03.09.2017 Views

Cinedergi 106

Binder106

Binder106

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

CINEVİZYON<br />

1 EYLÜL<br />

Siccin 4<br />

Deli Dumrul<br />

Bekar Bekir<br />

Yedinci Hayat / What Happened to Monday<br />

İçerdeki Şeytan / Inside<br />

İlk Kurşun / First Kill<br />

Annem Hakkında Her Şey / Todo Sobre Mi Madre<br />

Inhumans<br />

8 EYLÜL<br />

Karabasan / Dead Awake<br />

Yarım Kalan<br />

Tutku Oyunu / L’amant double<br />

Ejderin Doğuşu / Birth of the Dragon<br />

Emoji Filmi / The Emoji Movie<br />

Cenaze İşleri<br />

Barry Seal: Kaçakçı / American Made<br />

15 EYLÜL<br />

Benzersiz<br />

Ver Kaç<br />

Örümcek<br />

The History of Love<br />

Kocaayak ve Oğlu / The Son of Bigfoot<br />

AlexCamera10<br />

Korkacak Bi’Şey Yok<br />

Suikastçı / American Assassin<br />

O / It<br />

22 EYLÜL<br />

Tarla<br />

İz / Pokot<br />

Kapıdaki Sır<br />

Kaçış Odası / Escape Room<br />

Ay Lav Yu Tuu<br />

Atçalı Kel Mehmet<br />

Kingsman: Altın Çember / Kingsman: The Golden<br />

Circle<br />

29 EYLÜL<br />

Suspiria<br />

Firardayız<br />

Kurtlar Vadisi Vatan<br />

Damat Koğuşu<br />

Anne! / mother!<br />

Benim Varoş Hikayem / My Suburban<br />

Lego Ninjago Filmi / The Lego Ninjago Movie


İÇİNDEKİLER<br />

26<br />

dosya<br />

YENİDEN ÇEKİM FURYASI<br />

Egemen yeniden çekim filmlerin artık<br />

limon tadı verdiğini söylüyor.<br />

52<br />

22<br />

SEDA KEMENT<br />

RÖPORTAJ<br />

GÖKHAN KESKİN<br />

Atçalı filminin genç oyuncusu<br />

Gökhan Keskin ile konuştuk...<br />

32<br />

SİNEMADA DERS ZİLİ<br />

Eylül ayında okullar açılıyor, Sınıflara kameria<br />

çeviren filmleri topladık<br />

40 KURTLAR VADİSİ<br />

Polat Kurtlar Vadisi Vatan’ın yönetmeni<br />

Serdar Akar’ı odağına aldı.<br />

46 HUSTON WE HAVE P.<br />

Slovenya’nın Oscar aday adayı filmi Huston<br />

We Have Problem’ı konu edindik..<br />

56 SONBAHAR FİLMLERİ<br />

Gizem sonbahara adım attığımız bu<br />

günlerde başucu filmlerini listeledi..<br />

70 ÇEK BİR ANİMASYON<br />

Çek bir animasyon acılısından olsun.<br />

Büyükler için animasyon listesi.<br />

76 OLİMPİYAT FİLMLERİ<br />

Kadın güreşinde aldığımız ilk altın<br />

madalyanın düşündürdükleri.<br />

74<br />

GALİP AKSULAR<br />

İzleyiciyi ilk önce afişle yakalarsınız diyen<br />

genç sanatçı Galip Aksular bizlerle.


ÖZEL KÖŞE<br />

36 SUSMAYAN KÖŞE<br />

Türk sinemasının çöküşü festivallerden<br />

belli.<br />

59<br />

68<br />

Adam gibi belgesel izlemeyi özledik.<br />

Semra Güzel açtı ağzını yumdu gözünü<br />

80<br />

82<br />

BELGESELCİ<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Fırat, Hakan Berber ile konuştu.<br />

Kısa film malzeme oldu.<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

Nergiz Dolunay’ı odağına aldı,<br />

eleştirisini yaptı.<br />

DİZİMANİA<br />

Gizem Merve evlilik programlarının<br />

nasıl diziye dönüştüğünü yazdı.<br />

86<br />

EPİSODE<br />

Onur, bu sayılık Şenay’dan rol çaldı.<br />

Game of Thrones’u yazdı.<br />

BU AY 38 FİLM<br />

VİZYONA GİRİYOR,<br />

15’İ YERLİ...<br />

EDITO<br />

Bu ay 38 film vizyon alacak, bunların<br />

15’i Türk filmi. Almanya’da veya<br />

Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde<br />

böyle bir oran varmıdır? Sinemamız o kadar<br />

iyi durumdaki her ay 15-20 film vizyon alıyor.<br />

Bu aslında hiç de iyi bir belirti değil. Türk<br />

sineması 1973’te çöküntüye uğradı. O yıl<br />

rekor film çekilmişti. Zayıf temeline rağmen<br />

bu kadar büyük bir bina yapmaya kalkarsanız<br />

eninde sonunda yıkım olur. Türk sineması<br />

şu an aslında çöktü. Bu filmler çekiliyor ama<br />

gişeleri yerde. Üstelik şu son vizyona giren<br />

filmlerin hiç biri de bağımsız yapım değil.<br />

Gişe filmi etiketiyle izleyici önüne çıkacaklar.<br />

Sanat desen yok, gişen desen hiç yok. Göreceksiniz<br />

vizyona giren filmlerin yüzde<br />

sekseni zarar edecek. Bağımsız sinema<br />

deseniz, zaten kendi kendini yedi bitirdi. Artık<br />

festivaller bile kalitesizlik ve vizyonsuzluk<br />

yüzünden ulusal sinema yarışmalarını bitiriyorlar.<br />

Yeşilçam’ın gölgesi halkla sinemanın<br />

ilişkilerinin sürmesine devam ediyordu.<br />

Ama o da çöktü. Şu an sinemamızın 70’lerdeki<br />

çöküşü yaşamamasının tek sebebi<br />

var o da devletin yaptığı yardım. Tabii bir de<br />

sürekli eleştirilen Recep İvedik gibi filmlerin<br />

gişesinden aktarılan<br />

meblağlar.


PEK YAKINDA<br />

BLADE RUNNER 2049<br />

Yönetmen: Denis Villeneuve<br />

Oyuncular: Ryan Gosling, Harrison Ford, Ana de Armas<br />

Konu: Başrollerinde Ryan Gosling ve Rick Deckard rolünde Harrison Ford’un<br />

boy göstereceği filmin kadrosunda kilit bir rol için Oscar ödüllü oyuncu Jared<br />

Leto da yer alıyor. Büyük yankı uyandıran 1982 yapımı Bıçak Sırtı filminin uzun<br />

zamandır beklenen devam halkası olan Blade Runner 2 bir kez daha Philip K.<br />

Dick’in romanından beyazperdeye uyarlanacak. Kadrosunda Robin Wright,<br />

Ana de Armas, Carla Juri, Mackenzie Davis, Barkhad Abdi, David Dastmalchian,<br />

Hiam Abbass, Lennie James ve Dave Bautista’yı bulunduran devam<br />

halkasının yönetmenliğini Denis Villeneuve üstleniyor. Filmin senaryosunda<br />

ise Hampton Fancher ve Michael Green imzası var.


Yönetmen: Martin Campbell<br />

Oyuncular: Jackie Chan,<br />

Pierce Brosnan, Katie Leung<br />

Konu: Stephen Leather’in<br />

1992yılındaki “The Chinaman”<br />

romanından, David<br />

Marconi senaryoya dökmesi<br />

üzerine Martin Campbell<br />

yönetmiş olduğu bu filmde,<br />

Çin restoranı işleten, eski<br />

bir bomba uzmanı (Jackie<br />

Chan) mütevazi hayatını<br />

sürdürürken, Bir bombalanma<br />

sırasında kızını kaybeder..<br />

Bunun üzerine bombalamayı<br />

yapan İrlandalı teröristlerden<br />

kızının intikamını almak<br />

için acımasız olmaya karar<br />

vermiştir<br />

THE FOREIGNER<br />

MUTLU SON<br />

Yönetmen: Michael<br />

Haneke<br />

Oyuncular: Isabelle<br />

Huppert, Jean-Louis<br />

Trintignant, Mathieu<br />

Kassovitz<br />

Konu: Avrupa<br />

mülteci krizininin<br />

gölgesinde<br />

geçen, Calais’de<br />

yaşayan bir ailenin<br />

dramını anlatıyor.<br />

Filmin yönetmen<br />

koltuğunda usta<br />

yönetmen Michael<br />

Haneke yer alırken<br />

başrollerinde ise Isabelle<br />

Huppert, Toby<br />

Jones ve Mathieu<br />

Kassovitz yer alıyor.<br />

Filmin senaryosunu<br />

da Haneke kaleme<br />

aldı.<br />

FANTASTIC<br />

JOURNEY TO<br />

OZ<br />

Yönetmen: Vladimir<br />

Toropchin, Fyodor<br />

Dmitriev<br />

Oyuncular: Konstantin<br />

Khabenskiy,<br />

Yekaterina<br />

Gorokhovskaya,<br />

Dmitriy Dyuzhev<br />

Konu: Kurnaz ve<br />

kötü Urfin, Magic<br />

Land’in hükümdarı<br />

olmak ister. Urfin,<br />

ahşap askerlerden<br />

oluşan bir ordu ile<br />

birlikte Emerald<br />

City’i ele geçirir ve<br />

ona Urfinville adını<br />

verir. Urfin, zaferini<br />

kutlamak için<br />

hazırlandığı sırada,<br />

sıradan bir kız<br />

olan Dorothy, tam<br />

zamanında Magic<br />

Land’a gelir ve tüm<br />

planlar bozulur.


PEK YAKINDA<br />

MANYETIK FIRTINA<br />

Yönetmen: Dean Devlin, Danny Cannon<br />

Oyuncular: Gerard Butler, Abbie Cornish, Jim Sturgess, Alexandra Maria<br />

Lara, Andy Garcia<br />

Konu: Sürekli değişen sıcak ve soğuk hava çeşitliliği artık Dünya’ya<br />

olduğundan daha fazla zarar vermeye başlamıştır. Gelişen teknoloji sayesinde<br />

insanlar Geoengineering teknoloji sistemini kullanarak Dünya’yı koruma altına<br />

almıştır. Fakat bu gelişmiş ve ileri teknoloji yöntemi Dünya çapını en fazla 2<br />

sene boyunca ayakta tutabilmiş, koruyabilmiştir. Bu cihaz bir anda sebebi<br />

bilinmedik bir şekilde arızalanır.Çok geçmeden herkes durumu fark eder, asıl<br />

amaç Dünya’ya zarar vermek değil ülkenin Başkanına suikast kurmaktır.


Yönetmen: Christopher Landon<br />

Oyuncular: Jessica Rothe, Israel<br />

Broussard, Charles Aitken<br />

ÖLÜM GÜNÜN<br />

KUTLU OLSUN<br />

Konu: Sıradan bir hayat<br />

yaşayan üniversite öğrencisi<br />

Tree’nin hayatı, maskeli bir<br />

katil tarafından şaşırtıcı bir<br />

şekilde değişir. Katil tarafından<br />

korkunç bir şekilde öldürülen<br />

Tree, mucizevi bir şekilde hiç<br />

yaşanmamış gibi aynı günün<br />

sabahına uyanır. Öldürüldüğü<br />

günün tüm detaylarını ve<br />

korkunç sonununu tekrar<br />

tekrar yaşamaya başlar. Ta<br />

ki katillinin kimliğini ortaya<br />

çıkarana kadar.<br />

SOYGUN<br />

Yönetmen: Ben<br />

Safdie, Joshua<br />

Safdie<br />

Oyuncular: Robert<br />

Pattinson, Ben<br />

Safdie, Jennifer<br />

Jason Leigh<br />

Konu: Bir banka<br />

soyguncusu kendisini<br />

arayanlardan<br />

kaçamaz... Ben<br />

Safdie ile Joshua<br />

Safdie’nin yönettiği<br />

filmin senaryosunu<br />

Ronald Bronstein<br />

ile Joshua Safdie<br />

kaleme aldı. Filmin<br />

oyuncu kadrosunda<br />

ise Robert Pattinson,<br />

Jennifer Jason<br />

Leigh ve Barkhad<br />

Abdi yer alıyor.<br />

TESTERE:<br />

JIGSAW<br />

EFSANESi<br />

Yönetmen: VMichael<br />

Spierig, Peter<br />

Spierig<br />

Oyuncular: Tobin<br />

Bell, Mandela Van<br />

Peebles, Laura<br />

Vandervoort<br />

Konu: Michael ve<br />

Peter Spierig’in<br />

yönettiği ve Josh<br />

Stolberg ve Pete<br />

Goldfinger’ın yazdığı<br />

filmin başrolünde<br />

bu rol ile tanınan<br />

Tobin Bell yer alıyor.<br />

Saw: Legacy, serinin<br />

sekizinci filmdir.<br />

Serinin ilk filmlerinin<br />

yönetmeni olan ünlü<br />

korku-gerilim filmi<br />

yönetmeni James<br />

Wan da bu filmin<br />

yapımcıları arasında<br />

yer alıyor.


CINEKRiTiK<br />

ALPER TURGUT<br />

BU SON OLMASIN!<br />

n Arkadaşım ve meslektaşım Serdar<br />

Akbıyık ile oturmuş sohbet ederken, yahu<br />

hep sinema üstüne yazıyoruz, acep niye<br />

film çıkışı, bizde yarattığı hissi ve aklımıza<br />

geleni, bik bik anlatmıyoruz dedik ve video<br />

çekmeye karar verdik. Adı da 2 Arada<br />

1 Derede olsun bari dedik ve hoppppp<br />

kolları sıvadık. İşte kameramanlığımızı<br />

ve yönetmenliğimizi Yavuz Gayberi<br />

üstlenmeden önce, teknoloji fukarası cep<br />

telefonlarıyla kaydettiğimiz, arada sallanan,<br />

kadraja oturmayan ve sesi çok iyi duyulmayan,<br />

yani tam amatör işi videoları, zorbela internete<br />

yükledik.<br />

Çoğu geyik, azı ciddiyetti, baksan süsü komedi<br />

ve ironi idi, elbette deneyimlerimiz, hayattan<br />

koparabildiklerimiz vardı, anlatılanlar film kadar;<br />

bizi biz eden şeylerdi. Her neyse… Orçun<br />

Benli ve Şükrü Üçpınar ekürisinin yazdığı,<br />

Orçun’un çektiği ilk film “Bu Son Olsun” da,<br />

bizden kurtulamadı, dilimize dolandı, hatta<br />

hatırlıyorum, harbiden bu son olsun demiştim,<br />

Serdar da gevrek gevrek gülmüştü, klasik! Bu<br />

Orçun’a dert olmuş, arayıp bizi bulmuştu, sonra<br />

bir video daha çektik, gönlünü aldık. Sonra dost<br />

olduk, haaaa nice arkadaşım dediğim yönetmen,<br />

filmini beğenmediğim için selamı kesti,<br />

arkamdan konuştu, o başka. Lakin Orçun, böyle<br />

egosantrik bir eleman değil, yani bana hiç değil,<br />

başkalarını bilemem, ben doğallık, samimiyet,<br />

işini savunan ve hakkını arayan insanı severim,<br />

abi, filmin neresini ve neden beğenmedin diye<br />

sorana kapım hep açık, arkadan iş çevirene ise<br />

asla!<br />

Hayda! Biz şimdi buraya, harbiden nasıl geldik?<br />

Konuyu dağıtma ustasıyım resmen. Hah!<br />

Aradan seneler geçti, Orçun’un çektiği (Şükrü,<br />

seni de unutmadım birader) beşinci film geldi.<br />

Ver Kaç, bu ay gösterime girecek. Bunaltan,<br />

daraltan, yaşama azmini azaltan sanat sepet<br />

filmleri de ortada hazır yokken, dedim sevdamız<br />

futbol üzerine, laf edeyim, film de vesile olsun.<br />

Öyle işte!<br />

Ver Kaç, semt kültürü, mahallelilik bilinci ve<br />

futbol sevgisi üzerine bir film. Lanet olası beton<br />

manyaklığı, kadim semtlerimizi dümdüz ederken,<br />

eskiye dair tüm güzellikleri, bir bir çirkinliğe çevirirken,<br />

tulumbacıların efsane semti Kadırga’ya<br />

uzanmak, iyi geldi bünyeye, yalan yok! Modern<br />

futboldan nefret ettiğimi söylemiş miydim?<br />

Çok sevdiğim tribünlerden uzaklaşmamın asıl<br />

nedeni, yağmurda ıslanan, güneşte kavrulan,<br />

üşüyen, terleyen, sevdası için yollara düşen<br />

taraftarların, hızla tenis seyircisine dönüşmesine<br />

katlanamadığımdan olsa gerek. Filmde Metin Kurt<br />

da var, hani “Futbol borsada değil, arsada güzel-


dir!” diyen güzel abi, daha ne olsun?<br />

Oyuncu kadrosu hayli geniş; Kenan Ece, Bülent<br />

Çolak, Aslıhan Güner, Fırat Tanış, Fatih Koyunoğlu,<br />

Perihan Ünlücan, Özgün Çoban, Mehmet Ali Kaptanlar,<br />

Cenk Ertan, Levent Tülek, Eray Özbal, Murat<br />

Şahan, İsmail Oral, Serdal Genç ve Sefa Zengin<br />

var. Bülent ve Fırat, zaten komik adamlar, Sefa da<br />

sert çehresine bakmayın, o da güldürmeyi biliyor.<br />

Beni Kenan Ece şaşırttı, jön delikanlıdan, rolü için<br />

göbekli oyuncuya çevirmiş rotayı, valla iyi de olmuş.<br />

Sinemanın emektarlarından Yılmaz Guruda, Kayahan<br />

Yıldızoğlu, Ercan Yazgan ve Ahmet Fuat<br />

Onan’ı görmek de güzel! Vefa, iyidir iyi…<br />

Filmde şurası olmamış, burası olmuş<br />

demeyeceğim, ne de olsa dayanışma,<br />

halkların inceliği ve zarafetidir demişler, üstelik<br />

zengin kız, fakir erkek falan filan hayatın ta<br />

gerçeği, tıpkı iyi insanlar, kötü insanlar gibi…<br />

Müzikler, Kadırga, futbol… Seyredin işte…<br />

Özetle; Bu son olmasın Orçun Kardeşim,<br />

devam, aynen devam.


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

CESUR BiR FiLM; DAMAT KOĞUŞU!<br />

n Bu ay vizyona girecek olan İlker<br />

Savaşkurt’un yönettiği “Damat Koğuşu”<br />

son yıllarda izlediğim en cesur, sözünü<br />

esirgemeyen ve başından sonuna tutarlı<br />

yerli yapımlardan biri. Katıldığı bazı<br />

festivallerden ödülle dönen film, izlerken<br />

zorlanacağınız sahneleri de içermekte...<br />

Yaşadığı talihsiz bir olayın ardından<br />

cezaevinde cinsel suçluların kaldığı<br />

ve damat koğuşu adı verilen bölüme düşen<br />

Yusuf, koğuşun çömezi olarak diğerleri<br />

tarafından aşağılanır, hor görülür. Tuvalet<br />

temizleme, bulaşık yıkama gibi pis işler için<br />

zorla görevlendirilmiştir. Koğuştaki herkes cinsel<br />

suçlardan dolayı mahpustadır. Cinayetten<br />

ve türlü bela suçlardan yatan Hüseyin hariç.<br />

Hüseyin, koğuşa göz kulak olsun, suçluları<br />

hizaya getirsin diye cezaevi müdürü tarafından<br />

adeta oraya tayin edilmiştir. İçine kapalı sessiz<br />

sakin bir kişiliğe sahip olan Yusuf bir yandan<br />

koğuşun birbirinden arıza tipleriyle uğraşırken<br />

bir yandan da Hüseyin’in şiddetinden kendini<br />

korumak zorunda kalacaktır. Barış Atay, Musa<br />

Can Pekcan, Diyar Karadaş, Feyzan Soykan<br />

gibi isimlerin yer aldığı filmi Mehmet Kala ve<br />

Şeref Nokta yazmış, İlker Savaşkurt yönetmiş.<br />

Haberlerde sıkça duyduğumuz taciz, tecavüz,<br />

cinsel istismar suçları her geçen gün maalesef<br />

ki artmakta. Yine kamuoyu arasında damat<br />

koğuşu olarak bilinen ve bu tarz suçluların<br />

yattığı koğuşlarda ise, koğuşa yeni gelenlerin<br />

eskiler tarafından ‘ceza’landırıldığı hatta<br />

bazen de ‘infaz’ edildiğini duymuşuzdur. İşte<br />

yönetmen Savaşkurt’un bu cesur filmi, bu<br />

tarz gerçek olaylara dayanarak çekilmiş bir<br />

yapım. Bu koğuşta kimler yok ki? Kendi öz<br />

oğlunun karısına, torunlarının anasına tecavüz<br />

eden sözüm ona dini bütün yaşlı bir amca,<br />

yaşları henüz 10 bile olmamış öğrencilerine<br />

cinsel istismarda bulunan sapık bir beden<br />

öğretmeni, mahalledeki 14 yaşındaki komşu<br />

kızının kafasını taşla ezdikten sonra ölüsüne<br />

tecavüz eden bir yarım akıllı, uçkuruna sahip<br />

çıkamayan ukala bir polis, koğuştaki<br />

bazı tiplere hallenen gardiyanlar ve daha<br />

niceleri... Hani şu toplu taşıma araçlarında mini<br />

etekli ya da kısa şortlu kızlarımıza sulanan ama<br />

elde edemeyeceklerini anlayınca şiddet uygulayan,<br />

sözüm ona namus bekçilerinin bir üst<br />

versiyonlarını izliyoruz film boyunca. Kendi cinsel<br />

devrimlerini atlatamamış, cinsel açlıkları içinde<br />

boğulan, boğuldukça da çevresine dehşet saçan<br />

‘adamcık’ların hikayesi bu film.<br />

Filmde her ne kadar Yusuf ve Hüseyin üzerinde<br />

durulsa da, bu kadar karakter olmasına rağmen<br />

her birinin derinliğine inmeyi başarıyor yönetmen.<br />

Hiç bir karakter hakkında hiç bir soru işareti<br />

kalmıyor kafamızda. Yusuf’u canlandıran Musa<br />

Can Pekcan ve Hüseyin’i canlandıran Barış Atay,<br />

oyunculukları ile alıp götürüyor filmi. Eksik filmiyle<br />

yönetmenlikte de başarılı olduğunu bizlere


kanıtlayan Barış Atay, içindeki dizginlenemez<br />

şiddetini çevresindeki herkese her an yansıtan<br />

psikopat Hüseyin’i muazzam bir performansla<br />

canlandırıyor. Tamamı cezaevinde geçen “Damat<br />

Koğuşu” yaratılan atmosfer sayesinde seyirciyi<br />

avucuna almayı başarıyor. Görüntü ve sanat<br />

yönetimini de ayrıca tebrik etmek gerek. 100<br />

dakika boyunca, yer yer nefesiniz kesiliyor, yer<br />

yer herhangi birine uygulanan şiddeti ruhunuzda<br />

hissediyorsunuz.<br />

Damat Koğuşu, öyle bir film ki, bir süre sonra<br />

kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu unutuyor,<br />

haklıyı haksızı karıştırmaya başlıyorsunuz. Bu<br />

haliyle yapım, insani duygularınızın yönünü<br />

karıştırmayı iyi başarıyor. Filmde çok can alıcı,<br />

rahatsız edici sahneler olduğunu söylemiştik.<br />

Ancak hiç birisi suçluların ziyaret günlerinde<br />

cezaevine gelen aileleriyle yaptıkları görüşmeler<br />

kadar etkilemiyor. Hele ki, karısına tecavüz eden<br />

babasıyla yüzleşen bir adamın monologu uzun<br />

zaman aklınızdan çıkmayacak. İşin kötüsü ülke<br />

çapında böylesine acı verici şekilde parçalanmış<br />

o kadar çok aile var ki...<br />

İlker Savaşkurt ve ekibi, taşın altına ellerini<br />

cesurca koymuşlar. Ülkenin içinde bulunduğu<br />

cinsel sapkınlıkları, suç ve ceza sistemini, cezaevlerinde<br />

dönen türlü numaraları ellerinden<br />

geldiklerince şeffaf bir şekilde beyazperdeye<br />

yansıtmışlar. Şimdi görev sırası bizde, böyle<br />

cesur hikayeleri anlatan cesur sinemacıları<br />

desteklemeye... Bu filmi mutlaka sinemada<br />

izleyin!


