11.10.2017 Views

Cinedergi 107

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

CINEVİZYON<br />

6 EKİM<br />

Babam<br />

My Little Pony Filmi<br />

Blade Runner 2049: Bıçak Sırtı / Blade Runner<br />

2049<br />

Dört Köşe<br />

Kervan 1915<br />

Korku Kayıtları / The Crucifixion<br />

Çavdar Tarlasındaki Asi / Rebel in the Rye<br />

Nublu<br />

20 EKİM<br />

Damat Takımı<br />

Dua Et Kardeşiz<br />

Aşka Geldik<br />

Süperstar / Secret Superstar<br />

Soygun / Good Time<br />

Bak Şu Leyleğe / A Stork’s Journey<br />

İlk Öpücük<br />

Raid Dingue<br />

Bölük<br />

Uzaydan Gelen Fırtına / Geostorm<br />

13 EKİM<br />

Mutlu Son / Happy End<br />

Kapıdaki Sır<br />

Taş<br />

Büyülü Kanatlar / Lighting Dindin<br />

Ölüm Günün Kutlu Olsun / Happy Death Day<br />

Kayseri Aslanı: Çin İşi<br />

Bir Nefes Yeter<br />

Cingöz Recai: Bir Efsanenin Dönüşü<br />

27 EKİM<br />

Yol Arkadaşım<br />

The Party<br />

Ayla<br />

İşe Yarar Bir Şey<br />

Küçük Vampir 3D / The Little Vampire 3D<br />

Korkusuzlar / Granite Mountain<br />

Thor: Ragnarok


İÇİNDEKİLER<br />

24<br />

dosya<br />

BLADE RUNNER 2049<br />

Egemen Blade Runner evreninin<br />

bilinmeyenlerini yazdı..<br />

18<br />

28<br />

38<br />

44<br />

72<br />

88<br />

SİNEM ÖZTÜRK<br />

RÖPORTAJ<br />

İSMAİL GÜNEŞ<br />

Kervan 1915’in çekim ve vizyon<br />

macerası sizi isyan ettirecek..<br />

BURAK AKSAK<br />

Sen Kiminle Dans Ediyorsun filminin<br />

setinde Burak Aksak ile konuştuk.<br />

NECATİ ŞAŞMAZ<br />

Kurtlarla Dans Vatan filmini Necati<br />

Şaşmaz ile konuştuk..<br />

NİHAN TARHAN<br />

Yarım Kalan filmindeki performansıyla<br />

Nihan Tarhan misafirimiz oldu.<br />

SUZAN AKSOY<br />

Yılların tecrübesi Suzan Aksoy<br />

sorularımızı cevapladı.<br />

34<br />

DAHA<br />

Duygu Daha filminden yola çıkarak<br />

göçmen filmleri dosyası yaptı.<br />

40 THE CRUCIFIXION<br />

Korku Kayıtları filmi korku sineması<br />

uzmanımız Kızılca’nın odağında<br />

50 FİLMEKİMİ SONRASI<br />

Onur filmekimi fırtınasından sonra<br />

akılda kalan filmleri yorumladı.<br />

56 BABAM<br />

Çetin Tekindor genç olduğu kadar uzman<br />

da olan Polat’ın odağında..<br />

66 SUSPIRIA<br />

Yıllar sonra tekrar vizyona giren<br />

Suspiria’yı Başak yazdı..<br />

83 AMIR KHAN<br />

Amir Khan geldi gitti, biz de kimdir bu<br />

Amir Khan diye bir bakalım dedik.


ÖZEL KÖŞE<br />

62 BELGESELCİ<br />

Güzel internetten seyrettiği üç önemli<br />

belgeseli yorumladı...<br />

70 ZAMANIN RUHU<br />

Sinema dünyasında neler oluyor<br />

bir bir sıraladık.<br />

78 AYŞE TEYZE<br />

Ayşe Teyze’nin ali tutulmaz.<br />

Bu sefer de Beetlejuice yorumlanıyor.<br />

92<br />

98<br />

100<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Fırat, yönetmen Kadir Erman ile<br />

kısa filmini konuştu.<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

Nergiz Bizim Hikaye’nin<br />

altını üstüne getirdi.<br />

EPİSODE<br />

Şenay dümeni geri aldı ve Gpsy’i<br />

sizin için yorumladı.<br />

FESTiVAL KAVGASI<br />

FESTiVAL<br />

KOŞUŞTURMASI<br />

EDITO<br />

Geçen sayıda da söylemiştim, artık<br />

Marmaris’te yaşıyorum. Filmlere<br />

ulaşmak biraz zor oluyor ama sağ<br />

olsunlar ya gönderiyorlar veya festivallerde<br />

filmleri seyrediyorum. İşte tam bu nokta<br />

da olay patlıyor. Benim bu düzenime çomak<br />

sokan en büyük organizasyon Antalya<br />

Film Festivali. Kardeşim başka bir şey<br />

bulamadınız mı Ulusal yarışmayı kaldırmak<br />

dışında. Sizin yüzünüzden Türk sinemasının<br />

yıl içinde neler yaptığını öğrenemeyeceğiz.<br />

Bu tarz ve söylediklerim şaka gibi geliyor.<br />

Tabii biraz espri var tarzda ama aslında<br />

yaşananların komik hiçbiryeri yok. Şu<br />

ülkenin üç büyük festivali var ve bu festivaller<br />

Türk sinemasının özellikle sanatsal<br />

üretimlerinin kendini gösterebildikleri<br />

yegane yerler. Antalya Ulusal yarışmayı<br />

kaldırmakla kendine zarar verdiği gibi ülke<br />

sinemasına da onarılamayacak bir yara açtı.<br />

Bu kararlarından önümüzdeki yıl dönmelerini<br />

bekliyorum. Yoksa şu Marmaris’in az salonlu<br />

küçük sinemasına muhtaç kalacağım. Üstelik<br />

baktım bu hafta üç salonu olan sinemada<br />

Pony, Dört Köşe ve Kurtlar Vadisi Vatan<br />

oynuyor. Yani Blade Runner<br />

bile yok düşünün artık.


PEK YAKINDA<br />

JUSTICE LEAGUE<br />

Yönetmen: Zack Snyder, Joss Whedon<br />

Oyuncular: Ben Affleck, Gal Gadot, Jason Momoa<br />

Konu: DC öykü evrenini kapsamlı bir biçimde perdeye yansıtma projesinin<br />

en önemli ayaklarından biri olan Justice League, çizgi serideki en önemli<br />

kahramanları bir araya getiriyor. Superman’in fedakarlıklarından ilham alan<br />

Batman’in insanlığa olan inancı toparlanmıştır. Yeni müttefiki Wonder Woman<br />

ile insanlığın kaderi için savaşmaya hazırlardır. Ancak karşılarına çıkan yeni<br />

tehditin büyüklüğü karşısında kendilerini süper güçlü bir takım toplamak için<br />

çok kısa bir süreleri kalmış bir halde bulurlar.


Yönetmen: Yórgos Lánthimos<br />

Oyuncular: Nicole Kidman,<br />

Colin Farrell, Barry Keoghan<br />

Konu: Tanınmış bir kardiyovasküler<br />

cerrah olan Dr. Steven<br />

Murphy, oftalmolog eşi<br />

Anna, iki örnek niteliğindeki<br />

çocukları; 12 yaşındaki Bob<br />

ve 14 yaşındaki Kim ile kusursuz<br />

bir hayat yaşamaktadır.<br />

Steven’ın kanatları altına<br />

aldığı yetim bir genç olan<br />

Martin ise bu dengeyi bozmak<br />

üzeredir. Martin kendini<br />

ailenin hayatına sokmak için<br />

rahatsız edici bir çaba sarf<br />

etmeye başladığında ailenin<br />

huzuru bozulmaya başlar.<br />

KUTSAL<br />

GEYIGIN<br />

INTIKAMI<br />

KARE<br />

Yönetmen: Ruben<br />

Östlund<br />

Oyuncular: Claes<br />

Bang, Elisabeth<br />

Moss, Dominic West<br />

Konu: Christian,<br />

Stockholm’de<br />

bir modern sanat<br />

galerisinde<br />

çalışmaktadır ve<br />

projelerinden biri de<br />

The Square olarak<br />

adlandırılan alandır.<br />

Bu alan büyük bir<br />

toplumda farklı sosyal<br />

sınıflardan gelen<br />

insanların küçük<br />

bir yansımasıdır ve<br />

Christian ziyaretçileri<br />

insanlara güvenmeli<br />

mi sorusu<br />

ile iki farklı yoldan<br />

birini seçmeye davet<br />

etmektedir .<br />

ZIRVE<br />

Yönetmen: Santiago<br />

Mitre<br />

Oyuncular: Ricardo<br />

Darín, Dolores<br />

Fonzi, Erica Rivas<br />

Konu: Cannes<br />

Eleştirmenlerin<br />

Haftası’nda Paulina<br />

ile ödül alan<br />

Arjantin’li yönetmen<br />

Santiago. Ricardo<br />

Darin’in başrolünde<br />

yer aldığı film,<br />

koltuğunu korumak<br />

ve ailesi ile prensiplerine<br />

sahip çıkmak<br />

arasında vermek zorunda<br />

olduğu zor bir<br />

kararın eşiğindeki<br />

Arjantin Başkanı’nı<br />

merkezine alıyor.<br />

Filmde ayrıca<br />

Christian Slater da<br />

karşımıza çıkan<br />

isimlerden.


PEK YAKINDA<br />

TESTERE: JIGSAW<br />

EFSANESI<br />

Yönetmen: Michael Spierig,<br />

Peter Spierig<br />

Oyuncular: Tobin Bell, Laura<br />

Vandervoort, Mandela Van<br />

Peebles<br />

Konu: Michael ve Peter<br />

Spierig’in yönettiği ve Josh<br />

Stolberg ve Pete Goldfinger’ın<br />

yazdığı filmin başrolünde bu<br />

rol ile tanınan Tobin Bell yer<br />

alıyor. Saw: Legacy, serinin<br />

sekizinci filmdir. Serinin ilk<br />

filmlerinin yönetmeni olan<br />

ünlü korku-gerilim filmi yönetmeni<br />

James Wan da bu filmin<br />

yapımcıları arasında yer alıyor.


Yönetmen: Donovan Marsh<br />

Oyuncular: Gerard Butler,<br />

Billy Bob Thornton, Common<br />

Konu: Amerikan Donanma<br />

komandoları, henüz testleri<br />

tamamlanmamış bir denizaltı<br />

ve onun kaptanı ile işbirliği<br />

yaparak kaçırılan Rusya<br />

başkanını kurtarmak için<br />

yola koyulur. Yönetmenliğini<br />

Donovan Marsh ve Karina<br />

Kostadinova ikilisinin<br />

üstlendiği film, Don Keith’in<br />

romanından Peter Craig<br />

tarafından uyarlandı. Filmin<br />

oyuncu kadrosunda Billy Bob<br />

Thornton, Gerard Butler, Gary<br />

Oldman, Michael Trucco gibi<br />

önemli isimler yer alıyor.<br />

HUNTER<br />

KILLER<br />

AYI<br />

PADDINGTON<br />

2<br />

Yönetmen: Paul<br />

King<br />

Oyuncular: Hugh<br />

Bonneville, Sally<br />

Hawkins, Brendan<br />

Gleeson<br />

Konu: Artık Brown<br />

ailesi ile yaşamakta<br />

olan Paddington<br />

yerel halkın da<br />

sevilen ve popüler<br />

bir üyesi olmuştur.<br />

Teyzesi Lucy’nin<br />

100. doğum günü<br />

için mükemmel hediyeyi<br />

almak adına<br />

bir dizi garip iş<br />

bulup çalışmaktadır.<br />

Nihayet hediyeyi<br />

almayı başarır, ancak<br />

hediye bir anda<br />

çalınır...<br />

KARDAN<br />

ADAM<br />

Yönetmen: Tomas<br />

Alfredson<br />

Oyuncular: Michael<br />

Fassbender, Rebecca<br />

Ferguson, Charlotte<br />

Gainsbourg<br />

Konu: Oslo’da<br />

Kasım ayı başlamış,<br />

ilk kar yağmıştır.<br />

Birte Becker<br />

isimli işinden eve<br />

dönen bir kadın,<br />

eve döndüğünde<br />

eşi ve oğlunun<br />

yapmış olduğu<br />

kardan adamı<br />

görebilmek için<br />

sabırsızlanmaktadır.<br />

Ancak bir hayal<br />

kırıklığı kapıdadır;<br />

kardan adam yoktur.


CINEKRiTiK<br />

ALPER TURGUT<br />

KLiŞE, MLiŞE, MAVi HUYDUR BiZDE!<br />

n Adana’da İşi Yarar Bir Şey filmini<br />

seyredince, valla işe yaradı, çünkü<br />

ansızın aklıma güzelim Mavi Tren düştü<br />

ve kimi unutulmaya yüz tutmuş anılar<br />

üşüştü. Ah ulan mavi, Haydarpaşa’daki<br />

gar lokantasında demlenip, sabırsızca<br />

seni beklerdim, başkente varmak için…<br />

Askerlik, eylemler, iş, görev, fark etmez,<br />

yaz, kış da, canım lokomotif dururken,<br />

uçak ve otobüs de neymiş, hem trenle seyahat<br />

değildi bu, tastamam eprimiş örtüsüyle, arada<br />

da sallanan, bir sıcacık masada yolculuk demekti,<br />

yanında rakı ve meze, elbette birayla<br />

cila. Genç adam, enerji tavan, niye uyusun be,<br />

tanışmalar, açılmalar, sohbeti sohbete katmalar,<br />

içip içip sarhoş olmalar varken…<br />

Harbiden işe yarar bir şeydi mavi, iyiydi, hoştu,<br />

salına salına giden manzaramız, kartpostal<br />

kıvamındaki istasyonlar, arkadan el sallayanlar,<br />

büyük makinenin ve onunla buluşan rayların<br />

müziği, haaa düdükler ve havalı korna da<br />

cabası… Edip Cansever’e uyup, mavi huydur<br />

bende dedim ve hoppppp maviye daldım, ama<br />

filmi de unutmadım, çünkü anıları canlandıran<br />

filmler unutulmaz.<br />

Evet, İşe Yarar Bir Şey, İstanbul Film<br />

Festivali’nde FIBRESCI, Adana Film<br />

Festivali’nde ise senaryo, en iyi görüntü yönetmeni<br />

ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini kazandı.<br />

Jüri olsaydım, daha çok ödül verirdim, bu salt<br />

benim görüşüm de değil ha, birçok arkadaşım<br />

aynı fikirde… Şiir gibi bir film bu, hem dışsal,<br />

hem de içsel yolculuğa dair, naif bir işçilik, tıkır<br />

tıkır bir metin, oyunculuklar da tabiri caizse cuk,<br />

sadece bir iki fazlalık sahneyi atardım, trenden<br />

sonraki bölümde düşen enerji ve rayından çıkan<br />

gidişat, yapıtı, başyapıt olmaktan alıkoyuyor,<br />

ne yazık ki. Unutmadan, Pelin Esmer’in en<br />

sevdiğim işi oldu, keşke daha çok film çekebilse,<br />

resmen üstüne kata kata gidiyor ve artık<br />

ustalık kendini belli ediyor. Lafımı dinlerlerse<br />

şayet, Barış Bıçakçı ve Pelin Esmer, senaryo<br />

işbirliğine devam etsinler, iyi şeyler, güzel<br />

şeyler, önemli ve değerli şeyler çıkabilir, bu<br />

besbelli.<br />

Şimdi de dilerseniz, oyuncu performanslarına<br />

değinelim, yani Başak Köklükaya, Öykü Karayel<br />

ve Yiğit Özşener’e gelelim. Heyyy Başak<br />

Köklükaya, sen senelerdir nerelerdeydin yahu,<br />

harbiden sıkı, sağlam ve kadraja şık oturan bir<br />

dönüş olmuş. Geçen yıllar yaramış, sinematografik<br />

bir yüze dönüşmüş, anlamlı ve akılda kalıcı.<br />

Öykü Karayel’i de beğendim, saf bir kızı, gayet iyi


taşımış, Yiğit Özşener ise rolünün hakkını, ziyadesiyle<br />

vermiş.<br />

Bir şair-avukat ve oyuncu olmak için yanıp tutuşan<br />

bir hemşire adayı, birbirlerine yabancı iki kadın,<br />

16 saatlik tren yolculuğunda, önce kaynaşıp,<br />

ardından da bir büyük sırrı paylaşabilirler mi?<br />

Hayat bu, inanın her an her şey olabilir ve sırların,<br />

kendini açığa çıkartmak gibi bir büyük tutkusu<br />

vardır. Şair Leyla ve hemşire Canan’ın, İzmir<br />

yolculuğunda, tanımadıkları bir adama,<br />

Yavuz’a yaklaştıkça, acaba tesadüf de, bir<br />

amaca dönüşecek midir? Ve bildik yanlışların,<br />

bazen doğru olma ihtimali var mıdır? Gelin<br />

tüm bu soruların yanıtlarını, sinema salonunda<br />

bulalım. İyi seyirler.


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

YEMEK YAPMA TUTKUNU BiR SERi KA<br />

n Türk sinemasının nevi şahsına<br />

münhasır yazar/yönetmenlerinden Ümit<br />

Ünal’ın son filmi “Sofra Sırları”nı herkesten<br />

önce Adana Film Festivali’nde<br />

izleme fırsatı bulduk. Hem biz sinema<br />

yazarları ve basın mensuplarının hem de<br />

Adana izleyicisinin ruhuna hitap ettiğini<br />

düşündüğüm film maalesef jüri üyeleri<br />

tarafından yeterli bulunmamış olacak ki,<br />

herhangi bir ödülle buluşamadı.<br />

Neslihan hayatını kocasına ve evine adamış,<br />

utangaç ve sevimli bir kadındır. Günü<br />

ne pişireceğini düşünerek geçer. Kocası<br />

aile dostları, Neslihan’ın yemeklerine çok<br />

düşkündür. Çevresindekilerin esrarengiz ölümü<br />

tüm gözleri O’na çevirir. Şehre yeni atanmış,<br />

komiser, Neslihan’ın bir şeyler çevirdiğini anlar<br />

ama bir kanıt bulup yakalayamaz. Neslihan her<br />

cinayetten tereyağından kıl çeker gibi, masum,<br />

saf, hafif çatlak görünerek sıyrılmayı başarır.<br />

Ümit Ünal’ın yönettiği ve Demet Evgar, Fatih Al<br />

ve Alican Yücesoy gibi isimlerin yer aldığı film<br />

bu ay seyirciyle vizyonda buluşuyor.<br />

“Teyzem”, “Hayallerim, Aşkım ve Sen”,<br />

“Arkadaşım Şeytan”, “Berlin in Berlin”<br />

gibi önemli filmlerin senaristi olarak Türk<br />

sinemasında yer bulan Ümit Ünal’ı “Gölgesizler”,<br />

“9”, “Ara”, “Ses”, “Kaptan Feza” ve “Nar”<br />

gibi filmlerde de yönetmen koltuğunda gördük.<br />

Ümit Ünal, kanımca sürprizlerle dolu bir yönetmen.<br />

Filmografisinde “Ses” gibi ilginç bir gerilim<br />

de var, “Kaptan Feza” gibi absürde yaklaşan<br />

bir macera işi de. Son filmi “Sofra Sırları”nda<br />

ise neredeyse film noir sınırlarına yaklaşan<br />

estetik bir komedi tarzı yaratmış. Filmi oldukça<br />

beğendiğimi belirterek bir 5-10 dakika<br />

daha kısa olmasını yeğlerdim. Bazı sahneler<br />

sarkıyor, dinamizmi bozuyor. Ümit Ünal,<br />

baş karakteri Neslihan’ın dünyasını iki farklı<br />

eksende tanıtıyor seyirciye. İlki, Neslihan’ın<br />

hayal dünyası, yani büyük bir televizyon<br />

kanalında bol reyting alan popüler yemek<br />

programının şıkır şıkır sunucusu olarak...<br />

İkincisi de, Neslihan’ın gerçek dünyası,<br />

kocasına ve etrafına -onları mutlu edebilmek<br />

adına- türlü türlü leziz yemekler yapan, kocasına<br />

deli gibi bağlı, çaresiz ve biraz da depresif ev<br />

kadını olarak... Ümit Ünal, sinemaya girdiğinden<br />

beri kadın ruhunu en iyi anlayan ve bunu eserlerine<br />

yansıtan yönetmenlerden. Bu filmde de<br />

Neslihan’ı öylesine iyi çözümlemiş ki, seyircinin<br />

bulacağı hiç bir açık bırakmıyor karakterde.<br />

Filmin kanımca tek bir yıldızı var; Demet Evgar.


TiL!<br />

Kendisi ne televizyonda ne de sinemada beni<br />

hiç şaşırtmadı. Büründüğü her rol ekrandan<br />

çıkıp yanımıza gelse onun Evgar olduğuna<br />

inanmaz, karakterinin adıyla sesleniriz eminim.<br />

Festival boyunca Evgar’ın bu rolüyle -ki<br />

Onur Ünlü’nün abartılan filmi “Aşkın Gören<br />

Gözlere İhtiyacı Yok” filminde de önemli bir rolü<br />

var-, en iyi kadın oyuncu ödülünü alacağını<br />

etrafımdakilere sürekli söylemiştim ancak jüri<br />

çoğumuzu şaşırttı. Ama içimizi serinleten şu<br />

ki, Evgar’ın ismini ne zaman duysak Neslihan’ı<br />

hatırlayacağız ve gülümseyeceğiz. Bundan daha<br />

büyük bir ödül yoktur sanırım.<br />

Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok. “Sofra<br />

Sırları” Ümit Ünal ve Demet Evgar’ın muhteşem<br />

kimyası için bile izlenmeye değer. Kaçırmayın...


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

ÇAVDAR TARLALARINI YAKMAK…<br />

n Amerikalı yazar J.D. Salinger yazın<br />

dünyasının en ilginç isimlerinden biri diyebiliriz.<br />

Dergilerde yayınlanmış öyküleri<br />

ve Çavdar Tarlasındaki Çocuklar dışında<br />

yayınlanmış eseri bulunmayan yazar,<br />

efsane haline gelmiş bir gizlilik içinde<br />

hayatını noktalayan bir yazar.<br />

Rebel In The Rye / Çavdar Tarlasındaki<br />

Asi filminden önce 2013 yılında hayatı<br />

belgesele alınan ve hayatıyla ilgili neredeyse<br />

150 kişinin konuşmalarından oluşan belgesel<br />

popülerlikten kaçarken popüler olan Salinger’in<br />

hayatının izini sürmüştü. Film de kurgusal<br />

bir takip içinde yazarı. 1919 yılında doğan<br />

Salinger’in tek hayali iyi bir yazar olmak ve bu<br />

konuda inanılmaz bir çaba gösteriyor. Ama<br />

dünyanın koşulları, Yahudi kimliğinin sorunları<br />

ve İkinci Dünya Savaşı’nın zorlu şartları bir<br />

yazarın içindeki ilhamı koca bir buz kalıbına<br />

çevirecek kadar kötücül geçiyor. Salinger’in<br />

zaman içerisinde direngen ama kırılgan bir<br />

kişiliği olduğu anlıyoruz. İlk sevgilisini Chaplin’e<br />

kaptırmasının ardından ilişkilere, babasının<br />

tavırlarından olayı aile olgusuna ve savaş yüzünden<br />

de yaşama olan ilgisi kaybediyor. Bir nevi<br />

içine çekilme, bencilleşme sürecine geçiyor.<br />

Yazıyor, sürekli yazıyor, meditasyon yapıyor ve<br />

hayatın kenarına çekiliyor. Bu da onu en merak<br />

edilen yazarlardan birisi yapıyor. Çünkü Çavdar<br />

Tarlasındaki Çocuklar çok satan kitaplar arasına<br />

yerleşiyor. Okuyucularının yeni kitaplar beklediği<br />

yazarın inzivaya çekilmesi en büyük merak<br />

konusu haline geliyor. 2010 yılında yaşama<br />

veda eden yazarın gençlik yıllarını ve İkinci<br />

Dünya Savaşı sonrasında bozulan psikolojisine<br />

yoğunlaşıyor film daha çok. Tabii arka planda<br />

yazarlığı, kim ve ne için yazdığımız konusunu da<br />

sorguluyor. Salinger yolun sonunda kendisi için<br />

yazan bir yazar haline geliyor. Buna doygunluk,<br />

kırgınlık, anlamsızlık, bencillik ya da türlü duygular<br />

katmak mümkün. Ya da savaşın anlamsızlığı<br />

üzerine bünyenin ürettiği sessiz isyan…<br />

Danny Strong’u yönettiği Nicholas Hoult’un<br />

Salinger’i başarıyla canlandırdığı filmde dönem<br />

atmosferi, dönemin ruhu bir hayli gerçekçi<br />

yansıyor. Her şeyin yeni değer bulduğu zamanlar,<br />

yazmanın değil yayınlatmanın genç kızların<br />

kalbini hoplattığı, daktilonun tuşları arasında yeni<br />

bir dünya kurma yaratma zamanları. Şimdiden o<br />

günlere bakınca şöhretin bedeliyle daha derin bir<br />

hesaplaşma yaşayan yazara saygı duyuyoruz.<br />

Çavdar Tarlasındaki Çocuklar ilk basıldığında<br />

ahlaka aykırı ve açık saçık bulunduğu için


Amerika’nın birçok bölgesinde yasaklanmıştı. Bu<br />

durum da Salinger’i kırmış olabilir. Yani sonuçta<br />

sancılı bir büyüme hikayesi anlatılan, kendisinden<br />

parçalar olduğu düşünülen bir kitap o… Velhasıl<br />

hayatının baharında iki çocuğu olmasına rağmen<br />

inzivaya çekilen, buna rağmen uzun ve gizemli bir<br />

hayat yaşayan Salinger’in hayatını perdede görmek<br />

bir hayli keyifli. Ama hocası Whit Burnett’e (Kevin<br />

Spacey) yaptıklarının biraz ağır olduğunu<br />

düşündüm izlerken, sonuçta her zaman yolumuzu<br />

açan birileri vardır ve onların yeri ayrıdır<br />

diye düşünürüm. Ama Salinger bütün gemileri<br />

yakıyor. Yayınlatma değil yazma kısmıyla ilgili<br />

bir yazar olduğunu haykırıyor dünyaya dolu<br />

dolu… Ve kitabı bugün bile hala bir yerlerde<br />

satmaya devam ediyor.


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

YARIM ASIRLIK DELiKANLI CiNGÖZ RE<br />

n Türk polisiyesi için çok önemli bir<br />

isimdir Cingöz Recai. Peyami Safa’nın<br />

Arsen Lüpen’den feyz alarak yazdığı<br />

karakter, çapkın bir hırsız ama bir o<br />

kadar polis dostu kahramandır. Peyami<br />

Safa bu hikaye dizisini Server Bedii<br />

takma ismiyle yayınlar. Türk sineması<br />

ise daha 1954 yılında bu fantastik ve<br />

absürd polisiyeyi sinemaya uyarlar.<br />

Sinemamızın en sevdiğim yönetmenlerinden<br />

Metin Erksan’ın çektiği film ilgi çekicidir. Özellikle<br />

yeniden izlediğinizde diyaloglar yer yer<br />

kahkaha atmanıza, Metin Erksan’ın yenilik<br />

arayan kamerası ise hayranlık duymanıza<br />

sebep olur. Cingöz Recai’yi o dönem Turan<br />

Seyfioğlu canlandırır, rol arkadaşı ise Neriman<br />

Köksal’dır. Fikret Hakan ise kariyerinin<br />

dördüncü filmi olarak kısa bir rolle karşımıza<br />

gelir. Uyuşturucu kaçakçısı bir çetenin adamını<br />

oynayan Fikret Hakan’ı bu kadar genç görmek,<br />

daha bozulmamış İstanbul’un boğazını,<br />

köşklerini izlemek bayağı etkileyici. Daha<br />

sonra ise sinemamızın taçsız kralı Ayhan Işık’ı<br />

Cingöz Recai rolünde görüyoruz. 1969 yılında<br />

Safa Önal’ın yazıp yönettiği bu film herhalde<br />

Ayhan Işık’ın en kötü filmiydi. Erksan’ın çektiği<br />

filmde Arsen Lüpen’in etkisi çok hissedilirken<br />

Safa Önal belki dönemin de etkisiyle iyice suni<br />

bir karakter yaratmıştır. Her ne kadar Ayhan<br />

Işık’ın o doğal sempatisi Cingöz Recai’ye<br />

çok uysa da diyaloglar, devamlılık problemleri,<br />

senaryonun basitliği filmi iyice içinden<br />

çıkılmaz bir hale getirir. Zaten bu kötü deneyim<br />

de Cingöz Recai’nin bugüne kadar bir daha<br />

çekilmemesine sebep olur. Günümüzde ise<br />

fantastik filmlerin unutulmaz yönetmeni Onur<br />

Ünlü yönetmen koltuğuna oturdu. Biz onu hep<br />

kendi yazdığı senaryolarla, bilindik sinema<br />

anlatımına isyan eden filmlerinde gördük.<br />

Burada ise senaryoyu Pınar Bulut ile Kerem<br />

Deren yazmış. Öncelikle şunu söylemek lazım,<br />

yine de Onur Ünlü’nün etkisi filmde hissediliyor<br />

ama bu bütün hikayeyi kurtarmaya yetiyor<br />

mu bilemedim. Cingöz Recai’yi canlandıran<br />

Kenan İmirzalıoğlu iyi bir seçim. Çünkü onun<br />

da kendine has bir sempatisi var. Bu anlamda<br />

Ayhan Işık’ın Recaisi’nin devamı olan bir karakter<br />

yaratıldığını söyleyebilirim. Zaten Son Osmanlı<br />

Yandım Ali’de de benzer bir kimlikteki karakteri<br />

başarılı bir şekilde canlandırmıştı İmirzalıoğlu.<br />

Cingöz Recai’nin hem rakibi hem dostu komiser<br />

Mehmet Rıza ise bu sefer Haluk Bilginer’in tecrübeli<br />

ellerinde. Filmin bütününü çok beğenmesem<br />

de tek tek karakterlere baktığımda perdede<br />

görmekten zevk aldığım isimlerin toplandığını<br />

söylemeliyim. Yardımcı rollerde Meryem Uzerli,<br />

Algı Eke, Behzat Ç.’nin komiseri Fatih Artman,<br />

Serkan Keskin yer alıyor. Filmin konusuna gelince<br />

iyiliksever hırsız Cingöz Recai yıllar sonra yeni<br />

bir soygun için ekibiyle sahalara döner. Ama


CAi<br />

bu soygunu kendi ekibiyle yapmayacaktır.<br />

Karanlık bir çeteye dahil olur ve bir teknoloji<br />

dehasının evini soymak için kılıktan kılığa,<br />

oyundan oyuna geçerek, kimsenin bilmediği<br />

gerçek hedefine yaklaşmaya başlar. Yıllardır<br />

aradığı, kişisel kin güttüğü Hayalet, artık ona<br />

nefesi kadar yakındır. Tabii ki belası Baş<br />

Komiser Mehmet Rıza da peşinde. Cingöz<br />

Recai herkesin başına bin çorap örerken,<br />

güzel Göze Recai’nin beklemediği bir etki<br />

yaratır. Recai hem asıl kızı hem de haydutları<br />

yakalamanın peşine düşecektir. Filmin Rusya<br />

gibi Türkiye dışındaki çekimleri, başarılı otomobil<br />

kovalama sahneleri ve günümüzün makyaj<br />

teknikleriyle seyredilir olduğunu hatırlatalım.<br />

Cingöz Recai’nin Peyami Safa’nın Arsen Lüpen<br />

uyarlamasından daha çok Ocean’s 12, Kingsman:<br />

The Secret Service ve James Bond<br />

arasında gidip geldiğini düşünüyorum. Onur<br />

Ünlü bu filmde serinin önceki filmlerine de selam<br />

çakmayı unutmamış. Mesela 1969 yılındaki<br />

filmde Ayhan Işık’ın monoloğu “Unutma benim<br />

hücum edilmez bir vücud içinde ölmez bir ruhum<br />

var” sözlerini bu sefer Kenan İmirzalıoğlu’ndan<br />

duyuyoruz. Kalitesiz komediler içinde boğulan<br />

sinemamızda Cingöz Recai bir nefes almamızı<br />

sağlayacak kadar eğlenceli bir yapım. Hem<br />

aksiyon, hem komedi hem de az da olsa nostalji<br />

adına seyredilmeli bu film.


