Cinedergi 107
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
CINEVİZYON<br />
6 EKİM<br />
Babam<br />
My Little Pony Filmi<br />
Blade Runner 2049: Bıçak Sırtı / Blade Runner<br />
2049<br />
Dört Köşe<br />
Kervan 1915<br />
Korku Kayıtları / The Crucifixion<br />
Çavdar Tarlasındaki Asi / Rebel in the Rye<br />
Nublu<br />
20 EKİM<br />
Damat Takımı<br />
Dua Et Kardeşiz<br />
Aşka Geldik<br />
Süperstar / Secret Superstar<br />
Soygun / Good Time<br />
Bak Şu Leyleğe / A Stork’s Journey<br />
İlk Öpücük<br />
Raid Dingue<br />
Bölük<br />
Uzaydan Gelen Fırtına / Geostorm<br />
13 EKİM<br />
Mutlu Son / Happy End<br />
Kapıdaki Sır<br />
Taş<br />
Büyülü Kanatlar / Lighting Dindin<br />
Ölüm Günün Kutlu Olsun / Happy Death Day<br />
Kayseri Aslanı: Çin İşi<br />
Bir Nefes Yeter<br />
Cingöz Recai: Bir Efsanenin Dönüşü<br />
27 EKİM<br />
Yol Arkadaşım<br />
The Party<br />
Ayla<br />
İşe Yarar Bir Şey<br />
Küçük Vampir 3D / The Little Vampire 3D<br />
Korkusuzlar / Granite Mountain<br />
Thor: Ragnarok
İÇİNDEKİLER<br />
24<br />
dosya<br />
BLADE RUNNER 2049<br />
Egemen Blade Runner evreninin<br />
bilinmeyenlerini yazdı..<br />
18<br />
28<br />
38<br />
44<br />
72<br />
88<br />
SİNEM ÖZTÜRK<br />
RÖPORTAJ<br />
İSMAİL GÜNEŞ<br />
Kervan 1915’in çekim ve vizyon<br />
macerası sizi isyan ettirecek..<br />
BURAK AKSAK<br />
Sen Kiminle Dans Ediyorsun filminin<br />
setinde Burak Aksak ile konuştuk.<br />
NECATİ ŞAŞMAZ<br />
Kurtlarla Dans Vatan filmini Necati<br />
Şaşmaz ile konuştuk..<br />
NİHAN TARHAN<br />
Yarım Kalan filmindeki performansıyla<br />
Nihan Tarhan misafirimiz oldu.<br />
SUZAN AKSOY<br />
Yılların tecrübesi Suzan Aksoy<br />
sorularımızı cevapladı.<br />
34<br />
DAHA<br />
Duygu Daha filminden yola çıkarak<br />
göçmen filmleri dosyası yaptı.<br />
40 THE CRUCIFIXION<br />
Korku Kayıtları filmi korku sineması<br />
uzmanımız Kızılca’nın odağında<br />
50 FİLMEKİMİ SONRASI<br />
Onur filmekimi fırtınasından sonra<br />
akılda kalan filmleri yorumladı.<br />
56 BABAM<br />
Çetin Tekindor genç olduğu kadar uzman<br />
da olan Polat’ın odağında..<br />
66 SUSPIRIA<br />
Yıllar sonra tekrar vizyona giren<br />
Suspiria’yı Başak yazdı..<br />
83 AMIR KHAN<br />
Amir Khan geldi gitti, biz de kimdir bu<br />
Amir Khan diye bir bakalım dedik.
ÖZEL KÖŞE<br />
62 BELGESELCİ<br />
Güzel internetten seyrettiği üç önemli<br />
belgeseli yorumladı...<br />
70 ZAMANIN RUHU<br />
Sinema dünyasında neler oluyor<br />
bir bir sıraladık.<br />
78 AYŞE TEYZE<br />
Ayşe Teyze’nin ali tutulmaz.<br />
Bu sefer de Beetlejuice yorumlanıyor.<br />
92<br />
98<br />
100<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Fırat, yönetmen Kadir Erman ile<br />
kısa filmini konuştu.<br />
DİZİDERGİ<br />
DİZİFUN<br />
Nergiz Bizim Hikaye’nin<br />
altını üstüne getirdi.<br />
EPİSODE<br />
Şenay dümeni geri aldı ve Gpsy’i<br />
sizin için yorumladı.<br />
FESTiVAL KAVGASI<br />
FESTiVAL<br />
KOŞUŞTURMASI<br />
EDITO<br />
Geçen sayıda da söylemiştim, artık<br />
Marmaris’te yaşıyorum. Filmlere<br />
ulaşmak biraz zor oluyor ama sağ<br />
olsunlar ya gönderiyorlar veya festivallerde<br />
filmleri seyrediyorum. İşte tam bu nokta<br />
da olay patlıyor. Benim bu düzenime çomak<br />
sokan en büyük organizasyon Antalya<br />
Film Festivali. Kardeşim başka bir şey<br />
bulamadınız mı Ulusal yarışmayı kaldırmak<br />
dışında. Sizin yüzünüzden Türk sinemasının<br />
yıl içinde neler yaptığını öğrenemeyeceğiz.<br />
Bu tarz ve söylediklerim şaka gibi geliyor.<br />
Tabii biraz espri var tarzda ama aslında<br />
yaşananların komik hiçbiryeri yok. Şu<br />
ülkenin üç büyük festivali var ve bu festivaller<br />
Türk sinemasının özellikle sanatsal<br />
üretimlerinin kendini gösterebildikleri<br />
yegane yerler. Antalya Ulusal yarışmayı<br />
kaldırmakla kendine zarar verdiği gibi ülke<br />
sinemasına da onarılamayacak bir yara açtı.<br />
Bu kararlarından önümüzdeki yıl dönmelerini<br />
bekliyorum. Yoksa şu Marmaris’in az salonlu<br />
küçük sinemasına muhtaç kalacağım. Üstelik<br />
baktım bu hafta üç salonu olan sinemada<br />
Pony, Dört Köşe ve Kurtlar Vadisi Vatan<br />
oynuyor. Yani Blade Runner<br />
bile yok düşünün artık.
PEK YAKINDA<br />
JUSTICE LEAGUE<br />
Yönetmen: Zack Snyder, Joss Whedon<br />
Oyuncular: Ben Affleck, Gal Gadot, Jason Momoa<br />
Konu: DC öykü evrenini kapsamlı bir biçimde perdeye yansıtma projesinin<br />
en önemli ayaklarından biri olan Justice League, çizgi serideki en önemli<br />
kahramanları bir araya getiriyor. Superman’in fedakarlıklarından ilham alan<br />
Batman’in insanlığa olan inancı toparlanmıştır. Yeni müttefiki Wonder Woman<br />
ile insanlığın kaderi için savaşmaya hazırlardır. Ancak karşılarına çıkan yeni<br />
tehditin büyüklüğü karşısında kendilerini süper güçlü bir takım toplamak için<br />
çok kısa bir süreleri kalmış bir halde bulurlar.
Yönetmen: Yórgos Lánthimos<br />
Oyuncular: Nicole Kidman,<br />
Colin Farrell, Barry Keoghan<br />
Konu: Tanınmış bir kardiyovasküler<br />
cerrah olan Dr. Steven<br />
Murphy, oftalmolog eşi<br />
Anna, iki örnek niteliğindeki<br />
çocukları; 12 yaşındaki Bob<br />
ve 14 yaşındaki Kim ile kusursuz<br />
bir hayat yaşamaktadır.<br />
Steven’ın kanatları altına<br />
aldığı yetim bir genç olan<br />
Martin ise bu dengeyi bozmak<br />
üzeredir. Martin kendini<br />
ailenin hayatına sokmak için<br />
rahatsız edici bir çaba sarf<br />
etmeye başladığında ailenin<br />
huzuru bozulmaya başlar.<br />
KUTSAL<br />
GEYIGIN<br />
INTIKAMI<br />
KARE<br />
Yönetmen: Ruben<br />
Östlund<br />
Oyuncular: Claes<br />
Bang, Elisabeth<br />
Moss, Dominic West<br />
Konu: Christian,<br />
Stockholm’de<br />
bir modern sanat<br />
galerisinde<br />
çalışmaktadır ve<br />
projelerinden biri de<br />
The Square olarak<br />
adlandırılan alandır.<br />
Bu alan büyük bir<br />
toplumda farklı sosyal<br />
sınıflardan gelen<br />
insanların küçük<br />
bir yansımasıdır ve<br />
Christian ziyaretçileri<br />
insanlara güvenmeli<br />
mi sorusu<br />
ile iki farklı yoldan<br />
birini seçmeye davet<br />
etmektedir .<br />
ZIRVE<br />
Yönetmen: Santiago<br />
Mitre<br />
Oyuncular: Ricardo<br />
Darín, Dolores<br />
Fonzi, Erica Rivas<br />
Konu: Cannes<br />
Eleştirmenlerin<br />
Haftası’nda Paulina<br />
ile ödül alan<br />
Arjantin’li yönetmen<br />
Santiago. Ricardo<br />
Darin’in başrolünde<br />
yer aldığı film,<br />
koltuğunu korumak<br />
ve ailesi ile prensiplerine<br />
sahip çıkmak<br />
arasında vermek zorunda<br />
olduğu zor bir<br />
kararın eşiğindeki<br />
Arjantin Başkanı’nı<br />
merkezine alıyor.<br />
Filmde ayrıca<br />
Christian Slater da<br />
karşımıza çıkan<br />
isimlerden.
PEK YAKINDA<br />
TESTERE: JIGSAW<br />
EFSANESI<br />
Yönetmen: Michael Spierig,<br />
Peter Spierig<br />
Oyuncular: Tobin Bell, Laura<br />
Vandervoort, Mandela Van<br />
Peebles<br />
Konu: Michael ve Peter<br />
Spierig’in yönettiği ve Josh<br />
Stolberg ve Pete Goldfinger’ın<br />
yazdığı filmin başrolünde bu<br />
rol ile tanınan Tobin Bell yer<br />
alıyor. Saw: Legacy, serinin<br />
sekizinci filmdir. Serinin ilk<br />
filmlerinin yönetmeni olan<br />
ünlü korku-gerilim filmi yönetmeni<br />
James Wan da bu filmin<br />
yapımcıları arasında yer alıyor.
Yönetmen: Donovan Marsh<br />
Oyuncular: Gerard Butler,<br />
Billy Bob Thornton, Common<br />
Konu: Amerikan Donanma<br />
komandoları, henüz testleri<br />
tamamlanmamış bir denizaltı<br />
ve onun kaptanı ile işbirliği<br />
yaparak kaçırılan Rusya<br />
başkanını kurtarmak için<br />
yola koyulur. Yönetmenliğini<br />
Donovan Marsh ve Karina<br />
Kostadinova ikilisinin<br />
üstlendiği film, Don Keith’in<br />
romanından Peter Craig<br />
tarafından uyarlandı. Filmin<br />
oyuncu kadrosunda Billy Bob<br />
Thornton, Gerard Butler, Gary<br />
Oldman, Michael Trucco gibi<br />
önemli isimler yer alıyor.<br />
HUNTER<br />
KILLER<br />
AYI<br />
PADDINGTON<br />
2<br />
Yönetmen: Paul<br />
King<br />
Oyuncular: Hugh<br />
Bonneville, Sally<br />
Hawkins, Brendan<br />
Gleeson<br />
Konu: Artık Brown<br />
ailesi ile yaşamakta<br />
olan Paddington<br />
yerel halkın da<br />
sevilen ve popüler<br />
bir üyesi olmuştur.<br />
Teyzesi Lucy’nin<br />
100. doğum günü<br />
için mükemmel hediyeyi<br />
almak adına<br />
bir dizi garip iş<br />
bulup çalışmaktadır.<br />
Nihayet hediyeyi<br />
almayı başarır, ancak<br />
hediye bir anda<br />
çalınır...<br />
KARDAN<br />
ADAM<br />
Yönetmen: Tomas<br />
Alfredson<br />
Oyuncular: Michael<br />
Fassbender, Rebecca<br />
Ferguson, Charlotte<br />
Gainsbourg<br />
Konu: Oslo’da<br />
Kasım ayı başlamış,<br />
ilk kar yağmıştır.<br />
Birte Becker<br />
isimli işinden eve<br />
dönen bir kadın,<br />
eve döndüğünde<br />
eşi ve oğlunun<br />
yapmış olduğu<br />
kardan adamı<br />
görebilmek için<br />
sabırsızlanmaktadır.<br />
Ancak bir hayal<br />
kırıklığı kapıdadır;<br />
kardan adam yoktur.
CINEKRiTiK<br />
ALPER TURGUT<br />
KLiŞE, MLiŞE, MAVi HUYDUR BiZDE!<br />
n Adana’da İşi Yarar Bir Şey filmini<br />
seyredince, valla işe yaradı, çünkü<br />
ansızın aklıma güzelim Mavi Tren düştü<br />
ve kimi unutulmaya yüz tutmuş anılar<br />
üşüştü. Ah ulan mavi, Haydarpaşa’daki<br />
gar lokantasında demlenip, sabırsızca<br />
seni beklerdim, başkente varmak için…<br />
Askerlik, eylemler, iş, görev, fark etmez,<br />
yaz, kış da, canım lokomotif dururken,<br />
uçak ve otobüs de neymiş, hem trenle seyahat<br />
değildi bu, tastamam eprimiş örtüsüyle, arada<br />
da sallanan, bir sıcacık masada yolculuk demekti,<br />
yanında rakı ve meze, elbette birayla<br />
cila. Genç adam, enerji tavan, niye uyusun be,<br />
tanışmalar, açılmalar, sohbeti sohbete katmalar,<br />
içip içip sarhoş olmalar varken…<br />
Harbiden işe yarar bir şeydi mavi, iyiydi, hoştu,<br />
salına salına giden manzaramız, kartpostal<br />
kıvamındaki istasyonlar, arkadan el sallayanlar,<br />
büyük makinenin ve onunla buluşan rayların<br />
müziği, haaa düdükler ve havalı korna da<br />
cabası… Edip Cansever’e uyup, mavi huydur<br />
bende dedim ve hoppppp maviye daldım, ama<br />
filmi de unutmadım, çünkü anıları canlandıran<br />
filmler unutulmaz.<br />
Evet, İşe Yarar Bir Şey, İstanbul Film<br />
Festivali’nde FIBRESCI, Adana Film<br />
Festivali’nde ise senaryo, en iyi görüntü yönetmeni<br />
ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini kazandı.<br />
Jüri olsaydım, daha çok ödül verirdim, bu salt<br />
benim görüşüm de değil ha, birçok arkadaşım<br />
aynı fikirde… Şiir gibi bir film bu, hem dışsal,<br />
hem de içsel yolculuğa dair, naif bir işçilik, tıkır<br />
tıkır bir metin, oyunculuklar da tabiri caizse cuk,<br />
sadece bir iki fazlalık sahneyi atardım, trenden<br />
sonraki bölümde düşen enerji ve rayından çıkan<br />
gidişat, yapıtı, başyapıt olmaktan alıkoyuyor,<br />
ne yazık ki. Unutmadan, Pelin Esmer’in en<br />
sevdiğim işi oldu, keşke daha çok film çekebilse,<br />
resmen üstüne kata kata gidiyor ve artık<br />
ustalık kendini belli ediyor. Lafımı dinlerlerse<br />
şayet, Barış Bıçakçı ve Pelin Esmer, senaryo<br />
işbirliğine devam etsinler, iyi şeyler, güzel<br />
şeyler, önemli ve değerli şeyler çıkabilir, bu<br />
besbelli.<br />
Şimdi de dilerseniz, oyuncu performanslarına<br />
değinelim, yani Başak Köklükaya, Öykü Karayel<br />
ve Yiğit Özşener’e gelelim. Heyyy Başak<br />
Köklükaya, sen senelerdir nerelerdeydin yahu,<br />
harbiden sıkı, sağlam ve kadraja şık oturan bir<br />
dönüş olmuş. Geçen yıllar yaramış, sinematografik<br />
bir yüze dönüşmüş, anlamlı ve akılda kalıcı.<br />
Öykü Karayel’i de beğendim, saf bir kızı, gayet iyi
taşımış, Yiğit Özşener ise rolünün hakkını, ziyadesiyle<br />
vermiş.<br />
Bir şair-avukat ve oyuncu olmak için yanıp tutuşan<br />
bir hemşire adayı, birbirlerine yabancı iki kadın,<br />
16 saatlik tren yolculuğunda, önce kaynaşıp,<br />
ardından da bir büyük sırrı paylaşabilirler mi?<br />
Hayat bu, inanın her an her şey olabilir ve sırların,<br />
kendini açığa çıkartmak gibi bir büyük tutkusu<br />
vardır. Şair Leyla ve hemşire Canan’ın, İzmir<br />
yolculuğunda, tanımadıkları bir adama,<br />
Yavuz’a yaklaştıkça, acaba tesadüf de, bir<br />
amaca dönüşecek midir? Ve bildik yanlışların,<br />
bazen doğru olma ihtimali var mıdır? Gelin<br />
tüm bu soruların yanıtlarını, sinema salonunda<br />
bulalım. İyi seyirler.
CINEKRiTiK<br />
FIRAT SAYICI<br />
YEMEK YAPMA TUTKUNU BiR SERi KA<br />
n Türk sinemasının nevi şahsına<br />
münhasır yazar/yönetmenlerinden Ümit<br />
Ünal’ın son filmi “Sofra Sırları”nı herkesten<br />
önce Adana Film Festivali’nde<br />
izleme fırsatı bulduk. Hem biz sinema<br />
yazarları ve basın mensuplarının hem de<br />
Adana izleyicisinin ruhuna hitap ettiğini<br />
düşündüğüm film maalesef jüri üyeleri<br />
tarafından yeterli bulunmamış olacak ki,<br />
herhangi bir ödülle buluşamadı.<br />
Neslihan hayatını kocasına ve evine adamış,<br />
utangaç ve sevimli bir kadındır. Günü<br />
ne pişireceğini düşünerek geçer. Kocası<br />
aile dostları, Neslihan’ın yemeklerine çok<br />
düşkündür. Çevresindekilerin esrarengiz ölümü<br />
tüm gözleri O’na çevirir. Şehre yeni atanmış,<br />
komiser, Neslihan’ın bir şeyler çevirdiğini anlar<br />
ama bir kanıt bulup yakalayamaz. Neslihan her<br />
cinayetten tereyağından kıl çeker gibi, masum,<br />
saf, hafif çatlak görünerek sıyrılmayı başarır.<br />
Ümit Ünal’ın yönettiği ve Demet Evgar, Fatih Al<br />
ve Alican Yücesoy gibi isimlerin yer aldığı film<br />
bu ay seyirciyle vizyonda buluşuyor.<br />
“Teyzem”, “Hayallerim, Aşkım ve Sen”,<br />
“Arkadaşım Şeytan”, “Berlin in Berlin”<br />
gibi önemli filmlerin senaristi olarak Türk<br />
sinemasında yer bulan Ümit Ünal’ı “Gölgesizler”,<br />
“9”, “Ara”, “Ses”, “Kaptan Feza” ve “Nar”<br />
gibi filmlerde de yönetmen koltuğunda gördük.<br />
Ümit Ünal, kanımca sürprizlerle dolu bir yönetmen.<br />
Filmografisinde “Ses” gibi ilginç bir gerilim<br />
de var, “Kaptan Feza” gibi absürde yaklaşan<br />
bir macera işi de. Son filmi “Sofra Sırları”nda<br />
ise neredeyse film noir sınırlarına yaklaşan<br />
estetik bir komedi tarzı yaratmış. Filmi oldukça<br />
beğendiğimi belirterek bir 5-10 dakika<br />
daha kısa olmasını yeğlerdim. Bazı sahneler<br />
sarkıyor, dinamizmi bozuyor. Ümit Ünal,<br />
baş karakteri Neslihan’ın dünyasını iki farklı<br />
eksende tanıtıyor seyirciye. İlki, Neslihan’ın<br />
hayal dünyası, yani büyük bir televizyon<br />
kanalında bol reyting alan popüler yemek<br />
programının şıkır şıkır sunucusu olarak...<br />
İkincisi de, Neslihan’ın gerçek dünyası,<br />
kocasına ve etrafına -onları mutlu edebilmek<br />
adına- türlü türlü leziz yemekler yapan, kocasına<br />
deli gibi bağlı, çaresiz ve biraz da depresif ev<br />
kadını olarak... Ümit Ünal, sinemaya girdiğinden<br />
beri kadın ruhunu en iyi anlayan ve bunu eserlerine<br />
yansıtan yönetmenlerden. Bu filmde de<br />
Neslihan’ı öylesine iyi çözümlemiş ki, seyircinin<br />
bulacağı hiç bir açık bırakmıyor karakterde.<br />
Filmin kanımca tek bir yıldızı var; Demet Evgar.
TiL!<br />
Kendisi ne televizyonda ne de sinemada beni<br />
hiç şaşırtmadı. Büründüğü her rol ekrandan<br />
çıkıp yanımıza gelse onun Evgar olduğuna<br />
inanmaz, karakterinin adıyla sesleniriz eminim.<br />
Festival boyunca Evgar’ın bu rolüyle -ki<br />
Onur Ünlü’nün abartılan filmi “Aşkın Gören<br />
Gözlere İhtiyacı Yok” filminde de önemli bir rolü<br />
var-, en iyi kadın oyuncu ödülünü alacağını<br />
etrafımdakilere sürekli söylemiştim ancak jüri<br />
çoğumuzu şaşırttı. Ama içimizi serinleten şu<br />
ki, Evgar’ın ismini ne zaman duysak Neslihan’ı<br />
hatırlayacağız ve gülümseyeceğiz. Bundan daha<br />
büyük bir ödül yoktur sanırım.<br />
Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok. “Sofra<br />
Sırları” Ümit Ünal ve Demet Evgar’ın muhteşem<br />
kimyası için bile izlenmeye değer. Kaçırmayın...
CINEKRiTiK<br />
BANU BOZDEMİR<br />
ÇAVDAR TARLALARINI YAKMAK…<br />
n Amerikalı yazar J.D. Salinger yazın<br />
dünyasının en ilginç isimlerinden biri diyebiliriz.<br />
Dergilerde yayınlanmış öyküleri<br />
ve Çavdar Tarlasındaki Çocuklar dışında<br />
yayınlanmış eseri bulunmayan yazar,<br />
efsane haline gelmiş bir gizlilik içinde<br />
hayatını noktalayan bir yazar.<br />
Rebel In The Rye / Çavdar Tarlasındaki<br />
Asi filminden önce 2013 yılında hayatı<br />
belgesele alınan ve hayatıyla ilgili neredeyse<br />
150 kişinin konuşmalarından oluşan belgesel<br />
popülerlikten kaçarken popüler olan Salinger’in<br />
hayatının izini sürmüştü. Film de kurgusal<br />
bir takip içinde yazarı. 1919 yılında doğan<br />
Salinger’in tek hayali iyi bir yazar olmak ve bu<br />
konuda inanılmaz bir çaba gösteriyor. Ama<br />
dünyanın koşulları, Yahudi kimliğinin sorunları<br />
ve İkinci Dünya Savaşı’nın zorlu şartları bir<br />
yazarın içindeki ilhamı koca bir buz kalıbına<br />
çevirecek kadar kötücül geçiyor. Salinger’in<br />
zaman içerisinde direngen ama kırılgan bir<br />
kişiliği olduğu anlıyoruz. İlk sevgilisini Chaplin’e<br />
kaptırmasının ardından ilişkilere, babasının<br />
tavırlarından olayı aile olgusuna ve savaş yüzünden<br />
de yaşama olan ilgisi kaybediyor. Bir nevi<br />
içine çekilme, bencilleşme sürecine geçiyor.<br />
Yazıyor, sürekli yazıyor, meditasyon yapıyor ve<br />
hayatın kenarına çekiliyor. Bu da onu en merak<br />
edilen yazarlardan birisi yapıyor. Çünkü Çavdar<br />
Tarlasındaki Çocuklar çok satan kitaplar arasına<br />
yerleşiyor. Okuyucularının yeni kitaplar beklediği<br />
yazarın inzivaya çekilmesi en büyük merak<br />
konusu haline geliyor. 2010 yılında yaşama<br />
veda eden yazarın gençlik yıllarını ve İkinci<br />
Dünya Savaşı sonrasında bozulan psikolojisine<br />
yoğunlaşıyor film daha çok. Tabii arka planda<br />
yazarlığı, kim ve ne için yazdığımız konusunu da<br />
sorguluyor. Salinger yolun sonunda kendisi için<br />
yazan bir yazar haline geliyor. Buna doygunluk,<br />
kırgınlık, anlamsızlık, bencillik ya da türlü duygular<br />
katmak mümkün. Ya da savaşın anlamsızlığı<br />
üzerine bünyenin ürettiği sessiz isyan…<br />
Danny Strong’u yönettiği Nicholas Hoult’un<br />
Salinger’i başarıyla canlandırdığı filmde dönem<br />
atmosferi, dönemin ruhu bir hayli gerçekçi<br />
yansıyor. Her şeyin yeni değer bulduğu zamanlar,<br />
yazmanın değil yayınlatmanın genç kızların<br />
kalbini hoplattığı, daktilonun tuşları arasında yeni<br />
bir dünya kurma yaratma zamanları. Şimdiden o<br />
günlere bakınca şöhretin bedeliyle daha derin bir<br />
hesaplaşma yaşayan yazara saygı duyuyoruz.<br />
Çavdar Tarlasındaki Çocuklar ilk basıldığında<br />
ahlaka aykırı ve açık saçık bulunduğu için
Amerika’nın birçok bölgesinde yasaklanmıştı. Bu<br />
durum da Salinger’i kırmış olabilir. Yani sonuçta<br />
sancılı bir büyüme hikayesi anlatılan, kendisinden<br />
parçalar olduğu düşünülen bir kitap o… Velhasıl<br />
hayatının baharında iki çocuğu olmasına rağmen<br />
inzivaya çekilen, buna rağmen uzun ve gizemli bir<br />
hayat yaşayan Salinger’in hayatını perdede görmek<br />
bir hayli keyifli. Ama hocası Whit Burnett’e (Kevin<br />
Spacey) yaptıklarının biraz ağır olduğunu<br />
düşündüm izlerken, sonuçta her zaman yolumuzu<br />
açan birileri vardır ve onların yeri ayrıdır<br />
diye düşünürüm. Ama Salinger bütün gemileri<br />
yakıyor. Yayınlatma değil yazma kısmıyla ilgili<br />
bir yazar olduğunu haykırıyor dünyaya dolu<br />
dolu… Ve kitabı bugün bile hala bir yerlerde<br />
satmaya devam ediyor.
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
YARIM ASIRLIK DELiKANLI CiNGÖZ RE<br />
n Türk polisiyesi için çok önemli bir<br />
isimdir Cingöz Recai. Peyami Safa’nın<br />
Arsen Lüpen’den feyz alarak yazdığı<br />
karakter, çapkın bir hırsız ama bir o<br />
kadar polis dostu kahramandır. Peyami<br />
Safa bu hikaye dizisini Server Bedii<br />
takma ismiyle yayınlar. Türk sineması<br />
ise daha 1954 yılında bu fantastik ve<br />
absürd polisiyeyi sinemaya uyarlar.<br />
Sinemamızın en sevdiğim yönetmenlerinden<br />
Metin Erksan’ın çektiği film ilgi çekicidir. Özellikle<br />
yeniden izlediğinizde diyaloglar yer yer<br />
kahkaha atmanıza, Metin Erksan’ın yenilik<br />
arayan kamerası ise hayranlık duymanıza<br />
sebep olur. Cingöz Recai’yi o dönem Turan<br />
Seyfioğlu canlandırır, rol arkadaşı ise Neriman<br />
Köksal’dır. Fikret Hakan ise kariyerinin<br />
dördüncü filmi olarak kısa bir rolle karşımıza<br />
gelir. Uyuşturucu kaçakçısı bir çetenin adamını<br />
oynayan Fikret Hakan’ı bu kadar genç görmek,<br />
daha bozulmamış İstanbul’un boğazını,<br />
köşklerini izlemek bayağı etkileyici. Daha<br />
sonra ise sinemamızın taçsız kralı Ayhan Işık’ı<br />
Cingöz Recai rolünde görüyoruz. 1969 yılında<br />
Safa Önal’ın yazıp yönettiği bu film herhalde<br />
Ayhan Işık’ın en kötü filmiydi. Erksan’ın çektiği<br />
filmde Arsen Lüpen’in etkisi çok hissedilirken<br />
Safa Önal belki dönemin de etkisiyle iyice suni<br />
bir karakter yaratmıştır. Her ne kadar Ayhan<br />
Işık’ın o doğal sempatisi Cingöz Recai’ye<br />
çok uysa da diyaloglar, devamlılık problemleri,<br />
senaryonun basitliği filmi iyice içinden<br />
çıkılmaz bir hale getirir. Zaten bu kötü deneyim<br />
de Cingöz Recai’nin bugüne kadar bir daha<br />
çekilmemesine sebep olur. Günümüzde ise<br />
fantastik filmlerin unutulmaz yönetmeni Onur<br />
Ünlü yönetmen koltuğuna oturdu. Biz onu hep<br />
kendi yazdığı senaryolarla, bilindik sinema<br />
anlatımına isyan eden filmlerinde gördük.<br />
Burada ise senaryoyu Pınar Bulut ile Kerem<br />
Deren yazmış. Öncelikle şunu söylemek lazım,<br />
yine de Onur Ünlü’nün etkisi filmde hissediliyor<br />
ama bu bütün hikayeyi kurtarmaya yetiyor<br />
mu bilemedim. Cingöz Recai’yi canlandıran<br />
Kenan İmirzalıoğlu iyi bir seçim. Çünkü onun<br />
da kendine has bir sempatisi var. Bu anlamda<br />
Ayhan Işık’ın Recaisi’nin devamı olan bir karakter<br />
yaratıldığını söyleyebilirim. Zaten Son Osmanlı<br />
Yandım Ali’de de benzer bir kimlikteki karakteri<br />
başarılı bir şekilde canlandırmıştı İmirzalıoğlu.<br />
Cingöz Recai’nin hem rakibi hem dostu komiser<br />
Mehmet Rıza ise bu sefer Haluk Bilginer’in tecrübeli<br />
ellerinde. Filmin bütününü çok beğenmesem<br />
de tek tek karakterlere baktığımda perdede<br />
görmekten zevk aldığım isimlerin toplandığını<br />
söylemeliyim. Yardımcı rollerde Meryem Uzerli,<br />
Algı Eke, Behzat Ç.’nin komiseri Fatih Artman,<br />
Serkan Keskin yer alıyor. Filmin konusuna gelince<br />
iyiliksever hırsız Cingöz Recai yıllar sonra yeni<br />
bir soygun için ekibiyle sahalara döner. Ama
CAi<br />
bu soygunu kendi ekibiyle yapmayacaktır.<br />
Karanlık bir çeteye dahil olur ve bir teknoloji<br />
dehasının evini soymak için kılıktan kılığa,<br />
oyundan oyuna geçerek, kimsenin bilmediği<br />
gerçek hedefine yaklaşmaya başlar. Yıllardır<br />
aradığı, kişisel kin güttüğü Hayalet, artık ona<br />
nefesi kadar yakındır. Tabii ki belası Baş<br />
Komiser Mehmet Rıza da peşinde. Cingöz<br />
Recai herkesin başına bin çorap örerken,<br />
güzel Göze Recai’nin beklemediği bir etki<br />
yaratır. Recai hem asıl kızı hem de haydutları<br />
yakalamanın peşine düşecektir. Filmin Rusya<br />
gibi Türkiye dışındaki çekimleri, başarılı otomobil<br />
kovalama sahneleri ve günümüzün makyaj<br />
teknikleriyle seyredilir olduğunu hatırlatalım.<br />
Cingöz Recai’nin Peyami Safa’nın Arsen Lüpen<br />
uyarlamasından daha çok Ocean’s 12, Kingsman:<br />
The Secret Service ve James Bond<br />
arasında gidip geldiğini düşünüyorum. Onur<br />
Ünlü bu filmde serinin önceki filmlerine de selam<br />
çakmayı unutmamış. Mesela 1969 yılındaki<br />
filmde Ayhan Işık’ın monoloğu “Unutma benim<br />
hücum edilmez bir vücud içinde ölmez bir ruhum<br />
var” sözlerini bu sefer Kenan İmirzalıoğlu’ndan<br />
duyuyoruz. Kalitesiz komediler içinde boğulan<br />
sinemamızda Cingöz Recai bir nefes almamızı<br />
sağlayacak kadar eğlenceli bir yapım. Hem<br />
aksiyon, hem komedi hem de az da olsa nostalji<br />
adına seyredilmeli bu film.