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

BİTMEYEN PORTRENİN DOSTLUĞU<br />

n Sartre’le yoğun bir arkadaşlığı olan ve<br />

resme küçük yaşlarda başlayan Alberto<br />

Giacometti’nin 1960’lı yıllardaki ustalık<br />

dönemini, yani yaşamının bir kesitini<br />

anlatıyor Son Portre / Final Portrait.<br />

1901 doğumlu ressam ve heykaltraşın<br />

genç yaşlarda başlayan tutkusunun 60’lı<br />

yaşlarda kesintiye uğradığını görüyoruz.<br />

Hayatını keşfetmek ve yeni malzemeler<br />

bulmak için gezen bu ressamın hayatının<br />

bu kesiminin anlatmak için<br />

ilgi çekici bulunması biraz<br />

haksızlık gibi dursa da<br />

izlerken pek keyif aldım.<br />

Stanley Tucci’nin yazıp<br />

yönettiği filmde Giacometti<br />

köhne atölyesinde karısı ve<br />

sevgilisi arasındaki kaosa bir<br />

de Amerikalı genç romancı<br />

James Lord’u ekliyor. Bir<br />

ziyaret esnasında genç<br />

yazarın resmini çizmek<br />

isteyen ressam ile genç yazar<br />

arasındakiler filmin rutin<br />

ama bir yandan da ilgi çekici<br />

akışını oluşturuyor.<br />

Bitmeyen portenin inadı<br />

Giacometti ve James Lord<br />

arasında aynı istekle devam<br />

ediyor, aslında portre bahane<br />

dostluk şahane gibi bir durum<br />

yaşanıyor. Lord bu uzayan<br />

durumu bir deneyim olarak her geçen günün<br />

hanesine yazarken, Giacometti yaşlılık hallerinin<br />

tekrarına düşüyor adeta. Lord bu deneyimleri<br />

‘Bir Giacometti Portresi’ olarak yazıyor,<br />

yazılmayacak gibi değil zaten…<br />

Garip bir çekim gücüyle ressama bağlanan<br />

genç yazar, kendisini başka bir ülkede bekleyen<br />

sevgilisine telefonda sürekli biraz daha geç<br />

kalacağını söyler, çünkü tablo bitmez, ama bir<br />

yandan da genç yazar şu soruyu en derininden<br />

sorar kendisine: ‘Daha ne kadar bu şekilde<br />

devam edebilirim’. Aslında izlerken biz de aynı<br />

soruyu kendimize soruyoruz, bu şekilde nasıl<br />

devam edebiliriz diye ama filmin değişik bir<br />

şeytan tüyü var ve bizi içine doğru çekiveriyor ve<br />

izlettiriyor.<br />

Paris sokaklarında, meyhanelerinde biraz Lord’un<br />

bakış açısıyla sanatsal sürecin tüm kabızlıklarını<br />

ortaya seren film bir yandan da sanatsever<br />

olmayı ve sanata bakış açısını da sorguluyor.<br />

Lord’un saygısı, merakı, heyecanı ve devinimi<br />

Giacometti’nin yaşanmışlığında, tüketim ve yaratım<br />

kabızlığında gizli ve genç yazar bunu iyi bir gözlem<br />

anı olarak kullanıyor. Filmden çıktıktan sonra,<br />

özellikle de hızın tavan yapıp, beklemenin sabrının<br />

kalmadığı şu günlerde kendinize soruyorsunuz?<br />

Ben ne kadar beklerdim diye… Dedim ya tekrarlar,<br />

rutinler ve bir türlü dile gelmeyen tablonun<br />

çiziktirmeleri arasında filmi tamamlıyoruz. Geoffrey<br />

Rush’ın inanılmaz performansıyla daha da<br />

derinleşen Son Portre, biraz sıra dışı bir hikaye,<br />

bir dostluk hikayesi. Armie Harmer ise portresinin<br />

çizilmesini bekleyen ama bir yandan da derinleşen<br />

ve bir anlamda da avamlaşan muhabbetin dışında<br />

kalmak istemeyen şehirli bir yazar. Bu ikilinin<br />

etkileşiminden Son Portre ortaya çıkmış, sabırla<br />

izlerseniz keyif alabilirsiniz!


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

BiR KÖPEĞE iSiM VERMEK<br />

n 2006 yılında kendini hayatın çıkmaz<br />

yollarına hepsetmiş Megan düştüğü<br />

boşluktan kurtulmak için askere yazılır.<br />

Megan bu yenilikle sıkıcı ve değersiz<br />

yaşamından kurtulacağını düşünür.<br />

Halbuki nereye giderse gitsin veya ne<br />

yaparsa yapsın kendini yanında taşıdığı<br />

için hiçbir şey değişmeyecektir. İlk önce<br />

sıkı eğitimler canından bezdirir Megan’ı,<br />

daha sonra ordudaki disiplin gelir. Gerçekte<br />

hiçbir şeye inanmayan Megan sonuçta orduda<br />

da özel hayatındaki yanlışları yapmaya<br />

devam eder. Sonunda yine bir disiplinsizlik<br />

sebebiyle komutanın karşısına çıkar ve ceza<br />

alır. Artık komutanları da ondan umutlarını<br />

kesmişlerdir. Megan tuvaletleri temizleme<br />

cezası alır. Bir de orduda görev yapan patlayıcı<br />

uzmanı köpeklerin yuvalarını temizleyecektir.<br />

Bütün köpekler eğitimdeyken sırayla yuvaları<br />

temizler. Son yuvaya geldiğinde karanlığa<br />

sinmiş ve birden Megan’a saldıran Rex ile<br />

karşılaşır. Rex diğer uzman Alman kurtları<br />

gibi değildir. Daha dikbaşlı ve saldırgandır.<br />

Bu yalnız kurt ile Megan farkında olmadan<br />

bir bağ kurar. Her ne kadar Rex, Megan’ı<br />

kabul etmemekte ısrarlı olsa bile Megan<br />

eğitimci olmayı kafasına koymuştur. Tesisin<br />

komutanına isteğini bildirir. Komutan, Megan’a<br />

bu işin zorluklarını anlatır ve yakalaması gereken<br />

başarıya gösterir, nasıl olsa Megan’ın<br />

o güne kadar gösterdiği performansla bunu<br />

başaramayacağını düşünür. Megan gerçekten<br />

bir şeye bağlanmanın ihtiyacı içindedir. Bu<br />

yüzden çok sıkı çalışır ve komutanın istediği<br />

başarıları yakalar. Artık attığını vuran ve fiziken<br />

çok daha formda olan bir askerdir. Ama komutan<br />

yine de onu bir köpeğin eğitimine vermez.<br />

Boş bir teneke kutu ile eğitimci olmanın<br />

eğitimini almaya başlar. Teneke kutuya bağlı<br />

bir tasma ile eğitim alanında koşturup durur.<br />

Bu sırada diğer eğitmenlerin de dalga konusu<br />

olur. Bu sıkıntılı dönem içinde Rex’in diğer<br />

eğitmeni onunla bir bağ kuramamıştır. Hala<br />

Rex dikbaşlılığına devam eder. Hatta veteriner<br />

bile onun iyi bir bomba uzmanı olmayacağına<br />

kanaat getirmiştir. Veteriner kontrolünde Rex<br />

eğitmenini ısırır ve eğitmenin kemiği kırılır. Tesisin<br />

komutanı hem Rex’ten umudunu kesmiştir<br />

hem de elinde başka harcayacağı eğitmen yoktur.<br />

Böylece Megan’a Rex’in eğitmeni olması emrini<br />

verir. Megan bu ters köpekle çalışmaya başlar. İlk<br />

gece yuvaya yemek getiren Megan köpeğin oturup<br />

yemeği vermesine müsade etmesini ister. Rex<br />

ise bütün tersliği ile Megan’ın kolunu kapmak için<br />

tel örgünün arkasında beklemektedir. Megan ya<br />

yerine geçersin veya bu yemeyi yiyemezsin diyerek<br />

yuvanın önünde saatlerce bekler. Sonunda<br />

Rex pes eder. Ve ilk ilişki kurulur. Daha sonra ikili<br />

birbirini tanımaya başlar ve eğitim sonunda Irak’ta<br />

görev almaya hazır olurlar. Irak’taki görev çok


önemlidir. Rex patlayıcıları bulup askerlerin<br />

hayatını kurtarmakla görevlidir. Megan ve Rex<br />

çıktıkları ilk görevde büyük başarı gösterirler ve<br />

bir silah deposunun ortaya çıkmasını sağlarlar.<br />

İkinci görevde ise işler ters gider. Hem Megan<br />

hem de Rex patlayan bir mayın yüzünden<br />

yaralanırlar. Yine de sıkışan birliklerini kurtarmak<br />

için ayağa kalkıp görevlerini yerine getirirler<br />

ve askerlerin hayatını kurtarırlar. ABD’ye<br />

dönen Megan artık savaşmak istememektedir,<br />

hem fiziki hem de ruhsal problemler yaşayan<br />

köpeği Rex’i de alıp sivil hayata başlamak<br />

ister. Ama ordu Rex’i vermez ve Afganistan’a<br />

gönderir. Megan ya eskiden olduğu gibi mücadeleye<br />

girmeyecek ve boşluğa düşecektir<br />

veya Rex için şimdiye kadar vermediği bir sınavı<br />

geçmeye çalışacaktır. Gerçek hayat hikayesinden<br />

uyarlanan filmde çok iyi saptamalar var.<br />

Megan, Rex için verdiği mücadelenin sebebini<br />

öğrenmek isteyen psikoloğuna verdiği “Bana<br />

sevmeyi öğretmeye çalıştı” der. Psikoloğun ise<br />

cevabı çok önemlidir, “Niye çalıştı diyorsun ki<br />

bunu başarmış.” Burada anlatılan köpek sevgisi<br />

veya bir insanın köpeği sevme becerisi değil.<br />

Sonuçta çocuğunuz olduğu zaman zaten gerçek<br />

sevgiyi duyuyorsunuz. Ama karşılıksız sevilmenin<br />

ne demek olduğu bir köpek sizi sahiplenince<br />

anlaşılan bir şey. Köpekler bize sevmeyi değil<br />

sevilmeyi öğretiyorlar. Benim oğlum Kurt da<br />

bana sevilmeyi öğretti. Bu filmi seyretmelisiniz.


GÖKHAN<br />

KESER<br />

KEMİKLERİM KIRILDI PE


Rolü için 10 kilo veren,<br />

kaburgasını çatlatan, kılıç,<br />

at binme ve dövüş eğitimleri<br />

alan oyuncu Gökhan Keser<br />

ile yeni sinema filmi “Atçalı<br />

Kel Mehmet” hakkında keyifli<br />

bir sohbet gerçekleştirdik..<br />

EZGİ TANIR<br />

n Rolü için 10 kilo veren,<br />

kaburgasını çatlatan, kılıç,<br />

at binme ve dövüş eğitimleri<br />

alan oyuncu Gökhan Keser<br />

ile yeni sinema filmi “Atçalı<br />

Kel Mehmet” hakkında keyifli bir sohbet<br />

gerçekleştirdik.<br />

Senaryo size nasıl ulaştı?<br />

Yapımcımız bize ulaştı. Sonrasında bir araya<br />

gelip proje hakkında konuştuk. Herşeyden<br />

önce hikayeyi çok sevdim. Senaryoyu<br />

okuduktan sonra da içinde olmak istedim.<br />

Projeyi kabul etme sebebiniz nedir?<br />

İlk olarak, Ege’de geçen gerçek bir halk<br />

kahramanı hikayesi olması, doğma - büyüme<br />

İzmir’li biri olarak beni çok heyecanlandırdı.<br />

“Atçalı Kel Mehmet” uzun yıllar tiyatroda<br />

da en çok oynanan oyunlardan birisi aynı<br />

zamanda 1961’de de Fikret Hakan’ın can<br />

vererek beyaz perdeye taşıdığı bir hikaye.<br />

İkinci olarak da bir dönem ve aksiyon<br />

işinde olmayı çok istiyordum. Farklı<br />

karakterleri oynamak beni her zaman çok<br />

heyecanlandırmıştır. İçinde olmaktan ve oynamaktan<br />

çok mutluluk duyacağımı biliyordum.<br />

Öyle de oldu zaten.<br />

S ETMEDİM<br />

Mehmet efe nasıl bir karakter?<br />

Çocuk yaştan beri annesiyle birlikte<br />

çok zorluklar çeken buna rağmen asla<br />

hiçbir şeye boyun eğmeyen, merhametli,<br />

vicdanlı, ne istediğini bilen ve isteklerinin<br />

olması için elinden gelen her savaşı veren<br />

bir karakter. Zulme, baskıya karşı, mazlumun<br />

yanında, haksızlığın karşısında, lider<br />

ruhlu ve bu özellikleri sayesinde de büyük<br />

kitleleri arkasına almış, sevgisini kazanmış<br />

bir halk kahramanı.<br />

Dönem dizi ve filmlerinde oyuncular roller<br />

için daha özenle hazırlandıklarını söylerler,<br />

siz bu role nasıl hazırlandınız?<br />

Karakteri en iyi şekilde çıkartmam adına<br />

oyuncu koçum, aynı zamanda filmde de<br />

karşılıklı oynadığımız Erdeniz Kurucan’la<br />

çekim öncesinde yaklaşık 2 ay çalıştık.<br />

Rahmetli, sevgili Fikret Hakan’ın oynadığı<br />

“Atçalı Kel Mehmet” i izledim ve o dönemi<br />

elimden geldiğince araştırarak, izleyerek,<br />

okuyarak Atçalı’yı en iyi şekilde<br />

yansıtmaya çalıştım.<br />

Böyle filmlerde oyuncuların genellikle<br />

at binme, dövüş vb, eğitimler aldıklarını<br />

görüyoruz, rolünüz böyle eğitimler almayı<br />

gerektirdi mi?<br />

Set devam ederken, filmde başrolü<br />

paylaştığım sevgili Cemal Hünal ve ekibiyle<br />

bir yandan kılıç, at binme, dövüş<br />

eğitimi aldım. Dövüş ve Zeybek oynama<br />

sahneleri için de birçok koreografi çalıştık.<br />

Çok zevkli ve zorlu bir eğitim süreciydi<br />

diyebilirim. Hatta at binme eğitimim<br />

sırasında kaburgamı çatlattım. Sporu<br />

yoğun yaptığım bir dönemdi ve karakter<br />

için de daha iyi olacağını düşündüğüm<br />

için yaklaşık 8-10 kilo verdim.<br />

En son 2009 yılında sinemada<br />

oynamıştınız. Bu yılda 2 sinema filminde<br />

oynadınız nedeni şu zamana kadar<br />

içinize sinen bir iş olmaması mıydı, başka<br />

çalışmalar mı yaptınız?<br />

Müzikal kariyerime daha çok ağırlık<br />

verdiğim bir dönemdi. En büyük hayalim<br />

şarkı söylemekti ama albüm öncesinde 3<br />

sezon süren bir dizi projem olduğu için<br />

bir türlü gerçekleştirememiştim. Albüm<br />

ve sahne çalışmaları çok yoğun olduğu


için de bir süre oyunculuğa ara<br />

verme kararı almıştım. Dizi olarak<br />

en son “Sen Benimsin” vardı. Bu<br />

yılda BKM’yle gerçekleştirdiğimiz<br />

romantik-komedi TV filmi “Seviyorum<br />

Ama Arkadaşça” ve<br />

sinema filmi “Atçalı Kel Mehmet”<br />

i çektik.<br />

Sizin için oyunculuk mu şarkıcılık<br />

mı daha ön planda?<br />

İkisi de. İkisi de çok farklı heyecanlar.<br />

Aynı zamanda da bir bütün<br />

olarak görüyorum. Bir oyuncunun<br />

nasıl şan eğitimi alması<br />

gerekiyorsa, bir solistin de oyunculuk<br />

eğitimi alması gerektiğini<br />

düşünüyorum. Sahnede olmak<br />

şarkılarınızı kalabalıklarla beraber<br />

söylemek de, hiç olmayacağınız<br />

bir karaktere hayat vermek de<br />

inanılmaz bir duygu. İkisini de<br />

ayırmıyorum ve işimi çok seviyorum.<br />

Türk sineması için neler<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Dizilerden ziyade, daha çok film<br />

ve filmler yapmamız gerektiğini<br />

düşünüyorum.<br />

Bundan sonrası için kariyer<br />

planlamanız var mı?<br />

Şu anda olduğu gibi hem müzikal,<br />

hem de oyunculuk kariyerime<br />

devam edip, her zaman<br />

olduğu gibi de en iyisini yapmaya<br />

çalışacağım. Her zaman daha<br />

iyisinin olacağını bilip, gücümün<br />

yettiğince de üstüne koyarak kariyerime<br />

devam edeceğim.