ANASIZ BA<br />

SAVAŞLAR HIÇ OL<br />

Bu ay vizyona<br />

giren Ayla<br />

filminin<br />

yönetmeni Can<br />

Ulkay, kadın<br />

oyuncusu Sinem<br />

Öztürk filmin<br />

heyecan verici<br />

çekim aşamasını<br />

ve sıradışı<br />

tecrübelerini<br />

anlattılar...<br />

CAN ULKAY


MASIN, ÇOCUKLAR<br />

BASIZ BÜYÜMESIN<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Sinemamızda çok az dönem filmi ve gerçek hayat<br />

hikayesinden uyarlanmış yapım var. İşte bu problemi<br />

çözen, sinemamızın ulusal yapısını ortaya koyan çok<br />

önemli bir filmle karşı karşıyayız. Kore gazisi Süleyman<br />

çavuşun gerçek hayat hikayesi karşımızda.<br />

Savaşın acı şartları içinde bir Türk askerinin yetim<br />

Koreli bir kızı sahiplenmesi ve aralarındaki baba kız<br />

ilişkisi filmi seyreden herkesin gözünü yaşartıyor.<br />

Böyle önemli bir yapımı filmin yönetmeni Can Ulukay<br />

ve oyuncu Sinema Öztürk’e sorduk, konuştuk...<br />

Bu projeyi sinemalaştırmanızın sebebi nedir?<br />

Can Ulkay: Biliyorsunuz, Ayla filmi gerçek bir hikayeden<br />

yola çıkılarak yapıldı. Bazı hayatlar vardır<br />

yaşanmış, haber yapılmış. “Roman gibi, film gibi”<br />

deriz ya hep... Ayla da böyle bir hikaye. Belgeseli<br />

2010 senesinde yayınlandıktan sonra çok olumlu<br />

ve sıcak tepkiler almış, insanların bu hikayeye<br />

olan ilgisi hiç azalmamış. İşte bizim bu projeyi<br />

sinemalaştırmamızın birinci sebebi budur. Hikayesi<br />

dışında başka vizyonlar da üsleniyor Ayla filmi... Her<br />

şeyden önce hiç olmamasını istediğimiz savaşların<br />

olumsuz etkilerini de gözler önüne seriyor. Biliyorsunuz<br />

tarih boyunca savaştan en çok etkilenen<br />

hep çocuklar olmuş. Çocuklar; annesiz, babasız,<br />

ailesiz, toplumsuz, dilini konuşamadan, eğitimsiz<br />

ve sağlıksız yaşamak zorunda bırakılmışlar yıllar<br />

boyu. Ayla da onlardan biri... Aynı bugün bütün<br />

dünyada ve hemen yanı başımızda hatta içimizde<br />

beraber yaşamak zorunda bırakıldığımız savaş<br />

mağduru çocuklar gibi... Dolayısıyla bu projeyi<br />

sinemalaştırırken ana fikrimiz hep şuydu “Savaşlar<br />

hiç olmasın, çocuklar anne-babasız ve sevgisiz<br />

kalmasınlar, böyle büyümesinler...”<br />

Senaryoyu okuduğunuzda ne hissettiniz? Bu<br />

projenin içinde olmaya nasıl karar verdiniz?<br />

Sinem Öztürk: Senaryoyu okumadan önce belgeselini<br />

seyrettim ve çok etkilendim.. Şimdi bile<br />

izlerken kalbim sıkışıyor.. Gerçek hikaye olmasının<br />

yanı sıra özlediğimiz ve hayatta en çok ihtiyaç<br />

duyduğumuz duygulara sürüklüyor insanı. Sevgi<br />

SİNEM<br />

ÖZTÜRK


ve vicdan… Bir askerin, küçük bir kızı ölümün<br />

orta yerinden kurtarması, şefkatiyle onu sarıp,<br />

sevgisiyle yaşatması... Bir buçuk yıl boyunca<br />

savaşın göbeğinde, aralarında öyle bir sevgi<br />

doğuyor ki kanunlar, uzaklıklar ve yıllar onları<br />

ayırsa bile ne Süleyman asker küçük kızı,<br />

Ayla’sını unutabiliyor ne de Ayla babasını,<br />

kahramanını… 60 yıl sonra kavuşuyorlar ama<br />

sanki hiç ayrılmamış gibi sarılıyorlar. Senaryo<br />

çok yalın ve etkili. Filmdeki diğer birçok karakter<br />

de gerçek ve Süleyman Amca’nın anılarından hikayeye,<br />

senaryoya uyarlanmış. Ben Ayla’da belgesel<br />

hazırlığında bir gazeteciyi canlandırıyorum.<br />

Her şeyden önce bir kız çocuğu olarak Süleyman<br />

Amca’ya duyduğum saygı ve sevgiyi anlatmam<br />

mümkün değil. O yüzden filmdeki karakterim de<br />

benim için çok anlamlı ve duyarlı çünkü iki büyük<br />

kahramanın buluşmasına tanık oluyorum.<br />

Daha önceki filminiz Sarıkamış Çocukları<br />

ile Ayla filminin benzerlikleri var? Filmin<br />

kahramanları çocuklar ve dönem filmleri. Bu<br />

bir rastlantı mı yoksa doğal olarak ilginiz bu<br />

konulara mı yoğunlaşıyor?<br />

Can Ulkay: Sarıkamış Çocukları, tam anlamıyla<br />

bana ait bir film değil. Sevgili Mutlu Karadoğan<br />

bu filmi çekti, daha sonra senaryoya, hikayeye<br />

dinamizm katmak adına başka sahneler ilave<br />

edildi. Ben de hemen Ayla öncesi bu projede<br />

ortak yönetmen olarak görev aldım. Evet, şans<br />

eseri her iki proje de kahramanlık, çocuk ve<br />

dönem filmleri anlamında benzerlik gösteriyorlar.<br />

Gerçekten büyük ama güzel bir rastlantı diyebiliriz.<br />

Sinema evrenseldir, konular, hikayeler de<br />

evrenseldir. Tabi ki yönetmen olarak bir tarzınız,<br />

bir duruşunuz olacaktır. Ben sinema okumuş<br />

bir yönetmen olarak her türlü konu, hikaye<br />

ve senaryoya açık biriyim ve öyle olacağım.<br />

Dolayısıyla ilgim her konuya olacaktır. Değişik hikayeleri,<br />

farklı konuları sinemaya aktarıyor olmak<br />

benim en büyük vizyonum olacaktır. Çünkü her<br />

hikaye farklı bir matematik problemi gibidir. Onu<br />

çözmek /farklı çözmek/farklı yollardan zekice ve<br />

şaşırtarak sonuca ulaşmak benim tarzımı ya da<br />

stilimi belli edecektir...<br />

Filmdeki hikayenin gerçek kahramanı Süleyman<br />

Astsubay yaşıyor ve filminizi seyredecek<br />

olması size ne hissettiriyor?<br />

Can Ulkay: Süleyman amca ile filmin hazırlık<br />

aşamasından beri beraberiz. İlk anlattığı hikayesi<br />

belgesellere konu olunca ve çekilince seyretmeye<br />

başladık kendisini. Peşinden Ayla filminin<br />

hazırlıkları başladı, onun çektiği fotoğrafları ve<br />

anlattığı her küçük hikayeyi senaristimiz Yiğit<br />

Güralp ile dinledik ve senaryolaştırdık. Bugün<br />

filmimiz hazır. Şimdi daha çok heyecanlıyız ne<br />

kadar doğru ve ne kadar iyi yapabildiğimizi Süleyman<br />

Amcamıza göstermek için. Benim için en<br />

özel seyirci ve en ciddi jüri kendisi olacak galada...<br />

Yanlız Süleyman Amca değil.., Koreli Ayla<br />

Kim Eun-Ja da yanımızda olacak ve hikayenin<br />

gerçek iki kahramanıyla beraber Ayla filmimizi<br />

seyredeceğim. Bu, başta beni olmak üzere tüm<br />

ekibimizi çok heyecanlandıracak.<br />

Rolünüze hazırlanırken ne gibi aşamalardan<br />

geçtiniz? Bu filme özel bir çalışma oldu mu?<br />

Sinem Öztürk: Hikayenin gerçek olması karakterle<br />

daha kolay empati kurmamı sağlıyor.<br />

Günümüzün başarılı araştırmacı kadınlarından<br />

birini canlandırıyorum. Özge ,bir gazeteci olarak,<br />

60 yıldır gözü yaşlı kızını arayan bir baba kızın<br />

kavuşmasına vesile oluyor. Azimli, doğru kararlar<br />

alabilen güçlü bir kadın..<br />

Türk sinemasının tarihine uzak durduğu bu<br />

tür filmlerin çok az çekilmesinden belli. Bu<br />

konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunun


sebepleri sizce nelerdir? Bu sebeplerden sizi de<br />

etkileyen hangileridir?<br />

Can Ulkay: Evet, Türk sineması olarak kendi tarihimize<br />

hep uzak durmuşuz. Oysa binlerce farklı<br />

hikayemiz var, birbirinden değerli ve özel. Bu hikayeler<br />

sadece ulusal da değil, uluslararası anlatabilecek<br />

hikayeler. Oysa günümüzde bu hikayeleri<br />

sinemaya aktarabilecek her türlü görsel ve yazılı<br />

belgeye ulaşmak çok kolay. Dolayısıyla bu hikayeleri<br />

sağlam bir senaryo haline getirebilmekte sorun<br />

yok. Bu tarz tarihi hikayelerin çekilmeme sebepleri<br />

çok basit. Gerçek anlamda uluslararası sinema<br />

yapabilmek için sinema endüstrimizi bu standartlara<br />

alıştırmamız lazım. Ayla böyle de bir misyon<br />

yüklendi bizimle beraber. Tarihi filmleri iyi uyarlayabilmek<br />

için zaman, mekan, dekor, kostüm, tasarım<br />

ve uygulama kalemlerini tek tek, ayrıntılarıyla ele<br />

almak lazım. İşin teknik ve anlatım kısmı tamamen<br />

yönetmenin inisiyatif, bilgi, tecrübe ve kalitesiyle<br />

çözülebilir. Yapım aşaması bu tür filmlerde büyük<br />

ve önemli maliyet sebebi olduğu için yapımcıların<br />

yaklaşımı da biraz mesafeli oluyor. Sektör de doğal<br />

olarak komedi ve romantik komedi konularına<br />

kayıyor, riske girmek istemiyorlar.<br />

Kariyerinizde komedi filmi de var. Bir oyuncu<br />

için komedi filminde oynarken ki konsantrasyonuyla<br />

böyle gerçek bir hikayeden yola<br />

çıkılıp çekilen dönem filmindeki konsantrasyonu<br />

herhalde aynı değildir? Bu farklılık<br />

size nasıl yansıyor? Bu anlamda oluşan<br />

dezavantajları nasıl engelliyorsunuz?<br />

Sinem Öztürk: Komedi filminde<br />

canlandırdığım karakter deli dolu, çılgın, biraz<br />

da saf bir kadındı. Genel hatlarını çizerken<br />

yönetmen beni özgür bıraktı, hatta zaman<br />

zaman anlık aksiyonlarla sahneleri birlikte<br />

değiştirdik. Tamamen kurgu olan rollerdeki<br />

özgürlük hissi, gerçek hikayede yerini biraz<br />

daha sorumluluğa bırakıyor. Yaşanmış bir<br />

hikaye, bunu bilmek bile çok etkili, çok önemli<br />

bir oyuncu için. İkisinin de keyfi bambaşka.<br />

Ben bir dezavantajını yaşamadım.<br />

Birçok yönetmen iş yapan film olarak komedi<br />

ve korku sinemasına dalmış durumda,<br />

siz bu türlere nasıl yaklaşıyorsunuz?<br />

Bir yönetmeni filmin gişe yapması güdüleyen<br />

bir etken midir?<br />

Can Ulkay: Sayı ve oranları tam olarak<br />

bilemiyorum ama komedi ve korku filmlerinin<br />

oranı diğer filmlere göre çok yüksek<br />

olduğundan yönetmenlerin de bu filmlere<br />

dalmış olması gayet normal. Bütün<br />

dünyada ve özellikle ülkemizde filmin iyi<br />

olması gişedeki rakamla doğru orantılı gidiyor.<br />

Başlarken “Gişesi bol olsun”, bitirince<br />

“Gişesi bol olsun” dilekleri olan bir sektörde<br />

ne yapabilirsiniz ki? Düşünebiliyor musunuz,<br />

tek ve en büyük dilek bu... Gişe yapan filmlerin<br />

büyük çoğunluğu başrol oyuncularının<br />

performansından dolayı olduğu için çoğunluk/<br />

seyirci yönetmenlerin adını bilmiyor zaten.<br />

Gişe yapıp, yönetmenin isminin anıldığı o<br />

kadar az iş var ki ülkemizde...<br />

Sinema güzel kadını sever ama güzellik de<br />

geçicidir? Bu anlamda oyuncularımız nasıl<br />

bir yapılanma içinde olmalı. Nelere dikkat<br />

etmeli ve nasıl bir kariyer planlaması<br />

yapmalı?<br />

Sinem Öztürk: Kariyerin başında güzellik<br />

çok büyük bir avantaj ama hangi güzelliğe<br />

bakarsanız bakın, eğer sabitse bir süre<br />

sonra sıkılırsınız. Ben de sadece güzelliğine<br />

güvenip en yakışan makyajı, saçı oturtup,<br />

belli karakterleri giyerek sürekli güzel kadın<br />

oynayan oyunculara ne yazık ki çok fazla


hayran olamıyorum. Jönlerimiz için de geçerli.<br />

Bir süre sonra onların güzellikleri benim için<br />

normalleşiyor. Ben enerjisi yüksek, karakteri<br />

dolu dizgin canlandıran ve proje bazında rolün<br />

gerektirdiği şekilde çirkinleşmekten korkmadan<br />

kendini değiştiren ve risk alan oyunculara, kadın<br />

olsun erkek olsun sonsuz saygı duyuyorum.<br />

Güzellik bir hediyedir ama aynı zamanda insan<br />

hayatında büyük bir sınavdır da. Yetmemeli…<br />

Güzelliğe güzellik katan da, negatifleştirip<br />

çirkinleştiren de…<br />

Bir ayağı yurt dışında olan Ayla filmini çektiniz.<br />

Bu filmdeki olanaklar diğer yapımlarda<br />

genel olarak sağlanabiliyor mu? Endüstrinin<br />

sizin yani yönetmenlerin yolunu<br />

açtığını düşünüyor musunuz? Yoksa yıllar<br />

geçse de aynı eksiklikler devam ediyor mu?<br />

(Yapımcının sinemaya bakışı, bütçelerin<br />

azlığı, dizi çekimlerinde olan oyuncuların<br />

sadece diziler tatildeyken sinema filmlerinde<br />

oynaması, gibi…)<br />

Can Ulkay: Ayla filmimiz uluslararası bir film.<br />

Evrensel bir konusu var. Din, dil, ırk ayrımı<br />

yapmaksızın sevgi ve vicdanın her şeyin<br />

üzerinde olduğunu anlatan bir film. Filmin çekimleri<br />

Türkiye ve Güney Kore de gerçekleşti.<br />

Yanlış bilgilendirmemek adına söylüyorum<br />

Ayla filmimiz tamamen Türk yapımıdır. Bazı<br />

yerlerde bahsedildiği gibi Türk – Güney Kore<br />

ortak yapımı değildir. Yurtdışı ayağı tamamen<br />

çekim ve prodüksiyon amaçlıdır. Ayla<br />

filmi, bir sinema filminin doğru yapılabilmesi<br />

için bütün standartların doğru sağlandığı<br />

bir yapımdır. Endüstrimizin, doğru sinema<br />

standartları sağlandığında ne kadar iyi işler<br />

çıkarabileceğinin kanıtıdır Ayla... Biz, Ayla<br />

filmimizle yepyeni bir sayfa, yepyeni bir sinema<br />

anlayışını sektörümüze soktuğumuza<br />

inanıyoruz. Ayla filminde bana sağlanan olanaklar<br />

diğer yapımlarda da yönetmenlere<br />

sağlanmalı. Parantez içine açtığınız konular<br />

çok doğru ve önemli. Yapımcının sinemaya<br />

bakış açısı sadece gişeye endeksli olmamalı<br />

sinemayı sevmeli, filme ve yönetmenine<br />

inanmalı. Bütçe azlığı ya da çokluğu göreceli<br />

bir konu. Filmin hikayesine, senaryosuna<br />

ve yönetmenin anlatımına göre bir bütçe ile<br />

yola çıkılmalı yani kaba deyimle ayaklar yorgana<br />

göre uzatılmalı. Az değil yetersiz bütçel-


erle büyük yolculuklara çıkılması bugün<br />

sinemamız için büyük hayal kırıklıkları<br />

yaşamamıza neden oluyor. Dizi sektörü şu<br />

anda film piyasamız için çok büyük önem<br />

arz ediyor. Sadece oyuncularımız değil, ekip<br />

ve ekipmanın önemli bir bölümü “sezon”<br />

dediğimiz bahar ve kış aylarında çalışıyor<br />

oluyorlar. Bu da sinema sektörünü daha çok<br />

yaz aylarında çalışmaya sevk ediyor. Ayla,<br />

bu bakımdan da özel film. Tam dizi sezonu<br />

diye tabir ettiğimiz kasım-nisan aylarında<br />

gerçekleştirilebilmiş bir proje.<br />

Sonuç olarak; doğru hikaye, doğru senaryo,<br />

akıllı ve yeterli para harcama, doğru yapım<br />

ve yönetim birlikteliği bize iyi bir sinema<br />

yapma şansı tanıdı. Bu, doğru sinema<br />

yapmanın standardıdır. Endüstri olarak bu<br />

standardı yakalamak zorundayız.<br />

1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına<br />

kadar feminizmin sinemamızda etkisini<br />

hissedebilirdik. Bunun faturasını ödeyen<br />

kadın oyuncularımız vardı. Müjde Ar, Nur<br />

Sürer gibi. 2000 sonrası sinemamızda<br />

bu anlamda geriye bir adım atıldığını<br />

düşünüyor musunuz? Biraz yorumlar<br />

mısınız?<br />

Sinem Öztürk: Feminist teorilerin başlıca<br />

itirazı kadınların filmlerdeki edilgenliği, onlara<br />

verilen roller olmuştur ki bence bu hala<br />

devam etmekte. Kadın her zaman zayıf,<br />

tek başına ayakta duramayan, bir erkekten<br />

kurtulmasının ancak başka bir erkekle<br />

mümkün olduğu, cinselliğini sadece aile<br />

kurumunun içinde yaşayabilen, bunun<br />

dışına çıktığında ise ancak namussuz,<br />

ahlaksız, kötü olabilen karakterler olarak<br />

oluşturulmuştu. Günümüzde cinsellik olarak<br />

daha özgür ve statü olarak daha yüksek<br />

kadın karakterler izliyoruz sinemada.<br />

Ama önce toplumun genel şiddet ve ahlak<br />

yapısını, kadına bakış açısını ve vicdanını<br />

yoklamak gerekiyor. Sadece şiddet gören<br />

kadınları ve onları kötü adamlardan kurtaran<br />

kahramanları izlemeyelim, izletmeyelim.<br />

Dokunduğu yere çiçek açtıran, gerek siyaset<br />

gerek sanatta da öncülüğümüzü yapabilecek<br />

kadın kahramanlara şans versinler. Güçlü<br />

olması için erkeksi ya da bir erkeğe bağımlı<br />

olması gerekmiyor bir kadının.


BLADE RUNNER<br />

“AN”IN BİLİNCİ<br />

VAR OLMAK<br />

Uzun zamandır merakla<br />

beklenen Blade Runner’ın 35<br />

yıl aradan sonra gelen devam<br />

filmi özellikle geçtiğimiz sene<br />

Arrival (Geliş) ile büyük yankı<br />

uyandıran yönetmen Denis<br />

Villeneuve’in son filmi<br />

EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

n Uzun zamandır<br />

merakla beklenen<br />

Blade Runner’ın 35 yıl<br />

aradan sonra gelen<br />

devam filmi özellikle<br />

geçtiğimiz sene Arrival<br />

(Geliş) ile büyük yankı<br />

uyandıran yönetmen Denis Villeneuve’in<br />

son filmi. Şu sıra vizyonda olan film<br />

sansür tartışmalarını da beraberinde<br />

getirdi. Yeni film öncesi, varoluşçu<br />

altyapısı, görsel efektleri ve zamanının<br />

çok ötesinde bir anlatımla Ridley Scott<br />

başyapıtı Blade Runner’ı bir hatırlayalım.<br />

Philip K. Dick’in “Android’ler Elektrikli<br />

Koyun Düşler mi?” adlı öyküsünden<br />

uyarlanan 1982 yapımı Blade Runner alt<br />

yapı olarak tür içerisinde farkını ortaya<br />

koyan ve her geçen sene daha da<br />

değerlenen bir film. Öyle ki filmin değeri


ilk zamanlarda bile o kadar anlaşılamamış<br />

yıllar içerisinde film hak ettiği değeri<br />

bulmuştu. 1979 yılında bilim kurgu/korku<br />

türünde bir çığır açan yönetmen Ridley<br />

Scott, fazla aralık vermeden yine bir bilim<br />

kurgu başyapıtı ile seyircilerin karşısına<br />

çıktı. 2019’un Los Angeles’ında geçen<br />

filmde Tyrell adlı şirket insan hizmeti için<br />

Replikant adını verdikleri insana çok benzeyen<br />

androidler yaratırlar. Bu androidler<br />

Nexus 6 denilen aşamaya geldiğinde<br />

ise Replikantlar insanlardan daha çevik,<br />

daha zeki ve hızlı bir konumaydılar. Bir<br />

kolonide Replikant’lar tarafından çıkan<br />

bir isyan sonrasında bu androidler<br />

dünyada yasa dışı olarak ilan edildiler.<br />

Blade Runner denilen keskin nişancılar<br />

ise bu Replikant’ların peşinden gidip<br />

onları avlamakla görevlendirildiler. Buna<br />

infaz yerine “emekliye ayırma” dediler.<br />

Film kaçak 6 Replikant’ın peşinden giden<br />

Blade Runner, Deckard’ın (Harrison Ford)<br />

hikayesine odaklanıyordu.<br />

Film kara film (Film Noir) atmosferine<br />

sahip bir bilim kurgu filmiydi. Ünlü<br />

düşünür Jean Paul Sartre’nin “varoluş,<br />

özden önce gelir” önermesi filmin çatısını<br />

oluşturuyordu. Düz bir anlatıma sahip<br />

filmin bu durgunluğunun altında huzursuz<br />

bir ortam vardır. Mutsuzluk, umutsuzlukla<br />

beraber gelecekte sözde “otorite”<br />

adı altında bir kaos hüküm sürüyordu.<br />

Pek çok filmde izlediğimiz gelecek tasvirini<br />

yansıttığını düşündüğünüz ilk<br />

dakikalarda film aslında neon ışıklar<br />

altında nasıl bir krallığın ve karamsarlığın<br />

olduğunu açık bir şekilde yansıtıyordu.<br />

Replikant’ların sorguladığı varoluş,<br />

var olmaya devam etme isteği, yaşam<br />

içerisinde bir yerleri olduğunu bilmek,<br />

yaratıcı sorgulaması filmin can alıcı<br />

noktalarıydı. Tüm o karanlık atmosfer<br />

içerisinde en basitinden Replikant olan<br />

Roy karakterinin elinde tuttuğu güvercin<br />

bile çok şey ifade eder. Bu yalnızca<br />

Replikant’ların yaratılışını sorgulaması<br />

değil, bir insan olduğunu bildiğimiz


(ya da bilmediğimiz, bunun hakkında<br />

tartışmalar yıllardır sürüyor) Deckard’ın<br />

da kendi yaşamını sorgulamasıdır.<br />

Otorite, İrade ve Farkındalık<br />

Temelde Replikant’ların isyanına<br />

baktığınızda sadece köle olarak<br />

yaratılmış olmanın verdiği bir ezilmişlik<br />

hali, hele ki insandan, yaratıcısından<br />

özellikleri itibarı ile çok daha üstün bir<br />

varlık olmasına rağmen onları sorgulamaya<br />

iten en önemli unsur. Nihayetinde<br />

bu gibi sorgulamalar yapmaları<br />

için üretilmemişlerdi. Keskin bir otorite<br />

kılıcı altında “sadece hizmet et”<br />

mottosu ile köle olarak yaratılan bu<br />

Replikant’ların düşünebilme, muhakeme<br />

yeteneği varken sorgusuz<br />

itaat etmeleri de düşünülemez. Tıpkı<br />

tarihte ilk fırsatta ortaya çıkan köle<br />

ayaklanmaları gibi, Replikant’larda bunu<br />

değerlendireceklerdi. Üstelik değindiğim<br />

gibi tarih boyunca yaşanan isyanlardaki<br />

kölelerden çok daha üstün özellikleri<br />

varken, bu kaçınılmazdır.<br />

Blade Runner denilen keskin nişancıları<br />

bile sürekli sorgulayan, adım adım takip<br />

eden sert bir otoritenin özgürlük ve irade<br />

karşısında durduğu gün gibi bellidir. Bu<br />

nedenle filmde açık bir şekilde verilmese<br />

de biz o sert otoritenin varlığını hissederiz.<br />

“An”ı Yaşayabilmek<br />

Bir Replikant olan Roy’un önce yaşamı<br />

sorgulaması ama sonradan yaşamdaki<br />

“an”ların değerini anlaması tam bir<br />

ders niteliğindedir. Kötü adam olarak<br />

gördüğümüz, imha edilmesi gereken bir<br />

pürüz olarak görülen Roy’un peşindeki<br />

Deckard’a tokat gibi cevabı vardır. Deckard<br />

onun hayalini bile kuramayacağı<br />

şeyler görmüş yaşamıştır. Bu bile Roy’un<br />

kısıtlı zamanında “an”ının ne denli önemli<br />

olduğunun farkına varmasının göstergesidir.<br />

İnsanoğlu özgür iradeli yaşamında<br />

ne denli bunun kıymetini bilmektedir?<br />

Ve Blade Runner 2049…<br />

Varoluşu sorgulayan ve betimlediği gelecek<br />

tasviri ile günümüzde hala pek çok<br />

okumaya açık olan Ridley Scott başyapıtı<br />

yıllar sonra gelen devam filmi ile gündemde.<br />

Harrison Ford’u yine Deckard<br />

rolünde izlediğimiz yeni film Blade Runner<br />

2049’da ayrıca yeni neslin gözde ve<br />

başarılı aktörlerinden Ryan Gosling de<br />

yer alıyor. İlk filmden 30 yıl sonra geçen<br />

hikayede polis memuru K’nın insanlığın<br />

sonunu getirebilecek bir sırrı öğrenmesi,<br />

bununla baş edebilmek için eski bir Replikant<br />

avcısı olan Deckard’ı araması ve<br />

akabinde gelişen olayları konu ediniyor.<br />

Gelen eleştirilerin oldukça iyi olduğu<br />

devam halkası, ilk filmin ulaştığı çıtaya<br />

erişebilir mi orası bilinmez ama yıllar<br />

sonra Denis Villeneuve gibi yetenekli bir<br />

yönetmenden efsane bir filmin devamını<br />

izlemek hiç şüphesiz keyifli olacaktır.


İLK ÖNCE SOYKIRIMI KABUL E<br />

Yönetmen İsmail Güneş Kervan<br />

1915 filminin sıkıntılı çekim<br />

ve hazırlık dönemini anlattı.<br />

Bu röportaj yapıldığında salon<br />

bulamamazlık yüzünden<br />

film gösterimden kalkmamıştı.<br />

Röportajı okuduğunuzda<br />

filmin en baştan beri ne kadar<br />

saldırı altında çekildiğini<br />

anlayacaksınız...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Bu ülkenin enetelektüelinin<br />

bir kısmının ne<br />

kadar kimliksiz olduğunu<br />

ağzımıza doladık. Hatta<br />

bazen bu yüzden tepki de gördük. Ama<br />

söylediğimiz herşeyin gerçekliği İsmail<br />

Güneş’in Kervan 1915 filmini çekerken ve<br />

vizyona soktuktan sonra yaşadıklarıyla<br />

kanıtlandı. Bu röportaj sinema<br />

salonlarının filme gizli sansür uygulaması,<br />

salon vermemesi veya sadece sabah<br />

seanslarını göstermeleri sebebiyle vizyondan<br />

kaldırılmadan önce yapıldı. Üstelik<br />

Güneş beklentilerin aksine, bizim de<br />

eleştirdiğimiz bir naiflikle çekmişti filmi.<br />

Buna bile dayanamadı insanlar. Daha<br />

filmin başlangıcında yönetmen öykünün<br />

derdini insanlara anlatmak isterken bir<br />

grup ilk önce tehcirin soykırım olduğunu<br />

kabul et sonra konuşalım diye yaklaşmış.<br />

Güneş söylemez ama bu şekilde<br />

yaklaşanların Ermeni diasporasından<br />

çok bizim entelektüel sınıf içinden<br />

çıktığına inanıyorum. Filmin yönetmeni<br />

tarafından vizyondan kaldırılması sebebiyle<br />

biraz gündemin dışında kalsa da bu<br />

röportajın önemli bir çalışma olduğunu<br />

düşünüyorum. İyi okumalar.<br />

Film gerçek bir hikayeden yola çıkılarak<br />

çekilmiş. Bu konuyla alakalı birçok hikaye<br />

var. Siz neden böyle bir konuyu seçtiniz?<br />

Ben yol filmlerini çok seviyorum.<br />

Neredeyse başından sonuna kadar yol<br />

hikayelerinin peşinde yürüdüm. Her<br />

insanın bir yolculuk için doğduğuna, bir<br />

karanlıktan başka bir karanlığa yolculuk<br />

yaptığına inanıyorum. Zaten insanların<br />

yıllardır yaşadıkları yerlerden göç ettirilmek<br />

zorunda kalmaları başlı başına<br />

bir hikayedir. Ben de sabit bir yerden bir<br />

hikaye anlatmak yerine yolda geçen bir<br />

hikayeyi anlatmayı uygun gördüm.<br />

Ermeni tehciri ben kendimi bildim bileli<br />

Türkiye’nin önüne ısıtılıp getirilen bir<br />

olaydır. Toplumsal huzurumuzu da etkiler.