ANASIZ BA<br />
SAVAŞLAR HIÇ OL<br />
Bu ay vizyona<br />
giren Ayla<br />
filminin<br />
yönetmeni Can<br />
Ulkay, kadın<br />
oyuncusu Sinem<br />
Öztürk filmin<br />
heyecan verici<br />
çekim aşamasını<br />
ve sıradışı<br />
tecrübelerini<br />
anlattılar...<br />
CAN ULKAY
MASIN, ÇOCUKLAR<br />
BASIZ BÜYÜMESIN<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Sinemamızda çok az dönem filmi ve gerçek hayat<br />
hikayesinden uyarlanmış yapım var. İşte bu problemi<br />
çözen, sinemamızın ulusal yapısını ortaya koyan çok<br />
önemli bir filmle karşı karşıyayız. Kore gazisi Süleyman<br />
çavuşun gerçek hayat hikayesi karşımızda.<br />
Savaşın acı şartları içinde bir Türk askerinin yetim<br />
Koreli bir kızı sahiplenmesi ve aralarındaki baba kız<br />
ilişkisi filmi seyreden herkesin gözünü yaşartıyor.<br />
Böyle önemli bir yapımı filmin yönetmeni Can Ulukay<br />
ve oyuncu Sinema Öztürk’e sorduk, konuştuk...<br />
Bu projeyi sinemalaştırmanızın sebebi nedir?<br />
Can Ulkay: Biliyorsunuz, Ayla filmi gerçek bir hikayeden<br />
yola çıkılarak yapıldı. Bazı hayatlar vardır<br />
yaşanmış, haber yapılmış. “Roman gibi, film gibi”<br />
deriz ya hep... Ayla da böyle bir hikaye. Belgeseli<br />
2010 senesinde yayınlandıktan sonra çok olumlu<br />
ve sıcak tepkiler almış, insanların bu hikayeye<br />
olan ilgisi hiç azalmamış. İşte bizim bu projeyi<br />
sinemalaştırmamızın birinci sebebi budur. Hikayesi<br />
dışında başka vizyonlar da üsleniyor Ayla filmi... Her<br />
şeyden önce hiç olmamasını istediğimiz savaşların<br />
olumsuz etkilerini de gözler önüne seriyor. Biliyorsunuz<br />
tarih boyunca savaştan en çok etkilenen<br />
hep çocuklar olmuş. Çocuklar; annesiz, babasız,<br />
ailesiz, toplumsuz, dilini konuşamadan, eğitimsiz<br />
ve sağlıksız yaşamak zorunda bırakılmışlar yıllar<br />
boyu. Ayla da onlardan biri... Aynı bugün bütün<br />
dünyada ve hemen yanı başımızda hatta içimizde<br />
beraber yaşamak zorunda bırakıldığımız savaş<br />
mağduru çocuklar gibi... Dolayısıyla bu projeyi<br />
sinemalaştırırken ana fikrimiz hep şuydu “Savaşlar<br />
hiç olmasın, çocuklar anne-babasız ve sevgisiz<br />
kalmasınlar, böyle büyümesinler...”<br />
Senaryoyu okuduğunuzda ne hissettiniz? Bu<br />
projenin içinde olmaya nasıl karar verdiniz?<br />
Sinem Öztürk: Senaryoyu okumadan önce belgeselini<br />
seyrettim ve çok etkilendim.. Şimdi bile<br />
izlerken kalbim sıkışıyor.. Gerçek hikaye olmasının<br />
yanı sıra özlediğimiz ve hayatta en çok ihtiyaç<br />
duyduğumuz duygulara sürüklüyor insanı. Sevgi<br />
SİNEM<br />
ÖZTÜRK
ve vicdan… Bir askerin, küçük bir kızı ölümün<br />
orta yerinden kurtarması, şefkatiyle onu sarıp,<br />
sevgisiyle yaşatması... Bir buçuk yıl boyunca<br />
savaşın göbeğinde, aralarında öyle bir sevgi<br />
doğuyor ki kanunlar, uzaklıklar ve yıllar onları<br />
ayırsa bile ne Süleyman asker küçük kızı,<br />
Ayla’sını unutabiliyor ne de Ayla babasını,<br />
kahramanını… 60 yıl sonra kavuşuyorlar ama<br />
sanki hiç ayrılmamış gibi sarılıyorlar. Senaryo<br />
çok yalın ve etkili. Filmdeki diğer birçok karakter<br />
de gerçek ve Süleyman Amca’nın anılarından hikayeye,<br />
senaryoya uyarlanmış. Ben Ayla’da belgesel<br />
hazırlığında bir gazeteciyi canlandırıyorum.<br />
Her şeyden önce bir kız çocuğu olarak Süleyman<br />
Amca’ya duyduğum saygı ve sevgiyi anlatmam<br />
mümkün değil. O yüzden filmdeki karakterim de<br />
benim için çok anlamlı ve duyarlı çünkü iki büyük<br />
kahramanın buluşmasına tanık oluyorum.<br />
Daha önceki filminiz Sarıkamış Çocukları<br />
ile Ayla filminin benzerlikleri var? Filmin<br />
kahramanları çocuklar ve dönem filmleri. Bu<br />
bir rastlantı mı yoksa doğal olarak ilginiz bu<br />
konulara mı yoğunlaşıyor?<br />
Can Ulkay: Sarıkamış Çocukları, tam anlamıyla<br />
bana ait bir film değil. Sevgili Mutlu Karadoğan<br />
bu filmi çekti, daha sonra senaryoya, hikayeye<br />
dinamizm katmak adına başka sahneler ilave<br />
edildi. Ben de hemen Ayla öncesi bu projede<br />
ortak yönetmen olarak görev aldım. Evet, şans<br />
eseri her iki proje de kahramanlık, çocuk ve<br />
dönem filmleri anlamında benzerlik gösteriyorlar.<br />
Gerçekten büyük ama güzel bir rastlantı diyebiliriz.<br />
Sinema evrenseldir, konular, hikayeler de<br />
evrenseldir. Tabi ki yönetmen olarak bir tarzınız,<br />
bir duruşunuz olacaktır. Ben sinema okumuş<br />
bir yönetmen olarak her türlü konu, hikaye<br />
ve senaryoya açık biriyim ve öyle olacağım.<br />
Dolayısıyla ilgim her konuya olacaktır. Değişik hikayeleri,<br />
farklı konuları sinemaya aktarıyor olmak<br />
benim en büyük vizyonum olacaktır. Çünkü her<br />
hikaye farklı bir matematik problemi gibidir. Onu<br />
çözmek /farklı çözmek/farklı yollardan zekice ve<br />
şaşırtarak sonuca ulaşmak benim tarzımı ya da<br />
stilimi belli edecektir...<br />
Filmdeki hikayenin gerçek kahramanı Süleyman<br />
Astsubay yaşıyor ve filminizi seyredecek<br />
olması size ne hissettiriyor?<br />
Can Ulkay: Süleyman amca ile filmin hazırlık<br />
aşamasından beri beraberiz. İlk anlattığı hikayesi<br />
belgesellere konu olunca ve çekilince seyretmeye<br />
başladık kendisini. Peşinden Ayla filminin<br />
hazırlıkları başladı, onun çektiği fotoğrafları ve<br />
anlattığı her küçük hikayeyi senaristimiz Yiğit<br />
Güralp ile dinledik ve senaryolaştırdık. Bugün<br />
filmimiz hazır. Şimdi daha çok heyecanlıyız ne<br />
kadar doğru ve ne kadar iyi yapabildiğimizi Süleyman<br />
Amcamıza göstermek için. Benim için en<br />
özel seyirci ve en ciddi jüri kendisi olacak galada...<br />
Yanlız Süleyman Amca değil.., Koreli Ayla<br />
Kim Eun-Ja da yanımızda olacak ve hikayenin<br />
gerçek iki kahramanıyla beraber Ayla filmimizi<br />
seyredeceğim. Bu, başta beni olmak üzere tüm<br />
ekibimizi çok heyecanlandıracak.<br />
Rolünüze hazırlanırken ne gibi aşamalardan<br />
geçtiniz? Bu filme özel bir çalışma oldu mu?<br />
Sinem Öztürk: Hikayenin gerçek olması karakterle<br />
daha kolay empati kurmamı sağlıyor.<br />
Günümüzün başarılı araştırmacı kadınlarından<br />
birini canlandırıyorum. Özge ,bir gazeteci olarak,<br />
60 yıldır gözü yaşlı kızını arayan bir baba kızın<br />
kavuşmasına vesile oluyor. Azimli, doğru kararlar<br />
alabilen güçlü bir kadın..<br />
Türk sinemasının tarihine uzak durduğu bu<br />
tür filmlerin çok az çekilmesinden belli. Bu<br />
konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunun
sebepleri sizce nelerdir? Bu sebeplerden sizi de<br />
etkileyen hangileridir?<br />
Can Ulkay: Evet, Türk sineması olarak kendi tarihimize<br />
hep uzak durmuşuz. Oysa binlerce farklı<br />
hikayemiz var, birbirinden değerli ve özel. Bu hikayeler<br />
sadece ulusal da değil, uluslararası anlatabilecek<br />
hikayeler. Oysa günümüzde bu hikayeleri<br />
sinemaya aktarabilecek her türlü görsel ve yazılı<br />
belgeye ulaşmak çok kolay. Dolayısıyla bu hikayeleri<br />
sağlam bir senaryo haline getirebilmekte sorun<br />
yok. Bu tarz tarihi hikayelerin çekilmeme sebepleri<br />
çok basit. Gerçek anlamda uluslararası sinema<br />
yapabilmek için sinema endüstrimizi bu standartlara<br />
alıştırmamız lazım. Ayla böyle de bir misyon<br />
yüklendi bizimle beraber. Tarihi filmleri iyi uyarlayabilmek<br />
için zaman, mekan, dekor, kostüm, tasarım<br />
ve uygulama kalemlerini tek tek, ayrıntılarıyla ele<br />
almak lazım. İşin teknik ve anlatım kısmı tamamen<br />
yönetmenin inisiyatif, bilgi, tecrübe ve kalitesiyle<br />
çözülebilir. Yapım aşaması bu tür filmlerde büyük<br />
ve önemli maliyet sebebi olduğu için yapımcıların<br />
yaklaşımı da biraz mesafeli oluyor. Sektör de doğal<br />
olarak komedi ve romantik komedi konularına<br />
kayıyor, riske girmek istemiyorlar.<br />
Kariyerinizde komedi filmi de var. Bir oyuncu<br />
için komedi filminde oynarken ki konsantrasyonuyla<br />
böyle gerçek bir hikayeden yola<br />
çıkılıp çekilen dönem filmindeki konsantrasyonu<br />
herhalde aynı değildir? Bu farklılık<br />
size nasıl yansıyor? Bu anlamda oluşan<br />
dezavantajları nasıl engelliyorsunuz?<br />
Sinem Öztürk: Komedi filminde<br />
canlandırdığım karakter deli dolu, çılgın, biraz<br />
da saf bir kadındı. Genel hatlarını çizerken<br />
yönetmen beni özgür bıraktı, hatta zaman<br />
zaman anlık aksiyonlarla sahneleri birlikte<br />
değiştirdik. Tamamen kurgu olan rollerdeki<br />
özgürlük hissi, gerçek hikayede yerini biraz<br />
daha sorumluluğa bırakıyor. Yaşanmış bir<br />
hikaye, bunu bilmek bile çok etkili, çok önemli<br />
bir oyuncu için. İkisinin de keyfi bambaşka.<br />
Ben bir dezavantajını yaşamadım.<br />
Birçok yönetmen iş yapan film olarak komedi<br />
ve korku sinemasına dalmış durumda,<br />
siz bu türlere nasıl yaklaşıyorsunuz?<br />
Bir yönetmeni filmin gişe yapması güdüleyen<br />
bir etken midir?<br />
Can Ulkay: Sayı ve oranları tam olarak<br />
bilemiyorum ama komedi ve korku filmlerinin<br />
oranı diğer filmlere göre çok yüksek<br />
olduğundan yönetmenlerin de bu filmlere<br />
dalmış olması gayet normal. Bütün<br />
dünyada ve özellikle ülkemizde filmin iyi<br />
olması gişedeki rakamla doğru orantılı gidiyor.<br />
Başlarken “Gişesi bol olsun”, bitirince<br />
“Gişesi bol olsun” dilekleri olan bir sektörde<br />
ne yapabilirsiniz ki? Düşünebiliyor musunuz,<br />
tek ve en büyük dilek bu... Gişe yapan filmlerin<br />
büyük çoğunluğu başrol oyuncularının<br />
performansından dolayı olduğu için çoğunluk/<br />
seyirci yönetmenlerin adını bilmiyor zaten.<br />
Gişe yapıp, yönetmenin isminin anıldığı o<br />
kadar az iş var ki ülkemizde...<br />
Sinema güzel kadını sever ama güzellik de<br />
geçicidir? Bu anlamda oyuncularımız nasıl<br />
bir yapılanma içinde olmalı. Nelere dikkat<br />
etmeli ve nasıl bir kariyer planlaması<br />
yapmalı?<br />
Sinem Öztürk: Kariyerin başında güzellik<br />
çok büyük bir avantaj ama hangi güzelliğe<br />
bakarsanız bakın, eğer sabitse bir süre<br />
sonra sıkılırsınız. Ben de sadece güzelliğine<br />
güvenip en yakışan makyajı, saçı oturtup,<br />
belli karakterleri giyerek sürekli güzel kadın<br />
oynayan oyunculara ne yazık ki çok fazla
hayran olamıyorum. Jönlerimiz için de geçerli.<br />
Bir süre sonra onların güzellikleri benim için<br />
normalleşiyor. Ben enerjisi yüksek, karakteri<br />
dolu dizgin canlandıran ve proje bazında rolün<br />
gerektirdiği şekilde çirkinleşmekten korkmadan<br />
kendini değiştiren ve risk alan oyunculara, kadın<br />
olsun erkek olsun sonsuz saygı duyuyorum.<br />
Güzellik bir hediyedir ama aynı zamanda insan<br />
hayatında büyük bir sınavdır da. Yetmemeli…<br />
Güzelliğe güzellik katan da, negatifleştirip<br />
çirkinleştiren de…<br />
Bir ayağı yurt dışında olan Ayla filmini çektiniz.<br />
Bu filmdeki olanaklar diğer yapımlarda<br />
genel olarak sağlanabiliyor mu? Endüstrinin<br />
sizin yani yönetmenlerin yolunu<br />
açtığını düşünüyor musunuz? Yoksa yıllar<br />
geçse de aynı eksiklikler devam ediyor mu?<br />
(Yapımcının sinemaya bakışı, bütçelerin<br />
azlığı, dizi çekimlerinde olan oyuncuların<br />
sadece diziler tatildeyken sinema filmlerinde<br />
oynaması, gibi…)<br />
Can Ulkay: Ayla filmimiz uluslararası bir film.<br />
Evrensel bir konusu var. Din, dil, ırk ayrımı<br />
yapmaksızın sevgi ve vicdanın her şeyin<br />
üzerinde olduğunu anlatan bir film. Filmin çekimleri<br />
Türkiye ve Güney Kore de gerçekleşti.<br />
Yanlış bilgilendirmemek adına söylüyorum<br />
Ayla filmimiz tamamen Türk yapımıdır. Bazı<br />
yerlerde bahsedildiği gibi Türk – Güney Kore<br />
ortak yapımı değildir. Yurtdışı ayağı tamamen<br />
çekim ve prodüksiyon amaçlıdır. Ayla<br />
filmi, bir sinema filminin doğru yapılabilmesi<br />
için bütün standartların doğru sağlandığı<br />
bir yapımdır. Endüstrimizin, doğru sinema<br />
standartları sağlandığında ne kadar iyi işler<br />
çıkarabileceğinin kanıtıdır Ayla... Biz, Ayla<br />
filmimizle yepyeni bir sayfa, yepyeni bir sinema<br />
anlayışını sektörümüze soktuğumuza<br />
inanıyoruz. Ayla filminde bana sağlanan olanaklar<br />
diğer yapımlarda da yönetmenlere<br />
sağlanmalı. Parantez içine açtığınız konular<br />
çok doğru ve önemli. Yapımcının sinemaya<br />
bakış açısı sadece gişeye endeksli olmamalı<br />
sinemayı sevmeli, filme ve yönetmenine<br />
inanmalı. Bütçe azlığı ya da çokluğu göreceli<br />
bir konu. Filmin hikayesine, senaryosuna<br />
ve yönetmenin anlatımına göre bir bütçe ile<br />
yola çıkılmalı yani kaba deyimle ayaklar yorgana<br />
göre uzatılmalı. Az değil yetersiz bütçel-
erle büyük yolculuklara çıkılması bugün<br />
sinemamız için büyük hayal kırıklıkları<br />
yaşamamıza neden oluyor. Dizi sektörü şu<br />
anda film piyasamız için çok büyük önem<br />
arz ediyor. Sadece oyuncularımız değil, ekip<br />
ve ekipmanın önemli bir bölümü “sezon”<br />
dediğimiz bahar ve kış aylarında çalışıyor<br />
oluyorlar. Bu da sinema sektörünü daha çok<br />
yaz aylarında çalışmaya sevk ediyor. Ayla,<br />
bu bakımdan da özel film. Tam dizi sezonu<br />
diye tabir ettiğimiz kasım-nisan aylarında<br />
gerçekleştirilebilmiş bir proje.<br />
Sonuç olarak; doğru hikaye, doğru senaryo,<br />
akıllı ve yeterli para harcama, doğru yapım<br />
ve yönetim birlikteliği bize iyi bir sinema<br />
yapma şansı tanıdı. Bu, doğru sinema<br />
yapmanın standardıdır. Endüstri olarak bu<br />
standardı yakalamak zorundayız.<br />
1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına<br />
kadar feminizmin sinemamızda etkisini<br />
hissedebilirdik. Bunun faturasını ödeyen<br />
kadın oyuncularımız vardı. Müjde Ar, Nur<br />
Sürer gibi. 2000 sonrası sinemamızda<br />
bu anlamda geriye bir adım atıldığını<br />
düşünüyor musunuz? Biraz yorumlar<br />
mısınız?<br />
Sinem Öztürk: Feminist teorilerin başlıca<br />
itirazı kadınların filmlerdeki edilgenliği, onlara<br />
verilen roller olmuştur ki bence bu hala<br />
devam etmekte. Kadın her zaman zayıf,<br />
tek başına ayakta duramayan, bir erkekten<br />
kurtulmasının ancak başka bir erkekle<br />
mümkün olduğu, cinselliğini sadece aile<br />
kurumunun içinde yaşayabilen, bunun<br />
dışına çıktığında ise ancak namussuz,<br />
ahlaksız, kötü olabilen karakterler olarak<br />
oluşturulmuştu. Günümüzde cinsellik olarak<br />
daha özgür ve statü olarak daha yüksek<br />
kadın karakterler izliyoruz sinemada.<br />
Ama önce toplumun genel şiddet ve ahlak<br />
yapısını, kadına bakış açısını ve vicdanını<br />
yoklamak gerekiyor. Sadece şiddet gören<br />
kadınları ve onları kötü adamlardan kurtaran<br />
kahramanları izlemeyelim, izletmeyelim.<br />
Dokunduğu yere çiçek açtıran, gerek siyaset<br />
gerek sanatta da öncülüğümüzü yapabilecek<br />
kadın kahramanlara şans versinler. Güçlü<br />
olması için erkeksi ya da bir erkeğe bağımlı<br />
olması gerekmiyor bir kadının.
BLADE RUNNER<br />
“AN”IN BİLİNCİ<br />
VAR OLMAK<br />
Uzun zamandır merakla<br />
beklenen Blade Runner’ın 35<br />
yıl aradan sonra gelen devam<br />
filmi özellikle geçtiğimiz sene<br />
Arrival (Geliş) ile büyük yankı<br />
uyandıran yönetmen Denis<br />
Villeneuve’in son filmi<br />
EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />
n Uzun zamandır<br />
merakla beklenen<br />
Blade Runner’ın 35 yıl<br />
aradan sonra gelen<br />
devam filmi özellikle<br />
geçtiğimiz sene Arrival<br />
(Geliş) ile büyük yankı<br />
uyandıran yönetmen Denis Villeneuve’in<br />
son filmi. Şu sıra vizyonda olan film<br />
sansür tartışmalarını da beraberinde<br />
getirdi. Yeni film öncesi, varoluşçu<br />
altyapısı, görsel efektleri ve zamanının<br />
çok ötesinde bir anlatımla Ridley Scott<br />
başyapıtı Blade Runner’ı bir hatırlayalım.<br />
Philip K. Dick’in “Android’ler Elektrikli<br />
Koyun Düşler mi?” adlı öyküsünden<br />
uyarlanan 1982 yapımı Blade Runner alt<br />
yapı olarak tür içerisinde farkını ortaya<br />
koyan ve her geçen sene daha da<br />
değerlenen bir film. Öyle ki filmin değeri
ilk zamanlarda bile o kadar anlaşılamamış<br />
yıllar içerisinde film hak ettiği değeri<br />
bulmuştu. 1979 yılında bilim kurgu/korku<br />
türünde bir çığır açan yönetmen Ridley<br />
Scott, fazla aralık vermeden yine bir bilim<br />
kurgu başyapıtı ile seyircilerin karşısına<br />
çıktı. 2019’un Los Angeles’ında geçen<br />
filmde Tyrell adlı şirket insan hizmeti için<br />
Replikant adını verdikleri insana çok benzeyen<br />
androidler yaratırlar. Bu androidler<br />
Nexus 6 denilen aşamaya geldiğinde<br />
ise Replikantlar insanlardan daha çevik,<br />
daha zeki ve hızlı bir konumaydılar. Bir<br />
kolonide Replikant’lar tarafından çıkan<br />
bir isyan sonrasında bu androidler<br />
dünyada yasa dışı olarak ilan edildiler.<br />
Blade Runner denilen keskin nişancılar<br />
ise bu Replikant’ların peşinden gidip<br />
onları avlamakla görevlendirildiler. Buna<br />
infaz yerine “emekliye ayırma” dediler.<br />
Film kaçak 6 Replikant’ın peşinden giden<br />
Blade Runner, Deckard’ın (Harrison Ford)<br />
hikayesine odaklanıyordu.<br />
Film kara film (Film Noir) atmosferine<br />
sahip bir bilim kurgu filmiydi. Ünlü<br />
düşünür Jean Paul Sartre’nin “varoluş,<br />
özden önce gelir” önermesi filmin çatısını<br />
oluşturuyordu. Düz bir anlatıma sahip<br />
filmin bu durgunluğunun altında huzursuz<br />
bir ortam vardır. Mutsuzluk, umutsuzlukla<br />
beraber gelecekte sözde “otorite”<br />
adı altında bir kaos hüküm sürüyordu.<br />
Pek çok filmde izlediğimiz gelecek tasvirini<br />
yansıttığını düşündüğünüz ilk<br />
dakikalarda film aslında neon ışıklar<br />
altında nasıl bir krallığın ve karamsarlığın<br />
olduğunu açık bir şekilde yansıtıyordu.<br />
Replikant’ların sorguladığı varoluş,<br />
var olmaya devam etme isteği, yaşam<br />
içerisinde bir yerleri olduğunu bilmek,<br />
yaratıcı sorgulaması filmin can alıcı<br />
noktalarıydı. Tüm o karanlık atmosfer<br />
içerisinde en basitinden Replikant olan<br />
Roy karakterinin elinde tuttuğu güvercin<br />
bile çok şey ifade eder. Bu yalnızca<br />
Replikant’ların yaratılışını sorgulaması<br />
değil, bir insan olduğunu bildiğimiz
(ya da bilmediğimiz, bunun hakkında<br />
tartışmalar yıllardır sürüyor) Deckard’ın<br />
da kendi yaşamını sorgulamasıdır.<br />
Otorite, İrade ve Farkındalık<br />
Temelde Replikant’ların isyanına<br />
baktığınızda sadece köle olarak<br />
yaratılmış olmanın verdiği bir ezilmişlik<br />
hali, hele ki insandan, yaratıcısından<br />
özellikleri itibarı ile çok daha üstün bir<br />
varlık olmasına rağmen onları sorgulamaya<br />
iten en önemli unsur. Nihayetinde<br />
bu gibi sorgulamalar yapmaları<br />
için üretilmemişlerdi. Keskin bir otorite<br />
kılıcı altında “sadece hizmet et”<br />
mottosu ile köle olarak yaratılan bu<br />
Replikant’ların düşünebilme, muhakeme<br />
yeteneği varken sorgusuz<br />
itaat etmeleri de düşünülemez. Tıpkı<br />
tarihte ilk fırsatta ortaya çıkan köle<br />
ayaklanmaları gibi, Replikant’larda bunu<br />
değerlendireceklerdi. Üstelik değindiğim<br />
gibi tarih boyunca yaşanan isyanlardaki<br />
kölelerden çok daha üstün özellikleri<br />
varken, bu kaçınılmazdır.<br />
Blade Runner denilen keskin nişancıları<br />
bile sürekli sorgulayan, adım adım takip<br />
eden sert bir otoritenin özgürlük ve irade<br />
karşısında durduğu gün gibi bellidir. Bu<br />
nedenle filmde açık bir şekilde verilmese<br />
de biz o sert otoritenin varlığını hissederiz.<br />
“An”ı Yaşayabilmek<br />
Bir Replikant olan Roy’un önce yaşamı<br />
sorgulaması ama sonradan yaşamdaki<br />
“an”ların değerini anlaması tam bir<br />
ders niteliğindedir. Kötü adam olarak<br />
gördüğümüz, imha edilmesi gereken bir<br />
pürüz olarak görülen Roy’un peşindeki<br />
Deckard’a tokat gibi cevabı vardır. Deckard<br />
onun hayalini bile kuramayacağı<br />
şeyler görmüş yaşamıştır. Bu bile Roy’un<br />
kısıtlı zamanında “an”ının ne denli önemli<br />
olduğunun farkına varmasının göstergesidir.<br />
İnsanoğlu özgür iradeli yaşamında<br />
ne denli bunun kıymetini bilmektedir?<br />
Ve Blade Runner 2049…<br />
Varoluşu sorgulayan ve betimlediği gelecek<br />
tasviri ile günümüzde hala pek çok<br />
okumaya açık olan Ridley Scott başyapıtı<br />
yıllar sonra gelen devam filmi ile gündemde.<br />
Harrison Ford’u yine Deckard<br />
rolünde izlediğimiz yeni film Blade Runner<br />
2049’da ayrıca yeni neslin gözde ve<br />
başarılı aktörlerinden Ryan Gosling de<br />
yer alıyor. İlk filmden 30 yıl sonra geçen<br />
hikayede polis memuru K’nın insanlığın<br />
sonunu getirebilecek bir sırrı öğrenmesi,<br />
bununla baş edebilmek için eski bir Replikant<br />
avcısı olan Deckard’ı araması ve<br />
akabinde gelişen olayları konu ediniyor.<br />
Gelen eleştirilerin oldukça iyi olduğu<br />
devam halkası, ilk filmin ulaştığı çıtaya<br />
erişebilir mi orası bilinmez ama yıllar<br />
sonra Denis Villeneuve gibi yetenekli bir<br />
yönetmenden efsane bir filmin devamını<br />
izlemek hiç şüphesiz keyifli olacaktır.
İLK ÖNCE SOYKIRIMI KABUL E<br />
Yönetmen İsmail Güneş Kervan<br />
1915 filminin sıkıntılı çekim<br />
ve hazırlık dönemini anlattı.<br />
Bu röportaj yapıldığında salon<br />
bulamamazlık yüzünden<br />
film gösterimden kalkmamıştı.<br />
Röportajı okuduğunuzda<br />
filmin en baştan beri ne kadar<br />
saldırı altında çekildiğini<br />
anlayacaksınız...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bu ülkenin enetelektüelinin<br />
bir kısmının ne<br />
kadar kimliksiz olduğunu<br />
ağzımıza doladık. Hatta<br />
bazen bu yüzden tepki de gördük. Ama<br />
söylediğimiz herşeyin gerçekliği İsmail<br />
Güneş’in Kervan 1915 filmini çekerken ve<br />
vizyona soktuktan sonra yaşadıklarıyla<br />
kanıtlandı. Bu röportaj sinema<br />
salonlarının filme gizli sansür uygulaması,<br />
salon vermemesi veya sadece sabah<br />
seanslarını göstermeleri sebebiyle vizyondan<br />
kaldırılmadan önce yapıldı. Üstelik<br />
Güneş beklentilerin aksine, bizim de<br />
eleştirdiğimiz bir naiflikle çekmişti filmi.<br />
Buna bile dayanamadı insanlar. Daha<br />
filmin başlangıcında yönetmen öykünün<br />
derdini insanlara anlatmak isterken bir<br />
grup ilk önce tehcirin soykırım olduğunu<br />
kabul et sonra konuşalım diye yaklaşmış.<br />
Güneş söylemez ama bu şekilde<br />
yaklaşanların Ermeni diasporasından<br />
çok bizim entelektüel sınıf içinden<br />
çıktığına inanıyorum. Filmin yönetmeni<br />
tarafından vizyondan kaldırılması sebebiyle<br />
biraz gündemin dışında kalsa da bu<br />
röportajın önemli bir çalışma olduğunu<br />
düşünüyorum. İyi okumalar.<br />
Film gerçek bir hikayeden yola çıkılarak<br />
çekilmiş. Bu konuyla alakalı birçok hikaye<br />
var. Siz neden böyle bir konuyu seçtiniz?<br />
Ben yol filmlerini çok seviyorum.<br />
Neredeyse başından sonuna kadar yol<br />
hikayelerinin peşinde yürüdüm. Her<br />
insanın bir yolculuk için doğduğuna, bir<br />
karanlıktan başka bir karanlığa yolculuk<br />
yaptığına inanıyorum. Zaten insanların<br />
yıllardır yaşadıkları yerlerden göç ettirilmek<br />
zorunda kalmaları başlı başına<br />
bir hikayedir. Ben de sabit bir yerden bir<br />
hikaye anlatmak yerine yolda geçen bir<br />
hikayeyi anlatmayı uygun gördüm.<br />
Ermeni tehciri ben kendimi bildim bileli<br />
Türkiye’nin önüne ısıtılıp getirilen bir<br />
olaydır. Toplumsal huzurumuzu da etkiler.