YENİDEN ÇEKİM FURYASI<br />

NEREYE GİDİYOR<br />

Son dönemde sıklıkla karşılaştığımız remake yani yeniden<br />

çevrim filmler sizce de oldukça can sıkmaya başlamadı mı?<br />

EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

n Son dönemde<br />

sıklıkla karşılaştığımız<br />

remake yani yeniden<br />

çevrim filmler sizce de<br />

oldukça can sıkmaya<br />

başlamadı mı? Daha<br />

aradan 10 yıl bile<br />

geçmemişken çekilen yeniden çevrim ya<br />

da reboot dediğimiz hikayeyi en baştan<br />

alan yapımlar bu kelimeyi sevmesem<br />

de çöplük kıvamına getirmeye başladığı<br />

film sektörünü. Bundaki en büyü etken<br />

ise elbette para. Şaşırdınız mı? Özellikle<br />

köküne kadar her şeyi sömürmeyi kendine<br />

misyon edinen Hollywood aman para<br />

gelsin de nasıl gelirse gelsin mantığı<br />

ile art arda yeniden çevrim yapımlara<br />

kucak açıyor. Bunu kendi arenasında<br />

yapsa yine iyi, dünyanın pek çok yerinden<br />

kaliteli yapımları da ağına düşürerek<br />

filmleri adeta hiç ediyor. Orijinal filmlerin<br />

değeri elbette düşmüyor, onların yeri<br />

gönlümüzde ayrı ve “taklitler asıllarını<br />

yaşatır” ekseninde sadece isimlerine<br />

zarar veriyorlar bir nebze. Ancak bu durum<br />

yeterince can sıkmaya başladı. Özellikle<br />

2000’lerden sonra.<br />

Tür ayırt etmeksizin hemen her filmin<br />

yeniden çevrimi ile karşılaştık,<br />

karşılaşıyoruz. Korku, dram,polisiye,<br />

gerilim... Yani sınırımız yok çok şükür.<br />

Uzak Doğu’dan Avrupa’ya dünya genelinde<br />

başarılı bulduğumuz, sevdiğimiz<br />

filmler elbet yapımcıların gözünden de<br />

kaçmıyor. Hangisi daha önce atlarsa<br />

payını alacağını bildiğinden birbirleri ile<br />

adeta yarış halindeler. Hangi film tutmuş,<br />

hangi filmi uyarlarsak paraları cebe en kolay<br />

yoldan indiririz mantığı ile önümüzdeki<br />

yıllarda adı dahi anılmayacak yeniden<br />

çevrimler tozu raflardaki yerini alıyor.<br />

Gişede başarılı oluyor bazıları, ancak<br />

sinema anlamında ortaya adeta bir kirlilik<br />

çıkıyor. Seyirci elbette bunu affetmiyor.<br />

2000’ler, Çıkmaza Giren Hollywood ve Hoş<br />

Geldin Yeniden Çevrimler<br />

Hatırlanacağı üzere eskiden remake<br />

dediğimiz yeniden çevrim filmler en<br />

azından aradan 15-20 yıl geçtikten sonra<br />

seyirci ile buluşurdu. Bu geçen süre<br />

aslında seyirci için demlenme süreci denilebilirdi.<br />

Çünkü uzun bir aradan sonra<br />

bir yeniden çevrim ilgi odağı olabiliyordu.<br />

Ancak 2000’lerde işin ayarı o kadar kaçtı<br />

ki daha aradan 5 sene bile geçmemişken<br />

hemen apar topar remake’ler, reboot’lar<br />

derken seyircinin başı döndü. Ha bu 15-20<br />

senelik zaman dilimini de mecazen verdim.<br />

Bunun sebebi ise günümüzde o kadar hızlı<br />

tüketiliyor ki yapımlar.<br />

Elbette bu süreç illa ortaya iyi bir filmin<br />

çıkacağını işaret etmiyor. Örnek de verelim<br />

hatta yeri gelmişken. Çocukluğumuza


gidelim. 80’lerin unutulmaz filmlerinden<br />

ve büyük ihtimal çoğunluğumuzda<br />

ayrı bir yeri olan ‘Hayalet Avcılar’nın<br />

kadınlardan oluşan yeni ekibi ile çekilen,<br />

remake’den ziyade hikayeyi baştan ele<br />

alan 2016 yapımına ne denebilir? Daha<br />

fragmanı düşer düşmez tepki yağmuruna<br />

tutulmamış mıydı? (Ancak bu ne<br />

pişkinliktir ki yönetmen Paul Feig hala<br />

devam filmi konusunda ısrarlı)<br />

Ama Ama Ama Para Para Para…<br />

1959 yapımı epik kült film Ben-Hur’un<br />

geçtiğimiz sene çekilen yeniden çevrimi<br />

de bu kervandan payını aldı. Böyle bir<br />

filmi yeniden çekmek ne kadar tehlikeli,<br />

ne kadar büyük bir risk taşır işte bunun<br />

cevabı denebilir. Konu efekt değil,<br />

konu yeni bir bakış açısı değil, konu<br />

ismi taşıyamamak ile alakalı. Sen o<br />

günün şartlarıyla zorluklarla çekilen bir<br />

filmi seyircinin önüne bol efekt sosuyla<br />

ve aynı adla verirsen seyirci o yemeği<br />

yemez. Filme gitmez demiyorum, ama<br />

akıllarda kötü bir yeniden çevrim olarak<br />

saplanıp kalır.<br />

Epik hikaye demişken 1982 yapımı<br />

başrolde Arnold Schwarzenegger’in<br />

oynadığı Conan’ı da es geçmeyelim.<br />

2011 yılında yeniden çekilen versiyonda<br />

Game Of Thrones dizisi ile adını duyuran<br />

şimdilerde Justice League ile gündemde<br />

olan Jason Mamoa başroldeydi. Film<br />

elbette kötü senaryo, kötü efektler ile<br />

yerden yere vuruldu. Ha orijinal Conan’ı<br />

da sevmeyebilirsiniz, ancak zamanı için<br />

oldukça iyi bir yapım olduğunu da kabul<br />

etmek gerekiyor. Daha çok televizyon<br />

uyarlaması ile bildiğimiz Hercules ise<br />

2014 senesinde 2 farklı uyarlama ile<br />

gelmişti. Bu nasıl bir açlık siz düşünün.<br />

Uzak Doğu filmlerini yeniden çekmek<br />

ise Hollywood için adeta bir gereklilik<br />

halini almış durumda. Kabul edelim<br />

Japon yapımı orijinal Halka oldukça<br />

başarılı bir şekilde uyarlanmıştı. Ancak<br />

İhtiyar Delikanlı (Oldboy) için aynı<br />

şeyi söylemek mümkün mü? Spike Lee


yönetmenliğinde çekilen bu yeniden çevrim,<br />

hali hazırda belli tüm sürprizleri açık<br />

bir kart gibi olan filmi yeniden ısıtıyordu.<br />

Korku sinemasında ise durum daha vahim.<br />

Elm Sokağında Kabus, Günah Tohumu<br />

(Carrie), Kötü Ruh (Poltergeist), Mumya<br />

Evi (House of Wax), 13. Cuma, Teksas<br />

Testere Katliamı, Cadılar Bayramı (Halloween)<br />

gibi 2000 sonrası yeniden çevrim<br />

yapımlar seyircinin hızla unutmak istediği<br />

yapımlar olarak adlarını yazdırıyorlardı. Bu<br />

dönemde korku furyası adına başarılı bir<br />

şekilde uyarlanmış nadir yeniden çevrimlerden<br />

birisi 2008 yılındaki İsveç yapımın<br />

Matt Reeves yönetmenliğinde 2010 yılında<br />

yeniden çekilen uyarlaması Kanıma Gir<br />

(Let Me In). Onu ayrı bir yere koymak gerek.<br />

Hep kötülerden bahsettik, biraz da iyilere<br />

değinelim. Bu kervanda adından söz ettiren<br />

hiç mi film yok? Olmaz mı? 1958<br />

yapımı Sinek (The Fly), 1986 yeniden<br />

çevriminde usta yönetmen usta yönetmen<br />

David Cronenberg’in elinde şahlanmadı<br />

mı? Ya da 1932 yapımı Scarface’in 1983<br />

yılındaki yeniden çevriminde Al Pacino<br />

harikalar yaratmadı mı? 1974 yapımı<br />

Kadın Kokusu (Scent of A Woman), 1992<br />

yılında yine Al Pacino’nun başrolü ile<br />

hafızalara kazındı. Ancak dikkat ederseniz<br />

bu yeniden çevrimlerde başarılı olanlar<br />

yazımın başında da belirttiğim üzere<br />

aradan uzun bir süre geçtikten sonra<br />

çekilen filmler. Bu bir kural değil elbette<br />

ancak 2000 sonrası furyanın 70’lerde<br />

80’lerde çekilen mantıktan uzak düştüğü<br />

de malumunuz. Zaten o nedenle kaliteli bir<br />

yeniden çevrim ortaya konmuş oluyor.<br />

Yıllar Sonra Kaldığın Yerden Devam Etme<br />

Sen<br />

Bir de yıllar aradan yıllar geçtikten sonra<br />

diriltilmeye çalışılan seriler var ki bunlar<br />

gerçekten insana fenalık getiren türden.<br />

Örnek vermek gerekirse, Terminator,<br />

Jurassic Park, Independence Day, Indiana<br />

Jones gibi daha çok gişe filmleri.<br />

İsimlerinden faydalanarak yıllar sonra


para kaldıralım mantığı ile çekilen<br />

anacak hiçbir amaca hizmet etmeyen,<br />

yaşlanmış oyuncuları ve kötü<br />

senaryoları ile seyircide nostaljik bir tat<br />

bile bırakmayan filmler. Keşke o eskiden<br />

hatırladığımız şekliyle kalsaydı diyor<br />

insan. İsminden yararlanalım, gişeyi<br />

vuralım parayı cebe indirelim de ne<br />

olursa olsun. İyi tamam da her yaz bu<br />

devam filmler ile boğulan seyirciye de<br />

yazık değil mi.<br />

Bir de kötü uyarlamalar var ki en son<br />

meşhur anime Death Note’un Netflix’e<br />

uyarlanan versiyonundan bahsetmeden<br />

geçmeyelim. Bu kadar efsane bir anime<br />

nasıl hiç edilir en güzel örneği ile<br />

karşılaştık. Oturmayan karakterler,<br />

değiştirilen ve adeta aceleye getirilmiş<br />

hikayesi ile bittiğinde “Ben animeyi<br />

yeniden izleyeyim en iyisi ve bu filmi<br />

sonsuza kadar unutayım” etkisi yarattı.<br />

Ghost In The Shell ise bir başka tepki<br />

alan manga uyarlaması oldu. Başrolde<br />

Scarlett Johansson’ın seçilmesi daha<br />

ilk etapta büyük bir kriz yaşatmışken<br />

hikayenin tamamen farklı bir şekilde<br />

uyarlanması manga hayranlarını hayal<br />

kırıklığına uğratmıştı. Film belki fena<br />

değildi ama taşıdığı isimden ötürü<br />

beklentiler özellikle hayranlar tarafından<br />

çok yüksekti.<br />

Gel gelelim önümüzde bizi bekleyen pek<br />

çok yeniden çevrim var. Çoğu sinir krizi<br />

etkisi yaratabilir şimdiden hazırlıklı olmak<br />

lazım. Yukarıda övgü ile bahsettiğim<br />

Scarface üçüncü kez yeniden çekilecek.<br />

Bunun yanında 2016 yılında Altın<br />

Palmiye için yarışan ve oldukça övgü<br />

alan Alman yapımı Toni Erdmann da<br />

Amerikan versiyonu ile karşımıza çımaya<br />

hazırlanıyor. 1994 yapımı kült film The<br />

Crow ve ısıtıp ısıtıp önümüze koymaktan<br />

usanmadıkları Terminator de yeniden<br />

karşımıza çıkacak yapımlar. Eh para geliyorsa<br />

her şey mübah kafalar bitmedikçe<br />

biz bu furyadan iyisiyle kötüsüyle nasibimizi<br />

alacak gibiyiz.


SİNEMADA DERS<br />

ZİLİ ÇALIYOR<br />

PINAR KARAHAN<br />

n Eylül ayı, okul ayı...<br />

Anaokulundan üniversiteye<br />

kadar tüm<br />

öğrenciler okullarının<br />

yolunu tutacak bu<br />

ay. Yeni bir eğitim<br />

öğretim yılı daha böylece<br />

başlamış olacak.<br />

Yeni dönem de yeniliklerle gelecek. Birçok<br />

anı bırakacak geleceğe.<br />

Tam da bu günlerde bizi okul sıralarına<br />

geri götüren, düşündüren, eğlendiren<br />

filmleri hatırlayalım istedim.<br />

Hababam Sınıfı serisi (1975-1981)<br />

Kemal Sunal, Tarık Akan, Halit Akçatepe,<br />

Münir Özkul, Adile Naşit gibi ustaların<br />

rol aldığı, Rıfat Ilgaz’ın romanından Ertem<br />

Eğilmez’in yönetmenliğinde uyarlanan<br />

yeşilçamın efsane serisi... Hababam<br />

Sınıfı (1975), Hababam Sınıfı Sınıfta<br />

Kaldı (1975), Hababam Sınıfı Uyanıyor<br />

(1976), Hababam Sınıfı Tatilde (1976),<br />

Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor (1978),<br />

Hababam Sınıfı Güle Güle (1981) filmlerinde<br />

Özel Çamlıca Lisesi’nin farklı karakterdeki<br />

öğrencilerinin Mahmut Hoca<br />

ile imtihanı hiç bitmiyor. Yeri geldiğinde<br />

yardımlaşmayı, çokça birlik ve aile olmayı<br />

öğreten, güldürürken ağlatan, ağlatırken<br />

güldüren serinin değeri her geçen gün<br />

artarak devam ediyor.<br />

Ölü Ozanlar Derneği (1989)<br />

Öğrencileri için oldukça sıkıcı bir yer<br />

olan 1950’lerin Welton Akademisi’nde her<br />

şey İngilizce öğretmeni John Keating’in<br />

(Robin Williams) gelmesiyle değişiyor.<br />

Eylül ayı, okul ayı...<br />

Anaokulundan üniversiteye<br />

kadar tüm<br />

öğrenciler okullarının<br />

yolunu tutacak bu ay.<br />

Yeni bir eğitim öğretim<br />

yılı daha böylece<br />

başlamış olacak.<br />

Tam da bu günlerde<br />

bizi okul sıralarına geri<br />

götüren, düşündüren,<br />

eğlendiren filmleri<br />

hatırlayalım istedim.<br />

Kalıplaşmış düşüncelerden öğrencilerini<br />

uzak tutmak isteyen ve onlara hayatı<br />

dolu dolu yaşamaları konusunda tavsiyeler<br />

veren Keating’in yaptıkları, haliyle<br />

disiplinli okul yönetiminin hoşuna gitmiyor.<br />

Okul yönetimi öğretmeni okuldan<br />

uzaklaştırmaya karar verdiğinde<br />

karşısında artık geleceğe dair daha<br />

özgür hayalleri olan öğrencileri buluyor.<br />

Öğrenciler, öğretmenlerini savunmak için<br />

harekete geçmekten korkmuyor.<br />

3 İdiots (2009)<br />

Hint sineması Bollywood’un en ünlü<br />

aktörü Aamir Khan’ın başrolünde olduğu<br />

ve mühendislik üniversitesinde okuyan<br />

üç öğrencinin dostlukları ile hayatlarının<br />

anlatıldığı film, aynı zamanda eğitim


sistemini ciddi anlamda eleştiriyor.<br />

Bollywood sinemasının uluslararası<br />

alanda da tanınmasını sağlayan<br />

yapım, Hint sinemasına çok hayran<br />

kazandırdı. Aamir Khan’ın filmde<br />

üniversite öğrencisini canlandırırken<br />

gerçekte 44 yaşında olması da ayrıca<br />

ilginç bir not.<br />

Yerdeki Yıldızlar (2007)<br />

Filmin yapımcılığını, yönetmenliğini<br />

ve başrol oyunculuğunu Aamir Khan<br />

üstleniyor. Anlatacakları hikayeye çok<br />

inanan Khan, birçok olumsuz duruma<br />

karşı her şeyle tek tek ilgilenip filmin<br />

tamamlanmasını sağladı. Disleksi<br />

rahatsızlığı olan Ishaan Awasthi<br />

(Darsheel Safary), çevresi ve ailesi<br />

tarafından tembel, geri zekalı olarak<br />

görülüp yatılı okula veriliyor. Burada<br />

hayatını değiştirecek olan resim<br />

öğretmeni Ram Shankar Nikmbh<br />

(Aamir Khan) ile tanışır. Öğrencisinin<br />

yeteneğini keşfeden Ram, bunu herkesin<br />

görmesini sağlıyor. Film, IMDB’nin<br />

‘En İyi 250 Film’ listesinde yer alıyor.<br />

Sınav (2006)<br />

Mert (İsmail Hacıoğlu), Sinan (Yağmur<br />

Atacan), Gamze (Rüya Önal), Kaan<br />

(Caner Özyurtlu) ve Uluç (Volkan<br />

Demirok) adlı öğrencilerin ÖSS<br />

sorularını çalmaya çalışmasını anlatan<br />

yapım, sınavlara bağlı eğitim<br />

sistemini eleştiriyor. Maddi sorunlar,<br />

aile baskısı, gelecek kaygısı, sınav<br />

depresyonunun yanı sıra okul temposuna<br />

da ayak uydurmaya çalışan<br />

gençler gençliklerini yaşamaya fırsat<br />

bulamıyorlar.<br />

Harry Potter serisi (2001-2011)<br />

J. K. Rowling’in kitaplarından uyarlanan;<br />

Harry Potter ve Felsefe Taşı,<br />

Harry Potter ve Sırlar Odası, Harry<br />

Potter ve Azkaban Tutsağı, Harry Potter<br />

ve Ateş Kadehi, Harry Potter ve<br />

Zümrüdüanka Yoldaşlığı, Harry Potter<br />

ve Melez Prens, Harry Potter ve Ölüm<br />

Yadigarları (2 bölüm) olmak üzere


toplam 8 filmden oluşan seri her yaştan<br />

insanın dikkatini çekti. Anne ve babasını<br />

kaybettikten sonra teyzesi ve eniştesi<br />

ile yaşayan Harry, Hogwarts Cadılık ve<br />

büyücülük Okulu’na kabul edildiğini<br />

öğrenince büyücü olduğunu anlıyor ve<br />

macera başlıyor.<br />

Kahvaltı Kulübü (1985)<br />

Bir sarışın, bir anarşist, bir inek, bir<br />

sporcu ve bir entel... Yaptıkları nedeniyle<br />

cezalandırılan beş lise öğrencisi, bir<br />

Cumartesi gününü okulun kütüphanesinde<br />

birlikte geçirmek zorunda kalıyor.<br />

Beklemedikleri kadar ilginç bir gün<br />

geçiren öğrenciler, bir yandan cezalarını<br />

çekerken bir yandan da hem kendilerini<br />

keşfediyorlar hem de birbirilerini...<br />

Tanıdıkça da birçok ortak yönleri<br />

olduklarını anlıyorlar.<br />

Can Dostum (1997)<br />

Bir okulda hademelik yapan Will<br />

(Matt Damon) ve okul profesörlerinden<br />

Sean’ın (Robin Williams) müthiş<br />

dostluğunu anlatan yapım, anlatımıyla<br />

adeta zamanı durduruyor. Fotoğrafik<br />

hafızaya sahip olan ve profesörlerin<br />

çözmekte zorlandığı problemleri bile<br />

çözebilen Will, aynı zamanda karıştığı<br />

sokak kavgaları nedeniyle zor günler<br />

geçiriyor. Cezaevine düşmemek için profesör<br />

Sean ile anlaşma yapmak zorunda<br />

kalıyor. Bu anlaşma büyük bir dostluğun<br />

da başlangıcı oluyor.<br />

Saksı Olmanın Faydaları (2013)<br />

Logan Lerman (Charlie), Emma Watson<br />

(Sam) ve Ezra Miller’ın (Patrick) etkileyici<br />

uyumu, filmi ‘Her zaman izlenebilecekler’<br />

listesine yazdırıyor. Liseye yeni<br />

başlayan Charlie’nin kendi tercihiyle<br />

köşede kalma ama aynı zamanda onu<br />

anlayabilecek arkadaşlar edinme çabası<br />

herkesin kendinden bir şeyler bulmasını<br />

sağlıyor. Sam ve Patrick ile tanışınca<br />

yeni bir hayata başlayan Charlie, bir<br />

yandan aşkı çözmeye çalışırken diğer<br />

yandan da derinlerde saklanan çocukluk<br />

travmalarıyla baş etmek zorunda kalıyor.


ALTIN<br />

PORTAKAL’IN<br />

SUYUNU<br />

ÇIKARDILAR!<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Altın Portakal’da<br />

