10.11.2017 Views

Binder108

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

CINEVİZYON<br />

3 KASIM<br />

Ketenpere<br />

Testere: Jigsaw Efsanesi / Jigsaw<br />

OHA Diyorum<br />

Dünyanın En Güzel Kokusu 2<br />

Macera Günlükleri: Sihirli Adaya Yolculuk / The<br />

Shonku Diaries: A Unicorn Adventure<br />

Kare / The Square<br />

17 KASIM<br />

Sen Kiminle Dans Ediyorsun?<br />

Bizim Küçük Günahlarımız<br />

Beginner<br />

Ayaz<br />

İçimdeki Güneş / Let the Sunshine In<br />

Geçmişteki Sır<br />

Seni Gidi Seni<br />

Justice League: Adalet Birliği / Justice League<br />

Mucize / Wonder<br />

Kardan Adam / The Snowman<br />

Kutsal Geyiğin Ölümü / The Killing of a Sacred<br />

Deer<br />

Küçük Vampir 3D / The Little Vampire 3D<br />

10 KASIM<br />

Mutluluk Zamanı<br />

İntikam / The Foreigner<br />

Ağır Kelepçe<br />

Yanlış Anlama<br />

Umudun Öteki Yüzü / The Other Side of Hope<br />

Doğu Ekspresinde Cinayet / Murder on the<br />

Orient Express<br />

Yol Ayrımı<br />

Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali<br />

24 KASIM<br />

Housewife<br />

On Adım<br />

Buğday<br />

Eyvah Annem Dağıttı! 2 / A Bad Moms Christmas<br />

Kardeşim Benim 2<br />

Morg<br />

Ayı Paddington 2 / Paddington 2


İÇİNDEKİLER<br />

30<br />

dosya<br />

JUSTİCE LEAGUE<br />

Egemen Justice League’in başarı<br />

şansını değerlendirdi.<br />

24<br />

42<br />

56<br />

AIDA BEGİÇ<br />

RÖPORTAJ<br />

OHA EKİBİ<br />

Ezgi youtube ünlüleri OHA ekibiyle<br />

eğlenceli bir röportaj yaptı.<br />

OGÜN ŞANLIER<br />

Boğaziçi film festivali başkanı Ogün<br />

Şanlıer konuğumuz oldu.<br />

36<br />

ANTALYA’NIN FİLMLERİ<br />

İbrahim Antalya’ya gidemeyenler<br />

için filmleri yazdı.<br />

46 SABAHATTİN ALİ<br />

Pınar Sabah Yıldızı Sabahattin<br />

Ali’yi sizler için seyretti.<br />

50 THE FOREIGNER<br />

Haktan The Foreigner’den yola çıkarak<br />

evinden uzak kahramanları yazdı.<br />

62 ORIENT EXPRESS<br />

Onur Şark Ekspresinde Cinayet filminden<br />

yola çıkarak dedektifleri yazdı.<br />

70 TESTERE<br />

Başak Testereyle en iyi korku filmleri serilerini<br />

bizim için kesti.<br />

80 YOL AYRIMI<br />

Polat Yol Ayrımı filminin yönetmeni Yavuz<br />

Turgul’u odağına aldı..<br />

86 KORKU VE TEKNOLOJİ<br />

Kızılca teknolojinin kurbanı olan korku<br />

sinemasını inceledi.<br />

76<br />

DUYGU BAŞARA<br />

Ayla filminin castını yapan menejer Duygu<br />

Başara mesleğinin inceliklerini anlattı.<br />

92<br />

HUCH WEICHMAN<br />

Loving Vincent filminin yönetmeni<br />

Gizem’in sorularını cevapladı..


ÖZEL KÖŞE<br />

34 SUSMAYAN KÖŞE<br />

Murat sinema yazarlarının gazeteci mi<br />

yoksa sinemacı mı olduğunu tartıştı.<br />

68 BELGESELCİ<br />

Güzel Kasım’da nerede belgesel var<br />

onları bizim için topladı.<br />

74 ZAMANIN RUHU<br />

Küçük küçük Antalyacık dedim.<br />

Millete de hafif salladım.<br />

100<br />

102<br />

106<br />

110<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Fırat, yönetmen Doğuş Algün ile<br />

kısa filmini konuştu.<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

Nergiz Çukur’un<br />

altını üstüne getirdi.<br />

TVMANIA<br />

Kaboğlu eski aile dizilerini özlediğini<br />

ve nedenlerini anlattı<br />

EPİSODE<br />

Şenay This is Us dedi de<br />

başka şey demedi.<br />

ELİMDEKİ KALEM<br />

KAMERA DEĞİL<br />

EDITO<br />

Cinedergi kurulduğundan beri belirli<br />

alışkanlıklarını devam ettiriyor. Dergimizdeki<br />

tecrübeli ve ünlü kalemler<br />

dışında kadromuzda mutlaka yepyeni kalemleri<br />

de sizler için bulunduruyoruz. Yeni<br />

dediğime bakmayın, aslında bu isimler de<br />

kendilerini yazılarıyla kanıtlamış ve elimizdeki<br />

kalemi rahatlıkla onlara devredeceğimiz<br />

isimler. Bu sayıda işte böyle yeni bir kalem<br />

daha aramıza katıldı. Haktan Kaan İçel’e<br />

hoşgeldin diyorum. Bu aylar festivallerin<br />

sırayla yapıldığı ve tartışmaların gündemi<br />

doldurduğu dönemler. Kasım’ın da parlayan<br />

yıldızı Boğaziçi Film Festivali oldu. Hem<br />

içeriği hem de getirdikleri konuklar açısından<br />

kendinden onlarca yıl eski festivalleri<br />

kıskandırdı Boğaziçi. Düşünsenize Bela Tarr<br />

İstanbul’da ve bir masterclass verecek. Daha<br />

ne diyeyim? Bu arada başlığımı okuduysanız<br />

direkt bizim Susmayan Köşe’nin hakimi Murat<br />

Tolga Şen’e laf attığımı anlamışsınızdır.<br />

Murat, Antalya’ya katılmaktan yola çıkarak<br />

sinema yazarlarının aslında gazeteci değil<br />

sinemacı olduğunu söylüyor. Ben de ona<br />

diyorum ki Muratçım elindeki<br />

kamera değil kalem...


YAŞINDAN ÇOK<br />

DAHA OLGUN BİR<br />

FESTİVAL<br />

5. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali bir<br />

tıkanma yaşayan festival dünyasına yepyeni<br />

bir soluk getirdi. 17 Kasım’da Bela<br />

Tarr ile tanışmak, George Clooney’nin<br />

yeni filminin Türkiye’deki ilk gösteriminde<br />

yer almak, daha hiç bir yerde<br />

gösterilmemiş Türk filmlerine ulaşmak<br />

için Boğaziçi film festivalinde görüşelim...<br />

n Bir festival düşünün ki kendi imkanlarıyla yola<br />

çıkan ve 5. yılında 39 ülkeden 107 filmi izleyicisiyle<br />

buluştursun. Bununla yetinmesin, ünlü yönetmen<br />

Bela Tarr’ı, Majid Majidi’yi ve Lost’un yaratıcısı<br />

Boby Roth’u istanbula getirip Türk sinemacılarla<br />

buluştursun. İstanbul Film Festivali, Adana Film<br />

Festivali ve Antalya Film Festivali’nden sonra<br />

yapılıp hiçbirinde gösterilmemiş beş filmle beraber<br />

8 yapımlık bir ulusal yarışma yapabilsin. Bütün<br />

festivallerde verilen para ödülleri azaltılırken hatta<br />

bazılarında ulusal yarışma kaldırılırken o hem uzun<br />

metraja büyük meblağlarda ödüller verebilsin hem<br />

de kısa metrajcıları her anlamda domine etsin. Şimdi<br />

bunların hepsini yapan bir festivali övmiyeceğim de<br />

ne yapacağım. Önümüzdeki hafta sonu başlayacak<br />

festivali size biraz tanıtalım.<br />

Festivalden yerli sinemaya büyük destek!<br />

5. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nin bu yılki<br />

yeniliklerinden ilki Bosphorus Film Lab olacak.<br />

Festivalin TRT’nin kurumsal iş ortaklığı ile geçen<br />

yıl başlattığı Yapım Destek Platformu, bu yıl Bosphorus<br />

Film Lab adını alıyor ve yerli sinemacılara<br />

olan desteğini güçlendirerek sürdürüyor. Türkiye<br />

sinemasında filmlerin gelişmesine katkı sağlamak,<br />

genç yapımcı ve yönetmenlerin yeni filmler üretmesine<br />

maddi ve manevi<br />

destek oluşturmak ve<br />

sinemamızın yurt içinde


ve yurt dışında tanıtılması amacıyla yola çıkan<br />

Bosphorus Film Lab, uzun metraj kurmaca film<br />

projelerinin yapım süreçlerine katkı sunacak.<br />

TRT’nin kurumsal iş ortağı olduğu Bosphorus<br />

Film Lab’de Pitching kategorisinde yarışan bir<br />

proje, TRT Ortak Yapım Ödülü’nü alırken, Work<br />

in Progress kategorisinden bir proje de 25.000<br />

TL değerindeki Kültür ve Turizm Bakanlığı<br />

Özel Ödülü’nü kazanacak. Ayrıca iki kategoriden<br />

birer projeye de toplam 100.000 TL<br />

değerinde Digiflame Post Prodüksiyon Hizmet<br />

Ödülü sunulacak.<br />

Ulusal Sinema’da 8 film<br />

Büyük Ödül için yarışıyor<br />

Başkanlığını usta yönetmen Derviş Zaim’in<br />

yapacağı Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması<br />

jürisi; yazar Ayfer Tunç, kurgucu Aylin Zoi<br />

Tinel, görüntü yönetmeni Fe-za Çaldıran ve<br />

oyuncu Yasemin Allen’den oluşuyor. Ulusal<br />

Uzun Metraj Film Yarışması’nda ise; Andaç<br />

Haznedaroğlu’nun “Misafir”, Ayhan Salar ve<br />

Erkan Tahhuşoğlu’nun “Eşik”, Burçak Açık<br />

Üzen’in “Beginner”, Bülent Öztürk’ün “Mavi<br />

Sessizlik”, Fikret Reyhan’ın “Sarı Sıcak”,<br />

Özgür Sevimli’nin “Murtaza”, Pelin Esmer’in<br />

“İşe Yarar Bir Şey” ve Selman Kılıçaslan’ın<br />

“Bütün Saadetler Mümkündür” adlı filmleri<br />

100.000 TL değerindeki En İyi Ulusal Uzun<br />

Metraj Film Ödülü için yarışacak.<br />

Kısacılara Ahmet Uluçay anısına ödül!<br />

Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nin Kısa<br />

Kurmaca Film Yarışması Jürisi, Saraybosna<br />

Film Festivali kısa film programcısı Asja<br />

Krsmanović, yönetmen Gözde Kural ve yönetmen,<br />

yapımcı ve senarist Hakkı Kurtuluş’tan<br />

oluşuyor. Ulusal kısa film yarışmasında ise<br />

kurmaca dalında 10, belgesel dalında ise 8


8 film yarışacak. Ulusal Kısa Kurmaca Film<br />

Yarışması’nda Ahmet Serdar Karaca’nın “Frekans”,<br />

Alkım Özmen’in “Bir İş Görüşmesi Hikayesi”, Ayris<br />

Alptekin’in “Kot Farkı”, Canbert Yerguz’un “Kamyon”,<br />

Çağhan Özdemir’in “Mutluluk”, Hasan Ali<br />

Kılıçgün’ün “3,5 Lira”, Derin Biricik’in “Mümkün<br />

Hayatların En Güzeli”, Okan Akgün’ün “Bir Tabut<br />

İnsan”, Onur Yağız’ın “Toprak” ve Sinan Kesova’nın<br />

“Hinterlant” adlı filmleri 10.000 TL değerindeki En İyi<br />

Ulusal Kısa Kurmaca Film Ödülü için yarışacak.<br />

Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nin Kısa Belgesel<br />

Yarışması Jürisi, yönet-men ve yapımcı Aysim Türkmen,<br />

TRT yapımcılarından ve belgesel yönetmeni<br />

Kerime Şenyücel ve Filistinli sinemacı Mohammed<br />

Almughanni’den oluşuyor. Ulusal Kısa Belgesel<br />

Yarışması’nda Abdurrahman Demir’in “Kırmızı”, Ege<br />

Zaimağaoğlu’nun “Gönüllü Yürekler”, Hasan Ete’nin<br />

“Meftun”, Haydar Demirtaş’ın “Ülkemden Uzakta”,<br />

Mehmet Can Mıcık’ın “Menderes Kıyısında”, Orhan<br />

Dede’nin “Misafir”, Volkan Budak’ın “Yaban” ve Yavuz<br />

Üçer’in “Hekim” adlı kısa belgeselleri 10.000 TL<br />

değerindeki En İyi Ulusal Kısa Belgesel Ödülü için<br />

yarışacak.<br />

Uluslararası yarışma filmleri Türkiye’de ilk kez!<br />

Bu yıl Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması’ndaki<br />

tüm filmler Türkiye prömi-yelerini Uluslararası<br />

Boğaziçi Film Festivali’nde yapacak. Brezilya, Fransa,<br />

Gürcistan, Hindistan, İran, İtalya, Kırgızistan,<br />

Mısır, Romanya ve Rusya’dan toplam 10 filmin yer<br />

alacağı yarışmada bir film 50.000 TL değerindeki<br />

Büyük Ödül’e uzanırken; ayrıca, erkek oyuncu, kadın<br />

oyuncu, senaryo, sinematografi ve kurgu dallarında<br />

toplamda 100.000 TL’yi aşkın para değerinde ödül<br />

dağıtılacak. yönetmen Aida Begic’in başkanlığını


üstleneceği Uluslararası Uzun Metraj Film<br />

Yarışması jürisi ise, oyuncu Daphné Patakia,<br />

festival profesyoneli Signe Zei-lich-Jensen,<br />

sanat yönetmeni László Rajk, senarist ve<br />

yönetmen Zrinko Ogresta’dan oluşuyor. Yönetmen<br />

Majid Majidi’nin son filmi “Beyond The<br />

Clouds”; yine İran’dan Parviz Shahbazi’nin iki<br />

genç sevgilinin birlikte ola-bilmek için ailelerinden<br />

kaçmalarını ve başlarına gelen çeşitli<br />

olayları incelikli bir kur-guyla anlatan filmi<br />

“Malaria”; Mısırlı yönetmen Amr Salama’nın<br />

2009’da hayranı olduğu Michael Jackson’ın<br />

ölümünün haberiyle sarsılan bir imamın trajikomik<br />

hikâyesini anlatttığı filmi “Sheikh Jackson”;<br />

Fransız yönetmen Thierry de Peretti’nin<br />

huzursuz edici ikinci filmi “A Violent Life” ve<br />

Gürcü yönetmen George Ovashvili’nin devrik<br />

bir devlet başkanının siyasi mücadelesini anlatan<br />

son filmi “Khibula”, yönetmenlerin takipçilerinin<br />

yarışmadan özellikle kaçırmaması<br />

gereken filmler.<br />

Ustaların son işleri festivalde<br />

Woody Allen’dan Andrey Zvyagintsev’e,<br />

Naomi Kawase’den Takeshi Kitano’ya, dünya<br />

sinemasının usta isimlerinin son filmlerini<br />

buluşturan “Dünya Sineması” bölümünde,<br />

ABD, Almanya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka,<br />

Fransa, Güney Kore, Hollanda, İsviçre,<br />

Japonya, Norveç, Rusya ve Şili’den toplam<br />

10 film gösterilecek. Kore asıllı oyuncu Justin<br />

Chon’un Sun-dance’ten seyirci ödüllü “Gook”;<br />

Japonya sinemasının usta kadın yönetmeni<br />

Naomi Kawase’nin Cannes’da Altın Palmiye<br />

için yarışan ve Ekümenik Jürisi Ödülü’yle<br />

dönen son filmi “Radiance”; Cannes’ın bu


yılki galibi Ruben Östlund<br />

kara komedisi “The Square”;<br />

Japon yönetmen Takeshi Kitano’nun<br />

hızlı temposuyla soluksuz bırakacak<br />

suç aksiyonu “Outrage Coda”; Bosnalı<br />

yönetmen Elmir Jukic’in son filmi “The<br />

Frog”; usta Rus yönetmen Andrey<br />

Zvyagintsev’nin Cannes’da Jüri Özülü<br />

kazanan son başyapıtı “Loveless”; George<br />

Clooney’nin festivalin açılış filmi de olan<br />

Venedik’ten ödüllü “Suburbicon”; Amerikan<br />

bağımsız yönetmen Niles Atallah’ın<br />

Rotterdam’dan Jüri Özel Ödülü’yle dönen<br />

ikinci uzunu “Rey”, festivalde biletleri ilk<br />

tükenecek filmler olacak görünüyor. Bölümün<br />

heyecan uyandıran filmlerinden biri de,<br />

Türkiye galasını festivalde ya-pacak Woody<br />

Allen filmi “Wonder Wheel”. Ustayı yeniden<br />

New York sokaklarına döndüren film, gangsterlerle<br />

dolu 50’ler Amerika’sında yaşanan<br />

hüzünlü bir aşkı anlatıyor ve Kate Winslet’dan<br />

Justin Timberlake’e, Juno Temple’dan<br />

Jim Belushi’ye, yıldızlar geçidiyle göz<br />

kamaştırıyor.


PEK YAKINDA<br />

ÇIZGI ÖTESI<br />

Yönetmen: Niels Arden Oplev<br />

Oyuncular: Ellen Page, Diego Luna, Nina Dobrev<br />

Konu: Beş tıp öğrencisi ölümden sonrasına saplantılı hale gelmiştir. Ölümün<br />

ardından yaşamın devam edip etmediğini öğrenmeye kararlı olan öğrenciler<br />

tehlikeli bir deneye girişirler. Her biri kısa periyotlarda kalp atışlarını durdurur.<br />

Böylece hepsi ölüm deneyimi yaşar. Ancak yaptıkları deney giderek tehlikeli<br />

bir hal almaya başlayacaktır. Öğrenciler öteki tarafa geçerek doğaüstü<br />

varlıkların dikkatini çekmiştir ve artık her biri geçmişteki hataları ile acı bir<br />

biçimde yüzleşecektir...


Yönetmen: David Gordon Green<br />

Oyuncular: Jake Gyllenhaal,<br />

Tatiana Maslany, Miranda Richardson<br />

Konu: 27 yaşındaki Bostonlu<br />

bir işçi olan Jeff, eski sevgilisi<br />

Erin’le tekrar barışmanın<br />

yollarını arar ve bu amaçla<br />

maratona katılır. Maraton<br />

başladığında her şey yolunda<br />

gitmektedir. Fakat Jeff, Erin’i<br />

finiş çizgisinde beklerken,<br />

şiddetli bir patlama meydana<br />

gelir. Jeff patlama anında iki<br />

bacağını da kaybeder ve hemen<br />

hastaneye kaldırılır. Yapılan<br />

tedaviler sonucu bilinci yerine<br />

gelen Jeff’in kendi yaşam savaşı<br />

yeni başlamıştır.<br />

PES ETME<br />

YARINI YOK<br />

Yönetmen: Brian<br />

Smrz<br />

Oyuncular: Ethan<br />

Hawke, Paul Anderson,<br />

Rutger<br />

Hauer<br />

Konu: Travis<br />

Conrad, bir kiralık<br />

katildir. Kendisine<br />

verilen<br />

son işi sırasında<br />

öldürülür ve patronu<br />

tarafından<br />

geçici olarak<br />

canlandırılır.<br />

Sadece 24 saatlik<br />

yaşam süreci<br />

vardır. Travis, kendisine<br />

verilen bu<br />

bir günde hayatına<br />

mal olan insanlardan<br />

intikam almak<br />

için çabalar.<br />

SUBURBICON<br />

Yönetmen: George<br />

Clooney<br />

Oyuncular: Matt<br />

Damon, Julianne<br />

Moore, Oscar Isaac<br />

Konu: Lodge ailesi,<br />

sakin ve sıradan<br />

insanların yaşadığı,<br />

huzurlu bir banliyö<br />

mahallesinde<br />

yaşamaktadır. Bölge<br />

aile kurmak için<br />

uygun bir yer gibi<br />

görünse de ardında<br />

rahatsızlık verici<br />

gerçekler vardır. İyi<br />

bir eş ve baba olan<br />

Gardner Lodge,<br />

mahallenin ihanet,<br />

aldatma ve şiddet<br />

dolu gizemli bölgelerini<br />

keşfe çıkar.


PEK YAKINDA<br />

Yönetmen: Rian<br />

Johnson<br />

Oyuncular: Daisy<br />

Ridley, John Boyega,<br />

Oscar Isaac<br />

Konu: Rey, efsanenin<br />

ikinci bölümünde<br />

de Finn,<br />

Poe ve Luke Skywalker<br />

ile destansı<br />

yolculuğuna devam<br />

ediyor. Filmde Daisy<br />

Ridley, John Boyega,<br />

Mark Hamill,<br />

Domhnall Gleeson,<br />

Carrie Fisher, Laura<br />

Dern, Oscar Isaac,<br />

Gwendoline Christie<br />

ve Lupita Nyong’o<br />

gibi birbirinden ünlü<br />

isimler yer alıyor.<br />

STAR WARS: SON JEDI


Yönetmen: Joseph<br />

Kosinski<br />

Oyuncular: Josh Brolin,<br />

Jennifer Connelly, Miles<br />

Teller<br />

KORKUSUZLAR<br />

Konu: 2013’te Arizona<br />

eyaletinin Prescott bölgesine<br />

bağlı Granite Mountain<br />

Hotshots’ta korkunç bir<br />

yangın başlar. Kısa sürede<br />

iyice yayılan yangın birçok<br />

hayatı tehdit etmektedir.<br />

Yangınla mücadele için<br />

Granite Mountain Hotshots<br />

yangın departmanında<br />

çalışan 19 itfaiyeci göreve<br />

başlarlar. Ancak yangınla<br />

mücadele oldukça zorludur.<br />

SOMALI<br />

KORSANLARI<br />

Yönetmen: Bryan<br />

Buckley<br />

Oyuncular: Al Pacino,<br />

Evan Peters, Melanie<br />

Griffith<br />

Konu: Gazetecilikte<br />

kendini göstermek için<br />

bir tercih yapmak zorunda<br />

kalan Jay, kendi<br />

ailesinin yanında<br />

yaşadığı bodrum katını<br />

dünyanın en tehlikeli<br />

suçluları arasında bir<br />

hayat için terk eder.<br />

Tüm olanaksızlıklara<br />

rağmen, doğal cazibesi<br />

ve saflığı<br />

sayesinde hayatını<br />

tehlikeye sokan tüm<br />

durumlardan kaçmayı<br />

başarıp dünyaya tüm<br />

gerçekleri aktaran ilk<br />

gazeteci olabilecek<br />

midir?<br />

ALL THE<br />

MONEY IN<br />

THE WORLD<br />

Yönetmen: Ridley<br />

Scott<br />

Oyuncular: Kevin<br />

Spacey, Mark Wahlberg,<br />

Michelle Williams<br />

Konu: 16 yaşındaki<br />

John Paul Getty’nin<br />

kaçırılması ile<br />

başlayan olaylar,<br />

anne Gail’in zengin<br />

büyükbabasından fidye<br />

parasını istemesi<br />

ve Spacey’nin<br />

canlandırdığı<br />

büyükbabanın<br />

bunu reddetmesi ile<br />

gelişir. Umutsuzca<br />

çırpınan Gail bundan<br />

sonra oldukça<br />

öfkeli ve saldırgan<br />

bir tutum içerisine<br />

girer.


CINEKRiTiK<br />

ALPER TURGUT<br />

OTOBAN DA NEYMiŞ, PATiKA DURURK<br />

n Efendime söyleyeyim, 71 yaşındaki Yavuz<br />

Turgul ile 76 yaşındaki Şener Şen’in,<br />

yedinci ortak projesinde, Yol Ayrımı filmini,<br />

Muhsin Bey, Eşkıya, Gölge Oyunu’nun<br />

altına, Yürek Yarası ve Av Mevsimi’nin<br />

üstüne koyarım, Aşk Filmlerinin Unutulmaz<br />

Yönetmeni’nin ise kıvamında ve ayarında<br />

derim, geçerim, haliyle kendimce… Eyyy<br />

Yavuz Turgul, filmlerin arası, hiç yedi<br />

sene mi sürer diye topa sert girecektim, sonra<br />

Eşkıya ile Yürek Yarası arasındaki dokuz yıllık<br />

boşluk geldi aklıma, hımmm dedim, eee adamın<br />

tarzı bu, cici keyfi nasıl isterse, öyle olur, Onur<br />

Ünlü gibi, senede dört film mi çeksin, yahu bant<br />

sistemi mi bu, şu sayıda ürün, şu zamanda<br />

geçsin diyelim. Tüketim malzemesi falan değildir<br />

sinema, günümüzde öyle görünse de, kalıcılık<br />

esastır gardaşım, bir film, kesinkes vizyona<br />

sığmamalıdır.<br />

Av Mevsimi sırasında, öfkeli bir yazı yazmamın<br />

sebebiyse, bu bir polisiye türüdür şeysine kafayı<br />

takmış olmamdı, bu sebeple, beş senede böyle<br />

senaryo mu kaleme alınır, insan beş senede,<br />

üniversiteyi bitirir be demiştim, çünkü finale<br />

giden yollarda, gizemi erken çözmüş, dedektife<br />

bırakılacak işi, bir sinemasever olarak üstlenmeyi,<br />

hoş karşılamamıştım. Hala aynı fikirdeyim,<br />

belirteyim.<br />

Aslında Cannes’da Altın Palmiye alan Ruben<br />

Öslunt’un Kare (The Square) filmi hakkında<br />

yazacaktım, kendimi birden Yol Ayrımı’nda<br />

buldum, fena da olmadı hani, benzerlikleri<br />

de var üstelik. Öncelikle ikisi de maşallah iki<br />

buçuk saat sürüyor, sonrasında zenginlerin<br />

samimiyetsiz, soğuk ve acımasız hayatlarına<br />

pencere açıyorlar. Nasıl eleştirdiklerinden daha<br />

önemli olan, eleştiriyor olabilmeleridir elbette, bu<br />

bağlamda, vurun hayatı hepimize zindan eden,<br />

açlıkları asla doyman, dünyayı kendilerinden<br />

ibaret sanan varsılların kafasına kafasına, ellerinize<br />

sağlık!<br />

Yol Ayrımı’nın hayli uzun süresi boyunca, asla<br />

sıkılmamış olmam, saatime bakmayı dahi<br />

düşünmemem, benim için artı değerdir, buna<br />

filmin akıcı ve kendine çeken hali nedendir,<br />

yapıt, yürüyor, yok, eski sinema anlayışı, yok, ne<br />

gereği vardı, yok, yönetmen jübile yapmış, yok,<br />

Şener Şen, korkuyor, film seçiyor, bunlar aslında<br />

hep hikâye, gerçekten önemli olan, iki sinema<br />

insanının, 30 senedir, ortak düşler kurması, her<br />

türden olumlu-olumsuz eleştirinin, laf geçirmenin,<br />

akıl öğretmenin bu birlikteliği bozamamasıdır, en<br />

nihayetinde… Yurttaş Kane ve Bisiklet Hırsızları<br />

göndermeleriyse iyi olmuş, güzel olmuş, isabet<br />

olmuş. Rehber yapıtlar, asla unutulmamalı, on-


EN…<br />

lardan feyz almalı, ezber bozan eserlere giden yol,<br />

çünkü kült ve klasik yapımları anlamaktan geçiyor.<br />

Hiç mi itirazın yok be adam diye sorarsanız, tonla<br />

var diye yanıtlarım, lakin siyasete gireriz, mesele<br />

uzar, acımasız bir zenginin vicdan ayaklanması, ancak<br />

masallarda olur, gerçek hayat ise bambaşkadır,<br />

binlerce senedir, yoksulun sömürülen emeği,<br />

çalınan hayatı, dökülen kanı, buna şahittir.<br />

Memleketin yaşayan en iyi ve en büyük aktörlerinden<br />

Şener Şen’e eşlik eden oyuncu kadrosu<br />

Çiğdem Selışık Onat, Rutkay Aziz, Nihal<br />

Yalçın, Mert Fırat, Tilbe Saran, Ruhsar Öcal,<br />

Defne Kayalar, Şerif Erol da rollerinin hakkını<br />

veriyorlar, filmde oynayan bisikletler ve köpek<br />

arkadaş ise elbette favorim.<br />

Yol ayrımında, her zaman az kullanışmış<br />

olanları seçmek gerek, otobana çıkmaya lüzum<br />

yok, çünkü anayolda, saçma sapan komediler,<br />

ucuz dramlar ve sanat adına yapılan<br />

saçmalıklar var, tali iyidir iyi.