T SONRA ANLATIRSIN<br />
İSMAİL<br />
GÜNEŞ
Böylesi bir olaya sinemanız neden tepkisiz<br />
kaldı?<br />
Sinemamız ilgisiz kaldı evet, doğdurur.<br />
Neredeyse hiç film yapılmadı bu konuyla ilgili.<br />
Beğenilen bir iki tane yapım var. Bu sanırım<br />
biraz seyirciyle alakalı bir şey. İnsanlar bu<br />
konuyla ilgili hiçbir şey bilmiyorlar, bilmeyince<br />
de ürküyorlar. Bunun bir karşılığı yok<br />
diye düşünüyorlar. Ticari bir getirisinin<br />
olmayacağını ve insanların izlemeyeceğini<br />
düşünüyorlar. İki bakış açısı var burda, milliyetçi<br />
bir bakış açısından bakarsınız ve dersiniz<br />
ki “Ermeniler pistir, kötüdür. Onlar bizi<br />
doğramıştır biz hiçbir şey yapmamışızdır bu<br />
konuyla ilgili”. Bir de tersine bir bakış açısı<br />
var, “Bu Türkler bizi kestiler, doğradılar, soyumuzu<br />
kuruttular” vardır. Bu ikisi de yanlış<br />
olur. Ama bu ikisini yaptığınızda toplumdan<br />
bir karşılık alırsınız. Ya çok milliyetçi bir film<br />
yaparsınız, milliyetçileri toplarsınız; veya<br />
tersi bir film yaparsınız, Türkiye dışında bir<br />
izleyici kitlesi toparsınız. Türkiye’de “Evet biz<br />
Türkler bütün Ermenileri kestik” gibi bir film<br />
yaparsanız karşılığının olacağını sanmıyorum.<br />
Biraz bu nedenle insanlar ilgi duymuyorlar.<br />
Ben böyle bir film yapacağım dediğimde, öyle<br />
bir fırsat doğdu ki; 5-6 starı birden oynatabilecek<br />
bir şansım vardı. Hani Amerikalıların<br />
kovboy filmleri vardır ya, o oynar, bu oynar.<br />
Bu işte tam olarak öyle bir hikayeydi. En<br />
azından 5 tane başrol, 5 tane akılca kalıcı<br />
karakter var. Daha da var da, 5 tane star alırım<br />
diye düşündüm. Ama 2’yi zar zor buldum.<br />
Konudan dolayı insanlar oynamak istemedi.<br />
Kabul edip vazgeçenler oldu. Menajerler<br />
olaya dahil oldu bir yerde. Öyle bir seviyeye<br />
geldi ki, bazı menajerler, diğer menajerlere bu<br />
filmde oyuncularını oynatmamayı tembihledi.<br />
Hamdolsun biz yine de filmin hikayesini anlatabilecek<br />
kadar oyuncu arkadaşla çalıştık.<br />
Bu ülkede maalesef, ünlü koymazsanız filme,<br />
seyirciyi bırakın gazeteci bile ilgilenmiyor<br />
sizinle. Haber yapılmıyor, haber değeri var<br />
gibi görülmüyor. Bu işin konusu, yapılması<br />
bile bir haberken maalesef toplumda bir<br />
karşılık bulamıyor.<br />
En başından çok zor başladınız yani.<br />
Tabii ki, çok zor başladım. 5 senedir bu projede<br />
kitlendim kaldım yani. 2 senedir bize<br />
uygun şartları bulamıyorum. Kimse ne<br />
yaptığımı bilmiyor zaten. Senaryoyu okuyanlar<br />
da anlamamış demek ki. Bizim setimizin<br />
yüzde 70’i seti bırakıp gitti. İdeolojik<br />
sebeplerden dolayı. Hatta başkaları dedi ki<br />
“arkadaşlar siz bu senaryoyu okumadınız<br />
mı, adam senaryosunu çekiyor, başka bir<br />
şey çekmiyor”. Sonrasında bir şey demediler<br />
örgütlendiler gittiler. Ben de bir şey<br />
demedim yani.<br />
Bu konuyu seçerek ister istemez büyük bir<br />
sorumluluk aldınız. Bu konuyla alakalı daha<br />
önce çekilmiş büyük yapıtlar var. Sizin bunu<br />
çekmeniz, filmin, olayları bizim gözümüzden<br />
anlatacağına dair bir beklenti doğurdu. Bu<br />
baskı sizi ne kadar etkiledi? Seçtiğiniz tür<br />
neydi?<br />
Ben hiçbir zaman “Ben şöyle bir şey<br />
yapayım da hemen karşılık bulsun” gibi
ir hesap içinde olmadım. Bu hesap içinde<br />
olsaydım, tersini de yaparak yapabilirdim.<br />
Ama ben hiçbir filmimde kötü adam<br />
barındırmıyorum. Çünkü iyi adam - kötü adam<br />
bana uydurulmuş bir dayatma gibi geliyor.<br />
Çatışmanın illa iyilik ve kötülük açısından<br />
değerlendirilmesi doğru değil. Ben bu yüzden<br />
soruyorum mesela Cast Away (Yeni Hayat)<br />
filmindeki kötü adam nerede? Yok. Ama<br />
adam yine de çatışmayı çok güzel vermiş.<br />
Yetenekle ilgili bir şey. Çatışma illa iyilik ve<br />
kötülük üzerinden yürümez. Bu nedenle o<br />
beğenir, bu beğenmez. Tabii ki beğenilsin<br />
isterim. Çünkü bu benim görüşüm. Dış<br />
kaynaklara göre bir buçuk milyon Ermeni,<br />
bizim kaynaklarımıza göre de altı yüz bin<br />
Ermeni, altı yüz bin de Müslüman ölmüş bu<br />
coğrafyada. Önemli değil ki buradaki rakam,<br />
sadece altı yüz bin üzerinden yürürsek bile,<br />
altı yüz binin oturup sayılsa kaç gecede<br />
sayıldığını biliyor musunuz? Bir tane rakamı<br />
bir saniyede saydığınızı hesap edersek, 7<br />
gün 7 gece. Ama bir bakıyorsunuz ki sadece<br />
Ermeni ölmemiş. Yani bizim kaynaklarımıza<br />
göre, dış kaynaklar zaten kaç tane Müslüman<br />
öldüğüyle ilgilenmiyor. Ama savaşın<br />
sonuçlarına bakarsanız, bunlar tescilli.<br />
1914’te savaş başlamış, Anadolu’da askerlik<br />
vazifesi yapacak insanların yaşı 18’e, 16’ya<br />
düşmüş. Yani baktığınızda devletin bir kolluk<br />
gücü yok. Hepsi ya Çanakkale’de ya<br />
Sarıkamış’ta ya da orda burda. Bir şekilde<br />
kendi sınırlarını, kendi toğrağını korumaya<br />
çalışıyor. Sonuç ne peki? Dünya bu kaotik<br />
durum içinde. Savaşın sonucunda 10 buçuk<br />
milyon insan ölmüş. Bunun 3 buçuk milyonu<br />
Osmanlı vatandaşı. Yani Müslüman.<br />
Bu bir Müslüman - Hristiyan savaşı değil.<br />
Müslüman, Hristiyanla da savaşmış. Hristiyan,<br />
Hristiyanla da savaşmış, hatta Müslüman,<br />
Müslümanla da savaşmış. Bu kadar<br />
büyük bir kıyımın olduğu yerde. Herkesin bir<br />
şeyi tutup da “efendim burda şu olmuştur”<br />
diye laf etmesini doğru bulmuyorum ben.<br />
Siz biliyor musunuz ki Balkan coğrafyasını<br />
Müslümanlar terk ettiğinde kaç insan öldü. 3<br />
milyon. Balkan coğrafyasından göç eden insanlar,<br />
ordan çekilmek zorunda kalan Müslüman<br />
halk, Anadolu’ya göçerken 3 milyon kişi<br />
kaybetti. Kimse burayı görmüyor. Bu bir ortak<br />
acı. Birbirimizin açıklarını kapamayalım.<br />
Sen diyorsun 600 o diyor 500, ne yapalım<br />
bu rakamı kapatalım mı? Burayı kaşıyarak<br />
bir yere varılamayacağını düşünenlerdenim.<br />
O yüzden bizim filmimizin mottosu “İnsan<br />
sevgiden gelir.” Çünkü yaradılış gereği insan<br />
sevgiden gelir. DNA’sında sevgi bulunan<br />
insanların birbirine birinci vazifeleri sevgi<br />
aşılamaktır. Nefretle hiçbir yere varılamıyor.<br />
Bu nefreti kendi gönlümüzden atacağız.<br />
Bu nefreti gönlümüzden atmak için bu<br />
filmi yaptık. Tırnak içinde Ermeni diyerek<br />
dışlamayalım.<br />
Bu anlattığınız konu o dönemin tarihi<br />
olaylarıyla çok ilgili. Milliyetçilik kavramının<br />
şekillendiği halklar, bütün bunları anlatmadan<br />
bunu yansıtmak çok zor. Bunu nasıl<br />
yaptınız?
Ben bir yolculuk anlattım. Bugün de bir yolculuk<br />
anlatsanız, Giresun’dan Halep’e bir<br />
yolculuk anlatsanız, 100’e yakın kadın ve<br />
çocuğu 20 tane adam taşısa, siyasete ne<br />
kadar ilişirseniz ben de o kadar iliştim siyasete.<br />
Çünkü gerçeği bu. Bizim Katırcı Salim<br />
başta, ona bir ihale veriyorlar, bu insanları<br />
taşıyacaksın kaça taşırsın diyorlar. O da diyor<br />
ki daha önce hiç canlı taşımadım. Armut<br />
taşıdım, saman taşıdım ama insan taşımadım.<br />
Kendince bir fiyat veriyor. Sonrasında bu<br />
insanlara mal gözüyle bakıyor çünkü ücretini<br />
teslimde alacak. Ama zaman içerisinde<br />
bunların da kanlı canlı insan olduklarını<br />
görüyor. Zaman içerisinde alışıyor. En sonunda<br />
ise başarmış olmanın gururunu yaşıyor<br />
adam. Hatta daha sonrasında diyor ki keşke<br />
biraz daha alabilseydim. Kayıpsız geçiyor<br />
bu yolculuk. Diğer yolculuklarda telef olmuş<br />
insanlar görüyoruz. Kayıplar görüyoruz. Ama<br />
bizim adamımızın başarılı bir yolcuğu oluyor.<br />
Kendi yolunu çizmesi ve devletin dediklerine<br />
uymaması sebebiyle oluyor o da.<br />
Taraflı olmak yerine adil olmak daha iyi değil<br />
midir? Bu konuda düşünceleriniz nelerdir?<br />
Ben adil olduğumu düşünüyorum. Her zaman<br />
empati yoluyla gittim. Bu insanları ben taşıyor<br />
olsaydım ne yapardım diye kurdum hikayeyi.<br />
Bu filmi çekmek için bir sinemacı olmak<br />
kadar bir tarihçi de olmak lazım. Bunun yanı<br />
sıra bir toplum içinde yaşıyorsunuz. Entellektüel<br />
sınıfın Ermeni olayına yaklaşımı belli. Bir<br />
dönem çok özür dileme modası çıkmıştı. Hem<br />
bu toplumun içinde yaşayıp hem de kendi<br />
doğrularınızı dillendirdiğiniz bir dönemde<br />
nasıl geri dönüşler alıyorsunuz? Müslüman<br />
mahallesinde salyangoz satma işi tersten mi<br />
işliyor?<br />
Sanırım evet, tersten işliyor. Bu konuda<br />
dediğim gibi, bu filmin çekim zorlukları bu<br />
filme engel oldu. İnsanlar bitmesin diye çaba<br />
sarfettiler. Bakın bu filmin, soykırım olduğuna<br />
inananlar açısından şöyle bir handikapı var,<br />
tarafsızcılık. Diyorlar ki soykırım demiyorsan<br />
öbürünü deme. Ya soy kırdılar diyeceksin<br />
ya da yoksun. Şimdi yapı bu. Dolayısıyla bu<br />
film, bu konuda bir şey söylemiyor. Adını<br />
koymuyoruz. Soykırımcılar açısından bu<br />
filmin bir tehlikesi var. Bu anlamak üzerine<br />
bir film. Anlamak üzerine bir film, soykırım<br />
meselesini ortadan kaldırıyor. Film diyor<br />
ki önce bir anlayalım, diğerleri de diyor ki<br />
soykırımı kabul et sonra anlarız. Bunlarla<br />
anlaşmak mümkün değil. Oturalım masaya<br />
desek, diyecekler ki hayır önce kabul edin<br />
sonrasında oturalım. Diğer taraf da diyor ki<br />
hayır kardeşim, sen benim topraklarımda<br />
benim insanlarıma ihanet ettin, örgütlendin,<br />
silah çektin, çete kurdun. Dolayısıyla<br />
ben kendimi savundum diyor. Ben bunlarla<br />
ilgilenmiyorum. Ben yolculukla ilgileniyorum.<br />
Bu yolculuk nasıl gerçekleşti, gerçekten<br />
de “Yahu bu ırkı yok edelim” dediler<br />
de öyle mi yaptıları anlatıyorum. Olaya çok<br />
sert yaklaşmayanların bu filme ısınacağına<br />
inanıyorum. Bu filmin içinde asla olmak<br />
istemeyen Ermeni de oldu, çok yardımcı<br />
olan Ermeni de oldu. İki tane Ermenistan<br />
vatandaşı, bir tanesi 18’ini doldurmuş ancak<br />
diğeri küçük, babası getirip bu filmin
içine koydu ve bu barışın sağlanmasını arzu<br />
ettiğini dile getirdi. Bir takım önyargılarla<br />
bunun halledilemeyeceğini anlatmak için bu<br />
önemlidir.<br />
Böyle bir sorumlulukta filmin oyuncu kadrosu<br />
da çok önemli. Murat Han ve İpek<br />
Tuzcuoğlu’nun performansını nasıl buldunuz?<br />
Seçiminiz neden bu isimler oldu?<br />
Murat Han’a ben bunu sunduğumda, oynamak<br />
istedi. Bambaşka bir kılığa girdi bir anda.<br />
Yerel ağzı, icat edenler kadar iyi kullandı. İpek<br />
Tuzcuoğlu da aynı şekilde, istekliydi.<br />
Dönem filmi çekmek zor iş. Günümüzde<br />
birçok sinemacı bunu başaramıyor. Filmi<br />
seyrettim ve dönemin şartlarını oluşturması<br />
açısından benim seyrettiğim en başarılı Türk<br />
filmiydi Kervan 1925. Çok güzel bir prodüksiyon<br />
olmuş, şimdiye kadar neden başarılamadı<br />
sizce?<br />
Biz çok özen gösterdik. O dönemin<br />
fotoğraflarını bulduk. Genelde şöyle bir algı<br />
oluşuyor insanlarda, eski film deyince, her<br />
şey eski. Kostümler de eski olacak, binalar<br />
da eski olacak. Hayır. Binalardan eski olanları<br />
da var ama yeni olanları da var. Oturuyor<br />
insanlar, dekorları eskitiyorlar, kıyafetleri eskitiyorlar.<br />
Hayır. Bu insanlar yola çıkıyorlar.<br />
Yola çıkarken nasıl giyinilir, güzel giyinilir<br />
yani. Nasılsa yoldayız, yıpranacak demezsin<br />
ki. Bu adamlar da bilmiyorlar ki yolda<br />
başlarına ne gelecek. Yol boyunca kıyafetler<br />
eskiyor, yağmur oluyor çamur oluyor.<br />
Yırtılıyor vesaire. O süreci bütün aşamalarını<br />
iyi takip ettik. 3 ayrı kostümümüz oldu her<br />
oyuncu için. Evrelere ayırdık. Ama biz zaten<br />
filmi sırayla çektik, yolculuk sırasıyla çektik.<br />
3 ay çektik. Yolculuk da 3 ay sürdü. Yol<br />
boyu zaten o insanlar o kıyafetlerle yatıp<br />
kalktılar. Oyuncular otellerine o kıyafetlerle<br />
gidiyorlardı, sabah da hazır bir şekilde o<br />
kıyafetlerle geliyorlardı. Dolayısıyla zaten<br />
kendi içinde bir yıpranmışlığı vardı, ama<br />
yetmedi, 3. dönemde hem kimyasal hem de<br />
fiziksel olarak kıyafetleri yıprattık. Dekorlar<br />
konusunda da cidden çok çaba sarf ettik.<br />
Dönem fotoğraflarını bulduk ve o yapıların<br />
aynısını elde etmeye çalıştık. Onu iyi yapmaya<br />
çalıştık. Giresun daha büyük belki<br />
ama biz sadece bir meydana odaklandık ve<br />
o meydanı döneme uygun hale getirmeye<br />
çalıştık. Hiçbir şeyden kaçınmadık. Üstteki<br />
pencereyi 5 cm daha küçük yaptı diye<br />
söktürüp yeniden yaptırdığımı hatırlıyorum.<br />
Çünkü gerçekte öyle olmaz. Kim fark edecek<br />
duygusu bizim sinemamızın en büyük<br />
handikaplarından birisi. Biz buna özen<br />
gösterdik. Kim fark edecek diye düşünmedik.<br />
Filminizin Türkiye’deki gösterimi kadar<br />
yurtdışındaki gösterimleri de çok önemli.<br />
Yurtdışıyla alakalı bir planınız var mı?<br />
Örneğin Ermenistan’da da gösterilecek mi?<br />
Ermenistan’da da göstermek için çaba sarf<br />
ediyoruz. Eğer olursa biz oraya gidip filmimizin<br />
mesajını veririz. Mesajdan eminim.<br />
Şu anda Nürnberg’de dağıtım söz konusu.<br />
O konuyla alakalı da ön görüşmelerimiz<br />
sürüyor. Ancak Fransa, Almanya, bizim<br />
insanımızın yaşadığı coğrafyaya ulaştırmaya<br />
çalışacağız.
DENİZİN<br />
MÜLTECİLERİ<br />
Mülteci olma durumu zannımca ‘güncelliğini’<br />
hiç bir devirde yitirmeyecek bir insanlık hali.<br />
Terminolojide ‘mülteci sorunu’ olarak isimlendirmek<br />
kanımca hem ötekileştirme sularında<br />
rencide edici hem de bir o kadar etik dışı.<br />
DUYGU KOCABAYLIOĞLU<br />
n Mülteci olma durumu<br />
zannımca ‘güncelliğini’<br />
hiç bir devirde yitirmeyecek<br />
bir insanlık<br />
hali. Terminolojide<br />
‘mülteci sorunu’ olarak<br />
isimlendirmek kanımca<br />
hem ötekileştirme sularında rencide edici<br />
hem de bir o kadar etik dışı. Zira mülteci<br />
olma durumu bir sorunsa, bu sorunu<br />
yaratanlar şüphesiz ki mülteci olmaya<br />
zorlanan insanların bizatihi kendisi değil;<br />
onları yollara, denizlere dökenlerin yarattığı<br />
kaostur.<br />
Bu yıl 24. Adana Film Festivali’nde Türkiye<br />
prömiyerini yapan ve oyuncu Onur<br />
Saylak’ın ilk yönetmenlik ürünü olan ‘Daha’,<br />
Hakan Günday’ın aynı adlı romanının beyazperdeye<br />
serbest bir aktarımı. Önce kara<br />
sınırlarından Türkiye topraklarına, ardından<br />
deniz yoluyla Yunanistan karasularına<br />
geçmeye çalışıp,-oradan da artık Allah ne<br />
verdiyse!- belirsiz bir geleceğin peşinden<br />
sürüklenen yüzlerce, binlerce zorunlu göçmenin<br />
dramı/trajedisi gözlerimizin önünde<br />
yıllardır yaşanıyor. Günday imzalı Daha
omanı Suriyeli, Iraklı gibi<br />
belli bir ülke menşe-i vermeden,<br />
mülteciler dramını<br />
göç edenler değil de, onların<br />
çaresizliğini ve umutlarını<br />
dibine kadar sömüren insan<br />
kaçakçıları üzerinden, Ahad<br />
ve Gaza adlı bir baba-oğul<br />
üzerinden anlatan bir roman.<br />
Saylak’ın filmi ise romanın<br />
bu özünü alıp ergenlik<br />
çağındaki oğul Gaza’yı<br />
merkezine oturtarak hem<br />
sancılı bir büyüme hikayesi,<br />
hem de ‘daha iyi bir hayat’ için, özgürlük<br />
için denize açılan kapıları zorlayan yasa<br />
dışı göçmenlerin trajedisini etkileyici bir<br />
dille aktarıyor.<br />
Gaza’nın hikayesine bir çerçeve<br />
oluşturan ve denizi bir özgürlük bileti<br />
olarak gören göçmen trajedisinden<br />
yola çıkarak, neredeyse ucu bucağı<br />
olmayan göçmenlik/mültecilik filmlerine<br />
bir alt kategori açmak istedik. ‘Daha<br />
iyi bir hayat’ için kendisini denizin<br />
belirsizliğine ve acımasızlığına bırakan<br />
insan hikayelerinin filmlerine kısa kısa<br />
değindik:<br />
Cennet Batıda - Eden is West (2009)<br />
Yunan yönetmen Costa Gavras<br />
imzalı film, daha iyi bir yaşamı batıda<br />
bulacağına inanan, bir grup yasa dışı<br />
göçmenle yola çıkan Elias’ın hikayesine<br />
odaklanıyor. Fransa hayalleri kurarken,<br />
gece sahil güvenlik polisine<br />
yakalanan gemiden atlayan Elias, geri<br />
dönmektense buz gibi açık denizde<br />
‘özgürlüğüne’ yüzmeyi tercih ediyor...<br />
Mutlaka seyredilesi yapımlardan.<br />
Memleket - Terrefarma (2011)<br />
İstanbul Film Festivali’nde gösterilen<br />
ama vizyon yüzü göremeyen bu İtalyan<br />
filmi, Sicilya adasında balıkçılıkla geçinmeye<br />
çalışan geleneksel bir ailenin, adaya<br />
gelen siyahi yaşa dışı göçmenlerle<br />
‘imtihanını’ anlatıyor. İtalya açıklarından<br />
bol ödüllü olduğunu ekleyelim.
Hoşgeldiniz -<br />
Welcome (2009)<br />
Fransız yapımı film,<br />
Bilal isminde Iraklı<br />
bir gencin Fransa,<br />
Calais bölgesinden<br />
kaçak yollarla<br />
İngiltere’ye,<br />
Londra’ya gitme<br />
macerasını<br />
beyazperdeye<br />
taşıyor. Bilal kendisiyle<br />
aynı kaderi<br />
paylaşanlardan bir adım ötede, daha iyi<br />
bir yaşam biçiminin yanı sıra kız arkadaşı<br />
Mina için yollara düşen bir genç. Önce<br />
kaçakçılık tırlarında şansını deneyen Bilal<br />
yakalanınca, çareyi deniz yolunda bulur;<br />
fakat önce yüzmeyi iyi öğrenmesi gerekecektir...<br />
Yine ülkemizde festivaller dışında<br />
vizyon yüzü görmeyen ama bol ödüllü<br />
yapımlardan biri.<br />
Denizden Gelen (2010)<br />
Bu kadar çok<br />
trajedinin<br />
yaşandığı topraklardan<br />
konuya<br />
dair bu kadar az<br />
sanat ürününün<br />
çıkması ayrı bir<br />
yazı konusuyken,<br />
henüz Suriyeli<br />
göçmenler ülkenin<br />
belli başlı<br />
meselesi haline<br />
gelmemişken<br />
çekilen bir film<br />
Denizden Gelen.<br />
Dosyaya konu başlığı ettiğimiz Onur<br />
Saylak’ın bu sefer başrolde olduğu yapım,<br />
Ege Denizi’ni umut bileti olarak gören kaçak<br />
Afrikalıların Dalyan sahil kasabasındaki<br />
dramına odaklanıyordu. Nesli Çölgeçen’in<br />
rejisi eleştirilse de, zamanında Halil ve<br />
Jordan hikayesini dikkate alsaydık, belki<br />
de Aylan bebekler sahillerimize bu denli<br />
vurmazdı...
Bunlar da var :<br />
Amerika Meydanı - Plateia Amaerikis<br />
(2016)<br />
Avrupa’da yükselen<br />
ırkçı seslerinin Yunanistan,<br />
Atina<br />
merkezli küçük bir<br />
panaromasını çizen<br />
film, ağırlıklı olarak<br />
karada geçse de,<br />
finalde umuda yol<br />
alan kaçak göçmenler<br />
teknesiyle hafızalarda<br />
yer etti. Vizyon yüzü<br />
göremeyen, festival<br />
güzelliklerinden;<br />
yakaladığınız yerde<br />
mutlaka seyredin.<br />
Struma Belgeseli: 1941 yılında Romanya<br />
Yahudileri’ni Filistin’e taşımak için<br />
yola çıkan, fakat Filistin’e varamadan<br />
yolda 2 kere motoru arızalanınca mecburen<br />
İstanbul, Sarayburnu açıklarına<br />
demirleyen Struma gemisinin maalesef<br />
gerçek hikayesi. Dönemin Türkiye hükümeti<br />
tarafından sığınma talepleri reddedilen<br />
bir gemi dolusu insan, kaynaklara<br />
göre 800’e yakın kişi, haftalarca<br />
karada kabul görmeyi beklerken, gemi<br />
diplomatik ilişkiler gereği zorunlu olarak<br />
Karadeniz’e çekilir ve içindeki hemen<br />
herkese mezar olarak burada batar.<br />
Struma trajedesini senaryolşatırıp,<br />
doğrudan beyazperdeye taşıyan bir<br />
filme rastlamamakla beraber, film<br />
veritabanlarında birkaç belgesel yapımı<br />
görmek mümkün.<br />
Yüzme Öğreniyorum (2017) : Bu yazın<br />
mahsulü olan kısa metraj filmde, komedi<br />
filmlerinin yapımcısı olarak tanıdığımız<br />
Serpil Altın’ın imzası var. Suriye’den<br />
Türkiye’ye kaçıp Çeşme’den botla<br />
Yunanistan’a gitme hayali kuran karıkoca<br />
bir çiftin öyküsünü anlatan film,<br />
hayatta kalmak için yüzme öğrenen<br />
Ruksan’a odaklanıyor; tıpkı 17 yaşındaki<br />
Bilal gibi...
BURAK AK<br />
SEN
SAK’TAN YEPYENİ BİR FİLM<br />
KİMİNLE DANS EDİYORSUN<br />
Burak Aksak’ın yeni filmi “SEN KİMİNLE DANS EDİYORSUN”<br />
un son set günlerinde, setlerinin çoğunun geçtiği Maltepe’nin<br />
tatlı bir mahallesindeki basın toplantısına gittim geçenlerde.<br />
EZGİ TANIR<br />
n Leyla ile Mecnun, Bana<br />
Masal Anlatma ve Kara Bela<br />
adlı yapımlarla televizyon ve<br />
sinema dünyasının en sevilen<br />
isimlerinden biri haline gelen Burak Aksak’ın<br />
yeni filmi “SEN KİMİNLE DANS EDİYORSUN”<br />
un son set günlerinde, setlerinin çoğunun<br />
geçtiği Maltepe’nin tatlı bir mahallesindeki<br />
basın toplantısına gittim geçenlerde. Burak<br />
Aksak, Binnur Kaya, Uraz Kaygılaroğlu ve<br />
Demet Özdemir’in, ha bir de basının arasında<br />
durup söyleşiyi izleyen, aralarda da esprileriyle<br />
herkesi güldüren Okan Çabalar’ın<br />
katılımıyla kahkahaların eksik olmadığı,<br />
basının da, ekibin de enerjisini sürekli yükselten<br />
bir toplantı gerçekleşti.<br />
Şahsen ben bir Leyla ile Mecnun fanı olarak<br />
zaten Burak Aksak alışveriş listesi yazsa<br />
okur, kedi videoları çekse oturur zevkle<br />
izlerim. Aksak sadece bizim değil, bu sette<br />
de oyuncuların kalbini kazanmayı başarmış<br />
görünüyordu. Öyle ki tüm oyuncular toplantı<br />
boyunca öve öve bitiremedi yönetmenlerini.<br />
Binnur Kaya “kendisini germeyelim diye çok<br />
fazla söylemedik ama Burak’la çalışmak çok<br />
güzeldi” cümlesiyle yanağına bir öpücüğü<br />
kondururken, Uraz Kaygılaroğlu da diğer<br />
oyunculara “Burak Aksak’la çalışmak için<br />
kaşeleri yarıya hatta üçte bire indirin” diye<br />
mesajlar verdi. Burak Aksak da bunların üzerine<br />
Sen Kiminle Dans Ediyorsun filmi setinin<br />
en mutlu olduğu setlerden biri olduğunu,<br />
muhteşem dans performansları izlediklerini<br />
hatta senaryoyu yazarken oyuncular için<br />
oyunculukları çok iyi ama acaba dans edebilirler<br />
mi diye endişelendiğini fakat her şeyin<br />
çok güzel ve yolunda gittiğini belirtti. Hatta<br />
Aksak; “Ben sette gördüklerimden şunu<br />
söyleyebilirim. Çok iyi bir film yaptık. Bunu<br />
daha kurguya girmeden söylüyorum ama çok<br />
iyi bir iş oldu hatta buradan yeni dansçılar<br />
bile çıkacak gibi görünüyor“ diyerek bizleri<br />
iyice sabırsızlandırdı. Demet Özdemir de<br />
filmle alakalı olarak duygularını “Tam bana<br />
uygun olan ve daha önceden de hayal ettiğim<br />
bir film. Benim için inanılmaz bir deneyim<br />
oldu. Burak Aksak filminde olmak, Uraz ve<br />
Binnur’la oynamak çok güzeldi. Diziden<br />
sonra hiç tatil yapmadan başladığım için<br />
en başında 5 hafta çok uzun gelirken şimdi<br />
çekimler bittiği için çok üzülüyorum, inşallah<br />
devamı gelir” şeklinde dile getirdi.<br />
Son olarak filmin konusuna da bakacak<br />
olursak; ailesinin vefatından sonra sorunlar<br />
yaşayan Aysel (Demet Özdemir)<br />
ve psikiyatrist olmaya çalışan Selim’in<br />
(Uraz Kaygılaroğlu) , dans hocası olan emekli<br />
beden öğretmeni Şengül (Binnur Kaya)<br />
ile yollarının kesişmesiyle birbirlerinin<br />
hayatlarını nasıl değiştirdiklerini göreceğimiz,<br />
sevginin iyileştirici gücünü hissedeceğimiz<br />
aşk, dans ve komedi filmi izleyeceğiz.<br />
2018 yılının ilk aylarında izleyicisiyle<br />
buluşacak Sen Kiminle Dans Ediyorsun’u,<br />
merak ve heyecanla bekliyoruz. Filmi izlerken<br />
duvarlara dikkat ederseniz belki siz de“o<br />
gemi bir gün gelecek” yazısını görebilirsiniz.<br />
Bu duvar yazısı yoksa kalbimizi çok kırarsın<br />
Burak Aksak haberin olsun. İyi seyirler..