ulusal yarışma yok! Bunu<br />

ilk haber alan da<br />

bendim üstelik ama<br />

bekledim, bu saçma<br />

karardan dönüleceğini<br />

umarak. Ancak,<br />

cansiperane bir şekilde<br />

savunulduğunu görmekten<br />

dolayı acı çekiyorum<br />

Sinema yazarlığını, vizyonda<br />

izlediğim filmleri eleştirmekten<br />

fazlası olarak gördüm hep! Hele<br />

de bizimkisi gibi dertli bir sektörde,<br />

orkestranın tüm enstrümanlarını kalemime<br />

konu ettim; filmler, filmciler,<br />

festivaller vs. Festivaller ayağıyla en<br />

çok ilgilenen yazarlardan biri olduğumu<br />

zaten siz biliyorsunuz. Bazıları, bunu<br />

bir düşmanlık olarak algılamayı tercih<br />

etti ve benim festivaller aleyhine yazılar<br />

ürettiğim halde neden orada olduğumu<br />

vs. sorguladılar.<br />

Oysa benim yaptığım, sadece çuvaldızı<br />

kendimize batırmaktan ibaretti. Bu nehir<br />

kuruyacak, bu lunaparkı kapatacaklar,<br />

tıpkı Pal Sokağı Çocukları romanında<br />

olduğu bu kimsesiz sandığımız tarlayı<br />

gün gelecek inşaat makineleri kaplayacak.<br />

Yazdım, çok yazdım, hep yazdım.<br />

Kalemim yettiğince engel olmaya, kurulan<br />

tezgahı ortaya çıkarmaya çalıştım<br />

ama gördüm ki, herkesin keyfi tıkırında.<br />

Solcu sinemacılarımız vardı ve onlar<br />

sandı ki, otosansürlü senaryolarla fon<br />

kemirerek çektikleri filmlerle festivalleri<br />

dolaşıp, ödülleri toplayarak devam<br />

edecekler ve bu sonsuza kadar sürecek!<br />

“Filmimi seyirci için çekmiyorum, bu<br />

kişisel bir sinema…” Aferin, hadi şimdi<br />

sünnet düğünü kasetini izletirsin salonunda<br />

misafirlerine…<br />

İşte o gün geldi… Türk sinemasının<br />

Akdeniz’de atan kalbi olan Altın<br />

Portakal’da ulusal yarışma yok!<br />

Bunu ilk haber alan da bendim üstelik<br />

ama bekledim, bu saçma karardan<br />

dönüleceğini umarak. Birkaç<br />

meslektaşımla paylaştım o kadar. Ancak,<br />

karardan dönmek bir yana, cansiperane<br />

bir şekilde savunulduğunu<br />

görmekten dolayı acı çekiyorum, elbette<br />

anlıyorum da o savunmayı yapanları<br />

çünkü bu karar onları aşan bir şey!<br />

Tartışmalara yeni bir boyut katabilmek<br />

adına yazıyorum; ulusal yarışmanın<br />

kaldırılması fikri Antalya’dan değil<br />

Ankara’dan çıktı! Kimden çıkıyor böyle<br />

saçma fikirler diye merak ediyorsanız,


cumhurbaşkanının iftar yemeğindeki fotoğraflara<br />

bakın, göreceksiniz!<br />

Sebepsiz Sonuç Olur mu?<br />

Türk sineması bir halk eğlencesi/sanatıdır<br />

dedim, komediyi festivallerden kovup gişede<br />

yozlaştırmayın dedim, halka ulaşmayan filmlerle<br />

bir yere gidemeyiz dedim. Ortaya çıkarılan<br />

eserle değil ödül törenlerinde gösterilen tavırla<br />

muhalif olmanın yeteceği sanılıyordu. Bu komik<br />

günah çıkarma seanslarının yapanın yanına kar<br />

kalmadığı günler de gelecekti ve de geldi.<br />

Ne oldu; başkan Türel konuşmasında,<br />

kimse bir yıl önce birinci seçilen filmi<br />

hatırlamıyor diye savunma yapıyor! İyi<br />

de o zaman o festivalin yönetimine çat,<br />

kendini suçla… Sinemanın bir suçu yok,<br />

bazıları hala müthiş filmler çekmeye<br />

devam ediyorlar, sen onları Antalya’ya<br />

getirip yarıştıramıyor da uyuzluk abidelerini<br />

film sanatı diye önümüze sürüyorsan,<br />

o senin suçun! Yok mu yarışacak<br />

film, yarıştırma o zaman…<br />

Yarışmayı sonsuza kadar<br />

iptal etmek başka bir numara!<br />

Türel’in başkan seçildiği<br />

ilk Portakal’dan sonra<br />

oraya dadanan komitenin<br />

ilk kararı neydi<br />

hatırlayın, bunu bir röportajda<br />

söylemişlerdi; “Altın Portakal’ı<br />

Yeşilçam eskilerinin tatil yeri<br />

olmaktan kurtaracağız”! Ne<br />

yaptılar, Hollywood eskilerini hem<br />

de B oyuncularını doldurdular!<br />

Çakmalık, özentilik bu burnu<br />

büyüklerin elinden geldi ve devam<br />

ediyor. O günden bu zamana<br />

Türk sinemasının köküne kibrit<br />

suyu dökmeyi amaç edindiler<br />

ve şimdi “yarıştırdığımız filmleri<br />

kimse hatırlamıyor” diyerek<br />

bunu yapıyorlar! Gerçekten de<br />

bu festivaller onların iş ağlarını<br />

geliştirmekten başka bir işe<br />

yaramıyor. Yapımcıdan festival<br />

başkanı olur mu? Elif Dağdeviren<br />

zamanında hep sorduğum soru<br />

bu… Yapımcıyı çağırır, atölye<br />

yaptırır gönderirsin, o kadar! Öte yandan, adam<br />

haklı!<br />

Bu ülkede gişe filmlerinden kesilen para ile fonlanan<br />

ve kimsenin izlemediği, festivallerde dahi<br />

salonun yarısının uyuyarak sonunu getirebildiği<br />

filmler çekiliyor. Recep İvedik’in Kış Uykusu’nu<br />

fonladığı fantastik bir düzen. Sinema sanatı<br />

adına nefis bir intikam yöntemi aslında ama ortaya<br />

çıkan filmler, filmden başka her şeye benziyor.<br />

Hepsi değil elbette ama 1 iyi filme karşılık 30<br />

kötü film var.<br />

Ne diyordum; bakanlık para veriyor ve filmler<br />

çekiliyor. 1 ya da 2 değil<br />

yılda 25-30 tane hem<br />

de. Bu filmleri fonlayan<br />

bakanlık bir de<br />

gösterilebilsinler diye<br />

festivalleri destekliyor.<br />

Başka destekler de var.<br />

Ortada dolaşan para<br />

milyonlarca dolar. Parayı<br />

dolaştıran devlet ve yerel<br />

TÜRK SiNEMASI


idareler. Sinemacılar ağzını açmış bekliyor. Peki,<br />

karşılığı ne? Kimsenin izlemediği çekenlerin bile<br />

unutmak istediği filmlerden oluşan bir bağımsız<br />

sinema arşivi. Bunun kültüre, sinemaya katkısı<br />

nedir? Peki, bu katkı hiç sorgulanmayacak mı<br />

sandınız? Bir gün bu oyuncağı sizin elinizden<br />

alırlar da başkasına verirlerse ne hissedeceksiniz,<br />

sizi kim, ne diye savunacak?<br />

Eline kamera almamış adamların projelerini<br />

onaylayan, kendi yapım fimasına destek çıkaran<br />

kurul üyeleri… Kötü filmleri bile yarıştıran,<br />

yarışan her filme bol kepçeden ödül dağıtan festival<br />

jürileri… Minimalist çekilmiş her filme sanat<br />

eseri muamelesi yapan sanat<br />

seviciler… Size ne yazsam az!<br />

Toplumcu sinema yapma<br />

baskısını geçtim, bari iyi filmler<br />

çekseydiniz. Hayır, aranızda yüz<br />

akı birkaç sinemacı var, onlara<br />

da teknik itirazlar getirerek<br />

adamların yoluna taş koyuyorsunuz.<br />

Neymiş, Nuri Bilge Ceylan<br />

neden yapım desteğini yapımdan<br />

sonra almışmış! Bu itiraz sanat<br />

düşmanı kesimden değil bizzat<br />

sinema sanatını icra edenlerden<br />

geliyor. Sanki kendileri etikten<br />

bir adım sapmıyorlarmış gibi<br />

ama mesele o değil. Mesele o<br />

kremalı beleş pastadan bir dilim<br />

dahi yiyememiş olmak. Güzel<br />

kardeşim, al Altın Palmiye’yi<br />

kolunun altına gel ülkeye, fonun<br />

tamamı sana helal olsun. Her<br />

sinema heveslisine dağıtılıp heba<br />

edilecek bir para yok ki ortada!<br />

Bakın burada salak olduğunu sandığınız ve<br />

Recep İvedik’ten başka bir şey izlemez bunlar<br />

diyerek aşağıladığınız bir seyirci var ama sizin<br />

filmlerinizde Recep İvedik’teki kadar bile “bir şey”<br />

yok. Recep İvedik taşlarken hiç şunu düşündün<br />

mü; komedi bu ülkenin festivallerinden yıllar önce<br />

kovuldu ve sanıldı ki sanat somurtmaktır. Bunun<br />

yozlaştırcı etkisini öngöremedin mi de Recep’e<br />

kızıyorsun?<br />

Neden Tarkovski Olamıyorsunuz?<br />

“Seyirci umurumda değil, kişisel bir sinema<br />

yapıyorum ben” diyecek kadar şımardıktan sonra<br />

birileri geliyor ve oyuncağınızı elinizden alıyor.<br />

Yani, ne sandın ki? Milyonlarca lira sen kişisel<br />

sinemanı yap diye mi toplanıyor. Sanırsın bir<br />

filmle Bela Tarr olunuyor! Kişisel sinema yapmakla<br />

bu kadar övünüyorken Yılmaz Güney’den<br />

utan bari!<br />

Ha bir de şu var; ülkede fonları tarumar eden<br />

Tarkovski replikacılarını eleştirdiğimde hemen<br />

Tarkovski, Tarr, Angelopoulos gibi büyük ustaların<br />

isimleri zikredilir ve bir tabu yaratılmaya çalışılır.<br />

Cevabım şu; yeteneksiz sinemacının gücü yetse<br />

Kubrick, Hitchcock falan taklit edecek ama yetmiyor.<br />

Biçimsel açıdan en kolay taklit edilecek<br />

sinemaya yöneliyor. Minimalist sinemanın tuzağı<br />

da bu; sabit planları<br />

arka arkaya dizerek<br />

rastlantısal bir kurguyla<br />

idare edebileceğini biliyor<br />

çünkü. Çoğunun filminde<br />

düzgün bir tek fotoğraf<br />

bile yok. Tarkovski’nin tek<br />

filmini izlemeden Tarkovski<br />

filmi çeken yönetmen<br />

var bu ülkede…<br />

Daha bunun üstüne<br />

yazmayalım mı?<br />

Geçti Bor’un pazarı<br />

ama Niğde seyahatinizde<br />

size eşlik edecek<br />

cümlelerim var; ne<br />

çekeceğinizi söyleyecek<br />

değilim fakat bir zahmet<br />

artık “iyi filmler” çekin.<br />

Ülke sinemasını yıllardır<br />

kendinizden ibaret bir<br />

şamataya çevirdiniz<br />

ama bu iş buraya kadar.<br />

“Nasıl olsa gidip bir yerlerde ödül alıyor,<br />

tıkır tıkır takılıyor, tek film çekip 3 yıl geziyoruz”<br />

kafasından çıkın. Kısa filmcileri de kendinize<br />

benzettiniz ama sinema sanatının bu sinsi hesaplara<br />

tahammülü yok. Kimse artık bu numaraları<br />

yemiyor!<br />

Antalya’dan Türk sinemasının kovulması<br />

yeni sinemacı kuşağının fırsatçılığının,<br />

yeteneksizliğinin ve başka kötü alışkanlıklarının<br />

sonucudur. Yolu Antalya Altın Portakal’dan geçen<br />

tüm büyük ve gerçek sinemacılarımız sizi yuhluyorlar!<br />

Utanın…


İKİ FARKLI<br />

SİNEMA TEK<br />

YÖNETMEN<br />

SERDAR AKAR<br />

n Dilerseniz 90’lı<br />

yılların sonuna<br />

doğru bir yolculuğa<br />

çıkalım. Eşkıya gibi,<br />

sinemamız için mihenk<br />

taşı sayılacak<br />

bir filmin, sinema<br />

salonlarını yavaş yavaş hareketlendirdiği<br />

dönemden söz ediyoruz. Esasen aynı dönem<br />

Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz,<br />

Derviş Zaim gibi ilk eserlerini veren<br />

sinemacıların da gelecek adına umut<br />

dağıttığı zaman dilimine tekabül etmektedir.<br />

Yine o tarihlerde ortaya çıkan<br />

Gemide, realist ve sert üslubuyla inci<br />

gibi parıldayan bir işti. Tabii bu durum<br />

meraklı gözlerin filmin yönetmeni Serdar<br />

Akar’a çevrilmesine neden olacaktı.<br />

İşte, o dönem sinemamızın gelecekteki<br />

en önemli yönetmenlerinden biri olacağı<br />

söylenen Serdar Akar, şimdilerde Kurtlar<br />

Vadisi Vatan filmi ile tekrardan gündemde.<br />

Biz de bu vesileyle onun değişen<br />

çizgisini mercek altına aldık.<br />

Serdar Akar, sinema macerasına yalnız<br />

başlayanlardan değildir esasen. Onun<br />

POLAT ÖZİŞ


önderliğinde kurulan “Yeni Sinemacılar”<br />

toplumsal hadiseleri merkezine alan,<br />

çarpıcı senaryolarıyla dikkat çeken,<br />

yakın dönem Türk Sineması’nın en ilgi<br />

çekici oluşumlarından biri. Gemide,<br />

Laleli’de Bir Azize, Dar Alanda Kısa<br />

Paslaşmalar, Takva ve Çoğunluk, Yeni<br />

Sinemacıların elinden çıkan en önemli<br />

filmler. Keza tüm bu filmlerin ortak<br />

noktasına baktığımızda, toplumda<br />

karşımıza çıkması muhtemel karakterlerin,<br />

realist bir biçimde ele alındığını<br />

görmekteyiz.<br />

Gelgelim Serdar Akar filmografisine.<br />

Yönetmenin ilk uzun metraj çalışması<br />

olan Gemide, döneminin fazlasıyla<br />

üstünde seyreden ve hali hazırda dahi<br />

popülaritesini koruyan bir film. Tabii<br />

bu noktada aslan payını senaryoya<br />

versek de, Serdar Akar’ın tedirginliği<br />

had safhada yaşatan üslubunun da<br />

hakkını teslim etmek gerekir. Argonun<br />

deyim yerindeyse başrol hüviyetinde<br />

kullanıldığı film, sıradan insanların sıra<br />

dışı hikâyesini, çarpıcı bir şekilde izleyenlerine<br />

aktarmış ve yalnızca dönemin<br />

değil, yakın dönem Türk Sineması’nın<br />

da en önemli işlerinden biri konumuna<br />

yükselmiştir.<br />

Gemide’den hemen sonra, hikâyenin<br />

diğer ayağını anlatan Laleli’de Bir<br />

Azize’nin senaryo ekibine destek veren<br />

Serdar Akar, çok vakit kaybetmeden<br />

ikinci uzun metrajı Dar Alanda Kısa<br />

Paslaşmalar için kamera arkasındaki yerini<br />

alıyordu. Kendi çocukluk anılarından<br />

yola çıkarak senaryolaştırdığı filmi,<br />

hayat, futbol ve aşk üçgeninde ilerleyen,<br />

metaforik anlatımıyla dikkatleri<br />

üzerine çeken, oldukça naif bir film<br />

olarak ön plana çıkmaktaydı. Nitekim<br />

Serdar Akar’ın bir kez daha beklentileri<br />

boşa çıkarmadığını gönül rahatlığıyla<br />

söyleyebiliriz. Çünkü Dar Alanda Kısa<br />

Paslaşmalar; başından sonuna dek<br />

vadettiği birlik olma olgusunu incelikle<br />

işleyen ve merkezine aldığı taşradan<br />

da harikulade şekilde beslenmeyi<br />

RESiM FOTOMONTAJDIR


aşaran, leziz bir seyirlik olarak fark<br />

yaratmaktaydı.<br />

Serdar Akar’ın 2001 yılında çektiği<br />

üçüncü uzun metrajı Maruf ise, yönetmenin<br />

hayal kırıklığı yaratan filmi olarak<br />

hatırlanmaktadır. Her ne kadar töreye<br />

parmak basan hikâyesiyle dikkate değer<br />

bir senaryoya sahip olsa da, filmin<br />

karanlık duruşunu teatral bir yapıyla<br />

zedelemesi, olumsuz eleştirileri de beraberinde<br />

getirmiştir. Nitekim Maruf’u, Serdar<br />

Akar sinemasının da dönüm noktası<br />

olarak tanımlamak mümkün.<br />

Özellikle son yıllarda karşımıza sıklıkla<br />

çıkan bir husus var. O da, ilk filmini<br />

çeken yönetmenlerin sonrasında kendisini<br />

dizi sektörüne ışınlanması. Esasen<br />

bunun pek de eleştirel bir tarafı olduğu<br />

kanısında değilim. Binbir güçlükle, elde<br />

avuçta ne varsa verilerek çekilen sinema<br />

filmlerinin sonrasında, yönetmenlerin<br />

kendini borç batağında bulması maalesef<br />

ki sektörün kaçınılmaz sonu. Hal böyle<br />

olunca da o idealist yönetmenlerin, yüksek<br />

meblağlar karşılığında, kendi dünya<br />

görüşüyle uzaktan yakından alakası olmayan<br />

dizilerin kamera arkasına geçmesi,<br />

esasen bir mecburiyetin sonucu. Eğri<br />

oturalım doğru konuşalım; Türkiye’nin<br />

yaşam şartlarını göz önüne aldığımızda,<br />

bu durumun etik bir problem teşkil<br />

etmediği gün gibi ortada.<br />

İşte, Serdar Akar da hayatını idame ettirmek<br />

zorunda olan bir birey olarak,<br />

kendisini böyle bir macera sonucu<br />

televizyon ekranlarına atmıştı. O,<br />

meslektaşlarına oranla bir nebze de olsa<br />

şanslıydı. Çünkü televizyona adım atana<br />

dek, kendi sinema anlayışını yansıtan üç<br />

filmin altına imza atmıştı. Onun yolunun<br />

Kurtlar Vadisi ile kesişmesi ise, hepten<br />

değişecek bir kariyerin de habercisi<br />

niteliği taşımaktaydı.<br />

Pana Film ve Raci Şaşmaz’ın Kurtlar<br />

Vadisi için ipleri eline almasıyla göreve<br />

gelen Serdar Akar, anlatının sertlik<br />

dozajını olabilecek en yüksek noktaya<br />

konumlandırmış ve güç kaybeden kadrosuna<br />

rağmen diziyi ayakta tutmayı<br />

başarmıştır. Nitekim onun yönetmen<br />

koltuğunda ortaya koyduğu performans,<br />

Kurtlar Vadisi Irak filminde de kaptan<br />

köşkünde oturmasının önünü açmıştır.<br />

Türkiye koşullarına oranla iyi bir bütçe<br />

ayrılan ve dönemin en çok ses getiren<br />

yerli yapımlarından olan film, böylelikle<br />

Akar’ın dördüncü uzun metrajı olarak da<br />

kayıtlara geçmiştir.<br />

Tam da bu süre zarfı içerisinde, Serdar<br />

Akar bir kez daha televizyon dünyasına<br />

adım atacak ve kendi anlatım tarzıyla<br />

uzaktan yakından alakası olmayan Cennet<br />

Mahallesi için kamera arkasına<br />

geçecekti. Çektiği diziler dahi hayatın<br />

içinden olan ve ciddiyetten ödün vermeyen<br />

tavrıyla muadillerinden ayrılan<br />

Serdar Akar’ın yaptığı bu tercih,<br />

şimdilerde dahi konuşulmaya değer bir<br />

konu. Ancak en başta da belirttiğimiz


gibi, ne yazık ki işin maddi boyutu, bazı<br />

zamanlarda her şeyin üzerine geçebiliyor.<br />

Serdar Akar için bu da öyle zamanlardan<br />

biriydi. Ne var ki yaptığı hatanın farkına<br />

kendisi de erkenden varmış ve 6.bölüm<br />

sonu itibariyle Cennet Mahallesi defterini<br />

kapatmıştı.<br />

Kurtlar Vadisi ve Cennet Mahallesi<br />

maceralarından sonra Serdar Akar, nihayet<br />

yer almak istediği arenaya, beyazperdeye,<br />

kendi yazdığı senaryoyla dönüyordu.<br />

Yönetmenin beşinci uzun metrajı olan<br />

Barda, ziyadesiyle şiddet içeren, yer yer<br />

rahatsız edici anları beraberinde getiren<br />

ve en az Gemide kadar argo ve cinsellik<br />

içeren bir film olarak arz-ı endam etmekteydi.<br />

Esasen Serdar Akar kendisini<br />

yeniden bulmuştu. Vahşetin göbeğinde<br />

geçen hikâyesi ve sert üslubuyla Barda,<br />

izleyenlerine oldukça farklı bir tecrübe<br />

yaşatmaktaydı. Ne var ki Barda için,<br />

başarılı sinemacının beyazperdede son


kez zirveyi gördüğü proje de diyebiliriz.<br />

Artık Serdar Akar için, beyazperdenin<br />

özgün ve vurucu yönetmeni olma dönemi<br />

sona ermişti. O, Yeni Sinemacılarla<br />

bağını koparmış ve tamamıyla kendisini<br />

televizyon dünyasına vermişti.<br />

Tarkan Karlıdağ ile beraber kurdukları<br />

Adam Film ile önce Elveda Rumeli’yi<br />

çektiler, sonrasında ise bir fenomene<br />

dönüşecek olan Behzat Ç.<br />

Doğrusunu söylemek gerekirse, Behzat<br />

Ç. projesini olgunlaştıran ve şimdiki<br />

haline getiren en önemli yapı taşı Serdar<br />

Akar. İlk olarak Emrah Serbes’in<br />

yazdığı destansı romanlara güvenen ve<br />

sonrasında Erdal Beşikçioğlu’na rolü<br />

emanet eden Akar, kariyerinin ilk döneminde<br />

sinemada nasıl ses getirdiyse,<br />

akabinde de televizyonda hatırı sayılır<br />

işler yapmayı nihayet başarıyordu. Dile<br />

kolay, üç sezon ve iki sinema filmi. Her<br />

ne kadar dizide onu genel yönetmen<br />

sıfatıyla görsek de, projenin başında<br />

olduğunu her daim hissettirmekteydi.<br />

Behzat Ç.’nin çekilen iki sinema filminde<br />

de yönetmen koltuğunda yer<br />

alan Akar, dizi hayranlarını ziyadesiyle<br />

memnun eden, mizah sosu yüksek<br />

iki polisiyenin altına imza atmıştı. Her<br />

ne kadar çekilen iki Behzat Ç. filmi<br />

dizinin lezzetini andıran işler olsa da,<br />

bağımsız birer sinema filmi olarak<br />

düşündüğümüzde sınıfta kalan işlerdi.<br />

Bundaki en büyük pay, tanıdık karakterlerin,<br />

benzer hikâyelerinin bir kez daha<br />

önümüze gelmesinde gizli.<br />

Tarihler 2017’yi gösterdiğinde ise Serdar<br />

Akar’ın yolu, bir kez daha Kurtlar<br />

Vadisi ile kesişmekte. Polat Alemdar<br />

ve arkadaşlarının yeniden memleketi<br />

kurtarmak adına canhıraş verecekleri<br />

mücadeleyi anlatacak olan Kurtlar<br />

Vadisi Vatan, esasen Serdar Akar filmografisinin<br />

de kayan çizgisinin en önemli<br />

göstergesi. Evet, bu yönetmenin<br />

çekeceği ilk Kurtlar Vadisi değil. Ancak<br />

onun projede yer aldığı ilk dönem ile<br />

şimdiki zaman dilimi arasında ciddi bir<br />

konjonktür farkı mevcut. Nitekim Serdar<br />

Akar Kurtlar Vadisi’ne dâhil olduğunda,<br />

dizi ülkenin en popüler ve ses getiren<br />

projesiydi. Keza Kurtlar Vadisi Irak’ın da<br />

dizi finalinin hemen ardından vizyona<br />

girdiğini göz önünde bulundurmak gerekir.<br />

Aradan geçen 12 yılda ise Kurtlar<br />

Vadisi eski popülaritesinden uzaklaşmış,<br />

taraf olmuş ve tam anlamıyla bir propaganda<br />

aracına evirilmiştir. Şimdi ise Serdar<br />

Akar, tükenme noktasına gelmiş, sıkı<br />

fanları tarafından bile eleştiri oklarına


maruz kalmış bir projeyi tekrardan diriltme<br />

adına kamera arkasına geçiyor.<br />

Serdar Akar, Kurtlar Vadisi Vatan projesiyle<br />

ne denli başarılı olur yahut bu tercih<br />

onun kariyerine ne türlü bir ivme<br />

kazandırır bilinmez. Ancak şu bir gerçek<br />

ki, senaryo ne denli kötü olursa olsun,<br />

onun üzerine düşeni ziyadesiyle yerine<br />

getireceği aşikâr. Çünkü karşımızda<br />

yeteneği herkesçe takdir edilen, ancak<br />

seçtiği senaryolarda bir o kadar<br />

tartışmaya açık olan bir isim var.<br />

Kariyerine Yeni Sinemacılar adı altında<br />

başlayan ve sektöre hızlı bir giriş<br />

yapan Serdar Akar, esasen 2000’lerin<br />

başındaki en umut vadeden yönetmenlerden<br />

biriydi. Nitekim Barda’ya<br />

kadar bir şekilde dengede götürdüğü<br />

filmografisi, daha sonrasında ilginç<br />

tercihlerle oldukça farklı bir<br />

yöne kaydı. Bu, belki Serdar Akar’ın<br />

yeteneğinden bir şey alıp götürmedi<br />

ancak, sinemamızın donanımlı bir<br />

yönetmenini kaybetme noktasına<br />

getirdi. Düşünsenize, Gemide ve Dar<br />

Alanda Kısa Paslaşmalar gibi kült<br />

olarak adlandırabileceğimiz iki filmi<br />

önümüze getiren isim, şimdilerde<br />

Kurtlar Vadisi’ni tekrardan diriltmek<br />

adına çaba sarf ediyor!<br />

En başta dediğimiz gibi, Serdar<br />

Akar’ın çizdiği portre ne yazık ki<br />

sektörün acı yüzü. O, kariyerinin en<br />

başında inandığı ve değer verdiği<br />

hikâyeleri kendi üslubunca çekmeye<br />

çalışırken, sonrasında izleyici garantisi<br />

olan risksiz işlere kucak açmış bir<br />

sinemacı. Bizde bir laf vardır; “Sütten<br />

ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek<br />

yer” diye. Belki de Serdar Akar’ın<br />

idealist yönetmen sınıfını terk etmesinin<br />

yegâne sebebi, bu atasözünde<br />

saklıdır.<br />

Eylül sonunda vizyona girecek Kurtlar<br />

Vadisi Vatan vesilesiyle Serdar<br />

Akar filmografisini ve onun değişen<br />

kariyerini detaylı bir şekilde ele almaya<br />

çalıştık. Yaklaşık 20 yıldır<br />

hayatımızda olan ve her dönem<br />

adından söz ettirmeyi başaran Serdar<br />

Akar, ne var ki şimdilerde kariyerinin<br />

ilk dönemini mumla aratmakta.<br />

İlerleyen yıllar ne getirir bilinmez<br />

ancak, Gemide, Dar Alanda Kısa<br />

Paslaşmalar hatta ve hatta Barda gibi<br />

meselesi olan realist yapımları, onun<br />

filmografisinde daha fazla görmek,<br />

her sinemasever gibi bizim de temennimiz.<br />

Yolu açık olsun.


HUSTON, WE HAVE<br />

A PROBLEM!<br />

Tito, Yugoslav Uzay Programı’nı ABD’ye satmaya karar<br />

verir ve 3 milyar dolar gibi bir rakamda anlaşma sağlanır.<br />

Akabindeki gelişmelerin etkisi, Yugoslavya’nın dağılmasına<br />

neden olacak kadar güçlü olacaktır.<br />

MURAT KIZILCA<br />

n “Sıradan bir ebeveyne<br />

“Noel Baba’ya<br />

inanır mısın?” diye<br />

sorsanız, cevabı<br />

“Tabii ki hayır, ben<br />

deli değilim” olurdu,<br />

çocuklarım<br />

için inanmış gibi<br />

yapıyorum derdi.<br />

Çocuklara sorduğunuzda ise normal<br />

bir çocuk şöyle cevap verirdi: “Ben deli<br />

değilim. Hediye alanların aslında ailem<br />

olduğunu biliyorum. İnanıyormuş gibi<br />

yapıyorum ki ailem hayal kırıklığına<br />

uğramasın ve bana hediye almaya devam<br />

etsin.” Buradaki paradoksu görüyorsunuz.<br />

Hiç kimse, etkin olarak, birinci<br />

şahsa inanmıyor. Herkes başkası için<br />

numara yaptığını söylüyor. Fakat her şeye<br />

rağmen inanç görevini yapıyor. Sosyal<br />

gerçekliğimizin yapısını oluşturuyor.”<br />

Slavoj Zizek’in yukarıdaki sözleri ile<br />

açılan 2016 yılı mahsulü Houston, We<br />

Have a Problem! (yazıda bundan sonra<br />

kısaca Houston olarak anılacaktır), müthiş<br />

bir sahte belgesel örneği. 89. Akademi<br />

Ödülleri’nin yabancı dilde en iyi film<br />

dalında Slovenya’nın adayı olan film,<br />

son beşe kalamamıştı. Açıkçası bugüne<br />

kadar verilen Oscar ödülleri göz önüne<br />

alındığında Houston’ın pek “Oscarlık” bir<br />

yapım olmadığının altını çizmek lazım.<br />

Ama bunu filmin değerini azaltmak için<br />

söylemiyorum; tam aksine sahte belgesellere<br />

(ya da komplo<br />

teorilerine) ilgisi<br />

olanlar kaçırmasın!<br />

İkinci Dünya Savaşı<br />

sonrası başlayan<br />

Soğuk Savaş döneminde<br />

süper güç<br />

olarak öne çıkan<br />

ABD ve SSCB<br />

arasındaki gerginlik<br />

had safhaya<br />

ulaşmıştı. Hemen<br />

her alanda üstünlük<br />

sağlamak için<br />

kıyasıya yarışan<br />

iki ülke, birbirlerine gözdağı vermek<br />

için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Uzay<br />

Yarışı da dönemin en çok önem atfedilen<br />

başlıklarından biriydi. 4 Ekim 1957<br />

yılında, tam da ABD’nin teknolojik açıdan<br />

SSCB’den ileride olduğunu öne sürdüğü<br />

bir dönemde, SSCB’nin uzaya attığı<br />

Sputnik-1 adlı ilk yapay uydu, ABD’de<br />

büyük bir krize neden oldu ki 1957 yılı


Uzay Yarışı’nın başlangıcı olarak gösterilir.<br />

Aynı yıl SSCB’nin Sputnik-2 uçuşu<br />

ile yörüngeye gönderilen ilk canlı Laika<br />

adındaki köpek oldu. 1960 yılında Sputnik-5<br />

uçuşu ile Belka ve Strelka adlı<br />

kozmonot köpekler, başarıyla dünya<br />

yörüngesine ulaşıp geri dönebildiler. Yuri<br />

Gagarin ise 12 Nisan 1961’de Vostok-1<br />

ile yaptığı uçuşla dünya yörüngesine<br />

başarıyla ulaşan ilk insan oldu.<br />

Yönetmenliğini Ziga Virc’in üstlendiği<br />

sahte belgesel, 1950’li yılların sonundan<br />

yani Uzay Yarışı’nın başlangıcından,<br />

Yugoslavya’nın dağıldığı 1990’lı yıllara<br />

kadarki süreçte geçtiğini iddia ettiği<br />

müthiş şehir efsanesini, aynı süreçteki<br />

gerçek olaylara ait arşiv görüntüleri ve<br />

şehir efsanesine (güya) bizzat tanıklık<br />

etmiş kişilerin günümüzde verdikleri<br />

beyanatlar eşliğinde anlatıyor. O yıllarda<br />

ABD ve SSCB dışında kendi uzay<br />

programını yürüten bir başka ülke daha<br />

vardır: Yugoslavya.<br />

Uzay çalışmalarıyla tanınan Sloven<br />

bilim insanı Herman Potocnik (ya da<br />

takma adıyla Herman Noordung), tek<br />

kitabı olan The Problem of Space Travel<br />

1928 yılının sonlarında yayımlandıktan<br />

bir yıl sonra, henüz 36 yaşındayken


ölür. Sahte belgeselin iddia ettiğine<br />

göre Potocnik öldüğü zaman ikinci<br />

kitabı üzerinde çalışmaktadır ancak<br />

kitaba dair notların bulunduğu dosyalar<br />

kaybolmuştur. Yugoslav istihbaratı<br />

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu<br />

dosyaları ele geçirir ve Yugoslavya’nın<br />

tek adamı Tito’ya dosyaların potansiyel<br />

önemi hakkında bilgi verir. Tito, dosyaları<br />

incelemeleri için uzmanlara gönderir.<br />

Uzmanlar, dosyaların bir ekibi aya<br />

götürebilecek bir uzay aracı yapmak için<br />

gerekli detaylı talimatları içerdiğini söyler.<br />

Bunun üzerine Tito, Yugoslav Uzay<br />

Programı’nı başlatır. SSCB’nin Sputnik-1<br />

uçuşundan hemen sonra Yugoslavya,<br />

Triglav-1 uçuşunu gerçekleştirir. İçine<br />

canlı bir domuzun konulduğu üç aşamalı<br />

roket stratosfere kadar başarıyla ulaşır<br />

ama sağlıklı bir iniş gerçekleşmez ve<br />

modül Adriyatik Denizi’nin uluslararası<br />

sularında İtalya’ya yakın bir yere düşer.<br />

Kimseye fark ettirmeden olayı örtbas<br />

eden Yugoslavya, yeni bir uçuş denemesi<br />

için çalışmalara başlar ancak<br />

maliyet karşılayabileceklerinden çok<br />

fazladır. Uzay programı için yabancı kredi<br />

almaları da mümkün değildir. ABD’de<br />

ise durum tam tersinedir; paraları<br />

vardır ancak kullandıkları teknoloji işe<br />

yaramamaktadır. John F. Kennedy, 1961<br />

yılında ABD başkanı olur. SSCB’nin art<br />

arda gerçekleştirdiği başarılı uçuşlar<br />

ile Uzay Yarışı Kennedy üzerinde büyük<br />

bir baskı oluşturur. CIA, Kennedy’ye<br />

Yugoslav Uzay Programı’nın ABD’ye<br />

büyük katkı sağlayacağını söyler ve<br />

temaslar başlar. Sonunda bütün projenin<br />

ABD’ye satılmasına karar verilir ve 3<br />

milyar dolar (filmin yaptığı hesaplamalara<br />

göre bugünün 50 milyar doları) gibi<br />

bir rakamda anlaşma sağlanır. Akabindeki<br />

gelişmelerin etkisi, Yugoslavya’nın<br />

dağılmasına neden olacak kadar güçlü<br />

olacaktır.<br />

Houston; Tito ve Kennedy buluşmaları,<br />

her iki liderin konuşmaları, diğer ülkeleri<br />

ziyaretleri gibi gerçek tarihi<br />

olayları, kendi anlatısı içerisine o kadar<br />

özenli bir şekilde yerleştiriyor ki arşiv<br />

görüntülerinin arasına (nadiren de olsa)<br />

giren Zizek yorumları olmasa kendinizi<br />

kolaylıkla teslim edeceğiniz, bütünüyle<br />

inanabileceğiniz, eksiksiz bir komplo<br />

teorisi kurguluyor. Yönetmen Ziga<br />

Virc, Yugoslavya’nın yükselişinin ve<br />

düşüşünün sembolik öyküsünü anlatma<br />

niyetinde olduğunu söylüyor ve seyirciyi<br />

izlediklerinden hangisinin gerçek, hangisinin<br />

kurmaca olduğunu anlamaya davet<br />

ediyor. Houston, Soğuk Savaş dönemindeki<br />

siyaset ya da Uzay Yarışı hakkında<br />

taşlamalara yer verse de aslen internet<br />

sonrası dönemde anlamı hızla değişen<br />

“gerçekliğe” dikkat çekmek istiyor.<br />

Gördüğü, okuduğu, duyduğu her şeye<br />

sorgulamadan inanma eğilimi gösterenlerin<br />

çoğunlukta olduğu bir dünyada<br />

yaşıyoruz. Yeter ki maruz kalınan veriler<br />

kendi sübjektif gerçeklikleriyle<br />

örtüşsün. İşin ilginci insanların büyük<br />

bir çoğunluğu hayatı boyunca gerçeği<br />

aramıyor. Belli başlı dogmatik kalıplarla<br />

örülü kendi gerçeklik anlayışları ve kendi<br />

dünya görüşleri var ve bu anlayış ve<br />

görüş yıllar içinde daha da katılaşıyor,<br />

değiştirilmesi imkânsız hale geliyor.<br />

Çoğu insan, düşüncesinin yanlışlığı<br />

yüzde yüz kanıtlansa bile, salt bu yüzden<br />

düşüncesini değiştirmeye yanaşmıyor.<br />

Albert Einstein boşuna “Önyargıları parçalamak,<br />

atomu parçalamaktan zordur”<br />

dememiş.<br />

Hatırlayanlar olacaktır; Korcan Karar’ın<br />

hazırladığı ve 1994-1999 yılları arasında<br />

devam eden Şok isimli bir TV programı<br />

vardı. Gerçekle uzaktan yakından ilgisi<br />

olmayan mizahi haberlerin ciddi biçimde<br />

sunulduğu bir komedi programıydı.<br />

Birkaç bölüm (belki de ilk bölümdü net<br />

hatırlamıyorum) sonrasında haberleri<br />

gerçek zannedenlerden gelen tepkiler<br />

üzerine program, “bu haberlerin gerçekle<br />

ilgisi yoktur, tamamen hayal ürünüdür”