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

MÜLTECi HiKAYESi BÖYLE DE ANLATILABiLiYORMUŞ!<br />

n Aida Begiç imzalı “Bırakma Beni”yi<br />

Antalya Film Festivali’nin açılış gecesinde<br />

izleme şansı bulduk. Son yıllarda<br />

karşımıza çıkan ve ağırlıklı olarak duygu<br />

sömürüsüne dayanan birçok örneğinden<br />

uzak ara iyi olan bir filmle karşı karşıya<br />

kaldık.<br />

Bırakma Beni, yaşadıkları yetimhaneden<br />

ayrılıp yeni bir hayat kurma arzusuyla<br />

yanıp tutuşan üç küçük Suriyeli mültecinin<br />

hikâyesi. Bu sebeple para biriktirmek için<br />

İsa, Ahmad ve Motaz tarihi Balıklıgöl’ün ziyaretçilere<br />

kâğıt mendil satmaya başlarlar. İlkin<br />

her şey yolundadır ama<br />

İsa’nın borçlu olduğu Karaca<br />

adlı serseri başlarını<br />

belaya sokacaktır… Türkiye<br />

ve Bosna Hersek ortak<br />

yapımı olan “Bırakma<br />

Beni”nin senaristi ve Aida<br />

Begiç. İsa Demlakhi, Ahmad<br />

Husrom, Motaz Faez<br />

Basha ise filmin oyuncu<br />

kadrosunda yer alıyor.<br />

Daha önce “Children of<br />

Sarajevo” ve “Snow” filmlerinden<br />

hatırlayacağımız<br />

Cannes ödüllü kadın<br />

yönetmen Aida Begiç, bu<br />

kez Suriyeli mültecileri<br />

konu edinen cesur bir<br />

filme imza atmış. Dinamik<br />

kamerasını doğru oyuncu<br />

seçimiyle birleştiren yönetmen<br />

hepimizin bildiği<br />

hikayeleri objektif bir gözle<br />

yansıtmış. Mülteci hikayelerinde genelde duygu<br />

sömürüsünün odak olarak kullanıldığına şahit<br />

oluyoruz. Ancak bu filmin en sevdiğim yanı<br />

olabildiğince yalın, objektif ve ajitasyondan<br />

uzak olması. Begiç, tertemiz, hiç aksamayan<br />

senaryosuyla kurduğu dünyada, karakterlerinin<br />

seyirciye kendilerini acındırmasını istememiş.<br />

Bu doğru tavır, filmin kalitesini arttırırken bir<br />

yandan da bundan sonraki çekilecek bu tür<br />

filmlere öncü olmuş. Adeta ajitasyon yapmadan<br />

da mülteci hikayesi anlatılabileceğini kanıtlamış.<br />

Verdiği röportajlarda Türkiye’nin eşsiz bir ülke<br />

olarak tanımlayan yönetmenin Türk sinemasını<br />

uyuyan güzele benzettiğini de hatırlatmak ister,<br />

kendisini yürekten tebrik ederim.<br />

Ancak filmin asıl kahramanları birbirinden başarılı<br />

bulduğum çocuk oyuncular. Kendileri küçük ama<br />

dünyaları kocaman… Profesyonel oyuncuları bile<br />

hayretler içinde bırakabilecek oyunculuklarıyla<br />

seyircinin kalbini tam 12’den vurdular diyebilirim.<br />

Antalya festival seyircisi tanıdığınız hiçbir seyirciye<br />

benzemez. Kültürel anlamda beklentileri yüksektir,<br />

şaşırırsınız. Bu bağlamda beğenmedikleri filmleri<br />

yerin dibine rahatlıkla sokarlar. Sevdikleri filmleri<br />

de bağırlarına basarlar. “Bırakma Beni” neredeyse<br />

tüm seyirciler tarafından beğenildi diyebilirim. Açılış<br />

töreninde Aida Begiç ile birlikte sahneye çıkan 8<br />

küçük oyuncu alkışı belki de en çok hak edenlerdi.<br />

Şansları, bahtları açık olsun…<br />

Fazla söze gerek yok. Bir şekilde karşınıza<br />

çıktığında bu filmi kaçırmayın. Suriyeli küçük<br />

mültecilerin neler çektiğini bir kez de onların<br />

dünyasına girerek hissedin…


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

EJDERI UYANDIRMAYIN<br />

n Bazı isimler vardır bunların kendi izleyicisi<br />

ve ayrı bir statüsü vardır sinemada.<br />

Üstelik bu isimlerin sinemasal kabiliyeti<br />

bile önemli değildir. Chuck Norris, Steven<br />

Seagal ve tabii Sylvester Stallone’yi<br />

bunlara örnek gösterebiliriz. Bütün bu<br />

isimlerin kendilerine has bir izleyici kitlesi<br />

vardır. İşta Jackie Chan da bu isimlerden.<br />

Bu 1,58 boyundaki küçük adam<br />

inanılmaz dövüş koreografileri ve kendine has<br />

espiritüel tavrıyla izleyicinin gönlünü çalmasını<br />

bildi. Tabii inanılmaz bir emekçi olduğunu da<br />

ekleyelim. 60’ı geçen yaşına rağmen hala<br />

havalarda uçmakta, filmlerinde olabildiği kadar<br />

dublör kullanmamakta. Bütün bunlara büyük<br />

saygı duyuyorum. Ama kişisel olarak bir Jackie<br />

Chan hayranı olduğumu söyleyemem. Özellikle<br />

Uzak Doğu sinemasının o kendine has abartılı<br />

ifade şekli hem oyunculuk dili adına hem de<br />

sinemanın gerçekliğini sakatlama açısından<br />

beni bu tür yapımlara uzak tutmuştur. Bu anlamda<br />

niye bir Jackie Chan filmi yazdığımı sorgulayabilirsiniz.<br />

Çünkü The Foreigner, Chan’ın<br />

klasik yapımlarından değil. Bir kere yönetmeni<br />

Martin Campell özellikle aksiyon sinemasının<br />

en yetenekli yönetmenlerinden. Kendine has<br />

bir uslübu var. Casino Royal ve Golden Eye<br />

gibi iki Bond filmi çekmesinin dışında Mel<br />

Gibson’ın Edge of Darkness filmini kotaran<br />

yönetmendir. Tabii bunların dışında daha fantastik<br />

Maskeli Kahraman Zorro ve Yeşil Fener’i<br />

de saymalıyız. Yönetmen Campell, Jackie<br />

Chan’ın sulu komedisini tamamıyla reddetmiş<br />

ve ondan daha sessiz ve ciddi bir performans<br />

alma peşine düşmüş. Açıkçası bu birleşim de<br />

değişik bir Jackie Chan ortaya çıkarmış. Her<br />

ne kadar yönetmen tarafından budanmış bir<br />

karaktere bile yine o abartılı oyunculuğunu<br />

eklemeyi başarmış olsa bile Jackie Chan<br />

filmin dramatik kısmını çok bozamamış. Chan,<br />

Quan adlı Çin kökenli bir İngiliz vatandaşını<br />

canlandırıyor. Hayatında kızı dışında hiç bir<br />

akrabası olmayan adam kızının mezuniyeti için<br />

heyecan duymaktadır. Yeni elbiseler almak için<br />

alış verişe çıktıklarında patlayan bir bomba bu<br />

mutluluğa son noktayı koyar. Kızıyla beraber<br />

8 kişi daha ölmüş ve İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun<br />

yaptığı bu eylem ülkeyi derinden sarsmıştır. İrlanda<br />

ile İngiltere arasındaki ilişkileri normalleştirmeye<br />

çalışan müsteşar Liam Hennessy ise bunu<br />

yapanları bulup İngilizler ile arasını bozmama<br />

çabasındadır. Üst tarafta politikacılar tepişirken<br />

Quan kızının acısını dindirmeye çalışıp bunun<br />

sorumlularının bulunması için yetkililerin kapılarını<br />

aşındırmaktadır. Her ne kadar yetkililer saldırının<br />

suçlularını yakalamak isteseler de bu göründüğü<br />

kadar kolay değildir. Çünkü İrlandalılar bile saldırıyı<br />

kimin yaptığını bilmemektedir. Derinlere işleyen bir<br />

komplonun çözülmesi gerekir. Komployu çözmek<br />

ise o kadar kolay değildir çünkü oyun içinde oyun<br />

oynanmaktadır. Quan’ın artık sabrı kalmaz. Bir<br />

gün televizyonda haberleri izlerken müsteşar<br />

Hennessy’in röportajına rastlar. Kendisi de eski<br />

IRA’cı olan Hennessy saldırıyı kınamakta olduğunu<br />

söyler. Quan saldırganların kim olduğunu ne olursa<br />

olsun Hennessy’den öğrenecektir. Bu mücadele<br />

IRA, İngiliz istihbaratı ve bir çok örgütü birbirine<br />

katsa da verilecektir. Müsteşar Hennessy’i Pierce<br />

Brosnan canlandırıyor. Bazı oyuncular yaşlandıkça<br />

iyileşir. Bence Brosnan böyle bir isim. Bu filmdeki<br />

rolüne inanılmaz oturmuş. Yönetmen Campell iki<br />

çok ünlü ama sinemasal yeteneği tartışma götürür<br />

oyuncudan böylesi iyi performanslar çıkarabilmişse<br />

onn hanesine bir artı daha atmak gerekir. Tabii<br />

son dönemde Müslümanları hedefe koyan terörist<br />

filmlerinden bıkmış olanlar için de farklı bir seçenek<br />

sunuyor The Foreigner. Sanki 1980’ler ve 90’ların<br />

nostaljisini yaşıyoruz filmi seyrederken. O dönemlerde<br />

en keskin ajan ve aksiyon filmleri İrlanda<br />

mücadelesini konu edinen filmlerdi. Belki de bu<br />

filmi yazmamın sebeplerinden biri de budur.


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

KiMiN iŞiNE YARAR?<br />

n Tarzını belgeselden kurmacaya doğru<br />

çeken Pelin Esmer son filmi İşe Yarar Bir<br />

şey’de bir etkileşim hikayesi yaratıyor.<br />

Şair Leyla’nın istemeden de olsa çıktığı<br />

yolculuğu farklı ve gizemli bir hale getirme<br />

çabası da diyebiliriz. Leyla’nın<br />

kendi varoluşuna dair dertlerinin ötesinde<br />

bambaşka hayatların varlığına ilişkin<br />

merakını ve meramını anlatmaya çalışan<br />

bir film olmuş İşe Yarar Bir şey.<br />

Pelin Esmer Hakan Bıçakçı ile yazdığı filminin<br />

çok yollara girip çıktıktan ve karakterlerin kadın<br />

ve erkek olmasına dair kafa yorulduktan sonra<br />

son halinin ortaya çıktığını söylüyor. Bıçakçı’nın<br />

yine filme alınan (Seyfi Teoman) Bizim Büyük<br />

Çaresizliğimiz filminin üç karakter üzerinden<br />

giden etkileşimine dair bana göre bir ipucu<br />

veren, bir yandan kadın dayanışmasıyla Yeşim<br />

Ustaoğlu’nun Tereddüt’üyle bağlantı kurduğum<br />

bir film oldu İşe Yarar Bir şey. Filmin ilk bölümü<br />

yani tren kısmı, dokusu, havası ve muhabbetiyle,<br />

yola dair bir şeyler söylemesiyle gerçekten<br />

de farklı ve güzel. Trenin tekinsizliği, nostaljisi,<br />

insanların birbirlerinden sıkıldıklarında kalabilecekleri<br />

yalnızlık alanları… Kara filme dair<br />

dokunuşlar barındırıyor. Ama ikinci kısımla birlikte<br />

hava, doku ve duygular değişiyor. Leyla tekrar<br />

şair kimliğine bürünüp havanın yere düşmeyen<br />

mısralarını koklamaya başlıyor.<br />

Leyla’nın şair, Canan’ın hemşirelik öğrencisi<br />

olması, aralarındaki yaş ve sosyo kültürel<br />

yapının farklılığı ve bu yapıdan çıkan etkileşim<br />

ve dayanışma da hikayenin merkezlerinden<br />

biri Kimsenin geçmişi yok hikayede, Leyla’nın<br />

sadece geçmişten gelen arkadaşlarının bir masa<br />

etrafındaki sıkıcı muhabbetleri var. Bana göre<br />

hikayeye çok etkisi yok, sadece Leyla’nın farkını<br />

biraz daha ortaya koymak için çekilmiş gibi. Ya<br />

da hikayeye çoklu bir muhabbet katmak için.<br />

Dayanışma haline gelirsek… Leyla’nın Canan’a<br />

yardım etmesinin altında kendi merakı da var<br />

elbette, biraz sırça köşkünden çıkma isteği.<br />

Yavuz’un denize karşı nazır evinde son bulan<br />

hikaye üçlü bir sırrın taşlarını döşüyor.<br />

Bakıldığında herkes çıktığı yolun gerekliliğini<br />

yerine getirmiş gibi duruyor. Akıllarda Leyla ve<br />

Yavuz’un lezzete taşınmaya çalışılan hikayesi duruyor.<br />

Ama filmin ikinci yarısında değişen atmosfer<br />

tatmin edici olmadığı için ölüm ve yaşam arasında<br />

geçen bu kısa muhabbet de pek tatmin edici değil<br />

ne yazık… Yavuz karakteri bu anlamda daha net<br />

duruyor hikaye içinde.<br />

İşe Yarar Bir Şey çıktığımız yolda bize eşlik eden<br />

kişiler ve olayların bize ne kattığı, ne aldığı ya da<br />

ne sunduğuyla ilgili bir hikaye. Kendi adıma fazla


tatmin olduğum söylenemez ama Leyla’nın kendi<br />

gerçekliğinden başka bir dünyanın bilinmezliğine<br />

geçme hikayesi ilginç duruyor. Bu anlamda İşe<br />

Yarar Bir Şey’e baktığımda mevzusuna gayet<br />

normalmiş gibi yaklaşan bir film görüyorum. Buradan<br />

da ülkenin aydın profiline dair bir izlenim de<br />

çıkartabilirim zorlarsam. Her şeyi anlamaya dair…<br />

Telaşsız muhabbetlerle, paylaşımlarla değişik bir<br />

kutsama hali. Canan’ın tedirginliği ise daha gerçekçi,<br />

bir parça daha tavlayıcı.<br />

Baktığımızda bir gün öncesine kadar birbirini<br />

tanımayan, kendi hikayeleri içinde eriyip<br />

kalmış üç insanın etkileşimiyle ayağa kalkmaya<br />

çalışan bir hikaye var. Hikaye kendini<br />

kollamasa da filmin kendini kollayan,<br />

arada soğuklaşan bir yanı var. Bu var olan<br />

sıcaklığı da yok ediyor zaman zaman. Ama<br />

trenin atmosferinin kara film tarzı aramızda<br />

dolanmasını epey sevdim.


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

SANA GiT YAŞA DEDiK, ÖL MÜ DEDiK<br />

n Bölük gibi filmler sinema eleştirmenini<br />

zorda bırakan yapımlardır. Herşeyden<br />

önce bu karmaşık ortamda vatanını korumak<br />

için can vermeye razı çocukların<br />

hikayesini anlatıyor. Böyle bir konuyu<br />

sinemasal olarak eleştirmek gerçekten<br />

zor. Bir de film büyük eksikliklerle beraber<br />

beklenmedik başarıları da içinde<br />

barındırıyorsa iş iyice içinden çıkılmaz<br />

oluyor. Bölük filmi yönetmeni Aytaç Ağırlar’ın<br />

1996 yılında yaptığı kendi askerliğinden<br />

alıntıları içeriyor. Ağırlar karşılaştığı hikayeleri<br />

birleştirmiş ve bir grup gencin askere teslim<br />

olmalarından itibaren terhislerine kadar geçen<br />

zamanı sinemalaştırmış. Yani aslında diğer<br />

asker filmlerine göre farklı bir yol izlemiş. Daha<br />

kişisel, daha psikoloji bazlı bir hikaye konu<br />

etmiş Ağırlar. Filmin bazı bölümleri gerçekten<br />

çok başarılı ve duygusunu izleyiciye geçirebiliyor<br />

ama bazı yönleri ise inanılmaz klişelere<br />

boğulmuş. Hem klişe, hem komik kalmış.<br />

Mesela tanımadığı bir kadından telefon alan<br />

askerin, bölükte sürekli o kadınla konuşup ona<br />

aşık olması, kadının ise kendini askere göstermeme<br />

inadı. Bu inadın arkasında kadının<br />

tekerlekli sandalyeye mahkum olduğunu<br />

görüyoruz, klişe 1... Daha sonra sürekli ceza<br />

alıp askerliğinin uzamasını isteyen bir erin<br />

hikayesi var. Bu er askerliği biter bitmez kan<br />

davasından vurulup öldürülüyor, klişe 2... Şehit<br />

olan askerlerin televizyonda isimleri sayılırken<br />

spiker sevgilisinin de öldürüldüğünü yayın<br />

esnasında anlıyor, klişe 3... Yani bütün bunlar<br />

aslında yönetmenin becerisinin kısıtlı olması<br />

sebebiyle bu kadar eklenti kalıyor senaryo<br />

içinde. Gelelim filmin iyi olan kısmına. Filmin<br />

ilk sahnelerinden itibaren bir bölüğün yaşamı,<br />

erlerin usta birliklerine teslim olma anları<br />

inanılmaz bir gerçeklik ile verilmiş. Üstelik<br />

yönetmen Aytaç Ağırlar kendi siyasi görüşünü<br />

ve hayat algısını da filme işleyebilmiş. Şu<br />

bunu söyler bu buna itiraz eder dememiş.<br />

Bu da bence bir yönetmen için çok önemli<br />

bir doğru. Yanlışlarını bile cesaretle yapan<br />

insanın önü açıktır. Filmi seyrederken bir şeyi<br />

daha anlıyoruz. Yönetmen aslında yaşadığı ve<br />

gözlemlediği şeyleri sinemalaştırırken çizgisini<br />

yükseltiyor. İş çatışma sahnelerine, kahramanca<br />

şehit olmalara gelince ne yazık ki film öğrenci<br />

bitirme işlerine dönüyor. Filmin ana öyküsünde yer<br />

alan yetimhanede büyümüş Murat’ın askerliği ve<br />

şehit olması yönetmenin dikkatle çalıştığı bölüm.<br />

Özellikle şehit olan Murat’ın insanlara bıraktığı<br />

bir mektup var ki dış ses olarak bu mektubun<br />

okunduğu sahne filmin zirve yaptığı yer. Bu mektupta<br />

yazılanlar sadece bir filmin etkileyici yerleri<br />

diye geçiştirilemez. Onun için aynı filmdeki gibi bu<br />

yazının sonunu da o sözlerle tamamlamak doğru<br />

geliyor bana...


?<br />

“Bu yazı bir komando er mektubudur ve siz<br />

bunu okuyorsanız ölmüşüm demektir.<br />

Bir ailem olsaydı bu mektubu onlara göndermek<br />

isterdim ama yok. İlerde ölürsem diye<br />

bir mektup yazmak çok zor, aklına getirmek<br />

istemez insan yazdığında ölümü, hani her<br />

zaman bir umut vardır ya. Askerliğim bittikten<br />

sonra yırtıp atacaktım bu mektubu ama şu<br />

an okuyorsanız yırtamadım demektir. Zaten<br />

pek de kalem tutmaz elim, silah tutmayı daha<br />

iyi bilirim. Kışlada her televizyona bakışımda<br />

birbirinizi öldürdüğünüzü birbirinizin canını<br />

yaktığını gördüm. Müziğin sesini çok açtığı<br />

için komşusunu vuranlar, gücü kadına yetenler,<br />

cebindeki 10 lirası için adam vuranlar, kız<br />

arkadaşına baktı diye alayını bıçaklayanlar<br />

bileniniz var mı ben kimi korumak için öldüm?<br />

Eti az pişmiş diye garsona çıkışan adam sen<br />

yatağında rahat yat diye kafamın üzerinde<br />

kurşunlar uçuşurken ben dağda her bulduğumu<br />

kesip yedim.<br />

Arabasını solladılar diye levyesini kapıp giden<br />

adam, beni bir çöp bidonuna atan anam söylesenize<br />

ben kimin için öldüm? Yetimhanede<br />

ve askerde en güzel şeyin ekmeği bölmek<br />

olduğunu öğrendik biz, peki size neyi bölmeyi<br />

öğrettiler? Sizi önce Allaha sonra birbirinize<br />

emanet ediyorum.”


SERDAR AKBIYIK<br />

n Aida Begiç bir kadın<br />

olarak Saraybosna’daki<br />

soykırımın acılarını<br />

yaşayan bir yönetmen.<br />

Hem Müslümanlığını hem de kadınlığını<br />

bir bayrak gibi ortaya koyan, yaşanan<br />

acıları Avrupa’ya tekrar tekrar hatırlatan<br />

bu yönetmenin üç tane önemli filmini<br />

saymamız gerekir. 2008 yılında Kar filmiyle<br />

savaş sonrası yıkımı yaşayan küçük<br />

bir Bosna köyünün hikayesini anlattı.<br />

Bir çok festivalde ödüller alan film dikkatleri<br />

yönetmenin üzerine çekti. 2012<br />

yılında ise Çocuklar filmiyle iki kardeşin<br />

savaş sonrası geçiş sürecinde dengesi<br />

bozulan toplum içinde ayakta kalma<br />

çabasını anlattı. Son olarak da Antalya<br />

Film Festivali’nde gösterilen ve konusu<br />

Türkiye’de geçen Bırakma Beni filmi ile<br />

karşımıza geldi. Yetimhaneden kurtulan<br />

üç Suriyeli çocuğun Urfa’da yaşadıkları<br />

ilgi çekici bir hikayeydi. Biz de tabii böyle<br />

önemli bir yönetmeni topraklarımızda<br />

misafir ederken teybimizi ona uzatmadan<br />

yapamazdık. İşte Müslümanların,<br />

çocukların ve kadınların acılarını dile<br />

getirmeyi kendine dava edinmiş Aida<br />

Begiç’in sorularımıza cevapları.<br />

İlgilendiğiniz konular daha çok göçmenler,<br />

kadın hakları... Aslında baktığınızda<br />

çok siyasi bir altyapınız var. Bu siyasi<br />

kimlik, sizin sinemacılığınızı ne kadar<br />

etkiliyor?<br />

Bunları anlattığım hikayelerde oldukça<br />

kişisel ve duygusal perspektiflerle ele<br />

almaya çalışıyorum. Çatışma ve çatışma<br />

sonrası dönem gibi gerçek olaylardan<br />

esinlenmeye ve bunları samimi bir<br />

şekilde anlatmaya özen gösteriyorum.<br />

Çünkü bence bu tarz bir bakış açısından<br />

yoksunuz. Etrafımızda genelde sadece<br />

tarihle alakalı genel gerçekler anlatılır.<br />

Ama aslında bizim bu olayları, belki daha<br />

küçük ancak çok daha samimi bir perspektiften<br />

görme şansımız var.<br />

KURŞUN Y


EMEYE ALIŞTIM<br />

AIDA<br />

BEGİÇ<br />

Saraybosnalı yönetmen Aida Begiç,<br />

konusu Türkiye’de geçen filmi<br />

Bırakma Beni- Never Leave Me<br />

ile Antalya’da konuğumuz oldu.<br />

Şimdiyse Boğaziçi Film Festivali’nin<br />

Uluslararası yarışma bölümünün jüri<br />

başkanı. İşte bu önemli sinemacıyla<br />

yaptığımız röportaj...


Bizlerin coğrafyasındaki en belirgin şey,<br />

toplumların çok politize olup, keskin bir<br />

bölünme yaşamaları. Sizce bir sinemacı<br />

bu kadar keskin bir şekilde birbirinden<br />

ayrılmış topluluklarda nasıl bir dil<br />

tutturmalı?<br />

Tabii ki zor fakat ben her zaman<br />

anlatmaya çalıştığım perspektife<br />

odaklanıyorum. Her zaman genellemelerle<br />

savaşmaya çalışıyorum. Her zaman<br />

politik düşünceler ve maskülen bakış<br />

açısıyla savaşmaya çalışıyorum. Her<br />

zaman anlatmaya çalıştığım şeylerin,<br />

duygusal ve içten bir perspektifle ortaya<br />

dökülen insan hikayeleri olduğunu<br />

hatırlamaya çalışıyorum. Genellikle<br />

insanların insan olduğunu hatırlamaya<br />

çalışırım. Seçeceğim insanları benim,<br />

arkadaşlarım, etrafımda olan insanlar<br />

gibilerin arasından seçerim. Onları politik<br />

veya dinsel görüşleriyle ele almam. İnsan<br />

olarak ele alırım. Sinemamda da bu bakış


açımı yansıtmaya çalışıyorum.<br />

Sinemacı dürtüleri böyle olan bir insan<br />

için, bu topraklar bir çok farklı konuyla<br />

dolu. Sıradaki filminizi niçin Suriyeli<br />

çocuklar olarak seçtiniz?<br />

Beşir Derneği beni yetimlerle alakalı<br />

konularda bir şeyler yapmak için davet<br />

etti. Ben de Suriye’deki savaşla alakalı<br />

düşünüyordum, hakkında çok bir bilgimiz<br />

yok. Bu filmin, Bosna’daki savaş<br />

sonucu yetim kalmış çocukları anlattığım<br />

iki filmime, Suriye’deki çocukları anlatarak<br />

getirdiğim bir son nokta olmasını<br />

planlıyorum. Kısacası bir üçlemenin son<br />

halkası.<br />

Bir yönetmen için oyuncu yönetimi<br />

çok ciddi bir iş. Ancak siz, sadece amatör<br />

oyuncularla değil aynı zamanda<br />

da çocuk oyuncularla bu işi kotarmaya<br />

çalışıyorsunuz. Nasıl başarıyorsunuz?<br />

Çocuklarla olan yolculuk uzun zaman<br />

önce başladı. Çocuklarla bir oyunculuk<br />

atölyesinde başladık. 200’den fazla çocuk<br />

gördüm ancak aralarından birkaçını seçtim.<br />

Sonrasında onları bu film için potansiyel<br />

kast olarak düşünmeye başladım.<br />

Yani aslında bundan bir yıl öncesine<br />

dayanıyor çocuklarla olan kısım. Ancak<br />

tabii ki hangi çocuğun hangi yeteneği nedir,<br />

bu uzun süreç boyunca stabil kalabilir<br />

mi, bu yükü üstlenebilir mi gibi soruları<br />

barındıran çok uzun evrelerden geçtik.<br />

Gidip iki gün içinde çocukları alıp hemen<br />

başlamak gibi bir şey söz konusu değildi.<br />

Neredeyse bir yıldan uzun bir süreçte<br />

gerçekleşti her şey.<br />

Bu çocuklar çok ağır travmalar yaşamış<br />

çocuklar; bu coğrafyada ve bu durumda<br />

yaşayan diğer birçok çocuk gibi... Bu<br />

travmalar film çekimleri sırasında nasıl<br />

kontrol altında tutuldu? Bu travmaları<br />

tekrar tekrar yaşamamaları için ne gibi<br />

önlemler alındı?<br />

Zaten en başta düzenlediğimiz atölyeler<br />

çocuklara yaşadıkları şeyleri unutturmak<br />

amacıylaydı. Oyunlar oynayıp<br />

eğlendik çoğu zaman. Yazdığım senaryo<br />

ise tamamen kurgu. Yani çocuklara kendi<br />

hayatlarını oynatmadım. Tamamen kurgu<br />

olan bir şey oynadılar. Böylelikle bir<br />

şeyi oynadıklarının, canlandırdıklarının<br />

farkındalardı. Hikaye zaten tüm anlamıyla<br />

onların hikayesi değildi. Böylelikle onların<br />

duygularını ve bütünlüklerini korumayı<br />

amaçladım.<br />

Bir sinemacı olmanın dışında evrensel<br />

bir entelektüel olarak, aslında bu<br />

yaşananların sonuçta Avrupa medeniyetinin<br />

yaptıklarıyla bağlantılı olduğunu<br />

biliyorsunuz. Bosna’da, Irak’ta, Suriye’de<br />

hatta Mısır’da bütün bu olanlar aslında<br />

Batılı güçlerin nemalandığı oyunların<br />

bir sonucu. Bunları bilerek onlara seslenmeye,<br />

uyarmaya çalışıyorsunuz. Bu<br />

konuda seçtiğiniz yol nedir? Verdiğiniz<br />

mesajın algılanacağına inanıyor musunuz?<br />

Batı’daki veya Doğu’daki insanlar ve<br />

onların politikalarını aynı kefede görmüyorum.<br />

Bu işe bakarken insanlarına ayrı,<br />

politikaya ayrı bakıyorum. İnanıyorum<br />

ki mesaj samimi olursa, farklı yerlerdeki,<br />

tamamen farklı insanların da<br />

kalbine erişebilir. Ben uzun zaman önce<br />

bu gibi şeyleri ispatlamaya çalışmayı<br />

bıraktım. İnsanlara bir şeyler ispatlamaya


çalışacak bir konumda da değilim zaten.<br />

Ben insan hikayeleri anlatıyorum. Anlamaya<br />

çalışacak olan, mesajı anlamaya<br />

çalışacak olanın başımızın üstünde yeri<br />

var, anlamak istemeyenin de zaten kendi<br />

problemidir.<br />

Siz Saraybosna’da bir kadınsınız. Her<br />

savaşta olduğu gibi bu şavaşta da en<br />

çok kadınlar ve çocuklar kurban oldular.<br />

Bu kadar içselleştirilmiş bir rolde,<br />

tarafsızlığınızı nasıl korudunuz? Mesleki<br />

profesyonelliğinizi nasıl elinizde tuttunuz?<br />

Ben hayata ve hayatın içerdiği tüm<br />

katmanlara hayranımdır. Çok küçük<br />

yaşlarımda bile asi bir çocuktum. Pek<br />

fazla olayların akışıyla gitmezdim. Her<br />

zaman bir sanatçı olarak olaylara uzaktan<br />

bakıp bir şeyleri bütün açılarıyla<br />

görmeye gayret ettim. Ki bunun da filmin<br />

içinde propaganda olmasını engellediğine<br />

inanıyorum. Doğru olanın bu olduğuna<br />

inanıyorum. Bu çerçeveden görmeye<br />

çalışıyorum. Bana insanlar “Onlar şöyle<br />

diyorlar, bunu yapıyorlar” dediklerinde<br />

ben her zaman “onlar” kim diye<br />

düşündüm. İsimleri nedir, “Onlar, onlar”<br />

diye bahsedilen insanlar, diğerlerini her<br />

zaman garip durumlara sürüklüyorlar<br />

bence. Ben zaten “onlar”a kendimi<br />

beğendirmeye çalışmıyorum. Kimseye<br />

yaranmak gibi bir derdim de yok. Biz<br />

nasıl Müslümanların yanlış algılanmasını<br />

istemiyorsak, ben de “onlar” diye<br />

bahsedilen kesimi o şekilde algılamak<br />

istemiyorum. Olaylara yüzeysel bakmak<br />

yerine daha derinlemesine bakmaya<br />

çalışıyorum. Benim için ben ve onlar yok.<br />

Medyanın manipülasyonundan uzak kalmaya<br />

çalışıyorum derinlemesine bakarak.<br />

Bulunduğunuz konum çok önemli. Müslüman<br />

bir kadınsınız. Sinema ile alakalı<br />

sorunlar zaten devam etmekteyken, bir<br />

de kadın oluşunuzla muhalif bir yerde<br />

duruyorsunuz. Bu kadar muhalif bir<br />

konumda olmak, sizin durduğunuz yerde<br />

bir yabancılaşmaya sebep oluyor mu?<br />

Sinemanızı etkiliyor mu?<br />

Ben zaten genel olarak gözler için<br />

doğru olmayan bir konumda bulunmaya<br />

alışığım. Bir Müslüman’ın ne olduğunu<br />

çoktan düşünmüş olan insanlarla aram<br />

iyi değil ve çoğu zaman bir kadının yerinin<br />

ne olduğunu çoktan düşünmüş olan<br />

insanlarla da karşı karşıya kalıyorum. Her<br />

zaman tutumum “Peki vurun beni” oluyor.<br />

Ve çoğu zaman da çoğu yerden kurşun<br />

yemeye alışmış durumdayım. Ama devam<br />

etmeye çalışıyorum. Beni ezmelerine izin<br />

vermiyorum, zor oluyor ama dik durmaya<br />

çalışıyorum.<br />

Türk sinema izleyicisine, benim<br />

sormadığım ancak sizin söylemek<br />

istediğiniz herhangi bir şey var mı?<br />

Avrupa, Türkiye ve genel olarak Doğu’da<br />

bazı sinema türlerinde izleyici kitlesini<br />

kaybettiğimize inanıyorum. Ticari öncelikle<br />

hazırlanmış olan filmlerin yanı sıra<br />

diğer filmlere de yönelmeleri için izleyicileri<br />

teşvik etmek isterim.


JUSTICE LEAGUE<br />

ŞEYTANIN BACAĞINI<br />

KIRACAK MI?<br />

Uzun zamandır beklenen DC’nin<br />

süper kahramanlarını bir araya<br />

getirecek Justice League için<br />

nihayet geri sayım başladı.<br />

Bakalım sıklıkla kıyaslanan<br />

Marvel’ın Avengers’ına rakip<br />

olabilecek mi?<br />

EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

n Justice League,<br />

Marvel’ın Avengers’ına<br />

ilk defa böyle geniş<br />

çaplı bir kahraman<br />

filmi ile cevap verecek.<br />

Bu bağlamda<br />

DC ve Warner Bros.<br />

için oldukça önemli bir film. Sebebi ise<br />

daha yapım aşamasından beri yapılan<br />

kıyaslamalar, Batman v Superman ve<br />

Suicide Squad’ın genel manada seyirciye<br />

istediğini verememesi gibi unsurlar.<br />

Aslında buna rekabet dememek gerek.<br />

Olayı DC – Marvel kapışmasına indirgemeyi<br />

pek doğru bulmuyorum. Her halukarda<br />

hem Marvel’ı hem DC’yi seven, her<br />

ikisinin de çizgi romanlarıyla büyümüş<br />

pek çok insan var. Ancak film kalitesi ve<br />

gişe babında bakıldığında bir rekabetin<br />

olduğu açık.