T SONRA ANLATIRSIN<br />

İSMAİL<br />

GÜNEŞ


Böylesi bir olaya sinemanız neden tepkisiz<br />

kaldı?<br />

Sinemamız ilgisiz kaldı evet, doğdurur.<br />

Neredeyse hiç film yapılmadı bu konuyla ilgili.<br />

Beğenilen bir iki tane yapım var. Bu sanırım<br />

biraz seyirciyle alakalı bir şey. İnsanlar bu<br />

konuyla ilgili hiçbir şey bilmiyorlar, bilmeyince<br />

de ürküyorlar. Bunun bir karşılığı yok<br />

diye düşünüyorlar. Ticari bir getirisinin<br />

olmayacağını ve insanların izlemeyeceğini<br />

düşünüyorlar. İki bakış açısı var burda, milliyetçi<br />

bir bakış açısından bakarsınız ve dersiniz<br />

ki “Ermeniler pistir, kötüdür. Onlar bizi<br />

doğramıştır biz hiçbir şey yapmamışızdır bu<br />

konuyla ilgili”. Bir de tersine bir bakış açısı<br />

var, “Bu Türkler bizi kestiler, doğradılar, soyumuzu<br />

kuruttular” vardır. Bu ikisi de yanlış<br />

olur. Ama bu ikisini yaptığınızda toplumdan<br />

bir karşılık alırsınız. Ya çok milliyetçi bir film<br />

yaparsınız, milliyetçileri toplarsınız; veya<br />

tersi bir film yaparsınız, Türkiye dışında bir<br />

izleyici kitlesi toparsınız. Türkiye’de “Evet biz<br />

Türkler bütün Ermenileri kestik” gibi bir film<br />

yaparsanız karşılığının olacağını sanmıyorum.<br />

Biraz bu nedenle insanlar ilgi duymuyorlar.<br />

Ben böyle bir film yapacağım dediğimde, öyle<br />

bir fırsat doğdu ki; 5-6 starı birden oynatabilecek<br />

bir şansım vardı. Hani Amerikalıların<br />

kovboy filmleri vardır ya, o oynar, bu oynar.<br />

Bu işte tam olarak öyle bir hikayeydi. En<br />

azından 5 tane başrol, 5 tane akılca kalıcı<br />

karakter var. Daha da var da, 5 tane star alırım<br />

diye düşündüm. Ama 2’yi zar zor buldum.<br />

Konudan dolayı insanlar oynamak istemedi.<br />

Kabul edip vazgeçenler oldu. Menajerler<br />

olaya dahil oldu bir yerde. Öyle bir seviyeye<br />

geldi ki, bazı menajerler, diğer menajerlere bu<br />

filmde oyuncularını oynatmamayı tembihledi.<br />

Hamdolsun biz yine de filmin hikayesini anlatabilecek<br />

kadar oyuncu arkadaşla çalıştık.<br />

Bu ülkede maalesef, ünlü koymazsanız filme,<br />

seyirciyi bırakın gazeteci bile ilgilenmiyor<br />

sizinle. Haber yapılmıyor, haber değeri var<br />

gibi görülmüyor. Bu işin konusu, yapılması<br />

bile bir haberken maalesef toplumda bir<br />

karşılık bulamıyor.<br />

En başından çok zor başladınız yani.<br />

Tabii ki, çok zor başladım. 5 senedir bu projede<br />

kitlendim kaldım yani. 2 senedir bize<br />

uygun şartları bulamıyorum. Kimse ne<br />

yaptığımı bilmiyor zaten. Senaryoyu okuyanlar<br />

da anlamamış demek ki. Bizim setimizin<br />

yüzde 70’i seti bırakıp gitti. İdeolojik<br />

sebeplerden dolayı. Hatta başkaları dedi ki<br />

“arkadaşlar siz bu senaryoyu okumadınız<br />

mı, adam senaryosunu çekiyor, başka bir<br />

şey çekmiyor”. Sonrasında bir şey demediler<br />

örgütlendiler gittiler. Ben de bir şey<br />

demedim yani.<br />

Bu konuyu seçerek ister istemez büyük bir<br />

sorumluluk aldınız. Bu konuyla alakalı daha<br />

önce çekilmiş büyük yapıtlar var. Sizin bunu<br />

çekmeniz, filmin, olayları bizim gözümüzden<br />

anlatacağına dair bir beklenti doğurdu. Bu<br />

baskı sizi ne kadar etkiledi? Seçtiğiniz tür<br />

neydi?<br />

Ben hiçbir zaman “Ben şöyle bir şey<br />

yapayım da hemen karşılık bulsun” gibi


ir hesap içinde olmadım. Bu hesap içinde<br />

olsaydım, tersini de yaparak yapabilirdim.<br />

Ama ben hiçbir filmimde kötü adam<br />

barındırmıyorum. Çünkü iyi adam - kötü adam<br />

bana uydurulmuş bir dayatma gibi geliyor.<br />

Çatışmanın illa iyilik ve kötülük açısından<br />

değerlendirilmesi doğru değil. Ben bu yüzden<br />

soruyorum mesela Cast Away (Yeni Hayat)<br />

filmindeki kötü adam nerede? Yok. Ama<br />

adam yine de çatışmayı çok güzel vermiş.<br />

Yetenekle ilgili bir şey. Çatışma illa iyilik ve<br />

kötülük üzerinden yürümez. Bu nedenle o<br />

beğenir, bu beğenmez. Tabii ki beğenilsin<br />

isterim. Çünkü bu benim görüşüm. Dış<br />

kaynaklara göre bir buçuk milyon Ermeni,<br />

bizim kaynaklarımıza göre de altı yüz bin<br />

Ermeni, altı yüz bin de Müslüman ölmüş bu<br />

coğrafyada. Önemli değil ki buradaki rakam,<br />

sadece altı yüz bin üzerinden yürürsek bile,<br />

altı yüz binin oturup sayılsa kaç gecede<br />

sayıldığını biliyor musunuz? Bir tane rakamı<br />

bir saniyede saydığınızı hesap edersek, 7<br />

gün 7 gece. Ama bir bakıyorsunuz ki sadece<br />

Ermeni ölmemiş. Yani bizim kaynaklarımıza<br />

göre, dış kaynaklar zaten kaç tane Müslüman<br />

öldüğüyle ilgilenmiyor. Ama savaşın<br />

sonuçlarına bakarsanız, bunlar tescilli.<br />

1914’te savaş başlamış, Anadolu’da askerlik<br />

vazifesi yapacak insanların yaşı 18’e, 16’ya<br />

düşmüş. Yani baktığınızda devletin bir kolluk<br />

gücü yok. Hepsi ya Çanakkale’de ya<br />

Sarıkamış’ta ya da orda burda. Bir şekilde<br />

kendi sınırlarını, kendi toğrağını korumaya<br />

çalışıyor. Sonuç ne peki? Dünya bu kaotik<br />

durum içinde. Savaşın sonucunda 10 buçuk<br />

milyon insan ölmüş. Bunun 3 buçuk milyonu<br />

Osmanlı vatandaşı. Yani Müslüman.<br />

Bu bir Müslüman - Hristiyan savaşı değil.<br />

Müslüman, Hristiyanla da savaşmış. Hristiyan,<br />

Hristiyanla da savaşmış, hatta Müslüman,<br />

Müslümanla da savaşmış. Bu kadar<br />

büyük bir kıyımın olduğu yerde. Herkesin bir<br />

şeyi tutup da “efendim burda şu olmuştur”<br />

diye laf etmesini doğru bulmuyorum ben.<br />

Siz biliyor musunuz ki Balkan coğrafyasını<br />

Müslümanlar terk ettiğinde kaç insan öldü. 3<br />

milyon. Balkan coğrafyasından göç eden insanlar,<br />

ordan çekilmek zorunda kalan Müslüman<br />

halk, Anadolu’ya göçerken 3 milyon kişi<br />

kaybetti. Kimse burayı görmüyor. Bu bir ortak<br />

acı. Birbirimizin açıklarını kapamayalım.<br />

Sen diyorsun 600 o diyor 500, ne yapalım<br />

bu rakamı kapatalım mı? Burayı kaşıyarak<br />

bir yere varılamayacağını düşünenlerdenim.<br />

O yüzden bizim filmimizin mottosu “İnsan<br />

sevgiden gelir.” Çünkü yaradılış gereği insan<br />

sevgiden gelir. DNA’sında sevgi bulunan<br />

insanların birbirine birinci vazifeleri sevgi<br />

aşılamaktır. Nefretle hiçbir yere varılamıyor.<br />

Bu nefreti kendi gönlümüzden atacağız.<br />

Bu nefreti gönlümüzden atmak için bu<br />

filmi yaptık. Tırnak içinde Ermeni diyerek<br />

dışlamayalım.<br />

Bu anlattığınız konu o dönemin tarihi<br />

olaylarıyla çok ilgili. Milliyetçilik kavramının<br />

şekillendiği halklar, bütün bunları anlatmadan<br />

bunu yansıtmak çok zor. Bunu nasıl<br />

yaptınız?


Ben bir yolculuk anlattım. Bugün de bir yolculuk<br />

anlatsanız, Giresun’dan Halep’e bir<br />

yolculuk anlatsanız, 100’e yakın kadın ve<br />

çocuğu 20 tane adam taşısa, siyasete ne<br />

kadar ilişirseniz ben de o kadar iliştim siyasete.<br />

Çünkü gerçeği bu. Bizim Katırcı Salim<br />

başta, ona bir ihale veriyorlar, bu insanları<br />

taşıyacaksın kaça taşırsın diyorlar. O da diyor<br />

ki daha önce hiç canlı taşımadım. Armut<br />

taşıdım, saman taşıdım ama insan taşımadım.<br />

Kendince bir fiyat veriyor. Sonrasında bu<br />

insanlara mal gözüyle bakıyor çünkü ücretini<br />

teslimde alacak. Ama zaman içerisinde<br />

bunların da kanlı canlı insan olduklarını<br />

görüyor. Zaman içerisinde alışıyor. En sonunda<br />

ise başarmış olmanın gururunu yaşıyor<br />

adam. Hatta daha sonrasında diyor ki keşke<br />

biraz daha alabilseydim. Kayıpsız geçiyor<br />

bu yolculuk. Diğer yolculuklarda telef olmuş<br />

insanlar görüyoruz. Kayıplar görüyoruz. Ama<br />

bizim adamımızın başarılı bir yolcuğu oluyor.<br />

Kendi yolunu çizmesi ve devletin dediklerine<br />

uymaması sebebiyle oluyor o da.<br />

Taraflı olmak yerine adil olmak daha iyi değil<br />

midir? Bu konuda düşünceleriniz nelerdir?<br />

Ben adil olduğumu düşünüyorum. Her zaman<br />

empati yoluyla gittim. Bu insanları ben taşıyor<br />

olsaydım ne yapardım diye kurdum hikayeyi.<br />

Bu filmi çekmek için bir sinemacı olmak<br />

kadar bir tarihçi de olmak lazım. Bunun yanı<br />

sıra bir toplum içinde yaşıyorsunuz. Entellektüel<br />

sınıfın Ermeni olayına yaklaşımı belli. Bir<br />

dönem çok özür dileme modası çıkmıştı. Hem<br />

bu toplumun içinde yaşayıp hem de kendi<br />

doğrularınızı dillendirdiğiniz bir dönemde<br />

nasıl geri dönüşler alıyorsunuz? Müslüman<br />

mahallesinde salyangoz satma işi tersten mi<br />

işliyor?<br />

Sanırım evet, tersten işliyor. Bu konuda<br />

dediğim gibi, bu filmin çekim zorlukları bu<br />

filme engel oldu. İnsanlar bitmesin diye çaba<br />

sarfettiler. Bakın bu filmin, soykırım olduğuna<br />

inananlar açısından şöyle bir handikapı var,<br />

tarafsızcılık. Diyorlar ki soykırım demiyorsan<br />

öbürünü deme. Ya soy kırdılar diyeceksin<br />

ya da yoksun. Şimdi yapı bu. Dolayısıyla bu<br />

film, bu konuda bir şey söylemiyor. Adını<br />

koymuyoruz. Soykırımcılar açısından bu<br />

filmin bir tehlikesi var. Bu anlamak üzerine<br />

bir film. Anlamak üzerine bir film, soykırım<br />

meselesini ortadan kaldırıyor. Film diyor<br />

ki önce bir anlayalım, diğerleri de diyor ki<br />

soykırımı kabul et sonra anlarız. Bunlarla<br />

anlaşmak mümkün değil. Oturalım masaya<br />

desek, diyecekler ki hayır önce kabul edin<br />

sonrasında oturalım. Diğer taraf da diyor ki<br />

hayır kardeşim, sen benim topraklarımda<br />

benim insanlarıma ihanet ettin, örgütlendin,<br />

silah çektin, çete kurdun. Dolayısıyla<br />

ben kendimi savundum diyor. Ben bunlarla<br />

ilgilenmiyorum. Ben yolculukla ilgileniyorum.<br />

Bu yolculuk nasıl gerçekleşti, gerçekten<br />

de “Yahu bu ırkı yok edelim” dediler<br />

de öyle mi yaptıları anlatıyorum. Olaya çok<br />

sert yaklaşmayanların bu filme ısınacağına<br />

inanıyorum. Bu filmin içinde asla olmak<br />

istemeyen Ermeni de oldu, çok yardımcı<br />

olan Ermeni de oldu. İki tane Ermenistan<br />

vatandaşı, bir tanesi 18’ini doldurmuş ancak<br />

diğeri küçük, babası getirip bu filmin


içine koydu ve bu barışın sağlanmasını arzu<br />

ettiğini dile getirdi. Bir takım önyargılarla<br />

bunun halledilemeyeceğini anlatmak için bu<br />

önemlidir.<br />

Böyle bir sorumlulukta filmin oyuncu kadrosu<br />

da çok önemli. Murat Han ve İpek<br />

Tuzcuoğlu’nun performansını nasıl buldunuz?<br />

Seçiminiz neden bu isimler oldu?<br />

Murat Han’a ben bunu sunduğumda, oynamak<br />

istedi. Bambaşka bir kılığa girdi bir anda.<br />

Yerel ağzı, icat edenler kadar iyi kullandı. İpek<br />

Tuzcuoğlu da aynı şekilde, istekliydi.<br />

Dönem filmi çekmek zor iş. Günümüzde<br />

birçok sinemacı bunu başaramıyor. Filmi<br />

seyrettim ve dönemin şartlarını oluşturması<br />

açısından benim seyrettiğim en başarılı Türk<br />

filmiydi Kervan 1925. Çok güzel bir prodüksiyon<br />

olmuş, şimdiye kadar neden başarılamadı<br />

sizce?<br />

Biz çok özen gösterdik. O dönemin<br />

fotoğraflarını bulduk. Genelde şöyle bir algı<br />

oluşuyor insanlarda, eski film deyince, her<br />

şey eski. Kostümler de eski olacak, binalar<br />

da eski olacak. Hayır. Binalardan eski olanları<br />

da var ama yeni olanları da var. Oturuyor<br />

insanlar, dekorları eskitiyorlar, kıyafetleri eskitiyorlar.<br />

Hayır. Bu insanlar yola çıkıyorlar.<br />

Yola çıkarken nasıl giyinilir, güzel giyinilir<br />

yani. Nasılsa yoldayız, yıpranacak demezsin<br />

ki. Bu adamlar da bilmiyorlar ki yolda<br />

başlarına ne gelecek. Yol boyunca kıyafetler<br />

eskiyor, yağmur oluyor çamur oluyor.<br />

Yırtılıyor vesaire. O süreci bütün aşamalarını<br />

iyi takip ettik. 3 ayrı kostümümüz oldu her<br />

oyuncu için. Evrelere ayırdık. Ama biz zaten<br />

filmi sırayla çektik, yolculuk sırasıyla çektik.<br />

3 ay çektik. Yolculuk da 3 ay sürdü. Yol<br />

boyu zaten o insanlar o kıyafetlerle yatıp<br />

kalktılar. Oyuncular otellerine o kıyafetlerle<br />

gidiyorlardı, sabah da hazır bir şekilde o<br />

kıyafetlerle geliyorlardı. Dolayısıyla zaten<br />

kendi içinde bir yıpranmışlığı vardı, ama<br />

yetmedi, 3. dönemde hem kimyasal hem de<br />

fiziksel olarak kıyafetleri yıprattık. Dekorlar<br />

konusunda da cidden çok çaba sarf ettik.<br />

Dönem fotoğraflarını bulduk ve o yapıların<br />

aynısını elde etmeye çalıştık. Onu iyi yapmaya<br />

çalıştık. Giresun daha büyük belki<br />

ama biz sadece bir meydana odaklandık ve<br />

o meydanı döneme uygun hale getirmeye<br />

çalıştık. Hiçbir şeyden kaçınmadık. Üstteki<br />

pencereyi 5 cm daha küçük yaptı diye<br />

söktürüp yeniden yaptırdığımı hatırlıyorum.<br />

Çünkü gerçekte öyle olmaz. Kim fark edecek<br />

duygusu bizim sinemamızın en büyük<br />

handikaplarından birisi. Biz buna özen<br />

gösterdik. Kim fark edecek diye düşünmedik.<br />

Filminizin Türkiye’deki gösterimi kadar<br />

yurtdışındaki gösterimleri de çok önemli.<br />

Yurtdışıyla alakalı bir planınız var mı?<br />

Örneğin Ermenistan’da da gösterilecek mi?<br />

Ermenistan’da da göstermek için çaba sarf<br />

ediyoruz. Eğer olursa biz oraya gidip filmimizin<br />

mesajını veririz. Mesajdan eminim.<br />

Şu anda Nürnberg’de dağıtım söz konusu.<br />

O konuyla alakalı da ön görüşmelerimiz<br />

sürüyor. Ancak Fransa, Almanya, bizim<br />

insanımızın yaşadığı coğrafyaya ulaştırmaya<br />

çalışacağız.


DENİZİN<br />

MÜLTECİLERİ<br />

Mülteci olma durumu zannımca ‘güncelliğini’<br />

hiç bir devirde yitirmeyecek bir insanlık hali.<br />

Terminolojide ‘mülteci sorunu’ olarak isimlendirmek<br />

kanımca hem ötekileştirme sularında<br />

rencide edici hem de bir o kadar etik dışı.<br />

DUYGU KOCABAYLIOĞLU<br />

n Mülteci olma durumu<br />

zannımca ‘güncelliğini’<br />

hiç bir devirde yitirmeyecek<br />

bir insanlık<br />

hali. Terminolojide<br />

‘mülteci sorunu’ olarak<br />

isimlendirmek kanımca<br />

hem ötekileştirme sularında rencide edici<br />

hem de bir o kadar etik dışı. Zira mülteci<br />

olma durumu bir sorunsa, bu sorunu<br />

yaratanlar şüphesiz ki mülteci olmaya<br />

zorlanan insanların bizatihi kendisi değil;<br />

onları yollara, denizlere dökenlerin yarattığı<br />

kaostur.<br />

Bu yıl 24. Adana Film Festivali’nde Türkiye<br />

prömiyerini yapan ve oyuncu Onur<br />

Saylak’ın ilk yönetmenlik ürünü olan ‘Daha’,<br />

Hakan Günday’ın aynı adlı romanının beyazperdeye<br />

serbest bir aktarımı. Önce kara<br />

sınırlarından Türkiye topraklarına, ardından<br />

deniz yoluyla Yunanistan karasularına<br />

geçmeye çalışıp,-oradan da artık Allah ne<br />

verdiyse!- belirsiz bir geleceğin peşinden<br />

sürüklenen yüzlerce, binlerce zorunlu göçmenin<br />

dramı/trajedisi gözlerimizin önünde<br />

yıllardır yaşanıyor. Günday imzalı Daha


omanı Suriyeli, Iraklı gibi<br />

belli bir ülke menşe-i vermeden,<br />

mülteciler dramını<br />

göç edenler değil de, onların<br />

çaresizliğini ve umutlarını<br />

dibine kadar sömüren insan<br />

kaçakçıları üzerinden, Ahad<br />

ve Gaza adlı bir baba-oğul<br />

üzerinden anlatan bir roman.<br />

Saylak’ın filmi ise romanın<br />

bu özünü alıp ergenlik<br />

çağındaki oğul Gaza’yı<br />

merkezine oturtarak hem<br />

sancılı bir büyüme hikayesi,<br />

hem de ‘daha iyi bir hayat’ için, özgürlük<br />

için denize açılan kapıları zorlayan yasa<br />

dışı göçmenlerin trajedisini etkileyici bir<br />

dille aktarıyor.<br />

Gaza’nın hikayesine bir çerçeve<br />

oluşturan ve denizi bir özgürlük bileti<br />

olarak gören göçmen trajedisinden<br />

yola çıkarak, neredeyse ucu bucağı<br />

olmayan göçmenlik/mültecilik filmlerine<br />

bir alt kategori açmak istedik. ‘Daha<br />

iyi bir hayat’ için kendisini denizin<br />

belirsizliğine ve acımasızlığına bırakan<br />

insan hikayelerinin filmlerine kısa kısa<br />

değindik:<br />

Cennet Batıda - Eden is West (2009)<br />

Yunan yönetmen Costa Gavras<br />

imzalı film, daha iyi bir yaşamı batıda<br />

bulacağına inanan, bir grup yasa dışı<br />

göçmenle yola çıkan Elias’ın hikayesine<br />

odaklanıyor. Fransa hayalleri kurarken,<br />

gece sahil güvenlik polisine<br />

yakalanan gemiden atlayan Elias, geri<br />

dönmektense buz gibi açık denizde<br />

‘özgürlüğüne’ yüzmeyi tercih ediyor...<br />

Mutlaka seyredilesi yapımlardan.<br />

Memleket - Terrefarma (2011)<br />

İstanbul Film Festivali’nde gösterilen<br />

ama vizyon yüzü göremeyen bu İtalyan<br />

filmi, Sicilya adasında balıkçılıkla geçinmeye<br />

çalışan geleneksel bir ailenin, adaya<br />

gelen siyahi yaşa dışı göçmenlerle<br />

‘imtihanını’ anlatıyor. İtalya açıklarından<br />

bol ödüllü olduğunu ekleyelim.


Hoşgeldiniz -<br />

Welcome (2009)<br />

Fransız yapımı film,<br />

Bilal isminde Iraklı<br />

bir gencin Fransa,<br />

Calais bölgesinden<br />

kaçak yollarla<br />

İngiltere’ye,<br />

Londra’ya gitme<br />

macerasını<br />

beyazperdeye<br />

taşıyor. Bilal kendisiyle<br />

aynı kaderi<br />

paylaşanlardan bir adım ötede, daha iyi<br />

bir yaşam biçiminin yanı sıra kız arkadaşı<br />

Mina için yollara düşen bir genç. Önce<br />

kaçakçılık tırlarında şansını deneyen Bilal<br />

yakalanınca, çareyi deniz yolunda bulur;<br />

fakat önce yüzmeyi iyi öğrenmesi gerekecektir...<br />

Yine ülkemizde festivaller dışında<br />

vizyon yüzü görmeyen ama bol ödüllü<br />

yapımlardan biri.<br />

Denizden Gelen (2010)<br />

Bu kadar çok<br />

trajedinin<br />

yaşandığı topraklardan<br />

konuya<br />

dair bu kadar az<br />

sanat ürününün<br />

çıkması ayrı bir<br />

yazı konusuyken,<br />

henüz Suriyeli<br />

göçmenler ülkenin<br />

belli başlı<br />

meselesi haline<br />

gelmemişken<br />

çekilen bir film<br />

Denizden Gelen.<br />

Dosyaya konu başlığı ettiğimiz Onur<br />

Saylak’ın bu sefer başrolde olduğu yapım,<br />

Ege Denizi’ni umut bileti olarak gören kaçak<br />

Afrikalıların Dalyan sahil kasabasındaki<br />

dramına odaklanıyordu. Nesli Çölgeçen’in<br />

rejisi eleştirilse de, zamanında Halil ve<br />

Jordan hikayesini dikkate alsaydık, belki<br />

de Aylan bebekler sahillerimize bu denli<br />

vurmazdı...


Bunlar da var :<br />

Amerika Meydanı - Plateia Amaerikis<br />

(2016)<br />

Avrupa’da yükselen<br />

ırkçı seslerinin Yunanistan,<br />

Atina<br />

merkezli küçük bir<br />

panaromasını çizen<br />

film, ağırlıklı olarak<br />

karada geçse de,<br />

finalde umuda yol<br />

alan kaçak göçmenler<br />

teknesiyle hafızalarda<br />

yer etti. Vizyon yüzü<br />

göremeyen, festival<br />

güzelliklerinden;<br />

yakaladığınız yerde<br />

mutlaka seyredin.<br />

Struma Belgeseli: 1941 yılında Romanya<br />

Yahudileri’ni Filistin’e taşımak için<br />

yola çıkan, fakat Filistin’e varamadan<br />

yolda 2 kere motoru arızalanınca mecburen<br />

İstanbul, Sarayburnu açıklarına<br />

demirleyen Struma gemisinin maalesef<br />

gerçek hikayesi. Dönemin Türkiye hükümeti<br />

tarafından sığınma talepleri reddedilen<br />

bir gemi dolusu insan, kaynaklara<br />

göre 800’e yakın kişi, haftalarca<br />

karada kabul görmeyi beklerken, gemi<br />

diplomatik ilişkiler gereği zorunlu olarak<br />

Karadeniz’e çekilir ve içindeki hemen<br />

herkese mezar olarak burada batar.<br />

Struma trajedesini senaryolşatırıp,<br />

doğrudan beyazperdeye taşıyan bir<br />

filme rastlamamakla beraber, film<br />

veritabanlarında birkaç belgesel yapımı<br />

görmek mümkün.<br />

Yüzme Öğreniyorum (2017) : Bu yazın<br />

mahsulü olan kısa metraj filmde, komedi<br />

filmlerinin yapımcısı olarak tanıdığımız<br />

Serpil Altın’ın imzası var. Suriye’den<br />

Türkiye’ye kaçıp Çeşme’den botla<br />

Yunanistan’a gitme hayali kuran karıkoca<br />

bir çiftin öyküsünü anlatan film,<br />

hayatta kalmak için yüzme öğrenen<br />

Ruksan’a odaklanıyor; tıpkı 17 yaşındaki<br />

Bilal gibi...


BURAK AK<br />

SEN


SAK’TAN YEPYENİ BİR FİLM<br />

KİMİNLE DANS EDİYORSUN<br />

Burak Aksak’ın yeni filmi “SEN KİMİNLE DANS EDİYORSUN”<br />

un son set günlerinde, setlerinin çoğunun geçtiği Maltepe’nin<br />

tatlı bir mahallesindeki basın toplantısına gittim geçenlerde.<br />

EZGİ TANIR<br />

n Leyla ile Mecnun, Bana<br />

Masal Anlatma ve Kara Bela<br />

adlı yapımlarla televizyon ve<br />

sinema dünyasının en sevilen<br />

isimlerinden biri haline gelen Burak Aksak’ın<br />

yeni filmi “SEN KİMİNLE DANS EDİYORSUN”<br />

un son set günlerinde, setlerinin çoğunun<br />

geçtiği Maltepe’nin tatlı bir mahallesindeki<br />

basın toplantısına gittim geçenlerde. Burak<br />

Aksak, Binnur Kaya, Uraz Kaygılaroğlu ve<br />

Demet Özdemir’in, ha bir de basının arasında<br />

durup söyleşiyi izleyen, aralarda da esprileriyle<br />

herkesi güldüren Okan Çabalar’ın<br />

katılımıyla kahkahaların eksik olmadığı,<br />

basının da, ekibin de enerjisini sürekli yükselten<br />

bir toplantı gerçekleşti.<br />

Şahsen ben bir Leyla ile Mecnun fanı olarak<br />

zaten Burak Aksak alışveriş listesi yazsa<br />

okur, kedi videoları çekse oturur zevkle<br />

izlerim. Aksak sadece bizim değil, bu sette<br />

de oyuncuların kalbini kazanmayı başarmış<br />

görünüyordu. Öyle ki tüm oyuncular toplantı<br />

boyunca öve öve bitiremedi yönetmenlerini.<br />

Binnur Kaya “kendisini germeyelim diye çok<br />

fazla söylemedik ama Burak’la çalışmak çok<br />

güzeldi” cümlesiyle yanağına bir öpücüğü<br />

kondururken, Uraz Kaygılaroğlu da diğer<br />

oyunculara “Burak Aksak’la çalışmak için<br />

kaşeleri yarıya hatta üçte bire indirin” diye<br />

mesajlar verdi. Burak Aksak da bunların üzerine<br />

Sen Kiminle Dans Ediyorsun filmi setinin<br />

en mutlu olduğu setlerden biri olduğunu,<br />

muhteşem dans performansları izlediklerini<br />

hatta senaryoyu yazarken oyuncular için<br />

oyunculukları çok iyi ama acaba dans edebilirler<br />

mi diye endişelendiğini fakat her şeyin<br />

çok güzel ve yolunda gittiğini belirtti. Hatta<br />

Aksak; “Ben sette gördüklerimden şunu<br />

söyleyebilirim. Çok iyi bir film yaptık. Bunu<br />

daha kurguya girmeden söylüyorum ama çok<br />

iyi bir iş oldu hatta buradan yeni dansçılar<br />

bile çıkacak gibi görünüyor“ diyerek bizleri<br />

iyice sabırsızlandırdı. Demet Özdemir de<br />

filmle alakalı olarak duygularını “Tam bana<br />

uygun olan ve daha önceden de hayal ettiğim<br />

bir film. Benim için inanılmaz bir deneyim<br />

oldu. Burak Aksak filminde olmak, Uraz ve<br />

Binnur’la oynamak çok güzeldi. Diziden<br />

sonra hiç tatil yapmadan başladığım için<br />

en başında 5 hafta çok uzun gelirken şimdi<br />

çekimler bittiği için çok üzülüyorum, inşallah<br />

devamı gelir” şeklinde dile getirdi.<br />

Son olarak filmin konusuna da bakacak<br />

olursak; ailesinin vefatından sonra sorunlar<br />

yaşayan Aysel (Demet Özdemir)<br />

ve psikiyatrist olmaya çalışan Selim’in<br />

(Uraz Kaygılaroğlu) , dans hocası olan emekli<br />

beden öğretmeni Şengül (Binnur Kaya)<br />

ile yollarının kesişmesiyle birbirlerinin<br />

hayatlarını nasıl değiştirdiklerini göreceğimiz,<br />

sevginin iyileştirici gücünü hissedeceğimiz<br />

aşk, dans ve komedi filmi izleyeceğiz.<br />

2018 yılının ilk aylarında izleyicisiyle<br />

buluşacak Sen Kiminle Dans Ediyorsun’u,<br />

merak ve heyecanla bekliyoruz. Filmi izlerken<br />

duvarlara dikkat ederseniz belki siz de“o<br />

gemi bir gün gelecek” yazısını görebilirsiniz.<br />

Bu duvar yazısı yoksa kalbimizi çok kırarsın<br />

Burak Aksak haberin olsun. İyi seyirler..