gibisinden bir altyazı ile yayınlanmaya<br />

başladı. Buna rağmen hâlâ inananlar<br />

çıkmaya devam ediyordu. O zamandan<br />

bu zamana insanlar değişmiştir<br />

diye düşünmeyin; aynı geleneği günümüzde<br />

devam ettiren Zaytung benzeri<br />

sitelerin yaptığı sahte haberleri “gerçek”<br />

zannedenlerin sayısının hiç de<br />

az olmadığını unutmamak lazım. Hatta<br />

daha da fenası benzer yabancı mizah<br />

sitelerinin yaptığı sahte haberlerin ulusal<br />

gazetelerimiz tarafından “gerçek”<br />

zannedilip haber yapıldığını da acı bir not<br />

olarak ekleyelim.<br />

Houston, Kutluğ Ataman’ın yazıp<br />

yönettiği Aya Seyahat (2009) isimli sahte<br />

belgesel ile birçok benzerlikler içeriyor.<br />

Tabii ki Ataman’ın filmi herhangi bir<br />

gerçeklikten destek almıyor, tamamen<br />

fantezi ürünü ama yapı olarak fazlasıyla<br />

benzeşiyorlar. Aya Seyahat farklı bir<br />

teknik kullanarak art arda perdeye<br />

gelen siyah beyaz fotoğrafların üzerine<br />

yerleştirilmiş bir üst ses ile fantezi ürünü<br />

hikâyesini belgesel havasında sunarken<br />

aralara çeşitli sosyolog, tarihçi ve yazarlar<br />

ile yapılmış röportajlar serpiştirerek<br />

gerçeklik algısını kırmaya çalışıyor. Aynı<br />

Houston’ın Zizek yorumlarını kullandığı<br />

biçimde. İşin ilginci her iki film de aynı<br />

yıllarda geçen bir sahte “gerçeklik” yaratmaya<br />

girişiyor ve her ikisinin de çıkış<br />

noktası aynı. Aya Seyahat’te 1957 yılında<br />

gerçekleştirilen SSCB’nin Sputnik-1<br />

uçuşundan sonra Erzincan’ın bir köyünden<br />

geçmekte olan bir milletvekilinin<br />

tesadüfen köyde durması üzerine gelişen<br />

olaylar neticesinde bazı köylüler, aya<br />

gitmeye karar verip camiinin minaresinden<br />

bozma bir roket yapmaya girişiyorlar.<br />

(Filmi Kutluğ Ataman’ın YouTube kanalı<br />

WitchTV üzerinden izleyebilirsiniz.)<br />

Bütün bunların yanında son zamanlarda<br />

tekrar gündeme gelen Bandırma Füze<br />

Kulübü’nün hikâyesinin akla gelmemesi<br />

ise imkânsız.<br />

Son noktayı Zizek’in Houston’ın finalinde<br />

yer alan sözleriyle koyalım: “Bu filmin<br />

başarılı olması için ortalama bir seyircinin<br />

her zaman nasıl da kullanılıyoruz<br />

diye farkına varması gerekir ama basit<br />

salt yalan yoktur. Her şey sahte olsa<br />

bile... Bu sahtelik, bizim sahte olduğunu<br />

bildiğimiz kadarıyla içinde yaşadığımız<br />

sosyal gerçeklik hakkında bize pek çok<br />

şey söyler. Gerçekten olmamış olsa bile<br />

doğrudur. Ve bu çok önemli bir mesajdır.”


İZLEDİĞİMİZ<br />

KORKU FİLMLERİ<br />

OYUNCULUĞUMUZA<br />

ÇOK ŞEY KATTI<br />

Türk korku sinemasında önemli bir<br />

yer edineceğe benzeyen, gerilim-dram<br />

türündeki “Zohak” filmi başrol oyuncuları<br />

Seda Kement ve Erkan Çelik ile film, oyunculuk<br />

ve Türk korku sineması üzerine keyifli<br />

bir sohbet gerçekleştirdik.<br />

EZGİ TANIR<br />

n Son yıllarda başarısı<br />

oldukça artan Türk korku<br />

sinemasında önemli bir<br />

yer edineceğe benzeyen,<br />

gerilim-dram türündeki “Zohak” filmi başrol<br />

oyuncuları Seda Kement ve Erkan Çelik<br />

ile film, oyunculuk ve Türk korku sineması<br />

üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.<br />

Senaryo size nasıl ulaştı?<br />

Seda Kement: 2 ay önce oynadığım “Elim<br />

Sende” filmi yeni bitmişti, orada styling<br />

yapan arkadaşım bir korku filmi var<br />

görüşmek ister misin dedi ve senaryo bana<br />

o sayede ulaştı. İlk senaryoyu gördüğümde<br />

kuşkularım vardı ama şuan psikolojik gerilime<br />

dönen olağanüstü bir film çekiyoruz ve<br />

içinde olmaktan çok mutluyum.<br />

Erkan Çelik: Menajer ve yapım şirketleri<br />

vasıtası ile elime ulaştı ve senaryoyu<br />

ERKAN<br />

ÇELİK


SEDA<br />

KEMENT<br />

okuduktan sonra hemen içinde olmak istedim.<br />

Projeyi kabul etme sebebiniz nedir?<br />

Seda Kement: Daha önce bir korku veya<br />

gerilim filminde hiç oynamadığım için böyle<br />

bir deneyim edinmek istedim. Yönetmenimiz<br />

Adem Uğur liderliğinde de harika bir ekiple<br />

tanışmış oldum. Partnerim Erkan Çelik’i<br />

görünce de çok şaşırdım. Çünkü senaryoyu<br />

okuduğumda kafamdaki Semih karakteri<br />

Erkan’ın birebir aynısıydı. Kendisi inanılmaz<br />

yetenekli ve enerjisi çok güzel bir oyuncu.<br />

Onunla birlikte oynadığım için çok mutluyum.<br />

Erkan Çelik: Yapımcı, yönetmen, senaryo,<br />

karakter analizleri ve eğer başrol teklifi<br />

aldıysam birlikte oynayacağım oyuncu<br />

projeyi kabul etme sebeplerimin hepsini<br />

oluşturuyor aslında. Zohak filmini kabul<br />

etme sebeplerimden biri de başrolü birlikte<br />

paylaştığım arkadaşım Seda Kement’tir.<br />

Kendisinin oyunculuğunu her zaman<br />

beğeniyordum. Şimdi beyazperdede Canan<br />

ve Semih’i birlikte oynayacağız. Enerjimiz<br />

çok iyi tuttuğu için ekrana da harika<br />

yansıyor.<br />

Oynadığınız karakter nasıl biri?<br />

Seda Kement: Filmde, Canan karakterini<br />

oynuyorum. Canan sevgilisi tarafından<br />

sürekli şımartılan, hayatı travmalarla dolu bir<br />

karakter.<br />

Erkan Çelik: Filmde Semih karakterini<br />

oynuyorum. Semih, İş ve sosyal hayatında<br />

belli çizgileri ve kuralları olan İzmit’li zengin<br />

bir işadamı. Canan’a duyduğu aşk yüzünden<br />

de başına geleceklerden habersiz.<br />

Filmin konusundan biraz bahseder misiniz?<br />

Seda Kement: Cananın ailesi “Zohak” denen<br />

şeytani bir varlığın kendilerine musallat<br />

olduğunu düşünür ve babası Canan’ın gözü<br />

önünde cinnet geçirerek karısını öldürür.<br />

İşlediği cinayetin ağırlığına dayanamayıp<br />

yine kızının önünde kendisini de öldürür,<br />

öldürmeden önce de Zohak’ı bir kutuya<br />

hapsedip denize atar. Bir gün Canan,<br />

Semih’in doğum gününde kutuyla karşılaşır,<br />

bastırdığı korkular ortaya çıkar ve macera


Rolünüze nasıl hazırlandınız?<br />

Seda Kement: Sıkı bir gerilim, korku filmi izleyicisiyimdir<br />

ve Zohak’ta oynarken anladım ki çok<br />

iyi bir gözlemciymişim. Çocukluğumdan beri<br />

izlediğim korku filmlerinin Canan karakterinin<br />

üzerinde büyük etkisi oldu. Burada dram veya komedi<br />

türüne nazaran düşünsel ve beyinsel olarak<br />

daha fazla efor sarf ediyorum.<br />

Erkan Çelik: Okuma provaları için sabahlara<br />

kadar uykusuz kaldım diyebilirim. Sonrasında<br />

role adapte olabilmek için durumu içselleştirmem<br />

gerekiyordu. Rol arkadaşlarımla çok sık provalar<br />

yaptık. Türk korku filmlerinin çoğunu da önceden<br />

izlemiştim ve oradaki karakterleri tekrar analiz<br />

edip oyunculuğuma katkı sağlayacak detaylar<br />

üzerinde çalıştım.<br />

Erkan Bey 1 ayda 2 filmde başrol oynuyorsunuz,<br />

bu sizin için zor olmuyor mu?<br />

Erkan Çelik: Kafir sinema filminin seti<br />

İstanbul’da, Zohak ise İzmit’te. İki filmde de<br />

başrol oyuncusu olduğum için sahnelerim fazla,<br />

bu sebeple biraz yoruluyorum. Ama bir Çin<br />

atasözü derki ‘Eğer sevdiğin işi yapıyorsan ömür<br />

boyu çalışmamış gibi olursun’ gerçekten de<br />

öyle. Çoğu zaman gündüz ve gece 2 sette birden<br />

çalışmak durumunda kalıyorum. Ama çok profesyonel<br />

ekiplerle yürüyoruz, projelerdeki pozitif<br />

enerji benim bütün yorgunluğumu alıyor.<br />

Çekimlerin İzmit’te yapılmasının bir sebebi var<br />

mı?<br />

Seda Kement: Aradığımız her şeyi burada bulabiliyoruz.<br />

İzmit’in sokakları, deniz kenarları<br />

tam istediğimiz gibi. İzmit Belediye Başkanı<br />

Dr. Nevzat Doğan ile yaptığım bir televizyon<br />

programı sayesinde tanıştım ve kendisi sanata<br />

ve sanatçıya çok değer veren bir insan bize her<br />

konuda destek oluyor. Aynı şekilde İzmit halkı da<br />

bizi çok sevdi ve onlardan da her konuda destek<br />

görüyoruz. Hem belediye başkanına hem halka<br />

çok teşekkür ederiz.<br />

Türk korku sineması hakkında ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Seda Kement: 4-5 sene öncesine kadar maalesef<br />

ki korku filmlerinde çok da başarılı sayılmazdık.<br />

Son yıllarda çok iyi korku filmleri çekiliyor ve bu<br />

da haliyle gişeye yansıyor. İyi filmlerle beraber<br />

korku filmi izleyici potansiyeli de ciddi bir artış


gösterdi. İzleyicinin artışı filmlerin çok daha iyi<br />

olmasını sağlıyor. Bence artık yabancı filmlerle<br />

yarışacak filmlerimiz var. Efektlerimiz, arka<br />

plandaki çalışmalarımız çok gelişti ve günden<br />

güne de gelişmeye devam ediyor. Bizim filmimiz<br />

de bunlardan biri.<br />

Erkan Çelik: Aslına bakarsanız Türk yapımı<br />

korku filmlerine olan rağbet her geçen gün<br />

artıyor. 2014 yılında 10 film, 2015 yılında 22<br />

film ve geçen sene de 28 korku filmi yapılan<br />

ülkemizde bu rakamlar gerçekliği de yansıtıyor<br />

diye düşünüyorum. İzleyici seri filmleri seviyor,<br />

gerçek hayat hikayelerini de farklı bir heyecanla<br />

izliyor. Birçok eleştirmenden “eğer cinler<br />

olmasaydı biz hayatta korku filmi yapamazdık”<br />

konuşmalarını çok duydum. Bütün yapılan<br />

filmlerin kalitesinin aynı olduğunu söylemek<br />

mümkün değil. Ayrıca bir korku filminde senaryonun<br />

dışında beyazperdeye yansıyacak<br />

kurgunun da muhteşem olması gerekiyor.<br />

Zohak filminin kurgusunu, İranlı yönetmen<br />

“Babak Adebi “yapacak. Muhteşem bir iş<br />

çıkacağından hiç şüphem yok.<br />

Bundan sonrası için planlarınız neler?<br />

Seda Kement: Ölene kadar oyunculuk yapmak<br />

istiyorum. Bu filmden çok umutluyum,<br />

seyircinin filmi seveceğinden de eminim. Bundan<br />

sonra bir komedi filmim var. Ardından<br />

Türkiye’nin en iyi müzikallerinden biri olacak<br />

olan “Çingeneler Zamanı Müzikali” var. Daha<br />

sonra da Bosna’da TRT için “Aliyah” isimli 6<br />

bölümlük mini bir dizi çekeceğiz. Hepsi farklı<br />

heyecanlar, farklı karakterler, farklı duygular…<br />

Erkan Çelik: Eylül ortasına kadar sinema filmi<br />

çekimlerim devam edecek. Eylül sonu gibi çekimleri<br />

başlayacak olan harika bir aşk filmimiz<br />

var. Komedi, korku ve gerilim-dram sonrası<br />

bir Aşk filmi oyunculuk kariyerim için harika<br />

olacak diye düşünüyorum. Gerçekten güçlü<br />

bir kadronun içinde güzel bir dizi projesinde<br />

yer almak istiyorum. Şuan iki dizi projesi teklifi<br />

aldım. Değerlendirme aşamasındayım. Doğru<br />

kararı vermek istiyorum çünkü benim ilk dizi<br />

projem olacak. Ama uzun zaman almayacak<br />

gibi görünüyor.<br />

Film Ocak ayında vizyona girecek,<br />

keyifli seyirler.


KANAYANA KADAR SEV<br />

SONRA PARÇALARA AYIR<br />

Benim Sonbaharım, Kisisel Bir Liste<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Nasıl geçtiğini<br />