Süper kahramanları bir araya toplamak<br />

riskli iş. Keza gişeye oynayan bu<br />

filmler ortalığı kasıp kavurabilir ya da<br />

yerden yere vurulabilir. Bir örnek vermek<br />

gerekirse, hatırlarsanız bundan yıllar<br />

önce 1997 senesinde Joel Schumacher<br />

yönetmenliğinde çekilen Batman & Robin<br />

pek çok ünlü karakteri-oyuncuyu bir<br />

araya getirmiş ve hatta oldukça iddialı<br />

vizyona girmişti. Ancak filmin akıbetini<br />

biliyorsunuz. Bununla beraber Suicide<br />

Squad da şaşalı fragmanları ve oyuncu<br />

kadrosuna rağmen çoğu kişi için hayal<br />

kırıklığı olmuştu.<br />

Bir Türlü Toparlanamayan<br />

Seri ve Sorunlar<br />

Christopher Nolan’ın Dark Knight üçlemesini<br />

saymazsak, Batman ve takımının<br />

yeni dönem serisi, dahası Justice<br />

League’in temelleri 2013 senesinde<br />

çekilen Man of Steel ile atılmıştı. Film<br />

oldukça iyi eleştiriler almış Henry Cavill,<br />

Superman rolünde hayranların gönlünde<br />

taht kurmuştu. Akabinde gelen Batman<br />

v Superman ise büyük tartışmalara<br />

gebe kalmıştı. Bunun sebebi tahmin<br />

edileceği üzere daha önce 2003 senesinde<br />

çekilen Daredevil ile süper kahraman<br />

filmlerinde isteneni veremeyen Ben<br />

Affleck’in Batman rolüne seçilmesiydi.<br />

Tartışmalar süredursun film vizyondaki<br />

yerini almış, çoğu eleştirmen tarafından<br />

da maalesef yerden yere vurulmuştu.<br />

Gişede gelen başarının filmin kalitesinde<br />

sağlanamaması akıllara ister istemez “Bu<br />

seri nereye gider?” sorunu getirdi.<br />

DC’nin kötü karakterlerini bir araya<br />

toplayacak ve daha önce Jack Nicholson,<br />

Heath Ledger gibi efsane aktörlerin<br />

canlandırdığı Joker’i bu sefer<br />

Jared Leto’dan izleyeceğimiz Suicide<br />

Squad tam bu esnada acaba hayranların<br />

yüreğine su serper mi dendi. Yine DC’nin<br />

görkemli fragmanları göz dolduruyordu.<br />

Oyuncu kadrosunda kimler yoktu ki?<br />

Margot Robbie, Will Smith, Jared Leto,<br />

Viola Davis, Jai Courtney… Yönetmen


koltuğunaa ise David Ayer oturmuştu.<br />

Ancak 2016 yılında seyirci ile buluşan<br />

Sucide Squad da maalesef istenen<br />

başarıyı sağlayamadı. Artık hayranlar<br />

gerçekten DC’nin adının hakkını veren,<br />

Nolan zamanlarına yakın çizgide bir film<br />

görmek istiyorlardı.<br />

Wonder Woman ile Yeşeren Umutlar<br />

Batman v Superman filminin belki de<br />

en çok sevilen yani güzel oyuncu Gal<br />

Gadot’un canlandırdığı Wonder Woman<br />

olmuştu. Şimdi sırada onun solo filmi<br />

vardı. Bu sefer herkes temkinliydi. Ancak<br />

korkulan olmadı. Yönetmen Patty Jenkins<br />

oldukça başarılı bir işe imza atıyor,<br />

Wonder Woman hayranları salondan<br />

mutlu mesut ayrılıyorlardı.<br />

Şimdi ise bizleri bekleyen yeni film Justice<br />

League var. Biliyorsunuz film Batman,<br />

Superman, Wonder Woman, Cyborg<br />

ve Flash takımının kötülüklere karşı<br />

birleşmesini konu ediniyor. Serinin genel<br />

manada inişli çıkışlı tablosuna bakarsak<br />

bu filmi nerede görebiliriz? Öncelikle<br />

fragmanlar doyurucu olmanın yanı<br />

sıra fazla CGI efekti kullanıldığına dair<br />

eleştiriler de almıştı. Bunlar son elden<br />

geçirmede biraz daha kontrollü olacaktır<br />

(Umarım). Oyuncu kadrosuna diyecek<br />

yok. Ben Affleck, çoğu kişinin favori<br />

Batman’i olmuş durumda. Henry Cavill,<br />

Gal Gadot zaten hali hazırda hayranlardan<br />

geçer not aldılar. Ray Fisher ve<br />

Ezra Miller ise en azından fragmanlardan<br />

görüldüğü kadarıyla işin hakkını verecek<br />

gibi görünüyorlar. Ayrıca yurt dışından<br />

gelen ilk eleştirilerin de olumlu olduğunu<br />

söyleyelim.<br />

Josh Whedon Bir Fark Yaratır Mı?<br />

Marvel’ın özellikle Captain America: Civil<br />

War ile çıtayı ne denli yukarılara taşıdığı<br />

malum. Zack Snyder’ın yerine gelen ex-<br />

Avengers yönetmeni Joss Whedon’ın<br />

Justice League’e bu manada bir fark<br />

yaratacağı kanaatindeyim. Zack Snyder<br />

vizyonu geniş bir yönetmen. Ancak<br />

Man of Steel’deki gibi bazı müdahalelere<br />

halelere ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.<br />

Kendisine dümeni tamamen teslim etmek<br />

Batman v Superman gibi temelde<br />

iyi ama uygulamada kötü yapımlara<br />

neden olabiliyor. Bu nokta Whedon’un<br />

filme dahil olmasını pozitif manada<br />

değerlendirebiliriz.<br />

Justice League’in vizyona girmesine<br />

sayılı gün kala DC’nin sinematik evrenine<br />

şöyle bir göz attık. Bakalım DC bu<br />

sefer şeytanın bacağını kıracak mı? Her<br />

ne kadar Wonder Woman ile gönülleri<br />

almış olsa da asıl hayranların beklediği<br />

bu büyük buluşma diye tahmin ediyorum.<br />

Hep beraber göreceğiz.


SİNEMA<br />

YAZARI<br />

GAZETECİ MİDİR?<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Ulusal yarışmasız Antalya<br />

Film Festivali’inin<br />

becerebildiği tek şeyin<br />

sinemacıları ve sinema<br />

yazarlarını birbirinden<br />

şüpheye düşürmek oldu<br />

kanaatindeyim.<br />

Ulusal yarışmasız Antalya Film<br />

Festivali’inin becerebildiği tek<br />

şeyin sinemacıları ve sinema<br />

yazarlarını birbirinden şüpheye<br />

düşürmek oldu kanaatindeyim. Sırasıyla<br />

belgeselin, kısa filmin ve en nihayetinde<br />

ulusal sinemanın kovulduğu ve tam da<br />

bu yüzden artık ¨film festivali¨ olarak<br />

tanımlanamayacak bu ucube organizasyona<br />

katılmayanların bahaneye ihtiyacı<br />

yoktu. Ama ya her şeye rağmen orada<br />

olanlar... Onlar da mevcudiyetlerini<br />

haklı bir sebebe ulaştırmaya çalıştılar.<br />

Sinemacıların derdi para çünkü film çekmek<br />

para gerektiriyor. Bu da bazı etikleri<br />

yok saymaya yol açabilir. Peki ya sinema<br />

yazarları, onlar neden oradaydılar?<br />

Antalya Film Festivali bittikten hemen<br />

sonra, her şeye ve hatta İstanbul’daki<br />

alternatif festivale (54. Ulusal Yarışma)<br />

rağmen Antalya’ya giden kalemlerin<br />

yazıları gelmeye başladı. Bu yazıların<br />

tamamı aynı zamanda bir ‘neden<br />

oradaydım’ savunması içeriyordu ve<br />

benim asıl ilgimi çeken de bu bahaneler<br />

oldu. Kıymetli bir eleştirmen arkadaşım<br />

kaleme aldığı izlenim yazısında<br />

Antalya’daki mevcudiyetini ¨alanı boş<br />

bırakmamak¨ olarak nitelendirdi. İşte, bu<br />

bana enteresan geliyor!<br />

Ortada boş bırakılmayacak bir alan yok<br />

çünkü! Kısa yok, belgesel yok, ulusal<br />

sinema yok! Bahaneden bir festival...<br />

Pal Sokağı Çocukları’nın finalinde<br />

çocuk çetelerinin paylaşamadığı boş<br />

arsaya inşaat makineleri girer ya... İşte<br />

Antalya’nın durumu da öyle! Görünen<br />

köy kılavuz istemez; bu belediye<br />

başkanıyla ve ekiple bu iş devam edemez.<br />

¨Eder, çok da güzel eder¨ diyebilirsiniz<br />

ama ettirdikleri hali bu ülkenin<br />

sinemacılarını ve sinema yazarlarını<br />

ilgilendirmiyor. Alanı boş bırakmamak<br />

ya da olanı biteni izlemek üzere bahanelendirilen<br />

katılım sadece onların<br />

doğruyu yaptıklarını sanmalarına<br />

yol açıyor. Duruma bu hassasiyetle<br />

yaklaşmalı.


Antalya’dan dönen birkaç sinema yazarı<br />

arkadaşıma dümdüz bir soru yönelttim; ¨neden<br />

gittin¨ diye sordum. Cevap genelde aynı...<br />

¨Çünkü ben bir gazeteciyim¨.<br />

Ben aynı fikirde değilim. Bana göre sinema<br />

yazarı gazeteci değildir. Sinema yazarı dediğimiz<br />

kişi bir sinema entelektüelidir. Ülke sineması<br />

üzerine fikir üreten, kafa yoran, doğruyu-yanlışı<br />

gören-gösteren kişidir. Yani savaşın ortasındaki<br />

bir savaş muhabiri ya da fotoğrafçısı değildir.<br />

O da savaşan taraflardan biridir. Kendine ait<br />

bir cephe açmış ve burada alan savunması<br />

yapmaktadır. Hal böyleyken düşman tarafına,<br />

¨bakalım burada neler oluyor¨ diye geçmenin<br />

bir alemi yok. Şunu da bilin ki, bu satırları; 2013<br />

yılında yapılan festivale ¨ben gazeteciyim, olanı<br />

biteni görmeli ve aktarmalıyım¨ diyerek katılan,<br />

bunu layıkıyla yapan yine de ve bundan utanç<br />

duyan biri olarak yazıyorum. Bu adamlarkadınlar<br />

Altın Portakal’ı bize boğduruyorlar!<br />

Ha, bir de şu var; Antalya Film Festivali değil<br />

de Yozgat Film Festivali olsaydı bu protesto<br />

çok daha büyük bir başarıya ulaşırdı. Kimsenin<br />

Yozgat yollarına düşeceğini sanmıyorum.<br />

¨Film yoksa deniz var, iki yüzer geliriz¨ diyen de<br />

çok olmuştur eminim ama ben bu yazıyı onları<br />

düşünerek yazmadım. Film Festivalleri sinema<br />

sanatını takdir etmek ve yüceltmek amacıyla<br />

hareket eden kültür etkinlikleridir. Bir zamanlar<br />

severek katıldığım Antalya Film Festivali yani<br />

Altın Portakal, siyasi hesaplarla çürütülmüştür.<br />

Kendi sinemasından-sinemacılarından korkan<br />

bir film festivali olmasa da olur. Olacaksa da biz<br />

orada olmayalım. İleride utanmamak için gerçek<br />

bir tavır koymak şart. Umarım seneye hepimiz<br />

bir ve birlik içinde oluruz.


ANTALYA’YA GİDEMEDİNİ<br />

ÜZÜLMEYİN FİLMLER BUR<br />

HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />

n 54. Uluslararası Antalya<br />

Film Festivali bu yıl oldukça<br />

tartışmalı bir kararla<br />

53 yıldır devam eden ‘Ulusal<br />

Yarışma’yı kaldırıp ‘Uluslararası Yarışma’<br />

adı altında yerli ve yabancı filmlerin bir arada<br />

yarışacağı bir konsept tasarladı. Yarışma<br />

filmlerinin iyiliğinden ya da kötülüğünden<br />

ziyade uluslararası yarışmanın Antalya izleyicisinde<br />

ulusal yarışma kadar heyecan<br />

yaratmadığını söylemek gerek. Umarız, çok<br />

geçmeden Antalya’da ulusal yarışmanın<br />

geri döndürülmesine karar verilir ve sinema<br />

yazarlarından, oyunculardan, yönetmenlerden,<br />

yapımcılardan, senaristlerden, Yeşilçam<br />

ekolünden herkesin sinema sevgisi ve ilgisi<br />

içerisinde bir arada olduğu nice Antalya Film<br />

Festival’leri görürüz.


Z Mİ?<br />

ADA<br />

54. Antalya Film Festivali’nin<br />

10 filmlik yarışma seçkisinin<br />

tamamını izleme fırsatı buldum.<br />

Benim yarışmada en sevdiğim<br />

filmler ise A Man of Integrity, Redoubtable,<br />

April’s Daughter ve<br />

The Florida Project oldu.<br />

54. Antalya Film Festivali’nin 10 filmlik yarışma<br />

seçkisinin tamamını izleme fırsatı buldum. Bu<br />

filmler arasında törende Angels Wear White ‘en<br />

iyi film ve en iyi kadın oyuncu’, A Man of Integrity<br />

‘en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu’, The<br />

Florida Project ‘jüri özel ödülü’, Misafir ‘izleyici<br />

ödülü’, Scary Mother ‘genç jüri ödülü’ ve Zor Bir<br />

Karar ‘Behlül Dal genç yetenek ödülü’ ile ayrıldı.<br />

Benim yarışmada en sevdiğim filmler ise A Man<br />

of Integrity, Redoubtable, April’s Daughter ve<br />

The Florida Project oldu.<br />

Redoubtable<br />

Michel Hazanavicius’un yeni filmi Le Redoutable,<br />

usta yönetmen Jean Luc-Godard’ın<br />

gençlik yıllarını ve Anne Wiazemsky ile olan<br />

ilişkisini temeline alıyor. Yönetmen filmin biçimsel<br />

özelliklerini öyle zeki ve eğlence şekilde<br />

tasarlamış ki, Godard’ın Fransız Yeni Dalgası<br />

ile sinemaya getirdiği deneysel dokunuşlar<br />

esprili bir dille tamamına yayılmış. Godard’ın<br />

hezeyanları, sorunlu aşk ilişkisi, 1968 olaylarına<br />

katılımı, Maoist çizgisini belirginleştirip olay<br />

yarattığı Çinli Kız filmi, burjuva sistemine film<br />

yapmayı reddetmesi, komedi filmlerine oluşan<br />

düşmanlığı, hayranlarına karşı ilgisiz ve kaba<br />

tutumu kahkaha attırdığı kadar sinir bozucu<br />

da olabiliyor. Bu yüzden Hazanavicius’un filmi<br />

Godard’ın özel yaşamındaki kişiliğine çok fazla


hakim olmayanlar için cesur tercihlerle<br />

örülü kışkırtıcı bir hal alabiliyor. Filmin en<br />

cezbedici noktası da burası, zira yönetmen<br />

aşırı ciddi bir Godard biyografisi<br />

yapmaktan itinayla kaçınıyor ve bunu<br />

mümkün olduğunca sinefil hale getirerek<br />

tartışmalarıyla ve referanslarıyla son<br />

derece keyifli, hareketli ve ilgi çekici bir<br />

hale getirebiliyor.<br />

Radiance<br />

Naomi Kawase, filmlere sesli<br />

betimleme yapan bir kadınla<br />

kör bir adamın melodramatik<br />

aşk hikayesini ele aldığı filminde<br />

bugüne kadarki ‘yönetmen<br />

sineması’ özelliğini yine<br />

sürdürüyor. Dingin ve duru bir<br />

anlatım, kimileri için fazlasıyla<br />

bitmek bilmeyen uzunlukta gelen sahneler,<br />

kimilerinin ise anlatısından değerli<br />

bir şeyler çıkarabildiği zor ama önemli bir<br />

yönetmen. Lakin, Kawase 2014’te Still the<br />

Water’da ağır aksak ilerleyen hikayesini<br />

etkileyici görsel anlarla birleştirebilmişti.<br />

Burada ise dar açılı objektifler ve soluk<br />

renkler kullanarak filmi belirli bir alana<br />

hapsetmiş ve bu sefer görsel açıdan<br />

tatmin edici olmayan bir yapım ortaya<br />

koymuş. Yönetmenin hikaye kurgusu,<br />

oyuncu yönetimi, görsel dili ve müzik<br />

kullanımı konusunda aşırı demode bir<br />

anlatımı mevcut. Film esasında sesli<br />

betimleme ve sinema sevgisi gibi ilgi çekici<br />

iki materyale sahip olmasına rağmen<br />

bol duygulu müzikler eşliğinde Yeşilçam<br />

melodramını andıran, her saniyesi tahmin<br />

edilebilir bir aşk hikayesine dönüşüyor.<br />

Scary Mother<br />

Virginia Woolf’un ‘Kendine Ait Bir Oda’<br />

kitabındaki ‘Para kazanın, kendinize<br />

ait ayrı bir oda ve boş zaman<br />

yaratın. Ve yazın, erkekler ne<br />

der diye düşünmeden yazın!’<br />

sözlerini hatırlatan bir ana karaktere<br />

sahip olan film, Tiflis’te<br />

bir Sovyet sonrası betonarme<br />

apartman dairesini adeta ayrı bir


karakter olarak kullanıyor. Manana’nın<br />

aile yaşamındaki daireyi dışarıdan sıkıcı<br />

bir gri şehir manzarası olarak görürken,<br />

kırtasiyeci Nukri’nin dükkanına sığındığı<br />

yoğun kırmızı renklerle boyanmış Noe/<br />

Refn stili benzeri odayı ise bir nevi<br />

‘yazarın/kadının/annenin kurtuluşu’<br />

olarak görüyoruz. Filmin ilk yarısı cinsiyet<br />

rollerinin farklılığı, baskı altındaki bir<br />

kadının çatlamaya başlaması ve feminist<br />

okumalara açık tahlillerle ilerlerken ikinci<br />

yarı daha rahatsız edici, gerçeküstücü<br />

ve kabus hali alıyor. Finale doğru devreye<br />

giren ‘aile hesaplaşması’ filmin sıra<br />

dışı yaklaşımını bir miktar klişeleştirse<br />

de Nato Murvanidze’nin performansı<br />

ve görüntü yönetmeni Konstantin<br />

Esadze’nin kadrajları filmi sürüklüyor.<br />

Angels Wear White<br />

Küçük bir sahil kasabasındaki<br />

bir otelde 12 yaşındaki iki kız<br />

çocuğunun orta yaşlı ve yüksek<br />

mertebeden bir adamın<br />

saldırısına uğramasını ele<br />

alan filmin rahatsız ediciliği<br />

ve kurduğu dramatik yapı<br />

şablonu esasında Asghar<br />

Farhadi filmleri düzeyinde<br />

bir materyal içeriyor. Ayrıca filmi konusu<br />

ve kullandığı metaforları üzerinden<br />

bir nevi ‘Çin usulü Mustang’ olarak<br />

değerlendirmek de mümkün. Lakin, filmin<br />

kullandığı sinema dili ve tekniği sert<br />

hikayesini besleyemiyor, daha çok bir<br />

televizyon filmi düzeyinde kalıyor. Beyaz<br />

elbisesinin altındaki iç çamaşırlarıyla turistlerin<br />

üzerinde gezinen Marilyn heykeli<br />

hikayeye metafor / görsel olarak hizmet<br />

ediyor etmesine ama tematik açıdan basit<br />

kalıyor. Filmin polislerden bürokratlara,<br />

hastanedeki bekaret kontrollerinden<br />

toplumun aile yapısına, göçmen / kimlik<br />

problemlerinden adaletsizliğe kadar<br />

birçok söylemi mevcut. Lakin, Angels<br />

Wear White bu konuda Rus ya da Rumen<br />

sinemasının ortaya koyduğu örneklerin<br />

yetkinliğine sahip değil.<br />

A Man of Integrity<br />

A Man of Integrity, başlangıcında Metin<br />

Erksan’ın Susuz Yaz’ını<br />

hatırlatacak bir mülkiyet meselesi<br />

üzerinden hikayesini ve karakterlerini<br />

oluşturuyor. Güçlünün<br />

güçsüzü ezmeye çalıştığı bir<br />

dünyada İran toplumundaki<br />

yozlaşmayı ve adaletsizliği her<br />

saniyesinde sinirlerimiz bozularak<br />

izliyoruz. İran sinemasında<br />

mesaj odaklı yapının öne çıkıp sinematografik<br />

özelliklerin ikinci plana bırakıldığı<br />

çoğu filme kıyasla Rasoulof ikisini aynı<br />

güçte sentezleyebiliyor. Filmin atmosferi<br />

çok güçlü, gözünüzü bir an olsun<br />

ayırmak istemeyeceğiniz güçte bir senaryosu<br />

var. Rasoulof, ülkede cezası<br />

ne olursa olsun kendi bildiklerini söylemekten,<br />

dürüstlüğünden ve sistemi<br />

eleştirmekten vazgeçmiyor. Başrollerin<br />

güçlü performanslarıyla İran toplumundaki<br />

mücadelelerine dahil olurken<br />

bankacılardan polis memurlarına, doktorlardan<br />

toplumun her kademesine kadar<br />

baskıya, rüşvete ve adaletsizliğe tanıklık<br />

ediyoruz. Rasoulof, bu meseleyi unutulmayacak<br />

repliklerle ve görüntü yönetmeninin<br />

çok şey anlatan kadrajlarıyla<br />

birlikte hafızamıza işliyor.<br />

April’s Daughter<br />

Michel Franco her zamanki gibi karakterlerine<br />

karşı keskin bir soğukkanlılıkla<br />

ve tavizsiz şekilde yaklaşırken izleyiciye<br />

sürekli sesli tepkiler verdirecek kadar<br />

şaşırtıcı yönlere gidebiliyor. April’s<br />

Daughter bu konuda belki de yönetmenin<br />

en çok izleyici reaksiyonu alan filmi olabilir,<br />

zira Chronic’te sadece final sahnesiyle<br />

bir şok edicilik yaratan Franco burada<br />

ilk 30 dakikadan sonra filmin her anına<br />

şaşkınlıkla dahil olabileceğimiz bir yapı<br />

tasarlıyor. Karakter motivasyonlarını izleyiciden<br />

saklayarak olayların<br />

geldiği noktayı yine izleyicinin<br />

hayal gücüne bırakıyor. Öyle<br />

ki, sakin ve ağır ilerleyen film


ir anda salondaki izleyicilerin hayret<br />

nidalarına, birbirlerine bakmalarına,<br />

aralarında konuşmalarına, kahkaha<br />

atmalarına ya da koltuğa çivilenmelerine<br />

neden olabilecek bir sürü meziyetlere<br />

dönüşüyor. Bu yüzden filmin konusunu<br />

okumadan, minimum bilgi sahibi olarak<br />

filme girmek seyir zevkini katlayacaktır.<br />

Franco’nun da masterclass’ta dediği<br />

gibi ‘İzleyiciyi şaşırtmayacaksak sinema<br />

yapmanın ne anlamı var ki?<br />

The Florida Project<br />

Baker, gençlik/çocukluk filmleri<br />

türünde Richard Linklater’in<br />

hikaye anlatımındaki ve Andrea<br />

Arnold’un görsel vizonundaki<br />

başarılarını birleştirerek<br />

Florida’ya neorealist bir bakış<br />

açısı getiriyor. Her anı duygusal<br />

bir dürtüyle dolu olan, çoğu zaman<br />

gülümsetmesine rağmen<br />

aniden gözyaşlarımızı da doldurabilen<br />

film, çocukluğa dair en etkili, dokunaklı,<br />

keskin portrelerden biri. Baker’ın yönetimi<br />

bu konuda büyüleyici, zengin renklerin<br />

hafızamızdan çıkmayacak şekilde<br />

kullanılması, Alexis Zabe’in görkemli<br />

geniş açılı kadrajları ve özellikle finaldeki<br />

kamera kullanımı yönetmenin vizyoner<br />

dokunuşlarını hissettiren hamleler.<br />

Florida Projesi dünyası somut, lirik,<br />

yasaklayıcı ve büyülü bir anda, çocuklar<br />

için sınırsız bir oyun alanı yaratıyor.<br />

Willem Dafoe’nun ödül sezonunda ‘en<br />

iyi yardımcı erkek oyuncu’ dalında<br />

adaylık alınmasına neredeyse kesin<br />

gözüyle bakılsa da, beyazperdedeki ilk<br />

performanslarında Bria Vinaite ve Brooklynn<br />

Prince’in çok etkili olduklarını söylemek<br />

gerek.<br />

Human Flow<br />

Weiwei, Afganistan, Bangladeş, Fransa,<br />

Yunanistan, Almanya, Macaristan,<br />

Irak, İsrail, Meksika, Pakistan, Filistin,<br />

Sırbistan, Suriye ve Türkiye’de yaptığı<br />

çekimlerde toplamda 65 milyonun savaş,<br />

açlık ve diğer sebeplerle zorla yerlerinden<br />

edilmesini panoramik görüntüler<br />

eşliğinde anlatıyor. Bu film özelinde<br />

Çin’in Michael Moore’u gibi davranan<br />

Weiwei’nin filmi teknik / görsel anlamda<br />

etkileyici görüntüler barındırmasına<br />

rağmen mülteci meselesini 140 dakikalık<br />

uzun süresinde bir nevi tekrarlar silsilesine<br />

dönüştürüyor. Human Flow, mülteci<br />

meselesine dair farklı ve yeni bir<br />

şeyler söylemediği gibi politik açıdan<br />

da tartışmalı yanlar barındırıyor. Mesela<br />

filmin bu konuda Almanya’yı neredeyse<br />

hiç eleştirmemesi, her ülkede meseleyi<br />

‘mültecilik’ ile ilgili tutmasına rağmen<br />

konu Türkiye’ye geldiğinde Kürtler<br />

üzerinden ‘kimlik siyaseti’ yapmaya<br />

başlaması Weiwei’nin öznelliği konusunda<br />

tartışılması gereken bir durum. Film,<br />

sessiz olduğu ve görüntülerle konuştuğu<br />

kısımlarda yükselirken Weiwei’nin mültecilerle<br />

bizzat diyaloga girdiği kısımlarda<br />

aksamaya başlıyor.<br />

Misafir<br />

Mülteci meselesinin yoğun şekilde<br />

beyazperdeye aktarılmaya başlandığı<br />

ve zamanlamasının doğru olduğu bu<br />

dönemde Andaç Haznedaroğlu, Suriye’de<br />

savaştan kaçan ve İstanbul’da yeni bir<br />

hayat kurmaya çalışan bir grup insanı<br />

mercek altına alıyor. Haznedaroğlu’nun<br />

filminin insanların Suriyeli mültecilere<br />

bakış açısında bir değişiklik yaratabilmesi<br />

olası, en azından konumu Türkiye<br />

olan bir filmde bu duruma her gün şahit<br />

olan ama onları bu duruma getiren dinamiklere<br />

gözlükleri olmadan bakamayan<br />

kişiler için. Misafir, tv dizilerinden


gelen bir yönetmenin hiç de tv dizisi<br />

standartlarında olmayan, sinema duygusu<br />

yakalayabilen bir filmi.<br />

Bazı sahnelerinde yönetmenin<br />

dizilerden gelen reklam/klip<br />

tarzı hissedilebiliyor, lakin<br />

filmin başarılı cast çalışması<br />

karakterlerle yoğun bir şekilde<br />

empati kurabilmemize olanak<br />

sağlıyor. Ürdünlü oyuncu<br />

Saba Mubarek’in ekran<br />

personasıyla beraber çocuk oyuncu<br />

kadrosu da gayet başarılı. Filmin<br />

duygu sömürüsüne kaçtığını düşünen<br />

kişiler de mevcut lakin böylesine bir<br />

konuda nesnel olduğu kadar öznel<br />

yargılara da ihtiyacımız var.<br />

Zor Bir Karar<br />

Esas mesleği çizerlik olan, zamanında<br />

Leman’dan ve Gırgır’dan tanıdığımız<br />

Ender Özkahraman’ın ilk uzun metrajlı<br />

yönetmenliği olan Zor Bir Karar,<br />

birkaç Türkçe diyalog haricinde tamamen<br />

Kürtçe çekilen bir yapım. Burun<br />

ameliyatı olmak isteyen bir kadının<br />

üzerinden politik bir hikaye arka<br />

planı sunmaya çalışan film, plastik<br />

cerrahi ve Kürt toplumunu aynı hikaye<br />

içinde değerlendirmesiyle kağıt<br />

üzerinde oldukça ilginç gözüküyor.<br />

Lakin, hikaye anlatımı, görsel yapı ve<br />

oyunculuk performansları bakımından<br />

hiçbir ilgi çekicilik barındırmayan<br />

film, kağıt üzerindeki ilginçliğiyle<br />

çelişiyor. Tüm fikrini ‘burun ameliyatı<br />

olmak isteyen bir kadın’ üzerine kuran<br />

yönetmenin finalde olayı bağladığı<br />

yer kendisine dahice gelmiş olabilir<br />

fakat kişisel olarak sığ bir propaganda<br />

olmanın ötesine geçebildiğini<br />

söyleyemeyeceğim. Zor Bir<br />

Karar’ın belki sinemaya tek<br />

kazanımı Esme Madra’yı<br />

anımsatan ve festivalde<br />

Behlül Dal Genç Yetenek<br />

Ödülü’ne layık görülen Şükran<br />

Aktı olabilir.


EĞLENCE ARAYAN<br />

HERKES “OHA<br />

DİYORUM” İZLEMEYE


Youtube’da neredeyse 4 milyon takipçileri olan, videoları<br />

totalde 2 milyar izlenen, yaptıkları işi çok seven, her videoları<br />

için heyecanlanan ve birlikte çok eğlenen bir ekip olan ohadiyorum<br />

kanalı üyeleri Fırat Sobutay, Melih Abuaf ve Alper<br />

Rende, bir de kedileri İzzet’in miyavlamalarıyla dahil olduğu<br />

3 kasımda vizyona giren yeni filmleri Oha diyorum hakkında<br />

oldukça keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.<br />

EZGİ TANIR<br />

n Söyleşi yapacağımız<br />

yer olan mediakraft’a girmeden<br />

kapıdaki hayran<br />

yazılarından ekibin samimiyetini<br />

ve onları çok seveceğimi<br />

anladığım, enerjinin ve kahkahaların hiç<br />

bitmediği bir söyleşi gerçekleştirdik oha<br />

diyorum ekibiyle. Filme çok az kaldığı için<br />

heyecandan yerlerinde duramıyorlardı,<br />

sürekli “ne yapsak, hangi salonda izlesek,<br />

bakalım insanlar ne tepkiler veriyorlar,<br />

yorumlar ne” diye konuşup duruyorlardı.<br />

Gerçekten söyledikleri gibi şu aralar odak<br />

noktaları bu filmdi. Filmle, hayatlarıyla ve<br />

işleriyle ilgili tüm detayları öğrendiğimiz<br />

bu söyleşi için Sizlere keyifli okumalar..<br />

Öncelikle Youtube’dan bahsedersek.<br />

Kanalınızın ortaya çıkışı nasıl oldu?<br />

Melih: Mediakraft ismindeki şirketimizi;<br />

Ersan Özer, ben , Levent Gültan ve bir alman<br />

şirketiyle beraber 2013 yılı sonunda<br />

kurduk. 2014 haziran ayından itibaren de<br />

Youtube’a özel prodüksiyon yapıyoruz. En<br />

popülerleri; oha diyorum, yapyap ve oyun<br />

delisi olmakla beraber birkaç kanalımız<br />

var. Bu kanallar gerek abone sayıları, gerekse<br />

izlenme sayılarıyla Türkiye’nin en iyi<br />

kanalları arasında.<br />

Fırat ve Alper sizin ekibe dahil olma hikayenizden<br />

bahsedersek?<br />

Fırat: Ersan Özer’le yazdığı bir filmde<br />

oynadığım sırada tanıştık. Filmin çekimlerinden<br />

sonra bana ekibe dahil olmamı<br />

teklif etti ama 6 ay aramadı. ☺ O sırada<br />

başka işler de yapıyordum, aradığında ise<br />

hemen koştum geldim. İyiki de gelmişim.<br />

Bambaşka bir dünyayla tanıştım. Altın<br />

bilezik olayı vardır ya, youtube benim<br />

altın bileziklerimden biri oldu. Melih ve<br />

Ersan abiden çok fazla şey öğrendim.<br />

Alper: Mediakraft’a dahil olmadan önce<br />

ben de oyunculuk yapıyordum. Bir<br />

tanıdığımın vasıtasıyla Ersan abinin<br />

oyuncu aradığını duydum ve daha önce<br />

oynadığım şeylerden bir video gönderdim.<br />

Videodan sonra Ersan abi aradı.<br />

Önce bir videoya sonrasında ise ekibe<br />

dahil oldum.<br />

Oha diyorum filmi nasıl ortaya çıktı?<br />

Melih: Oha diyorum 3 senelik bir macera.<br />

Film aslında kafamızda hep vardı. Hatta<br />

2 sene önce de Fıratla bir film mi çeksek<br />

diye konuşmuştuk. Ekip böyle değildi ve<br />

şuan baktığımda film için en uygun zaman<br />

buymuş. Ersan abi “ben bir senaryo<br />

yazayım” dedi ve 2 ay kadar ortadan kayboldu.<br />

Sonra, “senaryo hazır. Ne zaman<br />

çekiyoruz? Ağustosta mı çeksek? Hadi<br />

çekelim” derken bir baktık filmi çekmişiz.<br />

Senaryodan kısaca bahsedebilir miyiz?<br />

Alper: Film bir yol hikayesi. Fırat’ın<br />

kızının fotoğraflarının bulunduğu hard<br />

disk çalınıyor. Bu arada gerçekten Fırat’ın<br />

eşi ve kızı oynuyor filmde. Hep beraber<br />

o arabanın peşine düşüyoruz ve yolda<br />

başımıza birtakım olaylar geliyor.<br />

Peki karakterleriniz?<br />

Melih: Ben yine Melih’tim kendi karakterlerimizi<br />

oynadık.