DİBE DOĞRU YOLCULUK<br />

XAVIER GENS<br />

6 Ekim’de gösterime giren korku<br />

filmi The Crucifixion’ın (Korku<br />

Kayıtları) yönetmeni Xavier Gens’in<br />

filmografisini gözden geçirdik<br />

MURAT KIZILCA<br />

n “Tanacu Şeytan<br />

Çıkarma Ayini”<br />

olarak bilinen olaylarda,<br />

Romanya’daki<br />

Rumen Ortodoks<br />

Kilisesi Manastırı’nda<br />

zihinsel hastalığı<br />

olan Irina Cornici,<br />

diğer dört rahibenin<br />

yardımıyla, rahip Daniel Petre Corogeanu<br />

tarafından şeytan çıkarma ayini sırasında<br />

öldürülmüştü. Dava, Rumen medyasında<br />

yaygın bir şekilde yer bulmuş ve uzun<br />

süren davanın ardından bir şizofreni<br />

hastasını öldürdüğü gerekçesiyle beşi de<br />

cinayetten ötürü suçlu bulunmuştu.<br />

Xavier Gens’in yönetmenliğini üstlendiği<br />

The Crucifixion (Korku Kayıtları), 6<br />

Ekim’de gösterime giriyor. Çekimleri<br />

Romanya’da gerçekleşen filmin senaryosu,<br />

Hayes kardeşler tarafından, 2005<br />

yılında yine Romanya’da gerçekleşen ve<br />

“Tanacu Şeytan Çıkarma Ayini” olarak<br />

bilinen gerçek bir olaydan esinlenerek<br />

kaleme alınmış. House of Wax (2005), The<br />

Reaping (2007) ve Whiteout (2009) gibi<br />

sıradan korku filmi senaryolarının altında<br />

imzaları bulunan Chad ve Carey Hayes<br />

kardeşlerin şansı, 2013 tarihli The Conjur-


ing ile bir anda tersine dönmüş, hemen<br />

akabinde The Conjuring 2’nun (2016) senaryo<br />

ekibinde de yer almışlardı. Hayes<br />

kardeşlerin The Conjuring’in çekimleri<br />

esnasında tesadüfen rastladıkları dava<br />

hemen dikkatlerini çekti çünkü buradan<br />

özünde bilim ile din arasındaki çatışmayı<br />

barındıran bir hikâye çıkarmak mümkündü.<br />

Hazırladıkları senaryo nihayet bu<br />

sene içerisinde hayata geçirildi ve ortaya<br />

Gens’in uzunca sayılabilecek bir aradan<br />

sonra yönettiği The Crucifixion çıktı.<br />

1975 Dunkirk doğumlu Xavier Gens,<br />

ilk uzun metrajlı filmi Frontier(s)’ı 2007<br />

yılında yönetti ve korku dünyasına hızlı<br />

bir giriş yapmayı başardı. Dünya prömiyerini<br />

Toronto Film Festivali’nin Midnight<br />

Madness bölümünde gerçekleştiren film,<br />

aşırı sağa mensup bir liderin başkanlık<br />

seçimlerini kazanmasıyla beraber<br />

Paris’te alevlenen isyanın tam ortasında<br />

başlar ve bir bankayı soyduktan sonra<br />

polisle acımasızca çatışıp kaçan bir<br />

grup Arap kökenli gencin peşine takılır.<br />

Hollanda’ya doğru kaçan grup, garip bir<br />

aile tarafından işletilen, sınıra yakın, köhne<br />

bir otelde konaklamaya karar verir ve<br />

aslında bir cehennemden kaçarken çok<br />

daha korkunç, akla hayale gelmeyecek<br />

bambaşka bir cehennemin kapısından<br />

içeri girer. Sonrasında başta The Texas<br />

Chainsaw Massacre (1974) olmak üzere<br />

birçok korku klasiğine göz kırpan ve<br />

umulmadık bir yöne doğru evrilen film,<br />

dehşet dolu birçok işkence ve ölüm sahnesi<br />

eşliğinde müthiş bir hayatta kalma<br />

mücadelesine dönüşür.<br />

Frontier(s), bir ilk film için her yönüyle<br />

fazlasıyla cesur sayılabilir ama aslında<br />

Gens’in daha ilk filminde böylesine<br />

aşırı şiddet ve kan içeren sahnelere yer<br />

vermesine çok da şaşırmamak gerekir.<br />

2000’li yıllarla beraber yükselişe geçen<br />

Fransız korku sineması, o dönemde<br />

Yeni Fransız Dehşet Sineması ya da Yeni<br />

Fransız Aşırılığı (New French Extremity)<br />

olarak isimlendirilen akımın etkisindedir.


Frontier(s) da bu akımın High Tension<br />

(2003), Them (2006), Inside (2007) ve Martyrs<br />

(2008) ile beraber öne çıkan örnekleri<br />

arasında yer almakta gecikmez.<br />

İlk filmiyle korku sinemasının gelecek<br />

vadeden yönetmenleri arasına<br />

tartışmasız bir şekilde giren Xavier Gens,<br />

(aynı hemşehrisi Alexandre Aja gibi)<br />

hiç vakit kaybetmeden Hollywood ile<br />

yakın temasa geçerek, bilgisayar oyunu<br />

uyarlaması Hitman (2007) isimli aksiyon<br />

filmini yönetmeye soyunur. The Organization<br />

olarak bilinen uluslararası bir<br />

suç örgütü, emrinde çalışan suikastçıları<br />

daha küçük yaşlardan itibaren kaçırıp<br />

yetiştirmektedir. Her birinin kafalarının<br />

arkasına yapılmış barkod dövmesiyle belirlenen<br />

bir numarası vardır ve bir kısmı<br />

İstanbul’da geçen Hitman, 47 numaralı<br />

suikastçının başından geçenleri anlatır.<br />

Bir hayli talihsiz bir proje olan Hitman,<br />

Gens’e de sıkıntılı anlar yaşatır. Daha<br />

ilk filmiyle elini korkak alıştırmamayı<br />

öğrenen Gens, cinayet ve dövüş sahnelerinde<br />

aşırı şiddet ve kan kullanır.<br />

Filmin son halini beğenmeyen yapım<br />

şirketi Fox, Gens’i kovar, bazı sahneleri<br />

yeniden çekmek için başka birini kiralar<br />

ve Gens’in çektiği bazı sahneleri çıkartıp<br />

yenilerini ekleyerek (yani filmi biraz daha<br />

yumuşatarak) yeniden kurgular. Planlanandan<br />

birkaç ay geç gösterime giren<br />

film, eleştirmenler tarafından yerin dibine<br />

geçirilse de gişede başarılı olur ve bütçesini<br />

dörde katlamayı başarır. Ekstra<br />

bir not: Slavoj Zizek’in 2012 yılında Sight<br />

& Sound sinema dergisine beyan ettiği<br />

kişisel en iyi 10 film listesinde Hitman<br />

de vardır ama Zizek, listesinin tamamen<br />

“suçlu zevk” (guilty pleasure) kategorisine<br />

giren filmlerden oluştuğunu eklemeyi<br />

ihmal etmez.<br />

Xavier Gens’in bir sonraki filmi post<br />

apokaliptik bilim kurgu ile korku türlerini<br />

harmanlayan The Divide (2011) olur. New<br />

York şehrini neredeyse dümdüz eden bir<br />

nükleer saldırı sonrasında geçen film,<br />

bir apartmanın sığınağına saklanmayı<br />

başaran bir grup insanın hayatta kalma<br />

mücadelesini anlatır. Farklı kişilik özellikleri<br />

ile öne çıkan dokuz kişi, dış<br />

dünyadan haber almadan ve neyi beklediklerini<br />

bilmeden, gözleri sığınağın<br />

kapısında, sonsuza kadar sürebilecek<br />

bir bekleyişin ağında çırpınmaya başlar.<br />

Yemek ve su stokları azalıp umutlar yok<br />

olmaya yüz tutunca, kapana kısılmış<br />

felaketzedeler akıl sağlıklarını yavaş<br />

yavaş kaybederler.<br />

Bir apartmanın sığınağında mecburen<br />

bir araya gelen dokuz kişi üzerinden<br />

yeni bir cehennem tasvirine girişen<br />

Gens, bir kez daha eleştirmenlerin<br />

hışmına uğrar. Daha önce defalarca<br />

işlenmiş, artık klişeleşmiş bir konuya<br />

hiçbir yenilik getirmemesi eleştirilir. Ancak<br />

Michael Biehn ve Rosanna Arquette<br />

başta olmak üzere oyuncu kadrosunun<br />

gösterdiği ekstra performans ve<br />

(elbette ki) aşırıya kaçan şiddet sahnelerindeki<br />

makyajlar takdire şayandır.<br />

Bu arada filmin kötücül yapısını, her<br />

gelişmede umudun boğazına tekrar basarak<br />

daha da dibe sürükleyen ve çığlık<br />

çığlığa gelecek yok diye bağıran punk<br />

tavrını sevdiğimi itiraf etmeliyim.<br />

Son olarak korku antolojisi The<br />

ABCs of Death’deki (2012) “X Is for<br />

XXL” isimli bölümü yöneten Gens’in<br />

neredeyse beş senedir sesi soluğu<br />

çıkmıyordu. Bu kadar uzun bir aradan<br />

sonra bir Hayes kardeşler senaryosuyla<br />

geri dönmesi açıkçası kafalarda<br />

soru işaretleri yaratmıyor değil. Hayes<br />

kardeşlerin ne tip senaryolar yazdıkları<br />

belli ve bu projenin Xavier Gens için<br />

doğru bir kariyer adımı olup olmadığı<br />

da bir hayli şüpheli. Bana kalırsa<br />

bu adım artık olsa olsa kendisinden<br />

umudu kesebileceğimizin göstergesi<br />

olabilir. Zaten fragmandan gördüğümüz<br />

kadarıyla (muhtemelen) inancı kutsayan,<br />

sıradan bir şeytan çıkarma filmi<br />

izleyecekmişiz gibi duruyor.


Kurtlar vadisi’nin kahramanı Polat<br />

Alemdar’ı canlandıran Necati Şaşmaz<br />

17 Temmuz hain darbesini konu ettiği<br />

Kurtlar Vadisi Vatan filmini<br />

çekmesinin sebeplerini anlattı. Şehit<br />

ailelerine asla unutulmayacaksınız<br />

mesajını vermek istediğini söyledi...<br />

NECATİ<br />

ŞAŞMAZ<br />

BİR SANATÇI POLİTİKAY


EZGİ TANIR<br />

n Kurtlar Vadisi Vatan<br />

televizyon tarihimizin en<br />

uzun dizisi olma yolunda<br />

ilerlerken sinema filmleriyle<br />

de kendinden söz ettiriyor. Özellikle<br />

dönemin siyasi ve toplumsal olaylarının<br />

perde arkasını işleyen seri 17 Temmuz’da<br />

yaşanan hain darbeyi konu edinen bir filmi<br />

kotarınca herkesin dikkatini çekti. Bir çok<br />

tartışma yaratan filmin senaristi, yapımcısı<br />

ve başrol oyuncusu olan Nacati Şaşmaz’a<br />

Kurtlar Vadisi Vatan’ın çekim hikayesini<br />

sorduk...<br />

Senaryoyu yazarken nasıl bir araştırma<br />

gerçekleştirdiniz?<br />

Kurtlar Vadisi Pusu’yu yaparken zaten<br />

bu örgütün varlığını ve neler yapmaya<br />

çalıştığını anlatmaya çalışıyorduk. 17<br />

Aralık, 25 Aralık ve 7 Şubat sürecinde MİT<br />

tırlarının durdurulması hikayesini dizinin<br />

içerisinde işlemiştik. Bunu işlediğimizde<br />

çok beğenildiğine dair inanılmaz tepkiler<br />

aldık ve neden film yapmayalım diye<br />

düşündük. İsmin o zaman Kurtlar Vadisi<br />

İhanet olmasında karar kıldık ama sonra ”<br />

ihanet “ yeterli kuvvet ve çekiciliğe sahip<br />

değil diye düşündük ve darbe olsun istedik.<br />

Hemen darbenin domainlerine baktık,<br />

isim alındığı için 1 senenin dolmasını<br />

bekledik ve dolduktan sonra ismimizi ve<br />

patentimizi aldık. Tüm bunlardan 3 ay sonra<br />

bir darbe gerçekleşti. Aslında bizim anlatmak<br />

istediğimiz 7 Şubat MİT kriziyle ilgili<br />

bir darbeydi. Darbe ismini seçtiğimizde<br />

de insanlar şaşırmış,” bir daha darbe<br />

görmeyiz herhalde” demişlerdi. Hatta<br />

geniş kapsamlı düşünüp “ o zamanlar 1<br />

I İYİ OKUMALI


tane kanal vardı oradan bir anons yapılırdı şimdi yüzlerce<br />

kanal var hepsini mi kapatacaklar” diye askeri<br />

darbenin olabilme ihtimalini öngöremeyen yorumlar<br />

bile almıştık. Maalesef gerçekleşti ve ben olaydan<br />

hemen sonra filmi yapacağımı açıkladım. Patent<br />

başkanımız da bizi” siz bunu nerden, nasıl biliyorsunuz,<br />

bu örgütle bir bağlantınız mı var” diye savcılığa<br />

şikayet etti. Bunun karşısında durup, insanları uyarmaya<br />

çalıştığımız bir durum söz konusuyken böyle bir<br />

şeyle suçlanmak beni çok üzdü. Adli merciler ve devletin<br />

diğer kurumları bütün araştırmalar neticesinde<br />

bizim suçsuz olduğumuzu kanıtladılar. Kanuni<br />

işlem yapılmasına bile gerek görmeyerek takipsizlik<br />

kararını bize sundular. Bunun Türkiye, Balkanlar ve<br />

Ortadoğu’da marka haline gelmiş olan Polat Alemdar’a<br />

yapılması yanlıştı ve zaten bunun kamufle ve dosya<br />

şişirme amaçlı yapıldığını düşünüyorum.<br />

Kurtlar Vadisi Terör’ü saymazsak filmlerinizin hikayeleri<br />

fiziki olarak hep sınır dışında geçti. Bu olayın<br />

yurdumuzda büyük dramlar yaşadığımız ve şehitler<br />

verdiğimiz bir olay olduğunu düşününce senaryoyu<br />

yazarken veya oynarken hırslandınız mı? Tam olarak<br />

ne hissettiniz?<br />

Hırslanmaktan ziyade çok üzüldüm. Allah rahmet<br />

eylesin çok sevdiğimiz, saydığımız, büyüğümüz<br />

Mehmet Akif Ersoy’un “Allah tekrarını nasip etmesin”<br />

dediği bir şiiri var; İstiklal Marşı. Bu onun, devlete,<br />

millete ve vatana armağanıdır. Ben de bunu, yüreği<br />

vatan sevdasıyla dolu insanlara adamak için yaptım.<br />

Bu olay bir demokrasi mücadelesiydi. O insanlar<br />

boşuna şehit olmadılar, boşuna yaralanmadılar ve<br />

bunun unutulmaması, hatıralarda olması gerektiğini<br />

düşünüyorum.<br />

Hem senaryo, hem yapımcılık ve oyunculuk, hepsi bir<br />

arada zor olmuyor mu? Bu noktada gelecekteki projelerde<br />

de aynı yapıyı sürdürecek misiniz?<br />

Aslında maymun iştahlılıktan değil de hepsi biraz<br />

mecburiyetten oldu. Ekip arkadaşlarımız başka<br />

bir şirket kurarak yürümek istediler. Senaryoyu da<br />

mecburen benim yazmam gerekti. Çok şükür ki binlerce<br />

senaryo okumuş ve onları doğru analiz etme<br />

imkanı bulmuştum. Elimden geldiğince en iyisini<br />

yapmaya çalıştım. Araştırmanız, satır aralarını iyi<br />

okumanız, dünyada, ülkemizde neler dönüyor onlara<br />

bakmanız ve bunu diziye bir kurgu içerisinde<br />

aktarmanız gerekiyor. Bir taraftan da oynuyorsunuz,<br />

aynı zamanda yapımcılık yapıyorsunuz, yeni de bir<br />

aile kurmuşsunuz, çocuklarınız var. Çok zordu, ama<br />

şuanda o zorlukların zor kısmını atlatıp artık rutine


girdiği hale gelmeye başladım. İşte bu kısımda aileyi<br />

unutmamak gerekiyor. İşkolik olmanın biraz<br />

dışında ama ailekolik de olamamış arada bir Necati<br />

Şaşmaz var şu anda ama yakın bir zamanda uyum<br />

sağlayacağım<br />

2003’ten beri aynı rol ve hikaye bir oyuncu için, hatta<br />

bir insan için büyük bir içselleştirme gerektiriyor. Bu<br />

içselleştirme özel hayatınıza yansıyor mu? Bundan<br />

nasıl korunuyorsunuz?<br />

Kurtlar Vadisi müdavimleri gibi ben de devletini,<br />

milletini, bayrağını bu kadar seven Polat Alemdar’ın<br />

hayranıyım ve bu sayede korunuyorum diyebilirim.<br />

Keşke böyle yaşayan bir derin devlet elamanımız<br />

olsa derdi Ömer Lütfi Mete.<br />

Sinemamızın bütün oyuncularının hayalidir yabancı<br />

oyuncularla oynamak veya ortak yapımlarda yer<br />

almak. Sizse birçok Hollywood ünlüsüyle set<br />

paylaştınız. Bu durumun size getirdiği bir artı var<br />

mı? Bu düşünüldüğü kadar önemli bir durum mu?<br />

Bir senaryoyu ağdalı cümlelerden uzak tutmak gerekiyor.<br />

Senaryo 7’den 70’e herkesin anlayacağı<br />

şekilde yazılınca bir sinema filmi olabiliyor.<br />

İngilizce de basit bir anlatımı olan ilginç bir dil.<br />

Artı olan tarafı bu dilde bir şeyler anlatıyor olmak.<br />

Onun dışında dünyanın bütün ünlü veya<br />

ünlü olmak isteyen oyuncuları Amerika’da bulunuyor.<br />

Bir şey yapılacaksa, ana kahramanları<br />

yakın beldelerden seçiyor. Bir Türk olarak orada<br />

bir alan oluşturabilmeniz mümkün değil. Ancak<br />

Balkanlar, Türk Cumhuriyetleri, Arap ülkeleri gibi<br />

ülkelerde de markalaşmışsanız sizinle bir projede<br />

buluşabiliyorlar. Biz de bizden de biri olsun<br />

düşüncesini göz ardı ediyoruz. Kimse demiyor<br />

ki bir Türk oyuncu olsun oyunculuğuyla bana<br />

gişede bir şey katsın. Oyuncuların Bollywood’dan,<br />

Çin’den, İran’dan tercih edildiği oluyor ama malesef<br />

Türkiye’den yok. Biz de bunun farkına varıp,<br />

biz sizi oynatalım dedik ve İyi ki de dedik. Öyle<br />

projelerde 3.sınıf 5. Sınıf figüran olmak yerine kendi<br />

projelerimizde A Plus oyuncularla oynama imkanı<br />

bulduk. Bu hem şirketimiz, hem Türkiye adına gurur<br />

verici bir süreçtir.<br />

Bu 14 yıllık süreçte hep gerçek olayları, Türkiye’nin<br />

siyasi ve toplumsal olaylarını yorumladınız. Üstelik<br />

birçoğunun arka planı merak edilirken bunu yaptınız.<br />

Böyle bir başarıyı elde etmenin formülü nedir?<br />

İyi çalışmak. Sistem nerde değişiyor, nasıl denklemler<br />

kuruluyor, etrafımızda neler oluyor bunlarla ilgili<br />

çok iyi çalışmak gerekiyor. Bunları yapmazsanız


hiçbir şey yapamazsınız. Bizim öngörülerimiz<br />

olduğunda tutarsa “aa Kurtlar Vadisi bildi”<br />

diyorlar ama tutmazsa da sağolsunlar kimse<br />

bir şey söylemiyor. Bizi markalaştıran şey de<br />

tahminlerimizin çoğunun tutması oldu.<br />

Bir oyuncu olabilirsiniz ama demin de<br />

dediğimiz gibi işlediğiniz konular yüzünden<br />

siyasetin de çok içindesiniz. Gerçekten<br />

siyaset sizin merak alanınızda mı? Gelecekte<br />

siyasete atılmak gibi bir tercihiniz olabilir mi?<br />

Pek istediğim bir alan değil siyasetçi olmak.<br />

Çok zor bir kere o iş. O da kendi alanında<br />

bir senaryo, oyunculuk, yapımcılık gerektiren<br />

kişisel bir işlev aslında. Bu milletin<br />

derdiyle dertlenen, aynı bayrağın altında<br />

olma hevesinde olan her partide hem Polat<br />

Alemdar’ın hem de Necati Şaşmaz’ın<br />

sevenleri olduğuna inanıyorum. Bir partiye<br />

girdiğinizde bireysellikten ziyade o partinin<br />

sözcüsü oluyorsunuz ve bu biraz ayrıştırıcı<br />

oluyor. Ben o ayrışmadansa sanatçının<br />

birleştirici olması gerektiğini düşünüyorum.<br />

Onun için bir sanatçı politikayı iyi okumalı<br />

ama siyasete girmemeli.<br />

Kurtlar Vadisi’nin kahramanı Polat Alemdar,<br />

peki bu filmin kahramanı kim?<br />

Ben “bu filmde kahraman millet” dedim”<br />

aa Polat Alemdar oynamıyor mu” dediler.<br />

Polat Alemdar baştan sona var ama milletin<br />

kahramanlığı ön planda.<br />

Normalde bir oyuncu her türlü rolü ve karakteri<br />

oynar. Ama sizin çok net bir çizginiz<br />

var. Daha sonraki filmlerde ve dizilerde farklı<br />

bir karakteri canlandırmak hakkında ne<br />

düşünüyorsunuz? Bu sizin için bir risk olabilir<br />

mi, en azından izleyicinin sizden beklentilerinin<br />

oluşturduğu baskı anlamında.<br />

İnsanların beklentisi anlamında risk olabilir.<br />

O riskleri ben kendim için de olsa başkaları<br />

için de olsa almak, insanların karşısına<br />

öyle çıkmak isterim. Birkaç projem var ama<br />

hayata geçirmek için Polat Alemdarla ilgili<br />

bir nokta koymam veya ara vermem gerekiyor.<br />

Tam bunu düşünürken olaylar cereyan<br />

edince yapamadık yoksa gerçekleştirmeyi<br />

düşündüğüm iki projem vardı. Biri bir kadının<br />

hikayesi olan bir sinema filmi projesiydi<br />

ve onu çekmek istiyordum. Bir de mistik<br />

anlatımlı bir hikaye vardı orada oynamak<br />

istiyordum. Nasip olmadı, ama bir fırsat bulursam<br />

neden olmasın.<br />

Kurtlar Vadisi Vatan filmi sinemalarda gösterilecek,<br />

o gece kaybettiğimiz birçok şehidimiz<br />

var onların yakınlarına bir mesajınız var mı?<br />

Şehit ailesi olmak tabii ki çok zor, en zoru<br />

da unutulmak. Ben de inşallah unutulmazlar<br />

diyerek bu filmi yaptım ve buna birazcık bile<br />

vesile olursam çok mutlu olurum. Son olarak<br />

da, Allah tekrarını yaşatmasın diyorum.


