu spotundan hallice, durum böyle<br />
olunca gerçeklik de, sıcaklık da tuzla buz oluyor.<br />
Maalesef izleyiciyi sigaraya özendirmeyeceğiz<br />
derken, kederlendirip insana bir sigara daha<br />
yaktırıyorlar… İyisi mi İkinci Bahar izleyelim,<br />
sonra Yeditepe İstanbul, belki ardından da<br />
Süper Baba, bugünün karakterleri ne kadar ölü<br />
doğuyorsa onlar hala yaşıyor zira.
EPISODE<br />
‘THIS IS US’<br />
REÇETEYLE<br />
SATILMAYI<br />
HAK EDiYOR<br />
ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />
İyilik bir görevdir.<br />
Immanuel Kant<br />
Son yıllarda her birinin farklı bir<br />
zeka ürünü olmasına alışılan<br />
teknoloji şaheseri çılgın diziler<br />
serisinin arasında ‘This is us’ konusu ve<br />
tekniğiyle resmen huzur veriyor. Hem de<br />
çok özlenen ancak o kadar unutulmuş<br />
ki neyi özlediğinin bile ayırdında olmayan<br />
milyonlara tekrar en temizinden<br />
aşk, aile, kardeşlik ve arkadaşlık yani<br />
illa ki sevgi diyerek huzur veriyor. Bütün<br />
kusurlarıyla, eksikleriyle telafisi imkansız<br />
yanlışlarıyla bir aile olmanın mükemmel<br />
acı ve mutluluklarını anlatan şiirsel<br />
gerçekçi bir yapım. Reklamlardaki toz<br />
pembe Amerikan rüyası yanılsamasıyla<br />
kandırmak yerine eksisi ve artısıyla<br />
aslında yanlışsız ve eksiksiz bir aile<br />
olunamayacağını ama yeter ki sevgisiz<br />
olunmaması gerektiğini her bölümde<br />
yeniden ve başka bir açıdan ispat ediyor.<br />
Karakterlerin bugününü aslında<br />
geçmişlerinin sonuçlarını açıklayarak<br />
gösteren yapıda şimdinin tanımı derinlik<br />
kazanıyor.<br />
Üçüz bebek bekleyen bir ailenin bebeklerinden<br />
biri ölünce hastanedeki<br />
terk edilmiş siyah bebeği almalarıyla<br />
başlıyor dizi. Hiç çocuğu olmadığı için<br />
bebek almaktan farklı bir durum, dahası
eyaz bir ailenin üçüncü bebeğin siyah<br />
olmasını evlat edinmek için sıkıntı etmemeleri<br />
de büyük ve çok değerli mesajlar<br />
içeriyor. Öncelikle sadece senin olanı değil<br />
dünyayı ve insanı sevmeyi örneklendirdiği<br />
için gönül telini titretirken gülümsetiyor.<br />
Hikaye çocukların büyümüş halleriyle<br />
çocukluklarına paralel geçişlerle ilerliyor.<br />
Böylece evin siyahı olan (Randall) bir<br />
çocuğun ‘farklı’ olmamak için yaptıklarıyla<br />
bugün kurduğu siyah ailesi arasındaki<br />
neden sonuç ilişkisini izah eden bir yapı<br />
sunması ilginç bir seyir keyfi sunuyor.<br />
Hatta gösteriyor ki aile içi sonsuz sevgiye<br />
karşın toplumsal yapıdaki önyargılar ve<br />
gizli ayrımcılık kişinin yaşamında ciddi<br />
hasarlara yol açabiliyor. Farklılığından<br />
korkmak, kendinden saklanmak ancak<br />
yine de özel olmak çabası içinde istemsiz<br />
çatışmalar yaşayan çocuğun aslında ailesinin<br />
de nasıl davranacaklarını bilmedikleri<br />
ve bocaladıkları görülüyor. Ne kadar güzel<br />
ki bu ailenin çok iyi bildiği bir şey var;<br />
sevmek ve sevmek toplumsal dayatma<br />
ve önyargıların yarattığı sıkıntıları çözmeye<br />
yetmese de büyük ölçüde çocukların<br />
her birinin en azından hasarlı da olsa iyi<br />
insanlar olmasını sağlıyor. Randall beyaz<br />
bir ailenin evlat edinilmiş üçüzlerinden<br />
biri olarak her açıdan üvey, öteki ve farklı<br />
olmasına karşın bugün başarılı bir avukat<br />
olarak geçmişi temizleyip geleceğini sevgiyle<br />
inşa etmekte kararlı ilerliyor. Özellikle<br />
birinci sezonun sonunda karısına yaptığı<br />
sürpriz, iyiliğin de kötülüğünde bulaşıcı<br />
olduğunu örneklendirirken yürek burkarken<br />