Fırat: Oyunculukta kendini oynamak<br />

her zaman zordur ve bence biz zoru<br />

başardık. Bazı şeyleri abartman gerekiyor.<br />

Ben Fırat’ı oynuyorum ama<br />

tamamen kendi cümlelerim değil, her<br />

ne kadar Ersan abi bizi tanısa, bizim<br />

kurduğumuz cümlelerle senaryoyu<br />

yazsa da sinemasal metin bambaşka<br />

bir şey. Eğlendirmek için bazı şeyleri<br />

abartman ama bunu ayarında yapman<br />

gerekiyor. Neyse ki içimize sinmeyen bir<br />

şey olmadı. İzleyiciler de sempatikliği<br />

yakalayacaktır. Bu arada sempatik<br />

olduğumu da belirtelim ☺<br />

Alper: Evet kendimizi oynuyoruz Fırat’ın<br />

da dediği gibi sadece biraz abarttık.<br />

Mesela beni zaten saf bulurlar ama<br />

filmde saflığı biraz daha abarttık.<br />

Set sizce nasıl geçti?<br />

Melih: Youtube için fikir bulmak dahil her<br />

şeyi kendimiz yaptığımız için filmin rahat<br />

olduğu noktalar çoktu. Sette sistematik<br />

bir program var ve sağolsunlar bize çok<br />

iyi baktılar. Kostümle, sanat ekibiyle<br />

tanışmak çok güzeldi. Onlardan çok şey<br />

öğrendim. Karavanımız vardı. 1950 model<br />

motor kullandım. Onunla kaza yaptık.<br />

☺<br />

Alper: Motorun yanında sepet vardı. Melih<br />

o sepeti var olarak düşünmüyordu ve<br />

Fırat’ın kafayı sağa sola vura vura gittik<br />

☺<br />

Fırat: Melih’in söylediklerinin üstüne<br />

ekleyeceğimiz pek de bir şey yok.<br />

Söylediğimiz gibi bir yol filmi olduğu<br />

için totalde 1200 km yol gittik ve filmden<br />

sonra büst gibi gezdim. Boynumdan<br />

aşağısı bembeyaz yukarısı simsiyahtı :)<br />

Youtube dışında neler yapıyorsunuz?<br />

Melih: Ben içerik üretmek, yeni fikirler<br />

bulmak adına full time buradayım. Her<br />

gün Ohadiyorum’a 1, Yapyap’a 1 olmak<br />

üzere – ki bu sayı filmden önce ikiydi- en<br />

az 2 video giriliyor burada. Bu ciddi bir<br />

prodüksiyon ve her gün için yeni fikirler<br />

demek. Biz bir prodüksiyon şirketiyiz<br />

sadece bunu televizyona değil youtube’a<br />

yapıyoruz.<br />

Alper: Benim bir müzik grubum var.<br />

Elimizden geldiğince müzik yapıyoruz.<br />

Bu sene şarkılarımızı çıkartmayı<br />

düşünüyoruz. Bir yandan tiyatro eğitimi<br />

alıyorum, spor yapıyorum. Bu aralar kendime<br />

yatırım yapıyorum yani.<br />

Fırat: Elimden geldiğince aileme vakit<br />

ayırmaya çalışıyorum. Şu an hepimizin<br />

odak noktası; filmimiz. Ben bir<br />

evleneceğim, bir kızımın doğacağı dönem<br />

böyle heyecanlanmıştım. Şimdi film için<br />

aynı heyecanları yaşıyorum. Bu film bizim<br />

çocuğumuz gibi. Bu cümleyi söylemezsek<br />

içimizde kalırdı ☺ İnşallah insanlar eğlenir<br />

ve devamı gelir.<br />

Melih, kanalınızın içeriklerini üreten<br />

biri olarak senaryoda içine sinmeyen,<br />

değiştirmek istediğin yerler oldu mu?<br />

Meilh: Ersan abi bizi çok iyi tanıdığı<br />

için çok iyi bir iş çıkarttı. Bazı noktaları<br />

doğaçlamaya açık tuttu. Bu da bizim<br />

kendi esprilerimize alan sağladı. Keşke<br />

böyle olsa dediğim bir şey olmadı film<br />

süresince.<br />

Bundan sonrası için planlarınız neler?<br />

Alper: Ben elimden geldiğince oyunculuk<br />

yapmaya çalışıyorum.<br />

Fırat: Dizi ve film tekliflerine açıksın yani<br />

Alper ☺<br />

Alper: Evet açığım ☺ Onun dışında Mediakraft<br />

çatısı altında olmayı çok seviyorum.<br />

Burada iş yapıyor gibi değilim çok<br />

eğleniyorum.<br />

Melih: Ohh ne güzel ben baya iş yapıyor<br />

gibiyim ☺ Hepimizde çok tatlı bir yorgunluk<br />

var. Filmin promosyonu için başka<br />

youtuber arkadaşlarımıza, farklı şehirlere<br />

de gittik bizi kanallarına konuk aldılar.<br />

Bizi konuk alan arkadaşlarımıza da çok<br />

teşekkür ederiz.<br />

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey<br />

var mı?<br />

Melih: Sadık bir izleyici kitlemiz var.<br />

Onların beğeneceğini düşünüyoruz. Bu<br />

kitlenin dışına çıkıp onların da beğenisini<br />

kazanırsak ne mutlu bize.


MOTTOSU HALK<br />

FAİLİ MEÇHUL<br />

PINAR KARAHAN<br />

n Türk edebiyatında<br />

toplumsal sorunlara<br />

eğilen<br />

yazarların başında<br />

gelen, 1948’de 41<br />

yaşındayken faili<br />

meçhul bir cinayete<br />

kurban giden Sabahattin<br />

Ali’nin hayatı ‘Sabah Yıldızı:<br />

Sabahattin Ali’ adıyla belgeselleştirildi.<br />

2012 yılında vizyona giren yapım, Ali’nin<br />

doğumunun 110. yıl dönümü nedeniyle 10<br />

Kasım’da tekrar beyazperdede sinemaseverlerle<br />

buluşacak<br />

Türk edebiyatında toplumsal sorunlara<br />

en çok eğilen yazar ve şair Sabahattin<br />

Ali eserlerinde; taşra hayatını, köylüyü,<br />

köy yaşamını, dara düşenleri, kasabalıyı,<br />

haksızlığa uğrayanları anlatır. Ali’nin<br />

kendi trajik yaşam öyküsü ‘Sabah Yıldızı:<br />

Sabahattin Ali’ adıyla belgeselleştirildi.<br />

Metin Avdaç’ın yönetmenliğini ve<br />

yapımcılığını yaptığı yaklaşık 2 saatlik<br />

belgeselin çekimleri Almanya, Bulgaristan<br />

ve Türkiye’de gerçekleştirildi.<br />

Yapımda, Ali’nin edebiyatçı kimliğinin yanı<br />

sıra dönemin sosyo-politik dinamikleri,<br />

aşkları, fikirleri ve faili meçhul ölümü<br />

ayrıntılarıyla ele alındı.<br />

Türkiye’nin çalkantılı dönemlerine, faili<br />

meçhullere ve Cumartesi annelerine kadar<br />

gönderme yapan Avdaç, Sabahattin<br />

Ali’yi “Benim için, bu ülkenin insanının<br />

aydınlanmasını, özgürlüğünü ve ülkenin<br />

bağımsızlığını istediği için katledilmiş bir<br />

kahraman. Sabahattin Ali’nin edebiyatçı<br />

Türk edebiyatında toplumsal<br />

sorunlara eğilen yazarların<br />

başında gelen, 1948’de 41<br />

yaşındayken faili meçhul<br />

bir cinayete kurban giden<br />

Sabahattin Ali’nin hayatı<br />

‘Sabah Yıldızı:<br />

Sabahattin Ali’ adıyla<br />

belgeselleştirildi.


yönü ve siyasal duruşu iki yönü de<br />

etkilemiştir beni. Sabahattin Ali’nin cesur<br />

yazıları çok etkilemiştir. Bugün bu kadar<br />

sert yazıları yazacak pek yazar göremiyorum.<br />

Cesur kalemi vardı” diye anlatıyor.<br />

2012 yılında vizyona giren yapım, Ali’nin<br />

doğumunun 110. yıl dönümü nedeniyle 10<br />

Kasım’da tekrar izleyici ile buluşuyor.<br />

Onu sarsmak mümkün müydü?<br />

Bir adam düşünün...<br />

Çok sevdiği ülkesinden kaçmak zorunda<br />

kaldığında çantasında sadece Balzac ve<br />

Puşkin’den birer roman, saat, gözlük ve<br />

eşinin fotoğrafı vardı.<br />

Belki biraz kırgın, biraz da umutsuzdu<br />

ama şaşkın değildi. Ya da kızgın. ‘Kürk<br />

Mantolu Madonna’ kitabında yazdığı<br />

gibi “Etrafını bu kadar iyi tanıyan,<br />

karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve<br />

açık gören bir insanın heyecanlanmasına<br />

ve herhangi bir kimseye kızmasına imkan<br />

var mıydı?... Her şeye hazır bulunan ve<br />

kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı<br />

sarsmak mümkün müdür?”<br />

Bence değildi.<br />

Yaşadıkları ve gördükleri nedeniyle mutsuzdu.<br />

Ülke gerçekleri, hissettikleri onu<br />

yazmaya zorluyordu. Yalnızdı! Yazdıklarını<br />

istediği gibi yayınlayamıyordu. 41 yıllık<br />

hayatının bir kısmını askerlikle bir kısmını<br />

da cezaevinde geçirmişti. Kitaplara<br />

sığınmaktan başka çaresi yoktu işin<br />

doğrusu. Mutluluğu ancak böyle bulabiliyordu.<br />

Her şeye rağmen kısacık ömrüne 3 roman,<br />

10 öykü, 2 şiir kitabı ve 7 çeviri sığdırmayı<br />

da başardı.<br />

Ve eserleriyle Türk edebiyatına adını<br />

altın harflerle yazdırıp belki de tüm<br />

yaşadıklarının intikamını da o çok sevdiği<br />

edebiyatla aldı.<br />

Cezaevinden askere Sabahattin Ali...<br />

25 Şubat 1907’de Edirne’de doğdu.<br />

Piyade yüzbaşı babasının görevi nedeniyle<br />

sık sık oturdukları şehir değişti. Farklı<br />

farklı okullara gitmek zorunda kaldı.<br />

Ülke işgal altındaydı, zor dönemlerdi ama


okumaya kararlıydı.<br />

Önce Balıkesir, ardından İstanbul<br />

Öğretmen Okulu’na gitti. Bitirir bitirmez<br />

Yozgat’a öğretmen oldu.<br />

Ne var ki yaşadığı yerde yabancılık çekiyordu.<br />

“Yalnızlık asıl böyle kalabalık yerlerde<br />

belli oluyor” diyordu yazdığı mektuplarda.<br />

Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavı<br />

kazanıp Almanya’ya gitti. Döndüğünde<br />

Aydın ve Konya’da Almanca öğretmenliği<br />

yaptı.<br />

Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla<br />

tutuklandı, 1 yıl cezaevinde yattı.<br />

Çıktıktan sonra tekrar Bakanlık’ta<br />

çalışmaya başladı.<br />

1935’te evlendi, 36’da askere alındı ve<br />

37’de kızı Filiz Ali doğdu.<br />

İlk kitabı ‘Kuyucaklı Yusuf’ 1937’de<br />

yayımlandı. Toplumsal sorunları ele alan<br />

kitabı çok eleştirildi, toplatıldı ve mahkemeye<br />

verildi.<br />

Ali, olayların hemen ardından tekrar askere<br />

alındı.<br />

İkinci kez askerlik görevini bitirdikten<br />

sonra Ankara Devlet Konservatuarı’nda<br />

Almanca öğretmenliği yapmaya başladı.<br />

Devlet dairelerinde yaşanan yozluğu<br />

ve aydınların gerçek yüzlerini anlattığı<br />

‘İçimizdeki Şeytan’ kitabı 1940 yılında<br />

yayımlandı.<br />

Faşist fikirlere sahip kişilerin tepkisini<br />

çekti, tehditler aldı, işinden kovuldu.<br />

İstanbul’un yolunu tuttu, burada gazetecilik<br />

yapmaya başladı.<br />

Herkes tarafından tanınmasını sağlayan,<br />

günümüzde bile ‘Çok Satanlar’ listesinin ilk<br />

10’unda kendine yer bulan ‘Kürk Mantolu<br />

Madonna’yı 1943’te yayımladı: “Dünyanın<br />

en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı<br />

bile, insanı hayretten hayrete düşürecek<br />

ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!”<br />

diyerek etrafımızdaki insanlara karşı tüm<br />

ön yargılarımızı alaşağı eden cümleyi kuran<br />

Ali, kitabında Almanya’ya çalışmaya giden<br />

genç Raif ve Maria Puder’in tutkulu aşkını<br />

anlattı.<br />

O sıralarda Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin ile<br />

birlikte mizah gazetesi ‘Markopaşa’yı<br />

yayınlamaya başladı.<br />

Bir yazısı nedeniyle tekrar cezaevine girip<br />

çıktıktan sonra artık dayanamayacağını<br />

düşünüp yurt dışına gitmeye karar verdi.<br />

Pasaport çıkartamayınca da kaçmaktan<br />

başka çaresi kalmadı.<br />

2 Nisan 1948’de Bulgaristan’a kaçmaya<br />

çalışırken Kırklareli’nde faili meçhul bir<br />

cinayete kurban gitti.<br />

Şiirleri şarkı oldu, yazdıkları ders<br />

konularına girdi. 41 yıllık yaşamdan<br />

geriye, onu her daim yaşatacak eserleri<br />

kaldı. ‘Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali’ belgeseli<br />

de Ali’nin bu yaşamını özetleyen bir<br />

çalışma...


EVDEN UZAKTA<br />

ADALET PEŞİNDE<br />

Uluslararası oyuncuların<br />

yıldızları ilk parlamaya<br />

başladığında yapım şirketleri<br />

farklı bir ülkeden gelen bu<br />

oyuncuların projelerinde<br />

nasıl yer alabileceğini planlamaya<br />

başlarlar. Jackie Chan<br />

bu evreleri başarıyla atlatmış<br />

bir oyuncu. Vizyona giren The<br />

Foreigner ile bu tür filmleri<br />

bir hatırlayalım dedik.<br />

HAKTAN KAAN İÇEL<br />

n Uluslararası<br />

oyuncuların yıldızları<br />

ilk parlamaya<br />

başladığında yapım<br />

şirketleri farklı bir<br />

ülkeden gelen bu<br />

oyuncuların projelerinde<br />

nasıl yer<br />

alabileceğini planlamaya<br />

başlarlar. Kimisi başrole üst<br />

düzey oyuncular yerleştirdikten sonra<br />

diğer uluslararası oyuncuları yan karakter<br />

olarak hikayeye dahil etmek ister. Bu yöntemi<br />

daha çok Hollywood’un kullandığı<br />

söylenebilir. Bir diğer yol ise başarılı bir<br />

Hollywood ya da Avrupalı oyuncu başrole<br />

yerleştirilir ve egzotik iklimlerde yer<br />

alırlar. Uzakdoğu ya da Avrupa pazarı bu<br />

tip ortak yapımlara açık bir durumdadır.<br />

Hollywood’un tek adam projelerini hiç<br />

saymıyorum bile.


Bu ay vizyona giren yeni Jackie Chan<br />

filmi “The Foreigner” ile bu tip projeleri<br />

hatırlayalım istedim. The Foreigner’da<br />

Jackie Chan kızı yabancı bir ülkedeyken<br />

bir terör eyleminde ölen acılı babayı<br />

oynuyor. Ancak Quan Ngoc Minh isimli<br />

baba, kızını öldürenleri bulmaya kararlıdır.<br />

Bu yüzden de yabancı olduğu bir ülkede<br />

adalet arayışına geçer. Bürokratik<br />

engeller ve örtbas edilen gizli dosyların<br />

varlığıyla birlikte bu durum kişisel bir<br />

savaşa dönüşür. Jackie Chan’i her zaman<br />

alıştığımız komedi – aksiyonlarda görmek<br />

yerine bu sefer adalet isteyen bir babanın<br />

dramında izleme şansı elde edeceğiz.<br />

Bu film vesilesiyle yakın dönemde<br />

izleme şansı bulduğumuz gurbette adalet<br />

arayışına giren karakterlerin filmlerine göz<br />

atmamızda yarar olduğunu düşündüm. Bu<br />

maksatla ilk akla gelen bazı filmleri listeye<br />

almaya uygun gördüm.<br />

RUSH HOUR SERİSİ (1998 – 2001 – 2007)<br />

Bu filmi dahil etmek istemiyordum<br />

ama Jackie Chan’ın filminden<br />

ilham aldığımız için listeye<br />

dahil etmeye karar verdim.<br />

Rush Hour serisinde bir Çinli<br />

polis ve bir ABD’li polisin birlik<br />

olarak ülkelerindeki barışı<br />

sağlama çalışmalarını görüyorduk.<br />

Uyuşturucu çeteleri,<br />

gangsterler, suçlulara karşı bir<br />

yandan aksiyon, bir yandan da komedi<br />

sinemasının birleşimiyle eğlenceli üç<br />

film ortaya çıkmıştı. Chris Tucker ve<br />

Jackie Chan uyumlu bir ikili olmaları<br />

sebebiyle Hollywood’da gişe anlamında<br />

cepleri doldurmuşlardı. Hatta dördüncü<br />

filmin yapımı için görüşmeler günümüzde<br />

yeniden canlanmış gibi görünüyor.<br />

Jackie Chan’in ABD’de, Chris Tucker’ın<br />

ise Çin’de adalet aramalarından<br />

dolayı listede yer vermenin normal<br />

olacağını düşündüm.<br />

SHANGHAI (2010)<br />

Çin – ABD ortak yapımı olan film<br />

1940’lı yıllarda casusların sürüyle


varlığını sürdürdüğü Çin’in Şangay<br />

şehrinde geçiyordu. John Cusack, Paul<br />

Saomes rolünde kumpasların, suikastlerin<br />

ve entrikaların hiç bitmediği bu şehirde<br />

adalet arayışında sırları aydınlatmaya<br />

çalışan idealist bir ajan rolündeydi. Li<br />

Gong, Chow Yun-Fat, Ken Watanabe<br />

gibi uzak doğunun gözde oyuncularıyla<br />

birlikte mahşer yerini andıran Şangay’ın<br />

sokaklarında kaosun içinde hayatta kalmaya<br />

çalışıyorlardı. Shanghai filmindeki<br />

Paul Saomes’in adalet arayışı kişisel<br />

intikamdan öte, adalet peşinde bir ajanın<br />

portresini sunuyordu.<br />

RED CORNER (1997)<br />

Richard Gere’in başrolünde<br />

yer aldığı 1997 yapımı olan<br />

Hollywood filmi, Çin’e iş için<br />

giden bir adamın cinayet<br />

suçlamasıyla karşı karşıya<br />

kalmasını anlatıyordu. Çinli bir<br />

avukatla, hiç tanımadığı bir ülkede<br />

masumiyetini ispatlamaya<br />

çalışan Jack Moore’un hikayesi dönemin<br />

ABD’sinin Çin’i kötüleme filmlerinden<br />

biri olarak yorumlanabilir. Çin filmde aşırı<br />

baskıcı ve kabus gibi bir yer olarak tasvir<br />

ediliyordu. Masumiyetini kanıtlayıp adaletin<br />

bulunması için çabalayan adamın<br />

hikayesi de tam da listemize uygun bir<br />

seçim gibi görünüyor.<br />

WASABİ (2001)<br />

Luc Besson’un popüler Leon serisinden<br />

sonra ününe ün katan Jean Reno için<br />

tasarlanan bu proje, bir nevi Japonya’da<br />

geçen Leon gibiydi. Karısının cenazesi<br />

için Japonya’ya gelen Hubert hiç<br />

beklemediği bir süprizle karşılaşıyordu.<br />

Bir kızının olduğunu öğrenen Hubert bu<br />

şoka alışamadan kızının Yakuza’nın gölgesi<br />

altında tehlikede olduğunu fark ediyordu.<br />

Böylece Jean Reno’nun canlandırdığı<br />

Hubert Fiorentini ortalığı toz<br />

dumana katarak Yakuza’yı<br />

çökertmeye çalışıyordu. Bir<br />

yandan da karısının şüpheli<br />

ölümünü inceleyip adaletin


peşinden koşturmayı sürdürüyordu.<br />

Not: Yine benzer bir hikayeye sahip ama<br />

bu sefer Güney Amerika’da geçen Le Jaguar<br />

filmi de farklı bir ülkede adalet arayışı<br />

konusu açısından dahil edilebilirdi. Ancak<br />

o filmde Paris de bolca kullanıldığından<br />

listeye dahil etmedim. Yine Jean Reno<br />

başroldeydi.<br />

KISS OF THE DRAGON (2001)<br />

Yine Luc Besson’un kaleminden<br />

ortaya çıkan Kiss of the Dragon,<br />

bu sefer Jet Li’nin başrole<br />

yerleştiği bir aksiyon filmi olarak<br />

dikkatleri çekiyordu. Paris’e<br />

çalışmak için gelen Liu Jian’ın bir<br />

sokak arasında karşılaştığı Jessica<br />

(Bridget Fonda) adlı fahişeye<br />

yardım etmek istemesi sonucunda başını<br />

Fransız mafyasıyla derde sokmasını konu<br />

ediniyordu. Çinli bir karakterin bilmediği<br />

bir coğrafyada adalet arayışına girdiği<br />

başarılı filmlerden biri olarak gösterilecek<br />

olan yapım, bolca dövüş sahnesinin<br />

üzerine sırtını dayıyordu. Not: Jet Li’nin<br />

Unleashed filmini de bu bağlamda dahil<br />

edebilirdik. Ancak bu filmde Jet Li sanki<br />

ABD’nin çoklu kültürel yapısının içinde bir<br />

karakter olarak gösterildiğinden gurbette<br />

bir yabancının adalet arayışına girdiği<br />

temasına uymuyordu.<br />

THE 13th WARRIOR (1999)<br />

Benzerine pek rastlamadığımız<br />

bu Hollywood filminde Antonio<br />

Banderas bir arap prensini<br />

canlandırıyordu. Bir diplomatik<br />

görev nedeniyle gittiği yerde<br />

Vikinglerle beraber korkunç<br />

katliamların olduğu bir olayı<br />

aydınlatmaya çalışıyorlardı. Vikinglerin<br />

arasında bir arabın varlığı dahi<br />

listenin içindeki ayrıksı profil olmayı hak<br />

ediyor. Karakterimiz farklı bir savaşın<br />

ortasında özgürlük ile adalet savaşı<br />

arasında bir yerde sıkışıp kalıyordu. Film<br />

ise doğu ile batı medeniyetlerinin sentezinin<br />

izleyiciler üzerinde farklı bir tat<br />

bırakacağının bir kanıtı gibiydi.


VENGEANCE (2009)<br />

Aksiyon sinemasının sıradışı<br />

yönetmenlerinden Johnnie To,<br />

Hong Kong’da kızı kiralık katillerden<br />

tarafından öldürülen<br />

bir adamın intikam hikayesine<br />

yoğunlaşıyordu. Fransız şarkıcı<br />

Johnny Hallyday’in başrolde<br />

yer aldığı film, hafıza kaybı<br />

sorunları yaşayan bir babanın aklı<br />

yerindeyken kızının intikamını almaya<br />

çalışmasını görsel olarak son derece<br />

estetik mizansenlerle seyirciye sunuyordu.<br />

2008 yılının en iyi filmlerinden<br />

biri olarak gösterilebilecek yapım,<br />

şiddet dozu yüksek bir film olmasından<br />

dolayı kimi yerlerde 18 yaş sınırına<br />

takıldı. Filmin konusunun Şener Şen’in<br />

Kabadayı filmiyle akrabalık bağları<br />

olduğunu bir kenara not edelim.<br />

THE SALVATION (2014)<br />

1870’lerin Amerika’sında yeni bir<br />

yaşam kurmak için ABD’ye<br />

Danimarkalı göçmenlerin<br />

yaşadıkları bir olay sonrasında<br />

ailesi dağılır. Karısı tecavüze<br />

uğrayan ve çocuğu öldürülen<br />

Jon Jensen de adaleti intikamda<br />

bulur. Jon Jensen<br />

rolünde Mads Mikkelsen<br />

soğukkanlı ve olabildiğince<br />

mimiksiz oyunculuğuyla bir westernin<br />

içinde suçluların peşine düşer. Birkaç<br />

Danimarkalı oyuncuyu daha kadrosunda<br />

bulunduran The Salvation, tipik<br />

bir western örneği olarak bir yere kadar<br />

takdir edilebilir. Hikayesi çok klişe<br />

olduğundan dolayı pek tantana koparmasa<br />

da listemizin kurallarına birebir<br />

oturan unsurlarıyla listede yer almayı<br />

başardı.<br />

THE LAST SAMURAI (2003)<br />

Amerikalı askeri danışmanın Japon<br />

kültürüyle tanışması sonucunda<br />

Samurayların adalet savaşına dahil<br />

olmasını anlatan The Last Samurai,<br />

döneminin öncü filmlerinden biri


olmuştu. Tom Cruise’un Nathan<br />

Algren karakterini canlandırdığı<br />

yapım dört dalda Oscar’a aday<br />

gösterilse de, hiçbir dalda<br />

ödülü kucaklayamamıştı. Yine<br />

de Japonya’da tek başına<br />

bir Amerikalı’nın mücadelesi,<br />

listenin koşulları için ideal<br />

görünüyor. Yönetmen Edward<br />

Zwick bu filmden sonra sürekli Oscar’ın<br />

radarına girse de bir türlü istediği<br />

patlamayı yapamamıştı. Bu yüzden de<br />

yönetmenin filmografisinde bu filmin özel<br />

yeri vardır.<br />

THE FOURTH STATE (2012)<br />

Alman bir gazetecinin<br />

Rus gizli servisiyle<br />

başını belaya sokmasını<br />

anlatan yapım, devlet<br />

politikasını eleştirirken<br />

özgür haberciliğin mümkün<br />

olup olmadığını<br />

irdeliyordu. Örtbas<br />

edilen ölümleri ortaya<br />

çıkartmaya çalışan idealist<br />

gazeteci rolünde ünlü Alman oyuncu<br />

Moritz Bleibtreu yer almıştı. Rus- Çeçen<br />

savaşına da göndermeler yapılıyordu. Bir<br />

anlamda Moskova’nın soğuk ikliminde<br />

gazetecilik vasıtasıyla yabancı bir ülkede<br />

adalet arayışına girişen bir Alman portresi<br />

liste için biçilmiş kaftan görünümündeydi.<br />

Son Not: Bu filmler dışında Christian<br />

Bale’in başrolünde oynadığı The Flowers<br />

of War filminde Çin’de bir Amerikalı rahip,<br />

Silence’da Japonya’da din yozlaşmasını<br />

anlatan ve bir nevi adalet arayışındaki rahip<br />

portreleri ve Güney Kore’nin bu seneki<br />

Oscar aday adayı filmi A Taxi Driver’da<br />

80’ olaylarının içinde adalet arayışında bir<br />

Alman gazeteci portresiyle Güney Kore’de<br />

bir Alman olarak listeye eklenebilecek<br />

yapımlar mevcuttu. Birbirlerine yakın<br />

temlar ve hikayeler olduğundan dolayı<br />

ektra olarak listeye dahil etmedim. Yine<br />

aklımızın köşesinde bir yerde durması için<br />

son notlara ekliyorum.