FİLMEKİMİ’NDEN<br />

NOTLAR<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

n Filmekimi, sinemaseverlerin<br />

her sene<br />

heyecanla beklediği,<br />

biletlerini dakikalar<br />

içerisinde bitirdiği ve<br />

genelde Cannes Film<br />

Festivali programının<br />

adapte edildiği bir<br />

festival. Aslında sadece filmler gösteriliyor<br />

ve ek etkinlik yok ama sinema büyüsü<br />

yaşanılan bir haftaya festival demekte<br />

de bir sakınca görmüyorum. Bu yazı<br />

yayına hazırlandığı sırada Filmekimi17’nin<br />

daha yarısındayız ve ileriki gösterim için<br />

“şimdilik” izlenen önemli filmleri derleyelim<br />

istedik.<br />

The Killing of a Sacred Deer<br />

Son yılların en gözde yönetmenlerinden<br />

Yorgos Lanthimos yakın zamanda<br />

The Lobster’la tüm dünyada övgülerle<br />

karşılanmıştı. Özellikle senaryosuyla<br />

ön plana çıkan film haliyle beklentiyi<br />

de yükseltti. Bu beklentiler ışığında<br />

perdenin karşısına geçtik ve filmi izlemeye<br />

koyulduk. Lanthimos, yine modern<br />

toplumun ve insanın çıkmazlarını<br />

her zamanki üslubuyla önümüze serdi<br />

ama bir farkla: Bu kez, atmosferini ve<br />

diyaloglarını Hanekevari bir şekilde,<br />

şiddet dozunu azaltarak ama rahatsız<br />

ediciliği bol kullanarak aktarmayı tercih<br />

Filmekimi, sinemaseverlerin<br />

her sene heyecanla beklediği,<br />

biletlerini dakikalar içerisinde<br />

bitirdiği bir festival. Vizyonlar<br />

için izlenen önemli filmleri<br />

derleyelim istedik.<br />

etti. Lanthimos’un önceki filmlerine bakarak<br />

görece daha zayıf görünen film,<br />

bağımsız düşünüldüğünde ise etkilemeyi<br />

başaran ve derdini tam olarak anlatabilen<br />

başarılı bir yapım. Çocuk istismarından<br />

aile olmaya, kefaretten fedakarlığa birçok<br />

konuda sert bir anlatımı tercih eden<br />

Lanthimos, atmosfere uygun açıları ve<br />

kadrajlarıyla da fark yaratıyor. Colin<br />

Farrell’la Lanthimos’un yakaladığı kimya<br />

uyumu da artarak devam ediyor. Sonuç<br />

olarak The Killing of a Sacred Deer, filmografi<br />

içerisinde biraz zayıf görünse de<br />

rahatsız edici güzellikte, sert bir Lanthimos<br />

filmi.<br />

The Square<br />

Ruben Östlund’un Cannes’dan Altın<br />

Palmiye’yle dönen filmi The Square,<br />

geçtiğimiz yılın en sevilen filmlerinden<br />

Toni Erdmann’ın tarzını andırıyor ve onun<br />

yapamadığı her şeyi yapmayı başarıyor.<br />

Bir sanat müzesi üzerinden sanata<br />

bakışı, modern toplumu ve insanların tüm<br />

sahtekarlığını hem de ağız dolusu güldürerek<br />

anlatan Östlund, önyargıların ne<br />

denli kötücül bir şey olduğunu da gözler<br />

önüne seriyor. Günümüzde hepimizin ya<br />

bizzat yaşadığı ya da etrafında tecrübe<br />

ettiği her türlü riyakarlık da filmin önemli<br />

noktalarından biri. Östlund, insanı anlatan<br />

yeni ve en önemli sinemacılardan


iri olduğunu bu filmde de tıpkı Turist’te<br />

olduğu gibi kanıtlamış oldu. Bir sonraki<br />

filmi için daha şimdiden oldukça<br />

heyecanlanmamızı da sağlamış durumda.<br />

Bir de tabii Claes Bang’i tanımamıza<br />

vesile oldu. Muhteşem bir performans<br />

sergileyen Bang’i yakın zamanda iddialı<br />

projelerde ve hatta Hollywood projelerinde<br />

görürsek şaşırmamalıyız.<br />

Good Time<br />

Safdie Kardeşler’in son filmi Cannes Film<br />

Festivali’nde uzun süre ayakta alkışlanmış<br />

ve heyecan yaratmıştı. Bu sebeple oluşan<br />

büyük beklenti ise boşa çıkmadı ve harika<br />

bir film Filmekimi izleyicisiyle buluştu.<br />

Zihinsel engelli bir genç ve abisinin<br />

bulaştığı soygun üzerine ilerleyen hikaye<br />

kısa zamanda geçiyor ama çok şey vaat<br />

ediyor. Atmosferin harika kurulduğu,<br />

hikayenin akıllıca kullanıldığı film, her<br />

anına uygun olan müzikleriyle de oldukça<br />

başarılı. Robert Pattinson’ın şimdiye<br />

kadarki en iyi performansını kaydettiği<br />

Good Time, suç filmlerine getirdiği solukla<br />

da uzun süre konuşulacak gibi<br />

duruyor. Her anı zekice kotarılmış ve<br />

üzerinde ciddi anlamda çalışılmış olduğu<br />

her halinden belli olan filmin geçişleri ve<br />

önemli manevraları da son derece yerinde<br />

kullanılmış. Safdie Kardeşler bu formlarını<br />

devam ettirirlerse kardeş yönetmenler<br />

listelerinde iyi bir yer edineceklerdir.<br />

The Shape of Water<br />

Sinemanın en yetenekli ve vizyonu en<br />

geniş yönetmenlerinden Guillermo Del<br />

Toro özellikle biçimsel anlamda çok<br />

başarılı işlere imza atıyor. Pan’ın Labirenti<br />

gibi bir başyapıta da imza atan Del Toro<br />

bu filmde yine en iyi bildiği işi yapıyor ve<br />

fantastik bir masala imza atıyor. Temizlikçi<br />

bir kadınla bir yaratık arasında geçen aşkı<br />

sinema referansları ve görsel şölenle süsleyen<br />

yönetmen, sinemadan çıktığınızda<br />

yüzünüzde bir tebessüm oluşmasını<br />

sağlıyor. Bazı açılardan fazla klişe ve Oscar<br />

kokusu yoğun hissedilebilir ancak ustaca<br />

kotarılmış sahneler ve vizyon göster-


gesi yine iyi bir film sonucunu ortaya<br />

çıkarıyor. Sally HAwkins’in başı çektiği<br />

oyuncu kadrosu da gerekeni yapınca The<br />

Shape of Water sınıfı fazlasıyla başarılı bir<br />

şekilde geçmeyi başarıyor.<br />

Loveless<br />

Modern sinemanın ustalarından Andry<br />

Zvyagintsev gerçekçi bir sinema ve herkesin<br />

kendinden bir şeyler bulabileceği<br />

hikayeler anlatmasıyla biliniyor. Özellikle<br />

Dönüş filmiyle tüm dünyada rüştünü ispatlayan<br />

ve takibe alınan yönetmen, daha<br />

sonra çektiği filmlerle de hep övgüler<br />

kazandı. Bu kez anlattığı hikaye boşanma<br />

evresindeki bir çift, bu duruma çok üzülen<br />

bir çocuk ve modern toplum eleştirisinden<br />

oluşuyor. Nefret dolu, sadece kendini<br />

düşünen insanları ve sevgisiz büyüyen<br />

çocukları anlatan yönetmen bunu adeta<br />

bir ağıt haline dönüştürüyor.<br />

Çok açık olmasına rağmen ajitasyona hiç<br />

girmeyen ama en gerçek haliyle aktardığı<br />

için içimizi parçalayan Loveless filmi,<br />

lafın hiç dolandırılmadığı, en net halin<br />

aktarıldığı çarpıcı bir film olarak aklımıza<br />

kazındı. Ailelerin kendilerini düşünmekten<br />

başka bir şey yapmadığı ve çocukların<br />

hayatını mahvettiği gerçeği izleyen herkesi<br />

sorgulamaya itecektir.<br />

Happy End<br />

Malumunuz Haneke gelmiş geçmiş en iyi<br />

yönetmenlerden biri. Burjuva kesimine<br />

yaptığı eleştiriler, şiddetin mekanizmaları<br />

ve çocuklar üzerindeki etkileri de her filminde<br />

bir şekilde yer aldı. Tabii insanların<br />

gizli ve bastırılmış duyguları, cinsel<br />

arzuları ve içlerindeki kötücül yan da<br />

HAneke sinemasının olmazsa olamazları.<br />

Şimdi ise Haneke biraz tempo düşürerek,<br />

yine aynı dertleri ama daha naif bir şekilde<br />

anlatmayı tercih ediyor ve odağına bir<br />

burjuva ailesini alıyor. Haneke’den ziyade<br />

Haneke’ye özenen genç ama yetenekli<br />

bir sinemacının filmi etkisi yaratan<br />

Haneke, harika finaliyle yine de etkilemeyi<br />

başarıyor. Derdini modern topluma da<br />

uzatan Haneke, özellikle sosyal medya


ve buradan ilerleyen gösteri toplumuna<br />

da değinmeyi ihmal etmiyor. Muhteşem<br />

oyuncular Isabelle Huppert, Jean-Louis<br />

Trintignant, Mathieu Kassovitz’in harika<br />

performanslar sergilemesi de en az bu<br />

anlamda bir konsantrasyon yaratıyor ve<br />

sinema tadını daha çok duyumsamamızı<br />

sağlıyor. Happy End, eksiklerine rağmen<br />

deneyimlenmesi gereken bir HAneke filmi.<br />

Mother!<br />

İzleyicileri ikiye bölen, katıldığı festivallerde<br />

de yuhalama ve alkışları birbirine<br />

karıştıran film, hem genel gösterime<br />

girdi hem de Filmekimi’nin açılışını yaptı.<br />

Aronofsky’nin önceki filmleriyle akrabalık<br />

bağları bulunan Mother!, biçimsel anlamda<br />

yine etkileyici sahneleri barındırıyor.<br />

Yaratım sürecinde sorun yaşayan bir<br />

şair ve beraber yaşadığı kadın üzerinden<br />

ilerleyen hikaye, bir yabancının evlerine<br />

gelmesiyle içinden çıkılmaz bir hal<br />

alır. Bu hikaye gerilim sosuyla başlar<br />

ve akıl almaz bir yere gider. Kaosun,<br />

dinin ve hayata dair döngünün karşımıza<br />

bambaşka şekilde çıktığı filmden nefret<br />

etmek de çok sevmek de aynı derecede<br />

uzak. Basit gerilim filmlerinde olan<br />

geçişler ve sahnelerin kullanımının itici<br />

bir güç olduğu filmde Jennifer Lawrance<br />

sağlam bir performansa imza atarken,<br />

Javier Bardem ise kötü bir performans<br />

sergiliyor.<br />

Aronofsky’nin bir sonraki adımda ne<br />

yapacağını bu filmden kestirmek güç.<br />

İnanç konusund daha önce bilinen<br />

görüşleri de değişti mi bilinmez ama<br />

kafasının karışık olduğu aşikar.<br />

Filmekimi devam ediyor ve daha izleyecek<br />

çok önemli filmler var. Thelma, 3 Billboard<br />

Outside Ebbingi Missouri, Call me by Your<br />

Name, Foxtrot ve 120 BPM en heyecanlı<br />

olduğum ve beklentilerin yüksek olduğu<br />

filmler. Önümüzdeki sayıda da onlara<br />

kısa kısa değinir ve normal gösterimde<br />

izleyecek okurlarımız için bir rehber<br />

oluşturmaya çalışırız. Şimdiden iyi seyirler.


HÜZÜN İLE<br />

TEK VÜCUT<br />

ÇETİN<br />

TEKİNDOR<br />

n Esasen Çetin Tekindor<br />

için, hüznü adeta<br />

damarlarında yaşayan,<br />

karizmatik duruşuyla<br />

büyüleyen ve insanın içini<br />

titreten sesiyle, günümüzün<br />

en çok aranan<br />

oyuncularından biridir diyebiliriz. Her ne kadar<br />

kendisini sıklıkla televizyon ekranlarında<br />

görsek de, ne yazık ki beyazperdede belirli<br />

aralıklarla karşılaşıyoruz. Biz de bu vesileyle,<br />

usta oyuncunun yer aldığı ve kariyerinden<br />

en iyi kesitleri bizlere armağan ettiği filmleri<br />

sizler için listeledik. Gelin, Çetin Tekindor ile<br />

bu ay sinema salonlarında buluşmadan evvel,<br />

onun yaptığı harikulade filmleri bir çırpıda<br />

hatırlayalım.<br />

Kaçamak (Başar Sabuncu-1987)<br />

Çetin Tekindor ismini daha geniş kitlelere<br />

duyuran ve deyim yerindeyse markalaştıran<br />

film olan Kaçamak, ilginç konusu ve seyre<br />

değer yapısı ile dikkatleri üzerine çeken bir<br />

film. Bir adam ve bir kadın, ölüm haberini<br />

aldıkları eşlerini teşhis etmek için çağırılırlar.<br />

Ancak ne var ki, ölen iki şahıs sevgilidir ve<br />

eşlerini aldatmaktadır. Bu dakikadan itibaren<br />

POLAT ÖZİŞ


Özellikle 2000’li<br />

yıllardan itibaren<br />

yer aldığı projelerle<br />

adından sıklıklı söz<br />

ettiren Çetin Tekindor,<br />

bu ay iki sinema filmi<br />

ile birlikte beyazperdeye<br />

dönüş hazırlığı<br />

yapıyor. Nihat Turak’ın<br />

yönetmenliğini yaptığı<br />

Babam ve Oscar adayı<br />

filmimiz Ayla, onun 6<br />

yıl sonra dönüşünü<br />

müjdeleyen projeler.<br />

hem eşlerini kaybetmiş olmanın getirdiği<br />

acı, hem de aldatılmış olmanın verdiği<br />

hüzünle hayata tutunmaya çalışan iki<br />

bireyin yakınlaşmasını merkezine alan<br />

Kaçamak, bir yandan da toplumsal<br />

tabuları kendi bildiği yoldan eleştirmeyi<br />

es geçmiyor.<br />

Yönetmenliğini sinemamızın<br />

ustalarından Başar Sabuncu’nun<br />

üstlendiği ve yer yer onun kara<br />

mizaha çalan üslubundan de kesitlere<br />

rastlayabileceğimiz Kaçamak, buna<br />

rağmen realist yapısından ödün vermemeyi<br />

de başarmaktadır. Özellikle<br />

aldatılmış olmanın verdiği buhranı,<br />

sonrasında atılacak hızlı adımlarla<br />

bağdaştıran film, izleyeni bir an olsun<br />

sıkmayan bir duruşuyla takdir toplamayı<br />

başarıyor. Çetin Tekindor’un başrolü,<br />

dönemin gözde oyuncusu Müjde Ar<br />

ile paylaştığı yapım için, 80’lern kıyıda<br />

köşede kalmış leziz işlerinden biri<br />

yakıştırmasını da rahatlıkla yapabiliriz.<br />

Karşılaşma (Ömer Kavur-2002)<br />

Sinema tarihimizin en önemli figürlerinden<br />

biri olan ve çektiği her filmle takdire<br />

şayan işlerin altına imzasını atan<br />

Ömer Kavur, son filmini ne yazık ki 2002<br />

yılındayken çekebilmiştir. Uğur Polat,<br />

Lale Mansur, İsmail Hacıoğlu ve Çetin<br />

Tekindor’un başrolleri paylaştığı film,<br />

ölümle yaşam arasında giden hikâyesi<br />

ve etkileyici kurgusuyla dikkat çeken bir<br />

iş. Filmin konusuna değinecek olursak;<br />

Sinan ile Mahmut, ölümcül hastalıkla<br />

boğuşan ve bu süre zarfında katıldıkları<br />

bir terapi seansında tanışan iki kişidir.<br />

Sinan yakın zamanda oğlunu kaybetmiş<br />

ve bu nedenle kendisine suçlayan bir mimarken,<br />

Mahmut ise ölümü bekleme konusunda<br />

korkuları olan mafya babasıdır.<br />

Bu noktada Mahmut’un yeni tanıştığı<br />

Sinan’dan tek bir isteği vardır; kendisini<br />

öldürüp, acısına son vermek! Tam da<br />

bu süre zarfı içerisinde Mahmut’un bir<br />

cinayete kurban gittiği haberinin gelmesi,<br />

Sinan’ı bambaşka bir maceraya doğru<br />

sürükleyecektir. Sinan artık, ölümle-


yaşam arasında gidip gelen, yaşama dair<br />

türlü çıkarımlara erişeceği sonu gözükmeyen<br />

bir tünelin içine girmiştir.<br />

Ömer Kavur’un minimalist anlatımının anbean<br />

hissedildiği Karşılaşma, aynı zamanda<br />

büyüsüne ortak eden kurgusuyla da dikkat<br />

çeken bir iş. Tabii bu noktada senaryonun<br />

altına imzasını atan Macit Koper’e ve üzerine<br />

düşeni fazlasıyla yerine getiren oyunculara<br />

da hak ettiği övgüyü vermek gerekir. Özellikle<br />

Çetin Tekindor’un kendisine biçilen süre<br />

zarfı içerisinde çizdiği “Sert adam” imajı ve<br />

karakterin ölüme yakın duruşunun, olanca<br />

gerçekçiliği ile resmedilmesi, filme karşı<br />

oluşan hayranlığı iki katına çıkaran hususlar<br />

olarak belirmektedir.<br />

Anlat İstanbul<br />

(Ümit Ünal, Selim Demirdelen, Kudret<br />

Sabancı, Yücel Yolcu, Ömür Atay-2005)<br />

Birbirinden farklı gözüken, ancak çorap<br />

söküğü misali birbirine bağlı olan beş farklı<br />

hikâyenin kesişmesini aktaran Anlat İstanbul,<br />

deyim yerindeyse tam bir İstanbul masalı<br />

olarak huzurlarımıza gelmektedir. Bu masalda<br />

kimler kimler yok ki? Klarnetçi, hayat kadını,<br />

mafya babaları, paşalar, kaçakçılar ve daha<br />

niceleri… Ya da bir başka değişle İstanbul’un<br />

ta kendisi, filmin hikâyesini oluşturmaktadır.<br />

Anlat İstanbul, merkezine aldığı bu koca<br />

şehirde karşımıza çıkması muhtemel<br />

insanları, birbirine bağlı olaylar çerçevesinde<br />

resmediyor ve izleyenlerine tadına doyulmaz<br />

bir seyirlik armağan ediyor. Esasen filmde<br />

tüm hikâyelerin çıkış noktasını oluşturan<br />

hadise, Çetin Tekindor’un hayat verdiği Kral<br />

lakaplı mafya babası İhsan’ın öldürülmesi<br />

ile meydana geliyor. Yer altı dünyasının<br />

nam salmış ve kolu her yere uzanan mafya<br />

babasının vurulması, birçok farklı hadiseyi de<br />

beraberinde getiriyor. Esasen bu noktada Çetin<br />

Tekindor’un tam bir görev adamı olduğunu<br />

dile getirebiliriz. Her ne kadar filmde kısa<br />

sürede yer alsa dahi, hikâyeye olan katkısı ve<br />

ayakları yere sağlam basan duruşu ile bir kez<br />

daha ona hayran gözlerle bakmak kaçınılmaz<br />

bir süreç halini alıyor. Beş farklı yönetmenin,<br />

beş farklı masalı dile getirdiği Anlat İstanbul,


irbirine bağlanan hikâyecikleriyle izlenmeyi<br />

fazlasıyla hak eden bir film. Altan<br />

Erkekli, Erkan Can, Nejat İşler, Güven<br />

Kıraç, Nurgül Yeşilçay, Fikret Kuşkan,<br />

İsmail Hacıoğlu ve Çetin Tekindor gibi<br />

birçok başarılı oyuncuyu bünyesinde<br />

barındıran filmin senaryosu ise, usta<br />

sinemacı Ümit Ünal’a ait.<br />

Babam ve Oğlum (Çağan Irmak-2005)<br />

Çağan Irmak sinemasını daha geniş<br />

kitlelere tanıtan Babam ve Oğlum, 2000’li<br />

yıllardan sonra üretilen en popüler<br />

filmlerimizden de biri. Bünyesinde<br />

barındırdığı darbe hesaplaşması ve<br />

bunu harmanladığı aile kavramı ile dikkat<br />

çeken Çağan Irmak, hüznü beraberinde<br />

getiren anlatım tarzıyla da dönemin<br />

en ses getiren filmlerinden birine imza<br />

atmıştır. Özellikle Çetin Tekindor’un<br />

şimdiden efsaneler arasına adını<br />

yazdıran “Benim Yüzümden” sahnesi ile<br />

hafızalara kazınan Babam ve Oğlum, her<br />

ne kadar yer yer ajite etse de, izleyenin<br />

bam teline dokunan özgün yapısıyla fark<br />

yaratmayı başaran bir iş. Keza bu noktada<br />

filmin senaryosu kadar güçlü bir<br />

yönü varsa, onun da Çetin Tekindor’un<br />

hafızlardan çıkmayan performansı<br />

olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim<br />

usta oyuncu, hüznü adeta yaşayan<br />

duruşuyla filmi bu denli etkileyici kılan<br />

en önemli unsur olarak öne çıkmaktadır.<br />

Tabii bu noktada onu dramatik<br />

anlatımıyla destekleyen Çağan Irmak<br />

ve yaşından büyük bir oyunculuk sergileyen<br />

Ege Tanman’ın da hakkını teslim<br />

etmek gerekir. Kısacası, sevelim yahut<br />

eleştirelim, hiçbiri Babam ve Oğlum’un<br />

Çetin Tekindor’un omuzlarında yükselen<br />

üst düzey bir drama olduğu gerçeğini<br />

değiştirmeye yetmeyecek!<br />

İlk Aşk (2006-Nihat Turak)<br />

Yeşilçam melodramlarını sevenlerden<br />

misiniz? O zaman İlk Aşk tam size göre<br />

bir film! Küçük bir Ege kasabasında<br />

geçen olaylar silsilesini merkezine alan<br />

İlk Aşk, başından sonuna dek samimiyet<br />

vadeden oldukça sıcak bir film olarak


öne çıkmaktadır. Filmin konusuna değinecek<br />

olursak; Kore Savaşı’nda öldü sanılan<br />

evin büyük oğlu Asaf, 40 yıl aradan sonra,<br />

babasının cenazesi için kasabaya geri döner.<br />

Onun yokluğunda sevdiği kadın kardeşiyle<br />

evlenmiş hatta boşanmıştır bile. Asaf ise<br />

bir yandan yarım kalan aşkına sığınmaya<br />

çalışırken, bir yandan da kardeşi ile olan<br />

gerilimini minimize etmeye çalışmaktadır.<br />

Tabii filmin merkezine aldığı “İlk Aşk”<br />

kavramı yalnızca Asaf ile sınırlı değil. Aksine<br />

film, Arifoğulları ailesinin üç farklı kuşağına<br />

eşit mesafede yaklaşarak, dinamizmini<br />

yitirmemeyi başarıyor. İlk Aşk filmini seyre<br />

değer kılan en önemli husus ise, merkezine<br />

aldığı Ege kasabası kadar içten bir anlatıya<br />

sahip olması. Nitekim filmin eğlence ile<br />

dramı, tek bir potada başarıyla eritebilmesi<br />

de cabası! Nihat Turak’ın yönetmenliğini<br />

yaptığı ve Çetin Tekindor, Halit Ergenç,<br />

Dolunay Soysert, Vahide Gördüm, Tarık<br />

Pabuççuoğlu gibi isimlerin başrolü<br />

paylaştığı film, özellikle başarılı oyuncularla<br />

örülü castıyla dikkat çekiyor.<br />

Ulak (Çağan Irmak-2008)<br />

Çağan Irmak filmografisinin en sıra dışı işi<br />

olan Ulak, zaman ve mekan kavramlarından<br />

arınmış, masalsı bir hikayeyi huzurlarımıza<br />

getirmektedir. Babam ve Oğlum’dan sonra<br />

Çetin Tekindor ve Çağan Irmak’ı bir kez<br />

daha buluşturan Ulak, sinematografik olarak<br />

zaafları olsa dahi, izleyeni içine çeken atmosferiyle<br />

ilgi çeken bir iş.<br />

Köy köy gezerek, çocuklara Ulak İbrahim’in<br />

hikâyesini anlatan Zekeriya isimli bir ulağın<br />

yolu, günün birinde oldukça farklı bir kasabaya<br />

düşer. Burada okumaya kötü gözle<br />

bakılır, kavganın biri bin paradır. Keza<br />

buranın halkı da, bu yaşlı seyyahın çocuklara<br />

masal anlatmasını istemez. Ancak Zekeriya<br />

kararlıdır, allem eder kallem eder,<br />

çocuklara masalını anlatır. Onun ağzından<br />

kelimeler döküldükçe, çocuklar cesaretlenir;<br />

hayata karşı daha dik durmaya başlar. Tabii<br />

Zekeriya anlattıkça, içinde saklı tuttuğu<br />

hüznü dışarı vurmaktan da kendini alamaz.<br />

Bu dakikadan itibarense oklar tam anlamıyla<br />

onun üzerine çevrilir. Çağan Irmak’ın<br />

farklı bir şablonla izleyenlerine<br />

sunduğu Ulak, sıra dışı yapısıyla<br />

özgün bir serüven vadediyor. Ancak<br />

gerek senaryodaki tutarsızlıklar, gerekse<br />

sinematografinin zayıflığı filmi<br />

zedeleyen hususlar olarak beliriyor.<br />

Her şeye rağmen Çetin Tekindor’un<br />

insanın içine işleyen ve bam teline<br />

dokunan oyunculuğu Ulak’ın ayakta<br />

kalmasına vesile oluyor ve filmi seyre<br />

değer kılıyor.


Av Mevsimi (Yavuz Turgul-2010)<br />

Yavuz Turgul-Şener Şen ikilisinin son<br />

ürünlerinden olan Av Mevsimi, bir kez<br />

daha iki ustayı bir araya getirmesinin<br />

yanı sıra, zengin oyuncu kadrosuyla<br />

da dikkat çeken bir iş. Cem Yılmaz,<br />

Okan Yalabık, Melisa Sözen’in başı<br />

çektiği ekipte, özgüvenli duruşu<br />

ile Çetin Tekindor’un da alkışı hak<br />

ettiğini dile getirmekte yarar var.<br />

Av Mevsimi, Avcı lakaplı emektar bir<br />

polisin peşine düştüğü bir cinayet<br />

soruşturmasını merkezine alır. Her ne<br />

kadar incelikli Yavuz Turgul senaryosunun<br />

bir benzerine Av Mevsimi özelinde rastlayamazsak<br />

da Şener Şen’in başı çektiği<br />

ekibin, üzerine düşeni fazlasıyla yerine<br />

getirdiğini söylemekte yarar var. Keza Çetin<br />

Tekindor ve Şener Şen gibi iki usta oyuncunun<br />

karşılıklı sahnelerine de tanıklık<br />

ettiren film, bu nedenle de özel bir noktada<br />

konumlanmayı başarmaktadır.<br />

Şener Şen filmografisinin zayıf filmlerinden<br />

biri olarak nitelendirebileceğimiz Av Mevsimi,<br />

her şeye rağmen finale kadar gizemini<br />

koruması ve harikulade görüntü yönetimiyle,<br />

yerli piyasanın öne çıkan işlerinden biri<br />

olmayı başarmıştır.<br />

Dedemin İnsanları (Çağan Irmak-2011)<br />

Çağan Irmak’ın bir kez daha Babam ve<br />

Oğlum’un tadına yaklaşma çabası olarak<br />

nitelendirebileceğimiz Dedemin İnsanları,<br />

bir yandan 12 Eylül’ü merkezine alırken,<br />

diğer yandan da mübadelenin getirdiği<br />

yaraya parmak basarak, senaryosunu<br />

güçlendirmeye çabalıyor.<br />

Yönetmenin bildiği topraklara,<br />

Ege’ye yeni bir yolculuğu olarak da<br />

adlandırabileceğimiz Dedemin İnsnaları,<br />

tüm film boyunca eğlencenin revaçta<br />

olduğu ancak finale doğru dramatik<br />

yapısını ön plana çıkaran bir film. Keza<br />

bu durum Çağan Irmak filmografisinde de<br />

sıkça karşımıza çıkan bir durum olarak<br />

hatırlanmaktadır.<br />

Bir çocuğun gözünden, 80’li yılların<br />

Ege’sini odağına alan Çağan Irmak,<br />

en güvendiği oyunculardan olan Çetin<br />

Tekindor’a bir kez daha başrolü emanet<br />

ediyor ve esasen onun sırtına yeniden ağır<br />

bir yük yüklüyor. Nitekim Tekindor’un da<br />

filmin başından sonuna dek, üzerine düşeni<br />

fazlasıyla yerine getirdiğini söylemekte<br />

yarar var. Usta oyuncu, kah güldüren,<br />

kah hüzünlendiren duruşuyla Dedemin<br />

İnsanları’nı seyre değer kılan en önemli<br />

yapı taşı olarak sivriliyor ve bir kez daha<br />

izleyenlerin takdirini kazanıyor.


İNTERNETTE<br />

ÜÇ BELGESEL<br />

İZLEDİM<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

Ağ toplumu olarak<br />

bilgisayarlarımızdan,<br />

cep telefonlarımızdan<br />

filmler izleyip, sanal<br />

ortamda tartışıp,<br />

paylaşalı hayli<br />

zaman oldu.<br />

Malum, belgesellerin gösterim<br />

alanları giderek azalıyor. Üç beş<br />

lokal festival ve özel gösterim<br />

dışında mecra kalmadı gibi… Televizyonlar<br />

ise belgeselle reality show arası<br />

yayınlarına devam ede dursun... Denk<br />

gelirseniz bir iki iyi projeye de rastlamak<br />

mümkün ekranlarda. Neyse...Film<br />

gösterimleri için internet çok önemli bir<br />

mecra olalı çok oldu. Korkarım ki sinema<br />

salonları da eskide kalacak yakın bir<br />

gelecekte. Televizyon denince de akla<br />

sadece bir beyaz ekran gelecek. O koca<br />

yayın istasyonları da tarih oluyor artık.<br />

Ağ toplumu olarak bilgisayarlarımızdan,<br />

cep telefonlarımızdan filmler izleyip, sanal<br />

ortamda tartışıp, paylaşalı hayli zaman<br />

oldu. Bu ara internetten üç belgesel izledim.<br />

Üçü de yerli. Biri herkese açık zaten,<br />

isteyen izleyebilir. Diğer ikisini de yönetmenlerin<br />

şifreli paylaşımlarıyla izleyebildim.<br />

Komşu Komşu! Huuu!, Çerde ve<br />

Rüzgarın Şarkısı. Üç belgesel, üç dünya...<br />

Bingöl Elmas’ın Komşu Komşu! Huuu!<br />

belgeseli 2014 yapımı, 54 dakika.<br />

İnternette herkese açık izlenebiliyor.<br />

Kesinlikle kaçırmayın derim. Kentsel<br />

dönüşüm adı altında eskiye, mahalleye,<br />

taşınan-taşınamayan kültürel değerlere<br />

ait yıkılanları ve yerine dikilen beton ve/<br />

veya cam kuleleri, değerleri hepimiz biliyoruz.<br />

Belgesel İstanbul’un göbeğindeki<br />

Feriköy’de yükselen bir rezidans ve<br />

onun gölgesinde kalmış bir mahalledeki<br />

gecekondunun komşuluğuna götürüyor<br />

bizi. Eski ile yeni, zengin ile fakirin<br />

komşuluğu bu. Komşuların birbirlerine<br />

bakışlarına, duygularına, şehre dair hayallerine<br />

tanık oluyorsunuz. Başka hayatlar,<br />

başka kafalar, başka yürekler… İzlerken<br />

ah güzel İstanbul demekten kendimi<br />

alamadım. Doğup büyüdüğüm bu şehre<br />

dair bende kalan bütün güzel resim<br />

ve hisler giderek azalıyor, kayboluyor.<br />

Film içimi burktu. O içinde büyüdüğüm,<br />

özlediğim mahalle kültürünü, komşuluk<br />

ilişkilerini, paylaşımları, samimiyeti<br />

hatırlattı. Öte yandan soruyorsun kend-


ine evet bu binalar eskiyor, kentin hızı, yeni konfor<br />

anlayışı zorluyor insanı. Acaba daha insani,<br />

doğa ve kültürle daha barışık, hayatı tahrip etmeyen<br />

çözümler bulamaz mıyız? Kaybetmeden,<br />

ötekileştirmeden, yeniden üreterek, ortak akılla<br />

daha iyi çözümler bulamaz mıyız? Sahi bulamaz<br />

mıyız?<br />

Bingöl Elmas ve ekibi pek çok festival dolaşmış,<br />

ödüller almış... Bence en büyük başarısı ödüllerin<br />

ötesinde yüreğimize attığı düğüm ve zihnimizden<br />

geçirttiği sorular, başka çözüm arayışları… Belgeseli<br />

iyi ki internette izleyicisine sunulmuş. Arama<br />

motorlarına Komşu Komşu! Huuu! diye yazın ve<br />

ekranınıza düşen bu filmi mutlaka izleyin derim.<br />

Çerde Belgeseli Musa Ak ve Serdar Sabuncu<br />

tarafından çekilmiş. 2017 yapımı, 20 dakika.<br />

Batı Karadeniz bölgesinde yer alan, Osmanlı’dan<br />

günümüze düğünlerin vazgeçilmezi Köçekleri<br />

anlatıyor..Mesleğe girişleri, aile yaşantıları,<br />

çevreleri ile ilişkileri, bu dansçıların profesyonel<br />

gelecekleri; meslek hayatının başındaki genç bir<br />

köçekle, meslekte son zamanlarını yaşayan yaşlı<br />

bir köçeğin çatışmaları üzerinden çerçeveleniyor.<br />

Doğrusu kaybolmaya yüz tutmuş bir halk<br />

eğlence kültürünün karakterlerini filme alması,<br />

bu folklorik değerlere yeniden dikkat çekmesi<br />

açısından önemli bir işlev üstleniyor belgesel.<br />

Nasıl izleyebiliriz diye sorarsanız. İşte bu, filmi<br />

yapanların da derdi. Seyircisiyle buluşmak için<br />

şimdilik memlekette nerede, ne festival/gösterim<br />

varsa (!) katılmaya çalışıyorlar. Bu süreçten<br />

sonra sanırım<br />

internette herkesin<br />

izlemesine<br />

açık olur. Ben<br />

özel paylaşımları<br />

sayesinde izleyebildim<br />

ve sizlerle<br />

paylaşmak<br />

istedim. Ancak<br />

Çerde de bir<br />

şekilde meraklısı<br />

ile buluşacaktır<br />

çünkü<br />

arkasındaki<br />

ekip bunun için<br />

oldukça çaba<br />

harcıyor. Bir süre


sonra internette de karşımıza çıkacaktır mutlaka.<br />

Üçüncü izlediğim yapım ise Kibar Dağlayan<br />

Yiğit’in Rüzgarın Şarkısı. 2016 yapımı. 30 dakika.<br />

Malatya’nın Arguvan ilçesinin köylerinde,<br />

ekolojik hayat yaşayan insanların toprağa,<br />

güneşe, suya, rüzgara olan sevdalarını, ilişkilerini<br />

anlatan bir çalışma. Şiirsel bir yapısı var.<br />

Neredeyse dünyanın her yerinde milyonlarca<br />

insan kentlere göç ederken; doğayla ve kendileriyle<br />

barışık bir eko yaşam süren bu huzurlu<br />

insanları kıskanmamak elde değil. İnsana huzur<br />

ve mutluluğun aslında basitlikte,sadelikte, tabiatta<br />

olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Ne yazık<br />

ki bu belgesel de çeşitli festivallerde seyircisi<br />

ile buluşma şansı bulmuş ama ilgilisine gerçek<br />

manada ulaşamamış. Eminim ki, çok yakın bir<br />

gelecekte internet ortamında izleyicisine bir tıkla<br />

ulaşacak.<br />

Filmleri beyaz perdede bir toplu ayin şeklinde<br />

izlemek, hemen ardından birbirimize dokunarak<br />

duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak benim için<br />

şahane bir his olsa da; ne içinde bulunduğumuz<br />

kültür-sanat evreni ne de teknolojinin dayattığı<br />

sistemler hele de belgesel filmler için bunu<br />

pek de olanaklı kılmıyor neredeyse. İstesek<br />

de istemesek de, her şey internete kaymaya,<br />

dünya yapay zeka ile yönetilmeye doğru gidiyor.<br />

Z kuşağının oldukça büyük bir bölümü ağ<br />

toplumunun bir parçası olmaktan da memnun.<br />

Bir tıkla istediğini, istediği zamanda, istediği<br />

yerde izlemek, oradan oraya bağlanmak istiyor.<br />

Ne diyelim; belgesel izlesinler de, sormayı,<br />

sorgulamayı, öteki dünyaları keşfetmeyi,<br />

öğrenmeyi, anlamayı istesinler de... varsın bir<br />

tıkla izlesinler!