DİBE DOĞRU YOLCULUK<br />
XAVIER GENS<br />
6 Ekim’de gösterime giren korku<br />
filmi The Crucifixion’ın (Korku<br />
Kayıtları) yönetmeni Xavier Gens’in<br />
filmografisini gözden geçirdik<br />
MURAT KIZILCA<br />
n “Tanacu Şeytan<br />
Çıkarma Ayini”<br />
olarak bilinen olaylarda,<br />
Romanya’daki<br />
Rumen Ortodoks<br />
Kilisesi Manastırı’nda<br />
zihinsel hastalığı<br />
olan Irina Cornici,<br />
diğer dört rahibenin<br />
yardımıyla, rahip Daniel Petre Corogeanu<br />
tarafından şeytan çıkarma ayini sırasında<br />
öldürülmüştü. Dava, Rumen medyasında<br />
yaygın bir şekilde yer bulmuş ve uzun<br />
süren davanın ardından bir şizofreni<br />
hastasını öldürdüğü gerekçesiyle beşi de<br />
cinayetten ötürü suçlu bulunmuştu.<br />
Xavier Gens’in yönetmenliğini üstlendiği<br />
The Crucifixion (Korku Kayıtları), 6<br />
Ekim’de gösterime giriyor. Çekimleri<br />
Romanya’da gerçekleşen filmin senaryosu,<br />
Hayes kardeşler tarafından, 2005<br />
yılında yine Romanya’da gerçekleşen ve<br />
“Tanacu Şeytan Çıkarma Ayini” olarak<br />
bilinen gerçek bir olaydan esinlenerek<br />
kaleme alınmış. House of Wax (2005), The<br />
Reaping (2007) ve Whiteout (2009) gibi<br />
sıradan korku filmi senaryolarının altında<br />
imzaları bulunan Chad ve Carey Hayes<br />
kardeşlerin şansı, 2013 tarihli The Conjur-
ing ile bir anda tersine dönmüş, hemen<br />
akabinde The Conjuring 2’nun (2016) senaryo<br />
ekibinde de yer almışlardı. Hayes<br />
kardeşlerin The Conjuring’in çekimleri<br />
esnasında tesadüfen rastladıkları dava<br />
hemen dikkatlerini çekti çünkü buradan<br />
özünde bilim ile din arasındaki çatışmayı<br />
barındıran bir hikâye çıkarmak mümkündü.<br />
Hazırladıkları senaryo nihayet bu<br />
sene içerisinde hayata geçirildi ve ortaya<br />
Gens’in uzunca sayılabilecek bir aradan<br />
sonra yönettiği The Crucifixion çıktı.<br />
1975 Dunkirk doğumlu Xavier Gens,<br />
ilk uzun metrajlı filmi Frontier(s)’ı 2007<br />
yılında yönetti ve korku dünyasına hızlı<br />
bir giriş yapmayı başardı. Dünya prömiyerini<br />
Toronto Film Festivali’nin Midnight<br />
Madness bölümünde gerçekleştiren film,<br />
aşırı sağa mensup bir liderin başkanlık<br />
seçimlerini kazanmasıyla beraber<br />
Paris’te alevlenen isyanın tam ortasında<br />
başlar ve bir bankayı soyduktan sonra<br />
polisle acımasızca çatışıp kaçan bir<br />
grup Arap kökenli gencin peşine takılır.<br />
Hollanda’ya doğru kaçan grup, garip bir<br />
aile tarafından işletilen, sınıra yakın, köhne<br />
bir otelde konaklamaya karar verir ve<br />
aslında bir cehennemden kaçarken çok<br />
daha korkunç, akla hayale gelmeyecek<br />
bambaşka bir cehennemin kapısından<br />
içeri girer. Sonrasında başta The Texas<br />
Chainsaw Massacre (1974) olmak üzere<br />
birçok korku klasiğine göz kırpan ve<br />
umulmadık bir yöne doğru evrilen film,<br />
dehşet dolu birçok işkence ve ölüm sahnesi<br />
eşliğinde müthiş bir hayatta kalma<br />
mücadelesine dönüşür.<br />
Frontier(s), bir ilk film için her yönüyle<br />
fazlasıyla cesur sayılabilir ama aslında<br />
Gens’in daha ilk filminde böylesine<br />
aşırı şiddet ve kan içeren sahnelere yer<br />
vermesine çok da şaşırmamak gerekir.<br />
2000’li yıllarla beraber yükselişe geçen<br />
Fransız korku sineması, o dönemde<br />
Yeni Fransız Dehşet Sineması ya da Yeni<br />
Fransız Aşırılığı (New French Extremity)<br />
olarak isimlendirilen akımın etkisindedir.
Frontier(s) da bu akımın High Tension<br />
(2003), Them (2006), Inside (2007) ve Martyrs<br />
(2008) ile beraber öne çıkan örnekleri<br />
arasında yer almakta gecikmez.<br />
İlk filmiyle korku sinemasının gelecek<br />
vadeden yönetmenleri arasına<br />
tartışmasız bir şekilde giren Xavier Gens,<br />
(aynı hemşehrisi Alexandre Aja gibi)<br />
hiç vakit kaybetmeden Hollywood ile<br />
yakın temasa geçerek, bilgisayar oyunu<br />
uyarlaması Hitman (2007) isimli aksiyon<br />
filmini yönetmeye soyunur. The Organization<br />
olarak bilinen uluslararası bir<br />
suç örgütü, emrinde çalışan suikastçıları<br />
daha küçük yaşlardan itibaren kaçırıp<br />
yetiştirmektedir. Her birinin kafalarının<br />
arkasına yapılmış barkod dövmesiyle belirlenen<br />
bir numarası vardır ve bir kısmı<br />
İstanbul’da geçen Hitman, 47 numaralı<br />
suikastçının başından geçenleri anlatır.<br />
Bir hayli talihsiz bir proje olan Hitman,<br />
Gens’e de sıkıntılı anlar yaşatır. Daha<br />
ilk filmiyle elini korkak alıştırmamayı<br />
öğrenen Gens, cinayet ve dövüş sahnelerinde<br />
aşırı şiddet ve kan kullanır.<br />
Filmin son halini beğenmeyen yapım<br />
şirketi Fox, Gens’i kovar, bazı sahneleri<br />
yeniden çekmek için başka birini kiralar<br />
ve Gens’in çektiği bazı sahneleri çıkartıp<br />
yenilerini ekleyerek (yani filmi biraz daha<br />
yumuşatarak) yeniden kurgular. Planlanandan<br />
birkaç ay geç gösterime giren<br />
film, eleştirmenler tarafından yerin dibine<br />
geçirilse de gişede başarılı olur ve bütçesini<br />
dörde katlamayı başarır. Ekstra<br />
bir not: Slavoj Zizek’in 2012 yılında Sight<br />
& Sound sinema dergisine beyan ettiği<br />
kişisel en iyi 10 film listesinde Hitman<br />
de vardır ama Zizek, listesinin tamamen<br />
“suçlu zevk” (guilty pleasure) kategorisine<br />
giren filmlerden oluştuğunu eklemeyi<br />
ihmal etmez.<br />
Xavier Gens’in bir sonraki filmi post<br />
apokaliptik bilim kurgu ile korku türlerini<br />
harmanlayan The Divide (2011) olur. New<br />
York şehrini neredeyse dümdüz eden bir<br />
nükleer saldırı sonrasında geçen film,<br />
bir apartmanın sığınağına saklanmayı<br />
başaran bir grup insanın hayatta kalma<br />
mücadelesini anlatır. Farklı kişilik özellikleri<br />
ile öne çıkan dokuz kişi, dış<br />
dünyadan haber almadan ve neyi beklediklerini<br />
bilmeden, gözleri sığınağın<br />
kapısında, sonsuza kadar sürebilecek<br />
bir bekleyişin ağında çırpınmaya başlar.<br />
Yemek ve su stokları azalıp umutlar yok<br />
olmaya yüz tutunca, kapana kısılmış<br />
felaketzedeler akıl sağlıklarını yavaş<br />
yavaş kaybederler.<br />
Bir apartmanın sığınağında mecburen<br />
bir araya gelen dokuz kişi üzerinden<br />
yeni bir cehennem tasvirine girişen<br />
Gens, bir kez daha eleştirmenlerin<br />
hışmına uğrar. Daha önce defalarca<br />
işlenmiş, artık klişeleşmiş bir konuya<br />
hiçbir yenilik getirmemesi eleştirilir. Ancak<br />
Michael Biehn ve Rosanna Arquette<br />
başta olmak üzere oyuncu kadrosunun<br />
gösterdiği ekstra performans ve<br />
(elbette ki) aşırıya kaçan şiddet sahnelerindeki<br />
makyajlar takdire şayandır.<br />
Bu arada filmin kötücül yapısını, her<br />
gelişmede umudun boğazına tekrar basarak<br />
daha da dibe sürükleyen ve çığlık<br />
çığlığa gelecek yok diye bağıran punk<br />
tavrını sevdiğimi itiraf etmeliyim.<br />
Son olarak korku antolojisi The<br />
ABCs of Death’deki (2012) “X Is for<br />
XXL” isimli bölümü yöneten Gens’in<br />
neredeyse beş senedir sesi soluğu<br />
çıkmıyordu. Bu kadar uzun bir aradan<br />
sonra bir Hayes kardeşler senaryosuyla<br />
geri dönmesi açıkçası kafalarda<br />
soru işaretleri yaratmıyor değil. Hayes<br />
kardeşlerin ne tip senaryolar yazdıkları<br />
belli ve bu projenin Xavier Gens için<br />
doğru bir kariyer adımı olup olmadığı<br />
da bir hayli şüpheli. Bana kalırsa<br />
bu adım artık olsa olsa kendisinden<br />
umudu kesebileceğimizin göstergesi<br />
olabilir. Zaten fragmandan gördüğümüz<br />
kadarıyla (muhtemelen) inancı kutsayan,<br />
sıradan bir şeytan çıkarma filmi<br />
izleyecekmişiz gibi duruyor.
Kurtlar vadisi’nin kahramanı Polat<br />
Alemdar’ı canlandıran Necati Şaşmaz<br />
17 Temmuz hain darbesini konu ettiği<br />
Kurtlar Vadisi Vatan filmini<br />
çekmesinin sebeplerini anlattı. Şehit<br />
ailelerine asla unutulmayacaksınız<br />
mesajını vermek istediğini söyledi...<br />
NECATİ<br />
ŞAŞMAZ<br />
BİR SANATÇI POLİTİKAY
EZGİ TANIR<br />
n Kurtlar Vadisi Vatan<br />
televizyon tarihimizin en<br />
uzun dizisi olma yolunda<br />
ilerlerken sinema filmleriyle<br />
de kendinden söz ettiriyor. Özellikle<br />
dönemin siyasi ve toplumsal olaylarının<br />
perde arkasını işleyen seri 17 Temmuz’da<br />
yaşanan hain darbeyi konu edinen bir filmi<br />
kotarınca herkesin dikkatini çekti. Bir çok<br />
tartışma yaratan filmin senaristi, yapımcısı<br />
ve başrol oyuncusu olan Nacati Şaşmaz’a<br />
Kurtlar Vadisi Vatan’ın çekim hikayesini<br />
sorduk...<br />
Senaryoyu yazarken nasıl bir araştırma<br />
gerçekleştirdiniz?<br />
Kurtlar Vadisi Pusu’yu yaparken zaten<br />
bu örgütün varlığını ve neler yapmaya<br />
çalıştığını anlatmaya çalışıyorduk. 17<br />
Aralık, 25 Aralık ve 7 Şubat sürecinde MİT<br />
tırlarının durdurulması hikayesini dizinin<br />
içerisinde işlemiştik. Bunu işlediğimizde<br />
çok beğenildiğine dair inanılmaz tepkiler<br />
aldık ve neden film yapmayalım diye<br />
düşündük. İsmin o zaman Kurtlar Vadisi<br />
İhanet olmasında karar kıldık ama sonra ”<br />
ihanet “ yeterli kuvvet ve çekiciliğe sahip<br />
değil diye düşündük ve darbe olsun istedik.<br />
Hemen darbenin domainlerine baktık,<br />
isim alındığı için 1 senenin dolmasını<br />
bekledik ve dolduktan sonra ismimizi ve<br />
patentimizi aldık. Tüm bunlardan 3 ay sonra<br />
bir darbe gerçekleşti. Aslında bizim anlatmak<br />
istediğimiz 7 Şubat MİT kriziyle ilgili<br />
bir darbeydi. Darbe ismini seçtiğimizde<br />
de insanlar şaşırmış,” bir daha darbe<br />
görmeyiz herhalde” demişlerdi. Hatta<br />
geniş kapsamlı düşünüp “ o zamanlar 1<br />
I İYİ OKUMALI
tane kanal vardı oradan bir anons yapılırdı şimdi yüzlerce<br />
kanal var hepsini mi kapatacaklar” diye askeri<br />
darbenin olabilme ihtimalini öngöremeyen yorumlar<br />
bile almıştık. Maalesef gerçekleşti ve ben olaydan<br />
hemen sonra filmi yapacağımı açıkladım. Patent<br />
başkanımız da bizi” siz bunu nerden, nasıl biliyorsunuz,<br />
bu örgütle bir bağlantınız mı var” diye savcılığa<br />
şikayet etti. Bunun karşısında durup, insanları uyarmaya<br />
çalıştığımız bir durum söz konusuyken böyle bir<br />
şeyle suçlanmak beni çok üzdü. Adli merciler ve devletin<br />
diğer kurumları bütün araştırmalar neticesinde<br />
bizim suçsuz olduğumuzu kanıtladılar. Kanuni<br />
işlem yapılmasına bile gerek görmeyerek takipsizlik<br />
kararını bize sundular. Bunun Türkiye, Balkanlar ve<br />
Ortadoğu’da marka haline gelmiş olan Polat Alemdar’a<br />
yapılması yanlıştı ve zaten bunun kamufle ve dosya<br />
şişirme amaçlı yapıldığını düşünüyorum.<br />
Kurtlar Vadisi Terör’ü saymazsak filmlerinizin hikayeleri<br />
fiziki olarak hep sınır dışında geçti. Bu olayın<br />
yurdumuzda büyük dramlar yaşadığımız ve şehitler<br />
verdiğimiz bir olay olduğunu düşününce senaryoyu<br />
yazarken veya oynarken hırslandınız mı? Tam olarak<br />
ne hissettiniz?<br />
Hırslanmaktan ziyade çok üzüldüm. Allah rahmet<br />
eylesin çok sevdiğimiz, saydığımız, büyüğümüz<br />
Mehmet Akif Ersoy’un “Allah tekrarını nasip etmesin”<br />
dediği bir şiiri var; İstiklal Marşı. Bu onun, devlete,<br />
millete ve vatana armağanıdır. Ben de bunu, yüreği<br />
vatan sevdasıyla dolu insanlara adamak için yaptım.<br />
Bu olay bir demokrasi mücadelesiydi. O insanlar<br />
boşuna şehit olmadılar, boşuna yaralanmadılar ve<br />
bunun unutulmaması, hatıralarda olması gerektiğini<br />
düşünüyorum.<br />
Hem senaryo, hem yapımcılık ve oyunculuk, hepsi bir<br />
arada zor olmuyor mu? Bu noktada gelecekteki projelerde<br />
de aynı yapıyı sürdürecek misiniz?<br />
Aslında maymun iştahlılıktan değil de hepsi biraz<br />
mecburiyetten oldu. Ekip arkadaşlarımız başka<br />
bir şirket kurarak yürümek istediler. Senaryoyu da<br />
mecburen benim yazmam gerekti. Çok şükür ki binlerce<br />
senaryo okumuş ve onları doğru analiz etme<br />
imkanı bulmuştum. Elimden geldiğince en iyisini<br />
yapmaya çalıştım. Araştırmanız, satır aralarını iyi<br />
okumanız, dünyada, ülkemizde neler dönüyor onlara<br />
bakmanız ve bunu diziye bir kurgu içerisinde<br />
aktarmanız gerekiyor. Bir taraftan da oynuyorsunuz,<br />
aynı zamanda yapımcılık yapıyorsunuz, yeni de bir<br />
aile kurmuşsunuz, çocuklarınız var. Çok zordu, ama<br />
şuanda o zorlukların zor kısmını atlatıp artık rutine
girdiği hale gelmeye başladım. İşte bu kısımda aileyi<br />
unutmamak gerekiyor. İşkolik olmanın biraz<br />
dışında ama ailekolik de olamamış arada bir Necati<br />
Şaşmaz var şu anda ama yakın bir zamanda uyum<br />
sağlayacağım<br />
2003’ten beri aynı rol ve hikaye bir oyuncu için, hatta<br />
bir insan için büyük bir içselleştirme gerektiriyor. Bu<br />
içselleştirme özel hayatınıza yansıyor mu? Bundan<br />
nasıl korunuyorsunuz?<br />
Kurtlar Vadisi müdavimleri gibi ben de devletini,<br />
milletini, bayrağını bu kadar seven Polat Alemdar’ın<br />
hayranıyım ve bu sayede korunuyorum diyebilirim.<br />
Keşke böyle yaşayan bir derin devlet elamanımız<br />
olsa derdi Ömer Lütfi Mete.<br />
Sinemamızın bütün oyuncularının hayalidir yabancı<br />
oyuncularla oynamak veya ortak yapımlarda yer<br />
almak. Sizse birçok Hollywood ünlüsüyle set<br />
paylaştınız. Bu durumun size getirdiği bir artı var<br />
mı? Bu düşünüldüğü kadar önemli bir durum mu?<br />
Bir senaryoyu ağdalı cümlelerden uzak tutmak gerekiyor.<br />
Senaryo 7’den 70’e herkesin anlayacağı<br />
şekilde yazılınca bir sinema filmi olabiliyor.<br />
İngilizce de basit bir anlatımı olan ilginç bir dil.<br />
Artı olan tarafı bu dilde bir şeyler anlatıyor olmak.<br />
Onun dışında dünyanın bütün ünlü veya<br />
ünlü olmak isteyen oyuncuları Amerika’da bulunuyor.<br />
Bir şey yapılacaksa, ana kahramanları<br />
yakın beldelerden seçiyor. Bir Türk olarak orada<br />
bir alan oluşturabilmeniz mümkün değil. Ancak<br />
Balkanlar, Türk Cumhuriyetleri, Arap ülkeleri gibi<br />
ülkelerde de markalaşmışsanız sizinle bir projede<br />
buluşabiliyorlar. Biz de bizden de biri olsun<br />
düşüncesini göz ardı ediyoruz. Kimse demiyor<br />
ki bir Türk oyuncu olsun oyunculuğuyla bana<br />
gişede bir şey katsın. Oyuncuların Bollywood’dan,<br />
Çin’den, İran’dan tercih edildiği oluyor ama malesef<br />
Türkiye’den yok. Biz de bunun farkına varıp,<br />
biz sizi oynatalım dedik ve İyi ki de dedik. Öyle<br />
projelerde 3.sınıf 5. Sınıf figüran olmak yerine kendi<br />
projelerimizde A Plus oyuncularla oynama imkanı<br />
bulduk. Bu hem şirketimiz, hem Türkiye adına gurur<br />
verici bir süreçtir.<br />
Bu 14 yıllık süreçte hep gerçek olayları, Türkiye’nin<br />
siyasi ve toplumsal olaylarını yorumladınız. Üstelik<br />
birçoğunun arka planı merak edilirken bunu yaptınız.<br />
Böyle bir başarıyı elde etmenin formülü nedir?<br />
İyi çalışmak. Sistem nerde değişiyor, nasıl denklemler<br />
kuruluyor, etrafımızda neler oluyor bunlarla ilgili<br />
çok iyi çalışmak gerekiyor. Bunları yapmazsanız
hiçbir şey yapamazsınız. Bizim öngörülerimiz<br />
olduğunda tutarsa “aa Kurtlar Vadisi bildi”<br />
diyorlar ama tutmazsa da sağolsunlar kimse<br />
bir şey söylemiyor. Bizi markalaştıran şey de<br />
tahminlerimizin çoğunun tutması oldu.<br />
Bir oyuncu olabilirsiniz ama demin de<br />
dediğimiz gibi işlediğiniz konular yüzünden<br />
siyasetin de çok içindesiniz. Gerçekten<br />
siyaset sizin merak alanınızda mı? Gelecekte<br />
siyasete atılmak gibi bir tercihiniz olabilir mi?<br />
Pek istediğim bir alan değil siyasetçi olmak.<br />
Çok zor bir kere o iş. O da kendi alanında<br />
bir senaryo, oyunculuk, yapımcılık gerektiren<br />
kişisel bir işlev aslında. Bu milletin<br />
derdiyle dertlenen, aynı bayrağın altında<br />
olma hevesinde olan her partide hem Polat<br />
Alemdar’ın hem de Necati Şaşmaz’ın<br />
sevenleri olduğuna inanıyorum. Bir partiye<br />
girdiğinizde bireysellikten ziyade o partinin<br />
sözcüsü oluyorsunuz ve bu biraz ayrıştırıcı<br />
oluyor. Ben o ayrışmadansa sanatçının<br />
birleştirici olması gerektiğini düşünüyorum.<br />
Onun için bir sanatçı politikayı iyi okumalı<br />
ama siyasete girmemeli.<br />
Kurtlar Vadisi’nin kahramanı Polat Alemdar,<br />
peki bu filmin kahramanı kim?<br />
Ben “bu filmde kahraman millet” dedim”<br />
aa Polat Alemdar oynamıyor mu” dediler.<br />
Polat Alemdar baştan sona var ama milletin<br />
kahramanlığı ön planda.<br />
Normalde bir oyuncu her türlü rolü ve karakteri<br />
oynar. Ama sizin çok net bir çizginiz<br />
var. Daha sonraki filmlerde ve dizilerde farklı<br />
bir karakteri canlandırmak hakkında ne<br />
düşünüyorsunuz? Bu sizin için bir risk olabilir<br />
mi, en azından izleyicinin sizden beklentilerinin<br />
oluşturduğu baskı anlamında.<br />
İnsanların beklentisi anlamında risk olabilir.<br />
O riskleri ben kendim için de olsa başkaları<br />
için de olsa almak, insanların karşısına<br />
öyle çıkmak isterim. Birkaç projem var ama<br />
hayata geçirmek için Polat Alemdarla ilgili<br />
bir nokta koymam veya ara vermem gerekiyor.<br />
Tam bunu düşünürken olaylar cereyan<br />
edince yapamadık yoksa gerçekleştirmeyi<br />
düşündüğüm iki projem vardı. Biri bir kadının<br />
hikayesi olan bir sinema filmi projesiydi<br />
ve onu çekmek istiyordum. Bir de mistik<br />
anlatımlı bir hikaye vardı orada oynamak<br />
istiyordum. Nasip olmadı, ama bir fırsat bulursam<br />
neden olmasın.<br />
Kurtlar Vadisi Vatan filmi sinemalarda gösterilecek,<br />
o gece kaybettiğimiz birçok şehidimiz<br />
var onların yakınlarına bir mesajınız var mı?<br />
Şehit ailesi olmak tabii ki çok zor, en zoru<br />
da unutulmak. Ben de inşallah unutulmazlar<br />
diyerek bu filmi yaptım ve buna birazcık bile<br />
vesile olursam çok mutlu olurum. Son olarak<br />
da, Allah tekrarını yaşatmasın diyorum.
FİLMEKİMİ’NDEN<br />
NOTLAR<br />
ONUR KIRŞAVOĞLU<br />
n Filmekimi, sinemaseverlerin<br />
her sene<br />
heyecanla beklediği,<br />
biletlerini dakikalar<br />
içerisinde bitirdiği ve<br />
genelde Cannes Film<br />
Festivali programının<br />
adapte edildiği bir<br />
festival. Aslında sadece filmler gösteriliyor<br />
ve ek etkinlik yok ama sinema büyüsü<br />
yaşanılan bir haftaya festival demekte<br />
de bir sakınca görmüyorum. Bu yazı<br />
yayına hazırlandığı sırada Filmekimi17’nin<br />
daha yarısındayız ve ileriki gösterim için<br />
“şimdilik” izlenen önemli filmleri derleyelim<br />
istedik.<br />
The Killing of a Sacred Deer<br />
Son yılların en gözde yönetmenlerinden<br />
Yorgos Lanthimos yakın zamanda<br />
The Lobster’la tüm dünyada övgülerle<br />
karşılanmıştı. Özellikle senaryosuyla<br />
ön plana çıkan film haliyle beklentiyi<br />
de yükseltti. Bu beklentiler ışığında<br />
perdenin karşısına geçtik ve filmi izlemeye<br />
koyulduk. Lanthimos, yine modern<br />
toplumun ve insanın çıkmazlarını<br />
her zamanki üslubuyla önümüze serdi<br />
ama bir farkla: Bu kez, atmosferini ve<br />
diyaloglarını Hanekevari bir şekilde,<br />
şiddet dozunu azaltarak ama rahatsız<br />
ediciliği bol kullanarak aktarmayı tercih<br />
Filmekimi, sinemaseverlerin<br />
her sene heyecanla beklediği,<br />
biletlerini dakikalar içerisinde<br />
bitirdiği bir festival. Vizyonlar<br />
için izlenen önemli filmleri<br />
derleyelim istedik.<br />
etti. Lanthimos’un önceki filmlerine bakarak<br />
görece daha zayıf görünen film,<br />
bağımsız düşünüldüğünde ise etkilemeyi<br />
başaran ve derdini tam olarak anlatabilen<br />
başarılı bir yapım. Çocuk istismarından<br />
aile olmaya, kefaretten fedakarlığa birçok<br />
konuda sert bir anlatımı tercih eden<br />
Lanthimos, atmosfere uygun açıları ve<br />
kadrajlarıyla da fark yaratıyor. Colin<br />
Farrell’la Lanthimos’un yakaladığı kimya<br />
uyumu da artarak devam ediyor. Sonuç<br />
olarak The Killing of a Sacred Deer, filmografi<br />
içerisinde biraz zayıf görünse de<br />
rahatsız edici güzellikte, sert bir Lanthimos<br />
filmi.<br />
The Square<br />
Ruben Östlund’un Cannes’dan Altın<br />
Palmiye’yle dönen filmi The Square,<br />
geçtiğimiz yılın en sevilen filmlerinden<br />
Toni Erdmann’ın tarzını andırıyor ve onun<br />
yapamadığı her şeyi yapmayı başarıyor.<br />
Bir sanat müzesi üzerinden sanata<br />
bakışı, modern toplumu ve insanların tüm<br />
sahtekarlığını hem de ağız dolusu güldürerek<br />
anlatan Östlund, önyargıların ne<br />
denli kötücül bir şey olduğunu da gözler<br />
önüne seriyor. Günümüzde hepimizin ya<br />
bizzat yaşadığı ya da etrafında tecrübe<br />
ettiği her türlü riyakarlık da filmin önemli<br />
noktalarından biri. Östlund, insanı anlatan<br />
yeni ve en önemli sinemacılardan
iri olduğunu bu filmde de tıpkı Turist’te<br />
olduğu gibi kanıtlamış oldu. Bir sonraki<br />
filmi için daha şimdiden oldukça<br />
heyecanlanmamızı da sağlamış durumda.<br />
Bir de tabii Claes Bang’i tanımamıza<br />
vesile oldu. Muhteşem bir performans<br />
sergileyen Bang’i yakın zamanda iddialı<br />
projelerde ve hatta Hollywood projelerinde<br />
görürsek şaşırmamalıyız.<br />
Good Time<br />
Safdie Kardeşler’in son filmi Cannes Film<br />
Festivali’nde uzun süre ayakta alkışlanmış<br />
ve heyecan yaratmıştı. Bu sebeple oluşan<br />
büyük beklenti ise boşa çıkmadı ve harika<br />
bir film Filmekimi izleyicisiyle buluştu.<br />
Zihinsel engelli bir genç ve abisinin<br />
bulaştığı soygun üzerine ilerleyen hikaye<br />
kısa zamanda geçiyor ama çok şey vaat<br />
ediyor. Atmosferin harika kurulduğu,<br />
hikayenin akıllıca kullanıldığı film, her<br />
anına uygun olan müzikleriyle de oldukça<br />
başarılı. Robert Pattinson’ın şimdiye<br />
kadarki en iyi performansını kaydettiği<br />
Good Time, suç filmlerine getirdiği solukla<br />
da uzun süre konuşulacak gibi<br />
duruyor. Her anı zekice kotarılmış ve<br />
üzerinde ciddi anlamda çalışılmış olduğu<br />
her halinden belli olan filmin geçişleri ve<br />
önemli manevraları da son derece yerinde<br />
kullanılmış. Safdie Kardeşler bu formlarını<br />
devam ettirirlerse kardeş yönetmenler<br />
listelerinde iyi bir yer edineceklerdir.<br />
The Shape of Water<br />
Sinemanın en yetenekli ve vizyonu en<br />
geniş yönetmenlerinden Guillermo Del<br />
Toro özellikle biçimsel anlamda çok<br />
başarılı işlere imza atıyor. Pan’ın Labirenti<br />
gibi bir başyapıta da imza atan Del Toro<br />
bu filmde yine en iyi bildiği işi yapıyor ve<br />
fantastik bir masala imza atıyor. Temizlikçi<br />
bir kadınla bir yaratık arasında geçen aşkı<br />
sinema referansları ve görsel şölenle süsleyen<br />
yönetmen, sinemadan çıktığınızda<br />
yüzünüzde bir tebessüm oluşmasını<br />
sağlıyor. Bazı açılardan fazla klişe ve Oscar<br />
kokusu yoğun hissedilebilir ancak ustaca<br />
kotarılmış sahneler ve vizyon göster-
gesi yine iyi bir film sonucunu ortaya<br />
çıkarıyor. Sally HAwkins’in başı çektiği<br />
oyuncu kadrosu da gerekeni yapınca The<br />
Shape of Water sınıfı fazlasıyla başarılı bir<br />
şekilde geçmeyi başarıyor.<br />
Loveless<br />
Modern sinemanın ustalarından Andry<br />
Zvyagintsev gerçekçi bir sinema ve herkesin<br />
kendinden bir şeyler bulabileceği<br />
hikayeler anlatmasıyla biliniyor. Özellikle<br />
Dönüş filmiyle tüm dünyada rüştünü ispatlayan<br />
ve takibe alınan yönetmen, daha<br />
sonra çektiği filmlerle de hep övgüler<br />
kazandı. Bu kez anlattığı hikaye boşanma<br />
evresindeki bir çift, bu duruma çok üzülen<br />
bir çocuk ve modern toplum eleştirisinden<br />
oluşuyor. Nefret dolu, sadece kendini<br />
düşünen insanları ve sevgisiz büyüyen<br />
çocukları anlatan yönetmen bunu adeta<br />
bir ağıt haline dönüştürüyor.<br />
Çok açık olmasına rağmen ajitasyona hiç<br />
girmeyen ama en gerçek haliyle aktardığı<br />
için içimizi parçalayan Loveless filmi,<br />
lafın hiç dolandırılmadığı, en net halin<br />
aktarıldığı çarpıcı bir film olarak aklımıza<br />
kazındı. Ailelerin kendilerini düşünmekten<br />
başka bir şey yapmadığı ve çocukların<br />
hayatını mahvettiği gerçeği izleyen herkesi<br />
sorgulamaya itecektir.<br />
Happy End<br />
Malumunuz Haneke gelmiş geçmiş en iyi<br />
yönetmenlerden biri. Burjuva kesimine<br />
yaptığı eleştiriler, şiddetin mekanizmaları<br />
ve çocuklar üzerindeki etkileri de her filminde<br />
bir şekilde yer aldı. Tabii insanların<br />
gizli ve bastırılmış duyguları, cinsel<br />
arzuları ve içlerindeki kötücül yan da<br />
HAneke sinemasının olmazsa olamazları.<br />
Şimdi ise Haneke biraz tempo düşürerek,<br />
yine aynı dertleri ama daha naif bir şekilde<br />
anlatmayı tercih ediyor ve odağına bir<br />
burjuva ailesini alıyor. Haneke’den ziyade<br />
Haneke’ye özenen genç ama yetenekli<br />
bir sinemacının filmi etkisi yaratan<br />
Haneke, harika finaliyle yine de etkilemeyi<br />
başarıyor. Derdini modern topluma da<br />
uzatan Haneke, özellikle sosyal medya
ve buradan ilerleyen gösteri toplumuna<br />
da değinmeyi ihmal etmiyor. Muhteşem<br />
oyuncular Isabelle Huppert, Jean-Louis<br />
Trintignant, Mathieu Kassovitz’in harika<br />
performanslar sergilemesi de en az bu<br />
anlamda bir konsantrasyon yaratıyor ve<br />
sinema tadını daha çok duyumsamamızı<br />
sağlıyor. Happy End, eksiklerine rağmen<br />
deneyimlenmesi gereken bir HAneke filmi.<br />
Mother!<br />
İzleyicileri ikiye bölen, katıldığı festivallerde<br />
de yuhalama ve alkışları birbirine<br />
karıştıran film, hem genel gösterime<br />
girdi hem de Filmekimi’nin açılışını yaptı.<br />
Aronofsky’nin önceki filmleriyle akrabalık<br />
bağları bulunan Mother!, biçimsel anlamda<br />
yine etkileyici sahneleri barındırıyor.<br />
Yaratım sürecinde sorun yaşayan bir<br />
şair ve beraber yaşadığı kadın üzerinden<br />
ilerleyen hikaye, bir yabancının evlerine<br />
gelmesiyle içinden çıkılmaz bir hal<br />
alır. Bu hikaye gerilim sosuyla başlar<br />
ve akıl almaz bir yere gider. Kaosun,<br />
dinin ve hayata dair döngünün karşımıza<br />
bambaşka şekilde çıktığı filmden nefret<br />
etmek de çok sevmek de aynı derecede<br />
uzak. Basit gerilim filmlerinde olan<br />
geçişler ve sahnelerin kullanımının itici<br />
bir güç olduğu filmde Jennifer Lawrance<br />
sağlam bir performansa imza atarken,<br />
Javier Bardem ise kötü bir performans<br />
sergiliyor.<br />
Aronofsky’nin bir sonraki adımda ne<br />
yapacağını bu filmden kestirmek güç.<br />
İnanç konusund daha önce bilinen<br />
görüşleri de değişti mi bilinmez ama<br />
kafasının karışık olduğu aşikar.<br />
Filmekimi devam ediyor ve daha izleyecek<br />
çok önemli filmler var. Thelma, 3 Billboard<br />
Outside Ebbingi Missouri, Call me by Your<br />
Name, Foxtrot ve 120 BPM en heyecanlı<br />
olduğum ve beklentilerin yüksek olduğu<br />
filmler. Önümüzdeki sayıda da onlara<br />
kısa kısa değinir ve normal gösterimde<br />
izleyecek okurlarımız için bir rehber<br />
oluşturmaya çalışırız. Şimdiden iyi seyirler.