Uluslararası<br />

Boğaziçi Film<br />

Festivali beş<br />

yıl içinde köklü<br />

festivalleri<br />

kıskandıracak<br />

bir organizasyon<br />

yapıyor. Biz de<br />

teybimizi<br />

Festival Başkanı<br />

Ogün Şanlıer’e<br />

uzattık ve festivalin<br />

geleceğini sorduk...<br />

OGÜN<br />

ŞANLIER<br />

KISADAN UZUN BİR HİKA


SERDAR AKBIYIK<br />

n Ülkenin film festivalleriyle<br />

ilgili uzun zamandır müspet<br />

birşey yazamanın sıkıntısını<br />

çekiyorduk ki Boğaziçi<br />

Film Festivali gösterdiği filmler, uzun<br />

metrajın yanında kısa filme verdiği önem,<br />

kalburüstü sinemacıları konuk etmesiyle<br />

bizi bir nebze mutlu etti. Üstelik bu festivalin<br />

çok kısa süre içinde bunu başarması<br />

kendi adıma dikkat çekiciydi. Hem bu<br />

başarının sırlarını öğrenmek hem de bu<br />

hızla yükselen ivmenin nereye kadar<br />

gideceğini anlamak için Festival Başkanı<br />

Ogün Şanlıer’e sorularımızı yöneltmek iyi<br />

bir tercihti. Bakalım Ogün Şanlıer ve ekibinin<br />

başarısının sırrı neymiş?<br />

Boğaziçi Film Festivali’nin diğer festivallerden<br />

(İstanbul, Antalya, Adana) en<br />

önemli farkı nedir? Bu festivalin kurulma<br />

amacını anlatabilir misiniz?<br />

Öncelikle biz, yeni yetişecek olan, eline<br />

kamerayı almak isteyen, bu alana ilgi<br />

duyan genç sine-macılara destek olmak<br />

amacıyla yola çıktık. Dolayısıyla kısa<br />

filme ve kısa filmcilere destekler ver-dik,<br />

söyleşileri ve atölyelerimizi bu minvalde<br />

oluşturduk, hazırladık. Uluslararası kısa<br />

film yarışmamızı açtığımızda ise amacımız<br />

dünyanın en iyi festivallerinde gezen<br />

ve ödüller alan kısa filmcileri İstanbul’a<br />

getirerek onlarla Türkiye’deki kısa filmciler<br />

arasında bir etkileşim sağlamak, bir<br />

tanışıklık yaratmak ve motivasyonlarını<br />

arttırmaktı. Sonraki yıllarda uzun metraj<br />

yarışmalarımızı açmamızla birlikte<br />

bunu ulusal sinemamızın önemli isimleri<br />

ve yeni kuşak genç sinemacılar için<br />

de yapmak üzere çalışmaya başladık.<br />

Söylediğiniz festivallerden önemli<br />

farklarımızdan birisi de, Boğaziçi Film Festivali<br />

olarak ulusal sinemamıza elimizden<br />

geldiğince destek sağlamak üzere yola<br />

çıkmış olmamız diyebilirim. Diğer yandan<br />

da tabii ki biz, gerek programımızla, gerek<br />

söylemlerimiz ve attığımız adımlarla<br />

sadece dar bir izleyici kitlesine, belirli bir<br />

zümreye ya da sinema zevkine göre değil,<br />

toplumun her kesimine ve her türden<br />

filmlere ilgi duyan sinemaseverlere yönelik<br />

bir anlayışı benimsiyoruz. Tabii son olarak<br />

da tıpkı festivalimiz gibi genç bir ekibe<br />

sahibiz; ancak artık özellikle belirtmek<br />

isterim ki aynı zamanda da tecrübeli hale<br />

geldik. Heyecanımız, enerjimiz ve iştahlı<br />

ol-mamız da diğer festivallere göre bir<br />

farkımız diyebilirim.<br />

Beş yıllık geçmiş aslında bir festivalin<br />

olgunlaşması için kısa bir süre. Ama<br />

özellikle bu yıl hem konuklarınız hem<br />

etkinlikleriniz 10 yıllardır süren festivalleri<br />

kıskandıracak derecede. Bu başarının<br />

altında yatan sır nedir?<br />

Mükemmeliyetçi oluşumuz burada öne<br />

çıkıyor herhalde. Biz bir işi yaparken hep<br />

hakkını vermek üzere hareket ediyoruz.<br />

Ve en iyisi için çok çalışıyoruz. Bunu yanı<br />

sıra, kurumsal yapımız bizden daha eski<br />

festivallere göre oturmuş bir durumda.<br />

Eksiklerimiz var ama onları da hızlıca<br />

gidermeye çalışıyoruz. Bu kurumsal<br />

yapı ve profesyonel çalışma süreci bizi<br />

kısa bir sürede ileriye taşıdı diye-biliriz.<br />

Uluslararası Boğaziçi Film Festivali, 2-3 ay<br />

gibi kısa sürelerde değil 1 sene boyunca<br />

çalışılarak ortaya çıkarılan bir festival.<br />

Şimdi 5. festival bitince ufak bir tatil<br />

yaptıktan sonra 6.Uluslararası Boğaziçi<br />

Film Festivali için hemen hazırlıklar<br />

başlayacak. Sektörden aldığımız olumlu<br />

tepkiler de bizi ekip olarak festivali daha<br />

YE ÇIKARDILAR


da geliştirmek için motive ediyor. Hızlı ve<br />

biraz sabırsız olduğumuz da bir gerçek tabii.<br />

Bir an önce hedeflediğimiz yerlere ulaşmak<br />

ve yapmak istedik-lerimizi gerçekleştirmek<br />

amacındayız.<br />

2017 yılı içerisinde neredeyse en son yapılan<br />

festivalsiniz ama ulusal yarışmaya katılan<br />

8 filmin beşini diğer festivallerde görmedik.<br />

Yıllardır Türk sinema endüstrisinin bizim festival<br />

dünyamızı besleyemeyecek bir üretime<br />

sahip olduğu söylenir. Bu inanış mı yanlış,<br />

yoksa siz başka bir strateji mi geliştirdiniz?<br />

Bizim stratejimiz daha önce de söylediğim<br />

gibi ulusal sinemamızın kısa ya da uzun<br />

fark etmeksizin daha iyi ve çeşitli imkanlarla<br />

desteklenmesini sağlamak. Bunu ne<br />

kadar iyi yapabilirsek aslında kendimizi o<br />

kadar başarılı sayabiliriz. Festivallerin üretim<br />

süreçlerine katkıda bulunması yine festivallerin<br />

ulusal film gösterim sayılarını da<br />

arttırabilir aslında. Dolayısıyla festivallerin<br />

ulusal filmler tarafından beslenememesi<br />

gibi bir durum da olmaz. Kaldı ki bu filmlerin<br />

yaratıcı ekipleri, filmlerini festivalleri beslemek<br />

için üretmiyorlar, izleyici için üretiyorlar.<br />

Festivaller sadece bu filmlere yer ayırmakla<br />

ve çeşitli desteklerle motive etmekle yükümlü<br />

olabilir. Bizim yerli filmlerden prömiyer<br />

is-temiyor oluşumuz o filmleri bir kez daha<br />

İstanbul’da önemli salonlarda izleyeciyle<br />

buluşturmak isti-yor oluşumuzdan<br />

kaynaklanıyor. Yerli filmler için festivallerimizin<br />

prömiyer şartı koyması ya da bir<br />

festivalden ödül alan filmin diğer festivale<br />

girememesi gibi durumların da olmaması<br />

gerektiği ka-naatindeyiz. Festivallerde<br />

gösterilen filmlerin vizyon şanslarının yaver<br />

gitmediği de düşünüldüğünde onlara bu<br />

gösterim imkanlarını sunmak çok önemli ve<br />

festivallerin asıl görevi de budur.<br />

Bütün festivallerin başında Uluslararası<br />

yazar ama çok azı gerçekten bu nitelemeyi<br />

hak eder. Boğaziçi Film Festivali’nde dikkat<br />

çekici olan her evresinde yetkin bir yabancı<br />

uzmanın yer alması. Bu organizasyon nasıl<br />

başarıldı?<br />

Dediğiniz gibi biz sadece ‘uluslararası’<br />

yazıp içini boş bırakmak istemedik. Geçmiş<br />

yıllarımızda Ivana Chubbuck, Susan Batson,<br />

Lorenzo Soria, Robert McKee gibi<br />

isimleri ağırladık, önemli yönetmenler<br />

ve konuklarımız oldu, her sene ortalama<br />

olarak dünyanın hemen her ülkesinden<br />

3.500 tane başvuru alıyoruz. Uluslararası<br />

yarışmalarımızın hepsinin yönetmenleri<br />

ve film ekipleri festivale tam kadro olarak<br />

katılıyorlar. Yani yarışmada filmi var ama film<br />

ekibi festivale gelmemiş gibi bir du-rum biz<br />

de henüz olmadı. Bu sene de zaten hem kısa<br />

hem uzun uluslararası yarışma filmlerinin<br />

hepsi Türkiye prömiyerlerini festivalimizde<br />

yapıyorlar. Tüm filmlerin ekiplerini ağırlıyor<br />

olacağız. Bunların arasında Majid Majidi<br />

gibi, Parviz Shahbazi, George Ovashvili gibi<br />

tanıdık ve ünlü yönet-menler de var.<br />

Yabancı konuk denildiğinde, Van Damme,<br />

Michael Madsen, Lindsay Lohan gibi biraz<br />

çaptan düşmüş isimleri görmeye alışığız.<br />

Halbuki siz Bella Tarr’ı getirip bir de masterclass<br />

verdiriy-orsunuz. Bu isimleri seçme


kriteriniz nedir. Ve perde arkasında bu<br />

politikayı hayata geçiren kimdir?<br />

Biz dünyada kendini kabul ettirmiş, önemli<br />

işlere imza atmış ve bu alanda bir otorite<br />

olmuş isimleri getirmek istiyoruz.<br />

Ekibimizde aslında festivallerde sürekli<br />

çalışan isimler yok, sektörün içinde aktif<br />

olarak çalışan yapımcı, yönetmen, senarist,<br />

görüntü yönetmeni, oyuncu arkadaşlarımız<br />

var. Bu arkadaşlarımızın hepsinin farklı<br />

estetik anlayışları ve sinemaya dair farklı<br />

beğenileri var. Ekip olarak herkesin önerilerini<br />

ve düşüncelerini tartışıp, ortak kararlar<br />

alıyoruz. Ve tüm ekip bu kararların uygulanması<br />

aşamasında kendisine düşen görevi<br />

yerine getiriyor. Geçen sene Robert McKee<br />

ile senar-istlere, oyunculara, dizi sektörüne<br />

daha fazla hitap eden bir isim getirmiştik.<br />

Bu sene de daha kişisel bir sineması olan,<br />

sanat sineması da diyebileceğimiz türün en<br />

önemli en yetkin isimlerinden birisini Béla<br />

Tarr’ı getiriyoruz ve dediğiniz gibi herkese<br />

açık ücretsiz de bir masterclass verecek.<br />

Biz bu büyük isimleri getirirken de bizim<br />

sinemacılarımızın ve ileride sinema yapmak<br />

isteyenlerin faydalanması amacını<br />

güdüyoruz. Sinema alanında yetkin bir eser<br />

verebilmek de sonuçta 100 yaşını geçmiş<br />

bir sanat dalının geride bıraktığı külliyata en<br />

üst seviyede hakim olmak ile müm-kündür.<br />

Bu külliyata katkıda bulunmak ve daha da<br />

geliştirmek ancak bununla mümkündür. Bu<br />

coğrafyanın hikayelerini etkili bir sinema<br />

diliyle anlatabilmek de ancak böyle mümkün<br />

olabilir diye düşünüyoruz. Türk sinemasının<br />

dünyada adından söz ettirmesi ve yerini<br />

daha da yükseklerde konumlandırması için<br />

bu tarz isimlerden faydalanmak çok önemli.<br />

Bosphorus Film Lab gibi çok önemli bir yola<br />

girdiniz. Bunun benzerini Antalya ilk önce<br />

Filmmarketing ile yapmaya çalıştı, yönetim<br />

değişikliği yüzünden iptal oldu. Daha sonra<br />

Film Forum adı altında ikinci bir tecrübe<br />

yaşadık, burada da ulusal yarışma kaldırılıp<br />

kaynakların Film Foruma aktarılmasıyla<br />

karşılaştık. Bu iş bu kadar zorken siz Bosphorus<br />

Film Lab’ın geleceği için ne söylersiniz?<br />

Bosphorus Film Lab gibi bir endüstri bölümünün<br />

henüz 5. yılını geride bırakmaya<br />

hazırlanan bir festival için zor olacağının<br />

farkındaydık. Ancak biz geçen sene aslında<br />

bu bölüm ile ilgili bir adım atmıştık. Yapım<br />

Destek Platformu adı altında TRT’nin<br />

de destekleriyle bir bölüm açmıştık. Ancak<br />

orada sadece Pitching, yani senaryo<br />

aşamasındaki projeler için bir bölüm vardı.<br />

Bu sene daha iyi çalışarak hem ismimizi<br />

Bosphorus Film Lab olarak değiştirdik,<br />

hem de Pitching bölümünün yanı sıra<br />

kapsamımızı genişleterek Work in Progress<br />

bölümünü de açtık. Bosphorus Film<br />

Lab’de eğitim-ler, workshoplar, söyleşiler ile<br />

dolu dolu bir program hazırladık. Bunların<br />

yanı sıra ödüller de var, TRT bize bu konuda<br />

büyük destek oluyor. Bosphorus Film<br />

Lab’de TRT ile kurumsal iş ortaklığımız<br />

var, yine Digiflame destekleriyle yanımızda<br />

yer alıyor, tabi ki T.C. Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı’nın yeri çok ayrı bu konuda, hep-


hepsine ayrı ayrı teşekkür ederiz.<br />

Bosphorus Film Lab’in geleceğine<br />

dair planlarımız içerisinde öncelikle<br />

mevcut bölümleri geliştirmek,<br />

daha fazla projeyi kabul edebilmek<br />

ve destekleri çeşitlendirmek<br />

olacaktır. Ancak sonraki planımız<br />

tıpkı yarışmalarda olduğu gibi<br />

Bos-phorus Film Lab çatısı<br />

altında da uluslararası projeleri<br />

görmek istiyoruz. Önemli projeleri,<br />

yönet-menleri ve yapımcılarını<br />

da buraya getirip özellikle Türk<br />

yapımcılarının ortak yapım<br />

imkanlarını geliştirmek gibi fikirlerimiz<br />

var. Uzun gelecek için ise<br />

hedefimiz İstanbul’da bizlere<br />

yakışan güçlü bir Film Market’i<br />

artık ortaya koyabilmek ve bunu<br />

hakkıyla yapabilmek.<br />

Bütün festivallerde para ödülleri<br />

azaltılıp, hatta iptal edilirken siz<br />

bırakın uzun metrajı kısa filmciler<br />

için bile büyük ödüller koydunuz.<br />

Bunu nasıl başardınız? Buradaki<br />

stratejiniz nedir?<br />

Her festivalin bir kısa film bölümü<br />

olur ama neredeyse üvey evlattır.<br />

Yani olsun diye çoğunlukla yapılır.<br />

Ne bu kısa filmcilerin yönetmenleri<br />

ne de oyuncuları bir endüstri<br />

içinde olduklarını hissettirmez.<br />

Boğaziçi Film Festivali’ndeyse<br />

daha tanıtım aşamasında kısa<br />

filme verilen önem belli oluyor. Bu<br />

değişik durumun sebebini bizle<br />

paylaşır mısınız?<br />

Evet, biz kısa filme gerçekten<br />

önem veriyoruz, destek veriyoruz<br />

ve böyle de devam edeceğiz.<br />

Ödül konusunda ise sizin de<br />

söylediğiniz gibi, Van Damme<br />

gibi gözden düşmüş isimlere<br />

ayıracağımız bütçeyi kısa filmcilere<br />

ayırmayı tercih ediyoruz. Ya<br />

da bir şarkıcıya konser vermesi<br />

için yapacağımız masrafı ödüller<br />

için değerlendirmeyi daha doğru<br />

buluyoruz. Ödülleri yüksek tutma-


ya çalışıyoruz; çünkü gerçekten bir<br />

sonraki filmlerinde kullanabilecekleri<br />

bir para ellerine geçsin istiyoruz. Bunun<br />

dışında biz kısa filmcileri de festivalimizde<br />

en iyi şekilde ağırlıyoruz,<br />

onlara da tıpkı uzun metraj filmlere<br />

ödediğimiz gibi az da olsa bir<br />

gösterim ücreti ödüyoruz ve filmlerini<br />

en iyi seanslarda en iyi sa-lonlarda<br />

gösterip soru-cevap yapmalarını da<br />

sağlıyoruz. İstanbul Medya Akademisi<br />

olarak yıl bo-yunca eğitimler veriyoruz.<br />

TRT Okul kanalı ile yaptığımız bir<br />

program var, ‘Kısa Film Akademisi’<br />

adını taşıyan… Bu program dahilinde<br />

bir çok kısa filme 5.000 TL destek<br />

vererek onlara katkıda bu-lunduk. Ortaya<br />

çıkan filmleri de hem TRT Okul<br />

kanalındaki programda yayınladık,<br />

hem yönetmen-leri ile söyleşiler<br />

yaptık, hem de bu filmlerden oluşan<br />

bir bölümü Uluslararası Boğaziçi<br />

Film Festivali programında yer vererek<br />

İstanbul Medya Akademisi Genç<br />

Yetenek Ödülü için yarışmalarını ve<br />

görücüye çıkmalarını sağladık. Biz<br />

kısa filmcilerle büyümeyi tercih ettik,<br />

onlar da şimdi yeni yeni uzun metraj<br />

filmler çekmeye de başladılar, biz<br />

onları onlar da bizi destekliyor, besliyor<br />

bu durum-dan da çok memnunuz.<br />

Daha önce söylediğimiz gibi son iki<br />

yılda festivalin gelişimi gözle görülecek<br />

bir şekilde ileri gitmiş durumda.<br />

Bu ivmeyle önümüzdeki yıl için bizi<br />

ne gibi sürprizler bekler. Hedefiniz<br />

nel-erdir?<br />

Logaritmik bir hızlanma içerisindeyiz.<br />

Her sene festivalimiz daha<br />

da ilgi uyandırıyor. Hem ulusal<br />

sinemacılarımız hem de uluslararası<br />

sinema çevrelerinden çok iyi tepkiler<br />

alıyoruz. Gelecek yıl için de bu<br />

seneden daha iyi bir festival sözü<br />

verebiliriz ama neler olacağı konusunda<br />

bir şeyler söyle-mek için<br />

hem çok erken hem de sürprizlerimizi<br />

bozmak istemeyiz.


SİNEMANIN<br />

DEDEKTİFLERİ<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

n Doğu Ekspresi’nde<br />

Cinayet filminin yeni<br />

versiyonu, Kennet<br />

Branagh yorumuyla<br />

sinemalarımıza<br />

gelmek üzere.<br />

Hatta siz bu yazıyı<br />

okurken büyük ihtimalle<br />

de vizyonda olacaktır. Cinayet/<br />

polisiye romanlarının muhteşem yazarı<br />

Agatha Christie’nin elinden çıkma olan<br />

eser daha evvel birçok kez sinema ve TV<br />

dünyasına uyarlandı. Şu ana kadar en iyi<br />

uyarlamanın Sidney Lumet ustanın versiyonu<br />

olduğu da genelde kabul edilmektedir.<br />

Doğu Ekspresi’nin İstanbul yolculuğu<br />

sırasında yaşanan cinayet ve trende bulunan<br />

birbirinden farklı statüdeki insanların<br />

zanlı olduğu hikaye hem ilgi çekici hem<br />

de oldukça gerilimli. İzlerken merak unsurunun<br />

tavan yaptığı ve katili tahmin etme<br />

maratonuna dönüştüğü olaylar zincirinin<br />

başrolünde ise Dedektif Hercules<br />

Poirot var. Biz de bu ayki sayımızda bu<br />

filmden hareketle Poriot ve sinema – TV<br />

dünyasına mal olmuş ünlü dedektiflerin<br />

bazılarını hatırlayalım istedik. Elbette<br />

başlangıç Hercules Poirot.<br />

Titiz Dedektif: Hercules Poirot<br />

Agatha Christie’nin 30 küsür romanında<br />

ve daha çok sayıda kısa hikayesinde<br />

yer alan Poirot, kurgusal bir Belçikalı<br />

dedektiftir. Poirot diğer dedektiflerden<br />

farklı olarak düzen tutkunu bir karakterdir.<br />

Bu sayede de birçok davayı çözüme<br />

kavuşturur. Bunun yanı sıra ciddi, naif<br />

Bu ay vizyona giren Doğu<br />

Ekspresi’nde Cinayet filminin<br />

başrolünde Dedektif Hercules<br />

Poirot var. Biz de bu filmden<br />

hareketle Poriot ve sinema<br />

– TV dünyasına mal olmuş<br />

ünlü dedektiflerin bazılarını<br />

hatırlayalım istedik. Elbette<br />

başlangıç Hercules Poirot.


ve diksiyonu kuvvetli olan Poirot, acele<br />

etmeden yavaşça ilerleyerek cinayetleri<br />

çözmesini de bilir. En ince detaya kadar<br />

düşünür ve muhteşem hafızasıyla onları<br />

çabucak kurgular. Biraz ukala, itici ama<br />

yine de çekici bir yanı da olan dedektifin<br />

egoist tavrı da kendisine yardımcı olur.<br />

Sinema ve TV’de Poirot’yu Albert Finney,<br />

Ian Holm, Kennet Branagh, Alfred Molina<br />

ve David Suchet gibi ünlü oyuncular<br />

canlandırmıştır.<br />

Komik ve Dahi: Sherlock Holmes<br />

Artur Conan Doyle’un yarattığı Sherlock<br />

Holmes karakteri 1800’lü yılların sonunda<br />

ortaya çıkmıştır. Filmleri, kitapları, çizgi<br />

filmleri ve TV serileri olan Sherlock Holmes<br />

için en ünlü dedektif desek sanırım<br />

yanlış olmaz. Gazetede yayımlanan ilk<br />

dedektif öyküsü de ona aittir. Tümdengelim<br />

yöntemini muazzam uygular ve<br />

gözlem yeteneği harikadır. Sorular sorar,<br />

onları eldekilerle karşılaştırır ve kusursuz<br />

sonuca ulaşır. Bunun yanı sıra yaptığı<br />

deneyler ve ortaya çıkardığı verileri de<br />

araştırmalarında kullanır. Bu yönünü ise<br />

yazar Doyle’un Profesör Joseph Bell’den<br />

aldığı bilinmektedir. Kişisel özellikleri ise<br />

diğer dedektiflerden farklıdır. Eğlenceli,<br />

komik, ukala ve bazen fazla ciddiyetsiz<br />

olan Holmes, bu açıdan da yakınlık<br />

kurmayı başarıp olay çözümlemede bir<br />

bonus daha yaratır. Sherlock Holmes’un<br />

yüzlerce yayımlanan baskısı, onlarca filmi<br />

ve dizisi, hatta tiyatro oyuncu mevcuttur<br />

ve Holmes’e hayat veren aktör sayısı da<br />

bir hayli fazladır.


Zeki ve Dikkatli: Miss Marple<br />

Agatha Christie’nin romanlarında en çok<br />

yer verdiği karakterlerden biri de amatör<br />

dedektif Miss Marple’dır. Yaşı ilerlemiş<br />

olmasına rağmen çok zeki ve bir o kadar<br />

da hızlı düşünebilen bir karakter olan Miss<br />

Marple, insan ve insan doğası hakkındaki<br />

bilgilerini de araştırmalarında fazlasıyla<br />

kullanır. Hitabeti kuvvetli olan dedektifimiz<br />

mantık çerçevesinde çok hızlı kurgulamalar<br />

yaparak sonuca ulaşır. Mimik<br />

ve jestleri ise asla renk vermeyen ölçüde<br />

ayarlıdır. Miss Marple, sıradan, yaşlı bir ev<br />

hanımı görüntüsünün altında müthiş bir<br />

zekaya sahip ve çevik bir dedektiftir. Sinemaya<br />

birçok kez konuk olan Miss Marple’ı<br />

Margaret Rutherford, Angela Lansbury,<br />

Helen Hayes, Joan Hickson, Geraldine<br />

McEwan ve Julia McKenzie gibi oyuncular<br />

canlandırmıştır.<br />

Romantik ve Karizma: Philip Marlowe<br />

Raymond Chandler’ın<br />

yarattığı Dedektif<br />

Marlowe, sert ve<br />

karizma görünümün<br />

altında oldukça romantik,<br />

naif ve ahlaki<br />

değerlere sahip çıkan<br />

bir karakterdir. İlk<br />

olarak 1939’da The<br />

Big Sleep romanında<br />

ortaya çıkan karakter<br />

daha sonra sinema<br />

dünyasına da birçok<br />

kez uğramıştır. Satranca<br />

ve pipoya düşkün<br />

olan Marlowe, en çok<br />

prensip sahibi olan


ve onlara sıkı sıkıya bağlı dedektiflerden<br />

biridir. Bazı davalara bakmaz, arkadan iş<br />

çevirmez, üslubunu asla bozmaz, kendini<br />

her zaman ağırdan satar. Melankolik ve<br />

dürüst dedektif kalıplarını neredeyse ilk<br />

başlatan ve Humprey Bogart yorumuyla<br />

da bunu görsel olarak kalıplaştıran karakter<br />

de yine Marlowe’dan başkası değildir.<br />

Kendinden sonraki, edebiyat dışında özellikle<br />

Hollywood kara film türüne referans<br />

olmayı da başarmıştır. Humprey Bogarte,<br />

George Montgomery, James Garner, Robert<br />

Mitchum ve James Caan Marlowe’a<br />

hayat veren önemli aktörlerden bazılarıdır.<br />

Asi ve Kavgacı:<br />

Mike Hammer<br />

Ülkemizde<br />

Kemal Tahir<br />

çevirileriyle<br />

meşhur olan<br />

ve Frank Morrison<br />

Spillane’in<br />

kaleme aldığı<br />

Mike Hammer’ın<br />

maceralarının<br />

yaklaşık olarak<br />

250 farklı versiyonunun<br />

yayınlandığı düşünülmektedir.<br />

Oldukça asi olan. Kavgacı yanıyla tanınan<br />

Hammer, zekası, öngörüsü ve pes etmeyen<br />

yapısıyla bilinir ama dedektifler<br />

arasında en “aksiyon” karakterde kendisidir.<br />

Hammer hikayelerinde olay örgüsü<br />

birbirine çok benzer ama Hammer her<br />

seferinde farklı bir yakalamış gösterir<br />

ama mutlaka bir kovalamaca, bir aksiyon<br />

okuyucuyu/izleyiciyi beklemektedir.<br />

Sinemada çok başarılı örnekleri bulunmayan,<br />

birkaç filmle sınırlı bulunan Mike<br />

Hammer maceralarının en meşhuru TV<br />

dünyasından çıkmıştır. Ülkemizde de<br />

yıllarca büyük ilgi gören Stacy Keach’in<br />

başrolünü üstlendiği “Mayk Hammer” bu<br />

anlamda en önemli yapımdır. Hatta Kemal<br />

Sunal, özel kanalların devreye girdiği<br />

yıllarda “Bay Kamber1 adlı bir re-make<br />

denemesinde bile bulunmuştur.


En Komik Dedektif: Ace Ventura<br />

Bu kadar ciddi ve karizma dedektif<br />

üzerine komedi türünde bir karaterden<br />

de bahsetmek gerek. Jim Carrey’nin<br />

en formda olduğu dönemlerde iki tane<br />

çektiği Hayvan Dedektifi Ace Ventura<br />

büyük ilgi görmüş ve izleyenleri<br />

kahkahalara boğmuştu. 1994 ve 1995<br />

yıllarında peş peşe oynayan iki film,<br />

komedi türünün de iyileri arasında<br />

gösterilir. Daha sonra Ace Ventura<br />

karakterinin başka versiyonları ve<br />

başka mecralardaki sunumu da<br />

gerçekleşmiştir. Hayvansever olan,<br />

evinde çeşitli hayvanlarla yaşayan ve<br />

bazen onların yeminden bile yiyen,<br />

hayvan hakları savunucusu Ace Ventura,<br />

kaçırılan hayvanları bulmak konusunda<br />

da oldukça başarılıdır. Komik,<br />

sakar, eğlenceli, enerjik olan Ventura,<br />

komedi üzerinden izleyenlere hayvan<br />

sevgisi aşılamasıyla da önemli yer<br />

tutar.<br />

Bizden Biri: Behzat Ç.<br />

Edebiyat ve sinema tarihine dünya<br />

üzerinde etkisi olmuş isimlerden<br />

bahsettik. Kapanışı da bizden biriyle<br />

başkomiser Behzat’la yapalım. Türkiye<br />

TV tarihinin kimilerine göre en<br />

iyi işi olan Behzat Ç. Olay örgüsü,<br />

cinayetleri çözme biçimi, kadınları<br />

etkileyen karizması ve muhalif tavrıyla<br />

Tv tarihimize damga vurmuştur. 3<br />

sezon dizi ve 2 sinema filmi bulunan<br />

Behzat Ç.’nin geri dönme ihtimali de<br />

her zaman dillendirilmektedir. Emrah<br />

Serbes’in eserlerinden ve kaleminden<br />

çıkan, Serdar Akar’ın ilk iki sezonunu<br />

yönettiği yapımın elbette en önemli<br />

kozu muhteşem performansıyla diziye<br />

damga vuran Erdal Beşikçioğlu’dur.<br />

Yan karakterlerin de etkili bir biçimde<br />

oluşturulduğu yapımın müzikleri de<br />

yayınlandığı dönem en çok dinlenenler<br />

arasına girmiştir. Bir Ankara Polisiyesi<br />

olan Behzat Ç. yerel normlar<br />

anlamında da büyük öneme sahiptir.


NEREDE<br />

BELGESEL<br />

VAR<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

Şöyle bir sinema veya<br />

düzgün bir gösterim<br />

salonunda arkasına<br />

yaslanıp belgesel izlemek<br />

isteyenler için ne<br />

var ne yok diye bir göz<br />

attım.<br />

Şöyle bir sinema veya düzgün bir<br />

gösterim salonunda arkasına<br />

yaslanıp belgesel izlemek isteyenler<br />

için ne var ne yok diye bir göz attım.<br />

Kasım ayı göreceli olarak pek de fena<br />

sayılmaz belgesel severler için. Maalesef<br />

İstanbul ve İzmir ile sınırlı. Yaşadığınız<br />

yörede belgesele dair bir gösterim<br />

bulamazsanız, ille de belgesel izlerim<br />

diyenlerdenseniz siz zaten “a hiç haberim<br />

olmadı, doğru dürüst duyurmamışlar, her<br />

yerde duyursunlar canım” falan demeden<br />

kendi seansınızı kendiniz bir şekilde<br />

yaratırsınız.<br />

Büyük şehrin koşturmasında bir nefes<br />

alıp, hayatın ritmini biraz yavaşlatıp görelim,<br />

duyalım, soralım, düşünelim derseniz<br />

işte size birkaç alternatif:<br />

5. Boğaziçi Film Festivali 17-26 Kasım<br />

tarihlerinde izleyicisiyle buluşuyor. Ulusal<br />

ve uluslararası belgesel finalistlerinin<br />

yanı sıra, “Bi Dünya Belgesel” şeçkisi


kapsamında da belgesel filmlerle buluşma<br />

şansınız var. Ulusal kategoride; Ülkemden Uzakta,<br />

Yaban, Misafir, Menderes Kıyısında, Meftun,<br />

Kırmızı, Hekim, Gönüllü Yürekler. Uluslararsı<br />

kategoride: Street Of Death, Resonances, No Go<br />

Zone, Los Desheredados, Homeland, Greeting<br />

From Aleppo, Green Screen Gringo, Grandfather’s<br />

Father.<br />

Salt Galata’nın “Bu Son Şansımız mı?” etkinliği<br />

14-19 Kasım tarihlerinrde gerçekleşiyor. 2017<br />

Boon iklim değişikliği Konferansı’nı takiben, Thank<br />

you for the Rain (Yağmur için Teşekkürler) belgeselinin<br />

İstanbul’daki ilk gösterimiyle başlayan<br />

etkinlik programında, iklim değişikliğiyle paralel<br />

çevre sorunlarını inceleyen 8 belgesel yer alıyor<br />

: Thank you fort he Rain, Lüfer-Boğazın Prensi,<br />

Les Liberterres (Özgürlük için Topraklar), Waste<br />

Mandala (Çöp Mandala), Chasing Coral (Mercan<br />

Peşinde), The antropologist (antropologlar), The<br />

E-Waste Tragedy(E-Atık Felaketi), If a Tree Falls:<br />

A story of the Earth Liberation Front (Eğer Bir<br />

Ağaç Devrilirse: Yeryüzü Özgürlük Cephesinin<br />

Hikayesi.<br />

18. İzmir Kısa Film Festivali kapsamında 7-12<br />

Kasım tarihlerinde belgesel finalistlerini kalan<br />

izlemek mümkün. Balerinin Bir Günü, Aktör,<br />

228, Başka, Gözyaşı Yolu, Uzaktaki Kadın<br />

İzmirli belgesel tutkunlarını bekliyor.İFSAK ve<br />

Belgesel Sinemacılar<br />

Birliği’nin organize<br />

ettiği, yönetmenlerin<br />

katılımıyla<br />

gerçekleşen<br />

belgesel gösterimlerinin<br />

buluşma<br />

noktazı ise , her ayın<br />

son çarşambası<br />

İFSAK Nurettin Erkılıç<br />

Gösterim Salonu. 29<br />

Kasım Çarşambası<br />

Mustafa Ünlü’nün Ah<br />

belgeseli perdeye<br />

yansıyor.<br />

İyi seyirler.


GELMİŞ<br />

GEÇMİŞ<br />

EN İYİ<br />

BAŞAK BIÇAK<br />

KORKU<br />

FİLMİ<br />

SERİLERİ<br />

Bu ay vizyona giren<br />

ve Testere efsanesini<br />

canlandıran Testere:<br />

Jigsaw Efsanesi<br />

vesilesiyle, korku<br />

tarihinin mutlaka<br />

izlemeniz gereken<br />

serilerini listeledim…


n Bu ay vizyona giren ve Testere<br />

efsanesini canlandıran Testere:<br />

Jigsaw Efsanesi vesilesiyle,<br />

korku tarihinin mutlaka<br />

izlemeniz gereken serilerini<br />

listeledim…<br />

Halloween Serisi<br />

John Carpenter’ın yönettiği ve<br />

yine kendisinin bestelediği melodisiyle<br />

kültleşen Halloween<br />

(Yabancı), korku<br />

tarihinin en ünlü ve en<br />

kazançlı bağımsız filmlerinden<br />

biri olma özelliğini<br />

taşıyor. İlerleyen yıllarda<br />

farklı yönetmenler<br />

tarafından çekilen devam<br />

filmleriyle serileşen<br />

yapım, slasher filmlerinin<br />

geleneksel anlatılarını<br />

şekillendirdiği gibi, teen<br />

slasher alt türünün de<br />

öncüsü olarak kabul ediliyor.<br />

Yaşayan Ölülerin Gecesi Serisi<br />

George Romero’nun, 1968<br />

tarihinde ilk uzun metrajı<br />

Night of the Living Dead<br />

(Yaşayan Ölülerin Gecesi)<br />

ile başlayan başlattığı seri,<br />

kendisinin çektiği altı film ve<br />

yeniden çevrimlerle birlikte<br />

toplamda on filme ulaşarak<br />

büyük başarı kazandı. Bir<br />

grup insanın, hızla yayılan<br />

bir zombi felaketinden kurtulmaya<br />

çalışmasını konu<br />

edinen serinin ilk filmi, zombi<br />

kavramını daha önce beyazperdede<br />

görülmemiş bir biçimde anlatarak türe ilk<br />

şeklini veren yapım oldu.<br />

Üç Ana Efsanesi<br />

Giallo türünün<br />

ustalarından Dario<br />

Argento’nun, ilk doğaüstü<br />

çalışmaları olan Üç<br />

Ana Efsanesi, stilize<br />

Argento sinemasının<br />

en çarpıcı örneklerinin başında geliyor.<br />

Suspiria, Inferno ve La Terza Madre’den<br />

oluşan üçleme, Suspiria de Profundis<br />

isimli bir kitapta yer alan üç kız kardeş<br />

betimlemesinden esinle üç cadı efsanesini<br />

hikâyeleştirdi ve özellikle Suspiria ve<br />

Inferno ile korku sinemasına çok önemli iki<br />

film armağan etti.<br />

Phantasm Serisi<br />

Don Coscarelli’nin 1979<br />

yılında çektiği Phantasm<br />

(Manyak), küçük bütçesine<br />

rağmen kısa sürede<br />

kült film mertebesine erişti<br />

ve bununla kalmayıp üç<br />

devam filmiyle hikâyesini<br />

daha da sürreal bir şekle<br />

sokarak yönetmenin adını<br />

tüm dünyada duyurmayı<br />

başardı. Ülkemizde<br />

gösterime girmeyen Phantasm, A Nightmare<br />

on Elm Street başta olmak üzere<br />

türün önemli filmlerine zemin hazırladı.<br />

Friday The 13th<br />

İlk olarak 1980 yılında Sean<br />

S. Cunningham yönetiminde<br />

karşımıza çıkan ve yeniden<br />

çevrimleriyle birlikte toplamda<br />

on iki filme ulaşan<br />

Friday The 13th (13. Cuma),<br />

korku tarihinin en başarılı<br />

serilerinden biri olarak kabul<br />

ediliyor. Kamp personelinin<br />

ihmali sonucu ölen<br />

birinin, daha sonra lanetlenerek göldeki<br />

seri cinayetlere sebep olmasını anlatan<br />

serinin efsaneleşen karakteri Jason Voorhees,<br />

zaman içerisinde popüler kültür<br />

ürünü haline geldi…<br />

Evil Dead Serisi<br />

1981’de gösterime girdiğinde,<br />

kanın oluk oluk aktığı şiddet<br />

sahneleri ile izleyenlerini<br />

dehşete düşüren The Evil<br />

Dead (Şeytanın Ölüsü) filmi,<br />

yönetmen Sam Raimi’nin<br />

kariyerinin de başlangıcı oldu.