ARGENTO’DAN<br />

BİR KORKU KLASİĞİ<br />

Suspiria sadece<br />

Dario Argento’nun<br />

değil, modern korku<br />

sinemasının da köşe<br />

taşlarından biridir.<br />

Yani elden geçirilip<br />

tekrar vizyona girmesi<br />

boşuna değil...<br />

SUSPIRIA<br />

BAŞAK BIÇAK<br />

n İtalyan korku sinemasının<br />

en mühim alt türlerinden<br />

biri olan giallo devri Mario<br />

Bava’yla başlasa da,<br />

70’lerden itibaren çektiği<br />

sayısız filmle türe altın<br />

çağını yaşatan hiç şüphesiz<br />

Dario Argento oldu. Kariyerinin<br />

ilk yıllarında “İtalyan<br />

Hitchcock’u”, “şiddetin Visconti’si”<br />

gibi yakıştırmalar yapılan Argento,<br />

ortaya koyduğu farklı yaklaşımla<br />

giallo furyasının fitilini ateşlemekle<br />

kalmadı, türün uluslararası alanda da<br />

tanınmasını sağladı.<br />

L’Ucello Dalle Piume Di Cristallo,<br />

Profondo Rosso, Opera, Tenebre,<br />

Trauma ve daha pek çok filmle korku<br />

sinemasına muazzam katkılar sunan<br />

İtalyan yönetmenin filmografisinde,


ayrı bir yerde duran doğaüstü üçlemesi<br />

de ise Argento’nun ününü tüm<br />

dünyaya yaymayı başardı. Giallo<br />

ruhundan uzaklaşmadan çektiği Üç<br />

Ana üçlemesinin olan Suspiria, Inferno<br />

ve La Terza Madre yönetmenin ilk<br />

doğaüstü çalışmaları olmakla birlikte<br />

stilize Argento sinemasının en çarpıcı<br />

örneklerinin de başında geliyor.<br />

İngiliz deneme yazarı Thomas de<br />

Quincey’nin Suspiria de Profundis<br />

isimli kitabının bir bölümünde yer<br />

alan üç kız kardeş betimlemesinden<br />

esinlenen ve üç cadı efsanesi yaratan<br />

Argento, filmlerini bu cadı hikâyelerinin<br />

üzerine kuruyor. Suspiria’da,<br />

Almanya’da bir dans okulunda<br />

kötülük saçan Mater Suspirorum’u<br />

(İnlemelerin Anası), Inferno’da,<br />

Amerika’da bir apartmana yerleşen<br />

Mater Tenebrarum’u (Karanlıkların<br />

Anası), La Terza Madre’de ise İtalya’yı<br />

cehenneme dönüştüren Mater<br />

Lachrymarum’u (Gözyaşlarının Anası)<br />

anlatan yönetmen, bilhassa Suspiria<br />

ve Inferno ile korku klasiklerine yenilerini<br />

eklemeyi başardı.<br />

Üç Ana Efsanesinin ilk ayağı olan Suspiria<br />

sadece Dario Argento’nun değil,<br />

modern korku sinemasının da köşe<br />

başlarından biridir. Müthiş bir renk<br />

skalasıyla bezenmiş, sanatsal fonlarda<br />

ve görkemli müzikler eşliğinde, sürreal<br />

bir tabloya dönüşen şiddet sahneleriyle<br />

Argento, Suspiria ile korku<br />

sinemasına adeta meydan okuyor.<br />

Bale eğitimi almak üzere, Almanya’nın<br />

Freiburg şehrinde bulunan bir dans<br />

akademisine gitmeye karar veren<br />

Suzy Bannion’ın (Jessica Harper)<br />

başına gelenleri konu alan Suspiria,<br />

Argento’nun o dönem birlikte olduğu<br />

ve filmin senaryosunu beraber yazdığı<br />

Daria Nicolodi’nin büyükannesinin<br />

bizzat yaşadığı ürkütücü olaylardan<br />

yola çıkıyor. Kimisi uydurma, kimisi<br />

gerçek bu hikâyelere, Thomas de


Quincey’nin Mater Suspirorum’unu<br />

(İnlemelerin Anası) eklemleyen Argento,<br />

filmini doğaüstü bir öykünün üzerine<br />

inşa etmesine rağmen kariyerini devam<br />

ettirdiği giallo ruhundan da uzaklaşmıyor.<br />

Türün gereksinime uygun yapıtaşlarını<br />

özenle ve dikkatle yerleştirerek, sanatın<br />

her formunda çağdaşlarının ötesinde bir<br />

sinemasal anlatımı benimsiyor. Cinayet<br />

hikâyelerini korku öğeleriyle sunan<br />

gialloların, stilize edilmiş şiddet sahnelerini,<br />

siyah eldivenler, bıçaklar ve diğer<br />

kesici aletler gibi fetiş objelerini, güzel<br />

kadınlarını, ihtişamlı müzik ve dekorlarını<br />

harmanlayan yönetmen, kendine has ışık<br />

oyunlarıyla Suspiria’da müthiş bir işçilik<br />

ortaya koyuyor.<br />

Filmin açılış sekansı olan Suzy’nin<br />

havaalanından çıkışından itibaren, kırmızı<br />

renklerin ağır bastığı ışıklandırmalarla<br />

gerçeküstü bir dünya yaratan Ar-


gento, attığı her adımla bu dünyaya<br />

hizmet eden planlarla karşımıza çıkıyor.<br />

Terminal kapısının ürkütücü açılış<br />

kapanışı, Suzy’nin yüzüne vuran ışık<br />

ve ünlü müzik grubu Goblin’in Cembalo<br />

ile Re minor tonunda kulaklarımıza<br />

çalınan notaları vahşi bir açılış<br />

sekansına bizleri hazırlamakla meşgul<br />

Argento’nun sunumunun sadece aperatiflerini<br />

oluşturuyor. Devamında gelen<br />

klasikleşmiş çifte cinayet sekansı, öyle bir<br />

ara sıcak sunuyor ki, o dakikadan itibaren<br />

ana yemeği merak etmeye başlıyorsunuz!<br />

Geometrik desenlerin ve renkli vitrayların<br />

fon oluşturduğu bir yapıda işlenen estetik<br />

cinayetlerin yardımıyla, filmin soyut<br />

ve dahi absürt anlayışına iyiden iyiye<br />

kapılıyorsunuz. Suzy’nin yerleşmesiyle<br />

tanıştığımız okulun içyapısına hâkim olan<br />

renkler, desenler ve çizgiler yönetmenin<br />

bilhassa art nouveau ve art deco hevesini<br />

fazlasıyla ortaya çıkaran çarpıcı görüntüler<br />

oluşturuyor. Mekânın dış cephesinde,<br />

koridorlarında, gölge oyunlarında, hatta<br />

Olga’nın ojesinde bile karşımıza çıkan<br />

kırmızı ve tonları Suspiria’nın ana rengi<br />

olurken, Suzy’nin okul çalışanı kadının<br />

elinde gördüğü taştan etkilendiği plan,<br />

görselliğiyle en akılda kalıcı sahnelerden<br />

biri haline dönüşüyor.<br />

Suspiria’nın en tuhaf fakat bir o kadar da<br />

ilgi çekici sahnesi ise öğrencilerin hep<br />

birlikte dans salonunda uyumak zorunda<br />

kaldığı bölümdür. Beyaz çarşaflarla bir<br />

yatakhane formuna sokulan yerin etrafını,<br />

yine kırmızı ile pembe tonların hâkim<br />

olduğu bir ışıklandırmayla çevreleyen<br />

Argento, kolay kolay göremeyeceğiniz<br />

enteresanlıkta bir ortam yaratıyor. Gerçek<br />

olamayacak kadar olağandışı duran<br />

bu sahneye rağmen, Argento’nun bitmek<br />

bilmeyen sürprizleriyle filmin duygusundan<br />

bir an bile uzaklaşmanız mümkün<br />

olmuyor.<br />

Suspiria’nın kurban listesine yenilerini<br />

eklemeye kararlı olan Argento, kör piyanist<br />

sekansı ile bu kez herhangi bir katil<br />

eli ya da kesici alet olmaksızın, doğaüstü<br />

güçlerin etkisiyle gerçekleştirilen vahşi<br />

bir cinayete tanık olmamızı sağlıyor.<br />

Görkemli binaların tam ortasında<br />

beyaz bir ışıkla aydınlatılan çaresiz<br />

ve zavallı piyanistin, düşmanının ne<br />

olduğunu bile anlayamadan korkunç bir<br />

biçimde katledildiği sekanstan sonra,<br />

Argento’nun tipik meraklı kurbanlarına<br />

geliyor sıra…<br />

Özellikle Inferno’da “yok artık!” dedirtecek<br />

derecede korkusuz ve burnunu<br />

bile bile belaya sokan karakter tiplemelerinden<br />

yalnızca biri olan Sara’nın<br />

ölümü, Suspiria’nın geriliminin zirveye<br />

en yakın sahnelerinden biri oluyor.<br />

Gizemi ilk çözenin ölmesi düsturuna<br />

uygun bir biçimde ortadan kaldırılan<br />

karakterimizden sonra açılış sekansının<br />

hava durumuyla paralel bir final gecesi<br />

yaşanıyor ve nihayetinde, renklere ve<br />

notalara bulanmış bir şiddet senfonisiyle,<br />

vahşete doymuş bir halde filmi<br />

tamamlıyoruz.<br />

Popüler oyuncularla çalışmayı sevmemesine<br />

rağmen başrolüne Jessica Harper’ı<br />

seçen Argento’nun ne kadar doğru bir<br />

karar verdiği malumunuz, ancak yan<br />

rollerdeki karakteristik yüzler de filmin en<br />

büyük tamamlayıcıları arasında. Suzy’nin<br />

filmin başında sohbet ettiği Olga’dan,<br />

kadın çalışanın yanındaki sarışın çocuktan,<br />

tuhaf dişli erkek görevliye kadar performans<br />

konusunda sıkıntı yaratmayan<br />

oyuncularla çalışan yönetmenin, filmini<br />

nasıl ilmek ilmek dokuduğunu görmemek<br />

neredeyse imkânsız.<br />

Göz alıcı renklerin, Goblin’in ürkütücü<br />

notalarıyla dans ettiği, işitsel ve görsel<br />

bir ziyafete dönüşen Suspiria, müthiş<br />

bir yönetmen sineması örneği… Bundan<br />

tam kırk yıl önce gösterime girdiği<br />

yıl, tüm dünyada adını duyurmayı<br />

başaran film, hem korku sinemasının<br />

hem de Argento’nun en göz alıcı<br />

işlerinden biri olduğunu yıllar sonra hala<br />

konuşulmasıyla kanıtlıyor.


SERDAR AKBIYIK<br />

AMERİKAN ŞİRKETLERİ BİZİ<br />

SANSÜRLEYEMEZ<br />

n Vizyona giren Blade Runner 2049 filminde Sony Pictures<br />

tarafından Türkiye sinemalarına özel olarak bazı<br />

sahnelere uygulanan sansüre tepki göstermek bizim<br />

yurttaşlık sorumluluğumuzdur. Şirket açıklamasında yerel<br />

kültüre saygı diye bir ifade kullanıyor. Siz bizim kültürümüzün koruyucusu<br />

değilsiniz. Bu ülkenin kendi kurumları, iç dinamikleri ve dengeleri<br />

var. Size uygun olan bize mi uygun olmayacak? Hadi canım bizi ikinci<br />

sınıf bir ülke ve kültür olarak gördüğünüzün kanıtı bu skandal. Böyle<br />

bir skandal yaşanırken SİYAD gibi kurumlar gereken tepkiyi gösterdi<br />

ama susan birçok meslek örgütü var. Ne oldu büyük şirketlere tepki<br />

gösterince tavuğunuza kışt denilmesinden mi korktunuz?<br />

KERVANIN YOLUNU<br />

KESTİLER<br />

n İsmail Güneş’in yönettiği Kervan<br />

1915 sinemamız için önemli bir<br />

yapım. Hem Ermeni tehcirini konu<br />

ettiği, hem de ulusal sinemamızın<br />

bizim gerçek meselelerimizle<br />

uğraşmayan yapısına isyan ettiği<br />

için. Bu filmin tepki alacağını zaten<br />

biliyorduk. Ama bu tepki ve engellemenin<br />

kendi içimizden bu kadar<br />

güçlü çıkacağını bilemezdik. Yurtdışı<br />

gösteriminde Ermeni diasporası ve<br />

onun yardakçıları ellerinden geleni<br />

yapacaklardır. Yurt içindeyse entelektüel<br />

çevrenin kimliksiz kısmı filmi<br />

yerden yere vurup, hatta yazılarına<br />

konu etmeyip, görmezden gelip filmin<br />

üstünü örtmeye çalışacaklardır. Ama<br />

inanın bunların hiç biri neredeyse<br />

tekel olmuş sinema salonlarının<br />

yaptığı kadar bu filme zarar veremez.<br />

En dandik komedi filmlerinin<br />

bile 200-300 salonda vizyon aldığı<br />

yerde Kervan 1915 ancak 84 salonda<br />

gösteriliyordu. O da hani gösterdik<br />

demek için. Bu salonların çoğunda<br />

da tek seansta, izleyicinin neredeyse<br />

hiç gitmediği sabah seansında seyre-<br />

debilirdiniz. Yani sinema salonları yönetmenlere<br />

“Bize siyasi veya toplumsal<br />

mesajı olan filmler çekme, nerede abuk<br />

subuk, içi boşaltılmış yapım var onları<br />

çek” diyor. İşte İsmail Güneş’te bu gizli<br />

sansüre filmini salonlardan çekerek cevap<br />

verdi. Bu ayıptır. Sinema salonlarının<br />

bu filme yaptığını Ermeni Diasporası bile<br />

yapmadı... Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın<br />

bu işe artık bir dur demesi gerekir.


AVRUPA KÜLTÜREL<br />

KUŞATMA PEŞİNDE<br />

n Yurt dışında Türkiye’ye karşı büyük<br />

bir kuşatma var. Yıllarca onların dümen<br />

suyundan gidilmesinin acısını çekiyoruz.<br />

Bağımsız bir ülke olmanın şartlarını<br />

adam gibi yerine getirince sömürgeciler<br />

hemen etrafımızı sardı. Bu sadece<br />

siyaseten böyle değil. Kültürel olarak da<br />

aynı kuşatma plan dahilinde, Fransız Le<br />

Monde gazetisinin kültür sitesi telerama.<br />

fr bizim dizileri değerlendirirken militarist<br />

yapımların çoğalmasından dem<br />

vurmuş. Yazının satır aralarını okursanız<br />

bundan duydukları rahatsızlık hemen<br />

belli oluyor. Kendileri yıllarca sömürge<br />

ettikleri Afrika’nın filmlerini çektiler, basiretsiz<br />

Afrikalı siyasetçilerden, yerel<br />

halkın vahşiliğine her türlü aşağılamayı<br />

hikayeleştirdiler. Şimdiyse bizim birkaç<br />

dizimiz gözlerine battı. Bu dizilerin<br />

konularını anlatırken de birşey dikkatimi<br />

çekti. Çoğunlukla terörist örgüt PKK ile<br />

mücadeleyi anlatan bu dizilerde güvenlik<br />

güçlerinin uğraştığı teröristler için “Bilinmeyen<br />

düşman, yabancı tehdit, görülmeyen<br />

düşman” gibi ifadeler yer almış.<br />

Yahu adını söyleyin bari. En azından<br />

dizilerdeki teröristler PKK’lı bunu bile<br />

söylemekten hicap duyuyorsunuz...<br />

MARMARİS’TE DENİZ GÜZEL<br />

FİLMLER DAHA DA GÜZEL<br />

n Marmaris’i hep yeşil doğası, zümrüt gibi<br />

sularıyla anarız. Ama artık sinema için de<br />

önemli bir belde oldu Marmaris. 3. Uluslararası<br />

Kısa Film Festivali bütün Marmaris’i ve Türk<br />

kısa film dünyasını etkileyecek bir şekilde<br />

yapıldı ve ödüller dağıtıldı. Biz meslek gereği<br />

ülkenin çoğu festivaline gideriz. Bu festivallerin<br />

çoğu da kısa film festivalidir. Nedense<br />

kısa film festivali dendiğinde bir amatörlük<br />

hissedilir bu organizasyonlarda. Zaten<br />

çoğu üniversitelerde yapılır ve onların<br />

kısıtlı olanaklarıyla sınırlıdırlar. Bir de büyük<br />

festivallere eklenti olarak vardır kısa film,<br />

sinemacılarımız için. İşte bu çarpık yapı içinde<br />

üç yıldır Marmarisli sinema severler kısa filmcilere<br />

sinemacı olduklarını<br />

hatırlatan ve onlara<br />

ne kadar önemli bir iş<br />

yaptıklarını hissettiren bir<br />

festival yapıyorlar. Hem<br />

ödül alan kısa filmcileri<br />

hem de bu organizasyonu<br />

gerçekleştirenleri kutluyorum...


MAKA<br />

NİHAN<br />

TARHAN


RNAYI BiLE AŞKLA YERiM<br />

Yeni jenerasyonun dikkat çekici<br />

isimlerinden Nihan Tarhan<br />

son olarak Yarım Kalan filmi<br />

ile karşımıza gelmişti. Yeni<br />

sinema filminin çekimlerine<br />

başlayan güzel isimle filmleri<br />

konuştuk...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sineması kadın oyuncular<br />

açısından çok şanslı.<br />

2000’lerin başında yeni bir<br />

kadın oyuncu jenerasyonu<br />

gelmişti, Başak Köklükaya, Ahu Türkpençe,<br />

Vildan Atasever, Tülin Özen ve ismini<br />

saymadığımız bir çok isim Yeşilçam’ın<br />

kraliçelerinin yerini doldurmaya çalıştı.<br />

Yaşadığımız dönemde ise başka bir jenerasyon<br />

elini taşın altına koydu. Bu isimler<br />

içinde dikkat çeken Nihan Tarhan iki yıl içinde<br />

üç sinema filmine imza atarak iyi bir kariyer<br />

başlangıcı yaptı. Son filmi Yarıda Kalan ise<br />

önemli bir yapımdı. Yeni bir sinema filminin<br />

çekimlerine başlayan Nihan ile filmlerini<br />

konuştuk.<br />

Yarım Kalan filminin senaryosu geldiğinde<br />

sizi en çok etkileyen ne oldu?<br />

Bir aşk hikayesinin içinde karşılık alamayan<br />

ve bunun için her şeyi yapabilecek kadar<br />

gözü kara bir kadını oynayacak olmak etkiledi<br />

açıkçası. Çünkü daha önce oynamadığım bir<br />

karakterdi. Kötü, karanlık tarafları olan bir<br />

karakteri oynamak beni heyecanlandırıyor.<br />

Tekrar böyle bir rol gelse seve seve oynarım.<br />

Rolünüzden bahsedebilir misiniz?<br />

Merve, abisinin arkadaşı olan Mert’e (Anıl<br />

Altan) yıllardır platonik bir aşk besliyor. Ona<br />

olan ilgisini de açıkça göstermekten çekinmeyen<br />

gayet rahat ve flörtöz bir kız. Ne zaman<br />

ki Mert’i Ermeni kızı İskui ile tanıştırıyor,<br />

onların arasında bir şeyler olduğunu hissediyor.<br />

O zaman Merve’nin en yakın arkadaş<br />

kavramının yok olduğunu ve içindeki kötü kızı<br />

görüyoruz.<br />

Bazı roller vardır onlara hazırlanmak gerekir.<br />

Mesela tarihi bir kişiliği oynuyorsanız veya<br />

engelli birini canlandıracaksanız araştırma<br />

yaparsınız. Bir de oyuncunun kendi tecrübesinden<br />

yola çıkarak hazırlandığı roller vardır.<br />

Bu film hangisine yakın? Bir hazırlanma<br />

süreci geçirdiniz mi?<br />

Ben gelen her projede oynayacağım karaktere<br />

ne katabilirim diye ön bir çalışma<br />

yapıyorum. Saçımdan ojemin rengine ya<br />

da karakterin travmalarına kadar ayrıntılı<br />

bir şekilde ilgileniyorum. Ve böyle derinine<br />

inebileceğim roller oynamak istiyorum hep.<br />

Merve karakteri için o dönem saç rengim<br />

çok uygundu malum bizim sektörde malesef<br />

kötü kadın hep sarışın. Yapımcımız ve yönetmenimiz<br />

de okuma provasında tam olarak<br />

istediklerini aldıklarını söylediler. Benim için<br />

de keyifli oldu. Enerjisi yüksek bir kız Merve..<br />

Ben de sette mümkün olduğunda enerjimi<br />

yüksek tutmaya çalıştım.<br />

Genel itibariyle tiyatrodaki karakterlere<br />

hazırlanmak ile sinema filmine hazırlanmak<br />

arasındaki fark nedir?<br />

Tiyatroda da oynadığınız karaktere göre<br />

değişiyor. Mesela geçen sene Ayşen İnci<br />

ile birlikte oynadığımız iki kişilik oyunumuz<br />

Takma Kirpikler ‘deki Güneş karakterine<br />

hazırlanırken onu içselleştirmem ,anlamam<br />

gerekiyordu ve bana çok benzeyen yanları<br />

olmasına rağmen, kestik hocam tekrar alabilir<br />

miyiz diyemeyeceğim ve her oynadığımız<br />

akşam aynı duyguları hissettirmem gerektiği<br />

için bir sinema filmine hazırlanmaktan<br />

farklı değildi benim için. Ama vodvil bir<br />

oyun oynarken iç enerjimin yüksek olması,<br />

algılarımın açık olması, ekip arkadaşlarımla<br />

aynı frekansta olmam çok daha önemli.


Yarım Kalan’da Ermeni bir kız ile bir Türk gencinin<br />

imkansız aşkı anlatılıyor. Bir nevi Romeo Jülyet versiyonu.<br />

İmkansız aşklara inanır mısınız? Veya aşk<br />

duygusunun bütün engelleri geçeceğine inanan bir<br />

romantik misiniz? Gerçek Nihan bu duyguları ne kadar<br />

önemser? Hayatının neresinde durur bu duygular?<br />

Makarnayı bile aşkla yiyen, aşk sözcüğünü günde<br />

en az 20 kez dile getiren, her şeyin aşkla mümkün<br />

olduğuna inanan biriyim ve evet aşkın bütün engelleri<br />

geçeceğine inanıyorum. Aşk olmadan tek bir<br />

karar veremem tek bir hareket yapamam. Benim için<br />

imkansız olan tek şey aşksız yaşamak.<br />

Genç bir oyuncunun sinema dilini oluşturmakta dizi<br />

sektörünün yıpratıcı şartları bir dezavantaj yaratır mı?<br />

Elbette bir haftada bir bölüm yetiştirmeya çalışırken<br />

bu tempoyu normal zannederken sinema setinde afallayabiliyorsun<br />

zaman zaman. Ama ben yine de sinema,<br />

dizi, tiyatro olarak ayıramıyorum. Bence çalıştığınız<br />

kişilere, zamana, şehire göre şartlar sürekli değişiyor.<br />

Olanaklar, insan ilişkileriniz çok yıpratıcı ortamlarda<br />

çiçek açmanızı sağlayabiliyor, çok rahat çalışma<br />

koşullarında bile mutsuz olup rolünüze kendinizi tam<br />

olarak veremediğiniz olabiliyor.<br />

Perde güzel kadını sever. Ama oyuncu bu güzelliğine<br />

hem tecrübe hem de kabiliyetini katmalı. Bu anlamda<br />

nasıl bir yapılanma içindesiniz?<br />

Ben spiritüel anlamda da son iki yıldır her gün bir olma<br />

çalışması halindeyim. Kendimle çok fazla uğraşıyorum.<br />

Her gün bir yanımı keşfetmeye kendimi daha iyi<br />

tanımaya çalışıyorum. Çünkü iyi bir oyuncu olmak kendini<br />

çok iyi tanımayı gerektiriyor diye düşünüyorum.<br />

Ruhumu bu şekilde içerden beslemeye büyütmeye<br />

her geçen gün farkındalığımı biraz daha arttırmaya<br />

çalışıyorum. Diğer yandan dış görünüşüme çok önem<br />

veriyorum hem oyuncu olarak hem de terazi burcu<br />

Nihan olarak. Düzenli spor yapıyorum. Özellikle son<br />

1 aydır yeni hazırlandığım filmim için çok sevgili antrenörüm<br />

Göker Murat Dönmez ile çok sıkı çalışıyoruz.<br />

Bir de tabi vazgeçemediğim bakımlarım var ya da<br />

yemek yaparken suratıma sürmeden duramadığım<br />

çeşitli kürlerim.<br />

Türk sinemasında duygusal filmlerin kökeni Yeşilçam’a<br />

dayanır. Sizin Yeşilçam’a yaklaşımınız nedir?<br />

86 doğumlu biri olarak ilkokul yıllarımı hatırlıyorum<br />

okuldan gelir gelmez televizyonun karşısına geçip<br />

sanırım günde en az iki türk filmi izliyordum.. hatta<br />

çizgi filmden çok türk filmi izlemiş olabilirim.. ve sonra<br />

odama geçip bazen Filiz Akın bazen Belgin Doruk bazen<br />

Türkan Şoray olduğum oyunlar oynuyordum hayali


izleyicilerime.. Yeşilçam’ın günümüze en güzel etkisi<br />

de edebiyatımızdaki önemli eserleri yeniden<br />

uyarlama alanında bize ışık tutması. Aynı zamanda<br />

bugünün olanakları ile tekrar çekilen dönem filmlerini<br />

izlemek o dönemin koşullarını toplumsal yapımızı<br />

oyunculukları her şeyi karşılaştırma şansı veriyor<br />

bize, diğer yandan da yeni nesile önemli eserlerimizi<br />

hatırlatıyor..<br />

Oyunculuğundan etkilendiğiniz Yeşilçam ünlüsü var<br />

mıdır?<br />

Türkan Şoray izlerken kanal değiştiremezdim, uzun<br />

sarı saçlarımla çocukluğum Filiz Akın benzetmeleriyle<br />

geçti ve vazgeçilmezim Belgin Doruk konuşması,<br />

taklidi hala dilimde. Ama şu yaşımda beni hala etkileyen<br />

Gülşen Bubikoğlu’nun güzelliği, Müjde Ar’ın<br />

da özgür ruhudur.<br />

1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına kadar feminizmin<br />

sinemamızda etkisini hissedebilirdik. Bunun<br />

faturasını ödeyen kadın oyuncularımız vardı. Müjde<br />

Ar, Nur Sürer gibi. 2000 sonrası sinemamızda bu<br />

anlamda geriye bir adım atıldığını düşünüyor musunuz?<br />

Biraz yorumlar mısınız?<br />

2000 sonrası daha erkek egemen bir yapılanma oldu<br />

sinemamızda bununla beraber de bir çok değişim<br />

yaşanmaya başladı. Kadın imgesi değişti artık erkek<br />

gözüyle oluşturulan, erkeğe bağlı iyi kadın kötü<br />

kadın kalıpları yerine kendi ayakları üzerinde durabilen,<br />

biraz daha feminist, kadın gözüyle oluşturulmuş<br />

bir kadın söz konusu. Bu da beni mutlu ediyor.<br />

Kadın erkek eşitliğini hiçbir zaman savunmuyorum<br />

ama kadın çok güçlü bir varlık. Bunun için yapılan<br />

her değişim de olumlu yönde benim için.<br />

Deminki soruyla bağlantılı olarak kadın<br />

oyuncularımızın önünde Türkan Şoray kanunları gibi<br />

bir örnek de var. Bu kuralları doğru buluyor musunuz?<br />

Her oyuncunun nasıl ki kendine has bir tavrı bir<br />

ruhu varsa kuralları da yine kendi olma yolunda<br />

oluşturduğu çerçeveyle ilgili bence.. bunu hep<br />

söylüyorum benim Nihan olarak kurallarım çizgilerim<br />

olabilir ve bunlar bana özeldir ama oynayacağım<br />

karakterin sınırlarını kurallarını, karakterin yaşantısı<br />

kim olduğu belirliyor benim için öncelikle. Nihanın<br />

hiç yapmayacağı bir şeyi belki o karakterin yapması<br />

gerekiyor. Öyle düşünüyorum. Ondan sonra da kiminle<br />

çalışıyorum kiminle çekiyorum nereye gidiyor<br />

bana nasıl bir katkısı olucak sorularını soruyorum<br />

ve ona göre karar veriyorum. Böyle olduğu için de<br />

kurallarım var diyemiyorum, aksine bir karakteri


çıkarırken en özgür hissettiğin yerden<br />

çıkarmalısın ki gerçek olsun.<br />

Ailenizden gelen bir müzik temeliniz var.<br />

Böyle bir yetenek başka bir ülkede olsa<br />

sinema kariyerinizde size avantaj sağlardı.<br />

Türkiye’de durum aynı mı? Böyle ekstra<br />

kabiliyetler sinema endüstrisinde bir şey<br />

ifade ediyor mu? Veya siz böyle bir avantaj<br />

hissettiniz mi?<br />

Burda da çok farklı değil bence. Ben bunu<br />

Babam Sınıfta Kaldı dizisinde yaşadım,<br />

Gökçe’nin kılığına girdiğim bir bölümde<br />

şarkısını da ben söylemiştim yine başka<br />

bir bölümde Karadeniz Türküsü “Ben Seni<br />

Sevduğumi..” söylemiştim. Dedim ya doğru<br />

iletişimi kurunca yönetmeninle, yapımcınla<br />

beraber de yaratım söz konusu olabiliyor ve<br />

çok da güzel oluyor.<br />

Oyuncu olmayı ne zaman istediniz?<br />

Küçüklüğünüzde böyle bir özleminiz var<br />

mıydı?<br />

Müzisyen bir ailede büyüdüm ben,<br />

çocukluğum müzik dolu sofralarda, yazın<br />

turistlerin karşısında animasyonlarda<br />

geçti. Çok küçüktüm yani o alkışa aşık<br />

olduğumda.. Üniversiteden sonra oyunculuk<br />

eğitimi almaya başladım. İlk olarak<br />

reklam çekerek başladım, sonrasında dizi,<br />

tiyatro ve sinema filmi, bu şekilde de devam<br />

ediyor hala. Her gün sen bunun için<br />

doğmuşsun diyorum kendime. Ve hiç unutmuyorum<br />

o ilk aldığım işin görüşmesindeki<br />

dizlerimin titremesini. O heyecan öyle bir<br />

güçle sarılıyor ki bana, hiç unutmuyorum<br />

hayallerimi.<br />

Benim size sormadığım ama sizin izleyiciler<br />

için söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />

Son zamanlarda ilk başrol filmim için soluksuz<br />

bir hazırlık sürecindeyim. Heyecanlıyım.<br />

Şimdilik ismi süpriz. Yakında açıklarız. Güzel<br />

sorularınız için ben teşekkür ederim.