HÜZÜN İLE<br />
TEK VÜCUT<br />
ÇETİN<br />
TEKİNDOR<br />
n Esasen Çetin Tekindor<br />
için, hüznü adeta<br />
damarlarında yaşayan,<br />
karizmatik duruşuyla<br />
büyüleyen ve insanın içini<br />
titreten sesiyle, günümüzün<br />
en çok aranan<br />
oyuncularından biridir diyebiliriz. Her ne kadar<br />
kendisini sıklıkla televizyon ekranlarında<br />
görsek de, ne yazık ki beyazperdede belirli<br />
aralıklarla karşılaşıyoruz. Biz de bu vesileyle,<br />
usta oyuncunun yer aldığı ve kariyerinden<br />
en iyi kesitleri bizlere armağan ettiği filmleri<br />
sizler için listeledik. Gelin, Çetin Tekindor ile<br />
bu ay sinema salonlarında buluşmadan evvel,<br />
onun yaptığı harikulade filmleri bir çırpıda<br />
hatırlayalım.<br />
Kaçamak (Başar Sabuncu-1987)<br />
Çetin Tekindor ismini daha geniş kitlelere<br />
duyuran ve deyim yerindeyse markalaştıran<br />
film olan Kaçamak, ilginç konusu ve seyre<br />
değer yapısı ile dikkatleri üzerine çeken bir<br />
film. Bir adam ve bir kadın, ölüm haberini<br />
aldıkları eşlerini teşhis etmek için çağırılırlar.<br />
Ancak ne var ki, ölen iki şahıs sevgilidir ve<br />
eşlerini aldatmaktadır. Bu dakikadan itibaren<br />
POLAT ÖZİŞ
Özellikle 2000’li<br />
yıllardan itibaren<br />
yer aldığı projelerle<br />
adından sıklıklı söz<br />
ettiren Çetin Tekindor,<br />
bu ay iki sinema filmi<br />
ile birlikte beyazperdeye<br />
dönüş hazırlığı<br />
yapıyor. Nihat Turak’ın<br />
yönetmenliğini yaptığı<br />
Babam ve Oscar adayı<br />
filmimiz Ayla, onun 6<br />
yıl sonra dönüşünü<br />
müjdeleyen projeler.<br />
hem eşlerini kaybetmiş olmanın getirdiği<br />
acı, hem de aldatılmış olmanın verdiği<br />
hüzünle hayata tutunmaya çalışan iki<br />
bireyin yakınlaşmasını merkezine alan<br />
Kaçamak, bir yandan da toplumsal<br />
tabuları kendi bildiği yoldan eleştirmeyi<br />
es geçmiyor.<br />
Yönetmenliğini sinemamızın<br />
ustalarından Başar Sabuncu’nun<br />
üstlendiği ve yer yer onun kara<br />
mizaha çalan üslubundan de kesitlere<br />
rastlayabileceğimiz Kaçamak, buna<br />
rağmen realist yapısından ödün vermemeyi<br />
de başarmaktadır. Özellikle<br />
aldatılmış olmanın verdiği buhranı,<br />
sonrasında atılacak hızlı adımlarla<br />
bağdaştıran film, izleyeni bir an olsun<br />
sıkmayan bir duruşuyla takdir toplamayı<br />
başarıyor. Çetin Tekindor’un başrolü,<br />
dönemin gözde oyuncusu Müjde Ar<br />
ile paylaştığı yapım için, 80’lern kıyıda<br />
köşede kalmış leziz işlerinden biri<br />
yakıştırmasını da rahatlıkla yapabiliriz.<br />
Karşılaşma (Ömer Kavur-2002)<br />
Sinema tarihimizin en önemli figürlerinden<br />
biri olan ve çektiği her filmle takdire<br />
şayan işlerin altına imzasını atan<br />
Ömer Kavur, son filmini ne yazık ki 2002<br />
yılındayken çekebilmiştir. Uğur Polat,<br />
Lale Mansur, İsmail Hacıoğlu ve Çetin<br />
Tekindor’un başrolleri paylaştığı film,<br />
ölümle yaşam arasında giden hikâyesi<br />
ve etkileyici kurgusuyla dikkat çeken bir<br />
iş. Filmin konusuna değinecek olursak;<br />
Sinan ile Mahmut, ölümcül hastalıkla<br />
boğuşan ve bu süre zarfında katıldıkları<br />
bir terapi seansında tanışan iki kişidir.<br />
Sinan yakın zamanda oğlunu kaybetmiş<br />
ve bu nedenle kendisine suçlayan bir mimarken,<br />
Mahmut ise ölümü bekleme konusunda<br />
korkuları olan mafya babasıdır.<br />
Bu noktada Mahmut’un yeni tanıştığı<br />
Sinan’dan tek bir isteği vardır; kendisini<br />
öldürüp, acısına son vermek! Tam da<br />
bu süre zarfı içerisinde Mahmut’un bir<br />
cinayete kurban gittiği haberinin gelmesi,<br />
Sinan’ı bambaşka bir maceraya doğru<br />
sürükleyecektir. Sinan artık, ölümle-
yaşam arasında gidip gelen, yaşama dair<br />
türlü çıkarımlara erişeceği sonu gözükmeyen<br />
bir tünelin içine girmiştir.<br />
Ömer Kavur’un minimalist anlatımının anbean<br />
hissedildiği Karşılaşma, aynı zamanda<br />
büyüsüne ortak eden kurgusuyla da dikkat<br />
çeken bir iş. Tabii bu noktada senaryonun<br />
altına imzasını atan Macit Koper’e ve üzerine<br />
düşeni fazlasıyla yerine getiren oyunculara<br />
da hak ettiği övgüyü vermek gerekir. Özellikle<br />
Çetin Tekindor’un kendisine biçilen süre<br />
zarfı içerisinde çizdiği “Sert adam” imajı ve<br />
karakterin ölüme yakın duruşunun, olanca<br />
gerçekçiliği ile resmedilmesi, filme karşı<br />
oluşan hayranlığı iki katına çıkaran hususlar<br />
olarak belirmektedir.<br />
Anlat İstanbul<br />
(Ümit Ünal, Selim Demirdelen, Kudret<br />
Sabancı, Yücel Yolcu, Ömür Atay-2005)<br />
Birbirinden farklı gözüken, ancak çorap<br />
söküğü misali birbirine bağlı olan beş farklı<br />
hikâyenin kesişmesini aktaran Anlat İstanbul,<br />
deyim yerindeyse tam bir İstanbul masalı<br />
olarak huzurlarımıza gelmektedir. Bu masalda<br />
kimler kimler yok ki? Klarnetçi, hayat kadını,<br />
mafya babaları, paşalar, kaçakçılar ve daha<br />
niceleri… Ya da bir başka değişle İstanbul’un<br />
ta kendisi, filmin hikâyesini oluşturmaktadır.<br />
Anlat İstanbul, merkezine aldığı bu koca<br />
şehirde karşımıza çıkması muhtemel<br />
insanları, birbirine bağlı olaylar çerçevesinde<br />
resmediyor ve izleyenlerine tadına doyulmaz<br />
bir seyirlik armağan ediyor. Esasen filmde<br />
tüm hikâyelerin çıkış noktasını oluşturan<br />
hadise, Çetin Tekindor’un hayat verdiği Kral<br />
lakaplı mafya babası İhsan’ın öldürülmesi<br />
ile meydana geliyor. Yer altı dünyasının<br />
nam salmış ve kolu her yere uzanan mafya<br />
babasının vurulması, birçok farklı hadiseyi de<br />
beraberinde getiriyor. Esasen bu noktada Çetin<br />
Tekindor’un tam bir görev adamı olduğunu<br />
dile getirebiliriz. Her ne kadar filmde kısa<br />
sürede yer alsa dahi, hikâyeye olan katkısı ve<br />
ayakları yere sağlam basan duruşu ile bir kez<br />
daha ona hayran gözlerle bakmak kaçınılmaz<br />
bir süreç halini alıyor. Beş farklı yönetmenin,<br />
beş farklı masalı dile getirdiği Anlat İstanbul,
irbirine bağlanan hikâyecikleriyle izlenmeyi<br />
fazlasıyla hak eden bir film. Altan<br />
Erkekli, Erkan Can, Nejat İşler, Güven<br />
Kıraç, Nurgül Yeşilçay, Fikret Kuşkan,<br />
İsmail Hacıoğlu ve Çetin Tekindor gibi<br />
birçok başarılı oyuncuyu bünyesinde<br />
barındıran filmin senaryosu ise, usta<br />
sinemacı Ümit Ünal’a ait.<br />
Babam ve Oğlum (Çağan Irmak-2005)<br />
Çağan Irmak sinemasını daha geniş<br />
kitlelere tanıtan Babam ve Oğlum, 2000’li<br />
yıllardan sonra üretilen en popüler<br />
filmlerimizden de biri. Bünyesinde<br />
barındırdığı darbe hesaplaşması ve<br />
bunu harmanladığı aile kavramı ile dikkat<br />
çeken Çağan Irmak, hüznü beraberinde<br />
getiren anlatım tarzıyla da dönemin<br />
en ses getiren filmlerinden birine imza<br />
atmıştır. Özellikle Çetin Tekindor’un<br />
şimdiden efsaneler arasına adını<br />
yazdıran “Benim Yüzümden” sahnesi ile<br />
hafızalara kazınan Babam ve Oğlum, her<br />
ne kadar yer yer ajite etse de, izleyenin<br />
bam teline dokunan özgün yapısıyla fark<br />
yaratmayı başaran bir iş. Keza bu noktada<br />
filmin senaryosu kadar güçlü bir<br />
yönü varsa, onun da Çetin Tekindor’un<br />
hafızlardan çıkmayan performansı<br />
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim<br />
usta oyuncu, hüznü adeta yaşayan<br />
duruşuyla filmi bu denli etkileyici kılan<br />
en önemli unsur olarak öne çıkmaktadır.<br />
Tabii bu noktada onu dramatik<br />
anlatımıyla destekleyen Çağan Irmak<br />
ve yaşından büyük bir oyunculuk sergileyen<br />
Ege Tanman’ın da hakkını teslim<br />
etmek gerekir. Kısacası, sevelim yahut<br />
eleştirelim, hiçbiri Babam ve Oğlum’un<br />
Çetin Tekindor’un omuzlarında yükselen<br />
üst düzey bir drama olduğu gerçeğini<br />
değiştirmeye yetmeyecek!<br />
İlk Aşk (2006-Nihat Turak)<br />
Yeşilçam melodramlarını sevenlerden<br />
misiniz? O zaman İlk Aşk tam size göre<br />
bir film! Küçük bir Ege kasabasında<br />
geçen olaylar silsilesini merkezine alan<br />
İlk Aşk, başından sonuna dek samimiyet<br />
vadeden oldukça sıcak bir film olarak
öne çıkmaktadır. Filmin konusuna değinecek<br />
olursak; Kore Savaşı’nda öldü sanılan<br />
evin büyük oğlu Asaf, 40 yıl aradan sonra,<br />
babasının cenazesi için kasabaya geri döner.<br />
Onun yokluğunda sevdiği kadın kardeşiyle<br />
evlenmiş hatta boşanmıştır bile. Asaf ise<br />
bir yandan yarım kalan aşkına sığınmaya<br />
çalışırken, bir yandan da kardeşi ile olan<br />
gerilimini minimize etmeye çalışmaktadır.<br />
Tabii filmin merkezine aldığı “İlk Aşk”<br />
kavramı yalnızca Asaf ile sınırlı değil. Aksine<br />
film, Arifoğulları ailesinin üç farklı kuşağına<br />
eşit mesafede yaklaşarak, dinamizmini<br />
yitirmemeyi başarıyor. İlk Aşk filmini seyre<br />
değer kılan en önemli husus ise, merkezine<br />
aldığı Ege kasabası kadar içten bir anlatıya<br />
sahip olması. Nitekim filmin eğlence ile<br />
dramı, tek bir potada başarıyla eritebilmesi<br />
de cabası! Nihat Turak’ın yönetmenliğini<br />
yaptığı ve Çetin Tekindor, Halit Ergenç,<br />
Dolunay Soysert, Vahide Gördüm, Tarık<br />
Pabuççuoğlu gibi isimlerin başrolü<br />
paylaştığı film, özellikle başarılı oyuncularla<br />
örülü castıyla dikkat çekiyor.<br />
Ulak (Çağan Irmak-2008)<br />
Çağan Irmak filmografisinin en sıra dışı işi<br />
olan Ulak, zaman ve mekan kavramlarından<br />
arınmış, masalsı bir hikayeyi huzurlarımıza<br />
getirmektedir. Babam ve Oğlum’dan sonra<br />
Çetin Tekindor ve Çağan Irmak’ı bir kez<br />
daha buluşturan Ulak, sinematografik olarak<br />
zaafları olsa dahi, izleyeni içine çeken atmosferiyle<br />
ilgi çeken bir iş.<br />
Köy köy gezerek, çocuklara Ulak İbrahim’in<br />
hikâyesini anlatan Zekeriya isimli bir ulağın<br />
yolu, günün birinde oldukça farklı bir kasabaya<br />
düşer. Burada okumaya kötü gözle<br />
bakılır, kavganın biri bin paradır. Keza<br />
buranın halkı da, bu yaşlı seyyahın çocuklara<br />
masal anlatmasını istemez. Ancak Zekeriya<br />
kararlıdır, allem eder kallem eder,<br />
çocuklara masalını anlatır. Onun ağzından<br />
kelimeler döküldükçe, çocuklar cesaretlenir;<br />
hayata karşı daha dik durmaya başlar. Tabii<br />
Zekeriya anlattıkça, içinde saklı tuttuğu<br />
hüznü dışarı vurmaktan da kendini alamaz.<br />
Bu dakikadan itibarense oklar tam anlamıyla<br />
onun üzerine çevrilir. Çağan Irmak’ın<br />
farklı bir şablonla izleyenlerine<br />
sunduğu Ulak, sıra dışı yapısıyla<br />
özgün bir serüven vadediyor. Ancak<br />
gerek senaryodaki tutarsızlıklar, gerekse<br />
sinematografinin zayıflığı filmi<br />
zedeleyen hususlar olarak beliriyor.<br />
Her şeye rağmen Çetin Tekindor’un<br />
insanın içine işleyen ve bam teline<br />
dokunan oyunculuğu Ulak’ın ayakta<br />
kalmasına vesile oluyor ve filmi seyre<br />
değer kılıyor.
Av Mevsimi (Yavuz Turgul-2010)<br />
Yavuz Turgul-Şener Şen ikilisinin son<br />
ürünlerinden olan Av Mevsimi, bir kez<br />
daha iki ustayı bir araya getirmesinin<br />
yanı sıra, zengin oyuncu kadrosuyla<br />
da dikkat çeken bir iş. Cem Yılmaz,<br />
Okan Yalabık, Melisa Sözen’in başı<br />
çektiği ekipte, özgüvenli duruşu<br />
ile Çetin Tekindor’un da alkışı hak<br />
ettiğini dile getirmekte yarar var.<br />
Av Mevsimi, Avcı lakaplı emektar bir<br />
polisin peşine düştüğü bir cinayet<br />
soruşturmasını merkezine alır. Her ne<br />
kadar incelikli Yavuz Turgul senaryosunun<br />
bir benzerine Av Mevsimi özelinde rastlayamazsak<br />
da Şener Şen’in başı çektiği<br />
ekibin, üzerine düşeni fazlasıyla yerine<br />
getirdiğini söylemekte yarar var. Keza Çetin<br />
Tekindor ve Şener Şen gibi iki usta oyuncunun<br />
karşılıklı sahnelerine de tanıklık<br />
ettiren film, bu nedenle de özel bir noktada<br />
konumlanmayı başarmaktadır.<br />
Şener Şen filmografisinin zayıf filmlerinden<br />
biri olarak nitelendirebileceğimiz Av Mevsimi,<br />
her şeye rağmen finale kadar gizemini<br />
koruması ve harikulade görüntü yönetimiyle,<br />
yerli piyasanın öne çıkan işlerinden biri<br />
olmayı başarmıştır.<br />
Dedemin İnsanları (Çağan Irmak-2011)<br />
Çağan Irmak’ın bir kez daha Babam ve<br />
Oğlum’un tadına yaklaşma çabası olarak<br />
nitelendirebileceğimiz Dedemin İnsanları,<br />
bir yandan 12 Eylül’ü merkezine alırken,<br />
diğer yandan da mübadelenin getirdiği<br />
yaraya parmak basarak, senaryosunu<br />
güçlendirmeye çabalıyor.<br />
Yönetmenin bildiği topraklara,<br />
Ege’ye yeni bir yolculuğu olarak da<br />
adlandırabileceğimiz Dedemin İnsnaları,<br />
tüm film boyunca eğlencenin revaçta<br />
olduğu ancak finale doğru dramatik<br />
yapısını ön plana çıkaran bir film. Keza<br />
bu durum Çağan Irmak filmografisinde de<br />
sıkça karşımıza çıkan bir durum olarak<br />
hatırlanmaktadır.<br />
Bir çocuğun gözünden, 80’li yılların<br />
Ege’sini odağına alan Çağan Irmak,<br />
en güvendiği oyunculardan olan Çetin<br />
Tekindor’a bir kez daha başrolü emanet<br />
ediyor ve esasen onun sırtına yeniden ağır<br />
bir yük yüklüyor. Nitekim Tekindor’un da<br />
filmin başından sonuna dek, üzerine düşeni<br />
fazlasıyla yerine getirdiğini söylemekte<br />
yarar var. Usta oyuncu, kah güldüren,<br />
kah hüzünlendiren duruşuyla Dedemin<br />
İnsanları’nı seyre değer kılan en önemli<br />
yapı taşı olarak sivriliyor ve bir kez daha<br />
izleyenlerin takdirini kazanıyor.
İNTERNETTE<br />
ÜÇ BELGESEL<br />
İZLEDİM<br />
SEMRA GÜZEL KORVER<br />
BELGESELCİ<br />
Ağ toplumu olarak<br />
bilgisayarlarımızdan,<br />
cep telefonlarımızdan<br />
filmler izleyip, sanal<br />
ortamda tartışıp,<br />
paylaşalı hayli<br />
zaman oldu.<br />
Malum, belgesellerin gösterim<br />
alanları giderek azalıyor. Üç beş<br />
lokal festival ve özel gösterim<br />
dışında mecra kalmadı gibi… Televizyonlar<br />
ise belgeselle reality show arası<br />
yayınlarına devam ede dursun... Denk<br />
gelirseniz bir iki iyi projeye de rastlamak<br />
mümkün ekranlarda. Neyse...Film<br />
gösterimleri için internet çok önemli bir<br />
mecra olalı çok oldu. Korkarım ki sinema<br />
salonları da eskide kalacak yakın bir<br />
gelecekte. Televizyon denince de akla<br />
sadece bir beyaz ekran gelecek. O koca<br />
yayın istasyonları da tarih oluyor artık.<br />
Ağ toplumu olarak bilgisayarlarımızdan,<br />
cep telefonlarımızdan filmler izleyip, sanal<br />
ortamda tartışıp, paylaşalı hayli zaman<br />
oldu. Bu ara internetten üç belgesel izledim.<br />
Üçü de yerli. Biri herkese açık zaten,<br />
isteyen izleyebilir. Diğer ikisini de yönetmenlerin<br />
şifreli paylaşımlarıyla izleyebildim.<br />
Komşu Komşu! Huuu!, Çerde ve<br />
Rüzgarın Şarkısı. Üç belgesel, üç dünya...<br />
Bingöl Elmas’ın Komşu Komşu! Huuu!<br />
belgeseli 2014 yapımı, 54 dakika.<br />
İnternette herkese açık izlenebiliyor.<br />
Kesinlikle kaçırmayın derim. Kentsel<br />
dönüşüm adı altında eskiye, mahalleye,<br />
taşınan-taşınamayan kültürel değerlere<br />
ait yıkılanları ve yerine dikilen beton ve/<br />
veya cam kuleleri, değerleri hepimiz biliyoruz.<br />
Belgesel İstanbul’un göbeğindeki<br />
Feriköy’de yükselen bir rezidans ve<br />
onun gölgesinde kalmış bir mahalledeki<br />
gecekondunun komşuluğuna götürüyor<br />
bizi. Eski ile yeni, zengin ile fakirin<br />
komşuluğu bu. Komşuların birbirlerine<br />
bakışlarına, duygularına, şehre dair hayallerine<br />
tanık oluyorsunuz. Başka hayatlar,<br />
başka kafalar, başka yürekler… İzlerken<br />
ah güzel İstanbul demekten kendimi<br />
alamadım. Doğup büyüdüğüm bu şehre<br />
dair bende kalan bütün güzel resim<br />
ve hisler giderek azalıyor, kayboluyor.<br />
Film içimi burktu. O içinde büyüdüğüm,<br />
özlediğim mahalle kültürünü, komşuluk<br />
ilişkilerini, paylaşımları, samimiyeti<br />
hatırlattı. Öte yandan soruyorsun kend-
ine evet bu binalar eskiyor, kentin hızı, yeni konfor<br />
anlayışı zorluyor insanı. Acaba daha insani,<br />
doğa ve kültürle daha barışık, hayatı tahrip etmeyen<br />
çözümler bulamaz mıyız? Kaybetmeden,<br />
ötekileştirmeden, yeniden üreterek, ortak akılla<br />
daha iyi çözümler bulamaz mıyız? Sahi bulamaz<br />
mıyız?<br />
Bingöl Elmas ve ekibi pek çok festival dolaşmış,<br />
ödüller almış... Bence en büyük başarısı ödüllerin<br />
ötesinde yüreğimize attığı düğüm ve zihnimizden<br />
geçirttiği sorular, başka çözüm arayışları… Belgeseli<br />
iyi ki internette izleyicisine sunulmuş. Arama<br />
motorlarına Komşu Komşu! Huuu! diye yazın ve<br />
ekranınıza düşen bu filmi mutlaka izleyin derim.<br />
Çerde Belgeseli Musa Ak ve Serdar Sabuncu<br />
tarafından çekilmiş. 2017 yapımı, 20 dakika.<br />
Batı Karadeniz bölgesinde yer alan, Osmanlı’dan<br />
günümüze düğünlerin vazgeçilmezi Köçekleri<br />
anlatıyor..Mesleğe girişleri, aile yaşantıları,<br />
çevreleri ile ilişkileri, bu dansçıların profesyonel<br />
gelecekleri; meslek hayatının başındaki genç bir<br />
köçekle, meslekte son zamanlarını yaşayan yaşlı<br />
bir köçeğin çatışmaları üzerinden çerçeveleniyor.<br />
Doğrusu kaybolmaya yüz tutmuş bir halk<br />
eğlence kültürünün karakterlerini filme alması,<br />
bu folklorik değerlere yeniden dikkat çekmesi<br />
açısından önemli bir işlev üstleniyor belgesel.<br />
Nasıl izleyebiliriz diye sorarsanız. İşte bu, filmi<br />
yapanların da derdi. Seyircisiyle buluşmak için<br />
şimdilik memlekette nerede, ne festival/gösterim<br />
varsa (!) katılmaya çalışıyorlar. Bu süreçten<br />
sonra sanırım<br />
internette herkesin<br />
izlemesine<br />
açık olur. Ben<br />
özel paylaşımları<br />
sayesinde izleyebildim<br />
ve sizlerle<br />
paylaşmak<br />
istedim. Ancak<br />
Çerde de bir<br />
şekilde meraklısı<br />
ile buluşacaktır<br />
çünkü<br />
arkasındaki<br />
ekip bunun için<br />
oldukça çaba<br />
harcıyor. Bir süre
sonra internette de karşımıza çıkacaktır mutlaka.<br />
Üçüncü izlediğim yapım ise Kibar Dağlayan<br />
Yiğit’in Rüzgarın Şarkısı. 2016 yapımı. 30 dakika.<br />
Malatya’nın Arguvan ilçesinin köylerinde,<br />
ekolojik hayat yaşayan insanların toprağa,<br />
güneşe, suya, rüzgara olan sevdalarını, ilişkilerini<br />
anlatan bir çalışma. Şiirsel bir yapısı var.<br />
Neredeyse dünyanın her yerinde milyonlarca<br />
insan kentlere göç ederken; doğayla ve kendileriyle<br />
barışık bir eko yaşam süren bu huzurlu<br />
insanları kıskanmamak elde değil. İnsana huzur<br />
ve mutluluğun aslında basitlikte,sadelikte, tabiatta<br />
olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Ne yazık<br />
ki bu belgesel de çeşitli festivallerde seyircisi<br />
ile buluşma şansı bulmuş ama ilgilisine gerçek<br />
manada ulaşamamış. Eminim ki, çok yakın bir<br />
gelecekte internet ortamında izleyicisine bir tıkla<br />
ulaşacak.<br />
Filmleri beyaz perdede bir toplu ayin şeklinde<br />
izlemek, hemen ardından birbirimize dokunarak<br />
duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak benim için<br />
şahane bir his olsa da; ne içinde bulunduğumuz<br />
kültür-sanat evreni ne de teknolojinin dayattığı<br />
sistemler hele de belgesel filmler için bunu<br />
pek de olanaklı kılmıyor neredeyse. İstesek<br />
de istemesek de, her şey internete kaymaya,<br />
dünya yapay zeka ile yönetilmeye doğru gidiyor.<br />
Z kuşağının oldukça büyük bir bölümü ağ<br />
toplumunun bir parçası olmaktan da memnun.<br />
Bir tıkla istediğini, istediği zamanda, istediği<br />
yerde izlemek, oradan oraya bağlanmak istiyor.<br />
Ne diyelim; belgesel izlesinler de, sormayı,<br />
sorgulamayı, öteki dünyaları keşfetmeyi,<br />
öğrenmeyi, anlamayı istesinler de... varsın bir<br />
tıkla izlesinler!