Parti yapmak için bir orman kulübesine<br />

giden beş arkadaşın kazayla karanlık<br />

güçleri serbest bırakmasını, şiddet ve<br />

mizahı harmanlayarak anlattığı için özellikle<br />

video piyasasında büyük bir üne<br />

kavuşan filme, pek çok uyarlama ve devam<br />

filmi geldi.<br />

A Nightmare On The Elm Street Serisi<br />

Wes Craven’in, gösterime<br />

girdiği 1984 yılında büyük<br />

bir başarı elde eden A Nightmare<br />

On The Elm Street<br />

filmi (Elm Sokağı Kâbusu),<br />

sekiz devam filmiyle korku<br />

türünün klasiklerinden<br />

birine dönüştü. Gençleri<br />

rüyalarında öldüren öteki<br />

dünyalı karakteri Freddy<br />

Krueger ki bu Craven’ı okul<br />

yıllarında döven serserilerden<br />

birinin ismiydi, kısa sürede korku<br />

sinemasının ikonik karakterleri arasında<br />

girdi.<br />

Hellraiser Serisi<br />

1987 yılında Clive Barker<br />

yönetiminde karşımıza<br />

çıktığı andan itibaren<br />

kendisine geniş bir hayran<br />

kitlesi edinen Hellraiser<br />

serisi, on filmle birlikte en<br />

çok devam filmi çekilen<br />

yapımlardan biri haline<br />

geldi. Bradley Doug’un<br />

canlandırdığı cehen-


nem zebanisi Pinhead, türün en popüler<br />

kahramanlarından biri sayılıyor.<br />

Scream Serisi<br />

90’lı yılların sonunda ağırlığı giderek azalan<br />

slasher türünü yeniden<br />

canlandıran ve yine Wes Craven<br />

imzası taşıyan Scream<br />

(Çığlık) serisi, kurbanlarını<br />

telefonla arayarak filmler<br />

hakkında soru soran maskeli<br />

bir katilin seri cinayetlerini<br />

ele alıyor. Wes Craven’in dört<br />

devam filmini de kendisinin<br />

çektiği seri, klasikleşmiş korku<br />

filmlerini tiye alan, göndermeler<br />

yapan yapısıyla çok sevilmiş; hatta<br />

kendisiyle dalga geçen parodilere dahi<br />

konu olmuştur.<br />

Çocuk Oyunu Serisi<br />

90’lı yılların unutulmaz korku filmi karakterlerinden<br />

olan ve oyuncak bebeklere<br />

bakışımızı değiştiren Çocuk Oyunu serisi<br />

(Child’s Play), nam-ı diğer Chucky serisi,<br />

Chucky isimli birinin ruhunu oyuncak bir<br />

bebeğe aktarmasıyla başlayan seri cinayetleri<br />

ele alıyor. Tom Holland’ın 1988 tarihli<br />

Child’s Play filmiyle başlayan seri, toplamda<br />

yedi filme ulaştı.<br />

Bonus: Poltergeist, Final<br />

Destination, REC, The<br />

Texas Chainsaw Massacre<br />

vb. seriler ile bilim kurgu<br />

klasiği olan fakat korku<br />

türüne de yaklaşan Alien<br />

serisi izlenebilir.


SERDAR AKBIYIK<br />

ÇOCUKLAR MİSAFİR DEĞİL<br />

EV SAHİBİDİR<br />

n Antalya Film Festivali bütün<br />

tartışmaları ve ödülleriyle bitti. Siyasi<br />

tartışmalara kurban edilen festivalin<br />

sinema tarafını biraz öne çekmek istiyorum.<br />

Göçmen temalı filmlerin çoğunlukta<br />

olduğu festivalde yarışan iki Türk<br />

filminden biri olan Misafir bizi hem<br />

üzdü hem de öfkemizi kabarttı.<br />

Hepimizin dün gibi aklında Aylan<br />

Bebek’in o hazin görüntüsü.<br />

Bu film sayesinde aklımda değil<br />

gözümün önünde belirdi yine. Andaç<br />

Haznedaroğlu’nun yönettiği<br />

filmde Suriye’de patlayan bombalar<br />

yüzünden anne babasını<br />

kaybeden iki küçük kardeşin<br />

mahalledeki komşularının yardımıyla<br />

Türkiye’ye gelip burada göçmen<br />

olarak yaşadıkları anlatılıyor. Hikayede<br />

çocukların başında olan genç kadın<br />

Meryem’i Ürdünlü sanatçı Saba Mubarak<br />

canlandırıyor. Filmde oynayan çocuklar<br />

gerçek hayatta da mülteciler. Yönetmen<br />

Haznedaroğlu uzun zaman bu çocukların<br />

olduğu göçmen grupla yaşamış. Hatta<br />

filmin çekimlerinden sonra çocuklar<br />

ve aileleri kaçak olarak Yunanistan’a<br />

geçmişler, orada tutuklanıp kamplara<br />

kapatılmışlar. Kısacası sinematografik<br />

olarak özellikle naif çekilmiş filmin<br />

kurgulandığı öykü daha da dramatik<br />

gerçekte. Filmin başrolünde oynayan<br />

Saba Mubarak Ürdünlü ama annesi<br />

Filistin’den 1948’de kaçan mültecilerden.<br />

Mubarak’ın annesi kaçabilmiş<br />

ama bir dayısı İsrailliler tarafından vurularak<br />

öldürülmüş, bir diğer dayısının<br />

ise bacaklarının üzerinden tank<br />

geçmiş. Kısacası bu filmin amatör ve<br />

profesyonel oyuncularının hepsinin<br />

gerçek bir acısı var savaş üzerine.<br />

Antalya seçkisi bu acılar ile tekrar<br />

yüzleşmemize sebep oldu. Bütün o<br />

filmlerdeki çocuklar bizim misafirimiz<br />

değil. Onlar bu dünyanın evsahipleri.<br />

Bunları unutmayalım. Bu hatırlama<br />

eylemi yüreklerimizi daha da acıtsa da<br />

en azından bunu yapabiliriz.


TÜRK SİNEMASININ YÜREKSİZLERİ<br />

n Antalya’da yarışan İran yapımı<br />

Dürüst Bir Adam - A Man Of Integrity<br />

çok ağır bir sistem eleştirisi. Yönetmen<br />

Mohammad Rasoulof zamanında<br />

Cafer Penahi ile çektiği film yüzünden<br />

İran’da tutklanmış ve 10 yıl hapis<br />

cezasına çarptırılmış. Daha sonra bu<br />

10 yıllık ceza bir yıla indirilmiş. Sonunda<br />

cezasını hapiste yatarak bitiren<br />

Rasoulof çıkar çıkmaz Dürüst Bir<br />

Adam’ı çekmiş. Dikkatinizi çekerim,<br />

yönetmen 10 yıl ceza alıyor, bir yıl<br />

hapiste kalıyor ve hiçbirşey olmamış<br />

gibi çok ağır bir sistem eleştirisi olan<br />

bu filmi çekiyor. Sonunda bu filmi<br />

çektiği için de pasaportuna el konuluyor.<br />

Şu an İran’dan dışarı çıkması<br />

yasak. Hatta onun için filminin gösterimine<br />

Antalya’ya gelemedi. Ben de<br />

düşünüyorum. Acaba İran sineması<br />

ile Türk sineması arasındaki fark bu<br />

inanmışlığın yarattığı bir fark mı?<br />

Bizim sinemamızda bir tane bile inanç<br />

filmi niye çekilemedi? Bu ülkenin<br />

tarihini anlatan yapım niye olmaz.<br />

Elimizde Nefes ve Dağ serisi dışında<br />

askerimizi anlatan film var mı? Bakın<br />

sadece televizyon dizilerinde seyrediyoruz<br />

bu tarihi ve askeri yapımları.<br />

Söz konusu sinema olduğunda herkes<br />

dut yemiş bülbül. Çünkü en küçük bir<br />

inanç filmi veya bu milleti yücelten<br />

film çekseniz, senaryo yazsanız,<br />

oyuncu olarak böyle bir projede yer<br />

alsanız hemen dışlanırsınız. Tamam<br />

dışlanırsanız da bunlardan korkup<br />

elimizi taşın altına koymamayı haklı<br />

bulabilir miyiz? İşte İranlı sinemacı<br />

Antalya’da filmi gösterilirken o memleketinde<br />

bir nevi mahpus, bedel<br />

ödüyor. Bizim sinemacılarımız kimliksiz<br />

bir entelektüel grup tarafından yok<br />

sayılacak. Böylesi bir bedeli bile ödeyemeyen<br />

sinemacılar ile bu iş biraz zor<br />

olmayacak mı? Bu kliği aşacak yürekli<br />

sinemacılarımız nerede?<br />

FILM FORUM SÜPER DE?<br />

n Antalya’da Film Forum önemli etkinlikler<br />

ve paneller ile devam etti. Sinemanın üretim<br />

aşaması için yeni bir soluk getiren bu<br />

yapılanmayı çok önemsiyorum. Ama festivalin<br />

sadece Forum’dan ibaret olmadığını<br />

hatırlatmalıyım. Ulusal Yarışma’nın kaldırılması<br />

aslında Film Forum’u da vuruyor. Bildiğiniz gibi<br />

Film Forum’da üretilen projelerin çoğu bağımsız<br />

yapımlar. Bu filmler çekim aşamasından sonra<br />

izleyiciyle buluşmak zorunda. Ama tekel olan<br />

sinema salonlarında yer bulmaları imkansız.<br />

İsmail Güneş’in filmi Kervan 1915 tam anlamıyla<br />

bir bağımsız film olmadığı halde o kadar az<br />

sinema salonunda vizyon aldı ki yönetmen<br />

filmini gösterimden çekmek zorunda kaldı. Varın<br />

siz düşünün gerçek bir sanat<br />

veya bağımsız filmin izleyiciyle<br />

buluşmasındaki zorluğu. Durum<br />

böyle olunca bu tür filmlerin izleyiciyle<br />

asıl buluştuğu yer festivaller<br />

oluyor. Şimdi biz Ulusal<br />

Yarışma’yı kaldırıp bu yolu da<br />

tıkıyoruz. Film Forum’da üretilen<br />

filmler Antalya’da nasıl izleyiciyle<br />

buluşacak? Bunun cevabını iyice<br />

düşünmek gerekir.


BiR REKLAM FiLMiNDE<br />

OYNADIM HAYATIM<br />

DEĞiŞTi...<br />

Ayla filminin kastını yapan menejer<br />

Duygu Başara ile konuştuk. Bir<br />

reklam filminde oyunculukla başladığı<br />

sinema yolculuğu onu menejerliğe<br />

götürmüş. Çetin Tekindor, Taner Birsel<br />

gibi oyuncuların menejerliğini yapan<br />

Başara mesleğinin<br />

bilinmeyenlerini anlattı.<br />

DUYGU<br />

BAŞARA


SERDAR AKBIYIK<br />

n Bir çok filmde unutulmaz<br />

oyunculuk performansları<br />

seyrederiz. Mesela Selvi<br />

Boylum Al Yazmalım’da<br />

Türkan Şoray ve Kadir İnanır, Babam ve<br />

Oğlum’da Çetin Tekindor, hiç merak etmeyiz<br />

yönetmenler bu oyuncuları nasıl<br />

bulur nasıl seçer. Halbuki yönetmenler bu<br />

noktada menejerlerle çalışır çoğunlukla.<br />

Mesela şu an sinemalarda seyrettiğiniz ve<br />

bu yıl oscar aday adayı olan Ayla filminin<br />

oyuncuları Çetin Tekindor, Taner Birsel,<br />

Duygu Yetiş ve Ali Barkın’ı menejer Duygu<br />

Başara sayesinde o filmde gördüğümüzü<br />

biliyor musunuz? İşte sinemanın çok da<br />

bilinmeyen ama oyuncuları her anlamda<br />

yönlendiren menejerlik mesleğini bu işin<br />

en eskilerinden Duygu Başara’ya sorduk.<br />

Duygu hanım Ayla filminin kastında<br />

sizin büyük emeğiniz var. Böyle bir proje<br />

geldiğinde oyuncularınızı hangi kritere<br />

göre değerlendirip seçim yapıyorsunuz?<br />

Öncelikle çok teşekkür ediyorum.<br />

Böyle bir projede senaryoyu iyi okuyup<br />

analiz etmek gerekiyor. Sonrasında<br />

karakterlere göre hangi oyuncular olabilir<br />

ona bakıyoruz. O rolün ağırlığını<br />

kaldırabilecek oyuncular seçmek ve<br />

tipolojiye bakmak önemli tabi.<br />

Bu seçim ve denge büyük ego sahibi<br />

oyuncular için bir problem olmuyor mu?<br />

Bu işin püf noktası nedir?<br />

Oyuncuya filmin ona katacaklarını iyi<br />

anlatmak lazım. Örneğin oyuncu filmde<br />

başrol olmak istiyor. Ama senaryoda<br />

öyle önemli bir yan rol vardır ki aslında<br />

o rol oyuncuyu parlatacaktır. Bu nedenle<br />

senaryoya göre oyuncu ile konuşup<br />

aklındaki başrol algısını zaman zaman<br />

kırıp onu bir basamak yukarıya taşıyacak<br />

rollere yönlendirmek gerekir.<br />

Festivaller ödül alan oyuncuların sahne<br />

konuşmalarıyla baş edemezken, sizin<br />

kontrol mekanizmanız nedir oyuncular<br />

üstündeki?<br />

Bizim en önem verdiğimiz konu bize yakın<br />

frekansta insanları seçebilmek. Eğer aynı<br />

frekansta olamazsak ortak bir paydamız<br />

olmaz. Aynı dili konuşursak hem festivallerde<br />

hem de katıldıkları programlarda<br />

oyunculara neyi ne kadar konuşmaları<br />

gerektiğini söyleyebiliriz.<br />

Dönemimizde oyuncular ne yazık ki ilk<br />

tecrübelerini, hatta pişme sürelerini televizyon<br />

dizilerinde geçiriyor. bu da doğal<br />

olarak bir hamlık yaratıyor. Bu dezavantaj<br />

bir menejer olarak sizi etkiliyor<br />

mu? Bunu engellemek için nasıl bir yola<br />

başvuruyorsunuz?<br />

Bu durum tabi ki çok ciddi bir dezavantaj.<br />

Ama maalesef Türkiye gerçeği...Oyuncular<br />

rollerini beğenmeseler bile para kazanmak<br />

için mecburen dizide rol alabiliyorlar.<br />

Bu kadar cok tiyatronun kapatıldığı, bir<br />

ortamda bekliyoruz ki... Biz dizilerin yanı<br />

sıra oyuncularımıza tiyatro yapmaları için<br />

yol açmaya çalışıyoruz. (zaman yaratabildikleri<br />

surece tabi ki)<br />

Sinemamızda çoğu şey<br />

kurumsallaşamamıştır. Menejerlik için de<br />

aynı şeyi söyleyebiliriz. Siz ustanız olarak<br />

kimi görüyorsunuz? Yurt dışındaki sistemi<br />

örnek alıyorsanız buradaki enerjilerin<br />

farklılığı sizi nasıl etkiliyor?<br />

Güzel bir soru ☺ Çunku 1.5 sene önce<br />

Londra’da oyunculuk ve seslendırme<br />

uzerıne “Duygu Başara Voice Over &<br />

Acting Agency London” adında bir ajans<br />

daha açtık. Dolayısı ile İngiltere ve<br />

Türkiye arasında daha rahat kıyaslama<br />

yapabiliyorum. Ve ülkemizdeki menajerlik<br />

sisteminin kurumsallaşamadığını bire<br />

bir görebiliyorum. Bence ülkemizdeki en<br />

önemli sancı menajerlerin aynı zamanda<br />

casting director’luk de yapıyor olmaları.<br />

Bu dünyada örneği olmayan birşey.<br />

Normalde film, dizi castı yaparken son<br />

derece objektif ve geniş skalada bakmak<br />

gerekiyor. Ama menajer/direktörler ☺<br />

sebebi ile zaman zaman hakeden oyuncu-


nun rolü alamadığına şahit<br />

olabiliyoruz. Diğer taraftan<br />

olaya yapım şirketi, koordinatörler<br />

açısından bakarsak,<br />

onlar da olmaması gerektıgı<br />

şekilde oyuncuya direk<br />

ulaşabiliyorlar. Menajeri<br />

devre dışı bıraktıklarında gerek<br />

maddi gerek manevi cok<br />

daha rahat ilerlenebileceğini<br />

düşünüyorlar. Aslında tam<br />

tersi bizler her iki taraf<br />

içinde işleri kolaylaştırmak<br />

için varız. Yurtdısında bu<br />

söyledıklermın hiçbiri<br />

yaşanmıyor. Orada işler<br />

daha profesyonel yürüyor.<br />

Türkiye’de sektörün geleceği<br />

adına üzülüyorum.<br />

Mesleğe nasıl başladınız?<br />

Bir reklam filminde oynadım<br />

hayatım değişti. Herşey Zuhal<br />

Olcay ile Alo reklamında<br />

oynamamla başladı. Çekim<br />

sırasında yapım ekibi bizimle<br />

sürekli çalışabilir misiniz<br />

dediler ki o dönem aslında<br />

anaokulu öğretmenliği<br />

yapıyordum. İki sene onlarla<br />

çalıştıktan sonra 1992’de<br />

kendi şirketimi kurdum.<br />

Şirketimiz geçen ay 26. Yılına<br />

girdi.<br />

Mesleğe başladığınızda ilk<br />

oyuncularınız kimlerdi, onlarla<br />

ilişkilerinizde bugünkü<br />

oyunculara nazaran bir<br />

farklılık var mıydı?<br />

İlk oyuncularım arasında Taner<br />

Birsel, Günyol Bakoğlu,<br />

Duygu Yetiş gibi isimler<br />

vardı. Tabi ki arada fark var<br />

olmaz mı? 20 küsur seneyi<br />

iyi kötü birlikte geçirmişiz,<br />

birlikte büyümüşüz. Onların<br />

kendilerini geliştirdiklerine<br />

şahit olmak, güzel projelere<br />

imza attıklarını görmek paha<br />

biçilemez. Yeni jenerasyonla<br />

eskiyi kıyaslayamıyorum<br />

bile. Eski olan herşey cok<br />

güzel bence...<br />

Yeni oyuncularla<br />

çalışıyormusunuz? Yeni<br />

oyuncu adaylarını seçerken<br />

nelere dikkat ederseniz?<br />

Yeni yetenekleri keşfetmek<br />

gerçekten harika. Onların<br />

gelişimlerine şahit olmak<br />

çok güzel fakat şirket prensibimiz<br />

gereği son derece butik<br />

ilerlemeyi tercih edıyoruz.<br />

Her oyuncuya aynı hizmeti<br />

ancak butik çalışarak<br />

verebiliyoruz.<br />

Oyunculuk mesleğine yeni<br />

başlamış bir gence en çok<br />

neye dikkat etmesini söylersiniz?<br />

Kendisine ve yaptığı işe<br />

öncelikle inanmasını<br />

söylerim. İnanmazsanız<br />

başaramazsınız çünkü...<br />

Kendinizi yenilemezseniz<br />

gelişemezsiniz, kendinizi<br />

hep sorgulamanız gerekir<br />

ve özeleştirinizi yapabilmeniz<br />

gerekir. “Daha neler<br />

yapabilirim, daha ne kadar<br />

geliştirebilirim kendimi?”<br />

diyebilmeniz gerekir.<br />

Gişe filmi ile bağımsız film<br />

arasında oyuncu seçimindeki<br />

en büyük fark nedir?<br />

Gişe filmlerinde zaman zaman<br />

oyuncunun popüler<br />

olması daha önemli olabiliyor.<br />

Bağımsız festival filmlerinde<br />

ise oyunculuk cok<br />

cok önemli. Festival filmlerinde<br />

henüz keşfedilmemiş<br />

ama cok yetenekli kişiler rol<br />

alabiliyor ve böylelikle de<br />

keşfedilmiş olabiliyorlar.


BİR DUAYEN<br />

PORTRESİ<br />

YAVUZ TURGUL


Yönetmenliğe adım<br />

attığı günden itibaren,<br />

Şener Şen ile çalışmayı<br />

yeğleyen ve usta oyuncuyla<br />

ayrılmaz bir ikili<br />

olan Yavuz Turgul, bu<br />

nedenle zaman zaman<br />

eleştiri oklarının hedefi<br />

olsa da, çektiği yahut<br />

yazdığı her filmle kendisini<br />

affettirmeyi bilir.<br />

n Şöyle arkamıza<br />

yaslanıp, sinema<br />

tarihimizin en iyi filmlerini<br />

sayacak olsak,<br />

birçoğunun altında Yavuz<br />

Turgul’un imzasını<br />

göreceğimiz aşikâr.<br />

Kariyerine Arzu Film’de<br />

senarist olarak başlayan, sonrasında ise<br />

birçok kült olmuş filmi izleyicisine armağan<br />

eden Turgul, şüphesiz ki tarihimizin de en<br />

iyi hikâye anlatıcılarından biri. Özellikle<br />

yönetmenliğe adım attığı günden itibaren,<br />

Şener Şen ile çalışmayı yeğleyen ve usta<br />

oyuncuyla ayrılmaz bir ikili görüntüsü çizen<br />

Yavuz Turgul, bu nedenle zaman zaman<br />

eleştiri oklarının hedefi olsa da, çektiği yahut<br />

yazdığı her filmle kendisini affettirmeyi<br />

bilir. Onu tekrardan gündem yapan husus<br />

ise, Kasım ayında vizyona girecek olan son<br />

filmi Yol Ayrımı. Yavuz Turgul-Şener Şen<br />

ikilisinin 7 yıllık aranın ardından beyazperdeye<br />

dönüşünü müjdeleyen film vesilesiyle,<br />

Turgul Sineması’nı mercek altına aldık. Dilerseniz,<br />

senaristlikle başlayan kariyerinde,<br />

usta bir yönetmene dönüşen Yavuz Turgul’u<br />

artılarıyla, eksileriyle hep birlikte inceleyelim.<br />

Arzu Film ve Senaristlik Günleri<br />

Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım. Yavuz<br />

Turgul, Türk Sineması’nın başına gelmiş<br />

en özgün kalemlerden biri. Hele hele onun<br />

Ertem Eğilmez gibi Yeşilçam’ın en önemli<br />

figürlerinden birinin tedrisatından geçtiğini<br />

düşününce, Turgul’un kalemine olan saygı<br />

daha da artıyor. Şöyle geçmişe doğru bir<br />

yolculuğa çıktığımızda Tosun Paşa, Sultan,<br />

Banker Bilo, Çiçek Abbas, Şekerpare, Züğürt<br />

Ağa gibi hepsi ayrı ayrı kült olmuş ve yerli<br />

sinemayı yüceltmiş filmlerin Turgul’un elinden<br />

çıktığını görüyoruz. Nitekim bu filmlerin<br />

hepsinin ortak özelliği, dönemin melodram<br />

ruhunu en ince şekilde yansıtması ve izleyenlerine<br />

üst düzey bir samimiyet vaat etmesidir.<br />

Yavuz Turgul’un yazarlıktaki bu başarısı, öyle<br />

pek de tesadüfî değil. Sektöre Ses Dergisi<br />

ile adım atan ve burada uzun yıllar boyunca<br />

çalışan Turgul, bu süre zarfı içerisinde<br />

derginin yazı işleri genel müdürlüğünü de<br />

POLAT ÖZİŞ


üstlenir. Sonrasında sinemaya olan ilgisi<br />

onun yolunun Arzu Film ile kesişmesine<br />

vesile olur ve bu dakikadan itibaren de Türk<br />

Sineması’nın kaderi, deyim yerindeyse baştan<br />

yazılmaya başlar. Evet, belki bu fazlasıyla<br />

iddialı bir tanım. Ancak Yavuz Turgul’un karakter<br />

yaratmadaki başarısını yahut izleyicinin<br />

nabzını yoklayan hikâye anlatma becerisini,<br />

sinemamız içerisinden çıkarsak, geriye kocaman<br />

bir karanlığın kalacağı da aşikâr. Bu<br />

nedenle, zaman zaman kızsak dahi onun<br />

yazar kimliğinin her daim alkışı hak ettiğini de<br />

defaatle vurgulamak gerekir.<br />

Yavuz Turgul hikâyelerine genel çerçeveden<br />

baktığımızda, lümpenlikten uzak bir anlatım<br />

dilini ve toplumda yeri olan karakterlerin<br />

devamlı olarak karşımıza çıktığını görürüz.<br />

Sultan filminde topluca sinema salonuna<br />

giden köy ahalisi, Banker Bilo’da kurulan<br />

hayallerin her defasında yıkılması, Çiçek<br />

Abbas’da sergilenen rekabet ve Züğürt<br />

Ağa’daki taşlama dönemin ruhunu yansıtan,<br />

bununla da yetinmeyerek ekran başına geçen<br />

herkesin kendisi ile yakın bir ilişki kurmasını<br />

sağlayacak hadiseleri beraberinde getirir.<br />

Esasen bu durum, Yavuz Turgul anlatılarının<br />

da toplumun adeta aynası şeklinde<br />

değerlendirilmesinin önünü açar. Bu nedenle<br />

Turgul hikâyelerini ve karakterlerini realist<br />

olarak tanımlamak ve amiyane tabirle bizden<br />

biri olarak lanse etmek de hayli mümkün.<br />

Tabii Yavuz Turgul’un Arzu Film ile başlayan<br />

yazarlık kimliği yalnızca sinema ile sınırlı<br />

değil. Aksine o, televizyon tarihine adını altın<br />

harflerle yazdırmış iki dizinin de mimarı.<br />

Biri Süper Baba diğer ise İkinci Bahar…<br />

Esasen bu iki dizinin isimlerini dahi zikretmek,<br />

insanın yüzüne doğal bir tebessüm<br />

yerleştiriyor dersek hata etmiş olmayız. Nitekim<br />

hem Süper Baba hem de İkinci Bahar,<br />

aile olabilmenin önemine eğilen, her daim<br />

birlik olmayı öğütleyen ve bunu yaparken<br />

de Yeşilçam ekolüne asla sırtını dönmeyen<br />

melodramları ekranlarımıza taşımıştır. Turgul<br />

önderliğinde doğan bu iki dizi, aradan geçen<br />

onca seneye rağmen kalıcı ve öncü projeler<br />

olarak her daim güncelliğini koruyacaktır.<br />

Çünkü Ali Haydar Usta da, içimizi ısıtan


gülüşüyle Fiko da öyle hafızlardan pek kolay<br />

silinebilecek yapay karakterler değildir.<br />

Esasen bu da Yavuz Turgul’un karakter<br />

yaratmadaki başarısına bir kez daha şapka<br />

çıkartacak bir detay olarak belirir.<br />

Usta Bir Kalemden, Duayen Bir Yönetmene<br />

Yavuz Turgul, sinemaya yazar kimliği ile<br />

giriş yapsa da sonrasında ise usta bir<br />

yönetmene evrilerek, başyapıt kalibresindeki<br />

filmlerin de altına imzasını atar.<br />

Müjde Ar’ın başrolü oynadığı 1984 yapımı<br />

Fahriye Abla ile ilk uzun metrajını izleyicisine<br />

sunan Turgul, daha sonrasında<br />

Şener Şen’in başrolünde yer aldığı filmleri<br />

peşi sıra çekerek, adeta sinemamızın en<br />

sevilen yönetmenlerinden biri halini alır.<br />

Muhsin Bey, Aşk Filmlerinin Unutulmaz<br />

Yönetmeni, Gölge Oyunu, Eşkıya, Gönül<br />

Yarası ve Av Mevsimi, Yavuz Turgul’un az<br />

ama öz yönetmenlik tecrübeleri olarak da<br />

bilinir.<br />

Pekâlâ, nedir Yavuz Turgul filmlerini özel<br />

kılan? En başta Turgul, yarattığı hikâyeleri<br />

aynı içtenlikle çekmeyi başaran ender<br />

yönetmenlerden biridir. Nitekim o, benzer<br />

hikâyeleri, farklı şablonlar içerisinde<br />

bizlere sunarak, her defasında tanıdık<br />

tatları izleyicisine aktarmayı başarır. Onun<br />

filmlerinde her daim bir kaybeden görmek<br />

mümkün. O kaybeden, dönemi yakalamakta<br />

güçlük çeken ancak zamanında<br />

kendi alanının en iyilerindendir. Baran,<br />

bir zamanların namlı Eşkıyalarındandır;<br />

Muhsin Bey, arabeske sırt çevirmiş geleneksellikten<br />

kopamayan bir organizatör;<br />

Haşmet Asilkan, şarkıcı-türkücü filmlerinin<br />

aranan yönetmeniyken, çağa ayak uydurma<br />

çabasıyla kendisini boşluğa sürükleyen<br />

bir sinemacı; Nazım ise hayatını çocuklara<br />

adamış, idealist bir eğitmendir ancak<br />

onun da hayat savaşında yüzleşmesi<br />

gereken gerçekleri vardır… İşte, Yavuz<br />

Turgul’un yazıp yönettiği filmler, esasen<br />

hayatın ta kendisidir. Kaybedenleri ve<br />

kazananları olan bir hayatın yansımasıdır.<br />

Yavuz Turgul sinemasının bir diğer özelliği<br />

ise, muadilleri gibi belli bir kesime hitap<br />

etmeyişinde gizlidir. Nitekim onun hikâye<br />

anlatmadaki becerisi hem gişeyi etkisi<br />

altına alır, hem de dokunaklı bir anlatı<br />

arayanların bam teline dokunur. Bu nedenle<br />

Yavuz Turgul filmlerini, ülkemizdeki<br />

diğer yönetmen sineması örneklerinden<br />

bir tık yukarıya yazmak mümkün. Keza<br />

Eşkıya’nın Türk Sineması’na getirdiği<br />

renk ve sinema salonlarını yeniden<br />

canlandırması da tesadüf eseri oluşmuş<br />

bir durum değil. Evet, başrolde Şener<br />

Şen’in yer alması ve Yavuz Turgul’un kaleminden<br />

çıkan özgün anlatı, filmin ses getirmesinin<br />

başlıca nedeni. Ancak Turgul’un<br />

bu noktada devreye soktuğu yönetmenlik<br />

becerisi, Eşkıya’yı komple bir sanat eseri<br />

haline getiren ve her kesimden insanın<br />

sinema salonuna koşa koşa gitmesine<br />

vesile olan en önemli değişkenlerin<br />

başında gelir. Bir başka deyişle Yavuz<br />

Turgul, gözlemciliğini sinemacı kimliğiyle<br />

birleştiren ve genç-yaşlı, zengin-fakir<br />

demeden herkese seyir zevkini doruk<br />

noktasında hissettireceği filmlerin altına<br />

imzasını atar. Bu nedenle filmleri hem<br />

gişede yüksek izleyici sayısını elde eder,<br />

hem de uzun yıllar hafızadan çıkmayacak<br />

karakterleri ve duygu selini beraberinde<br />

getirir.<br />

Yavuz Turgul-Şener Şen Meselesi<br />

Malumunuz, Yavuz Turgul’un adının<br />

zikredildiği anda, akıllara gelen bir diğer<br />

isim de Şener Şen. Sinema tarihimizin açık<br />

ara en iyi birkaç oyuncusundan olan ve<br />

evlerimize misafir olduğu her karakterle<br />

sempati kazanmayı başaran Şener Şen,<br />

son 25 yıllık süreçte Yavuz Turgul’un elinin<br />

değmediği yalnızca bir projede yer aldı.<br />

Şerif Gören imzalı Amerikalı, Şener Şen’in<br />

hem son komedisi, hem de başarılı oyuncunun<br />

Yavuz Turgul’suz “Evet” dediği<br />

son proje. Tabii bu süre zarfı içerisinde<br />

Yavuz Turgul’un hikâyelerini ince eleyip<br />

sık dokuması da, Şener Şen’in ekranlardan<br />

uzak kalmasına neden olan en önemli<br />

husus.