anlamadığımız hınzır<br />

bir ağustos ayını daha<br />

geride bıraktık. Eylül<br />

ayı, sinemanın yeni sezonu,<br />

yeni yılı adeta…<br />

Yıl boyu beklediğimiz<br />

yerli ve yabancı yapımlar<br />

birbiri ardına sinema<br />

salonlarına konuk olacak. Ancak benim bu<br />

mevsimde en sevdiğim şeylerden bir tanesi de<br />

başucu filmlerimi yeniden izlemek. Yağmurlu<br />

bir eylül akşamında, ince bir hırka ve güzel bir<br />

kahve eşliğinde çok sevdiğim bir arkadaşımı<br />

ziyarete gitmişim hissi yaratan bu filmlerim,<br />

her izlediğimde bana yeni şeyler öğretmeyi de<br />

ihmal etmiyor. Tıpkı uzakta yaşayan eski bir<br />

dostun varlığı gibi… Konuşmadan, yorulmadan<br />

anlaşmak, içini dökmek gibi… Bazen acı söylese<br />

de haklı olduğu gibi… İşte bende bu hisleri<br />

uyandıran onlarca hikayeden 5 tanesini seçtim<br />

ve bana hissetirdiklerini paylaşmak istedim.<br />

Yaşasın tekrar tekrar film izlemenin güzelliği,<br />

hoşgeldin sohbahar…<br />

Ara<br />

Yönetmen: Ümit Ünal<br />

Oyuncular: Erdem Akakçe, Selen Uçer<br />

“Dün Gece Bir Rüya Gördüm, Biz Seninle<br />

Ayrılmışız”<br />

Ara’yı ilk izlediğim zamanı asla unutamam,<br />

çünkü artık ne bu filmi izlediğim büyülü Alkazar<br />

sineması, ne de giderken çantamda taşıdığım<br />

Roll dergisi artık yok… Dolayısıyla yalnızca<br />

içeriğiyle değil, gösterime girdiği dönem iti-


ariyle de -2008 yılı, belki de Beyoğlu’nun<br />

son güzel zamanları- hafızamda hep özel<br />

bir yerde kalacak. Filmi izledikten birkaç<br />

gün sonra, Ümit Ünal ile Cihangir’de bir<br />

cafede buluşacağız. Hoş kendisi de artık<br />

Cihangir’de değil, Adalar’da yaşıyor… Hava<br />

kararmaya yakın bir, serin bir akşamüstü,<br />

mevsimlerden mart ama hava çok da<br />

soğuk değil. Bir süre sonra elinde alışveriş<br />

poşetleriyle ve her zamanki güler yüzüyle<br />

kapıda beliriyor Ünal filme dair Ümit Ünal’ın<br />

ağzından dökülen ilk cümle şu oluyor; Ara<br />

benim kuşağımın otobiyografisi… Tümü<br />

tek bir apartman dairesinde geçen film,<br />

birbirini seven ama aldatan, ölesiye kıran<br />

ama bırakamayan dört kişinin hikâyesini<br />

konu alıyor film. Değişen dünya ile birlikte<br />

yozlaşan ilişkileri 2 çift üzerinden anlatan<br />

Ümit Ünal, Türk sinemasında bana kalırsa<br />

hala da üzerine çıkılamayan kült bir yapıma<br />

imza attı bu filmle. Kendisini ne zaman<br />

görsem, ikinci filmi ne zaman gelecek<br />

diye soruyorum, sanırım yakında bununla<br />

ilgili güzel bir haber alacağız ama önce<br />

yönetmenin çekimlerini geçtiğimiz günlerde<br />

tamamladığı Sofra Sırları’nın tadına<br />

bakacağız.<br />

Edie<br />

Yönetmen: George Hickenlooper<br />

Oyuncular: Sienna Miller, Guy Pearce<br />

“Kanayana Kadar Sev, Sonra Parçalara<br />

Ayrıl”<br />

Kısacık kestirip saçlarını içtin ilk sigarını diyor<br />

ya Papatya’da Teoman, işte izlediğimde<br />

19 yaşlarında başına kavak yelleri esen<br />

bendenize e tam da bunu yapıyor Factory<br />

Girl… Uzun süre, belki de hala etkisinden<br />

kurtulamadığım, hatta zaman zaman<br />

ruhundan bir parça taşıdığına inandığım<br />

Edie Sedgwick’in hayat hikayesini anlatan<br />

film sanat camiasında masumiyetin nasıl<br />

dönüştürüldüğünü adım adım anlatan bir<br />

manifesto gibi… Zengin bir ailenin güzel,<br />

yetenekli ve karizmatik kızı olarak dünyaya<br />

gelen Edie’nin 60’lı yılların ortasında<br />

New York’a taşındığında, zamanın aykırı<br />

sanatçısı Andy Warhol ile tanışmasıyla tüm


hayatı değişmesini anlatan film, Warhol’ın<br />

bohem ve yaratıcı cennetine heyecanlı bir giriş<br />

yapmasının ardından kendi ölüm fermanını<br />

imzalamasını konu alıyo. Kızımız yüm dünyada<br />

birer marka olmuş müzisyenler, şairler,<br />

sanatçılar ve oyuncularla bir araya gelmenin<br />

faturasını oldukça ağır ödüyor. Asla izlemekten<br />

bıkmayacağım filmlerden…<br />

Bu Dans Senin - Take This Waltz (2012)<br />

Yönetmen: Sarah Polley<br />

Oyuncular: Michelle Williams, Seth Rogen<br />

“Seni Asla Unutmayacağım, Bunu Biliyorsun”<br />

Mutlu bir evliliğe sahip olan Margot’un, karşı<br />

dairelerine taşınan gizemli ve yakışıklı Daniel’i<br />

gördükten sonra değişmeye başlayan fikirlerini<br />

ve hayatını konu alan Bu Dans Senin,<br />

hüzünlü bir sonbahar senfonisi… Yönetmeni<br />

Sarah Polley’in kendi hayatından da izler<br />

taşıyan film, bir ilişkinin evlerini inceleyen bir<br />

psikoloji dersi gibi adeta… Her yeni ilişkiye<br />

başlarken yaşanan tatlı heyecanı, kavuşunca<br />

bir süre süren tutku senfonisini daha sonra<br />

yavaş yavaş alışkanların başlamasını ve<br />

sonuç olarak da bir sonrakinin ilişinin tıpatıp<br />

aynısı olmasını yüzünüze bir tokat gibi vuruyor.<br />

Film bitince durup düşünüyorsunuz bir<br />

sonraki ilişkimde en sonunda bir önceki gibi<br />

olacaksa, kalmalı mıyım yoksa gitmeli miyim?<br />

Komedi performansların aşina olduğumuz<br />

Seth Rogen’in ters köşe bir rolde de ne kadar<br />

şahane bir iş çıkarabileceğini ispatlayan film de<br />

Michelle Williams’da ikiarada kalan bir kadının<br />

yaşadıklarını büyük bir ustalıkla perdeye<br />

yansıtıyor.<br />

Young Adult – Genç Yetişkin (2011)<br />

Yönetmen: Jason Reitman<br />

Oyuncular: Charlize Theron, Patrick Wilson<br />

“Hayat Adil Değildir”<br />

İlk izlediğimde asla günün birinde başucu<br />

filmim olacağını tahmin etmediğim, bir boks<br />

müsabakasında beklenmedik halde gelen ve<br />

nakavt eden bir yumruk gibi geldi kendi adıma<br />

bu film… Küçük bir sahil şehrinden, metropole<br />

okumaya/çalışmaya giden birçok kadının ortak<br />

hissiyatını perdeye yansıttığını düşünüyorum<br />

bu filmin… Büyük hayallere evini, aileni, ilk<br />

aşkını ardına bile bakmadan terk edip gittiğin


o şehir, aslında kanını son damlasına kadar<br />

emdikten sonra bir sonraki hedefine<br />

odaklanan bir vampirden başkası değildir.<br />

Büyük şehirdeki pırıltılı yaşam aslında<br />

sadece bir illüzyondur ve sen en sonunda<br />

dönüp dolaşıp sızlayan kalbinin acısını<br />

dindirmek için çareyi çocukluğunun geçtiği<br />

odada, unuttuğun anılarının içinde ararsın.<br />

İşte o zaman çok geçtir… Genç Yetişkin,<br />

tam da bu “işin işten geçmiş olma” meselesini<br />

konu alıyor. Lisenin popüler ve güzel<br />

kızı Mavis Gary (Charlize Theron) hayallerindeki<br />

hayatın aslında hayali olmadığını<br />

anladığında eski aşkını geri kazanmak<br />

için (evli ve çocuklu) Buddy Slade’i (Patrick<br />

Wilson) cazibesi ile geri kazanacağını<br />

Olduğunu Fark Etmek”<br />

Ters köşe aşk filmi deyince hiç şüphesiz<br />

akla ilk gelen ve hep gelecek olan filmlerin<br />

başında gelir Aşkın 500 Günü… Klasik<br />

bir romantik komedinin aksine filmin<br />

başkahramanlarının sonsuza dek mutlu<br />

yaşamadığı, çizgi dışı bir senaryoya<br />

sahip... Filmin güzel işlenişi bir yana bu<br />

filmin soundtrack albümü de benim için<br />

başucu albümlerdendir mesela. En az<br />

kendisi kadar özenle seçilmiş ve yapılmış<br />

şarkılarla dolu olan albüm hem filmle<br />

büyük bir bütünlük içinde hem de filmden<br />

bağımsız başlı başına arşivlik bir müzik<br />

ziyafeti…<br />

düşünüyor ve işler pek de umduğu gibi<br />

gitmiyor. Charlize Theron’un her zamanki<br />

gibi oldukça başarılı oyunculuğuyla<br />

sahiciliğini sağlamlaştıran film, taşrada<br />

sıkıcı ve mutsuz bir bir hayat yaşandığı<br />

inancını yerle bir etmeyi kendisine görev<br />

ediniyor.<br />

Aşkın 500 Günü<br />

Yönetmen: Marc Webb<br />

Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Zooey<br />

Deschanel<br />

“En Kötüsü Ne Biliyor Musun?<br />

İnandığın Her Şeyin Yalandan İbaret


GÖZÜMÜZ<br />

BELGESEL<br />

ARIYOR<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

Belgeselcilerin<br />

belgesellerini finanse<br />

etmesi ve uluslararası<br />

pazarda sergilemesi<br />

her geçen gün daha zor<br />

hale geliyor<br />

Geçtiğimiz ay Amsterdam’daydım.<br />

Sevgili arkadaşım, belgesel<br />

uzmanı Marijke Rawie ile bir<br />

kahve içiminde buluştuk. Marijke, Mayıs<br />

2013’te 5.TRT Belgesel Ödülleri, Ekim<br />

2015’te Belgesel Sinemacılar Birliği’nin<br />

Pitch in İstanbul projesi kapsamında<br />

İstanbul’daydı. Özel hayat, tatil matil<br />

sohbeti derken… söz geldi doğal olarak<br />

belgesele.<br />

Sen neler yapıyorsun bu aralar, ben<br />

neler yapıyorum, neler yapabiliriz derken,<br />

sorduk karşılıklı “sizin oralarda belgesel<br />

ne alemde ?” diye. Ben anlattım bizim<br />

buraları. O da Avrupa’daki durumu. “Şu<br />

aralar Avrupa belgesel piyasası başarılı<br />

mı, ne var ne yok?” diye sual ettim.<br />

Aldığım cevabı kıskanmadım desem yalan<br />

olur. İşte cevabı:<br />

Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü her<br />

yıl televizyon kanalları ve festivaller<br />

tarafından gösterilen daha ilginç ve<br />

başarılı belgeseller var!<br />

Hayır, çünkü belgeselcilerin belgesellerini<br />

finanse etmesi ve uluslararası pazarda<br />

sergilemesi her geçen gün daha zor hale<br />

geliyor<br />

“Ortada böylesi güçlü ve talepkar bir pazar<br />

varken neden zor ki Marijke?” demeden<br />

edemedim. Belgeselleri zorunluluktan<br />

yayınlamayan televizyonlar varken,<br />

Amsterdam’da IDFA, Dok Leipzig, Sheffield<br />

Doc/Fest, Jihlava IDFF Nyon Visions<br />

du Réel, ZagrebDox, Kopenag’da<br />

CPH:DOX, Marsilya’da FID, Berlin Doc<br />

gibi daha nice festivaller belgeselleri<br />

desteklerken niye zor ki? Yanıt oldukça<br />

ilginç.<br />

Birincisi her sene piyasaya gelen<br />

geliştirilmiş belgesel önerileri git gide<br />

daha da artıyor. Uluslararası festivallerin<br />

ve Avrupa’daki televizyonların belgesel<br />

türüne olan ilgisinin artışı belgesel yapmak<br />

isteyenleri de arttırıyor. Bu alandaki<br />

eğitim fırsatlarını ve inisiyatifleri takip<br />

ede, belgesel yapmak isteyen insanların<br />

sayısındaki artış pazar payını da etkiliyor.<br />

Bu durum, aynı zamanda her yıl çok<br />

yüksek kalitede, yeni belgesel fikirlerin


muazzam bir şekilde akışını sağlıyor. Başarılı bir<br />

belgeselin standartları giderek artmakta. Festival<br />

ve televizyonlar belgesel seçimlerinde gittikçe çok<br />

daha seçici hale geliyor.<br />

İkincisi belgesel pahalı bir tür ve son yıllarda giderek<br />

daha da pahalı hale gelmekte. Uluslararası<br />

bir belgesel için minimum bütçe en az 100.000<br />

Avro, ancak çoğu zaman 300.000 veya daha<br />

fazla. 800.000 ila 1 milyon Avro’luk bütçeler kesinlikle<br />

nadir değil. Fakat belgesellerin üretilmesi için<br />

Avrupa’da ulaşılabilir olan toplam para miktarı ise<br />

son on yılda önemli ölçüde artmadı. Dolayısıyla<br />

belgesel yapımcılarının bu uluslararası pazara<br />

başarıyla girmesi giderek zorlaştı.<br />

Valla ne diyeyim Avrupa’nın sıkıntısı bir nevi bolluktan...<br />

Kaliteli üretim ve talep artışındaki bolluğa<br />

nazaran aynı ölçüde bütçelerin artmamasından.<br />

Ama yine de ortada bir belgesel ekonomisi, bir<br />

pazar payı var yani… Bizdeki de kıtlıktan. İçerik<br />

ve sanatsal açıdan zengin ve özgün, ekonomik<br />

açıdan sürdürülebilir belgeseller yapabilme ve<br />

bunu festivallere, televizyonlara sunabilme, talep<br />

yaratabilme ve satabilme kıtlığından... Sinemada<br />

belgesel gösterebilmekten ve bundan bir kazanç<br />

elde edebilmekten hiç söz etmiyorum bile. Neyse<br />

önümüzde aşılacak tepeler, öğrenilecek, tecrübe<br />

edilecek yeni yollar var bunu biliyoruz. Ancak<br />

azimle, umutla yürümeye, üretmeye devam eden<br />

belgeselcilerimiz de var bunu da biliyoruz. Yola<br />

devam ediyoruz...<br />

Son yıllarda festivallerimizde yaşanan her<br />

türlü kaotik durum ve istikrarsızlık sürerken,<br />

ülkemizin film festivallerine bir yenisi eklendi.<br />

1.Trabzon Uluslararası Film Festivali. Kurmaca,<br />

kısa ve belgesel dalında ödüllerin<br />

dağıtıldığı festival 16-26 Ağustos tarihlerinde<br />

düzenlenmiş. Belgesellerin giderek festivallilerden<br />

uzaklaştırıldığı bir dönemde belgesel<br />

kategorisinde de ödüller verilmesini her şeye<br />

rağmen olumlu karşılıyorum. Umarım kararlı bir<br />

şekilde büyüyüp, gelişerek devam eder. Sevgili<br />

arkadaşım-meslektaşım İsmet Yazıcı belgesel<br />

bölümünde juri üyesi idi. İstanbul’a döner dönmez<br />

izlenimlerini aldım. İzlenimlerinin ötesinde<br />

sıkı bir değerlendirme yaptı doğrusu.<br />

Birinci filmi seçmek hiç zor olmadı; Volkan<br />

Budak’ın “Yaban”ı, katılan 13 iş arasında öyle<br />

parlıyordu ki... Estetik olarak ve anlatım diliyle<br />

hem farklı hem de çok etkileyiciydi. Söz, metin<br />

yoktu; ama müzik-efekt ve tabi ki görüntüleriyle<br />

öyle büyük bir cümle kurmuştu ki “en iyi”, Volkan<br />

Budak’ın hakkıydı.<br />

Seçim yaparken hem adaletli olmak tabi ki çok<br />

önemli; hem de bugünlerde oldukça kaymış<br />

olan “belgesel” kavramının hakkının verilip<br />

verilmediğini çok iyi tartarak karar vermeye


çalışmak, bir seçim yapmak çok önemli. Belki de<br />

bugünlerde her zamankinden daha fazla önemli.<br />

Çünkü, neredeyse bir adım sonrası “yahu biz<br />

neye belgesel diyorduk” diye birbirimize sormaya<br />

başlayacağız. Ben yaptım oldu duygusuyla<br />

hareket edilmeye başlanıldı biraz dersem<br />

kızanlar çok olacaktır sanıyorum, ama öyle<br />

görüyorum maalesef. Bizim üzerine titrediğimiz,<br />

her seferinde kendimizi, ürettiklerimizi bin kere<br />

tartarak, sorgulayarak yürüdüğümüz bu alan,<br />

bugünlerde çok moda ve belgesel yapmaya<br />

meraklı çok insan var.<br />

Teknolojik imkanların yaygınlaşması ile birlikte,<br />

bir şekilde insanların kendilerince ilginç<br />

buldukları şeyleri, durumları aktarma isteklerinin<br />

artması tabi ki çok normal; ama tür tanımını<br />

yaparken, ‘belgesel’ diye adlandırırken bir ölçü,<br />

bir tartı olması gerekiyor; bu kalmadı. Bizim bir<br />

zamanlar kültür-sanat programı dediğimiz şeyler<br />

“belgesel” diye başlıklandırılmaya başlandı. Gezi<br />

programı olarak gördüğümüz şeyler belgesel<br />

olarak adlandırılmaya başlanıldı. Röportaj üzeri<br />

işler çok yoğunlukta. Bir de tabi aslında biraz<br />

daha propagandif işler var, o düşünceye yakın<br />

olanların gözü kapalı alkışladığı ve ne kadar nesnel<br />

olduğu tartışılmadan, anlatım dilinin başarılı<br />

olup olmayışı tartışılmadan kabul gören işler var.<br />

Öğrencilerin ilk işleri - genellikle bitirme projesi<br />

olarak yaptıkları- çok fazla dolanımda. Trabzon<br />

Uluslararası Film Festivali’nde de öğrencilerin<br />

ürettikleri epey fazlaydı. Gözler daha profesyonel<br />

işleri arıyor açıkçası. Profesyonel olarak bu<br />

işi yapanların filmleri maalesef çok az. Çünkü<br />

üretme koşulları giderek daha zorlaşıyor. Evrensel<br />

standartlarda profesyonelce bir belgesel<br />

üretmek pahalı bir iş, iyi bir tedrisattan geçmiş,<br />

uzun yollardan gelmiş olmak gerekiyor hakkını<br />

verebilmek için. Sözün özü çok büyük emek istiyor,<br />

iyi bir zihin çalışması gerekiyor. Tabi ki Türkiye<br />

koşullarında hepimizin bildiği açmazlar var.<br />

Dolayısıyla da bu işin emektarları için ciddi zorluklar<br />

var. Benim hayalim, aslında festivallerde<br />

“proje ödülü” verilmesi. Hem proje, hem de projeyi<br />

üretecek kişinin yapabilirliği değerlendirilerek<br />

finans sağlanması, bir sonraki yıl da bu projelerin<br />

gösteriminin yapılması. Sözün özü, gözümüz<br />

“belgesel” arıyor; hakkıyla yapılmış işleri, profesyonellerin<br />

işlerini izlemeyi özlüyoruz.<br />

Aslında belgesellerin dünyaya açılan pencereler<br />

olarak yarıştırılmaktan öte seyredilmesi, üzerinde<br />

düşünülmesi, tartışılması, üretiminin desteklenmesi<br />

daha sahici olurdu. Ne var ki; şimdilik<br />

zamanın ruhu, sektör böyle akıyor… Gerçi bir<br />

iki festival belgesel projelerini ödüllendirmeye<br />

başladı ama...<br />

Bu arada 1. Uluslararası Trabzon Film Festivali<br />

Belgesel Ödülleri ise şöyle:<br />

En iyi belgesel: “Yaban” / Volkan Budak<br />

En iyi ikinci belgesel: “Salyangozun Yolculuğu” /<br />

Şenol Çöm<br />

En iyi üçüncü belgesel: “Işıklık” / Burak Doğan


ARONOFSKY DE<br />

JENNIFER DEDi<br />

Jennifer Lawrence bu sayfalara<br />

ilk konuk olduğunda son<br />

satırımız onu beyazperdede<br />

daha çok göreceğiz olmuştu.<br />

Ama biz bile bu kadar sık<br />

göreceğimizi tahmin etmedik.<br />

Bu ay Darren Aronofsky’nin<br />

yeni filmi mommy!-anne! filmiyle<br />

seyredeceğiz Jennifer<br />

Lawrence’ı...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Hollywood’u Hollywood<br />

yapan yıldızlarıdır. Özellikle<br />

kadın oyuncular bu endüstrinin<br />

en parlak parçasıdır.<br />

Yıllarca onların ismiyle anıldı<br />

bu endüstri, Brooke Shields,<br />

Phobe Cates, Lindsay Lohan,<br />

Miley Syrus ve daha kimler<br />

kimler. Onlardan biri de Jennifer Lawrence.<br />

1990 doğumlu Lawrence 14 yaşında<br />

keşfedildi. Kentucky’de doğan yıldız New<br />

York’a gittiğinde bir iki ajansa başvurdu<br />

ve deneme çekimleri sonucunda menejerler<br />

peşine düştü. Annesi Karen kızının<br />

bu isteğine önceleri çok sıcak bakmadı.<br />

Fakat menejerlerin ısrarları, katıldığı bir<br />

katalog çekimlerindeki başarısı Lawrence


ailesini dönemeyeceği bir yola soktu.<br />

İlk başlarda televizyon dizilerinde yer<br />

alan Lawrence 2008 yılında Guillermo<br />

Arriaga’nın yönettiği Burning Plan’da<br />

rol alınca dikkatleri üzerine çekti.<br />

Kim Basinger ve Charlize Theron gibi<br />

önemli isimlerle beraber rol alan Lawrence<br />

gösterdiği performansla asla<br />

ezilmedi. Hatta bu seksi kadınların<br />

yanında tazeliğiyle daha fazla dikkat<br />

çekti. Daha sonra 2009 yılında Devill<br />

You Know’da rol aldı. Oynadığı iki<br />

filmle Winter Bones’daki rolü kaptı.<br />

Filmin deneme çekimlerine giderken<br />

çok yorgun olduğunu söyleyen<br />

Lawrence çekimlerde herkesin ondan<br />

güzel olmasını, iyi konuşmasını<br />

beklediğini ama yorgunluktan hiç<br />

havasında olmadığını fakat senaryoyu<br />

okuyunca müthiş bir kadın karakteri<br />

gözlerinde canlandığını anlattı.<br />

Bazı oyuncuların kendini yarattığını<br />

bazılarının ise başkaları tarafından<br />

yaratıldığını söyleyen Lawrence “Ben<br />

kendimi yarattım” diyerek iddiasını<br />

ortaya koyuyor. Kendi yaş gurubunda<br />

bir Robert Redford, Paul Newman<br />

olmadığını ama James Franco’yu<br />

oyuncu olarak beğendiğini anlatan<br />

Lawrence “İkinci bir James Franco<br />

da yok” diyor. Gitar çalan, oyunculuktan<br />

önce amigo kız olan Lawrence<br />

her filmiyle üstüne koyuyor. Açlık<br />

Oyunları’ndaki başarısı Lawrence’ın<br />

ışığını daha da artırdı. Tabii güzel<br />

yıldız Açlık oyunlarıyla yetinmiyor.<br />

Bu ay Darren Aronofsky’nin son filmi<br />

mommy!-anne! ile karşımıza gelecek.


GENÇ VE AZiMLi<br />

DYLAN O’BRIEN<br />

Genç oyuncu bugüne kadar<br />

Teen Wolf, New Girl, High<br />

Road ve Genç Çıraklar filmlerinde<br />

rol aldı, bu ay karşımıza<br />

American Assassin / Sukastçi<br />

filmiyle çıkıyor ve kız<br />

arkadaşının intikamını almak<br />

için eğitim alan Mitch Rapp’i<br />

canlandırıyor.


BANU BOZDEMİR<br />

n Dylan O’Brien 26 Ağustos<br />

1991’de New York’da doğdu<br />

ve büyüdü, daha sonra 12<br />

yaşındayken ailesiyle birlikte<br />

California’ya taşındı. Babası<br />

kamera operatörü, annesi<br />

ise eski aktristir. MTV dizisi<br />

Teen Wolf’daki Stiles rolü ile<br />

tanınır. İlk filmi High Road’dur.<br />

Dylan ve rol arkadaşı Tyler Posey dizide oldukları<br />

gibi gerçek hayatta da arkadaşlar. Dylan piyano ve<br />

gitar çalıyor ama en sevdiği müzik aletinin bateri<br />

olduğunu söylüyor. Ayrıca Dylan Teentelevision<br />

adlı siteye müziğin hayatının büyük bir bölümünü<br />

kapladığını söyledi. Teen Wolf ekibine katılmadan<br />

önce, Dylan içinde kendine ait videoları paylaştığı<br />

bir YouTube hesabı vardı. Dylan aslında ileride<br />

bir kamera operatörü olmak ve Syracuse<br />

Üniversitesi’nde bir okul filmine katılmak istiyordu.Hiç<br />

aktörlük eğitimi almamasına rağmen,<br />

YouTube’a paylaştığı videolar sayesinde bir aktör<br />

ile tanıştı ve bu aktör Dylan’ın bu videolarını<br />

bir kast ajansına gönderdi. Bu ajansa girdikten<br />

sonra, Teen Wolf’da bir oyuncu olmak için şans<br />

yakaladı.<br />

Genç oyuncu bugüne kadar Teen Wolf, New Girl,<br />

High Road ve Genç Çıraklar filmlerinde rol aldı, bu<br />

ay karşımıza American Assassin / Sukastçi filmiyle<br />

çıkıyor ve kız arkadaşının intikamını almak için<br />

eğitim alan Mitch Rapp’i canlandırıyor.


KISA FİLM<br />

SİNEMANIN<br />

ŞİİRSEL<br />

ÜSLUBUDUR<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Bu ay konuğum, birçok<br />

kısa film yönetmiş<br />

Hakan Berber. Memento<br />

Mori isimli yaratıcı ve<br />

başarılı bir kara film çeken<br />

Berber, sorularımızı<br />

yanıtladı. İyi okumalar...<br />

Bu ay konuğum, birçok kısa film<br />

yönetmiş Hakan Berber. Memento<br />

Mori isimli yaratıcı ve başarılı<br />

bir kara film çeken Berber, sorularımızı<br />

yanıtladı. İyi okumalar...<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

1988 Zonguldak doğumluyum. 2007<br />

yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar<br />

Sinema Tv bölümünde eğitim almaya<br />

başladım. Aynı yıl reklam ve sinema<br />

sektöründe çalışmaya başladım. 2012<br />

yılında Kız Çocuğu isimli bir animasyon<br />

filmi ile başlayan festival maratonu,<br />

sırasıyla Dört Yapraklı Yonca(kurmaca)<br />

Fasülye Dünya(animasyon) Güzellik<br />

Yarışması(kurmaca) ve son olarak<br />

da Memento Mori (kurmaca) filmi ile<br />

devam etti.Bu güne kadar çektiğimiz<br />

filmler ile ulusal uluslararası bir çok ödül<br />

ve yüzlerce festivalde gösterim hakkı<br />

kazandık.<br />

Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />

Kısa film benim için sinemanın şiirsel<br />

üslubudur. İstediğin anlatım dilini kullanarak<br />

içindeki çığlığı insanlara ticari<br />

kaygı olmadan aktarabilmektir..<br />

Biraz “Memento Mori”den ve onu çekme<br />

nedenlerinden bahseder misin?<br />

Memento Mori üçlemenin ilk filmidir<br />

(2. Film Darağacı Avı’nın çekimleri<br />

bitti. Şu an kurgusunu yapıyoruz). Bu<br />

film Bekir Yıldız’ın 1969 da yazdığı<br />

Davut ile Sedef isimli bir hikayeden<br />

esinlenilmiştir. Bu bir kara filmdir. Filmde<br />

saf iyi hiç bir karakter yoktur. Toplumsal<br />

normlardan uzak bir ortamda, iç güdülerin<br />

sınırlarının nerelere varabileceğini,<br />

Anadolu’nun kendine has insanlarıyla<br />

sorgulama isteğim bu filmi ortaya<br />

çıkarttı.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa<br />

filme ne gibi katkıları olabilir? Neler<br />

götürür?<br />

Okul hayatımda Yeşilçamın usta isimlerinden<br />

eğitim alma şansı buldum. Başta<br />

Duygu Sağıroğlu ve Feyzi Tuna olmak<br />

üzere çok değerli insanların tecrübelerinden<br />

faydalandım onların yaşadıkları


zorlukları ve bu zorluklar<br />

karşısında buldukları<br />

çözümleri birinci ağızdan<br />

dinleyebildim. Sinema<br />

serüvenim de negatif<br />

filmlerle başladı. Piyasada<br />

çalışmaya başladığımda<br />

filmler ve reklamlar<br />

genelde 16mm veya 35<br />

mm negatife kaydediliyordu.<br />

Günümüzde bir<br />

cep telefonuyla uzun<br />

metraj filmler çekilebiliyor.<br />

Fakat teknolojinin bu<br />

kadar ulaşılabilir olmasıyla iyi projenin hiç bir bağı<br />

olduğunu düşünmüyorum. Teknolojinin gelişmiş<br />

olması sadece görüntüyü ve sesi besleyebilir<br />

mühim olan her zaman hikayedir.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />

yabancı yönetmenler kimler? Hangi oyuncularla<br />

çalışmak isterdin?<br />

Robert Bresson, Park Chan Wook, Alfred Hitchcock<br />

Akira Korosava ve Metin Erksan sevdiğim<br />

yönetmenlerdir. Tuncel Kurtiz ile çalışmayı çok<br />

isterdim fakat maalesef fırsatım olmadı. Memento<br />

Mori filminde de yer alan Sabahattin Yakut ile<br />

bir filmim hariç hepsinde çalıştık. Bundan sonraki<br />

projelerimde de onunla<br />

çalışmaya devam etmek istiyorum.<br />

Beğendiğim birçok<br />

oyuncu var fakat yarattığım<br />

karaktere en çok uyan kişilerle<br />

çalışmak isterim.<br />

Türkiye’deki film festivalleri<br />

ve kısa filmcilere yaklaşımları<br />

konusunda neler söylemek<br />

istersin?<br />

Bu güne kadar ulusal ve<br />

uluslararası bir çok festivalde<br />

filmlerim gösterildi.<br />

Türkiye’deki festivallerin bir<br />

çoğunu görme şansım oldu. Hatta geçen sene<br />

bir kısa film festivalinin jürisinde yer aldım. Insan<br />

içinde olunca daha sağlıklı fikir sahibi olabiliyor.<br />

Festivallerde en önemli kısmın ön eleme jurileri<br />

olduğunu düşünüyorum. Fakat festivallerde bu<br />

jurinin seçimlerine gereken özen gösterilmiyor.<br />

Gösterim imkanları,ulaşım,konaklama,<br />

saygı gibi sorunlar hepimizin bildiği ve sürekli<br />

dillendirdiğimiz konular.<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Çekmek istediğim bir kaç kısa film projem daha<br />

var. Bunlar bittikten sonra hazırlamış olduğum<br />

ilk uzun metraj filmimi çekmek istiyorum.