ARGENTO’DAN<br />
BİR KORKU KLASİĞİ<br />
Suspiria sadece<br />
Dario Argento’nun<br />
değil, modern korku<br />
sinemasının da köşe<br />
taşlarından biridir.<br />
Yani elden geçirilip<br />
tekrar vizyona girmesi<br />
boşuna değil...<br />
SUSPIRIA<br />
BAŞAK BIÇAK<br />
n İtalyan korku sinemasının<br />
en mühim alt türlerinden<br />
biri olan giallo devri Mario<br />
Bava’yla başlasa da,<br />
70’lerden itibaren çektiği<br />
sayısız filmle türe altın<br />
çağını yaşatan hiç şüphesiz<br />
Dario Argento oldu. Kariyerinin<br />
ilk yıllarında “İtalyan<br />
Hitchcock’u”, “şiddetin Visconti’si”<br />
gibi yakıştırmalar yapılan Argento,<br />
ortaya koyduğu farklı yaklaşımla<br />
giallo furyasının fitilini ateşlemekle<br />
kalmadı, türün uluslararası alanda da<br />
tanınmasını sağladı.<br />
L’Ucello Dalle Piume Di Cristallo,<br />
Profondo Rosso, Opera, Tenebre,<br />
Trauma ve daha pek çok filmle korku<br />
sinemasına muazzam katkılar sunan<br />
İtalyan yönetmenin filmografisinde,
ayrı bir yerde duran doğaüstü üçlemesi<br />
de ise Argento’nun ününü tüm<br />
dünyaya yaymayı başardı. Giallo<br />
ruhundan uzaklaşmadan çektiği Üç<br />
Ana üçlemesinin olan Suspiria, Inferno<br />
ve La Terza Madre yönetmenin ilk<br />
doğaüstü çalışmaları olmakla birlikte<br />
stilize Argento sinemasının en çarpıcı<br />
örneklerinin de başında geliyor.<br />
İngiliz deneme yazarı Thomas de<br />
Quincey’nin Suspiria de Profundis<br />
isimli kitabının bir bölümünde yer<br />
alan üç kız kardeş betimlemesinden<br />
esinlenen ve üç cadı efsanesi yaratan<br />
Argento, filmlerini bu cadı hikâyelerinin<br />
üzerine kuruyor. Suspiria’da,<br />
Almanya’da bir dans okulunda<br />
kötülük saçan Mater Suspirorum’u<br />
(İnlemelerin Anası), Inferno’da,<br />
Amerika’da bir apartmana yerleşen<br />
Mater Tenebrarum’u (Karanlıkların<br />
Anası), La Terza Madre’de ise İtalya’yı<br />
cehenneme dönüştüren Mater<br />
Lachrymarum’u (Gözyaşlarının Anası)<br />
anlatan yönetmen, bilhassa Suspiria<br />
ve Inferno ile korku klasiklerine yenilerini<br />
eklemeyi başardı.<br />
Üç Ana Efsanesinin ilk ayağı olan Suspiria<br />
sadece Dario Argento’nun değil,<br />
modern korku sinemasının da köşe<br />
başlarından biridir. Müthiş bir renk<br />
skalasıyla bezenmiş, sanatsal fonlarda<br />
ve görkemli müzikler eşliğinde, sürreal<br />
bir tabloya dönüşen şiddet sahneleriyle<br />
Argento, Suspiria ile korku<br />
sinemasına adeta meydan okuyor.<br />
Bale eğitimi almak üzere, Almanya’nın<br />
Freiburg şehrinde bulunan bir dans<br />
akademisine gitmeye karar veren<br />
Suzy Bannion’ın (Jessica Harper)<br />
başına gelenleri konu alan Suspiria,<br />
Argento’nun o dönem birlikte olduğu<br />
ve filmin senaryosunu beraber yazdığı<br />
Daria Nicolodi’nin büyükannesinin<br />
bizzat yaşadığı ürkütücü olaylardan<br />
yola çıkıyor. Kimisi uydurma, kimisi<br />
gerçek bu hikâyelere, Thomas de
Quincey’nin Mater Suspirorum’unu<br />
(İnlemelerin Anası) eklemleyen Argento,<br />
filmini doğaüstü bir öykünün üzerine<br />
inşa etmesine rağmen kariyerini devam<br />
ettirdiği giallo ruhundan da uzaklaşmıyor.<br />
Türün gereksinime uygun yapıtaşlarını<br />
özenle ve dikkatle yerleştirerek, sanatın<br />
her formunda çağdaşlarının ötesinde bir<br />
sinemasal anlatımı benimsiyor. Cinayet<br />
hikâyelerini korku öğeleriyle sunan<br />
gialloların, stilize edilmiş şiddet sahnelerini,<br />
siyah eldivenler, bıçaklar ve diğer<br />
kesici aletler gibi fetiş objelerini, güzel<br />
kadınlarını, ihtişamlı müzik ve dekorlarını<br />
harmanlayan yönetmen, kendine has ışık<br />
oyunlarıyla Suspiria’da müthiş bir işçilik<br />
ortaya koyuyor.<br />
Filmin açılış sekansı olan Suzy’nin<br />
havaalanından çıkışından itibaren, kırmızı<br />
renklerin ağır bastığı ışıklandırmalarla<br />
gerçeküstü bir dünya yaratan Ar-
gento, attığı her adımla bu dünyaya<br />
hizmet eden planlarla karşımıza çıkıyor.<br />
Terminal kapısının ürkütücü açılış<br />
kapanışı, Suzy’nin yüzüne vuran ışık<br />
ve ünlü müzik grubu Goblin’in Cembalo<br />
ile Re minor tonunda kulaklarımıza<br />
çalınan notaları vahşi bir açılış<br />
sekansına bizleri hazırlamakla meşgul<br />
Argento’nun sunumunun sadece aperatiflerini<br />
oluşturuyor. Devamında gelen<br />
klasikleşmiş çifte cinayet sekansı, öyle bir<br />
ara sıcak sunuyor ki, o dakikadan itibaren<br />
ana yemeği merak etmeye başlıyorsunuz!<br />
Geometrik desenlerin ve renkli vitrayların<br />
fon oluşturduğu bir yapıda işlenen estetik<br />
cinayetlerin yardımıyla, filmin soyut<br />
ve dahi absürt anlayışına iyiden iyiye<br />
kapılıyorsunuz. Suzy’nin yerleşmesiyle<br />
tanıştığımız okulun içyapısına hâkim olan<br />
renkler, desenler ve çizgiler yönetmenin<br />
bilhassa art nouveau ve art deco hevesini<br />
fazlasıyla ortaya çıkaran çarpıcı görüntüler<br />
oluşturuyor. Mekânın dış cephesinde,<br />
koridorlarında, gölge oyunlarında, hatta<br />
Olga’nın ojesinde bile karşımıza çıkan<br />
kırmızı ve tonları Suspiria’nın ana rengi<br />
olurken, Suzy’nin okul çalışanı kadının<br />
elinde gördüğü taştan etkilendiği plan,<br />
görselliğiyle en akılda kalıcı sahnelerden<br />
biri haline dönüşüyor.<br />
Suspiria’nın en tuhaf fakat bir o kadar da<br />
ilgi çekici sahnesi ise öğrencilerin hep<br />
birlikte dans salonunda uyumak zorunda<br />
kaldığı bölümdür. Beyaz çarşaflarla bir<br />
yatakhane formuna sokulan yerin etrafını,<br />
yine kırmızı ile pembe tonların hâkim<br />
olduğu bir ışıklandırmayla çevreleyen<br />
Argento, kolay kolay göremeyeceğiniz<br />
enteresanlıkta bir ortam yaratıyor. Gerçek<br />
olamayacak kadar olağandışı duran<br />
bu sahneye rağmen, Argento’nun bitmek<br />
bilmeyen sürprizleriyle filmin duygusundan<br />
bir an bile uzaklaşmanız mümkün<br />
olmuyor.<br />
Suspiria’nın kurban listesine yenilerini<br />
eklemeye kararlı olan Argento, kör piyanist<br />
sekansı ile bu kez herhangi bir katil<br />
eli ya da kesici alet olmaksızın, doğaüstü<br />
güçlerin etkisiyle gerçekleştirilen vahşi<br />
bir cinayete tanık olmamızı sağlıyor.<br />
Görkemli binaların tam ortasında<br />
beyaz bir ışıkla aydınlatılan çaresiz<br />
ve zavallı piyanistin, düşmanının ne<br />
olduğunu bile anlayamadan korkunç bir<br />
biçimde katledildiği sekanstan sonra,<br />
Argento’nun tipik meraklı kurbanlarına<br />
geliyor sıra…<br />
Özellikle Inferno’da “yok artık!” dedirtecek<br />
derecede korkusuz ve burnunu<br />
bile bile belaya sokan karakter tiplemelerinden<br />
yalnızca biri olan Sara’nın<br />
ölümü, Suspiria’nın geriliminin zirveye<br />
en yakın sahnelerinden biri oluyor.<br />
Gizemi ilk çözenin ölmesi düsturuna<br />
uygun bir biçimde ortadan kaldırılan<br />
karakterimizden sonra açılış sekansının<br />
hava durumuyla paralel bir final gecesi<br />
yaşanıyor ve nihayetinde, renklere ve<br />
notalara bulanmış bir şiddet senfonisiyle,<br />
vahşete doymuş bir halde filmi<br />
tamamlıyoruz.<br />
Popüler oyuncularla çalışmayı sevmemesine<br />
rağmen başrolüne Jessica Harper’ı<br />
seçen Argento’nun ne kadar doğru bir<br />
karar verdiği malumunuz, ancak yan<br />
rollerdeki karakteristik yüzler de filmin en<br />
büyük tamamlayıcıları arasında. Suzy’nin<br />
filmin başında sohbet ettiği Olga’dan,<br />
kadın çalışanın yanındaki sarışın çocuktan,<br />
tuhaf dişli erkek görevliye kadar performans<br />
konusunda sıkıntı yaratmayan<br />
oyuncularla çalışan yönetmenin, filmini<br />
nasıl ilmek ilmek dokuduğunu görmemek<br />
neredeyse imkânsız.<br />
Göz alıcı renklerin, Goblin’in ürkütücü<br />
notalarıyla dans ettiği, işitsel ve görsel<br />
bir ziyafete dönüşen Suspiria, müthiş<br />
bir yönetmen sineması örneği… Bundan<br />
tam kırk yıl önce gösterime girdiği<br />
yıl, tüm dünyada adını duyurmayı<br />
başaran film, hem korku sinemasının<br />
hem de Argento’nun en göz alıcı<br />
işlerinden biri olduğunu yıllar sonra hala<br />
konuşulmasıyla kanıtlıyor.
SERDAR AKBIYIK<br />
AMERİKAN ŞİRKETLERİ BİZİ<br />
SANSÜRLEYEMEZ<br />
n Vizyona giren Blade Runner 2049 filminde Sony Pictures<br />
tarafından Türkiye sinemalarına özel olarak bazı<br />
sahnelere uygulanan sansüre tepki göstermek bizim<br />
yurttaşlık sorumluluğumuzdur. Şirket açıklamasında yerel<br />
kültüre saygı diye bir ifade kullanıyor. Siz bizim kültürümüzün koruyucusu<br />
değilsiniz. Bu ülkenin kendi kurumları, iç dinamikleri ve dengeleri<br />
var. Size uygun olan bize mi uygun olmayacak? Hadi canım bizi ikinci<br />
sınıf bir ülke ve kültür olarak gördüğünüzün kanıtı bu skandal. Böyle<br />
bir skandal yaşanırken SİYAD gibi kurumlar gereken tepkiyi gösterdi<br />
ama susan birçok meslek örgütü var. Ne oldu büyük şirketlere tepki<br />
gösterince tavuğunuza kışt denilmesinden mi korktunuz?<br />
KERVANIN YOLUNU<br />
KESTİLER<br />
n İsmail Güneş’in yönettiği Kervan<br />
1915 sinemamız için önemli bir<br />
yapım. Hem Ermeni tehcirini konu<br />
ettiği, hem de ulusal sinemamızın<br />
bizim gerçek meselelerimizle<br />
uğraşmayan yapısına isyan ettiği<br />
için. Bu filmin tepki alacağını zaten<br />
biliyorduk. Ama bu tepki ve engellemenin<br />
kendi içimizden bu kadar<br />
güçlü çıkacağını bilemezdik. Yurtdışı<br />
gösteriminde Ermeni diasporası ve<br />
onun yardakçıları ellerinden geleni<br />
yapacaklardır. Yurt içindeyse entelektüel<br />
çevrenin kimliksiz kısmı filmi<br />
yerden yere vurup, hatta yazılarına<br />
konu etmeyip, görmezden gelip filmin<br />
üstünü örtmeye çalışacaklardır. Ama<br />
inanın bunların hiç biri neredeyse<br />
tekel olmuş sinema salonlarının<br />
yaptığı kadar bu filme zarar veremez.<br />
En dandik komedi filmlerinin<br />
bile 200-300 salonda vizyon aldığı<br />
yerde Kervan 1915 ancak 84 salonda<br />
gösteriliyordu. O da hani gösterdik<br />
demek için. Bu salonların çoğunda<br />
da tek seansta, izleyicinin neredeyse<br />
hiç gitmediği sabah seansında seyre-<br />
debilirdiniz. Yani sinema salonları yönetmenlere<br />
“Bize siyasi veya toplumsal<br />
mesajı olan filmler çekme, nerede abuk<br />
subuk, içi boşaltılmış yapım var onları<br />
çek” diyor. İşte İsmail Güneş’te bu gizli<br />
sansüre filmini salonlardan çekerek cevap<br />
verdi. Bu ayıptır. Sinema salonlarının<br />
bu filme yaptığını Ermeni Diasporası bile<br />
yapmadı... Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın<br />
bu işe artık bir dur demesi gerekir.
AVRUPA KÜLTÜREL<br />
KUŞATMA PEŞİNDE<br />
n Yurt dışında Türkiye’ye karşı büyük<br />
bir kuşatma var. Yıllarca onların dümen<br />
suyundan gidilmesinin acısını çekiyoruz.<br />
Bağımsız bir ülke olmanın şartlarını<br />
adam gibi yerine getirince sömürgeciler<br />
hemen etrafımızı sardı. Bu sadece<br />
siyaseten böyle değil. Kültürel olarak da<br />
aynı kuşatma plan dahilinde, Fransız Le<br />
Monde gazetisinin kültür sitesi telerama.<br />
fr bizim dizileri değerlendirirken militarist<br />
yapımların çoğalmasından dem<br />
vurmuş. Yazının satır aralarını okursanız<br />
bundan duydukları rahatsızlık hemen<br />
belli oluyor. Kendileri yıllarca sömürge<br />
ettikleri Afrika’nın filmlerini çektiler, basiretsiz<br />
Afrikalı siyasetçilerden, yerel<br />
halkın vahşiliğine her türlü aşağılamayı<br />
hikayeleştirdiler. Şimdiyse bizim birkaç<br />
dizimiz gözlerine battı. Bu dizilerin<br />
konularını anlatırken de birşey dikkatimi<br />
çekti. Çoğunlukla terörist örgüt PKK ile<br />
mücadeleyi anlatan bu dizilerde güvenlik<br />
güçlerinin uğraştığı teröristler için “Bilinmeyen<br />
düşman, yabancı tehdit, görülmeyen<br />
düşman” gibi ifadeler yer almış.<br />
Yahu adını söyleyin bari. En azından<br />
dizilerdeki teröristler PKK’lı bunu bile<br />
söylemekten hicap duyuyorsunuz...<br />
MARMARİS’TE DENİZ GÜZEL<br />
FİLMLER DAHA DA GÜZEL<br />
n Marmaris’i hep yeşil doğası, zümrüt gibi<br />
sularıyla anarız. Ama artık sinema için de<br />
önemli bir belde oldu Marmaris. 3. Uluslararası<br />
Kısa Film Festivali bütün Marmaris’i ve Türk<br />
kısa film dünyasını etkileyecek bir şekilde<br />
yapıldı ve ödüller dağıtıldı. Biz meslek gereği<br />
ülkenin çoğu festivaline gideriz. Bu festivallerin<br />
çoğu da kısa film festivalidir. Nedense<br />
kısa film festivali dendiğinde bir amatörlük<br />
hissedilir bu organizasyonlarda. Zaten<br />
çoğu üniversitelerde yapılır ve onların<br />
kısıtlı olanaklarıyla sınırlıdırlar. Bir de büyük<br />
festivallere eklenti olarak vardır kısa film,<br />
sinemacılarımız için. İşte bu çarpık yapı içinde<br />
üç yıldır Marmarisli sinema severler kısa filmcilere<br />
sinemacı olduklarını<br />
hatırlatan ve onlara<br />
ne kadar önemli bir iş<br />
yaptıklarını hissettiren bir<br />
festival yapıyorlar. Hem<br />
ödül alan kısa filmcileri<br />
hem de bu organizasyonu<br />
gerçekleştirenleri kutluyorum...
MAKA<br />
NİHAN<br />
TARHAN
RNAYI BiLE AŞKLA YERiM<br />
Yeni jenerasyonun dikkat çekici<br />
isimlerinden Nihan Tarhan<br />
son olarak Yarım Kalan filmi<br />
ile karşımıza gelmişti. Yeni<br />
sinema filminin çekimlerine<br />
başlayan güzel isimle filmleri<br />
konuştuk...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sineması kadın oyuncular<br />
açısından çok şanslı.<br />
2000’lerin başında yeni bir<br />
kadın oyuncu jenerasyonu<br />
gelmişti, Başak Köklükaya, Ahu Türkpençe,<br />
Vildan Atasever, Tülin Özen ve ismini<br />
saymadığımız bir çok isim Yeşilçam’ın<br />
kraliçelerinin yerini doldurmaya çalıştı.<br />
Yaşadığımız dönemde ise başka bir jenerasyon<br />
elini taşın altına koydu. Bu isimler<br />
içinde dikkat çeken Nihan Tarhan iki yıl içinde<br />
üç sinema filmine imza atarak iyi bir kariyer<br />
başlangıcı yaptı. Son filmi Yarıda Kalan ise<br />
önemli bir yapımdı. Yeni bir sinema filminin<br />
çekimlerine başlayan Nihan ile filmlerini<br />
konuştuk.<br />
Yarım Kalan filminin senaryosu geldiğinde<br />
sizi en çok etkileyen ne oldu?<br />
Bir aşk hikayesinin içinde karşılık alamayan<br />
ve bunun için her şeyi yapabilecek kadar<br />
gözü kara bir kadını oynayacak olmak etkiledi<br />
açıkçası. Çünkü daha önce oynamadığım bir<br />
karakterdi. Kötü, karanlık tarafları olan bir<br />
karakteri oynamak beni heyecanlandırıyor.<br />
Tekrar böyle bir rol gelse seve seve oynarım.<br />
Rolünüzden bahsedebilir misiniz?<br />
Merve, abisinin arkadaşı olan Mert’e (Anıl<br />
Altan) yıllardır platonik bir aşk besliyor. Ona<br />
olan ilgisini de açıkça göstermekten çekinmeyen<br />
gayet rahat ve flörtöz bir kız. Ne zaman<br />
ki Mert’i Ermeni kızı İskui ile tanıştırıyor,<br />
onların arasında bir şeyler olduğunu hissediyor.<br />
O zaman Merve’nin en yakın arkadaş<br />
kavramının yok olduğunu ve içindeki kötü kızı<br />
görüyoruz.<br />
Bazı roller vardır onlara hazırlanmak gerekir.<br />
Mesela tarihi bir kişiliği oynuyorsanız veya<br />
engelli birini canlandıracaksanız araştırma<br />
yaparsınız. Bir de oyuncunun kendi tecrübesinden<br />
yola çıkarak hazırlandığı roller vardır.<br />
Bu film hangisine yakın? Bir hazırlanma<br />
süreci geçirdiniz mi?<br />
Ben gelen her projede oynayacağım karaktere<br />
ne katabilirim diye ön bir çalışma<br />
yapıyorum. Saçımdan ojemin rengine ya<br />
da karakterin travmalarına kadar ayrıntılı<br />
bir şekilde ilgileniyorum. Ve böyle derinine<br />
inebileceğim roller oynamak istiyorum hep.<br />
Merve karakteri için o dönem saç rengim<br />
çok uygundu malum bizim sektörde malesef<br />
kötü kadın hep sarışın. Yapımcımız ve yönetmenimiz<br />
de okuma provasında tam olarak<br />
istediklerini aldıklarını söylediler. Benim için<br />
de keyifli oldu. Enerjisi yüksek bir kız Merve..<br />
Ben de sette mümkün olduğunda enerjimi<br />
yüksek tutmaya çalıştım.<br />
Genel itibariyle tiyatrodaki karakterlere<br />
hazırlanmak ile sinema filmine hazırlanmak<br />
arasındaki fark nedir?<br />
Tiyatroda da oynadığınız karaktere göre<br />
değişiyor. Mesela geçen sene Ayşen İnci<br />
ile birlikte oynadığımız iki kişilik oyunumuz<br />
Takma Kirpikler ‘deki Güneş karakterine<br />
hazırlanırken onu içselleştirmem ,anlamam<br />
gerekiyordu ve bana çok benzeyen yanları<br />
olmasına rağmen, kestik hocam tekrar alabilir<br />
miyiz diyemeyeceğim ve her oynadığımız<br />
akşam aynı duyguları hissettirmem gerektiği<br />
için bir sinema filmine hazırlanmaktan<br />
farklı değildi benim için. Ama vodvil bir<br />
oyun oynarken iç enerjimin yüksek olması,<br />
algılarımın açık olması, ekip arkadaşlarımla<br />
aynı frekansta olmam çok daha önemli.
Yarım Kalan’da Ermeni bir kız ile bir Türk gencinin<br />
imkansız aşkı anlatılıyor. Bir nevi Romeo Jülyet versiyonu.<br />
İmkansız aşklara inanır mısınız? Veya aşk<br />
duygusunun bütün engelleri geçeceğine inanan bir<br />
romantik misiniz? Gerçek Nihan bu duyguları ne kadar<br />
önemser? Hayatının neresinde durur bu duygular?<br />
Makarnayı bile aşkla yiyen, aşk sözcüğünü günde<br />
en az 20 kez dile getiren, her şeyin aşkla mümkün<br />
olduğuna inanan biriyim ve evet aşkın bütün engelleri<br />
geçeceğine inanıyorum. Aşk olmadan tek bir<br />
karar veremem tek bir hareket yapamam. Benim için<br />
imkansız olan tek şey aşksız yaşamak.<br />
Genç bir oyuncunun sinema dilini oluşturmakta dizi<br />
sektörünün yıpratıcı şartları bir dezavantaj yaratır mı?<br />
Elbette bir haftada bir bölüm yetiştirmeya çalışırken<br />
bu tempoyu normal zannederken sinema setinde afallayabiliyorsun<br />
zaman zaman. Ama ben yine de sinema,<br />
dizi, tiyatro olarak ayıramıyorum. Bence çalıştığınız<br />
kişilere, zamana, şehire göre şartlar sürekli değişiyor.<br />
Olanaklar, insan ilişkileriniz çok yıpratıcı ortamlarda<br />
çiçek açmanızı sağlayabiliyor, çok rahat çalışma<br />
koşullarında bile mutsuz olup rolünüze kendinizi tam<br />
olarak veremediğiniz olabiliyor.<br />
Perde güzel kadını sever. Ama oyuncu bu güzelliğine<br />
hem tecrübe hem de kabiliyetini katmalı. Bu anlamda<br />
nasıl bir yapılanma içindesiniz?<br />
Ben spiritüel anlamda da son iki yıldır her gün bir olma<br />
çalışması halindeyim. Kendimle çok fazla uğraşıyorum.<br />
Her gün bir yanımı keşfetmeye kendimi daha iyi<br />
tanımaya çalışıyorum. Çünkü iyi bir oyuncu olmak kendini<br />
çok iyi tanımayı gerektiriyor diye düşünüyorum.<br />
Ruhumu bu şekilde içerden beslemeye büyütmeye<br />
her geçen gün farkındalığımı biraz daha arttırmaya<br />
çalışıyorum. Diğer yandan dış görünüşüme çok önem<br />
veriyorum hem oyuncu olarak hem de terazi burcu<br />
Nihan olarak. Düzenli spor yapıyorum. Özellikle son<br />
1 aydır yeni hazırlandığım filmim için çok sevgili antrenörüm<br />
Göker Murat Dönmez ile çok sıkı çalışıyoruz.<br />
Bir de tabi vazgeçemediğim bakımlarım var ya da<br />
yemek yaparken suratıma sürmeden duramadığım<br />
çeşitli kürlerim.<br />
Türk sinemasında duygusal filmlerin kökeni Yeşilçam’a<br />
dayanır. Sizin Yeşilçam’a yaklaşımınız nedir?<br />
86 doğumlu biri olarak ilkokul yıllarımı hatırlıyorum<br />
okuldan gelir gelmez televizyonun karşısına geçip<br />
sanırım günde en az iki türk filmi izliyordum.. hatta<br />
çizgi filmden çok türk filmi izlemiş olabilirim.. ve sonra<br />
odama geçip bazen Filiz Akın bazen Belgin Doruk bazen<br />
Türkan Şoray olduğum oyunlar oynuyordum hayali
izleyicilerime.. Yeşilçam’ın günümüze en güzel etkisi<br />
de edebiyatımızdaki önemli eserleri yeniden<br />
uyarlama alanında bize ışık tutması. Aynı zamanda<br />
bugünün olanakları ile tekrar çekilen dönem filmlerini<br />
izlemek o dönemin koşullarını toplumsal yapımızı<br />
oyunculukları her şeyi karşılaştırma şansı veriyor<br />
bize, diğer yandan da yeni nesile önemli eserlerimizi<br />
hatırlatıyor..<br />
Oyunculuğundan etkilendiğiniz Yeşilçam ünlüsü var<br />
mıdır?<br />
Türkan Şoray izlerken kanal değiştiremezdim, uzun<br />
sarı saçlarımla çocukluğum Filiz Akın benzetmeleriyle<br />
geçti ve vazgeçilmezim Belgin Doruk konuşması,<br />
taklidi hala dilimde. Ama şu yaşımda beni hala etkileyen<br />
Gülşen Bubikoğlu’nun güzelliği, Müjde Ar’ın<br />
da özgür ruhudur.<br />
1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına kadar feminizmin<br />
sinemamızda etkisini hissedebilirdik. Bunun<br />
faturasını ödeyen kadın oyuncularımız vardı. Müjde<br />
Ar, Nur Sürer gibi. 2000 sonrası sinemamızda bu<br />
anlamda geriye bir adım atıldığını düşünüyor musunuz?<br />
Biraz yorumlar mısınız?<br />
2000 sonrası daha erkek egemen bir yapılanma oldu<br />
sinemamızda bununla beraber de bir çok değişim<br />
yaşanmaya başladı. Kadın imgesi değişti artık erkek<br />
gözüyle oluşturulan, erkeğe bağlı iyi kadın kötü<br />
kadın kalıpları yerine kendi ayakları üzerinde durabilen,<br />
biraz daha feminist, kadın gözüyle oluşturulmuş<br />
bir kadın söz konusu. Bu da beni mutlu ediyor.<br />
Kadın erkek eşitliğini hiçbir zaman savunmuyorum<br />
ama kadın çok güçlü bir varlık. Bunun için yapılan<br />
her değişim de olumlu yönde benim için.<br />
Deminki soruyla bağlantılı olarak kadın<br />
oyuncularımızın önünde Türkan Şoray kanunları gibi<br />
bir örnek de var. Bu kuralları doğru buluyor musunuz?<br />
Her oyuncunun nasıl ki kendine has bir tavrı bir<br />
ruhu varsa kuralları da yine kendi olma yolunda<br />
oluşturduğu çerçeveyle ilgili bence.. bunu hep<br />
söylüyorum benim Nihan olarak kurallarım çizgilerim<br />
olabilir ve bunlar bana özeldir ama oynayacağım<br />
karakterin sınırlarını kurallarını, karakterin yaşantısı<br />
kim olduğu belirliyor benim için öncelikle. Nihanın<br />
hiç yapmayacağı bir şeyi belki o karakterin yapması<br />
gerekiyor. Öyle düşünüyorum. Ondan sonra da kiminle<br />
çalışıyorum kiminle çekiyorum nereye gidiyor<br />
bana nasıl bir katkısı olucak sorularını soruyorum<br />
ve ona göre karar veriyorum. Böyle olduğu için de<br />
kurallarım var diyemiyorum, aksine bir karakteri
çıkarırken en özgür hissettiğin yerden<br />
çıkarmalısın ki gerçek olsun.<br />
Ailenizden gelen bir müzik temeliniz var.<br />
Böyle bir yetenek başka bir ülkede olsa<br />
sinema kariyerinizde size avantaj sağlardı.<br />
Türkiye’de durum aynı mı? Böyle ekstra<br />
kabiliyetler sinema endüstrisinde bir şey<br />
ifade ediyor mu? Veya siz böyle bir avantaj<br />
hissettiniz mi?<br />
Burda da çok farklı değil bence. Ben bunu<br />
Babam Sınıfta Kaldı dizisinde yaşadım,<br />
Gökçe’nin kılığına girdiğim bir bölümde<br />
şarkısını da ben söylemiştim yine başka<br />
bir bölümde Karadeniz Türküsü “Ben Seni<br />
Sevduğumi..” söylemiştim. Dedim ya doğru<br />
iletişimi kurunca yönetmeninle, yapımcınla<br />
beraber de yaratım söz konusu olabiliyor ve<br />
çok da güzel oluyor.<br />
Oyuncu olmayı ne zaman istediniz?<br />
Küçüklüğünüzde böyle bir özleminiz var<br />
mıydı?<br />
Müzisyen bir ailede büyüdüm ben,<br />
çocukluğum müzik dolu sofralarda, yazın<br />
turistlerin karşısında animasyonlarda<br />
geçti. Çok küçüktüm yani o alkışa aşık<br />
olduğumda.. Üniversiteden sonra oyunculuk<br />
eğitimi almaya başladım. İlk olarak<br />
reklam çekerek başladım, sonrasında dizi,<br />
tiyatro ve sinema filmi, bu şekilde de devam<br />
ediyor hala. Her gün sen bunun için<br />
doğmuşsun diyorum kendime. Ve hiç unutmuyorum<br />
o ilk aldığım işin görüşmesindeki<br />
dizlerimin titremesini. O heyecan öyle bir<br />
güçle sarılıyor ki bana, hiç unutmuyorum<br />
hayallerimi.<br />
Benim size sormadığım ama sizin izleyiciler<br />
için söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />
Son zamanlarda ilk başrol filmim için soluksuz<br />
bir hazırlık sürecindeyim. Heyecanlıyım.<br />
Şimdilik ismi süpriz. Yakında açıklarız. Güzel<br />
sorularınız için ben teşekkür ederim.