Yavuz Turgul-Şener Şen ikilisinin “Anca<br />

beraber kanca beraber” mottosuyla yıllar<br />

yılı beraber çalışma isteği çok yazıldı,<br />

fazlasıyla konuşuldu. Çünkü karşımızdaki<br />

iki isim, sinema tarihimize adını altın harflerle<br />

yazdıran ve alanlarının en iyilerinden<br />

olarak öne çıkan duayenler… Evet, Yavuz<br />

Turgul’un hikayelerini özenle hazırlaması<br />

anlayışla karşılanabilecek bir durum.<br />

Ancak Şener Şen’in kendisini Turgul<br />

Sineması’na böylesine hapsetmesi, ne<br />

yazık ki usta oyuncunun kendisini sevenlerinden<br />

uzak tutması hasebiyle tepki<br />

çeken bir husus olarak öne çıkıyor.<br />

Yavuz Turgul’un hikâyelerini yaratırken,<br />

başa Şener Şen’i yazdığı ve ona göre<br />

anlatısını şekillendirdiği de su götürmez<br />

bir gerçek. Nitekim Turgul’un bırakın<br />

yönetmenliğini yaptığı filmleri, Fahriye<br />

Abla’dan sonra yazdığı tüm senaryoların<br />

başrolünde de Şener Şen’i görmek mümkün.<br />

Evet, bu iki duayenin yarattığı uyum<br />

ve biz sinemaseverlere armağan ettikleri<br />

paha biçilemez hediyeler. Ancak bu noktada<br />

insan sormadan da edemiyor: Gelişen<br />

ve değişen sinema evreninde, Turgul’suz<br />

Şen ya da Şen’siz Turgul, ne gibi eserler<br />

ortaya koyardı? Ne yazık ki bu sorunun<br />

cevabını çok büyük bir sürpriz olmaması<br />

durumunda bulamayacağız ve yıllar<br />

sonra dahi tartışmaya devam edeceğiz.<br />

Ancak bu iki isme, üretkenliklerini bu<br />

denli kısıtladıkları ve sevenleri ile arayı<br />

böylesine açtıkları için kızsak da, ortaya<br />

koydukları ve Türk Sineması’na kattıkları<br />

için de her daim saygı duyacağımız karşı<br />

konulmaz bir gerçek.<br />

Yavuz Turgul-Şener Şen ikilisi,<br />

birçoklarının üzerinde hem fikir olduğu<br />

şekilde, filmografilerinin en zayıfı Av<br />

Mevsimi’nden yedi yıl sonra, bir kez daha<br />

beyazperdeye dönüş hazırlığı yapıyor.<br />

Film çekmeyi, bisiklete binmeye benzeten<br />

ve eline kamera aldı mı ilk günkü<br />

heyecanla işine sarıldığını deklere eden<br />

Turgul’un nasıl bir dönüş yapacağı büyük<br />

bir soru işaretini de beraberinde getiriyor.<br />

Ancak gerçekliği tartışılmaz bir şey var<br />

ki, o da Turgul’un bir kez daha usta işi bir<br />

senaryoyla karşımıza geleceği. Hele hele<br />

o senaryoyu süsleyen en nadide detayın<br />

da Şener Şen olduğunu varsayarsak, Yol<br />

Ayrımı için heyecanlanmak kaçınılmaz bir<br />

süreç halini alıyor. Her daim oyunculara<br />

tanıdığı özgürlükle bilinen ve samimiyetinden<br />

zerre ödün vermeyen anlatım diliyle,<br />

sinemamızın en büyük ustalarından biri<br />

haline gelen Yavuz Turgul, 1984 itibariyle<br />

start verdiği yönetmenlik kariyerinin<br />

8.uzun metrajı ile karşımızda. Mazhar<br />

Kozanlı isimli acımasız bir iş adamının<br />

geçireceği değişimi odak noktasına alan<br />

film, Şener Şen’in oyunculuğuyla olduğu<br />

kadar Yavuz Turgul’un anlatımıyla da<br />

merak uyandırıyor. Bakalım, beklentileri<br />

pek fazla karşılamayan Av Mevsimi<br />

sonrası araya giren 7 koca sene, Yavuz<br />

Turgul-Şener Şen ikilisine neler katmış,<br />

neler götürmüş. 10 Kasım’da hep birlikte<br />

tanıklık etmek dileğiyle.


GELİŞEN TEKNOLOJİ İLE<br />

ÇARESİZLEŞEN<br />

KORKU FİLMLERİ<br />

MURAT KIZILCA<br />

n Korku filmi<br />

klişelerinden<br />

bahsedildiğini<br />

duymuşsunuzdur.<br />

Kimisi filmin içine<br />

usulünce yerleştirilir,<br />

hissettirmeden işini<br />

görür ve sadece dikkatli<br />

gözler tarafından<br />

enselenebilir. Kimisiyse çok göz önündedir,<br />

fazlasıyla rahatsız edicidir ama olmazsa<br />

olmazdır. Gelişen teknolojinin günümüz<br />

korku filmlerine yedirilmeye çalışılmasıyla<br />

beraber korku filmi klişeleri de evrim<br />

geçirmek zorunda kaldı haliyle. Örneğin<br />

teknolojinin peşine takılan ilk alt tür olarak<br />

gösterebileceğimiz buluntu filmlerde<br />

(found footage) başkarakter, kamerasını<br />

yer gök yarılsa elinden bırakmaz. Peşinde<br />

maskeli katil, hayalet ya da canavar olsa<br />

da durum değişmez, bir yandan kaçarken<br />

bir yandan da çekime devam eder. Evet,<br />

akla mantığa uygun bir davranış değildir,<br />

can havliyle kaçarken hiç kimse kamerayı,<br />

kamerayla çekim yapmayı düşünmez.<br />

En fazla “yine mi ya” diye atarlanıp ya<br />

da belki de küfredip geçersiniz, geçmek<br />

zorundasınız. Çünkü başkarakter<br />

kamerasını bırakıp kaçmaya başlasa


İnternet, akıllı cep<br />

telefonu, smart TV, tablet<br />

derken iyice günlük<br />

hayatımıza sinen yeni<br />

teknoloji, günümüz korku<br />

filmlerinde ne kadar etkili<br />

kullanılabiliyor?”<br />

izleyeceğiniz bir şey kalmaz. Alt tür<br />

özelinde görüntülerin tamamı o kamera<br />

aracılığıyla aktarıldığından, kameranın<br />

final sahnesine kadar aktif olması elzemdir.<br />

Kötü ve inandırıcılıktan uzak bir<br />

klişedir ama yapacak bir şey yoktur.<br />

Teknoloji armağanı can sıkıcı klişelerden<br />

bir diğeri de “cep telefonu çekmiyor”<br />

(no signal) klişesidir. Korku filminin<br />

yeterince etkili olabilmesi için karakter<br />

(ya da karakterler), ana tehdit unsuru<br />

(yine maskeli ya da maskesiz katil, hayalet,<br />

canavar, vb.) ile baş başa kalmak<br />

zorundadır. Anında her yere, herkese, her<br />

şeye ulaşabilen cep telefonu devreden<br />

çıkartılmalıdır ki dışarıdan yardım alabilme<br />

ihtimali ortadan kalksın. Böylece<br />

karakter çaresiz kalır, iyice sıkışır ve kaçmaya<br />

başlar. En nihayetinde kaçmanın<br />

çözüm olmadığını anlar ve ana tehdit<br />

unsuruyla yüzleşmeye (savaşmaya) karar<br />

verir. Görüldüğü üzere cep telefonu,<br />

korku filmlerine yardımcı olmaktan ziyade<br />

fazlasıyla yük olmaktadır ve bir an<br />

önce ortadan kaldırmak gerekir. Bunun<br />

için de ilk akla gelen yöntem kullanılır<br />

ve cep telefonu, “çekmiyor” (ya da yere<br />

düştü kırıldı, suya düştü çalışmıyor,<br />

vb.) klişesi devreye sokularak işlevsiz<br />

bırakılır. En fazla “yine mi ya” diye<br />

atarlanıp ya da belki de küfredip geçersiniz,<br />

geçmek zorundasınız. Çünkü korku<br />

filminin etkili olabilmesi için karakterin<br />

ana tehdit unsuruyla baş başa kalması<br />

elzemdir. Sinir bozucu bir klişedir ama<br />

yapacak bir şey yoktur.<br />

Günümüz popüler dizilerinden Stranger<br />

Things’in yaratıcıları Duffer Kardeşler, bir<br />

söyleşide dizinin seksenli yıllarda geçmesinin<br />

(ve cep telefonunun henüz ortalarda<br />

olmamasının) senaryo açısından<br />

büyük kolaylıklar sağladığından<br />

bahsetmişlerdi. Diziyi izleyenler bilir;<br />

Hawkins kasabasındaki çocuklar, kendi<br />

aralarındaki uzak mesafe iletişimi telsiz<br />

aracılığıyla sağlıyorlar. Senaryo gereği<br />

iletişim kurulması gerekiyorsa işlerini


telsizle çözüyorlar ama iletişim kurulması<br />

istenmiyorsa “mesafe çok uzun, telsiz<br />

çekmiyor” ya da “telsiz yanında değil”<br />

klişesi devreye giriyor. Bu klişenin çok<br />

sık kullanılması fazla rahatsız da etmiyor<br />

çünkü telsiz bu, mesafe uzunsa çekmez<br />

ve evet, fazlasıyla iri bir alet, her zaman<br />

yanında taşımıyor olabilirsin. Ancak aynı<br />

klişeyi cep telefonu için kullanmak, -hele<br />

ki “dizi maratonu” (bütün bölümleri art<br />

arda izlemek) yöntemiyle sunulan bir<br />

dizide- fazlasıyla can sıkıcı olurdu.<br />

Oysaki eskiden telefon (şimdilerde<br />

“ev telefonu” dediğimiz telefondan<br />

bahsediyorum), başlı başına bir korku<br />

unsuruydu. Evin içinde yabancı birinin<br />

varlığından şüphelenen karakter (sıklıkla<br />

çocuk bakıcısı), en ufak çıtırtıya dikkat<br />

kesilerek sessizlik içinde evi gezerken<br />

aniden çalan telefonun sesi, izleyeni<br />

koltuktan zıplatmak için etkili bir taktikti.<br />

(O korkunç zil sesini aklınıza getirin.)<br />

Gelen telefondaki hırıltılı sesler ya da<br />

ölümcül tehditler içeren cümleler, belli<br />

oranda bir gerilim yaratılmasına yardımcı<br />

olurdu. Telefon hattının kesilmesi, ana<br />

tehdit unsurunun çok yakında olduğuna<br />

işaretti. Telefon fiziksel olarak bir silaha<br />

da dönüşebiliyordu; kordonuyla<br />

birini boğabilir ya da telefonun kendisini<br />

birinin kafasına vurarak en azından kısa<br />

süreliğine etkisiz hale getirebilirdiniz.<br />

Bunların bir kısmını cep telefonuyla da<br />

deniyorlar ama aynı etkiyi pek veremiyor<br />

sanki.<br />

Scott Tobias, The Guardian gazetesinde<br />

yayımlanan makalesinde, Ring’in Amerikan<br />

serisinin bir hayli geç gelen üçüncü<br />

filmi üzerinden benzer bir noktaya<br />

değinmiş. Hideo Nakata’nın yönettiği<br />

Japonya yapımı Ringu 1998 yılında,<br />

Gore Verbinski’nin yönettiği ABD yapımı<br />

yeniden çevrim The Ring 2002 yılında<br />

çekilmişti. Amerikan serinin ikinci filmi<br />

The Ring Two’nun yapım yılı ise 2005.


(Bu film “işi sahibine vermek lazım” düsturundan<br />

hareketle Nakata’ya teslim edilmiş,<br />

ancak umulan bulunamamıştı.) Uzunca<br />

bir süre rafa kalkan üçüncü film projesi,<br />

F. Javier Gutierrez’in yönetmenliğinde<br />

2017 yılında hayata geçirildi. Tobias, orijinal<br />

serinin ilk filminin üzerinden 19 sene,<br />

Amerikan serinin son filminin üzerinden de<br />

12 sene geçtikten sonra çekilen Rings’in<br />

yeterince etkili olamamasını, filmdeki<br />

teknolojik revizyona bağlıyor. Ring serisinin<br />

seyirciden karşılık bulan en önemli<br />

kozu, elbette ki bütün yüzünü kaplayan<br />

uzun siyah saçları ve daha kurbanlarına<br />

yaklaşırken tüylerimizi diken diken eden<br />

kendine has yürüyüş tarzı ile akıllara<br />

kazınan Sadako ya da Amerikanlaşmış<br />

haliyle Samara’dır. İkinci sıraya da<br />

izleyenin yedi gün sonra öldüğü lanetli<br />

görüntülere ev sahipliği yapan video kaseti<br />

koymak gerekir. Tamam, intikamcı hayalet,<br />

öyle ya da böyle, hâlâ etkili bir figür,<br />

buna itirazımız yok. Ancak 2017 yılında<br />

gösterime giren bir filmin merkezinde yer<br />

alan, can alıcı öneme sahip lanetli video<br />

kasetin, -muhtemel seyircisinin çok büyük<br />

bir kısmının hayatında hiç video kaset<br />

izlemediği göz önüne alınırsa- etkili bir<br />

korku unsuru olması mümkün değildir. Bunun<br />

üzerine eskimiş olan teknoloji revize<br />

edilerek dijital ortama aktarılarak sunulur<br />

ama ne yazık ki aynı etkiyi sağlayamaz.<br />

İnternet, akıllı cep telefonu, smart TV,<br />

tablet falan derken iyice günlük hayatımıza<br />

sinen yeni teknolojinin, günümüz korku<br />

filmlerinde hâlâ yeterince etkin biçimde<br />

kullanılamadığını görüyoruz. Evet, bazı<br />

enteresan denemeler yapılıyor ama tam<br />

anlamıyla olmuş, “tamam, işte budur”<br />

denebilecek örneklere rastlayamadığımızı<br />

söylemek lazım. Daha önceki yazılarımdan<br />

birinde bahsettiğim FPS (first-person<br />

shooter) bilgisayar oyunlarının izinden<br />

giden ve “FPS ya da POV Filmler” olarak<br />

isimlendirilebilecek Hotel Inferno (2013),<br />

Grace (2014) ya da Kill Switch (2017) gibi


filmler, bu tip denemelere örnek olarak<br />

gösterilebilir. Evet, ilginç bir deneme<br />

olduğu su götürmez bir gerçek ama çıkış<br />

kapısının burası olduğundan pek emin<br />

değilim.<br />

Diğer denemelere şöyle bir göz<br />

attığımızda; Unfriended (2014) isimli<br />

filmde yeni teknolojinin yerinde<br />

kullanımına şahit oluyoruz. Yeni teknolojinin<br />

beraberinde getirdiği modern<br />

korkuların önemli bir yer tuttuğu film,<br />

bilgisayar başından neredeyse hiç<br />

ayrılmayan bir grup genci başköşeye<br />

koyuyor ama gereksiz bir biçimde basit<br />

bir intikamcı hayalet öyküsüne<br />

saplanıp kaldığı için fazla dikkat çekmeyi<br />

başaramıyor. İspanyol sinemacı Nacho<br />

Vigalondo’nun yönettiği gerilim filmi<br />

Open Windows (2014) da görsel dilini<br />

yeni teknolojinin enstrümanlarından faydalanarak<br />

oluşturmaya çabalıyor. Hikâyesini<br />

bir dizüstü bilgisayarın ekranındaki<br />

açık pencerelerde bulunan ve farklı<br />

kaynaklardan beslenen görüntüler<br />

aracılığıyla anlatmaya soyunuyor. Kamera,<br />

bir mekândan diğerine hareket etmek<br />

yerine, bir penceredeki görüntüden<br />

diğerine geçerek, izleyene bilgisayar<br />

teknolojisine mahkûm olmuş, modern bir<br />

röntgenciye dönüştüğünü hatırlatıyor.<br />

Ancak o da hikâyesinin fazlasıyla basit<br />

olması nedeniyle güç kaybediyor. Megan<br />

Is Missing (2011), Smiley (2012),<br />

Antisocial (2013), The Den (2013), #Horror<br />

(2015) ve Ratter (2015) gibi filmleri<br />

de benzer bir çaba içine giren ama bir<br />

hayli zayıf kalan korku filmleri olarak<br />

işaretleyebiliriz. Araya belki kendini yeni<br />

teknolojilere mahkûm etmiş birinin internet<br />

üzerinden tehlikeli biriyle (seri katil<br />

vs.) tanışması ile başlayan ve sonrasında<br />

slasher, işkence pornosu, vb. alt türlere<br />

sadık kalan zayıf denemeleri de ekleyebiliriz.<br />

Sonuç olarak korku filmlerinin ve belki<br />

diğer türleri de içine alarak sinemanın,<br />

durmaksızın gelişmeye devam etmekte<br />

olan yeni teknoloji ile henüz uyumlu bir<br />

birliktelik sağlayabildiğini söyleyemeyiz.<br />

Hatta korku sinemasının birçok alt türü<br />

için işlevsiz bir yük olduğu bile söylenebilir.<br />

Ancak cesur denemeler devam ettiği<br />

müddetçe illaki bir çıkış yolu bulunacaktır.<br />

Hep beraber bekleyip göreceğiz.<br />

Not: “No signal” klişesinin kullanılma<br />

yoğunluğunu görmek adına harika<br />

bir video: https://www.youtube.com/<br />

watch?v=XIZVcRccCx0


İNSANLARI SEVMEKTEN DAH<br />

Loving Vincent; Antalya’nın<br />

en çok izlenen filmi oldu.<br />

Film sonrasında yönetmen<br />

Huch Welchman ile<br />

biraraya geldik.<br />

n 54. Uluslararası Antalya<br />

Film Festivali’nin<br />

kapanışını Dorota Kobiela<br />

ve Huch Welchman<br />

ikilisinin çektiği Loving<br />

Vincent filmi yaptı. Sanat<br />

tarihinin gelmiş geçmiş<br />

en ünlü ressamlarından<br />

Vincent Van Gogh’un<br />

hayat hikayesini ve<br />

gizemli ölümünü anlatan film Antalyalı sinemaseverler<br />

tarafından çok beğenildi. Loving Vincent;<br />

Antalya’nın en çok izlenen filmi olmakla kalmadı;<br />

film sonrasında yönetmeni Huch Welchman ile<br />

yapılan Q&A (soru&cevap) bir saati aşkın süresiyle<br />

festivalin en uzun süren sohbetlerinden bir<br />

tanesi oldu. Gösterim sonrası Huch Welchman ile<br />

biraraya geldik.<br />

Öncelikle tebrikler… Filminiz Antalyalı seyirciden<br />

çok güzel tepkiler aldı. Böylesine yoğun bir ilgi<br />

sürpriz oldu mu?<br />

Çevremdeki insanlardan Türkiye’nin çok ilginç<br />

kültürel öğelere sahip bir ülke olduğunu biliyordum.<br />

Samimi olmam gerekirse birçok insanın<br />

filmimizi görmek isteyeceğini düşünüyordum.<br />

Türkiye’nin filmimiz için potansiyel bir market<br />

olduğunu hissediyordum. Buradaki gösterim de<br />

yanılmadığımızı gösterdi, gerçekten harikaydı…<br />

Filminizdeki 5.000 karenin her biri, Polonya<br />

ve Yunanistan’daki stüdyolarda seyahat eden<br />

125 profesyonel yağlı boya ressamı tarafından<br />

çizilmiş… Nasıl bir süreçti?<br />

Bu film tümüyle elle çizilen resimlerden oluşan<br />

ilk film… Her sahne yağlı ve yağlı boya resimlerin<br />

fotoğrafları da aynı şekilde… Bu işlemi<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

yapabilmek için normal animasyon film yapar<br />

gibi başladık. Storyboard ve filmin önceden<br />

hazırlanmış görselleri bilgisayarda hazırladık.<br />

Buna “animatic” deniyor. Sonrasında aktörleri<br />

alıp yeşil fonda çektik çünkü Vincent normalde<br />

resim yaparken gerçek insanlar kullanıyordu.<br />

Biz de animasyoncularımızın önünde –daha<br />

iyi hayal edebilmeleri için- gerçek performanslar<br />

olsun istedik. Tüm filmi canlı çektik ve


A SANATSAL BİR ŞEY YOK<br />

VAN GOGH<br />

HUCH WELCHMAN<br />

montajladık. Dizayn görselleştirmelerini Van<br />

Gogh’un eserlerine göre yaptık. Filmi kısa<br />

parçalara böldük ve farklı ressamlara verdik.<br />

Onlarda çalışma masalarına oturup önlerinden<br />

kanvas, üstlerinde ekranla hareketli film<br />

görüntülerini Van Gogh’un stilinde görselleyerek<br />

tekrar hayallerinde canlandırdılar.<br />

Tüm bunlar ne kadar sürdü?<br />

Bu fikir eşimden çıktı ve tüm bunları 65.000 defa<br />

yapmamız gerekti. Eşim Dorothy 7 ben de 6 yıl<br />

çalıştım. Resim aşaması ise 2 yıl sürdü.<br />

Filminizi ilginç kılan unsulardan bir diğeri de aynı<br />

zamanda bir polisiye olması…<br />

Film, bir hikaye anlatım aracı… Bizim konumuzda<br />

bile bu kadar ilginç bir görsel stiliniz olmasına<br />

rağmen, bir filmde en önemli şey hikayedir. Suç<br />

filmi anlatımıyla Vincent’in hikayesini herkes<br />

tarafından anlaşılabilir kılmak istedik. Bizi de


etkileyen bu oldu. Başladığımızda<br />

isteğimiz onun resimlerinin Vincent<br />

için konuşmasını istedik ve<br />

tarihte bunu araştırdığımızda her<br />

birinin Vincent hakkında farklı<br />

şeyler söylediğini gördük. Bazıları<br />

birbirinin tersini söylüyordu. Bu<br />

şekilde kimin doğru söylediğini,<br />

kimin bir karanlık bir sırrı<br />

olduğunu araştırmamız gerekiyordu.<br />

Biz de senaryo aşamasında<br />

Van Gogh’un müzesine gidip<br />

araştırmalar yaptık.<br />

Neler çıktı karşınıza?<br />

İlgimizi çeken ve izleyicinin de<br />

ilgisini çekeceğini düşündüğümüz<br />

şey; Vincent’in başına gelenlerle<br />

ilgili teorilerdi çünkü kendisi tarihimizde<br />

hakkında en çok yazılmış<br />

kişilerden biriydi. Birçok çözülmesi<br />

gereken gizem barındırıyordu<br />

hala. Bu gizemli konuların ilginç<br />

olduğunu düşündük. Film, gerçekte<br />

ne olduğuna dair teoriler<br />

üzerine…<br />

Filminizin prömiyerini Türkiye’de<br />

yapmak istemenizin sebebi<br />

neydi?<br />

Türkiye’nin prömiyer yapmak için<br />

en kolay yer olduğunu düşündüm.<br />

Kapanış filmi olacağımızı söylediklerinde<br />

bunun büyük bir onu<br />

olduğunu düşündük. Herbirimiz<br />

neredeyse tüm dünyayı gezmemize<br />

rağmen hiçbirimiz daha<br />

önce Türkiye’ye gelmemiştik.<br />

Kültürel olarak seyahat etmek de<br />

ilgimizi çekti. Diğer festivallerle<br />

kıyaslamak gerekirse burada<br />

daha iyi hissettiğimi söyleyebilirim.<br />

Açıkhava sinemasını çok<br />

beğendim, böylesine bir mekanda<br />

filmimiz izlediği için çok mutluyum.<br />

Harika sohbetiniz için çok<br />

teşekkür ediyorum.<br />

Ben teşekkür ederim, o zevk<br />

bana ait.


MUCiZE KADIN iŞ<br />

BAŞINDA<br />

Hollywood romantizminin<br />

en bilindik yüzü Julia<br />

Roberts bu ay Wonder<br />

Mucize filmiyle sinema<br />

salonlarına konuk olacak.<br />

Külkedisi’nin yolculuğu<br />

devam ediyor…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Hollywood<br />

dünya starları<br />

üretir. Güzel<br />

kadın oyuncular<br />

ise<br />

ayrıcalıklıdır.<br />

Bunların içinde<br />

romantizmin<br />

bayrağını<br />

taşıyan Julia Roberts ise 1980’lerde<br />

başlayan kariyerini bu zamana<br />

kadar en üst seviyede devam ettirerek<br />

bütün övgüleri hak eder.<br />

Büyük ağzı, uzun boynu her daim<br />

seksapelini yüksekte tutsa da onun<br />

asıl kabiliyeti erkeklerin yüreğini<br />

kıran naifliğidir. Mesela asıl<br />

patlamayı yaptığı Pretty Women’da<br />

bir fahişeyi canlandırır Roberts.<br />

Aklınızda o filmden kalan nedir?<br />

Kaçımız onun fahişe olduğunu<br />

hatırlarız. Aslında Richard Gere’in<br />

yanında en masum objedir o. Para<br />

babası insanlıktan çıkmış kapitalist<br />

bireyler kalplerini satarken kal-


JULIA<br />

ROBERTS<br />

bini satmayan tek insan odur. Onun<br />

canlandırdığı karakterler ister CIA<br />

ajanlarıyla aksiyonlu bir kovalamacaya<br />

girsin ister ünlü bir film yıldızı<br />

olup isimsiz bir adama âşık olsun<br />

aşka açık bir yürek taşır. Onun en<br />

sert filmi gerçek bir hayat hikâyesinden<br />

yola çıkan Erin Brokovich’tir.<br />

Çevreyi hiçe sayan büyük şirketlere<br />

ve onlara destek veren düzene karşı<br />

tek başına savaş açan Brokovich’in<br />

hikâyesi, Roberts’ın sayesinde daha<br />

parlak bir hal almış, filmdeki başarı<br />

da Julia Roberts’a En İyi Kadın<br />

Oyuncu Oskar’ını getirmiştir. Kalbi<br />

yumuşak ama manolya kadar çelik<br />

bir duruş sergileyen Roberts, aslında<br />

dramatik bir geçmişe sahip. 28 Ekim<br />

1967’de Amerika’nın Georgia kentinde<br />

dünyaya geldi. Tam adı Julie Fiona<br />

Roberts’dır. Babası süpürge makinesi<br />

satıcısı, annesi ise kilise sekreteri<br />

olan aktrisin ailesi, 1972 yılında,<br />

sanatçı dört yaşındayken boşandı. Üç<br />

kardeş olan Robertslar’dan ağabey<br />

Eric, babasıyla Atlanta’ya geri taşandı,<br />

Julia ile Lisa ise anneleriyle beraber<br />

kaldılar. Babası beş yıl sonra kansere<br />

yenik düştü ve hayatını kaybetti.<br />

Çocukluğu okul çağına geldiğinde<br />

de kolay değildi. Şimdilerde onu<br />

ayrıcalıklı kılan biçimli ve büyük ağzı<br />

arkadaşlarının en çok dalga geçtiği<br />

yeriydi. Kalın çerçeveli gözlükleri ise<br />

işin tuzu biberi oluyordu. Ama yıllar<br />

geçtikçe uzayan boyu, lensleri takıp<br />

kalın gözlükleri attığında ortaya çıkan<br />

ela gözleri onu farklı yerlere getirdi.<br />

Ağabeyi Eric sayesinde 1986 yılında<br />

Blood Red filmiyle sinemaya adım<br />

atan Roberts onlarca adaylığı ve<br />

aldığı ödüllerle upuzun bir yolculuğu<br />

devam ettiriyor. Hollywood’un külkedisi,<br />

bu yolculuğunun son durağı<br />

olarak Wonder-Mucize ile karşımıza<br />

gelecek…


JACKIE CHAN’DEN<br />

BiZE GEÇEN…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n 7 Nisan 1954’te<br />

Hong Kong’lu<br />

bir ailenin<br />

çocuğu olarak<br />

dünyaya geldi.<br />

7 yaşında Çin<br />

Opera Araştırma<br />

Enstitüsü’ne<br />

başlayan Chan, 17<br />

yaşına kadar bu operaya devam etti.<br />

Bu dönemde dövüş sanatları ve akrobasi<br />

alanındaki yeteneklerini geliştirme<br />

imkanı buldu.<br />

İlk gençlik yıllarında Cheng Lung ismiyle<br />

bazı filmlerde rol alan Chan,<br />

20 yaşına gelmeden 25 filmde rol<br />

aldı. İşe cambazlıkla başlayan Chan,<br />

Bruce Lee’nin varisi olmaya aday<br />

gösteriliyordu. İlk filmlerinde soğuk<br />

ve ciddi karakterleri canlandıran genç<br />

aktör, oyunculuğunun dikkat çekmesi<br />

üzerine, bu ciddiyetinden sıyrılıp<br />

komedi filmlerinde boy göstermeye<br />

başladı.1978’de rol aldığı “The Young<br />

Master ”dan bu yana hemen hemen<br />

bütün filmlerinin yönetmenliğini<br />

üstlenen Chan, bu filmlerin çoğunun<br />

senaristliğini de üstlendi.<br />

Hong Kong yapımı filmlerinin en iyileri<br />

arasında 1983’de “Project A”,<br />

1985’de “Police Story”, 1986’da “Armour<br />

of God” ve “Golden Horse”,


1993’de “Crime Story” ilk akla<br />

gelenlerdir. Avrupa ve Asya’daki<br />

popülerliğine rağmen uzun bir süre<br />

Amerikan sinemasına giremeyen<br />

Chan, “1980’de The Big Brawl” ve<br />

“Cannonball Run” gibi filmlerle<br />

Amerikalı izleyicilerin de beğenisini<br />

kazanmaya çalıştı ancak bunda<br />

başarılı olamadı.Chan’ın Amerika<br />

sinemasında istediği başarıya<br />

ulaşması 1996’da gösterime girdiği<br />

tarihte yüksek gişe hasılatı yapan<br />

“Rumble in the Bronx” filmi<br />

ile oldu. 1998’de Chris Tucker ile<br />

birlikte kamera karşısına geçtiği<br />

“Rush Hour (Bitirim İkili)” sayesinde<br />

box-office listelerinde bir kez<br />

daha üst sıralara yerleşen Chan,<br />

Amerika sinemasının en tanınan<br />

Asya kökenli oyuncularından biri<br />

oldu.Bu ay kendisini The Foreigner<br />

filminde izleyeceğiz.<br />

Dublör kullanmamasıyla da beğeni<br />

kazanan başarılı aktör, 2000 yılında<br />

rol aldığı “Shanghai Noon” ile bir<br />

kez daha izleyicilerin karşısına<br />

geçti. Filmde, Çin İmparatoru’nun<br />

kaçırılan kızını kurtarması için<br />

görevlendirilen İmparatorluk<br />

muhafızı rolündeydi. 2001 yılında<br />

“Rush Hour 2” için Tucker ile bir<br />

kez daha bir araya gelen Chan’ın<br />

son çalışmaları arasında “The<br />

Tuxedo”, “Highbinders” ve “Rush<br />

Hour 3” yer alıyor.