alabildiğine umutlandırıyor.<br />
Üçüzlerden Kate ise çocukluğundan itibaren<br />
zayıflama çabası içindeki milyonları<br />
temsil eden sevgi dolu bir obez oluyor. Her<br />
zaman ‘XL’ beden giysilerinin içinde ne<br />
denli küçümsendiğini ya da en başta koca<br />
gövdesinin içinde kendini nasıl değersiz,<br />
küçük ve fazlalık hissettiğini anlatıyor.<br />
Ancak asıl mesele sadece kiloları yüzünden<br />
kendisine bir yaşam seçmeyi bile hak<br />
görmeyerek biyolojik ikiz kardeşi Kevin’in
yaşam düzenleyicisi, hizmetçisi, sırdaşı,<br />
yandaşı belki de sadece gölgesi olarak<br />
var olmayı seçmesi ki bu yanlışın<br />
ayırdına da başka bir obez sevgili<br />
yardımcı oluyor. Bedenin kimlik inşasına<br />
sorun ve yük teşkil ettiğinin inanılmaz<br />
örneklerinden biri. Üstelik obezite meselesi<br />
üzerinden köpürtülmüş bir dram<br />
yaratmak yerine gerçeğin dayanılmaz<br />
zorlukları yumuşak bir dille anlatılıyor.<br />
Aynen Randall örneğinde ırkçılık gibi<br />
devasa ağır bir meseleyi ne hafife alarak<br />
ne de trajedisinden beslenerek tadını<br />
kaçırmadığı gibi! Çünkü tüm metnin<br />
her hücresine sinen ve seyirciye geçen<br />
iyi niyetli bir duygu, umut ve sevgi<br />
mesajları her karakteri kapsıyor. Aslında<br />
insanoğlunun her derdinin hem sebebi<br />
hem çaresi olarak ‘sevgi’nin gösterildiği<br />
ve bunu didaktik kamu spotu tadında<br />
değil gerçekten içeriğin her karesine<br />
yedirerek anlattığı için ‘This is us’ obez<br />
Kate ile gerçekten büyülüyor.<br />
Üçüzlerin en havalı ve yakışıklısı (Kevin)<br />
ünlü bir dizi oyuncusu olarak yaşamına<br />
devam ederken çocukluğundan itibaren<br />
bir obez kız kardeşine bir siyah<br />
kardeşine yaslanan daha sorumsuz<br />
ancak sempatik bir karakteri temsil<br />
ediyor. Sonuçta üçüz olmalarına<br />
karşın bazılarının hep küçük kardeş<br />
kontenjanında aileden kop/a/mayan<br />
dolayısıyla bir arada olmalarına vesile<br />
olan ancak genellikle istek ve beklentileriyle<br />
hem sıkıntı hem de eğlence<br />
kaynağı yaratan bir karakter. Aşk, iş ve<br />
aile üçgeninde sevabıyla günahıyla kendisinden<br />
kaçan ancak kendisini arayan<br />
ve yüzleşen naif bir karakter olarak aile<br />
bireylerine de gülümseme sebebi oluyor.<br />
Merkezde üçüzlerin ebeveynleri Rebecca,<br />
Jack ve çocukları ile çocukların<br />
yetişkinlik halleri, bugünkü aileleri<br />
anlatılırken yaşamlarından geçen<br />
arkadaşlar, doktor (üçüzlerin doğumunu<br />
yaptıran), itfaiyeci ( hastanenin önüne<br />
bırakılan bebeği önce evine sonra has-
taneye götüren adam), siyah bebeğin öz<br />
babası (bebeğini itfaiyenin önüne terk<br />
eden baba) ve iş arkadaşları da hikayeye<br />
eşlik ediyor. Bu karakterler odak noktasını<br />
güçlendirmekle kalmıyor, meselelere farklı<br />
bakış açılarıyla boyutlar kazandırarak metni<br />
zenginleştiriyorlar.<br />
Sonuçta yazarak anlatmak yetmiyor çünkü<br />
dizi de hiçbir şey olmuyor gibi ama her şey<br />
oluyor. Çağımızın hastalığı yalnızlığın çaresi<br />
aile midir, hatta geniş aile midir gibi son<br />
derece zor sorular sorarak her bölümde<br />
farklı kültürlerden milyonları gülümsetiyor,<br />
ağlatıyor, kalp sıkıştıran mevzulara zarif ve<br />
naif bir üslupla incitmeden dalıyor. Haliyle<br />
‘This is us’ reçeteyle satılmayı hak edecek<br />
kadar iyi geliyor cidden… Ne de olsa iyiliği<br />
bir meziyet gibi değil zaten görev olarak<br />
gören güzel yürekli insanların hikayesinden<br />
oluşuyor. Özellikle iyilikseverlere iyi<br />
geleceği garanti görünüyor!