BEETLEJUICE<br />
NAM-I DEĞER<br />
BETERBÖCEK<br />
Beril: Ayşe teyzem!<br />
Bugün benim için çok<br />
özel bir gün,seninle<br />
sinema ile olan ilişkimin<br />
başlamasına vesile olan<br />
filmi izleyeceğiz.<br />
Ayşe Teyze: Bak merak<br />
ettim şimdi, koy bakalım<br />
neymiş seni bu kadar etkileyen<br />
film.<br />
n Bu romantik girişten sonra Ayşe teyze pür<br />
dikkat izlemeye başladı, dudağının kenarına<br />
gevrek bir gülüş yerleştirdi. Hem filmi, hem<br />
de içten içe beni merak ediyordu. Güzel bir<br />
merak bana hissettirdiği sanki “ bu kızcağızın<br />
aklından , gönlünden kim bilir neler geçti” diyordu<br />
içinden. Bu sırada biz kahramanlarımız<br />
Barbara ve Adam ile tanıştık. Sade, sevgi dolu<br />
bir çiftimiz keyifli evlerinden, çatı katında<br />
yaptıkları kasaba maketine bir malzeme almak<br />
için evden çıktılar ve işleri bitince geri geldiler.<br />
Tek fark evden çıkarken canlı olan çiftimiz<br />
eve döndüklerinde ölüydü. Sehpanın üzerinde<br />
duran “Yeni ölenler için el kitabını” görünce<br />
onlarda artık öldüklerinden emin oldular. Zaten<br />
filmimizde tam olar burada başlıyor. Ayşe<br />
teyze şaşıtıcı bir şekilde bu zamana kadar hiç<br />
bir şey demedi. Bence pek kafasına yatmayan<br />
bir durumdu bu ama benim hatırım için anlaya<br />
çalışıyordu☺ Adam ve Barbara teknik olarak<br />
ölülerdi ama evden dışarı çıkmamak koşuluyla<br />
yaşamlarını devam ettirebiliyorlardı, onları<br />
BERİL ATEŞOĞLU
yaşayan insanlar göremiyordu. Bu durumu<br />
anlayamasalarda Kabul ettiler ve evin çinde iki<br />
kişilik bir hayat yaşamaya başladılar.<br />
Ayşe Teyze: Şimdi bunlar öldü ama aslında<br />
ölmediler. Evden çıkarlarsa kocaman<br />
yılan onları yiyecek. Diğer insanlar bunları<br />
ölü sanıyor hatta cenazelerine gittiler.<br />
Hımmm… tabi yani bunu gerçek hayat gibi<br />
düşünmemeyim ben değil mi Beril? Film yani<br />
sonuçta.<br />
Ayşe teyzemin beni anlamak için harcadığı<br />
çaba takdire değer gerçekten. Olan hiç birşeye<br />
anlam veremedi ama benide üzmemek için<br />
güzel bir şey yakalamaya çalışıyor. Belkide<br />
haklıdır, belkide bunların hepsi sadece<br />
saçmalıktır ama ne önemi var ben bu filmi çok<br />
seviyorum ve içten içe biliyorumki Ayşe teyze<br />
filmin sonunda yine beni hayrete düşürecek<br />
yorumlar yapacak. Bu güvenden ötürü, gevrek<br />
gülümseme artık benim suratımdaydı!<br />
Bu sırada tatlı çiftimiz evleri satıldı ve eve<br />
3 kişilik bir aile taşındı. Değişik heykelleri<br />
ve abartı sanat algısıyla evin kadını Delia,<br />
paradan para kazanmak ve yatırım konularında<br />
uzman olan her iş adamı gibi kafa dinlemek<br />
için küçük kasabaları tercih eden evin erkeği<br />
Charles, siyah görüntüsü ardında zeki ve<br />
sevecen olduğu belli olan evin marjinal kızı<br />
Lydia! Çiftimiz bu aileyi evlerinden gönermek<br />
için çözümler aramaya başlar bu sırada Beetlejuice<br />
ile karşılaşırlar. Ondan yardım istyip<br />
istememek konusunda kararsızlardır.<br />
Ayşe Teyze: ,kimsenin suçu günahı yok ki<br />
Beril. Insanlarda almış bu evi yerleşmeye<br />
çalışıyorlar ne bilsinler evde ölüler mi yaşıyor,<br />
yok efendim yaratıklar mı geziyor. Bir taraftan<br />
diğerleride evden çıkamıyor hem ölü hem<br />
hapisler. Şu biçimsiz adamı da bak sakın ola<br />
çağırmasınlar. Suratında hiç meymenet yok.<br />
Beetlejuice’un suratında bile meymenet arayan<br />
Ayşe teyzem istediğim kıvama geldi. Neler<br />
olacak merakını hissettiriyordu. Bu sırada<br />
Adam ve Barbara ölülerin dünyasına bir geçiş<br />
bulmuşlar ve çözüm aramak için o tarafa gidip<br />
geliyorlardı. Intihar edenler ölüler bölümünde<br />
sosyal hizmetlerde çalışıyorlar ve böyle<br />
olacağını bilseler asla intihar etmeyeceklerini
söylüyorlardı.<br />
Ayşe Teyze: burada herkes bir acayip,<br />
ölmüşler ama ağlayanları yok böyle bir şey<br />
işte. Yaşamın ne demek olduğunu anlamayan<br />
ölümü nasıl anlasın kızım. Yaşam sıcaksa<br />
ölüm soğuk derler. Insana çok sıcak da<br />
yaramaz çok soğuk da.<br />
Beril: Nasıl yani, anlayamadım?<br />
Ayşe Teyze: E kızım işte, hiç ölmeyecekmiş<br />
gibi yaşanmaz, “nasıl olsa öleceğim” diye<br />
de yaşanmaz. Hayat çok güzelde ölüm rezalet<br />
mi yani? Illa biri diğerinden daha değerli<br />
mi olmalı? Gece mi daha önemli gündüz mü?<br />
Diye sorsam ayırt edebilir misin? Edemezsin!<br />
Eeee.. ne diye yaşam ile ölümü yarıştırır insan<br />
hiç anlamam. Bir şu siyahlı kız var ölümü de<br />
yaşam kadar normal karşılayan. Boşuna değil<br />
sadece o ölüleri görüyor.<br />
Beril: Doğru vallaha, Yeni ölenler için el<br />
kitabındada “ yaşayanlar tuhaf ve sıradışı<br />
şeyleri görmezden gelir” yazıyordu. Şimdi<br />
anladım! Ölümden korktukları için ölüleri<br />
de görmüyorlar ya da ölüme dair herhangi<br />
bir şeyi farketmiyorlar. Tabi, insan neye<br />
odaklanırsa hep onu seçer, yani bunlar o kadar<br />
meşgullerki kendi hayatlarıyla.<br />
Kafamda ardarda şimşekler çakıyordu. Sanki<br />
insan kendini ve yaptıklarını ne kadar önemserse<br />
ölümden o kadar uzaklaşabileceğine<br />
inanıyor. Mesela Delia gibi, hiçbir şeye benzemeyen<br />
heykellerine çocuklarıymış gibi<br />
davranmasının altında aslında hayata tutunma<br />
ve ölümü unutma çabası var! sanki heykelleri<br />
ondan birer parçaymış gibi, sanki o ölse bile<br />
geriye ondan birşeyler kalacağının güvencesi<br />
gibi! Insanoğlu bazen ne kadar hüzünlü<br />
oluyor. Gökyüzüne yazılmış ama kimsenin<br />
okumadığı bir sır gibi açık aslında! Benden<br />
geriye birşeyler kalsın diye yapılan her iş<br />
insanın ruhundan bir parça alıyor, yaşam<br />
çoşkusunu, hayat enerjisini. Sanki kendini<br />
parça parça edip bu eserlerin içine bırakıyor<br />
Firavun gibi. O ölse bile sanki hiç ölmeyecek<br />
sanıyor eserleri sayesinde. Ne büyük yanılgı!<br />
Sadece kendini iyileştirmek için yaratılan<br />
eserler ölümsüz oluyor aslında. Sanatın hep<br />
hüzünlü olması belki de bu sebeptendir.
Insanın korkularını, üzüntülerini dönüştürdüğü<br />
oyun odasıdır belki sanat. Geriye bırakma<br />
endişesi ile ruhunu bölüp içine hapsettiği putlar<br />
değildir.<br />
Ayşe Tyeze: Kocaman kız oldun,<br />
duygulanıyorum sen böyle konuşunca.<br />
Beril: duydun mu düşündükleri mi? yani<br />
söyledim mi ben? Hiç farkında değilim.<br />
Ayşe Teyze: iyi ki duydum, iyi ki beni mahrum<br />
bırakmadın bu düşüncelerinden. Bu filmi<br />
neden bu kadar sevdiğini anladım şimdi.<br />
Sen içinde ölümün elçisi olan Beterböcek ve<br />
yaşam tutkunlarını anlatan, kötü heykellerine<br />
ruhunu hapsetmiş kadından ibret alıp, tuhaf ve<br />
sıradışı leyleri görmekten hatta Kabul etmekten<br />
çekinmeyen bir kızsın, kadınsın demeliyim.<br />
Ardından kısık kısık güldü! içimde değişik bir<br />
rahatlık, endişe uyandırmayan bir karışıklık<br />
belirdi. Beetlejuice’un yaşamı ve ölümü<br />
birbirinden ayırmamak ve bir bütün olarak<br />
Kabul etmeyi anlattığını bu kadar derinden<br />
hissetmemiştim. Yaşamın faşizanları ile<br />
ölümün faşizanlarının aslında hiç bir farkı<br />
olmadığını, aslolanın dengede durabilmek<br />
olduğunu, bunu karşılığında digger insanlar<br />
tarafından tuhaf algılanmanında aslında en<br />
doğal şey olduğunu görmek bana bir kere<br />
daha büyüdüğümğü hissettirdi. Tabi ki filmin<br />
sonundada ölüm ve yaşam güzeş bir aile<br />
olarak yaşamaya başlıyordu. Filmin sonundada<br />
boşu boşuna “Jump in the line” şarkısı<br />
çalmıyordu demekki!<br />
Shake, shake, shake Senora, shake your body<br />
line<br />
Shake, shake, shake Senora, shake it all the<br />
time<br />
Work, work, work Senora work your body line<br />
Work, work, work Senora work it all the time<br />
Jump in the line, rock your body in time ! OK, I<br />
believe you!!!!<br />
Tim Burton ve Ayşenin en başından beri<br />
anladığı şeyi ben 30 yaşımda anlamıştım.<br />
Hayat bir denge işi ve bu denge ölüm ve<br />
yaşam algısı arasında bulunmalıydı! Yaşama<br />
şükrederken, ölümün gerçekliğini anlamak!<br />
Vay arkadaş….<br />
Ayşe teyze her filmimde varsın!!
BAY MÜKEMMEL<br />
VE SİNEMASI<br />
PINAR KARAHAN<br />
n Ben de dahil birçok<br />
kişi için idol olarak<br />
görülen Bollywood’un<br />
(Hint Sineması)<br />
dünyaca ünlü aktörü<br />
Aamir Khan’ın yeni<br />
filmi ‘Secret Superstar’<br />
20 Ekim’de<br />
Türkiye’de vizyona girecek. İşin gerçeği,<br />
Türk sinema salonları Hint filmlerini sürelerinin<br />
uzunluğu nedeniyle pek gösterime<br />
koymayı istemiyordu. Tabii bunda talep<br />
ve arz meselesi vardı. Türk sinema izleyicisi<br />
de sinema salonunda neredeyse 3-4<br />
saati bulan filmleri izlemeyi çok da tercih<br />
etmiyordu. Ancak rahatlıkla söyleyebiliriz<br />
ki son 10 yılda çok şey değişti. Özellikle<br />
2009 yapımı ‘3 İdiots’ (3 Aptal) milyonlarca<br />
insanın Hint sinemasına bakış açısını<br />
değiştirdi. Hint sinema sektörü de buna<br />
kayıtsız kalmayarak filmlerin sürelerini<br />
kısalttı. Klasik müzikler ve danslar, yerini<br />
‘Bollywood dansı’ denilen koreografilere<br />
bıraktı. Aamir Khan’ın tüm toplumları<br />
ilgilendiren sorunları ele alması da Hint<br />
sinemasına merakı ve ilgiyi arttırdı. Onun<br />
ülkesindeki cinsel taciz, fakirlik ve adaletsizliklerle<br />
sinema ile savaşması büyük<br />
takdir topladı.<br />
Aamir Khan, lakabını fazlasıyla hak eden<br />
bir isim. Filmlerini çok uzun sürelerde<br />
hazırlayan ve her bir noktasıyla tek tek<br />
ilgilenen Khan, içine sinmediği zaman<br />
çekimlere devam etmiyor. Geçmişte<br />
Bollywood’da bir oyuncu gün içinde bile<br />
farklı yapımlarda rol alabilirken, bir filmin<br />
‘Bay mükemmel’<br />
lakaplı, dünyanın<br />
en etkili 100 isminden<br />
biri olan<br />
Bollywood’un ünlü<br />
aktörü Aamir Khan’ın<br />
Türk hayranlarının sosyal<br />
medya baskısı<br />
sonuçlarını verdi.<br />
Dangal’dan sonra<br />
Khan’ın yeni filmi ‘Secret<br />
Superstar’ da (20<br />
Ekim) Türkiye’de vizyona<br />
girecek
çekimleri tamamen tamamlanmadan<br />
başka filmde rol alınmaması gerektiğini<br />
benimsetti. Çünkü ona göre, bir oyuncu<br />
ancak bir rolü hakkıyla tamamladıktan<br />
sonra yeni bir projeye başlayabilir.<br />
Sadece birkaç saat arayla farklı rollere<br />
girerek başarılı bir iş çıkaramaz.<br />
Onunla çalışmanın çok kolay olmadığı<br />
herkes tarafından bilinse de sonuca<br />
bakıldığında sinemayla az çok haşır<br />
neşir olan herkesin onunla çalışmak için<br />
can atacağına eminim.<br />
Bollywood’un yükselişi<br />
Bollywood, Amerika sineması<br />
Hollywood’un karşısındaki yükselişini<br />
sürdürüyor. Senaryoları, görüntüleri,<br />
yetenekli oyuncuları, elbette müzikleri ve<br />
dansları ile artık uluslararası alanda da<br />
adından söz ettiriyor.<br />
Fakat her şeye rağmen Bollywood’a<br />
ön yargılı davranılabiliyor. Özellikle<br />
filmlerdeki klipler, birçok kişiye saçma<br />
ve gereksiz geliyor. Ancak Bollywood<br />
sinemasında her şeyin bir nedeni var. 1.5<br />
milyar insanın yaşadığı Hindistan halkı,<br />
fakirlikle boğuşuyor. Hayatlarındaki<br />
en büyük eğlence, sadece bir sinema<br />
filmine gitmek olan milyonlarca insan<br />
var. Sinema, orada insanların hayata<br />
tutunma nedenleri. Bu yüzden bir filmin<br />
içinde sadece dram olmuyor. Mutlaka<br />
komedi ile destekleniyor. Filmlerin sonu<br />
genellikle mutlu bitiyor ve insanlara<br />
umut aşılıyor. Zaten kültürlerinde büyük<br />
yere sahip olan müzikleri filmlerde de<br />
bolca görmek insanları sevindiriyor.<br />
Hatta müzik piyasası tamamen sinema<br />
sektörü ile bağlantılı çalışıyor. Bir film<br />
piyasaya çıkmadan önce filmin içindeki<br />
müzikler klip olarak yayınlanıyor. Ünlü<br />
oyuncular, bu kliplerde playback yaparak<br />
dans ediyor. Ancak şarkıyı söyleyen<br />
şarkıcının yüzü ne kadar o sırada görünmese<br />
de hak ettiği değer veriliyor. Ödül<br />
törenlerinde hem müzikleri yapanlar,<br />
seslendirenler hem de koreografiyi<br />
hazırlayanlar ödüllendiriliyor.<br />
Bollywood filmlerini, özellikle moraliniz<br />
bozuk olduğunda, hayata karşı umutsuz<br />
hissettiğiniz zamanlarda izlemenizi tavsiye<br />
ederim.<br />
Tekrar Aamir Khan’a ve Secret Superstar’a<br />
dönecek olursak… Filmde, Insiya (Zaira<br />
Wasim) adlı şarkıcı olmak isteyen genç<br />
bir kızın yaşadıkları anlatılıyor. Sesini,<br />
şarkılarını dünyaya duyurmak isteyen<br />
Insiya’nın en büyük destekçisi annesi.<br />
Fakat bir gün babasının gitarını bulmasıyla<br />
her şey değişiyor. Kızının şarkıcı olmasını<br />
istemiyor. Ancak Insiya müzik yapmak<br />
konusunda kararlı olunca olaylar zinciri<br />
başlıyor. Genç kız peçe takıp yüzünü<br />
gizleyerek çektiği videolarını YouTube’a<br />
yüklüyor. Bu aşamada Insiya’ya beklediği<br />
destek Shakti Kumar’dan (Aamir Khan)<br />
geliyor.<br />
Aamir Khan’ın öne çıkan filmlerinden<br />
bazıları şöyle:<br />
3 İdiots (3 Aptal): Hindistan’ın en iyi mühendislik<br />
üniversitelerinden birinde okuyan<br />
3 öğrencinin dostlukları ve hayatları<br />
anlatılıyor. Eğitim sisteminin eleştirildiği<br />
filmin, Bollywood’un uluslararası alanda<br />
tanınmasında büyük katkısı var.<br />
Aamir’in bu filmde üniversite öğrencisini<br />
canlandırırken gerçekte 44 yaşında olması<br />
da ayrıca ilginç bir not.<br />
Lagaan (Vergi): 3 saat 44 dakika yerinize<br />
çakılmanıza neden olacak 2001 yapımı, ‘En<br />
İyi Yabancı Film’ Oscar adaylığı olan yapım,<br />
yerli halkın İngilizlerin sömürgesine karşı<br />
örgütlenmesini anlatıyor. Kriket maçı ile<br />
İngilizlere meydan okunuyor. Aamir, ikinci<br />
eşi Kiran Rao ile bu filmin çekimlerinde<br />
tanıştı.<br />
PK: Hindistan’a araştırma için gelen uzaylı<br />
PK, daha önce kimsenin sormadığı sorular<br />
sorar. İnsanları sömüren din adamlarının<br />
eleştirildiği film nedeniyle Aamir’in çok fazla<br />
tehdit edildiği iddia ediliyor. 3 İdiots’da<br />
beraber çalıştığı yönetmen Rajkumar Hirani<br />
ile ikinci çalışması olan bu film, en farklı ve<br />
etkileyici filmlerden biri.<br />
Rang De Basanti (Onu Sarıya Boya)<br />
: Gençlerin kendi toplumlarına nasıl<br />
yabancılaştığının anlatıldığı film, aslında
tarih bilincine karşı büyük bir eleştiri<br />
içeriyor. 5 yakın arkadaşın bazı gerçeklerin<br />
farkına vardıktan sonra ülkeleri<br />
için yaptıkları fedakarlığı anlatıyor. Film,<br />
Hindistan’da birçok soruna tepki gösterme<br />
şeklini temsil ediyor. Protestolar<br />
filmdeki gibi yapılıyor.<br />
Taare Zameen Par (Yerdeki Yıldızlar):<br />
2007 yapımı filmin yapımcılığını,<br />
yönetmenliğini ve başrol oyunculuğunu<br />
Aamir Khan üstleniyor. Disleksi<br />
rahatsızlığı olan Ishaan Awasthi<br />
(Darsheel Safary) çevresi ve ailesi<br />
tarafından tembel, sorunlu olarak görülüyor<br />
ve yatılı okula veriliyor. Burada<br />
resim öğretmeni Ram Shankar Nikmbh<br />
(Aamir Khan) öğrencisinin aslında ne<br />
büyük bir yeteneği olduğunu keşfediyor.<br />
Film, IMDB’nin ‘En İyi 250 Film’ listesinde<br />
yer alıyor.<br />
Dangal: Maddi imkansızlıklar nedeniyle<br />
çok sevdiği güreşi bırakmak zorunda<br />
kalan Mahavir Singh Phogat (Aamir<br />
Khan), güreş öğretebileceği bir erkek<br />
çocuğu olmayınca iki kızını müsabakalara<br />
hazırlamaya başlıyor. Babita Kumari<br />
ve Geeta Phogat, gece gündüz demeden<br />
tüm köylünün dalga geçmelerine rağmen<br />
antrenmanlarına devam ediyorlar. Gerçek<br />
hikayeden uyarlanan filmde, Geeta,<br />
2010 Commonwealth Oyunları’nda altın<br />
madalya kazanarak bu dalda ödül kazanan<br />
ilk kadın güreşçi oldu. Kız kardeşi<br />
Babita da gümüş madalyayı kazandı.<br />
Filmde, kadınların her türlü zorluğa<br />
rağmen neleri başarabilecekleri etkileyici<br />
bir şekilde anlatılıyor.<br />
Bu arada, Khan’ın film için kısa sürede<br />
20 kilo alıp geri vermesinin videolarını<br />
izlediğinizde çekimlerin çok da kolay<br />
yapılmadığını anlayacaksınız.<br />
Ghajini: Kafasına aldığı bir darbe nedeniyle<br />
her 15 dakikada bir yaşadıklarını<br />
unutan Sanjay Singhania, Hindistan’ın<br />
en büyük GSM operatörlerinden birinin<br />
sahibidir. Hayatına devam edebilmek için<br />
sürekli fotoğraf çeker ve yapması gerekenleri<br />
unutmamak için vücuduna notlar<br />
yazar. Sanjay’ın durumu tıp öğrencisi<br />
Sunita’nın ilgisini çeker ve daha fazla bilgi<br />
alabilmek için Sanjay ile tanışır. Gerçekleri<br />
öğrenir. Yönetmenliğini A.R. Murugadoss<br />
‘un üstlendiği filmin kadrosunda Aamir<br />
Khan, Asin, Jiah Khan ve Pradeep Singh<br />
Rawat yer alıyor.<br />
Aamir Khan hakkında kısa kısa:<br />
-14 Mart 1965 yılında Hindistan’ın Mumbai<br />
şehrinde doğdu.<br />
-Sinema kariyerine çocuk yaşta amcası<br />
Nasir Hussain’in filmi Yaadon Ki Baaraat<br />
(1973) ile adım attı.<br />
-Khan, ilk uzun metrajlı filmi Holi (1984)<br />
ve arkasından trajik aşk filmi Qayamat Se<br />
Qayamat Tak (Kıyametten Kıyamete) (1988)<br />
ile başarısını kanıtladı.<br />
-Dört Ulusal Film Ödülü ile yedi Filmfare<br />
Ödülü kazandı.<br />
-Hindistan Hükümeti tarafından 2003<br />
yılında Padma Shri ve 2010 yılında Padma<br />
Bhushan olarak onurlandırıldı.<br />
-30 Kasım 2011’de ve 2014’de UNICEF Ulusal<br />
Barış Elçisi seçildi.<br />
-2001 yılında kendi adını taşıyan film<br />
prodüksiyon şirketini kurdu. İlk filmi<br />
Lagaan (2001) ile Akademi Ödülleri’nde<br />
En İyi Yabancı Dil Film kategorisine aday<br />
gösterildi.<br />
-Sinemaya yön vermesinin yanı sıra<br />
yardımsever kimliği ile de tanınan Aamir<br />
Khan, Satyamev Jayate (Doğru Her Zaman<br />
Kazanır) televizyon programı ile Hint<br />
toplumunda bazıları politik krize dönüşmüş<br />
çeşitli sosyal problemlere çözüm aramaya<br />
devam ediyor.<br />
-İlk evliliğini Reena Dutta ile 1986 yılında<br />
yapan Khan’ın bu evliliğinden Junaid (oğlu)<br />
ve Ira (kızı) isimli iki çocuğu var. 2002<br />
yılında boşanan Khan 2005 yılında Yönetmen<br />
Kiran Rao ile evlendi. Bu evliliğinden<br />
Azad isimli bir oğlu oldu.<br />
Not: Ben bu satırları yazarken Aamir<br />
Khan, Kültür Bakanlığı’nın davetlisi olarak<br />
Türkiye’ye geleceğini açıkladı. Türk hayranlar<br />
bir kez daha amaçlarına ulaştı!
HER ROLE KENDiM<br />
Suzan Aksoy’un<br />
farklı bir oyunculuk<br />
enerjisi olduğunu<br />
düşünüyorum,<br />
dramı ve mizahı<br />
iyi harmanlıyor<br />
bünyesinde.<br />
SUZAN<br />
AKSOY
DEN BiR PARÇA KOYARIM<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n Suzan Aksoy’un farklı bir<br />
oyunculuk enerjisi olduğunu<br />
düşünüyorum, dramı ve<br />
mizahı iyi harmanlıyor<br />
bünyesinde. Özellikle uzun soluklu olduğu<br />
için Çemberimde Gül Oya dizisindeki rolünü<br />
çok sevmiştim. Çılgın, farklı bir rolde olmasa<br />
bile onu farklılaştırmayı bilen oyunculardan<br />
kendisi.<br />
Cenaze İşleri filmindeki rolünüzü<br />
öğrenelim öncelikle... Nasıl bir karakteri<br />
canlandırıyorsunuz?<br />
Ben filmde Orhan’ın annesini oynuyorum.<br />
Biraz işitme kaybı ve demansı var. Heyecanlı,<br />
hemen her şey bir anda olsun isteyen, hayat<br />
dolu eve enerjik bir anneyi canlandırıyorum.<br />
Sizin açınızdan çekimler nasıl geçti? Set<br />
ortamı nasıldı?<br />
Bütçesi kısıtlı olmasına rağmen yapımcıların<br />
oyuncularla olan tavırları inanılmaz zarifti.<br />
Benim bir dediğim iki olmadı. Bu bütün<br />
setlerde olması gereken bir durumdur ama<br />
zaten maalesef biz de öyle olmuyor. Sette<br />
oyuncu olduğumu hissettim, iyi ki oyuncu<br />
olmuşum diyorsunuz bir kez daha. Ben hepsine<br />
çok çok teşekkür ediyorum.<br />
Canlandırdığınız karakter size ne kadar benziyor?<br />
Bana benzemiyor. Annelik anlamında oğluna<br />
olan düşkünlüğü benziyor. Ressamın tablosunu<br />
renklerinden anlarsınız, onun küçük<br />
bir imzası vardır. Oyuncuda da şöyle bir şey<br />
vardır. Kendinizden bir parça koyduğunuz,<br />
kattığınız zaman artık o sizin olur Muhakkak<br />
her role kendimden bir parça koyarım.<br />
İnsan her şeyi içinde barındıran bir yaratık.<br />
iyiyi, kötüyü, dahiliği, hırçınlığı, mutluluk ve<br />
mutsuzluğu… Hepsinden bir parça var ama<br />
birebir oğluna olan sevgisi, benim de oğluma<br />
olan sevgim…<br />
Role nasıl hazırlandınız?<br />
Artık öyle özel bir şeyler yapmıyoruz. Biraz<br />
kendimden, biraz annemden aldım. Mesela<br />
yapımcımız Serpil (Altın) hanımın annesiyle<br />
tanıştık, onda hafif bir demans olduğunu<br />
gördüm. Çok tatlı bakıyordu, enerjik hayat<br />
dolu bir kadındı. Anlık şeyler ve hafızamızda<br />
alışkanlık haline gelmiş olan gözlemlediğimiz<br />
şeylerin ortaya çıkmasıyla oluyor.<br />
Film vizyona girince nasıl bir ilgi görür sizce?<br />
Bence görecektir diye düşünüyorum öyle bir<br />
his var içimde. Herke canla başla çalıştı ve<br />
samimi bir film oldu. Seyirci samimi olan her<br />
şeyi seviyor, kendisinden bir parça buluyor.<br />
‘mış’ gibi yapmadık, gerçekten yaptık. Ben<br />
seyircinin bu anlamda ortaya çıkarılmış filmleri<br />
sevdiğini düşünüyorum. Ben kendi adıma<br />
alnımızın akıyla güzel bir işin içinde olmuş<br />
olmaktan doları çok mutluyum. Ne kadar çok<br />
kişiye ulaşırsa o kadar mutlu olurum.<br />
Türk komedi filmleriyle ilgili son dönemlerdeki<br />
değerlendirmeler, “vasat” olduğu yönünde.<br />
Sizin görüşünüz nedir?<br />
Katılıyorum. Komedi denince daha çok tip<br />
komedisine yöneliniyor. Halbuki komedi<br />
biraz daha işlenmesi gereken, dramatürjisi<br />
güçlü olması gereken bir tür. Sadece tiplere<br />
yöneldiği zaman olmuyor, ben gülemiyorum.<br />
Antipatik de geliyor bana. Seyirci zaman<br />
zaman hoşlanıyor. Ben sulu zırtlak, belden<br />
aşağı komediden hoşlanmıyorum. O yüzden<br />
Şevkat Yerimdar’ı seviyorum. Filmin bütünü<br />
bozmayan bir mizah algısı var dizide.<br />
Altın Portakal’da ‘Ulusal Yarışma’ kategorisinin<br />
kaldırılmasıyla ilgili ne<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Bu Altın Portakalla sınırlı kalmayacak gibi<br />
geliyor. Yerli filmler olmazsa bir festival nasıl<br />
kendini ifade edebilir ki? Sinemanın, tiyatronun<br />
önü kesilir, heykeller aşağı indirilir, resim<br />
umursanmazsa, opera ve bale neredeyse<br />
kalkarsa o zaman çok kötü olur işte. Umarım<br />
yetkililer sanatın değerini çok çabuk anlarlar.<br />
Çünkü sanat bir anlamda yabancı<br />
ülkelere karşı etkiyle kullanabileceğiniz bir<br />
silah etkisi de taşır. Halk eğitim oyunları
kaldırılmış ilkokullarda, bunlar iyi şeyler<br />
değil. Kaldırdığın şeyin yerine bir şey<br />
koyamıyorsan da olmaz. Ya da sadece bina<br />
koyarak olmaz, dışarıya açılınmaz. Müteahhitlik<br />
bir sanat değil. O yüzden çok üzülüyorum.<br />
Birçok oyuncu dizi sektöründe artık rol<br />
almasının zor olduğunu söylüyor. Dizi sektörüyle<br />
ilgili sorunlar yıllardır konuşuluyor,<br />
ancak bir sonuç alınamıyor, hatta bu<br />
sürede önemli sayılacak genç izleyici kitlesi<br />
yabancı dizilere yöneldi, bu durumu nasıl<br />
değerlendirirsiniz?<br />
Bence izlenmiyor değil ama tekrar var. Aynı<br />
konularda diziler bütün kanallarda oynuyor.<br />
Yaratıcı, kendi doğal yaratıcılığınızda, özgün<br />
olmadığınız sürece yer bulamıyorsunuz.<br />
Belki bir tanesi reyting rekorları kırıyor<br />
Ama diğerleri çakılıyor, bunun gibi. Bakış<br />
açıları farklı gençlerin. Benim oğlum beni<br />
sever oyunculuğumu beğenir ama izlemeye<br />
gelince izlemiyor. Yabancı dizi ben de izliyorum<br />
gerçi. Vakit yakalarsam durmaksızın<br />
hem de. Çünkü izletiyor orijinal hikayeler<br />
çünkü. Ya ad çok büyük fantastik hikayeler,<br />
ama o kadar gerçek ki… Biz hayallerimizi<br />
kısıyoruz. Ya da yaptığımız işleri yeterince<br />
önemsemiyoruz. Neredeyse bütün diziler<br />
yurtdışından adaptasyon.<br />
Komedi alanında en iyi oyunculardan birisiniz,<br />
ancak komedi içerisinde mizahi unsuru<br />
da barındıran bir branş. Ancak son<br />
zamanlarda mizah yönünde bir kuraklık söz<br />
konusu. Bunun sebebi sizce nedir?<br />
Komedinin en büyük özelliği sahici olması.<br />
Drama’da da önemli. Dramada kamufle<br />
edebilirsin ama komedide edemiyorsun.<br />
Bir de senarist yazıyor, mesela doktorlarla<br />
ilgili komik bir şey koyuyor hemen itiraz<br />
geliyor biz öyle miyiz diye? Bu da onu geri<br />
plana itiyor. Bazen oyuncunun kendisi ilham<br />
kaynağı olur yazarlara. Kara mizah ise kendi<br />
içinde bir harmandır. Kelime oyunlarıyla,<br />
bir yerlere atıfta bulunmasıyla… çok zekice<br />
senaryolar çıkabilir ortaya, eleştiriler<br />
yapılabilir.<br />
Koyu bir Fenerbahçe taraftarısınız. Fenerbahçe<br />
ve Beşiktaş tribünlerinde yoğun<br />
olarak Mustafa Kemal Atatürk tezahüratları
duyuluyor. Bu psikolojiyi bir oyuncu olarak<br />
nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
Ben Fenerbahçeliyim ama yüreğim<br />
Beşiktaş’ta da atıyor. Atatürk tezahüratları<br />
elbette yapılır, heykellerine zarar veriyorlar.<br />
Onu kırabilir, dökebilirsin ama insanların<br />
yüreğinden atamazsın ki. Bu sesler tepki sesleridir.<br />
Oyuncular Sendikası’na da üyesiniz. Eskiden<br />
Yeşilçam’da starlar sendikalaşıp,<br />
grevlere çıkardı. Şimdilerde bu duruma<br />
pek rastlamıyoruz. Oyuncular açısından<br />
değerlendirirseniz, neden?<br />
80’lerden sonra ülkenin gidişatı değişmeye<br />
başladı. Kenan Evren’le birlikte sendikalar<br />
yasaklanmaya başladı. Sivil toplum örgütü<br />
diye bir şey kalmadı. Giderek daha da<br />
ağırlaşan bir hal aldı. Sanata dair ne varsa bu<br />
ülke bu işi beceremedi. Ülke diyorum sadece<br />
hükümetlerin işi değil bu. Halkın da sahip<br />
çıkması gerekiyor.<br />
En sevdiğiniz oyun<br />
Tennessee Williams’ın bütün oyunlarını çok<br />
severim. Bu sezon yazarın Sırça Kümesi’ni<br />
oynayacağız.<br />
En sevdiğiniz şarkı<br />
Eskilerden severim Mesela Işıl Yücesoy’u.<br />
En sevdiğiniz insan<br />
Oğlum<br />
En beğendiğiniz film<br />
Çağan Irmak’ın Ulak ile Babam ve Oğlum<br />
filmleri<br />
En beğendiğiniz oyuncu<br />
Gençlerden söyleyeceğim. Çağatay Ulusoy,<br />
Kıvanç Tatlıtuğ ve Aras Bulut İynemli…<br />
En çok rahat ettiğiniz yer<br />
Caddebostan<br />
Yapmaktan en çok keyif aldığınız şey<br />
Oğlumla kahvaltı etmek, başka bir şehirde<br />
yaşıyor gelince keyifle kahvaltı ediyoruz,<br />
akşam yemeği yiyip, biraz içiyoruz.<br />
Eklemek istedikleriniz...<br />
Ben insanları ve hayatı seviyorum. Kimsenin<br />
örselenmeden, ayrıştırılmadan,<br />
farklılaştırılmadan barış içinde yaşamasını<br />
istiyorum. Geriye gitmekten korkmuyorum,<br />
bu ülke bize altın tabaklarda verilmedi, kanla<br />
alındı. O yüzden ülkem için sonuna kadar<br />
kalırım.