BEETLEJUICE<br />

NAM-I DEĞER<br />

BETERBÖCEK<br />

Beril: Ayşe teyzem!<br />

Bugün benim için çok<br />

özel bir gün,seninle<br />

sinema ile olan ilişkimin<br />

başlamasına vesile olan<br />

filmi izleyeceğiz.<br />

Ayşe Teyze: Bak merak<br />

ettim şimdi, koy bakalım<br />

neymiş seni bu kadar etkileyen<br />

film.<br />

n Bu romantik girişten sonra Ayşe teyze pür<br />

dikkat izlemeye başladı, dudağının kenarına<br />

gevrek bir gülüş yerleştirdi. Hem filmi, hem<br />

de içten içe beni merak ediyordu. Güzel bir<br />

merak bana hissettirdiği sanki “ bu kızcağızın<br />

aklından , gönlünden kim bilir neler geçti” diyordu<br />

içinden. Bu sırada biz kahramanlarımız<br />

Barbara ve Adam ile tanıştık. Sade, sevgi dolu<br />

bir çiftimiz keyifli evlerinden, çatı katında<br />

yaptıkları kasaba maketine bir malzeme almak<br />

için evden çıktılar ve işleri bitince geri geldiler.<br />

Tek fark evden çıkarken canlı olan çiftimiz<br />

eve döndüklerinde ölüydü. Sehpanın üzerinde<br />

duran “Yeni ölenler için el kitabını” görünce<br />

onlarda artık öldüklerinden emin oldular. Zaten<br />

filmimizde tam olar burada başlıyor. Ayşe<br />

teyze şaşıtıcı bir şekilde bu zamana kadar hiç<br />

bir şey demedi. Bence pek kafasına yatmayan<br />

bir durumdu bu ama benim hatırım için anlaya<br />

çalışıyordu☺ Adam ve Barbara teknik olarak<br />

ölülerdi ama evden dışarı çıkmamak koşuluyla<br />

yaşamlarını devam ettirebiliyorlardı, onları<br />

BERİL ATEŞOĞLU


yaşayan insanlar göremiyordu. Bu durumu<br />

anlayamasalarda Kabul ettiler ve evin çinde iki<br />

kişilik bir hayat yaşamaya başladılar.<br />

Ayşe Teyze: Şimdi bunlar öldü ama aslında<br />

ölmediler. Evden çıkarlarsa kocaman<br />

yılan onları yiyecek. Diğer insanlar bunları<br />

ölü sanıyor hatta cenazelerine gittiler.<br />

Hımmm… tabi yani bunu gerçek hayat gibi<br />

düşünmemeyim ben değil mi Beril? Film yani<br />

sonuçta.<br />

Ayşe teyzemin beni anlamak için harcadığı<br />

çaba takdire değer gerçekten. Olan hiç birşeye<br />

anlam veremedi ama benide üzmemek için<br />

güzel bir şey yakalamaya çalışıyor. Belkide<br />

haklıdır, belkide bunların hepsi sadece<br />

saçmalıktır ama ne önemi var ben bu filmi çok<br />

seviyorum ve içten içe biliyorumki Ayşe teyze<br />

filmin sonunda yine beni hayrete düşürecek<br />

yorumlar yapacak. Bu güvenden ötürü, gevrek<br />

gülümseme artık benim suratımdaydı!<br />

Bu sırada tatlı çiftimiz evleri satıldı ve eve<br />

3 kişilik bir aile taşındı. Değişik heykelleri<br />

ve abartı sanat algısıyla evin kadını Delia,<br />

paradan para kazanmak ve yatırım konularında<br />

uzman olan her iş adamı gibi kafa dinlemek<br />

için küçük kasabaları tercih eden evin erkeği<br />

Charles, siyah görüntüsü ardında zeki ve<br />

sevecen olduğu belli olan evin marjinal kızı<br />

Lydia! Çiftimiz bu aileyi evlerinden gönermek<br />

için çözümler aramaya başlar bu sırada Beetlejuice<br />

ile karşılaşırlar. Ondan yardım istyip<br />

istememek konusunda kararsızlardır.<br />

Ayşe Teyze: ,kimsenin suçu günahı yok ki<br />

Beril. Insanlarda almış bu evi yerleşmeye<br />

çalışıyorlar ne bilsinler evde ölüler mi yaşıyor,<br />

yok efendim yaratıklar mı geziyor. Bir taraftan<br />

diğerleride evden çıkamıyor hem ölü hem<br />

hapisler. Şu biçimsiz adamı da bak sakın ola<br />

çağırmasınlar. Suratında hiç meymenet yok.<br />

Beetlejuice’un suratında bile meymenet arayan<br />

Ayşe teyzem istediğim kıvama geldi. Neler<br />

olacak merakını hissettiriyordu. Bu sırada<br />

Adam ve Barbara ölülerin dünyasına bir geçiş<br />

bulmuşlar ve çözüm aramak için o tarafa gidip<br />

geliyorlardı. Intihar edenler ölüler bölümünde<br />

sosyal hizmetlerde çalışıyorlar ve böyle<br />

olacağını bilseler asla intihar etmeyeceklerini


söylüyorlardı.<br />

Ayşe Teyze: burada herkes bir acayip,<br />

ölmüşler ama ağlayanları yok böyle bir şey<br />

işte. Yaşamın ne demek olduğunu anlamayan<br />

ölümü nasıl anlasın kızım. Yaşam sıcaksa<br />

ölüm soğuk derler. Insana çok sıcak da<br />

yaramaz çok soğuk da.<br />

Beril: Nasıl yani, anlayamadım?<br />

Ayşe Teyze: E kızım işte, hiç ölmeyecekmiş<br />

gibi yaşanmaz, “nasıl olsa öleceğim” diye<br />

de yaşanmaz. Hayat çok güzelde ölüm rezalet<br />

mi yani? Illa biri diğerinden daha değerli<br />

mi olmalı? Gece mi daha önemli gündüz mü?<br />

Diye sorsam ayırt edebilir misin? Edemezsin!<br />

Eeee.. ne diye yaşam ile ölümü yarıştırır insan<br />

hiç anlamam. Bir şu siyahlı kız var ölümü de<br />

yaşam kadar normal karşılayan. Boşuna değil<br />

sadece o ölüleri görüyor.<br />

Beril: Doğru vallaha, Yeni ölenler için el<br />

kitabındada “ yaşayanlar tuhaf ve sıradışı<br />

şeyleri görmezden gelir” yazıyordu. Şimdi<br />

anladım! Ölümden korktukları için ölüleri<br />

de görmüyorlar ya da ölüme dair herhangi<br />

bir şeyi farketmiyorlar. Tabi, insan neye<br />

odaklanırsa hep onu seçer, yani bunlar o kadar<br />

meşgullerki kendi hayatlarıyla.<br />

Kafamda ardarda şimşekler çakıyordu. Sanki<br />

insan kendini ve yaptıklarını ne kadar önemserse<br />

ölümden o kadar uzaklaşabileceğine<br />

inanıyor. Mesela Delia gibi, hiçbir şeye benzemeyen<br />

heykellerine çocuklarıymış gibi<br />

davranmasının altında aslında hayata tutunma<br />

ve ölümü unutma çabası var! sanki heykelleri<br />

ondan birer parçaymış gibi, sanki o ölse bile<br />

geriye ondan birşeyler kalacağının güvencesi<br />

gibi! Insanoğlu bazen ne kadar hüzünlü<br />

oluyor. Gökyüzüne yazılmış ama kimsenin<br />

okumadığı bir sır gibi açık aslında! Benden<br />

geriye birşeyler kalsın diye yapılan her iş<br />

insanın ruhundan bir parça alıyor, yaşam<br />

çoşkusunu, hayat enerjisini. Sanki kendini<br />

parça parça edip bu eserlerin içine bırakıyor<br />

Firavun gibi. O ölse bile sanki hiç ölmeyecek<br />

sanıyor eserleri sayesinde. Ne büyük yanılgı!<br />

Sadece kendini iyileştirmek için yaratılan<br />

eserler ölümsüz oluyor aslında. Sanatın hep<br />

hüzünlü olması belki de bu sebeptendir.


Insanın korkularını, üzüntülerini dönüştürdüğü<br />

oyun odasıdır belki sanat. Geriye bırakma<br />

endişesi ile ruhunu bölüp içine hapsettiği putlar<br />

değildir.<br />

Ayşe Tyeze: Kocaman kız oldun,<br />

duygulanıyorum sen böyle konuşunca.<br />

Beril: duydun mu düşündükleri mi? yani<br />

söyledim mi ben? Hiç farkında değilim.<br />

Ayşe Teyze: iyi ki duydum, iyi ki beni mahrum<br />

bırakmadın bu düşüncelerinden. Bu filmi<br />

neden bu kadar sevdiğini anladım şimdi.<br />

Sen içinde ölümün elçisi olan Beterböcek ve<br />

yaşam tutkunlarını anlatan, kötü heykellerine<br />

ruhunu hapsetmiş kadından ibret alıp, tuhaf ve<br />

sıradışı leyleri görmekten hatta Kabul etmekten<br />

çekinmeyen bir kızsın, kadınsın demeliyim.<br />

Ardından kısık kısık güldü! içimde değişik bir<br />

rahatlık, endişe uyandırmayan bir karışıklık<br />

belirdi. Beetlejuice’un yaşamı ve ölümü<br />

birbirinden ayırmamak ve bir bütün olarak<br />

Kabul etmeyi anlattığını bu kadar derinden<br />

hissetmemiştim. Yaşamın faşizanları ile<br />

ölümün faşizanlarının aslında hiç bir farkı<br />

olmadığını, aslolanın dengede durabilmek<br />

olduğunu, bunu karşılığında digger insanlar<br />

tarafından tuhaf algılanmanında aslında en<br />

doğal şey olduğunu görmek bana bir kere<br />

daha büyüdüğümğü hissettirdi. Tabi ki filmin<br />

sonundada ölüm ve yaşam güzeş bir aile<br />

olarak yaşamaya başlıyordu. Filmin sonundada<br />

boşu boşuna “Jump in the line” şarkısı<br />

çalmıyordu demekki!<br />

Shake, shake, shake Senora, shake your body<br />

line<br />

Shake, shake, shake Senora, shake it all the<br />

time<br />

Work, work, work Senora work your body line<br />

Work, work, work Senora work it all the time<br />

Jump in the line, rock your body in time ! OK, I<br />

believe you!!!!<br />

Tim Burton ve Ayşenin en başından beri<br />

anladığı şeyi ben 30 yaşımda anlamıştım.<br />

Hayat bir denge işi ve bu denge ölüm ve<br />

yaşam algısı arasında bulunmalıydı! Yaşama<br />

şükrederken, ölümün gerçekliğini anlamak!<br />

Vay arkadaş….<br />

Ayşe teyze her filmimde varsın!!


BAY MÜKEMMEL<br />

VE SİNEMASI<br />

PINAR KARAHAN<br />

n Ben de dahil birçok<br />

kişi için idol olarak<br />

görülen Bollywood’un<br />

(Hint Sineması)<br />

dünyaca ünlü aktörü<br />

Aamir Khan’ın yeni<br />

filmi ‘Secret Superstar’<br />

20 Ekim’de<br />

Türkiye’de vizyona girecek. İşin gerçeği,<br />

Türk sinema salonları Hint filmlerini sürelerinin<br />

uzunluğu nedeniyle pek gösterime<br />

koymayı istemiyordu. Tabii bunda talep<br />

ve arz meselesi vardı. Türk sinema izleyicisi<br />

de sinema salonunda neredeyse 3-4<br />

saati bulan filmleri izlemeyi çok da tercih<br />

etmiyordu. Ancak rahatlıkla söyleyebiliriz<br />

ki son 10 yılda çok şey değişti. Özellikle<br />

2009 yapımı ‘3 İdiots’ (3 Aptal) milyonlarca<br />

insanın Hint sinemasına bakış açısını<br />

değiştirdi. Hint sinema sektörü de buna<br />

kayıtsız kalmayarak filmlerin sürelerini<br />

kısalttı. Klasik müzikler ve danslar, yerini<br />

‘Bollywood dansı’ denilen koreografilere<br />

bıraktı. Aamir Khan’ın tüm toplumları<br />

ilgilendiren sorunları ele alması da Hint<br />

sinemasına merakı ve ilgiyi arttırdı. Onun<br />

ülkesindeki cinsel taciz, fakirlik ve adaletsizliklerle<br />

sinema ile savaşması büyük<br />

takdir topladı.<br />

Aamir Khan, lakabını fazlasıyla hak eden<br />

bir isim. Filmlerini çok uzun sürelerde<br />

hazırlayan ve her bir noktasıyla tek tek<br />

ilgilenen Khan, içine sinmediği zaman<br />

çekimlere devam etmiyor. Geçmişte<br />

Bollywood’da bir oyuncu gün içinde bile<br />

farklı yapımlarda rol alabilirken, bir filmin<br />

‘Bay mükemmel’<br />

lakaplı, dünyanın<br />

en etkili 100 isminden<br />

biri olan<br />

Bollywood’un ünlü<br />

aktörü Aamir Khan’ın<br />

Türk hayranlarının sosyal<br />

medya baskısı<br />

sonuçlarını verdi.<br />

Dangal’dan sonra<br />

Khan’ın yeni filmi ‘Secret<br />

Superstar’ da (20<br />

Ekim) Türkiye’de vizyona<br />

girecek


çekimleri tamamen tamamlanmadan<br />

başka filmde rol alınmaması gerektiğini<br />

benimsetti. Çünkü ona göre, bir oyuncu<br />

ancak bir rolü hakkıyla tamamladıktan<br />

sonra yeni bir projeye başlayabilir.<br />

Sadece birkaç saat arayla farklı rollere<br />

girerek başarılı bir iş çıkaramaz.<br />

Onunla çalışmanın çok kolay olmadığı<br />

herkes tarafından bilinse de sonuca<br />

bakıldığında sinemayla az çok haşır<br />

neşir olan herkesin onunla çalışmak için<br />

can atacağına eminim.<br />

Bollywood’un yükselişi<br />

Bollywood, Amerika sineması<br />

Hollywood’un karşısındaki yükselişini<br />

sürdürüyor. Senaryoları, görüntüleri,<br />

yetenekli oyuncuları, elbette müzikleri ve<br />

dansları ile artık uluslararası alanda da<br />

adından söz ettiriyor.<br />

Fakat her şeye rağmen Bollywood’a<br />

ön yargılı davranılabiliyor. Özellikle<br />

filmlerdeki klipler, birçok kişiye saçma<br />

ve gereksiz geliyor. Ancak Bollywood<br />

sinemasında her şeyin bir nedeni var. 1.5<br />

milyar insanın yaşadığı Hindistan halkı,<br />

fakirlikle boğuşuyor. Hayatlarındaki<br />

en büyük eğlence, sadece bir sinema<br />

filmine gitmek olan milyonlarca insan<br />

var. Sinema, orada insanların hayata<br />

tutunma nedenleri. Bu yüzden bir filmin<br />

içinde sadece dram olmuyor. Mutlaka<br />

komedi ile destekleniyor. Filmlerin sonu<br />

genellikle mutlu bitiyor ve insanlara<br />

umut aşılıyor. Zaten kültürlerinde büyük<br />

yere sahip olan müzikleri filmlerde de<br />

bolca görmek insanları sevindiriyor.<br />

Hatta müzik piyasası tamamen sinema<br />

sektörü ile bağlantılı çalışıyor. Bir film<br />

piyasaya çıkmadan önce filmin içindeki<br />

müzikler klip olarak yayınlanıyor. Ünlü<br />

oyuncular, bu kliplerde playback yaparak<br />

dans ediyor. Ancak şarkıyı söyleyen<br />

şarkıcının yüzü ne kadar o sırada görünmese<br />

de hak ettiği değer veriliyor. Ödül<br />

törenlerinde hem müzikleri yapanlar,<br />

seslendirenler hem de koreografiyi<br />

hazırlayanlar ödüllendiriliyor.<br />

Bollywood filmlerini, özellikle moraliniz<br />

bozuk olduğunda, hayata karşı umutsuz<br />

hissettiğiniz zamanlarda izlemenizi tavsiye<br />

ederim.<br />

Tekrar Aamir Khan’a ve Secret Superstar’a<br />

dönecek olursak… Filmde, Insiya (Zaira<br />

Wasim) adlı şarkıcı olmak isteyen genç<br />

bir kızın yaşadıkları anlatılıyor. Sesini,<br />

şarkılarını dünyaya duyurmak isteyen<br />

Insiya’nın en büyük destekçisi annesi.<br />

Fakat bir gün babasının gitarını bulmasıyla<br />

her şey değişiyor. Kızının şarkıcı olmasını<br />

istemiyor. Ancak Insiya müzik yapmak<br />

konusunda kararlı olunca olaylar zinciri<br />

başlıyor. Genç kız peçe takıp yüzünü<br />

gizleyerek çektiği videolarını YouTube’a<br />

yüklüyor. Bu aşamada Insiya’ya beklediği<br />

destek Shakti Kumar’dan (Aamir Khan)<br />

geliyor.<br />

Aamir Khan’ın öne çıkan filmlerinden<br />

bazıları şöyle:<br />

3 İdiots (3 Aptal): Hindistan’ın en iyi mühendislik<br />

üniversitelerinden birinde okuyan<br />

3 öğrencinin dostlukları ve hayatları<br />

anlatılıyor. Eğitim sisteminin eleştirildiği<br />

filmin, Bollywood’un uluslararası alanda<br />

tanınmasında büyük katkısı var.<br />

Aamir’in bu filmde üniversite öğrencisini<br />

canlandırırken gerçekte 44 yaşında olması<br />

da ayrıca ilginç bir not.<br />

Lagaan (Vergi): 3 saat 44 dakika yerinize<br />

çakılmanıza neden olacak 2001 yapımı, ‘En<br />

İyi Yabancı Film’ Oscar adaylığı olan yapım,<br />

yerli halkın İngilizlerin sömürgesine karşı<br />

örgütlenmesini anlatıyor. Kriket maçı ile<br />

İngilizlere meydan okunuyor. Aamir, ikinci<br />

eşi Kiran Rao ile bu filmin çekimlerinde<br />

tanıştı.<br />

PK: Hindistan’a araştırma için gelen uzaylı<br />

PK, daha önce kimsenin sormadığı sorular<br />

sorar. İnsanları sömüren din adamlarının<br />

eleştirildiği film nedeniyle Aamir’in çok fazla<br />

tehdit edildiği iddia ediliyor. 3 İdiots’da<br />

beraber çalıştığı yönetmen Rajkumar Hirani<br />

ile ikinci çalışması olan bu film, en farklı ve<br />

etkileyici filmlerden biri.<br />

Rang De Basanti (Onu Sarıya Boya)<br />

: Gençlerin kendi toplumlarına nasıl<br />

yabancılaştığının anlatıldığı film, aslında


tarih bilincine karşı büyük bir eleştiri<br />

içeriyor. 5 yakın arkadaşın bazı gerçeklerin<br />

farkına vardıktan sonra ülkeleri<br />

için yaptıkları fedakarlığı anlatıyor. Film,<br />

Hindistan’da birçok soruna tepki gösterme<br />

şeklini temsil ediyor. Protestolar<br />

filmdeki gibi yapılıyor.<br />

Taare Zameen Par (Yerdeki Yıldızlar):<br />

2007 yapımı filmin yapımcılığını,<br />

yönetmenliğini ve başrol oyunculuğunu<br />

Aamir Khan üstleniyor. Disleksi<br />

rahatsızlığı olan Ishaan Awasthi<br />

(Darsheel Safary) çevresi ve ailesi<br />

tarafından tembel, sorunlu olarak görülüyor<br />

ve yatılı okula veriliyor. Burada<br />

resim öğretmeni Ram Shankar Nikmbh<br />

(Aamir Khan) öğrencisinin aslında ne<br />

büyük bir yeteneği olduğunu keşfediyor.<br />

Film, IMDB’nin ‘En İyi 250 Film’ listesinde<br />

yer alıyor.<br />

Dangal: Maddi imkansızlıklar nedeniyle<br />

çok sevdiği güreşi bırakmak zorunda<br />

kalan Mahavir Singh Phogat (Aamir<br />

Khan), güreş öğretebileceği bir erkek<br />

çocuğu olmayınca iki kızını müsabakalara<br />

hazırlamaya başlıyor. Babita Kumari<br />

ve Geeta Phogat, gece gündüz demeden<br />

tüm köylünün dalga geçmelerine rağmen<br />

antrenmanlarına devam ediyorlar. Gerçek<br />

hikayeden uyarlanan filmde, Geeta,<br />

2010 Commonwealth Oyunları’nda altın<br />

madalya kazanarak bu dalda ödül kazanan<br />

ilk kadın güreşçi oldu. Kız kardeşi<br />

Babita da gümüş madalyayı kazandı.<br />

Filmde, kadınların her türlü zorluğa<br />

rağmen neleri başarabilecekleri etkileyici<br />

bir şekilde anlatılıyor.<br />

Bu arada, Khan’ın film için kısa sürede<br />

20 kilo alıp geri vermesinin videolarını<br />

izlediğinizde çekimlerin çok da kolay<br />

yapılmadığını anlayacaksınız.<br />

Ghajini: Kafasına aldığı bir darbe nedeniyle<br />

her 15 dakikada bir yaşadıklarını<br />

unutan Sanjay Singhania, Hindistan’ın<br />

en büyük GSM operatörlerinden birinin<br />

sahibidir. Hayatına devam edebilmek için<br />

sürekli fotoğraf çeker ve yapması gerekenleri<br />

unutmamak için vücuduna notlar<br />

yazar. Sanjay’ın durumu tıp öğrencisi<br />

Sunita’nın ilgisini çeker ve daha fazla bilgi<br />

alabilmek için Sanjay ile tanışır. Gerçekleri<br />

öğrenir. Yönetmenliğini A.R. Murugadoss<br />

‘un üstlendiği filmin kadrosunda Aamir<br />

Khan, Asin, Jiah Khan ve Pradeep Singh<br />

Rawat yer alıyor.<br />

Aamir Khan hakkında kısa kısa:<br />

-14 Mart 1965 yılında Hindistan’ın Mumbai<br />

şehrinde doğdu.<br />

-Sinema kariyerine çocuk yaşta amcası<br />

Nasir Hussain’in filmi Yaadon Ki Baaraat<br />

(1973) ile adım attı.<br />

-Khan, ilk uzun metrajlı filmi Holi (1984)<br />

ve arkasından trajik aşk filmi Qayamat Se<br />

Qayamat Tak (Kıyametten Kıyamete) (1988)<br />

ile başarısını kanıtladı.<br />

-Dört Ulusal Film Ödülü ile yedi Filmfare<br />

Ödülü kazandı.<br />

-Hindistan Hükümeti tarafından 2003<br />

yılında Padma Shri ve 2010 yılında Padma<br />

Bhushan olarak onurlandırıldı.<br />

-30 Kasım 2011’de ve 2014’de UNICEF Ulusal<br />

Barış Elçisi seçildi.<br />

-2001 yılında kendi adını taşıyan film<br />

prodüksiyon şirketini kurdu. İlk filmi<br />

Lagaan (2001) ile Akademi Ödülleri’nde<br />

En İyi Yabancı Dil Film kategorisine aday<br />

gösterildi.<br />

-Sinemaya yön vermesinin yanı sıra<br />

yardımsever kimliği ile de tanınan Aamir<br />

Khan, Satyamev Jayate (Doğru Her Zaman<br />

Kazanır) televizyon programı ile Hint<br />

toplumunda bazıları politik krize dönüşmüş<br />

çeşitli sosyal problemlere çözüm aramaya<br />

devam ediyor.<br />

-İlk evliliğini Reena Dutta ile 1986 yılında<br />

yapan Khan’ın bu evliliğinden Junaid (oğlu)<br />

ve Ira (kızı) isimli iki çocuğu var. 2002<br />

yılında boşanan Khan 2005 yılında Yönetmen<br />

Kiran Rao ile evlendi. Bu evliliğinden<br />

Azad isimli bir oğlu oldu.<br />

Not: Ben bu satırları yazarken Aamir<br />

Khan, Kültür Bakanlığı’nın davetlisi olarak<br />

Türkiye’ye geleceğini açıkladı. Türk hayranlar<br />

bir kez daha amaçlarına ulaştı!


HER ROLE KENDiM<br />

Suzan Aksoy’un<br />

farklı bir oyunculuk<br />

enerjisi olduğunu<br />

düşünüyorum,<br />

dramı ve mizahı<br />

iyi harmanlıyor<br />

bünyesinde.<br />

SUZAN<br />

AKSOY


DEN BiR PARÇA KOYARIM<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n Suzan Aksoy’un farklı bir<br />

oyunculuk enerjisi olduğunu<br />

düşünüyorum, dramı ve<br />

mizahı iyi harmanlıyor<br />

bünyesinde. Özellikle uzun soluklu olduğu<br />

için Çemberimde Gül Oya dizisindeki rolünü<br />

çok sevmiştim. Çılgın, farklı bir rolde olmasa<br />

bile onu farklılaştırmayı bilen oyunculardan<br />

kendisi.<br />

Cenaze İşleri filmindeki rolünüzü<br />

öğrenelim öncelikle... Nasıl bir karakteri<br />

canlandırıyorsunuz?<br />

Ben filmde Orhan’ın annesini oynuyorum.<br />

Biraz işitme kaybı ve demansı var. Heyecanlı,<br />

hemen her şey bir anda olsun isteyen, hayat<br />

dolu eve enerjik bir anneyi canlandırıyorum.<br />

Sizin açınızdan çekimler nasıl geçti? Set<br />

ortamı nasıldı?<br />

Bütçesi kısıtlı olmasına rağmen yapımcıların<br />

oyuncularla olan tavırları inanılmaz zarifti.<br />

Benim bir dediğim iki olmadı. Bu bütün<br />

setlerde olması gereken bir durumdur ama<br />

zaten maalesef biz de öyle olmuyor. Sette<br />

oyuncu olduğumu hissettim, iyi ki oyuncu<br />

olmuşum diyorsunuz bir kez daha. Ben hepsine<br />

çok çok teşekkür ediyorum.<br />

Canlandırdığınız karakter size ne kadar benziyor?<br />

Bana benzemiyor. Annelik anlamında oğluna<br />

olan düşkünlüğü benziyor. Ressamın tablosunu<br />

renklerinden anlarsınız, onun küçük<br />

bir imzası vardır. Oyuncuda da şöyle bir şey<br />

vardır. Kendinizden bir parça koyduğunuz,<br />

kattığınız zaman artık o sizin olur Muhakkak<br />

her role kendimden bir parça koyarım.<br />

İnsan her şeyi içinde barındıran bir yaratık.<br />

iyiyi, kötüyü, dahiliği, hırçınlığı, mutluluk ve<br />

mutsuzluğu… Hepsinden bir parça var ama<br />

birebir oğluna olan sevgisi, benim de oğluma<br />

olan sevgim…<br />

Role nasıl hazırlandınız?<br />

Artık öyle özel bir şeyler yapmıyoruz. Biraz<br />

kendimden, biraz annemden aldım. Mesela<br />

yapımcımız Serpil (Altın) hanımın annesiyle<br />

tanıştık, onda hafif bir demans olduğunu<br />

gördüm. Çok tatlı bakıyordu, enerjik hayat<br />

dolu bir kadındı. Anlık şeyler ve hafızamızda<br />

alışkanlık haline gelmiş olan gözlemlediğimiz<br />

şeylerin ortaya çıkmasıyla oluyor.<br />

Film vizyona girince nasıl bir ilgi görür sizce?<br />

Bence görecektir diye düşünüyorum öyle bir<br />

his var içimde. Herke canla başla çalıştı ve<br />

samimi bir film oldu. Seyirci samimi olan her<br />

şeyi seviyor, kendisinden bir parça buluyor.<br />

‘mış’ gibi yapmadık, gerçekten yaptık. Ben<br />

seyircinin bu anlamda ortaya çıkarılmış filmleri<br />

sevdiğini düşünüyorum. Ben kendi adıma<br />

alnımızın akıyla güzel bir işin içinde olmuş<br />

olmaktan doları çok mutluyum. Ne kadar çok<br />

kişiye ulaşırsa o kadar mutlu olurum.<br />

Türk komedi filmleriyle ilgili son dönemlerdeki<br />

değerlendirmeler, “vasat” olduğu yönünde.<br />

Sizin görüşünüz nedir?<br />

Katılıyorum. Komedi denince daha çok tip<br />

komedisine yöneliniyor. Halbuki komedi<br />

biraz daha işlenmesi gereken, dramatürjisi<br />

güçlü olması gereken bir tür. Sadece tiplere<br />

yöneldiği zaman olmuyor, ben gülemiyorum.<br />

Antipatik de geliyor bana. Seyirci zaman<br />

zaman hoşlanıyor. Ben sulu zırtlak, belden<br />

aşağı komediden hoşlanmıyorum. O yüzden<br />

Şevkat Yerimdar’ı seviyorum. Filmin bütünü<br />

bozmayan bir mizah algısı var dizide.<br />

Altın Portakal’da ‘Ulusal Yarışma’ kategorisinin<br />

kaldırılmasıyla ilgili ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Bu Altın Portakalla sınırlı kalmayacak gibi<br />

geliyor. Yerli filmler olmazsa bir festival nasıl<br />

kendini ifade edebilir ki? Sinemanın, tiyatronun<br />

önü kesilir, heykeller aşağı indirilir, resim<br />

umursanmazsa, opera ve bale neredeyse<br />

kalkarsa o zaman çok kötü olur işte. Umarım<br />

yetkililer sanatın değerini çok çabuk anlarlar.<br />

Çünkü sanat bir anlamda yabancı<br />

ülkelere karşı etkiyle kullanabileceğiniz bir<br />

silah etkisi de taşır. Halk eğitim oyunları


kaldırılmış ilkokullarda, bunlar iyi şeyler<br />

değil. Kaldırdığın şeyin yerine bir şey<br />

koyamıyorsan da olmaz. Ya da sadece bina<br />

koyarak olmaz, dışarıya açılınmaz. Müteahhitlik<br />

bir sanat değil. O yüzden çok üzülüyorum.<br />

Birçok oyuncu dizi sektöründe artık rol<br />

almasının zor olduğunu söylüyor. Dizi sektörüyle<br />

ilgili sorunlar yıllardır konuşuluyor,<br />

ancak bir sonuç alınamıyor, hatta bu<br />

sürede önemli sayılacak genç izleyici kitlesi<br />

yabancı dizilere yöneldi, bu durumu nasıl<br />

değerlendirirsiniz?<br />

Bence izlenmiyor değil ama tekrar var. Aynı<br />

konularda diziler bütün kanallarda oynuyor.<br />

Yaratıcı, kendi doğal yaratıcılığınızda, özgün<br />

olmadığınız sürece yer bulamıyorsunuz.<br />

Belki bir tanesi reyting rekorları kırıyor<br />

Ama diğerleri çakılıyor, bunun gibi. Bakış<br />

açıları farklı gençlerin. Benim oğlum beni<br />

sever oyunculuğumu beğenir ama izlemeye<br />

gelince izlemiyor. Yabancı dizi ben de izliyorum<br />

gerçi. Vakit yakalarsam durmaksızın<br />

hem de. Çünkü izletiyor orijinal hikayeler<br />

çünkü. Ya ad çok büyük fantastik hikayeler,<br />

ama o kadar gerçek ki… Biz hayallerimizi<br />

kısıyoruz. Ya da yaptığımız işleri yeterince<br />

önemsemiyoruz. Neredeyse bütün diziler<br />

yurtdışından adaptasyon.<br />

Komedi alanında en iyi oyunculardan birisiniz,<br />

ancak komedi içerisinde mizahi unsuru<br />

da barındıran bir branş. Ancak son<br />

zamanlarda mizah yönünde bir kuraklık söz<br />

konusu. Bunun sebebi sizce nedir?<br />

Komedinin en büyük özelliği sahici olması.<br />

Drama’da da önemli. Dramada kamufle<br />

edebilirsin ama komedide edemiyorsun.<br />

Bir de senarist yazıyor, mesela doktorlarla<br />

ilgili komik bir şey koyuyor hemen itiraz<br />

geliyor biz öyle miyiz diye? Bu da onu geri<br />

plana itiyor. Bazen oyuncunun kendisi ilham<br />

kaynağı olur yazarlara. Kara mizah ise kendi<br />

içinde bir harmandır. Kelime oyunlarıyla,<br />

bir yerlere atıfta bulunmasıyla… çok zekice<br />

senaryolar çıkabilir ortaya, eleştiriler<br />

yapılabilir.<br />

Koyu bir Fenerbahçe taraftarısınız. Fenerbahçe<br />

ve Beşiktaş tribünlerinde yoğun<br />

olarak Mustafa Kemal Atatürk tezahüratları


duyuluyor. Bu psikolojiyi bir oyuncu olarak<br />

nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Ben Fenerbahçeliyim ama yüreğim<br />

Beşiktaş’ta da atıyor. Atatürk tezahüratları<br />

elbette yapılır, heykellerine zarar veriyorlar.<br />

Onu kırabilir, dökebilirsin ama insanların<br />

yüreğinden atamazsın ki. Bu sesler tepki sesleridir.<br />

Oyuncular Sendikası’na da üyesiniz. Eskiden<br />

Yeşilçam’da starlar sendikalaşıp,<br />

grevlere çıkardı. Şimdilerde bu duruma<br />

pek rastlamıyoruz. Oyuncular açısından<br />

değerlendirirseniz, neden?<br />

80’lerden sonra ülkenin gidişatı değişmeye<br />

başladı. Kenan Evren’le birlikte sendikalar<br />

yasaklanmaya başladı. Sivil toplum örgütü<br />

diye bir şey kalmadı. Giderek daha da<br />

ağırlaşan bir hal aldı. Sanata dair ne varsa bu<br />

ülke bu işi beceremedi. Ülke diyorum sadece<br />

hükümetlerin işi değil bu. Halkın da sahip<br />

çıkması gerekiyor.<br />

En sevdiğiniz oyun<br />

Tennessee Williams’ın bütün oyunlarını çok<br />

severim. Bu sezon yazarın Sırça Kümesi’ni<br />

oynayacağız.<br />

En sevdiğiniz şarkı<br />

Eskilerden severim Mesela Işıl Yücesoy’u.<br />

En sevdiğiniz insan<br />

Oğlum<br />

En beğendiğiniz film<br />

Çağan Irmak’ın Ulak ile Babam ve Oğlum<br />

filmleri<br />

En beğendiğiniz oyuncu<br />

Gençlerden söyleyeceğim. Çağatay Ulusoy,<br />

Kıvanç Tatlıtuğ ve Aras Bulut İynemli…<br />

En çok rahat ettiğiniz yer<br />

Caddebostan<br />

Yapmaktan en çok keyif aldığınız şey<br />

Oğlumla kahvaltı etmek, başka bir şehirde<br />

yaşıyor gelince keyifle kahvaltı ediyoruz,<br />

akşam yemeği yiyip, biraz içiyoruz.<br />

Eklemek istedikleriniz...<br />

Ben insanları ve hayatı seviyorum. Kimsenin<br />

örselenmeden, ayrıştırılmadan,<br />

farklılaştırılmadan barış içinde yaşamasını<br />

istiyorum. Geriye gitmekten korkmuyorum,<br />

bu ülke bize altın tabaklarda verilmedi, kanla<br />

alındı. O yüzden ülkem için sonuna kadar<br />

kalırım.