KISA FİLM<br />

CESUR BİR<br />

HAMLEDİR<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Bu ay konuğum Doğuş<br />

Algün. Doğuş çok iyi,<br />

etkileyici bir kısa film<br />

olan “Abiye” ile kısa<br />

film sektörüne iyi bir<br />

giriş yaptı.<br />

Bu ay konuğum Doğuş Algün.<br />

Doğuş çok iyi, etkileyici bir kısa<br />

film olan “Abiye” ile kısa film<br />

sektörüne iyi bir giriş yaptı. Ailesinin<br />

mesleğini odak noktasına oturtarak onlarla<br />

birlikte çekmiş bu filmi… İyi okumalar…<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

1990 yılında İstanbul’da doğdum. İlk<br />

ve orta öğrenimimi yine bu şehirde<br />

tamamladım.Üniversite yılları biraz<br />

karışık bir dönem Elazığ’da Veterinerlik,<br />

bir dönem İzmir’de Uzay Bilimleri okudum.<br />

Ancak ikisini de yarı yolda bıraktım.<br />

Ardından üçüncü üniversitemde Dokuz<br />

Eylül’de Dramatik Yazarlık okuyarak<br />

üniversite hayatımı tamamladım. Bu<br />

süreçte beş kısa film yönettim ve yine<br />

yazıp yönettiğim bir tiyatro oyunum var.<br />

Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />

Kısa film, hikaye anlatı biçimidir. Başına<br />

“kısa” sıfatının konması tamamen süreyle<br />

ilgili bir durum. Yoksa nice kısa filmlerin,<br />

etki olarak, birçok uzun filmden, dizi<br />

serisiden daha dolu ve etkili olduğunu<br />

düşünüyorum. Kısa film, meseleyi on<br />

kelimeyle değil belki üç kelimeyle de<br />

anlatılabileceğini gösteren cesur bir<br />

hamle.<br />

Biraz Abiye’den ve onu çekme nedenlerinden<br />

bahseder misin?<br />

Abiye, ailemin mesleği. Hikaye de<br />

aslında yaşanma ihtimali olan bir durumdan<br />

çıktı. Aile fertlerim de hikayenin<br />

başrolleriydiler, filmin de başrolü oldular.<br />

Çekimden önce çok fazla gözlem<br />

yapma ve farklı insanlarla fikir alışverişi<br />

imkanım oldu. Abiye biraz inatçı<br />

olduğum bir iş oldu. Bazen tüm ipleri<br />

elime alarak, bazen her şeyi akışına<br />

bırakarak hazırlıklarını yaptığım bir<br />

projeydi. Ama başarmak istediğim hissi<br />

imkansızlıklara kaybetmek istemiyordum.<br />

Gerçeklik sinemada sevdiğim bir<br />

durum. Abiye de bu gerçeklikle insanlarda<br />

vicdan muhasebesini yapmasına;<br />

doğruyu yanlışı, haklıyı haksızı tekrar<br />

sorgulamasında bir araç oldu. Çünkü


hangi işle uğraşırsanız o<br />

işin insani sorumlulukları<br />

sizi bazı tercihler yapmaya<br />

itebilir. İnsanın karakterini<br />

oluşturanın da bu<br />

tercihlerde aldığı kararlar<br />

olduğunu düşünüyorum.<br />

Sence hızla gelişen<br />

teknolojinin, kısa filme<br />

ne gibi katkıları olabilir?<br />

Neler götürür?<br />

Sinema, oluşundan beri<br />

teknolojiyle varlığını sürdüren bir sanat. Ama<br />

teknoloji öyle noktalara geliyor ki devamında ne<br />

ile karşılaşacağımızı kestirememeye başladık.<br />

VR teknolojisi, hologram, uçan kameralar,gerekli<br />

oldukça kısa filmlere de girecek ve belki de<br />

sinemanın merkezine oturacak teknolojilerdir.<br />

Abiye filminde final sahnesinidrone’la tamamladık.<br />

Filmde yakalamak istediğimiz dile aykırı dursa<br />

da bir şekilde filmin içine montelemeyi başardık.<br />

Teknoloji, kısa filmlere teknik zenginlik dışında pek<br />

bir şey getireceğini düşünmüyorum, ama hikayeyi<br />

sakatlama ihtimali yüksek, buna dikkat edilmesi<br />

gerektiğini düşünüyorum.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />

yabancı yönetmenler kimler?<br />

Sinema, hikaye üzerine kurulu olduğu için,<br />

edebiyatçısından etkilenmiş bir yönetmen beni<br />

daha rahat etkilemeye başarır. Nuri Bilge<br />

Ceylan’ın Çehov’la, Zeki Demirkubuz’un<br />

Dostoyevski’yle olan ilişkisi dikkatimi çekmeye<br />

yetiyor. Ama genel olarak İran Sineması, Doğu<br />

Avrupa Sineması ve Türk Sineması yakından<br />

takip ettiğim filmleri ve yönetmenleri fazlasıyla<br />

barındırıyor.<br />

Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />

yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />

Zamanla gelişeceğini düşünüyorum. Bu durumu<br />

resmi kurumlar tarafından daha ciddi ele<br />

alınması gerekir. Kısa filmin festivallerdeki en<br />

büyük sorunu; geleceğin sinemacıları diye lanse<br />

edilmesidir. Kısa filmciler, dünya arenasında<br />

gördüğü saygıyı ülkemizdeki festivallerde de<br />

bu zihniyetle ele alınması için ılımlı bir şekilde<br />

çalışması gerekir. Kısa metraj ayrı bir kültür,<br />

hiçbir sanatın yan dalı olarak aktarılmamalı…<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Yakın gelecekte uzun metraj filmimin<br />

hazırlıklarını tamamlamak istiyorum. Birçok<br />

hazırlığı sona erdi diyebilirim. Senaryosunu<br />

tamamladım. Bakanlıktan ödenek bulup, doğru<br />

oyuncularla görüştüğümüz zaman motor diyebilecek<br />

gücümüz olacak. Orta vadede, bir tiyatro<br />

metnini hazırlayıp sahnelemeyi düşünüyorum.<br />

Bu uzun metraj filme göre daha ağır ilerlese de,<br />

çalışmalarına başladığımız bir seviyede…


Çukur adlı dizi Show<br />

TV ekranlarından<br />

pazartesi akşamları<br />

izleyiciyle buluşmaya<br />

başladı.<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

DİZİFUN<br />

ÇUKUR HEPİMİZİ<br />

İÇİNE ALACAK<br />

“Ne ölüme ne ölüne! ... Bundan daha mutlu olamam<br />

dediğin anda dönmem dediğin eve dönersin!”<br />

Çukur adlı dizi Show TV ekranlarından pazartesi<br />

akşamları izleyiciyle buluşmaya başladı. İlk bakışta<br />

senaryosundan çok oyuncu kadrosu ile dikkat çekmeyi<br />

başaran Çukur’un kadrosunda kimler yok ki? Aras Bulut<br />

İynemli (Yamaç), Dilan Çiçek Deniz (Sena), Ercan Kesal<br />

(İdris Koçovalı), Perihan Savaş (Sultan), Rıza Kocaoğlu<br />

(Aliço), Öner Erkan (Selim), Erkan Kolçak Köstendil<br />

(Vartolu) ilk akla gelen isimlerden. Bu arada ilk bölümde<br />

konuk olan Bülent Ersoy süprizini de unutmamak lazım.<br />

Ufak tefek kusurlar, göze batan noktalar olmakla birlikte<br />

oyunculuk performansı açısından çoğu izleyici gibi<br />

bende Aras Bulut İynemli ve Erkan Kolçak Köstendil’in<br />

başarılı karakterizasyonunu görmezden gelemem. Var-


tolu bir antikahraman olmasına rağmen şimdiden<br />

izleyiciler arasında hayranları oluşmaya başladı<br />

bile. Bunu söylemek için erken olsa da Çukur’un<br />

bu tempoda ilerlemesi halinde çok sayıda izleyiciyi<br />

içine çekeceğini söylemek hiç yanlış olmaz diye<br />

düşünüyorum<br />

Özellikle Godfather’a, Narcos’a olan benzerlikleri<br />

ile bir grup izleyicinin sert eleştirilerine maruz<br />

kalan dizinin hikâyesi Koçovalı ailesi ve bu ailenin<br />

kontrolünde, korumasında bulunan Çukur adlı<br />

mahallede geçen olaylar çerçevesinde ilerliyor.<br />

Kendi iç dinamikleri ile yaşayan mahallede kudretli,<br />

cömert, ilkeli aile<br />

reisi İdris Koçovalı’nın<br />

sözü kanun niteliği<br />

taşıyor. Mahalleli keyifle<br />

hayatını sürdürürken<br />

Vartolu sahneye çıkıyor ve<br />

uyuşturucu işi yapmak için<br />

Koçovalılarla anlaşmak<br />

istiyor. İdris ilkeleri gereği<br />

karşı çıkınca Vartolu ve<br />

Koçovalılar arasında savaş<br />

başlıyor. Koçovalılar’ın<br />

işlerin idaresini elinde tutan<br />

oğlu Vartolu’nun adamları<br />

tarafından öldürülüyor.<br />

Oğlunun ölümü ve daha<br />

önemlisi diğer oğlu Selim’in<br />

bu konudaki yalanı ile<br />

yüzleşmek İdris’e ağır<br />

geliyor ve felç oluyor.<br />

Oğlu Selim’in aile reisi<br />

olamayacağının farkında olan Sultan, ailesinin<br />

yaşam biçimini benimsemediği için yıllar önce<br />

babasıyla ettiği kavganın ardından evi terk eden<br />

oğlu Yamaç’ı aileyi bir arada tutmak için eve geri<br />

getirir. Ailesinin başına gelenleri duyan Yamaç<br />

bir gün öncesinde Paris’de evlendiği Sena’yı<br />

otel odasında tek başına bırakarak Çukur’a geri<br />

dönmek zorunda kalır. Esas oğlanın Çukur’a<br />

dönmesiyle hikâyede heyecan tırmanır. Yamaç<br />

her ne kadar inkâr etse de İdris’in ve dolayısıyla<br />

Çukur’un çocuğudur. Bastırdığı Koçovalı kimliği<br />

çok geçmeden açığa çıkar ve bu durum Vartolunun<br />

bu savaşı kolay kazanamayacağının<br />

göstergesidir. Bu süreçte taraflar birbirlerine zarar<br />

vermek için birçok girişimde bulunup çoğunlukla<br />

karşılıklı başarı elde ediyorlar, ancak işin ilginç<br />

ve dolaysıyla dizinin gerçekten uzak yanı<br />

bunca olay yaşanmasına rağmen hiç polis<br />

görünmez. Sen gündüz gözüyle gelip ev<br />

bombalayacaksın, kahve tarayacaksın olay<br />

polise intikal etmeyecek. Olacak iş mi? Tamam<br />

anlıyorum hikâyede kuralları koyanlar belli ama<br />

en azından lafta da olsa akla gerçeğe yatkınlık<br />

için olması gerekmez miydi?<br />

Koçovalıların Çürük Elması Selim…<br />

Henüz dizide kimse fark etmese de izleyici<br />

ile paylaşılan gerçek, ailenin asabi görünen<br />

ama korkak olduğu gün yüzüne çıkan<br />

oğlu Selim’in çürük elma olduğudur. Selim<br />

babasının kararına rağmen Vartolu ile anlaşmış<br />

devamında Vartolunun abisini öldürtmüş,<br />

babasını öldürtmeye teşebbüs etmiş olmasına<br />

rağmen bu anlaşmadan vazgeçmemiştir. Bir<br />

yandan Vartoluya ailesinden uzak durması için<br />

tehditler savururken diğer yandan ona kurulacak<br />

pusunun haberini uçurmakta ve Yamaç’ın<br />

geri döndüğüne ilişkin bilgiyi vermekte geri<br />

kalmamıştır. Yamaç’ın Çukur’a döndüğü ilk<br />

günlerde yaşadığı şaşkınlığı üzerinden atıp<br />

ailede söz sahibi olma yolunda hızla ilerlemesi<br />

Selim’i daha hırçın bir adam haline getirir ki<br />

bu da onun uzun solukta Vartolu ile işbirliğine<br />

devam ederek ailesinin ve Çukur’un felakete<br />

sürüklenmesinde rol oynayacağının işaretidir.


Delidolu Aşk…<br />

Dizinin en iyi noktalarından bir tanesi<br />

Yamaç ve Sena aşkı. Yerinde oyuncu<br />

seçimi ve oyuncular arasında ki uyum<br />

dizinin enerjisini olumlu yönde etkiliyor.<br />

Yaşadıkları duygu öyle gerçekçi<br />

duruyor ki izleyicinin aklına 5 günde<br />

bu kadar fazla şey paylaşmaları ve<br />

evlenmeleri mümkün mü? Sorusu pek<br />

gelmiyor. İzleyici onların aşkını izleyip<br />

katarsis yaşamanın tadına doyamadan<br />

Yamaç sessiz sedasız terk edip<br />

gitmek zorunda kalıyor. Yamaç’ın<br />

Sena’yı bırakıp gitmesinin ardından<br />

Sena önce yıkılıyor, ardından onu aramaya<br />

başlıyor. Bir şey bulamayınca<br />

da ümitsizliğe kapılıp ailesinin yanına<br />

İzmir’e gidip babasından yardım<br />

istiyor. Görüyoruz ki bizim esas<br />

kızın ailesinde de kendi içinde ciddi<br />

fırtınalar kopuyor. Yabancısı gibi duran<br />

anne ile yaşadığı tartışmanın ardından<br />

evine dönecek olan Sena’nın babası<br />

ona Koçovalı ailesi ile ilgili bildiklerini<br />

anlatıyor. Sonrasında anne ve baba<br />

arasında geçen diyalog ailenin<br />

karanlık işler yapma ihtimali olan bir<br />

oğlunun varlığına ilişkin ipuçları serpiyor<br />

izleyicinin aklına. Ne yalan söyleyeyim<br />

benim aklıma bu oğlanın Vartolu<br />

olabileceği ihtimali bile gelmiyor<br />

değil. Sena ve ailesinin geçmişinde ki<br />

karanlık perdesi bir kenarda dursun<br />

Yamaç’ın görmeye gittiği Sena’nın evi<br />

taranıyor ve bunun üzerine Yamaç<br />

zorla Sena’yı yanına alarak Çukur’a<br />

dönüyor.<br />

Olaylar… Olaylar… Olaylar…<br />

Çukur’da akıbetini merakla beklediğim<br />

olayların başında Selim’in ihanetinin<br />

ne zaman açığa çıkacağı, ardından<br />

Sena ve ailesinin sırları ile tabiî ki<br />

Yamaç ve Sena aşkının nereye<br />

sürükleneceği geliyor. Bunların yanı<br />

sıra İdris’in yıllardır bitmeyen büyük<br />

aşkı ve gazeteci kızın bununla bir ilgili<br />

olup olmadığı merakımı cezbeden<br />

diğer bir konu. Çukur’da neler olacak<br />

izleyip hep birlikte göreceğiz.


GÜNÜMÜZÜN AİLE DİZİLER<br />

Bilenler bilir, meslek<br />

gereği ara ara efsane<br />

olmuş yerli<br />

dizileri yeniden<br />

izleyerek bilgi tazelerim.<br />

TRT art arda<br />

aile dizilerini ekrana<br />

sürerken, ben de<br />

bulamadığım bir tadı<br />

ararken, kendimi<br />

yeniden İkinci Bahar<br />

izlerken buldum.<br />

GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

TVMANIA<br />

Bu ay sizlerle dertleşmek istiyorum sayın okur.<br />

Bilenler bilir, meslek gereği ara ara efsane<br />

olmuş yerli dizileri yeniden izleyerek bilgi tazelerim.<br />

TRT art arda aile dizilerini ekrana sürerken,<br />

ben de bulamadığım bir tadı ararken, kendimi yeniden<br />

İkinci Bahar izlerken buldum. Aklımda dolaşanlarla<br />

da size kendimce “bugün neden İkinci Bahar gibi tadı<br />

damağımızda kalan işler yapılamadığını” şöyle madde<br />

madde açıklamak istedim.<br />

1- Can Dayanmıyor!<br />

İkinci Bahar 45 dakikaydı ve toplamda 37 bölüm sürdü<br />

sayın izleyici, günümüz dizi sürelerinin 150 dakika<br />

civarı olduğunu düşünürsek şu anki diziler üzerinden<br />

kaba bir hesapla 10 küsur bölümde biterdi. 45<br />

dakikada sündürülmeden anlatılan hikaye bu zaman<br />

şartlarına uygun yayılarak anlatılsa da malumunuz<br />

izlemeye can dayanmazdı. Hikaye açılacak diye<br />

dallandırıldıkça izleyiciyi de darlardı. Yerli dizi yersiz<br />

uzun diyerek bu maddeyi geçiyorum.


İ KAMU SPOTU GİBİ!<br />

2- Oyuncu mu Dediniz?<br />

Şener Şen ve Türkan Şoray rüya gibi bir cast…<br />

Bugün benzer tecrübede, ustalıkta herhangi bir<br />

oyuncuyu 150 dakikalık dizide, neredeyse her<br />

sahnede görülecek bir rolde yani başrol olarak<br />

oynatmak imkansız. Ancak yan roller olabiliyor,<br />

nedeni de sette sabahlamak istenilmemesi.<br />

Haklılar mı sonuna kadar. Haliyle bu maddeden<br />

de sınıfta kalıyoruz.<br />

3- Ali Haydar’ın Gündüz Rakısı Bugün Hayal<br />

Geçtiğimiz haftalarda ekrana gelen Çukur dizisinin<br />

ilk bölümünde Ercan Kesal’ın rakı içtiği sahne<br />

malumunuz internette olay yarattı. Zira rakı<br />

blurlanmamıştı ve blurlanıyor olsa bile ekranda<br />

içki içmek artık istisnaydı, hele bir de aile dizisinde<br />

böyle bir sahne şu an baya çölde vaha... Ne çabuk<br />

kabulleniyor insanoğlu yasakları… Neyse, özetle<br />

keyiflenince her birimiz gibi kadehini dolduran,<br />

üzüntüsünü rakı kadehinde unutan Ali Haydar’ın<br />

samimiyeti bugün ekrana gelemezdi. Timoti’den<br />

istediği gündüz rakısı bugün yazılamıyor, aile<br />

babası ana karakterimiz sarhoş olup aşkından<br />

yangın vs. çıkaramıyor. Afeti devran Neriman<br />

dediğimde aklınıza gelen fotoğraf ne bilmiyorum<br />

ancak benim gözümün önünde kahve<br />

fincanından fal bakarken sigarasını tellendiren<br />

bir Güven Hokna mevcut. Bugün olsa karakter<br />

sigara da içemezdi. Küçük ayrıntılar gibi<br />

görünüyor ama hakikaten karakterin gerçekliği<br />

için dikkate değer unsurlar bunlar. Fi’de Can<br />

Manay’ın sigara içiyor olması nedensiz mi<br />

sizce? Karakterin şapkasını almak, bastonunu<br />

kırmak, dilini kesmek gibi onu tanımlayan aracı<br />

yok etmek. Keza bugün sigara da, içki de içemiyor<br />

karakterler. “Show TV’de, Çukur’da yaptılar<br />

işte, ne anlatıyorsun” derseniz, vallahi ben<br />

de şaştım. Otosansür her yasaktan daha çok<br />

elimizi kolumuzu bağlıyor galiba.


4- Aman Suya Sabuna Dokunmayın!<br />

En son Kayıp Şehir’de biraz olsun sosyal ve<br />

siyasal meselelerin ele alındığını gördük. Sonra<br />

zaten suya sabuna dokunmayan romantik komediler<br />

kapladı dört bir yanımızı. Oysa hatırlayanlar<br />

olacaktır, İkinci Bahar’da Hanım’ın ağabeyi polis<br />

tarafından öldürülmüştü. Grev yaptıkları fabrikayı<br />

talan edince polis peşlerine düşmüş, Hanım’ın<br />

babası ağabeyini eve almayınca genç adam sokakta<br />

öldürülmüştü. Bugün herhangi bir dizide bu<br />

tür bir dramatik hikaye görebiliyor muyuz? Yanıt<br />

malum, hayır. İşte en son Kayıp Şehir’de benzer<br />

bir şekilde ailenin kızının aşık olduğu Nijeryalı<br />

genç polis tarafından öldürülüyordu. Lanetlenerek<br />

anılan bu cinayet, gerçekten İstanbul’da<br />

öldürülen Nijeryalı genç Festus Okey’e saygı<br />

duruşu olarak ekrana gelmişti. Hikayelerimizde<br />

“mecburen” din, siyaset hatta çevre sorunlarını<br />

bile konuşturamıyoruz. Aile dizilerinde derinliksiz,<br />

toplumsal hiçbir yaranın izini taşımayan sığ<br />

karakterler izliyoruz. Son yıllardaki tipler o derece<br />

karton ki, bölümlerce öpüşemiyorlar bile. Herkes<br />

aseksüel. Evlenmeden olmuyor, dizilerde bile<br />

karakterlere nikah düşüyor. Nikahsız birliktelik<br />

yaşayan Behzat Ç. için birkaç sene evvel ailenin<br />

temeline dinamit koyduğu gerekçesi ile bir vekil<br />

açıklamalar yapmıştı. Ne tuhaf değil mi?<br />

Bugünün mahalle dizilerinde eksik olan ne diye<br />

düşününce işte bende bunlar canlanıyor. Karakterler<br />

karton, belki de sansürden ziyade ihtiyaç<br />

duyulan otosansür elimizi bağlıyor. Sevinen<br />

karaktere şöyle bir kadeh rakıyla felekten<br />

bir gece çaldıramıyoruz, aşıkların dudakları<br />

birleşemeden ekranı karartıyoruz. “Aile dizisi”<br />

anlayışımız garip bir muhafazakarlığın tezahürüne<br />

döndü. Oysa İkinci Bahar da aile dizisiydi,<br />

Havva Ana’nın böbrekleri için her bölüm<br />

biraları yuvarladığı Yeditepe İstanbul da, Süper<br />

Baba dizisindeki İpek karakterinin politik demeçleri<br />

değil miydi geçtiğimiz aylarda sosyal<br />

medyada elden ele dolaşan? O da aile dizisiydi,<br />

hem de ne dizi… İkinci Bahar’ın senaristi Sulhi<br />

Dölek’in kıvrak zekası ve keyifli dili hikayeyi<br />

ayrıca cezbedici kılıyor elbette, ancak bugün de<br />

kalemiyle ilham veren, gülümseten pek çok senarist<br />

var. Sorun sektördeki yeteneksizlik demek<br />

sorunu at gözlüğüyle bambaşka bir noktaya indirgemek<br />

olur sadece. Özetle, günümüzün aile<br />

dizileri kamu spotundan hallice, durum böyle<br />

olunca gerçeklik de, sıcaklık da tuzla buz oluyor.<br />

Maalesef izleyiciyi sigaraya özendirmeyeceğiz<br />

derken, kederlendirip insana bir sigara daha<br />

yaktırıyorlar… İyisi mi İkinci Bahar izleyelim,<br />

sonra Yeditepe İstanbul, belki ardından da<br />

Süper Baba, bugünün karakterleri ne kadar ölü<br />

doğuyorsa onlar hala yaşıyor zira.


EPISODE<br />

‘THIS IS US’<br />

REÇETEYLE<br />

SATILMAYI<br />

HAK EDiYOR<br />

ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />

İyilik bir görevdir.<br />

Immanuel Kant<br />

Son yıllarda her birinin farklı bir<br />

zeka ürünü olmasına alışılan<br />

teknoloji şaheseri çılgın diziler<br />

serisinin arasında ‘This is us’ konusu ve<br />

tekniğiyle resmen huzur veriyor. Hem de<br />

çok özlenen ancak o kadar unutulmuş<br />

ki neyi özlediğinin bile ayırdında olmayan<br />

milyonlara tekrar en temizinden<br />

aşk, aile, kardeşlik ve arkadaşlık yani<br />

illa ki sevgi diyerek huzur veriyor. Bütün<br />

kusurlarıyla, eksikleriyle telafisi imkansız<br />

yanlışlarıyla bir aile olmanın mükemmel<br />

acı ve mutluluklarını anlatan şiirsel<br />

gerçekçi bir yapım. Reklamlardaki toz<br />

pembe Amerikan rüyası yanılsamasıyla<br />

kandırmak yerine eksisi ve artısıyla<br />

aslında yanlışsız ve eksiksiz bir aile<br />

olunamayacağını ama yeter ki sevgisiz<br />

olunmaması gerektiğini her bölümde<br />

yeniden ve başka bir açıdan ispat ediyor.<br />

Karakterlerin bugününü aslında<br />

geçmişlerinin sonuçlarını açıklayarak<br />

gösteren yapıda şimdinin tanımı derinlik<br />

kazanıyor.<br />

Üçüz bebek bekleyen bir ailenin bebeklerinden<br />

biri ölünce hastanedeki<br />

terk edilmiş siyah bebeği almalarıyla<br />

başlıyor dizi. Hiç çocuğu olmadığı için<br />

bebek almaktan farklı bir durum, dahası


eyaz bir ailenin üçüncü bebeğin siyah<br />

olmasını evlat edinmek için sıkıntı etmemeleri<br />

de büyük ve çok değerli mesajlar<br />

içeriyor. Öncelikle sadece senin olanı değil<br />

dünyayı ve insanı sevmeyi örneklendirdiği<br />

için gönül telini titretirken gülümsetiyor.<br />

Hikaye çocukların büyümüş halleriyle<br />

çocukluklarına paralel geçişlerle ilerliyor.<br />

Böylece evin siyahı olan (Randall) bir<br />

çocuğun ‘farklı’ olmamak için yaptıklarıyla<br />

bugün kurduğu siyah ailesi arasındaki<br />

neden sonuç ilişkisini izah eden bir yapı<br />

sunması ilginç bir seyir keyfi sunuyor.<br />

Hatta gösteriyor ki aile içi sonsuz sevgiye<br />

karşın toplumsal yapıdaki önyargılar ve<br />

gizli ayrımcılık kişinin yaşamında ciddi<br />

hasarlara yol açabiliyor. Farklılığından<br />

korkmak, kendinden saklanmak ancak<br />

yine de özel olmak çabası içinde istemsiz<br />

çatışmalar yaşayan çocuğun aslında ailesinin<br />

de nasıl davranacaklarını bilmedikleri<br />

ve bocaladıkları görülüyor. Ne kadar güzel<br />

ki bu ailenin çok iyi bildiği bir şey var;<br />

sevmek ve sevmek toplumsal dayatma<br />

ve önyargıların yarattığı sıkıntıları çözmeye<br />

yetmese de büyük ölçüde çocukların<br />

her birinin en azından hasarlı da olsa iyi<br />

insanlar olmasını sağlıyor. Randall beyaz<br />

bir ailenin evlat edinilmiş üçüzlerinden<br />

biri olarak her açıdan üvey, öteki ve farklı<br />

olmasına karşın bugün başarılı bir avukat<br />

olarak geçmişi temizleyip geleceğini sevgiyle<br />

inşa etmekte kararlı ilerliyor. Özellikle<br />

birinci sezonun sonunda karısına yaptığı<br />

sürpriz, iyiliğin de kötülüğünde bulaşıcı<br />

olduğunu örneklendirirken yürek burkarken<br />

alabildiğine umutlandırıyor.<br />

Üçüzlerden Kate ise çocukluğundan itibaren<br />

zayıflama çabası içindeki milyonları<br />

temsil eden sevgi dolu bir obez oluyor. Her<br />

zaman ‘XL’ beden giysilerinin içinde ne<br />

denli küçümsendiğini ya da en başta koca<br />

gövdesinin içinde kendini nasıl değersiz,<br />

küçük ve fazlalık hissettiğini anlatıyor.<br />

Ancak asıl mesele sadece kiloları yüzünden<br />

kendisine bir yaşam seçmeyi bile hak<br />

görmeyerek biyolojik ikiz kardeşi Kevin’in


yaşam düzenleyicisi, hizmetçisi, sırdaşı,<br />

yandaşı belki de sadece gölgesi olarak<br />

var olmayı seçmesi ki bu yanlışın<br />

ayırdına da başka bir obez sevgili<br />

yardımcı oluyor. Bedenin kimlik inşasına<br />

sorun ve yük teşkil ettiğinin inanılmaz<br />

örneklerinden biri. Üstelik obezite meselesi<br />

üzerinden köpürtülmüş bir dram<br />

yaratmak yerine gerçeğin dayanılmaz<br />

zorlukları yumuşak bir dille anlatılıyor.<br />

Aynen Randall örneğinde ırkçılık gibi<br />

devasa ağır bir meseleyi ne hafife alarak<br />

ne de trajedisinden beslenerek tadını<br />

kaçırmadığı gibi! Çünkü tüm metnin<br />

her hücresine sinen ve seyirciye geçen<br />

iyi niyetli bir duygu, umut ve sevgi<br />

mesajları her karakteri kapsıyor. Aslında<br />

insanoğlunun her derdinin hem sebebi<br />

hem çaresi olarak ‘sevgi’nin gösterildiği<br />

ve bunu didaktik kamu spotu tadında<br />

değil gerçekten içeriğin her karesine<br />

yedirerek anlattığı için ‘This is us’ obez<br />

Kate ile gerçekten büyülüyor.<br />

Üçüzlerin en havalı ve yakışıklısı (Kevin)<br />

ünlü bir dizi oyuncusu olarak yaşamına<br />

devam ederken çocukluğundan itibaren<br />

bir obez kız kardeşine bir siyah<br />

kardeşine yaslanan daha sorumsuz<br />

ancak sempatik bir karakteri temsil<br />

ediyor. Sonuçta üçüz olmalarına<br />

karşın bazılarının hep küçük kardeş<br />

kontenjanında aileden kop/a/mayan<br />

dolayısıyla bir arada olmalarına vesile<br />

olan ancak genellikle istek ve beklentileriyle<br />

hem sıkıntı hem de eğlence<br />

kaynağı yaratan bir karakter. Aşk, iş ve<br />

aile üçgeninde sevabıyla günahıyla kendisinden<br />

kaçan ancak kendisini arayan<br />

ve yüzleşen naif bir karakter olarak aile<br />

bireylerine de gülümseme sebebi oluyor.<br />

Merkezde üçüzlerin ebeveynleri Rebecca,<br />

Jack ve çocukları ile çocukların<br />

yetişkinlik halleri, bugünkü aileleri<br />

anlatılırken yaşamlarından geçen<br />

arkadaşlar, doktor (üçüzlerin doğumunu<br />

yaptıran), itfaiyeci ( hastanenin önüne<br />

bırakılan bebeği önce evine sonra has-


taneye götüren adam), siyah bebeğin öz<br />

babası (bebeğini itfaiyenin önüne terk<br />

eden baba) ve iş arkadaşları da hikayeye<br />

eşlik ediyor. Bu karakterler odak noktasını<br />

güçlendirmekle kalmıyor, meselelere farklı<br />

bakış açılarıyla boyutlar kazandırarak metni<br />

zenginleştiriyorlar.<br />

Sonuçta yazarak anlatmak yetmiyor çünkü<br />

dizi de hiçbir şey olmuyor gibi ama her şey<br />

oluyor. Çağımızın hastalığı yalnızlığın çaresi<br />

aile midir, hatta geniş aile midir gibi son<br />

derece zor sorular sorarak her bölümde<br />

farklı kültürlerden milyonları gülümsetiyor,<br />

ağlatıyor, kalp sıkıştıran mevzulara zarif ve<br />

naif bir üslupla incitmeden dalıyor. Haliyle<br />

‘This is us’ reçeteyle satılmayı hak edecek<br />

kadar iyi geliyor cidden… Ne de olsa iyiliği<br />

bir meziyet gibi değil zaten görev olarak<br />

gören güzel yürekli insanların hikayesinden<br />

oluşuyor. Özellikle iyilikseverlere iyi<br />

geleceği garanti görünüyor!

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!