ÇEK BİR ANİMASYON<br />

ACILI OLSUN<br />

Son haftalarda vizyona giren Senin Adın- Kimi no na wa,<br />

üzücü hikayesiyle artık animasyonların büyükler için<br />

çekildiğini hissettirdi bize. Biz de sizin için gözyaşını<br />

takip eden animasyonların bir listesini çıkardık.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Animasyon bir tür olmaktan<br />

çıkıp başlı başına<br />

sinemanın bir alt dalı<br />

oldu. Eskiden Ayı Yogi<br />

veya Tom ve Jerry gibi<br />

animasyonların üretildiği<br />

bu endüstri artık çok<br />

daha önemli konulara<br />

ve duygulara yöneliyor.<br />

Yaşlı bir adamın yalnızlık hikayesinden,<br />

kapitalist sistemin insan üzerine etkisi veya<br />

İsraillilerin Müslümanlar’a çektirdiklerine<br />

kadar... Bu kadar önemli konunun işlendiği<br />

bir tür artık sadece çocukların ilgi alanı<br />

olamaz. Tabii ki çocuklara seslenen animasyonlar<br />

ilgi çekmeye devam ediyor. Buna<br />

bir diyeceğimiz yok. Up, Kayıp Balık Nemo<br />

ve Ice Age’i kim sevmez? Bizim derdimiz<br />

bu muhteşem animasyonlar içinden biraz<br />

daha dramatik ve hayatın karanlık yönlerine<br />

bakan üretimleri sizin dikkatinize sunmak.<br />

Yıllar içinde tek tük bu tarzda animasyonlar<br />

izledik. Oscar törenlerinde ödül alan<br />

animasyonların o yılın en iyi filminden bile<br />

başarılı olduğunu gördük. Durum böyle<br />

olunca bu ciddi animasyonların bir listesini<br />

de hazırlamak elzem oldu. Bu hafta vizyona<br />

giren Senin Adın- Kimi no na wa ve Çılgın<br />

Hırsız 3- Despicable Me 3 de bu kararımızda<br />

etkili oldu tabii. Artık yaratıcı çizgilerin<br />

peşinde trajedilerin dünyasına dalma vakti.


Bu filmleri seyredin...<br />

Beşir’le Vals, (Vals Im Bashir)<br />

Yönetmen Ari Folman gördüğü kabusu<br />

arkadaşıyla paylaştığında, kabusun<br />

Lübnan Savaşı’nda yaşadıklarıyla<br />

alakası olduğuna karar verirler. 26 vahşi<br />

köpek rüyasında onu kovalıyordur.<br />

Ari, bu konuşmanın sonucunda orada<br />

yaşadıklarını hatırlamadığının farkına<br />

varır. Bunun üzerine, dünyanın dört<br />

bir yanındaki dostlarını ve asker<br />

arkadaşlarını arayarak yaşananlar<br />

hakkında onlarla konuşur. Ve konuştukça<br />

o dönem ve kendisi ile ilgili gerçekler<br />

Ari’nin hafızasında oluşturduğu gerçeküstü<br />

resimlerle ortaya çıkar.<br />

Persepolis<br />

Yıl 1970 İran. Marjane Statrapi, gencecik<br />

gözlerle izlemektedir İran rejiminde olan<br />

bitenleri. Bugüne kadar yazılıp çizilen<br />

onca şeyin ardından bir kez de küçük<br />

bir kızın penceresinden bakmanın farklı<br />

tadı yansıyor perdeye. Marjane’in ailesi<br />

Şah iktidarının düşüşü karşısında çok<br />

mutludur. Ekonomik ve toplumsal yaşam<br />

standartları açısından artık yeni umutlar<br />

filizlenmiştir. Onca zor zamanlardan<br />

sonra artık demokratik bir yönetim<br />

anlayışına kavuşacaklarını düşünen<br />

İranlılar hayalkırıklığı yaşayacaklardır.<br />

Bu karanlık dönemleri Marjane’in penceresinden<br />

anlatan Persepolis çizgi roman<br />

başyapıtı olarak nitelendiriliyor.<br />

Sihirbaz, (L’Illusionniste)<br />

Meşhur Sihirbaz, bu sahne sanatının<br />

nesli tükenmekte olan son temsilcilerindendir.<br />

İskoçya’da bir köy barında<br />

sanatını icra ederken Alice adında masum<br />

bir kızla tanışınca her ikisinin de hayatı<br />

değişecektir. Sahnede onu izleyen Alice,<br />

yaptıklarının gerçek sihir olduğunu<br />

sanarak büyülenir ve kahramanımıza<br />

hayran kalır. Eski tarz animasyon<br />

hayranlarının kayıtsız kalamayacağı bu<br />

yapım Fransa klasik çizgi film okulunun<br />

eşsiz bir örneği.<br />

Ters Yüz, (Inside Out)<br />

Küçük Riley için hayat, babasının San


Francisco’da yeni bir işe başlamasıyla baştan<br />

aşağıya değişir. Orta-Batı’daki yaşamını<br />

geride bırakan Riley’ı şimdi yeni bir ev, okul<br />

ve arkadaşlar beklemektedir. Peki içindeki<br />

duyguları ne söyler? Neşe, korku, öfke, nefret<br />

ve üzüntü. Riley’in zihninin içinde yaşayan,<br />

ona günlük hayatında tavsiyeler veren<br />

duyguları bu yeni hayata alışırken ufak bir kaosa<br />

neden olacaktır. Neşe, Riley’nin en önemli<br />

duygusudur ve onu hep pozitif tutmaya çalışır<br />

ama diğer duygular bu yeni hayatına uyum<br />

sağlama konusunda biraz şaşkındır...<br />

Belleville’de Randevu,<br />

(Les Triplettes de Belleville)<br />

Champion, babaannesi tarafından büyütülen<br />

bisiklet delisi bir çocuktur. Torunundaki potansiyeli<br />

gören kadın, çocuğu dünyaca ünlü<br />

bisiklet yarışı Tour de France’a hazırlamaya<br />

başlar. Fakat yarış esnasında iki gizemli<br />

siyahlar giyinmiş adam Champion’u kaçırır.<br />

Madame Souza ve sadık köpeği Bruno<br />

onu kurtarmak için hazırlanırlar. Arayışlar<br />

onları okyanusun öbür ucundaki ‘Belleville’<br />

adındaki dev megapole götürür. Orada<br />

1930’ların tuhaf müzikhol yıldızlarından “Belleville<br />

Üçlüsü”yle karşılaşırlar, yıldızlar Souza<br />

ve Bruno’ya yardımcı olurlar.<br />

Koralin ve Gizli Dünya, (Coraline)<br />

Coraline eski bir eve taşındığında canı çok<br />

sıkılır ve ailesi tarafından da ihmal edilir. Bir<br />

gün dar bir geçide uzanan gizli bir kapı bulur<br />

ve geçitten geçmeye karar verir. Orada paralel<br />

bir hayat keşfeder. O hayatta insanların<br />

hepsinin gözlerinin yerinde düğmeler vardır,<br />

aileleri çocukları ile çok ilgilidirler ve herkesin<br />

hayalleri gerçek olur. Oranın annesi Coraline’i<br />

kendileri ile birlikte sonsuza dek yaşamak<br />

üzere davet edince, Coraline bunu reddeder.<br />

Sonra da bu alternatif gerçekliğin sadece bir<br />

tuzak olduğunu keşfeder.<br />

Rango<br />

‘Kişilik problemi yaşayan oyuncu bir bukalemunun<br />

başrolde olduğu bu eğlenceli animasyon,<br />

tatsız ve kötü şeylerden hep sakınan ve<br />

sıradan bir evcil hayvan hayatı yaşayan bukalemun<br />

Rango’nun başından geçen dönüşüm<br />

hikayesini anlatıyor.


Mary ve Max, (Mary and Max)<br />

Mary, Avustralya’nın kenar mahallerinden birinde<br />

yaşayan, sorumsuz ve yoksul bir aileye sahip<br />

olan, sekiz yaşındaki yalnız bir kız çocuğudur.<br />

Küçük kızın konuşabildiği tek kişi mektuplaştığı<br />

Avustralyalı bir savaş gazisidir. Postaneye<br />

gittiği bir gün şans eseri bir New York adres rehberi<br />

görür. Rehberi karıştıran Mary, New York’ta<br />

yaşayan Max Jerry Horowitz isimli bir adama mektup<br />

yazmaya başlar. Max, Manhattan’daki dairesinde<br />

yalnız yaşayan, ruhsal problemleri olan asosyal ve<br />

obez bir adamdır. 44 yaşındaki Max, Mary’nin mektubunu<br />

alır ve cevap yazmaya koyulur. Aralarında<br />

gelişen dostluk hayat hakkında acı ve tatlı gerçeklikleri<br />

beyaz perdeye sevimli ve dokunaklı bir<br />

şekilde yansıtır.<br />

Noel Gecesi Kabusu, (The Nightmare Before Christmas)<br />

Filmde, Balkabağı Kral Jack Skellington’un<br />

hanedanlığı, Halloweentown’da geçen olaylar<br />

işlenmektedir. Kabuslardan fırlamış bir kasabayı<br />

andıran Halloweentown, cinler, ecinniler, periler,<br />

ruhlar, gulyabaniler ve yarasalardan oluşan bir nüfusa<br />

sahiptir. Jack’in yolu, bir gün Christmastown’a<br />

düşer. Bu tuhaf memlekete yaptığı ziyaret sonucu<br />

çok etkilenir. Christmastown’da gördüklerine<br />

özenerek kendi şehrini de oraya benzetmek için<br />

Santa Claus’u kaçırır. Santa’nın yerine geçen Jack,<br />

çocuklara kendince alternatif hediyeler dağıtmaya<br />

başlar. “Noel Gecesi Kabusu”, en iyi özel efekt<br />

dalında Oscar’a aday olmuş ancak ödülü Babe<br />

filmine kaptırmıştı.<br />

Ölü Gelin, (Corpse Bride)<br />

1800’lerin sonlarına doğru bir Victorian<br />

kasabasında bir adam ve bir kadın Victor Van Dort<br />

ile Victoria Everglot nişanlanırlar. Everglotlar’ın<br />

paraya ihtiyacı vardır aksi takdirde sokaklarda uyumak<br />

üzeredirler. Van Dortlar ise sosyetede adlarının<br />

geçmesini seven insanlardır. Yalnız düğün provası<br />

esnasında bir şey yanlış gider. Victor, koruluğa<br />

girer ve orada bulduğu bir iskeletin parmağındaki<br />

yüzüğü kendi parmağına geçirir. O anda da kendisini<br />

ölü gelin Emily ile evlenmiş bulur. Öteki tarafta<br />

Victoria onu beklerken, Victoria’nın yerini alacak<br />

zengin bir başka kişi vardır. Bu durumda ortada iki<br />

gelin ve bir damat varken Victor’u hangisinin elde<br />

edeceği bir muammadır.


Sinema<br />

sektörüne<br />

hızla giriş<br />

yapan genç bir<br />

arkadaş Galip<br />

Aksular. Kısa<br />

sürede<br />

birbirinden<br />

ilginç afiş<br />

tasarımları<br />

yaparak<br />

dikkatleri<br />

üzerine<br />

çekmeyi<br />

başardı.<br />

SEYİRCİYİ İL<br />

GALİP<br />

AKSULAR


K ÖNCE AFİŞLE TAVLARSINIZ<br />

FIRAT SAYICI<br />

n Sinema sektörüne hızla giriş yapan genç bir<br />

arkadaş Galip Aksular. Kısa sürede birbirinden<br />

ilginç afiş tasarımları yaparak dikkatleri üzerine<br />

çekmeyi başardı. Geleceği oldukça parlak biri<br />

olduğunu düşünerek hazırladığımız bu sektörel<br />

röportaj, Galip gibi afiş tasarımcısı olmak isteyenlere<br />

de bir fikir verecektir elbette...<br />

Öncelikle kendinden biraz bahseder misin? Kimdir<br />

Galip Aksular?<br />

28 Mayıs 1990 yılında esnaf bir ailenin çocuğu<br />

olarak İstanbul’da doğdum. İlk ve ortaokulu<br />

Ortaköy’de okudum. Lisede bilgisayar bölümü<br />

okumama rağmen üniversite<br />

zamanı geldiğinde ani bir kararla<br />

Kadir Has Üniversitesi Grafik<br />

Tasarım Bölümü’ne girdim<br />

ve bitirdim. Daha sonra GSF<br />

İstanbul Aydın Üniversitesi Grafik<br />

Tasarım Bölümü’nü bitirerek<br />

lisansımı tamamladım.<br />

Bu sektöre nasıl giriş yaptın?<br />

Nereden çıktı grafiğe, tasarıma<br />

merak?<br />

Küçük yaşta sinema afişlerine<br />

ilgim vardı. Bunu hayalden olmayan<br />

filmlerin afişlerini yaparak<br />

pekiştirdim. Daha sonrasında<br />

bu işi gerçekten iyi yapabilmek<br />

adına elimden gelen her şeyi<br />

yaptım. Fazla okudum, çok<br />

fazla sinema afişlerini inceledim,<br />

tekniklerine baktım. Ve sonunda<br />

kendi tarzımı yakaladım.<br />

Grafik tasarım merakım küçük<br />

yaşta sağa sola bişeyler çizerek başladı. Daha<br />

sonrasında merakımı gideremeyerek tasarım<br />

bölümünü seçtim.<br />

Şu an sektörde tercih edilen afişçiler<br />

arasındasın. Genç yaşına rağmen hızlı bir<br />

yükseliş oldu senin adına diyebiliriz. Tercih edilme<br />

sebebin ne sence?<br />

Bir çok iyi tasarımcı var. Bu işi gerçekten<br />

aşk ile tutku ile yapmak gerek. Bu bir iş<br />

değil, herşeyinizi ortaya koyuyorsunuz yeni bir<br />

şeyler tasarlarken. Farklı olması için fazlaca<br />

uğrasıyorum, dil döküyorum. Doğru tarafı, yenilikçi<br />

tarafı göstermek adına. Ama tercih edilmemin<br />

sebebi işimi tutku ve istekle yapmam. Kısaca<br />

işime aşık bir adamım.<br />

Bir film ya da tiyatro afişi yaparken nasıl bir yol<br />

izliyorsun? Afiş oluşurken hangi aşamalardan<br />

geçiyor?<br />

Öncelikle senaryoyu okuyup konuyu anlamaya<br />

çalışıyorum. Daha sonra yönetmen ile üzerinden<br />

geçiyoruz. Yapımcının da isteği ve kafasındaki<br />

fikirler önemli, bunu nasıl görselleştireceğimizi<br />

konuşup onlara eskiz çalışmalar gönderiyorum.<br />

Araştırma renklerden,<br />

oyuncu duruşları, elbiseleri,<br />

filmin ya da oyunun<br />

tipografisine kadar herşeyi<br />

referans görsellerle birlikte<br />

sunuyorum. Sonra fotoğraf<br />

çekimine geçiyoruz.<br />

Sonrasında çalışmalarımı<br />

tamamlıyorum. Daha sonra<br />

ise onay kısmı geliyor.<br />

Seçilen posterlerin “retouch”<br />

işlemlerini yapıyorum ve<br />

afişi son haline getiriyorum.<br />

İyi bir film afişi nasıl olmalı<br />

sence?<br />

Film afişi seyirci için oldukça<br />

önemli bir etken. Onları<br />

ilk önce afişle tavlarsınız.<br />

Görsel dilin kuvvetli olması<br />

seyircide o filme gitme isteği<br />

uyandırır. Çok büyük görsellerden<br />

ya da her yerinden<br />

bir şey çıkan afişlerden bahsetmiyorum. Sade<br />

ve anlaşılır bir dile sahip, mesajı seyirciye direkt<br />

anlatan afişler her zaman kazanıyor! Oyuncuların<br />

düzeni, tipografisi ve kullanılan görsel öğeler işin<br />

kaderini belirliyor.Ve böylece iyi bir afiş çıkıyor.<br />

Afişin en önemli etkisi çok fazla kişi olmaksızın<br />

konuyu net seyirciye geçirmek bana gore çok<br />

dolu afişler hem akılda kalmıyor, hem de iyi olmuyor.


ALTIN MADALYANIN<br />

SEYRETTİRDİKLERİ<br />

Kadın güreşte Yasemin Adar Türkiye’ye ilk altın<br />

madalyayı kazandırınca geçen ay vizyona giren<br />

Dangal filmi aklımıza geldi tabii... Biz de olimpiyat<br />

filmlerini bir hatırlayalım dedik...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Yasemin Adar kadın<br />

güreşte ülkemize ilk altın<br />

madalyayı kazandırdı.<br />

Geçen ay da aynı bu<br />

konuyu işleyen Dangal<br />

filmini seyretmiştik.<br />

Bu sebeple olimpiyat<br />

filmleri dosyası yapmak<br />

elzem oldu. Listeye<br />

baktığımızda seçtiğimiz filmlerin neredeyse<br />

hepsi biyografik yapımlar. Yani gerçek hayat<br />

hikayelerinden uyarlanan filmler. Bu tür filmlerin<br />

seyri kadar insana kazandırdığı mücadeleci<br />

ruh da önemli. Hem insanın ruhunun<br />

en ince duygularını, olimpiyat ruhunu hem<br />

de başarı için insanların özverisini seyretmek<br />

bir ders niteliğinde. İyi seyirler...<br />

Dangal, 2016<br />

Gerçek bir hayat öyküsünden uyarlanan<br />

Dangal filminde Hindistan’a ilk altın<br />

madalyayı kazandıran kız kardeşlerin hikayesi<br />

anlatılıyor. 2010 Olimpiyatlarına<br />

Hindistan’ı temsilen ülkenin ilk kadın<br />

güreşçisi, 22 yaşındaki Geeta Phogat katıldı.<br />

Hiç profesyonel güreş eğitimi almamış olan<br />

Geeta’yı kendisi de güreşçi olan babası<br />

yetiştirmişti. Geeta, Hindistan’a güreş<br />

dalında altın madalya getiren ilk sporcu<br />

olmayı başararak tarihe geçti. Bir sonraki<br />

Olimpiyat oyunlarında ise kız kardeşi Babita


Kumari ülkeye bir altın madalya daha<br />

kazandırdı.<br />

Ateş Arabaları (Chariots of Fire, 1981)<br />

Harold Abrahams ve Eric Liddell atlettir.<br />

Biri Yahudi öbürüyse Hıristiyan’dır. Biri<br />

Tanrının yaptıkları her işte bir şekilde<br />

varolduğunu düşünmektedir, diğeriyse<br />

spora olan tutkusunu kendini aşmak için<br />

bir mücadeleye dönüştürmüştür. İkisinin<br />

de amacı tektir, 1924 Olimpiyatları’na<br />

katılmak ve kazananlarla birlikte podyuma<br />

çıkabilmek. Filmin müziği unutulmazlar<br />

arasına girmiştir...<br />

Kartal Eddie (Eddie The Eagle, 2016)<br />

Film, İngiltere tarihindeki en ünlü kayak<br />

atlamacı Michael Edwards nam-ı değer<br />

Eddie the Eagle’ ın ilham verici üstün<br />

başarısını konu ediniyor. Eddie kayakla<br />

atlamaya başlamadan önce bir çok<br />

spor dalında şansını dener. 1984 Kış<br />

Olimpiyatları’nda İngiliz takımına giremez<br />

ve dalını kayakla atlama olarak değiştirir.<br />

Film aynı zamanda Edwars’ın sıra dışı<br />

ihtimaller ve mücadeleler karşısındaki<br />

insani ruhunu ve direncini anlatır.<br />

Münih (Munich, 2005)<br />

Olimpiyatlar, 1972 yılında Münih’te<br />

başlamıştır. Başarı, ve barışın hakim<br />

olduğu ortama bir anda bir haber bomba<br />

etkisi yaratarak düşüyor. Bir grup Filistinli<br />

terörist, İsrailli atletlerin bulunduğu<br />

yatakhaneyi basarak iki sporcuyu öldürüp<br />

dokuz kişiyi de rehin almıştır. İstedikleri<br />

ise rehinelerle birlikte Münih Havaalanı’na<br />

ulaşabilmektir. Hükümet rehine kurtarma<br />

operasyonu başlatır. Birinin peşine Mossad<br />

ajanı düşer. Ortalık karmakarışıktır.<br />

Steven Spielberg, Münih ile tepkiler almış<br />

ve tartışmalar açmıştır.<br />

Rüzgarın Oğlu (Race, 2016)<br />

Stephen Hopkins’in yönetmenliğini<br />

yaptığı Joe Shrapnel ve Anna<br />

Waterhouse’un kaleme aldığı Race 1936<br />

yılında Berlin Olimpik Oyunları’nda 4<br />

adet altın madalya kazanan atlet Jesse<br />

Owens’ın hayatına odaklanıyor. Tarihin en<br />

iyi atleti olmak için çıktığı yolda efsanevi


ir yıldız olan ve 1936<br />

Olimpiyatları’nda Adolf Hitler’in Ari<br />

üstünlüğü görüşüne karşı mücadele<br />

ederek dünya sahnesine çıkan Jesse<br />

Owens’ın gerçek ve etkileyici hikayesine<br />

tanık oluyoruz.<br />

Üşütük Popolar (Cool Runnings,<br />

1993)<br />

Jamaika’nın ilk kızak takımının gerçek<br />

öyküsünü anlatan Cool Running<br />

olimpiyat ruhunu en eğlenceli ve iyi<br />

anlatan filmlerden. Türkiye’de çok<br />

kaba bir isimle vizyona giren film dikkate<br />

alınmadı. Ama içinde barındırdığı<br />

duygular şans eseri filme gidenleri<br />

yakaladı. Mutlaka seyredin.<br />

Limitsiz (Without Limits, 1998)<br />

Film olimpiyat koşucusu Steve<br />

Prefontaine’in hayatını anlatıyor. Ünlü<br />

sporcu Prefontaine’in çocukluğundan<br />

başlayan filmde Oregon’da geçen<br />

çocukluğu, Oregon Üniversitesi’nde<br />

geçirdiği zamanlar ve orada tanıştığı<br />

efsanevi koç Bill Bowerman’la<br />

çalışmaları işleniyor. Ünlü sporcunun<br />

olimpiyat kariyerini de işleyen film<br />

Prefontaine’in 24 yaşında bir araba<br />

kazasında hayatını kaybedene kadar<br />

hayatını adım adım gözler önüne seriyor.<br />

Foxcatcher Takımı (Foxcatcher, 2014)<br />

Altın Madalya sahibi genç güreşçi<br />

Mark Schultz, 1988 Seul Olimpiyatları<br />

için bir ekip oluşturmak için zengin<br />

varis olan John du Pont tarafından<br />

son derece ihtişamlı olan Pont mülküne<br />

davet edilir. Shultz nihayet<br />

saygın kardeşi Dave’in kanatlarının<br />

altından sıyrılarak dışarı adım atabilmek<br />

umuduyla bu eşi bulunmaz<br />

fırsata gözü kapalı “evet” der. Gizli<br />

ihtiyaçları doğrultusunda aradığı<br />

motivasyonu elde eden du Pont,<br />

dünya standardında bir güreş takımını<br />

oluşturarak hem annesine hem de<br />

etrafındaki diğer insanlara kendisini<br />

kanıtlamayı hedefler.