DÜNYA<br />
KOCAMAN<br />
BİR SAHNEDİR<br />
FIRAT SAYICI<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Bu ay konuğum, kısa<br />
film yönetmeni Kadir<br />
Erman. Kırık Kanatlar<br />
isimli yaratıcı ve başarılı<br />
bir film çeken Erman<br />
sorularımızı yanıtladı. İyi<br />
okumalar...<br />
Bu ay konuğum, kısa film yönetmeni<br />
Kadir Erman. Kırık Kanatlar<br />
isimli yaratıcı ve başarılı bir film<br />
çeken Erman sorularımızı yanıtladı. İyi<br />
okumalar...<br />
Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />
misin?<br />
1991 Mardin Kızıltepe ilçesi<br />
doğumluyum. Lise eğitimini<br />
Kızıltepede tamamladım. 2010 yılında<br />
Güneydoğuya gelen dizi ve sinema<br />
ekiplerinden etkilenerek, Halil ibrahim<br />
çevik ile Velit Ataklı arkadaşlarla<br />
sinema sektörüne girdik. Bağımsız film<br />
atölyelerde sinema eğitimleri aldım.<br />
Bu eğitimler daha çok senaryo ağırlıklı<br />
derslerden oluşuyordu. Bir çok kısa<br />
film reklam dizi setinde bulundum farklı<br />
görevler aldım. 2017 de “Kırık Kanatlar”<br />
filmini çektim.<br />
Biraz Kırık Kanatlar’dan ve onu çekme<br />
nedenlerinden bahseder misin?<br />
Robin, Onbeş yaşında güvercinlerle vakit<br />
geçirmeyi seven biridir. İsmail amca<br />
keklik avcılığı yapıyor ve oğlunun güvercinlerle<br />
zaman geçirmesine karşıdır.<br />
Babanın bu duruma karşı çıkması,<br />
baba ve oğul çatışmasına döner. Aynı<br />
zamanda Babanın gizlediği şey, oğulda<br />
açığa çıkıyor. Film senaryosu 3 ayda<br />
tamamlandı. Eski Mardin köhne bir<br />
mekanda çekimlere başladık, 4 gün<br />
sürdü Hava şartları bizi çok zorladı<br />
filmde sıcak renkler var belli olmuyor<br />
ama çekim almadan önce kar yağmıştı<br />
ve çok soğuktu.Bayan oyuncu bulmak<br />
epek zaman almıştı. Hikaye yardımcı<br />
yönetmenim Velit Ataklı ya aitti. Küçükken<br />
babası keklik avcılığı yapıyordu,<br />
onun horozunu kesip ona yedirince<br />
kendisinde en çok üzüldüğü anı olarak<br />
kalmış. Senaryo gelirştirme süreceni<br />
Eser Bozan, Roza Erizin hocamızla<br />
sağolsunlar fikir üzerine beraber zaman<br />
geçtirdik. Aslında filmde anlatılan keklik<br />
ve güvercin metaforik simgedir. Asıl<br />
neden aile ilişkilerin ne kadarda uzak ve<br />
soyut hale gelmesiydi.<br />
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli
ve yabancı yönetmenler<br />
kimler?<br />
Tarkovski, Angelopoulus,<br />
Bergman,<br />
Ozu, Bresson,<br />
Ray’dir. Sinema anlayışını yeni dalga, İtalyan<br />
yeni gerçekçilik, devrim sonrası İran Sineması, ile<br />
ve özellikle Asgar ferhadi, Abbas Kiarostami ile<br />
ilişkilendirmek mümkündür. Yerli sinemacılardan<br />
Tolga karaçelik, Emin Alper, Nuri Bilge Ceylan<br />
takip edilmesi gereken yönetmenlerdir.<br />
Edebiyatçılardan ise Çehov ve Dostoyevski dir<br />
Bazıları film yapar, bazıları ise sinema. Bu kişiler<br />
de sinema yapıyor. Ben de sinema yapmayı seviyorum,<br />
film değil. Bir film çektiğimde, Fransız da,<br />
İspanyol da, Arjantinli de beni anlasın istiyorum.<br />
Tabii bunu Kürtçe yapmak istiyorum. Kürtçe benim<br />
anadilim ve bende annemin tarafındayım.<br />
Senin için kısa film nedir?<br />
‘Kısa’ filmlerin anlatma biçimi değil, bir duadır.<br />
Kendinimizi başkalarına anlatabilmek için en iyi<br />
araçtır. Aynı zamanda insanın vücud dilidir. Bütün<br />
filmler, bir gerçeklikten yola çıkılarak yapılıyor.<br />
Benim bir geçmişim var, ait olduğum bir kültür, bir<br />
dili konuşuyorum ve o dilin çerçevelediği bir ülke<br />
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />
yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />
Sıkıntılı bir konu. Fonlar var ama son derece<br />
yetersiz kalıyor. Çok kısa filmci de bir şekilde bir<br />
yerlerden finasman toplayıp, kendi imkanlarıyla<br />
filmini çekiyor. Festivallerde Bir film birinci olur,<br />
bir başkası ikinci bir başkası da üçüncü, oysa<br />
10 film vardır orada. Finalist filmlerin tümüne<br />
verilecek olan para ödülleri paylaştırılmalı,<br />
tekrar bir derecelendirme yapılmalı ya da derecelendirme<br />
sistemi olduğu gibi kalır. Festivallerde<br />
finalist olan tüm filmlere telif ödenir.<br />
Sonuçta kısa film çeken insanlar zor şartlar<br />
altında üretim yapıyorlar ve festivaller dışında<br />
başka gösterecek kısa film sinemalarımızda yok<br />
bu konuyla ilgili yeniden yapılandırmaya ihtiyaç<br />
vardır.<br />
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />
Bekleyen bir hikayemiz var. Üzerine çalışıyoruz<br />
kısa film senaryoya dönüştürmek için.<br />
Sonrasında fonlama başvuruları söz konusu<br />
olamaz, çünkü bu filmin içeriği politik kimliğe<br />
ihtiyaç vardır. Bu demek ki proje uygun görülmez<br />
yada diskalifiye edilir. Yapımcı bulmasak<br />
eğer gerekirse kendi imkanlarımızla mutlaka bu<br />
filmi çekeceğiz. Umut iyi bir şeydir, Belki de en<br />
iyisi ve iyi şeyler asla ölmez “Ne olursa olsun<br />
sonu muhteşem olacak”.
SİNEMANIN BAĞIMSIZ<br />
KRALİÇESİ<br />
Uzun zamandır inişli çıkışlı<br />
bir kariyere sahip olan<br />
Jennifer Jason Leigh bu<br />
ay Good Time filmiyle<br />
karşımıza gelecek. İnişli<br />
çıkışlı bir kariyer desek de<br />
onun kabiliyetinden kimse<br />
şüphe edemez.<br />
JENNIFER<br />
JASON<br />
LEIGH<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Jennifer<br />
Jeson Leigh<br />
oyunculuk<br />
hayatına genç<br />
yaşta 1970’lerdeki<br />
birkaç<br />
televizyon<br />
gösterisinde<br />
konuk oyunu<br />
olarak başladı. Şekiz yaşında<br />
başlayan bu kariyerin hala devam<br />
etmesi oyuncunun kabiliyetinde<br />
yatıyor. 1982 yılında Fast Times<br />
at Ridgemont High filmiyle çıkış<br />
yapan sanatçı 1991 yılında Alev<br />
Kapanı filmiyle Robert De Niro<br />
ve Kurt Russell ile başrol oynadı.<br />
Ardından 1993’te Kısayol adlı<br />
komedi-drama filminde oynadı ve<br />
bu film ile Altın Küre’nin o dönem<br />
verdiği özel ödül olan En İyi Oyuncu<br />
Kadrosu ödülünü diğer oyuncularla<br />
beraber kazandı. 1994’te Coen<br />
kardeşlerin Bir Şirket Komedisi<br />
filminde oynadı. Aynı yıl oynadığı
Parker and the Vicious<br />
Circle filminde şair Dorothy<br />
Parker’ı canlandırdı ve Altın<br />
Küre’de adaylık elde etti.<br />
Leigh 2002’de Tom Hanks ile<br />
Azap Yolu filminde buluştu.<br />
2004 ise Makinist filmindeydi.<br />
2015’de Anomalisa adlı animasyonda<br />
seslendirme yaptı.<br />
Leigh en bilinen ve kendisine<br />
önemli ödül ve adaylıklar getiren<br />
rolünü ise Tarantino’nun<br />
The Hateful Eight filmiyle<br />
kaptı. Leigh bu film ile Altın<br />
Küre, BAFTA ile Akademi<br />
adaylığını En İyi Yardımcı<br />
Kadın Oyuncu kategorisinde<br />
elde etti. Leigh Hollywood,<br />
Kaliforniya’da doğdu. Babası<br />
Vic Morrow oyuncuydu ve<br />
annesi Barbara Turner bir<br />
senaristti. İki yaşındayken<br />
anne ve babası boşandı.<br />
Leigh’in doğum adı Jennifer<br />
Leigh Morrow’dı. Bir aile<br />
dostu oyuncu Jason Robards<br />
onuruna baba adını “Jason”<br />
olarak oyunculuk hayatının<br />
başlarında değiştirdi. Jason<br />
Leigh ilk yazarlık ve yönetmenlik<br />
deneyimini Alan<br />
Cumming ile birlikte 2001<br />
yılında The Anniversary Party<br />
filmiyle yaşadı. Bu ikili aynı<br />
zamanda filmde oynarken<br />
film eleştirmenlerden karışık<br />
yorumlar aldı. Ardından<br />
2005’de Rag Tale adlı filmin<br />
senaryosunda yönetmen<br />
Mary McGuckian’a birçok<br />
ünlü ile beraber yardım etti.<br />
2010’da Greenberg filminde<br />
yönetmen Noah Baumbach<br />
ile beraber hikâyeyi yazdı.<br />
Film eleştirmenler tarafından<br />
beğenildi.
RYAN GOSLING<br />
BAKIŞLIM<br />
Ryan Gosling her oynadığı<br />
filme neredeyse bağımsız<br />
damgasını vurduran bir isim.<br />
Kendisini bu ay Blade Runner<br />
2049 filminde K rolüyle<br />
karşımıza çıkacak..
BANU BOZDEMİR<br />
n Ryan Gosling, 12 Kasım<br />
1980 tarihinde Kanada‘da<br />
doğdu. Tam adı Ryan Thomas<br />
Gosling’dır. 12 yaşındayken<br />
The Mickey Mouse Club<br />
adlı dizideki başarılı<br />
performansıyla dikkatleri<br />
üzerine topladı. Ardından<br />
Breaker High, Young Hercules<br />
gibi dizilerde oynadı. Canlandırdığı The Believer<br />
adlı filmiyle tanındı. Denzel Washington ile birlikte<br />
Unutulmaz Titanlar (Remember the Titans) filminde<br />
yer aldı.<br />
2002 yılında “Murder by Numbers /Adım Adım<br />
Cinayet” adlı sinema filminde Sandra Bullock ile<br />
birlikte, 2004 yılında “The Notebook / Not Defteri”<br />
filminde başrolde Rachel McAdams’la 2007<br />
yılında da “Cinayet Gecesi” filminde Anthony<br />
Hopkins ile beraber başrolde oynadı.<br />
Sinemaya 3 yıl ara verdikten sonra 2010‘da Blue<br />
Valentine filmiyle dönüş yaptı. 2012‘de The Place<br />
Beyond the Pines filminde Bradley Cooper ve<br />
Eva Mendes gibi oyuncularla çalıştı. 2012 yılında<br />
“Gangster Squad / Suç Çetesi” adlı filmde Josh<br />
Brolin, Ryan Gosling, Sean Penn, Nick Nolte,<br />
Emma Stone, Anthony Mackie, Giovanni Ribisi,<br />
Michael Peña ve Robert Patrick rol aldı.<br />
Sonra sırasıyla Büyük Açık, İyi Adamlar, Aşıklar<br />
Şehri, Weightless filmlerinde rol aldı. Kendisini<br />
bu ay Blade Runner 2049 filminde K rolüyle<br />
karşımıza çıkacak..
BİZİM<br />
HİKAYE<br />
Shameless dizisinin<br />
Türkiye uyarlaması<br />
olan Bizim Hikâye Fox<br />
Tv ekranlarından izleyici<br />
ile buluşmaya<br />
başladı...<br />
NERGİZ KARADAŞ<br />
ÇAKMA GALLAGHER<br />
ELİBOL AİLESİ<br />
DİZİFUN<br />
Shameless dizisinin Türkiye uyarlaması olan<br />
Bizim Hikâye Fox Tv ekranlarından izleyici ile<br />
buluşmaya başladı. Her ne kadar tam olarak<br />
uyarlama daha çok esinlenme gibi dursa da meraktan<br />
mıdır bilinmez oldukça ilgi gördü. Başrollerinde Hazal<br />
Kaya (Filiz), Burak Deniz (Barış), Reha Özcan (Fikri),<br />
Yağızcan Konyalı (Rahmet), Nejat Uygur (Hikmet),<br />
Zeynep Selimoğlu (Kiraz), Alp Akar (Fikret), Ömer<br />
Sevgi (İsmet) ve Nesrin Cavatzade’nin (Tülay) yer<br />
aldığı dizide bu ekibe daha bir çok oyuncu eşlik ediyor.<br />
Dizinin konusu, dünya çapında çok sayıda takipçisi<br />
olan Amerikan dizisi Shameless’a benrzer olarak<br />
şehrin yoksul semtlerinden birinde yaşam mücadelesi<br />
veren bir ailenin hikâyesinden temellenerek<br />
şekilleniyor. Shammeless’ın cesur senaryosunun
yanında Bizim Hikâye’nin ülkemiz<br />
dinamikleri çerçevesinde<br />
şekillendirilmeye çalışılmış<br />
hikâyesi oldukça sönük kalsa da<br />
yine de izleyiciyi yakalayabilmiş<br />
görünüyor. Kaldı ki Shammeless’da<br />
ki çok sayıda cinsellik, alkol<br />
ve uyuşturucu içeren sahne<br />
düşünüldüğünde gündelik hayatta<br />
ilişkin hikâyede yapılan değişiklikler<br />
zaruri duruyor. Bununla birlikte<br />
uyarlama ve yerlileştirme çabasının<br />
bir araya gelmesi kimi zaman oldukça<br />
komik sonuçlar doğurabiliyor.<br />
Kendi adıma bunun benim için<br />
en iyi örneklerinden birisi sağlık<br />
sektörü ile ilişkili olmanın ötesinde<br />
çılgın seks hayatı ile gündemde<br />
olan Veronica karakterine karşılık<br />
bel fıtıkçı Tülay’ın koyulmasıdır.<br />
Tülay bizim ülkemize has bir<br />
olay ve hatta geyik olan bel fıtığı<br />
tedavisi için duvarlara numara<br />
yazdırmakta ve eşi kıskanç olduğu<br />
için de sadece kadın hastalara<br />
bakabilmektedir. Veronica’nın seksi<br />
yanları Tülay’da eşine cilve olarak<br />
hayat buluyor. Veronica’nın barmen<br />
eşinin yerini Tülay’ın çaycı eşi alıyor ve Fikri onun<br />
el altından verdiği biralarla her gün sarhoş oluyor.<br />
Dizideki ortak noktalar karakterler, çocuk sayısı,<br />
çocukların kimi özellikleri, babanın alkolik ve annenin<br />
terk etmiş olması, filiz ve iki kardeşinin evin<br />
giderlerini karşılayabilmek için sürekli çalışmaları<br />
ve çabalamaları, kardeşlerine hem anne hem<br />
de baba olmaya çalışan abla Filiz karakteri<br />
ve ona âşık yasa dışı işler yapan bir erkeğin<br />
yanı sıra bir de polisin olmasıdır. Tabi bu benzerlikler<br />
de kendi içerisinde farklılıklar taşıyor.<br />
Shammeless’ın sorumluluklarının bilincinde<br />
kendini kardeşlerine adamış ama bir yandan da<br />
uçuk yanları olan Fiona’dan çok daha soft ve<br />
geleneksel bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.<br />
Fiona’nın sınır tanımayan yanının aksine Filiz<br />
gecenin bir yarısında bir parkta örtü serip üzerinde<br />
uyumak zorunda kaldığı Barış’ı sınırlarını bilmesi<br />
noktasında oldukça net uyarıyor ya da daha<br />
önemlisi mahallelinin ne diyeceğini önemsediği<br />
anlar oluyor. Shammeless’da kardeşlerden<br />
eşcinsel Ian, Bizim Hikâye’de Hikmet karakterinde<br />
hayat buluyor. Karakter yine ülkemiz<br />
koşullarına göre karakterize ediliyor. Eşcinsel<br />
olması kabul edilemeyeceğinden bir markette<br />
çalışan Hikmet patronunun eşine platonik<br />
âşık bir genci canlandırıyor. Zira bu daha<br />
kabul edilebilir görülüyor demek ki. Kadının<br />
kocasının kötü ve şiddet eğilimleri olan bir karakter<br />
olması Hikmet’in hikâyesinde olacakları<br />
meşrulaştıracakmış gibi duruyor.<br />
Evet, burada değindiğim birkaç örneğe ek<br />
olarak daha birçok benzer ve farklı yanlarıyla<br />
izleyiciyle buluşan, izlenme oranları da hiç fena<br />
olmayan Bizim Hikaye’nin ekran yolculuğu ne<br />
olur şimdiden bir şey demek güç ama bu sezon<br />
bizimle olacak gibi görünüyor. Kendi kendime<br />
uyarlama olduğunu unut!!! Kendi iç dinamikleriyle<br />
izlemeye çalış. Bakalım ne olacak diyorum.<br />
Belli mi olur belki o zaman sevebilirim. Olmadı<br />
siz de öyle yapmayı deneyin. Diğer türlüsü<br />
daha zor olabilir.
EPISODE<br />
ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />
Gypsy, Naomi Watts’ın göz alıcı<br />
oyunculuğu, derinlikli ve farklı bir<br />
tempoda ilerleyen olay akışı ile seyircisini<br />
tam anlamıyla ikiye bölüyor; diziye<br />
hayran olanlar ve Naomi Watts hatırına<br />
diziye katlanmaya çalışanlar. Yani en<br />
baştan belirtilmeli ki Gypsy tam anlamıyla<br />
‘meraklısına’ hitap eden ayrıksı bir metin.<br />
Kaldı ki kahramanın ideal beniyle gerçek<br />
beni arasında uçurumlardan zirvelere gitgelleri<br />
sahte ve gerçek çatışmasına hem sebep<br />
hem sonuç oluşturuyor. Haliyle görünür<br />
kılınan tüm çatışmaların kaynağı psikolojik<br />
olduğundan daha derinlikli bir izleme seyri<br />
talep ediyor. Somut çatışma kaynaklarına<br />
alışagelen izleyici için bu tür sorunlar tamamen<br />
uydurma ve/ya gereksiz gelebiliyor<br />
ve beğenmeyenler gerçekten niye böyle bir<br />
dizi yapılmış diye söyleniyorlar. Tam tersine<br />
her aksiyonun temelinde gizil kalmış<br />
örtük dürtüler olduğunu düşünenler içinse<br />
Gypsy çölde vaha bulmuş kadar büyüleyici<br />
ve gerçekçi geliyor, hayranlık ve heyecanla<br />
her bölümü kendi içlerinde tartışıyor, ikinci<br />
sezonu merakla bekliyorlar. Başkalarının<br />
hayatı üzerinden kendini bulmaya çalışan<br />
bir psikoloğun sanal bir kimlikle bazen<br />
kendinden çıkmaya çalışarak kendine<br />
ulaşmaya çalışması doğal olarak kimine<br />
saçma kimine ise müthiş bir mesele olarak<br />
görünüyor.<br />
Temel mesele şöyle özetlenebilir: Jean<br />
Holloway isminde bir terapist hastaları<br />
NAOMI WATTS’<br />
OJELi DERiN M
GYPSY kendine<br />
IN LACiVERT<br />
AVi DiZiSi<br />
bağımlı kılıyor ve kendisi de hastalara<br />
bağlanıyor. Tabii her bağımlılık gibi tehlikeli<br />
sonuçlara ilerleyen akışın her iki taraf<br />
(terapist/hasta, izleyici/metin) için de ‘tedavi’<br />
kapsamında gelişmesi ayrıca koskoca bir<br />
parantez olarak metnin çatışmasına müthiş<br />
boyutlar ve nefis bir temel kazandırıyor. Böylece<br />
baştan sona insan ruhunun yaşamın<br />
kurallarıyla çatışan yapısı bir psikolog gözünden<br />
test ediliyor, test eden psikolog olunca<br />
ve bu psikolog tüm hastalarından daha hasta<br />
ve yine de tedavi eden olduğundan soruların<br />
önemi ciddiyet kazanıyor elbette. Üst sınıf burjuva<br />
bir terapistin ilk bakışta klasik Amerikan<br />
rüyasını doğrulayan aile yapısı ve yüzeyden<br />
derine inildiğinde sıkıcı beyaz yakalı hikayesi<br />
olmaktan çok daha fazlasını söyleyen esrarengiz<br />
bir dizi olarak benzerlerinden sıyrılıyor.<br />
Çünkü esrarengiz oluşu olay akışından değil<br />
insanoğlunun karanlık yapısından filizleniyor,<br />
üstelik ana karakter terapist olunca mesele<br />
çok doğru ve zengin bir yerden kök bularak<br />
adeta mesajlarını aklıyor, doğruluyor ve<br />
kesinleştiriyor.<br />
Şifa vermesi beklenenin kendi karanlığına olan<br />
yolculuğu ve bu yolculuğun belki de mutlak<br />
doğruya çıkartan yol olarak gösterilmesi elbette<br />
şaşırtıyor. Kişi kendine ne kadar karşı<br />
koyabilir, kendine karşı koyabildiğin ölçü de<br />
iyi ve doğru mu olunur, kendinden kaçmak mı<br />
kendine doğru yürümek mi cesaret ister ve<br />
hangisi daha iyi insan olmak için takip edilecek<br />
anahtar kavramdır… Sorular zor, cevaplar<br />
ise seyirciyi de yüzleşmeye çağıran cinsten<br />
çetin şaşırtmacalar içeriyor. Örneğin kocası<br />
ve sekreteri ‘doğruluk mu’, ‘cesaret mi’ oyununu<br />
oynuyorlar. Hangisi hayatı daha anlamlı<br />
kılar, neye öncelik vermeli ve bu ikisi hep<br />
çekilmek ve/ya seçilmek zorunda mı? Böylesi<br />
zor soruları ikna eden ve yoldan çıkaran veya<br />
doğru yola sürükleyen değerlendirmeler<br />
eşliğinde derin psikolojik analizlerle gerekçeleyerek<br />
derdini anlatıyor.<br />
Yapman gerekene odaklanırsan gerçekten ne<br />
hissettiğini bilmeyen ve kendini bulamayabilen<br />
kişilikler masaya yatırılıyor dolayısıyla düzenli,<br />
güvenli ve sıkıcı bir yaşamdansa ölmeyi tercih<br />
edenlerle sürünmeyi seçenler (düzenin içinde<br />
var olmayı seçenler) arasında bir yerden
yaşam sorgulanıyor. Hayat epik bir oyun olmalı<br />
ve oyun şimdi başlamalı mı ya da büyük bir inkar<br />
mekanizmasıyla kişi kendini zaten mutlu olduğuna<br />
inandırmalı mı gibi neredeyse cevapsız konular<br />
şiddetli hesaplaşmalara sürüklüyor. Evli bir terapist<br />
yasaklı bir aşka yelken açarken kocasını bir kadınla<br />
aldatmayı kendisiyle yüzleşme ve buluşma gibi bir<br />
ayine dönüştürüyor ve haliyle ruhsal tansiyonu<br />
korkunç sınavlar veriyor. Öte yandan kişinin kendinden<br />
kaçışının imkansızlığı küçük kızı vesilesiyle<br />
büyüyen tehlike ve gelecek olarak küçük harflerle<br />
ancak derin bir etkiyle tekrarlanıyor.<br />
Bastırılan cinsel tercihlerinin kızı üzerinden çok<br />
daha güçlü bir şekilde yeniden doğması ve evinin<br />
hatta kalbinin, damarlarının ve geleceğinin içinden<br />
büyümesi oldukça cesur ve tamamen bu yüzyıla ait<br />
bir dil ve içerik oluşturuyor. Küçük kızı trans ya da<br />
lezbiyen olduğunu ima eden şeyleri çocuklara özgü<br />
doğallık ve bilinçsizlikle söylüyor. Böylece kendisinin<br />
bastırılmış ve gizlice yaşadığı cinsel tercihi<br />
evde büyüyor. Kendisine annesinin ve şimdi kendisinin<br />
kendine tam olarak tanımadığı cinsel tercih<br />
özgürlüğü için kızına izin vermeye çalışıyor. Müthiş<br />
bir bocalama eşiğinde kızının mutluluğunun neyi<br />
seçeceğinden görmek bir kez daha yaşamını kaçışı<br />
imkansız sınavlara tabi tutuyor. Neticede kendisinden<br />
vazgeçerek, korkarak, saklayarak ve saklanarak<br />
aile olmaya çalışan bir kadının inkar etmek zorunda<br />
bırakıldığı ‘ben’ini çocuğunda görmesinden daha<br />
kuvvetli bir çatışma olabilir mi? Örneğin kız arkadaşı<br />
kendisine neden özgür olmadığını soruyor ve buna<br />
değmeyeceğini anlatıyorken kendisinin vereceği<br />
karar aslında bir yandan da kızı için çizeceği yol<br />
haritası olacağından fenalıklar geçiriyor, duygusal<br />
yükselmeler ve düşüşler arasında sıkışıyor. Aşkın<br />
kontrolü kaybettiren ve sınırlara iten sürprizleri ise<br />
ideal beniyle gerçek beni arasında bitmek bilmez<br />
hatalara düşmesini var oluşu haline geliyor. Ayrıca<br />
metnin kendisi kadar Naomi Watts’ın büyüleyen<br />
performansı nedeniyle de Gypsy meraklısını gerçekten<br />
mest ediyor. Vücut dili, jest ve mimikleri çok<br />
doğru seçilen kostümlerle desteklenince karakter<br />
Naomice bir estetikle müthiş bir seyir zevki sunuyor<br />
gerçeten…<br />
NOT: Diziyi izleme sürecinde Jean’in sürdüğü o lacivert<br />
ojeyi arayıp alanlar ve özenle sürenler bir itiraf<br />
notu yazsalar keşke, lütfen haydi☺… Hatta Jean lacivertiyle<br />
ojelenen parmaklar fotoğraflansa keşke!