DÜNYA<br />

KOCAMAN<br />

BİR SAHNEDİR<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Bu ay konuğum, kısa<br />

film yönetmeni Kadir<br />

Erman. Kırık Kanatlar<br />

isimli yaratıcı ve başarılı<br />

bir film çeken Erman<br />

sorularımızı yanıtladı. İyi<br />

okumalar...<br />

Bu ay konuğum, kısa film yönetmeni<br />

Kadir Erman. Kırık Kanatlar<br />

isimli yaratıcı ve başarılı bir film<br />

çeken Erman sorularımızı yanıtladı. İyi<br />

okumalar...<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

1991 Mardin Kızıltepe ilçesi<br />

doğumluyum. Lise eğitimini<br />

Kızıltepede tamamladım. 2010 yılında<br />

Güneydoğuya gelen dizi ve sinema<br />

ekiplerinden etkilenerek, Halil ibrahim<br />

çevik ile Velit Ataklı arkadaşlarla<br />

sinema sektörüne girdik. Bağımsız film<br />

atölyelerde sinema eğitimleri aldım.<br />

Bu eğitimler daha çok senaryo ağırlıklı<br />

derslerden oluşuyordu. Bir çok kısa<br />

film reklam dizi setinde bulundum farklı<br />

görevler aldım. 2017 de “Kırık Kanatlar”<br />

filmini çektim.<br />

Biraz Kırık Kanatlar’dan ve onu çekme<br />

nedenlerinden bahseder misin?<br />

Robin, Onbeş yaşında güvercinlerle vakit<br />

geçirmeyi seven biridir. İsmail amca<br />

keklik avcılığı yapıyor ve oğlunun güvercinlerle<br />

zaman geçirmesine karşıdır.<br />

Babanın bu duruma karşı çıkması,<br />

baba ve oğul çatışmasına döner. Aynı<br />

zamanda Babanın gizlediği şey, oğulda<br />

açığa çıkıyor. Film senaryosu 3 ayda<br />

tamamlandı. Eski Mardin köhne bir<br />

mekanda çekimlere başladık, 4 gün<br />

sürdü Hava şartları bizi çok zorladı<br />

filmde sıcak renkler var belli olmuyor<br />

ama çekim almadan önce kar yağmıştı<br />

ve çok soğuktu.Bayan oyuncu bulmak<br />

epek zaman almıştı. Hikaye yardımcı<br />

yönetmenim Velit Ataklı ya aitti. Küçükken<br />

babası keklik avcılığı yapıyordu,<br />

onun horozunu kesip ona yedirince<br />

kendisinde en çok üzüldüğü anı olarak<br />

kalmış. Senaryo gelirştirme süreceni<br />

Eser Bozan, Roza Erizin hocamızla<br />

sağolsunlar fikir üzerine beraber zaman<br />

geçtirdik. Aslında filmde anlatılan keklik<br />

ve güvercin metaforik simgedir. Asıl<br />

neden aile ilişkilerin ne kadarda uzak ve<br />

soyut hale gelmesiydi.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli


ve yabancı yönetmenler<br />

kimler?<br />

Tarkovski, Angelopoulus,<br />

Bergman,<br />

Ozu, Bresson,<br />

Ray’dir. Sinema anlayışını yeni dalga, İtalyan<br />

yeni gerçekçilik, devrim sonrası İran Sineması, ile<br />

ve özellikle Asgar ferhadi, Abbas Kiarostami ile<br />

ilişkilendirmek mümkündür. Yerli sinemacılardan<br />

Tolga karaçelik, Emin Alper, Nuri Bilge Ceylan<br />

takip edilmesi gereken yönetmenlerdir.<br />

Edebiyatçılardan ise Çehov ve Dostoyevski dir<br />

Bazıları film yapar, bazıları ise sinema. Bu kişiler<br />

de sinema yapıyor. Ben de sinema yapmayı seviyorum,<br />

film değil. Bir film çektiğimde, Fransız da,<br />

İspanyol da, Arjantinli de beni anlasın istiyorum.<br />

Tabii bunu Kürtçe yapmak istiyorum. Kürtçe benim<br />

anadilim ve bende annemin tarafındayım.<br />

Senin için kısa film nedir?<br />

‘Kısa’ filmlerin anlatma biçimi değil, bir duadır.<br />

Kendinimizi başkalarına anlatabilmek için en iyi<br />

araçtır. Aynı zamanda insanın vücud dilidir. Bütün<br />

filmler, bir gerçeklikten yola çıkılarak yapılıyor.<br />

Benim bir geçmişim var, ait olduğum bir kültür, bir<br />

dili konuşuyorum ve o dilin çerçevelediği bir ülke<br />

Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />

yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />

Sıkıntılı bir konu. Fonlar var ama son derece<br />

yetersiz kalıyor. Çok kısa filmci de bir şekilde bir<br />

yerlerden finasman toplayıp, kendi imkanlarıyla<br />

filmini çekiyor. Festivallerde Bir film birinci olur,<br />

bir başkası ikinci bir başkası da üçüncü, oysa<br />

10 film vardır orada. Finalist filmlerin tümüne<br />

verilecek olan para ödülleri paylaştırılmalı,<br />

tekrar bir derecelendirme yapılmalı ya da derecelendirme<br />

sistemi olduğu gibi kalır. Festivallerde<br />

finalist olan tüm filmlere telif ödenir.<br />

Sonuçta kısa film çeken insanlar zor şartlar<br />

altında üretim yapıyorlar ve festivaller dışında<br />

başka gösterecek kısa film sinemalarımızda yok<br />

bu konuyla ilgili yeniden yapılandırmaya ihtiyaç<br />

vardır.<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Bekleyen bir hikayemiz var. Üzerine çalışıyoruz<br />

kısa film senaryoya dönüştürmek için.<br />

Sonrasında fonlama başvuruları söz konusu<br />

olamaz, çünkü bu filmin içeriği politik kimliğe<br />

ihtiyaç vardır. Bu demek ki proje uygun görülmez<br />

yada diskalifiye edilir. Yapımcı bulmasak<br />

eğer gerekirse kendi imkanlarımızla mutlaka bu<br />

filmi çekeceğiz. Umut iyi bir şeydir, Belki de en<br />

iyisi ve iyi şeyler asla ölmez “Ne olursa olsun<br />

sonu muhteşem olacak”.


SİNEMANIN BAĞIMSIZ<br />

KRALİÇESİ<br />

Uzun zamandır inişli çıkışlı<br />

bir kariyere sahip olan<br />

Jennifer Jason Leigh bu<br />

ay Good Time filmiyle<br />

karşımıza gelecek. İnişli<br />

çıkışlı bir kariyer desek de<br />

onun kabiliyetinden kimse<br />

şüphe edemez.<br />

JENNIFER<br />

JASON<br />

LEIGH<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Jennifer<br />

Jeson Leigh<br />

oyunculuk<br />

hayatına genç<br />

yaşta 1970’lerdeki<br />

birkaç<br />

televizyon<br />

gösterisinde<br />

konuk oyunu<br />

olarak başladı. Şekiz yaşında<br />

başlayan bu kariyerin hala devam<br />

etmesi oyuncunun kabiliyetinde<br />

yatıyor. 1982 yılında Fast Times<br />

at Ridgemont High filmiyle çıkış<br />

yapan sanatçı 1991 yılında Alev<br />

Kapanı filmiyle Robert De Niro<br />

ve Kurt Russell ile başrol oynadı.<br />

Ardından 1993’te Kısayol adlı<br />

komedi-drama filminde oynadı ve<br />

bu film ile Altın Küre’nin o dönem<br />

verdiği özel ödül olan En İyi Oyuncu<br />

Kadrosu ödülünü diğer oyuncularla<br />

beraber kazandı. 1994’te Coen<br />

kardeşlerin Bir Şirket Komedisi<br />

filminde oynadı. Aynı yıl oynadığı


Parker and the Vicious<br />

Circle filminde şair Dorothy<br />

Parker’ı canlandırdı ve Altın<br />

Küre’de adaylık elde etti.<br />

Leigh 2002’de Tom Hanks ile<br />

Azap Yolu filminde buluştu.<br />

2004 ise Makinist filmindeydi.<br />

2015’de Anomalisa adlı animasyonda<br />

seslendirme yaptı.<br />

Leigh en bilinen ve kendisine<br />

önemli ödül ve adaylıklar getiren<br />

rolünü ise Tarantino’nun<br />

The Hateful Eight filmiyle<br />

kaptı. Leigh bu film ile Altın<br />

Küre, BAFTA ile Akademi<br />

adaylığını En İyi Yardımcı<br />

Kadın Oyuncu kategorisinde<br />

elde etti. Leigh Hollywood,<br />

Kaliforniya’da doğdu. Babası<br />

Vic Morrow oyuncuydu ve<br />

annesi Barbara Turner bir<br />

senaristti. İki yaşındayken<br />

anne ve babası boşandı.<br />

Leigh’in doğum adı Jennifer<br />

Leigh Morrow’dı. Bir aile<br />

dostu oyuncu Jason Robards<br />

onuruna baba adını “Jason”<br />

olarak oyunculuk hayatının<br />

başlarında değiştirdi. Jason<br />

Leigh ilk yazarlık ve yönetmenlik<br />

deneyimini Alan<br />

Cumming ile birlikte 2001<br />

yılında The Anniversary Party<br />

filmiyle yaşadı. Bu ikili aynı<br />

zamanda filmde oynarken<br />

film eleştirmenlerden karışık<br />

yorumlar aldı. Ardından<br />

2005’de Rag Tale adlı filmin<br />

senaryosunda yönetmen<br />

Mary McGuckian’a birçok<br />

ünlü ile beraber yardım etti.<br />

2010’da Greenberg filminde<br />

yönetmen Noah Baumbach<br />

ile beraber hikâyeyi yazdı.<br />

Film eleştirmenler tarafından<br />

beğenildi.


RYAN GOSLING<br />

BAKIŞLIM<br />

Ryan Gosling her oynadığı<br />

filme neredeyse bağımsız<br />

damgasını vurduran bir isim.<br />

Kendisini bu ay Blade Runner<br />

2049 filminde K rolüyle<br />

karşımıza çıkacak..


BANU BOZDEMİR<br />

n Ryan Gosling, 12 Kasım<br />

1980 tarihinde Kanada‘da<br />

doğdu. Tam adı Ryan Thomas<br />

Gosling’dır. 12 yaşındayken<br />

The Mickey Mouse Club<br />

adlı dizideki başarılı<br />

performansıyla dikkatleri<br />

üzerine topladı. Ardından<br />

Breaker High, Young Hercules<br />

gibi dizilerde oynadı. Canlandırdığı The Believer<br />

adlı filmiyle tanındı. Denzel Washington ile birlikte<br />

Unutulmaz Titanlar (Remember the Titans) filminde<br />

yer aldı.<br />

2002 yılında “Murder by Numbers /Adım Adım<br />

Cinayet” adlı sinema filminde Sandra Bullock ile<br />

birlikte, 2004 yılında “The Notebook / Not Defteri”<br />

filminde başrolde Rachel McAdams’la 2007<br />

yılında da “Cinayet Gecesi” filminde Anthony<br />

Hopkins ile beraber başrolde oynadı.<br />

Sinemaya 3 yıl ara verdikten sonra 2010‘da Blue<br />

Valentine filmiyle dönüş yaptı. 2012‘de The Place<br />

Beyond the Pines filminde Bradley Cooper ve<br />

Eva Mendes gibi oyuncularla çalıştı. 2012 yılında<br />

“Gangster Squad / Suç Çetesi” adlı filmde Josh<br />

Brolin, Ryan Gosling, Sean Penn, Nick Nolte,<br />

Emma Stone, Anthony Mackie, Giovanni Ribisi,<br />

Michael Peña ve Robert Patrick rol aldı.<br />

Sonra sırasıyla Büyük Açık, İyi Adamlar, Aşıklar<br />

Şehri, Weightless filmlerinde rol aldı. Kendisini<br />

bu ay Blade Runner 2049 filminde K rolüyle<br />

karşımıza çıkacak..


BİZİM<br />

HİKAYE<br />

Shameless dizisinin<br />

Türkiye uyarlaması<br />

olan Bizim Hikâye Fox<br />

Tv ekranlarından izleyici<br />

ile buluşmaya<br />

başladı...<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

ÇAKMA GALLAGHER<br />

ELİBOL AİLESİ<br />

DİZİFUN<br />

Shameless dizisinin Türkiye uyarlaması olan<br />

Bizim Hikâye Fox Tv ekranlarından izleyici ile<br />

buluşmaya başladı. Her ne kadar tam olarak<br />

uyarlama daha çok esinlenme gibi dursa da meraktan<br />

mıdır bilinmez oldukça ilgi gördü. Başrollerinde Hazal<br />

Kaya (Filiz), Burak Deniz (Barış), Reha Özcan (Fikri),<br />

Yağızcan Konyalı (Rahmet), Nejat Uygur (Hikmet),<br />

Zeynep Selimoğlu (Kiraz), Alp Akar (Fikret), Ömer<br />

Sevgi (İsmet) ve Nesrin Cavatzade’nin (Tülay) yer<br />

aldığı dizide bu ekibe daha bir çok oyuncu eşlik ediyor.<br />

Dizinin konusu, dünya çapında çok sayıda takipçisi<br />

olan Amerikan dizisi Shameless’a benrzer olarak<br />

şehrin yoksul semtlerinden birinde yaşam mücadelesi<br />

veren bir ailenin hikâyesinden temellenerek<br />

şekilleniyor. Shammeless’ın cesur senaryosunun


yanında Bizim Hikâye’nin ülkemiz<br />

dinamikleri çerçevesinde<br />

şekillendirilmeye çalışılmış<br />

hikâyesi oldukça sönük kalsa da<br />

yine de izleyiciyi yakalayabilmiş<br />

görünüyor. Kaldı ki Shammeless’da<br />

ki çok sayıda cinsellik, alkol<br />

ve uyuşturucu içeren sahne<br />

düşünüldüğünde gündelik hayatta<br />

ilişkin hikâyede yapılan değişiklikler<br />

zaruri duruyor. Bununla birlikte<br />

uyarlama ve yerlileştirme çabasının<br />

bir araya gelmesi kimi zaman oldukça<br />

komik sonuçlar doğurabiliyor.<br />

Kendi adıma bunun benim için<br />

en iyi örneklerinden birisi sağlık<br />

sektörü ile ilişkili olmanın ötesinde<br />

çılgın seks hayatı ile gündemde<br />

olan Veronica karakterine karşılık<br />

bel fıtıkçı Tülay’ın koyulmasıdır.<br />

Tülay bizim ülkemize has bir<br />

olay ve hatta geyik olan bel fıtığı<br />

tedavisi için duvarlara numara<br />

yazdırmakta ve eşi kıskanç olduğu<br />

için de sadece kadın hastalara<br />

bakabilmektedir. Veronica’nın seksi<br />

yanları Tülay’da eşine cilve olarak<br />

hayat buluyor. Veronica’nın barmen<br />

eşinin yerini Tülay’ın çaycı eşi alıyor ve Fikri onun<br />

el altından verdiği biralarla her gün sarhoş oluyor.<br />

Dizideki ortak noktalar karakterler, çocuk sayısı,<br />

çocukların kimi özellikleri, babanın alkolik ve annenin<br />

terk etmiş olması, filiz ve iki kardeşinin evin<br />

giderlerini karşılayabilmek için sürekli çalışmaları<br />

ve çabalamaları, kardeşlerine hem anne hem<br />

de baba olmaya çalışan abla Filiz karakteri<br />

ve ona âşık yasa dışı işler yapan bir erkeğin<br />

yanı sıra bir de polisin olmasıdır. Tabi bu benzerlikler<br />

de kendi içerisinde farklılıklar taşıyor.<br />

Shammeless’ın sorumluluklarının bilincinde<br />

kendini kardeşlerine adamış ama bir yandan da<br />

uçuk yanları olan Fiona’dan çok daha soft ve<br />

geleneksel bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.<br />

Fiona’nın sınır tanımayan yanının aksine Filiz<br />

gecenin bir yarısında bir parkta örtü serip üzerinde<br />

uyumak zorunda kaldığı Barış’ı sınırlarını bilmesi<br />

noktasında oldukça net uyarıyor ya da daha<br />

önemlisi mahallelinin ne diyeceğini önemsediği<br />

anlar oluyor. Shammeless’da kardeşlerden<br />

eşcinsel Ian, Bizim Hikâye’de Hikmet karakterinde<br />

hayat buluyor. Karakter yine ülkemiz<br />

koşullarına göre karakterize ediliyor. Eşcinsel<br />

olması kabul edilemeyeceğinden bir markette<br />

çalışan Hikmet patronunun eşine platonik<br />

âşık bir genci canlandırıyor. Zira bu daha<br />

kabul edilebilir görülüyor demek ki. Kadının<br />

kocasının kötü ve şiddet eğilimleri olan bir karakter<br />

olması Hikmet’in hikâyesinde olacakları<br />

meşrulaştıracakmış gibi duruyor.<br />

Evet, burada değindiğim birkaç örneğe ek<br />

olarak daha birçok benzer ve farklı yanlarıyla<br />

izleyiciyle buluşan, izlenme oranları da hiç fena<br />

olmayan Bizim Hikaye’nin ekran yolculuğu ne<br />

olur şimdiden bir şey demek güç ama bu sezon<br />

bizimle olacak gibi görünüyor. Kendi kendime<br />

uyarlama olduğunu unut!!! Kendi iç dinamikleriyle<br />

izlemeye çalış. Bakalım ne olacak diyorum.<br />

Belli mi olur belki o zaman sevebilirim. Olmadı<br />

siz de öyle yapmayı deneyin. Diğer türlüsü<br />

daha zor olabilir.


EPISODE<br />

ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />

Gypsy, Naomi Watts’ın göz alıcı<br />

oyunculuğu, derinlikli ve farklı bir<br />

tempoda ilerleyen olay akışı ile seyircisini<br />

tam anlamıyla ikiye bölüyor; diziye<br />

hayran olanlar ve Naomi Watts hatırına<br />

diziye katlanmaya çalışanlar. Yani en<br />

baştan belirtilmeli ki Gypsy tam anlamıyla<br />

‘meraklısına’ hitap eden ayrıksı bir metin.<br />

Kaldı ki kahramanın ideal beniyle gerçek<br />

beni arasında uçurumlardan zirvelere gitgelleri<br />

sahte ve gerçek çatışmasına hem sebep<br />

hem sonuç oluşturuyor. Haliyle görünür<br />

kılınan tüm çatışmaların kaynağı psikolojik<br />

olduğundan daha derinlikli bir izleme seyri<br />

talep ediyor. Somut çatışma kaynaklarına<br />

alışagelen izleyici için bu tür sorunlar tamamen<br />

uydurma ve/ya gereksiz gelebiliyor<br />

ve beğenmeyenler gerçekten niye böyle bir<br />

dizi yapılmış diye söyleniyorlar. Tam tersine<br />

her aksiyonun temelinde gizil kalmış<br />

örtük dürtüler olduğunu düşünenler içinse<br />

Gypsy çölde vaha bulmuş kadar büyüleyici<br />

ve gerçekçi geliyor, hayranlık ve heyecanla<br />

her bölümü kendi içlerinde tartışıyor, ikinci<br />

sezonu merakla bekliyorlar. Başkalarının<br />

hayatı üzerinden kendini bulmaya çalışan<br />

bir psikoloğun sanal bir kimlikle bazen<br />

kendinden çıkmaya çalışarak kendine<br />

ulaşmaya çalışması doğal olarak kimine<br />

saçma kimine ise müthiş bir mesele olarak<br />

görünüyor.<br />

Temel mesele şöyle özetlenebilir: Jean<br />

Holloway isminde bir terapist hastaları<br />

NAOMI WATTS’<br />

OJELi DERiN M


GYPSY kendine<br />

IN LACiVERT<br />

AVi DiZiSi<br />

bağımlı kılıyor ve kendisi de hastalara<br />

bağlanıyor. Tabii her bağımlılık gibi tehlikeli<br />

sonuçlara ilerleyen akışın her iki taraf<br />

(terapist/hasta, izleyici/metin) için de ‘tedavi’<br />

kapsamında gelişmesi ayrıca koskoca bir<br />

parantez olarak metnin çatışmasına müthiş<br />

boyutlar ve nefis bir temel kazandırıyor. Böylece<br />

baştan sona insan ruhunun yaşamın<br />

kurallarıyla çatışan yapısı bir psikolog gözünden<br />

test ediliyor, test eden psikolog olunca<br />

ve bu psikolog tüm hastalarından daha hasta<br />

ve yine de tedavi eden olduğundan soruların<br />

önemi ciddiyet kazanıyor elbette. Üst sınıf burjuva<br />

bir terapistin ilk bakışta klasik Amerikan<br />

rüyasını doğrulayan aile yapısı ve yüzeyden<br />

derine inildiğinde sıkıcı beyaz yakalı hikayesi<br />

olmaktan çok daha fazlasını söyleyen esrarengiz<br />

bir dizi olarak benzerlerinden sıyrılıyor.<br />

Çünkü esrarengiz oluşu olay akışından değil<br />

insanoğlunun karanlık yapısından filizleniyor,<br />

üstelik ana karakter terapist olunca mesele<br />

çok doğru ve zengin bir yerden kök bularak<br />

adeta mesajlarını aklıyor, doğruluyor ve<br />

kesinleştiriyor.<br />

Şifa vermesi beklenenin kendi karanlığına olan<br />

yolculuğu ve bu yolculuğun belki de mutlak<br />

doğruya çıkartan yol olarak gösterilmesi elbette<br />

şaşırtıyor. Kişi kendine ne kadar karşı<br />

koyabilir, kendine karşı koyabildiğin ölçü de<br />

iyi ve doğru mu olunur, kendinden kaçmak mı<br />

kendine doğru yürümek mi cesaret ister ve<br />

hangisi daha iyi insan olmak için takip edilecek<br />

anahtar kavramdır… Sorular zor, cevaplar<br />

ise seyirciyi de yüzleşmeye çağıran cinsten<br />

çetin şaşırtmacalar içeriyor. Örneğin kocası<br />

ve sekreteri ‘doğruluk mu’, ‘cesaret mi’ oyununu<br />

oynuyorlar. Hangisi hayatı daha anlamlı<br />

kılar, neye öncelik vermeli ve bu ikisi hep<br />

çekilmek ve/ya seçilmek zorunda mı? Böylesi<br />

zor soruları ikna eden ve yoldan çıkaran veya<br />

doğru yola sürükleyen değerlendirmeler<br />

eşliğinde derin psikolojik analizlerle gerekçeleyerek<br />

derdini anlatıyor.<br />

Yapman gerekene odaklanırsan gerçekten ne<br />

hissettiğini bilmeyen ve kendini bulamayabilen<br />

kişilikler masaya yatırılıyor dolayısıyla düzenli,<br />

güvenli ve sıkıcı bir yaşamdansa ölmeyi tercih<br />

edenlerle sürünmeyi seçenler (düzenin içinde<br />

var olmayı seçenler) arasında bir yerden


yaşam sorgulanıyor. Hayat epik bir oyun olmalı<br />

ve oyun şimdi başlamalı mı ya da büyük bir inkar<br />

mekanizmasıyla kişi kendini zaten mutlu olduğuna<br />

inandırmalı mı gibi neredeyse cevapsız konular<br />

şiddetli hesaplaşmalara sürüklüyor. Evli bir terapist<br />

yasaklı bir aşka yelken açarken kocasını bir kadınla<br />

aldatmayı kendisiyle yüzleşme ve buluşma gibi bir<br />

ayine dönüştürüyor ve haliyle ruhsal tansiyonu<br />

korkunç sınavlar veriyor. Öte yandan kişinin kendinden<br />

kaçışının imkansızlığı küçük kızı vesilesiyle<br />

büyüyen tehlike ve gelecek olarak küçük harflerle<br />

ancak derin bir etkiyle tekrarlanıyor.<br />

Bastırılan cinsel tercihlerinin kızı üzerinden çok<br />

daha güçlü bir şekilde yeniden doğması ve evinin<br />

hatta kalbinin, damarlarının ve geleceğinin içinden<br />

büyümesi oldukça cesur ve tamamen bu yüzyıla ait<br />

bir dil ve içerik oluşturuyor. Küçük kızı trans ya da<br />

lezbiyen olduğunu ima eden şeyleri çocuklara özgü<br />

doğallık ve bilinçsizlikle söylüyor. Böylece kendisinin<br />

bastırılmış ve gizlice yaşadığı cinsel tercihi<br />

evde büyüyor. Kendisine annesinin ve şimdi kendisinin<br />

kendine tam olarak tanımadığı cinsel tercih<br />

özgürlüğü için kızına izin vermeye çalışıyor. Müthiş<br />

bir bocalama eşiğinde kızının mutluluğunun neyi<br />

seçeceğinden görmek bir kez daha yaşamını kaçışı<br />

imkansız sınavlara tabi tutuyor. Neticede kendisinden<br />

vazgeçerek, korkarak, saklayarak ve saklanarak<br />

aile olmaya çalışan bir kadının inkar etmek zorunda<br />

bırakıldığı ‘ben’ini çocuğunda görmesinden daha<br />

kuvvetli bir çatışma olabilir mi? Örneğin kız arkadaşı<br />

kendisine neden özgür olmadığını soruyor ve buna<br />

değmeyeceğini anlatıyorken kendisinin vereceği<br />

karar aslında bir yandan da kızı için çizeceği yol<br />

haritası olacağından fenalıklar geçiriyor, duygusal<br />

yükselmeler ve düşüşler arasında sıkışıyor. Aşkın<br />

kontrolü kaybettiren ve sınırlara iten sürprizleri ise<br />

ideal beniyle gerçek beni arasında bitmek bilmez<br />

hatalara düşmesini var oluşu haline geliyor. Ayrıca<br />

metnin kendisi kadar Naomi Watts’ın büyüleyen<br />

performansı nedeniyle de Gypsy meraklısını gerçekten<br />

mest ediyor. Vücut dili, jest ve mimikleri çok<br />

doğru seçilen kostümlerle desteklenince karakter<br />

Naomice bir estetikle müthiş bir seyir zevki sunuyor<br />

gerçeten…<br />

NOT: Diziyi izleme sürecinde Jean’in sürdüğü o lacivert<br />

ojeyi arayıp alanlar ve özenle sürenler bir itiraf<br />

notu yazsalar keşke, lütfen haydi☺… Hatta Jean lacivertiyle<br />

ojelenen parmaklar fotoğraflansa keşke!

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!