Berlin ‘36, 2009<br />

Film, İkinci Dünya Savaşının adım<br />

adım yaklaştığı dönemde geçen gerçek<br />

bir yaşam öyküsünü ele alıyor.<br />

Yahudi asıllı Alman sporcu Gretel<br />

Bergmann’ın en büyük hayellerinden<br />

biri yüksek atlama şampiyonu<br />

olmaktır, azimli bir çalışma sürecinin<br />

ardından İngiltere’de düzenlenen<br />

yarışmada yüksek atlamada şampiyon<br />

olur. 1936’da Almanya’da düzenlenecek<br />

olan Olimpiyatlara hazırlanır.<br />

1936 Olimpiyatlarına ev sahipliği yapan<br />

Nazi Almanyası, Yahudi asıllı Alman<br />

sporcu olan Gretel Bergmann’ın<br />

önüne ne gibi engeller çıkaracaktır?<br />

Asteriks Olimpiyat Oyunları’nda (Astérix<br />

aux Jeux Olympiques, 2008)<br />

Bu serüvende genç, cesareti keskin<br />

bir Galyalı olan Alafolix aşka düşer.<br />

Gönlünü Yunan prensesi Irina’ya<br />

kaptırmıştır. Bu şartlar altında Irina’yı<br />

kazanmaya çalışmak ve olimpiyat<br />

oyunlarında başarı elde etmek için Asterix<br />

ve Hopdediks’ten destek alması<br />

gerekecektir. Hep birlikte Yunan<br />

Adaları’na gelirler. Mücadeleli günler<br />

ve meydan okumalarla dolu anlar<br />

dostlarımızı beklemektedir.


DOLUNAY<br />

Dolunay STAR TV’de<br />

yayınlanıyor ve izlenen<br />

yaz dizilerinden<br />

birisi olması sebebiyle<br />

sezonda da devam<br />

etme ihtimali var gibi<br />

duruyor.<br />

DOLUNAY: YİNE BİR<br />

KAÇMA KOVALAMA HİKÂYESİ<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

DİZİFUN<br />

Dolunay STAR TV’de yayınlanıyor ve izlenen<br />

yaz dizilerinden birisi olması sebebiyle sezonda<br />

da devam etme ihtimali var gibi duruyor.<br />

Yapımcılığını Yağmur Ünal’ın üstlendiği dizinin oyuncu<br />

kadrosunda Can Yaman (Ferit), Özge Gürel (Nazlı),<br />

Hakan Kurtaş (Deniz), Necip Nemili (Hakan), Öznur<br />

Serçeler (Fatoş), İlayda Akdoğan (Asuman), Alya<br />

(Türkü Turan), Alara Bozbey (Demet), Balamir Ermen<br />

(Engin), Berk Yaygın (Tarık) ve dizinin çocuk oyuncusu<br />

Alihan Türkdemir (Bulut) yer alıyor.<br />

Dolunay, başarılı, yakışıklı, karizmatik, soğukkanlı,<br />

ciddi ve fazla kuralcı iş adamı Ferit ve evine aşçı<br />

olarak işe aldığı güzel, enerjik, yetenekli, insan<br />

ilişkileri iyi Nazlı arasındaki aşk hikâyesi çevresinde<br />

ilerliyor olmakla birlikte, temel krizlerden bir diğeri<br />

de annesi ve babasını trafik kazasında kaybeden


Bulut’un velayetinin kimde kalacağı mevzusu.<br />

Bulut her ne kadar dayısı Ferit ile kalmak ve<br />

çok sevdiği Nazlı’ya daha yakın olmak istese de<br />

halası Demet ve eşi Hakan buna izin vermeyecek<br />

görünüyorlar. Demet, eski nişanlısı Ferit’e olan<br />

öfkesi ve bitmeyen ilgisinden, dizinin kötü adamı<br />

olan Hakan ise Bulut’a kalan şirket hisselerini ele<br />

geçirmek istediğinden Bulut’un velayetinin kendilerinde<br />

kalmasını istiyorlar. Kaldı ki Bulut’un anne<br />

ve babasının kaza yapıp ölmelerine de Hakan<br />

sebep oluyor. Evli, mutlu, huzurlu bir çift olarak<br />

göründükleri için, birazda oynadıkları oyunların<br />

etkisiyle Bulut’un velayetini geçicide olsa almayı<br />

başarıyorlar. Bulut’un mağduriyeti dizinin ana krizlerinden<br />

bir diğeri haline geliyor.<br />

Kaçma-Kovalama Klişesine Doyamadık…<br />

Yaz bitti !!! Bir yandan üzülüyorum diğer yandan<br />

da kaçma kovalama ekseninde formüle<br />

edilmiş aşk reçetesi sunan diziler dışında bir<br />

şeyler izleyebilecek olma ihtimalimize seviniyorum.<br />

Çünkü hali hazırda devam eden birçok<br />

dizide olduğu gibi Dolunay’da da kaçıp kovalamaya<br />

dayalı aşk oyunu oynanıyor. Karakterler<br />

birbirlerine âşık olsalar da, birlikte olmaları için<br />

görünür de büyük bir engel olmasa da bir türlü<br />

kavuşamıyorlar. Tıpkı Nazlı ve Ferit ilişkisinde<br />

olduğu gibi. Dizinin ilk başlarında önce kendilerine<br />

itiraf edemiyorlar birbirlerine olan ilgilerini. Sonra<br />

bir gece duygularını daha fazla bastıramıyorlar ve<br />

yakınlaşıyorlar. Ardından saçma sapan bir süreç<br />

başlıyor. Nazlı biraz kardeşi Asuman’ın oynadığı<br />

oyun, biraz da Ferit’in karakterinden korktuğu,<br />

yapamayacaklarını düşündüğü için kaçmayı seçiyor.<br />

Ferit ise bir şekilde onunla iletişim kurma, o<br />

geceyi konuşma çabası içerisinde. Eskiden filmler<br />

de ve sonrasında dizilerde sevenlerin kavuşması<br />

izleyicide katarsis yaratırdı, tekrar kriz çıksa da<br />

bu bir süre idare ederdi izleyiciyi. Ya da zenginfakir<br />

çatışması yüzünden imkânsız görünen<br />

aşklar toplumda var olan sınıflar arası çatışmayı<br />

referans gösterdiği için bu dram meşrulaştırılırdı.<br />

Şimdilerde ise kimse kavuşamıyor. Kavuşmayı<br />

bırakın neden olmadığını konuşamıyorlar. Eeee<br />

ayrılamıyorlar da. Böyle aşktan mutlu olan etekleri<br />

zil çalan da yok. Senaristlere sesleniyorum arada<br />

mutlu hikâyelere de ihtiyacımız var. Kaldı ki aşk<br />

ilişkilerini bu şekilde reçete etmek neden?<br />

Aşk Girdapları: Kuralcı Ferit mi? Romantik Deniz<br />

mi? Şimdi biraz kafamız karışsın. Dolunay’da<br />

Nazlı Ferit’ aşık, Ferit Nazlı’ya ama birlikte<br />

olamıyorlar şimdilik. Ferit’in eski nişanlısı<br />

Demet ise evli olmasına rağmen tekrar Ferit<br />

ile olma arzusunda. Deniz Nazlı’ya âşık, Alya<br />

Deniz’e. Deniz çok sevdiği Ferit’in duygularının<br />

farkında olsa da Nazlı’nın aşkı için savaşacak<br />

gibi duruyor. Tarık Fatoş’a âşık, Fatoş ise<br />

Engin’e. Engin de Fatoş’u seviyor ama kendisine<br />

yalan söylediği için onu affedip ilişki<br />

yaşayamıyor. Yani bir nokta da herkes âşık<br />

ama kimse birlikte ve mutlu değil. Aşk girdabı<br />

dolu film. Bu durum izleyicilerin taraflarını seçip<br />

sosyal medya üzerinden sürekli fikir beyan<br />

etmelerine neden oluyor. Belirsizlik sıkmakla<br />

birlikte bir yandan da şimdilik izleyicinin ilgisi bu<br />

yolla canlı tutuluyor. Dizi yeni sezona devam<br />

eder mi bilinmez. Ama Nazlı karakteri sayesinde<br />

bir grup izleyicide aşçı şef olma fikri ve<br />

Japon kültürüne ilgi oluşacağı şüphesiz. Bu da<br />

dizilerin genç yaştaki izleyicilerin meslek seçimine<br />

etkisi ☺


TV KOCA BİR ÜÇÜNCÜ<br />

BÜLTENİNE DÖNDÜ<br />

Aylardır yasaklandı<br />

yasaklanıyor<br />

derken evlilik<br />

programları için<br />

nihai karar verildi.<br />

RTÜK’ün kanallarla<br />

yaptığı toplantılar<br />

sonrası evlilik<br />

programları tarih<br />

oldu.<br />

GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

TVMANIA<br />

Aylardır yasaklandı yasaklanıyor derken<br />

evlilik programları için nihai karar verildi.<br />

RTÜK’ün kanallarla yaptığı toplantılar<br />

sonrası evlilik programları tarih oldu.<br />

Evlilik Programından Dizi Çıktı!<br />

Yapımcılar ve kanallar da düzenlemeler sonucu<br />

ister istemez kendilerine yan yollar<br />

arıyorlar, arayacaklar. TV8, Kısmetse Olur<br />

programının yarışmacılarını bir araya getirdiği<br />

Gençlik Başımda Duman dizisini hayata geçirmeye<br />

hazırlanıyor, Show TV’nin Evleneceksen<br />

Gel programının kavgalarıyla ünlü çifti<br />

Solmaz ve Kaan’ın başrolü paylaştığı Aşk-ı<br />

Roman ise aynı kanalda çoktan yayına girdi<br />

bile. Ne değişti? “Yaşananlar senaryo, bu da<br />

dizi” şeklinde bir meşruiyet kazandırılarak<br />

evlendirme programlarının ekran yüzlerinin<br />

maceralarına devam ediliyor. İşlerin kalitesi<br />

tartışılır, ancak izleyicisi var mı? Var… Ekran<br />

ticari bir mecra mı evet, o halde ne yapımcıyı<br />

ne de kanalı yargılayamıyorum kusura<br />

bakmayın.<br />

Mayıs ayında <strong>Cinedergi</strong> için yazdığım yazıda<br />

şu cümleleri kullanmıştım: “Yayından kaldırılan<br />

programlar ile ilgili haberleri okurken aklıma o<br />

meşhur ve trajik Türk filminin “Ahlaksızlığı yayma<br />

cemiyeti” sahneleri geldi. Durum bence bu kadar<br />

trajik… Zira yasaklamak çözüm değildir, TV aynadır.<br />

Rahatsızlık duyulan her neyse bu şekilde yasaklarla<br />

yok edilemeyecek ancak halı altına süpürülecektir. Bu<br />

olmasa ekrana başka versiyonda bu tür programlar<br />

muhakkak çıkaracaktır.”<br />

Evlilik Programları Bitti, Dedektiflik Programları Başladı<br />

Öyle de oldu. Kanalların tutunduğu bir diğer format da<br />

alışık olduğumuz konseptten seçildi. Yıllardır Müge<br />

Anlı’nın başarıyla sürdürdüğü format kopyalanarak<br />

kanalların yayın akışına adeta yapıştırıldı. TV8’in<br />

yaz ekranında benzer formda iki program başladı.<br />

Yaşamdan Hikayeler ve Gerçeğin Peşinde. Dedektifçilik<br />

oynanan programlardan özellikle Gerçeğin<br />

Peşinde’nin dekoru bile Müge Anlı ile Tatlı Sert’in


SAYFA HABERLERİ<br />

neredeyse kopyası. Kanal D “Gel Barışalım”<br />

adıyla başlattığı programın formatını düzenleyerek<br />

dedektiflik programlarına çevirdi, Asuman<br />

Dabak da üçüncü sayfaya konu olan programları,<br />

“yaşamdan trajedileri” ekrana taşıyan bir diğer<br />

isim oldu. Beklendiği üzere Fox’a geçen Seda<br />

Akgül de benzer yapıda bir programla ekrana gelmeye<br />

hazırlanıyor. Gündüz programlarını tek cümleyle<br />

özetleyecek olursak ekran koca bir üçüncü<br />

sayfa haber bültenine döndü.<br />

Şimdi Daha mı Ahlaklı Olacağız?<br />

Cinayet, taciz, dolandırıcılık haberlerinin<br />

incelendiği ve aydınlatılmaya çalışıldığı bu formatlar<br />

ister istemez akla aynı soruyu getiriyor. “Şimdi<br />

daha mı ahlaklı olacağız?” Elbette hayır. Öncelikle<br />

reality mantığındaki bu programların ekranda<br />

olmasına karşı değilim, evlilik programlarına da<br />

karşı olmadığım gibi… Yayınların “ahlak” gibi<br />

göreli ölçülerle eleştirilmesi, cezalandırılması<br />

ve yasaklanmasının tartışılması gerektiğine<br />

inanıyorum. Yasaklayan mantıktan bakarsak<br />

zaten bu programların halı altına süpürülen nice<br />

“ahlaksızlığı” su yüzüne çıkaracağına şüphe<br />

yok. Ne olacak peki? Aile içinde tacize uğrayan<br />

çocukları konuşunca, cinayetleri kimin işlediğini<br />

gündüz yayınında tartışınca evlendirme<br />

programlarından daha mı iyi örnekler çıkacak<br />

karşımıza? Elbette bu programlara da düzenlemeler<br />

gelecek, o zamana kadar da yeni formatlar<br />

düşünülecek, anlayacağınız “ahlakımız<br />

bozuluyor” paranoyası ekran için kısır döngüden<br />

başka bir şey değil.


Peki Bu Düğümün Bir Çözümü Yok mu?<br />

Herkesin izlemediğini iddia ettiği, herkesin<br />

izlediği, elitist yorumcuların rahatsızlıklarını<br />

dile getirdiği, muhafazakarların ahlaksız ilan<br />

ettiği ve neticede yasaklanan TV ürünleri<br />

form değiştirecek var olmaya devam edecek.<br />

Düğümün çözümü reyting ölçümlerini<br />

değiştirmek. AB grubunun etkisini panelde<br />

artırmak, eğitimin örneklem seçimine etkisini<br />

yükseltmek. Ancak bu da eskisinden çok daha<br />

zor, zira sermayenin el değiştirmesi ile satın<br />

alma gücüne sahip olanların eğitim düzeyleri,<br />

tüketim alışkanlıkları geçmişe göre bir hayli<br />

değişti. Bugün yapılan düzenlemeler toplumun<br />

beğenisini beğenmemekten öte değil, o zaman<br />

dönüp neden izleyicilerin bu programları tercih<br />

ettiğine bakmak, sosyal politikaları gözden<br />

geçirmek lazım. Medya okuryazarlığı kursu açan<br />

belediyeler olsun mesela, her gün ekrandaki<br />

travmaları izleyip kendi haline şükretmesi beklenen<br />

izleyiciye meslek kazandırılsın, okullarda<br />

yorum ve analiz kabiliyetini artıracak felsefe,<br />

mantık dersleri verilsin. Ev kadınlarını da işsiz<br />

oranına katmaya ne dersiniz? Yeni işsizlik<br />

politikalarını kadın istihdamı üzerinden yeniden<br />

düzenlemeye başlamanın tam sırasıdır belki<br />

de… Ha! Bunları yapmak zor mu zor, bahsettiklerim<br />

imkansızdan öteye geçiyor mu, geçemiyor.<br />

Okur olarak siz bile burun kıvırıyorsunuz<br />

bu satırlara eminim. Sonuç? Hiçbir şey<br />

değişmeyecek sayın izleyici, dün evlenenler<br />

bugün boşanacak, yarın barışacak, sonraki<br />

gün dedektiflik programında eşlerini arayacak…<br />

İzleyicinin bu seçimlerine neden olan<br />

ne görülmeyecek. Sosyal politikalar asosyal<br />

olmaya devam edecek, cezalar kesilecek, yeni<br />

yeni denemelerle ekranda “yalancıktan diziler”,<br />

“çakma dedektifçilikler” var olmayı sürdürecek.<br />

Ahlakımız? Ben başa dönüp “kime göre ahlak”ı<br />

sorgulamayı seçiyorum, ki bu mevzular baya<br />

can sıkıcı. İyisi mi, iyi seyirler.


EPISODE<br />

GÖRSEL ŞÖL<br />

GAME OF THRONES SEZON 7 7<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

Bütün dünyanın konuştuğu,<br />

reyting rekorları kıran ve<br />

spoiler yüzünden nice<br />

kavgaların yaşandığı Game of<br />

Thrones’un bir sezonu daha geride<br />

kaldı. Bölüm sayısı olarak az olan<br />

ama dakika bazında diğer sezonlardan<br />

aşağı kalmayan sezon 7,<br />

artık kışın geldiği ve yavaş yavaş<br />

sona yaklaştığımız bir sezon oldu.<br />

Yazının bundan sonraki bölümü<br />

fazlasıyla spoiler içermekte olup, 8.<br />

Sezonla ilgili de bazı teorilere yer<br />

vermektedir. O sebeple izlemeyen<br />

okuyucuların uzak durmasında<br />

fayda var.<br />

Uyarımızdan sonra devam edelim.<br />

Geçtiğimiz sezon ( 6 ) özellikle<br />

teknik açıdan zirve yapan ve çok<br />

önemli olayları geçmişle bağlayan<br />

dizi, belki de bugüne kadarki en iyi<br />

sezona imza atmıştı. Özellikle son<br />

iki bölümde ekranlara yansıyan<br />

savaş ve katliam sahneleri üst<br />

düzey kotarılmış, hatta birçok<br />

açıdan Hollywood’un tarihi filmlerinin<br />

bazılarını geride bırakacak<br />

kadar etkili olmuştu. Son sezon<br />

bu anlamda görevini yerine getirdi<br />

diyebiliriz. Özellikle geçiş planları,<br />

kadrajlar ve sinematografik güzellikler<br />

tekrar tekrar izlenesi bir


EN ZAYIF SENARYO<br />

tat verdi. Zaten bu anlamda diziden<br />

yayınlanan kamera arkası<br />

görüntüleri de işin nasıl bir ivme<br />

kazandığını gözler önüne serdi.<br />

Seyircilerin reaksiyonları da savaş<br />

yaşanan bölümlerde daha da yüksekten<br />

duyuldu. Buraya kadar son<br />

sezon için sıkıntı yok ama senaryo<br />

biraz hayal kırıklığı oldu diyebilirim.<br />

Öncelikle George R.R.Martin’in<br />

izlediğimiz ve izleyeceğimiz sezonlara<br />

denk gelen hikayeyi hala<br />

yazdığını ve sadece tüyo vererek<br />

yetindiğini belirtelim. Martin’in bu<br />

uzaklaşması dizi senaristlerine<br />

işin büyük bölümünü bırakmış<br />

oldu. Hal böyle olunca da önemli<br />

manevralarda kurulan matematikler<br />

son derece basit ve kendi<br />

içinde bile tutarsız bir hal aldı.<br />

Mesela, bir Ak Gezen yakalanıp<br />

Cersei’ye delil olarak kullanılma<br />

hikayesi başlı başına üçüncü sınıf<br />

bir olay örgüsü. Böyle bir riske<br />

girmek, Cersei’ye güvenmek ve<br />

ejderhaları başta kullanmamak…<br />

Yani neresinden bakarsak bakalım<br />

tutarsızlık ve başarısız bir entrika<br />

yaratma çabası. Sadece bu da<br />

değil. Diyaloglar da bu sezon ülkemizdeki<br />

dizilerde alışık olduğumuz<br />

düzeyde ajitasyon ve kalitesizlik<br />

içeriyordu. Velhasıl biçim olarak<br />

dizi külliyatına sağlam bir yerden<br />

girecek ama içerik olarak serinin<br />

en zayıfı diyebileceğimiz bir sezon<br />

oldu. Bakalım final sezonu,<br />

bu eleştirilerin de ışığında nasıl<br />

gerçekleşecek?<br />

Peki Neler Yaşandı ve Yaşanabilir?<br />

7. sezon sonunda beklenen kış ve<br />

Ak Gezenler geldi. Geldikleri gibi<br />

ortalık karıştı, duvar yıkıldı, mert-


mertlik bozuldu. Hatta bir<br />

ejderhayı da saflarına kattılar.<br />

Serçe Parmak denen illet karakterden<br />

sonunda kurtulduk ve<br />

artık kardeşlerin arasını bozacak<br />

bir iki yüzlü yok. Jon Snow ve<br />

Khaleesi’nin merakla beklenen<br />

birlikteliği, aşkı ve hatta<br />

sevişmeleri de arz-ı endam eyledi.<br />

Herkes artık rahata ermiştir. Jon<br />

Snow’un kim olduğu da ismine<br />

kadar açıklandı ve tahtın esas<br />

varisinin de o olduğunu öğrenmiş<br />

olduk. Frey ve Tyrell haneleri<br />

de bu arada tamamen yok oldu.<br />

Bunlar yaşanırken Cersei tekrar<br />

hamile kaldı ama Jamie verdiği<br />

sözü tutmak için kuzeye hareket<br />

etti. Ufak tefek bir sürü gelişme<br />

daha oldu ama artık mesele tamamen<br />

iyiler, kötüler ve nasıl bir<br />

savaş olacağı merakına doğru iyice<br />

daraldı. Görüp görebileceğimiz<br />

en büyük savaş son sezon<br />

sanırım bizi ekranlara kilitleyecek<br />

ve belki de herkes yok olacak.<br />

Ak Gezenler duvarı yıktı geliyor,<br />

Jon Snow ve Khaleesi<br />

önderliğinde Kuzey büyük bir<br />

savaşa hazırlanıyor. Yaşayan<br />

Stark’lar bir arada olacak ve<br />

Jamie ile Tyrion da bu saflarda<br />

yer alacak. Yani bir nevi dizide<br />

sevdiğimiz bütün karakterler<br />

artık bir arada ve tamamen aynı<br />

tarafta. Karşı da ise Ak Gezenler<br />

ve ne yapacağı belli olmayan<br />

Cersei var. Bir de ona yardım<br />

eden Greyjoy’ların kötü adamı<br />

Euron. Teoriler ise şimdiden<br />

konuşulmaya başladı.<br />

Teoriler<br />

Bir teoriye göre Samwell Tarly ve<br />

Brandon Stark okuma ve geçmişe<br />

gitme becerilerini bir araya getirecek<br />

ve Gece Kralıİ’nı alt etmenin<br />

yolunu bulacaklar. Jon Snow’a


kim olduğunu açıklayan ikili<br />

savaşı da sonsuza kadar bitirecek<br />

formülü öğrenip noktayı koyacaklar.<br />

Tabii iyi olan başka teori de<br />

Kuzey’in müthiş bir çarpışmayla<br />

sonu getirecek olması. Bu meyanda<br />

da kötülerin hepsinin ortadan<br />

kalkması.<br />

Kötü olan teorilerden biriyse<br />

Jon’un Khaleesi’yi feda edip<br />

Azor Ahai olması. Böylece efsane<br />

Lightbringer kılıcı da Jon’un<br />

olacak ve Ak Gezenler’in sonunu<br />

getirecek. Tam da burada Jon<br />

ve Dany üzerinden başka bir<br />

teoriye geçelim. Bir ejderha feda<br />

eden Dany, bunun karşılığında<br />

bir bebek sahibi olabilecek ve bu<br />

Jon’dan olacak. Bu sonuçta da<br />

artık hükmetme konusunda sıkıntı<br />

çekilmeyecek. Bu iki teori de “buz<br />

ve ateşin şarkısı” göndermeleri<br />

üzerine kuruluyor. Buz ve ateş<br />

olan ikiliden yeni bir prens ortaya<br />

çıkacak. Bu, ya Azor Ahai olacak<br />

ya da yeni doğan bir bebek.<br />

Son teorilerden biri de küçük<br />

kardeş kehaneti. Cersei’nin gerçekten<br />

küçük kardeşi olan Tyrion<br />

ya da yaşça küçük kardeşi olan<br />

Jamie ikilisinden biri tarafından<br />

öldürülmesi. Hal böyle olunca<br />

büyük bir düşman ve kaba tabirle<br />

ayak bağı ortadan kalkacak. İyiler<br />

ve Ak Gezenler baş başa kalacak.<br />

Her şeyin sonunda ise ya Ak<br />

Gezenler kazanacak bizim<br />

kahramanları silip süpürecek ya<br />

da iyiler kazanıp kendi aralarında<br />

çarpışacak ve burada Cersei’nin<br />

pek şansı olmayacak. 2018 ya<br />

da 2019! 8. sezon ne zaman<br />

yayınlanacak bilinmiyor ama en<br />

iyi sezon olma potansiyeli bile<br />

var. Tabii bu sezonki kötü senaryo<br />

tuzağına düşmezlerse…

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!