04.08.2017 Views

Tekfirin Hakikati

Mektebe -> Kitablarımız -> Tekfirin Hakikati (Tarık Ebu Abdullah)

Mektebe -> Kitablarımız -> Tekfirin Hakikati (Tarık Ebu Abdullah)

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

<strong>Tekfirin</strong><br />

<strong>Hakikati</strong><br />

“Tekfir Şer’i Bir Hükümdür”<br />

Tarık Ebu Abdullah


İÇİNDEKİLER<br />

Mukaddime 5<br />

Önsöz 7<br />

Birinci Mukaddime : Beyan (İslam Dilinin Belağatı) 9<br />

İkinci Mukaddime: Şer’î Ahkâmın Beyan Kaideleri 25<br />

Üçüncü Mukaddime: İstihsan Hakkında 37<br />

Birinci Kısım: (Fasıl) Bir Şeyin <strong>Hakikati</strong> Nedir? 45<br />

İkinci Kısım: (Fasıl) Tekfir Şer’î Hükümdür Ne Demek? 71<br />

Fasıl: İlahi Hükmü Zannetmek Kime Caizdir? 93<br />

Fasıl: Bazı Şüphelere Cevap 129


Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin<br />

ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir<br />

düşmandır. O size yalnızca kötülüğü, fahşiyatı hâyâsızlığı ve Allah’a<br />

karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.<br />

Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helal,<br />

buna haram demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz.<br />

Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 7<br />

بمس الهل الرمحن ي الرح‏<br />

و به ي ن نستع‏<br />

Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e, ehli beytine ve ashabına<br />

salât ve selam olsun. Sonra…<br />

… Aslında bu risaleye “Tekfir Allah’ın hükmüdür” ismini verecektim<br />

fakat yanlış anlamalara yer vermemek için bundan vazgeçtim.<br />

Fakat işin hakikatine bakılırsa bu ifade daha isabetli olacaktı.<br />

Evet! Tekfir Allah (azze ve celle)’nin hükmüdür… Bu ne demek? Âlemlerin<br />

Rabbi olan Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın bir kişiye veya topluluğa<br />

kâfir hükmünü vermiş olduğunu haber vermek demektir. Şu hâlde<br />

bir kimse bir kişiyi küfre nispet edecek olursa, o kişinin Allah indinde<br />

kâfir olduğundan emin olması lazım ki Allah (subhanehu ve teâlâ)<br />

hakkında ilimsiz konuşmuş olmasın. Zira bu, O’nun adına konuşmaktadır.<br />

O’nun (celle ve âlâ) bir şahıs hakkında verdiği hükmünden<br />

haber vermektedir. O’na yanlış bir söz nispet etmek ne büyük bir<br />

hüsrandır.<br />

Hükmetmek sadece Allah (azze ve celle)’nin mülküdür. Hiç kimsenin<br />

bunda O’na ortaklığı yoktur. Ne mukarreb bir meleğin ne mürsel<br />

Nebi’nin ve ne de müctehid bir âlimin… Bırak cahili. Dünya ve<br />

ahirette iflas etmek istemeyen bu alanda cesaretli olmasın. Helal ve<br />

haram kılmak sadece Allah (subhanehu ve teâlâ)’ya ait olduğu gibi, müslümanı<br />

ve kâfiri belirlemek de sadece Allah (subhanehu ve teâlâ)’ya aittir.<br />

Bunun için bu küçük risaleyi yazdım. Gayem tekfir mevzusunu<br />

fıkhi mahiyetiyle incelemek değildir. Gayem, Allah (subhanehu ve<br />

teâlâ)’nın tevfiki ve inayetiyle, âcizane anladığım kadarıyla bu meselenin<br />

hakikatinden bahsetmektir.


8<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Maksudun anlaşılması için birkaç aslın bilinmesi kaçınılmazdır.<br />

Bunun için asıl mevzuya girmeden evvel bu asılları mukaddimeler<br />

olarak işledim.<br />

Ayrıca bahse girmeden evvel şu hususları tembih etmeyi de<br />

önemli buluyorum:<br />

Birinci husus: Risalenin ilk kısmı konunun doğru anlaşılması<br />

için zemini oluşturan asıllar ihtiva etmektedir. Sonraki kısımlar bu<br />

asıllara bina eden fasıllardan ve istidlallerden ibarettir. Bunun için<br />

okuyucunun risalenin tümünü okuması gerekir.<br />

İkinci husus: Risalenin üslubu sonrakini evveline bina etmek olduğundan<br />

ötürü risalenin ilk kısımlarında söylenilenler sonraki kısımlarda<br />

tavzih ve tafsil edilecektir. Okuyucunun, belki ilkinde anlayamadığı<br />

hususlar risalenin sonraki kısımlarında kendisine anlaşılır<br />

hâle gelecektir. Bunun için risaleyi baştan sona kadar okumadan ara<br />

yargılara varılmamasını önemle tavsiye ederim.<br />

Müslümanları cihadtan nefret ettiren onları korkutan ve cihadı<br />

sanki ölümmüş gibi tasavvur eden, kadınların dul çocukların yetim<br />

olması olarak gösteren kişiler ile bu geçen hikmetli söz arasında ne<br />

kadarda büyük bir fark var.<br />

Tarık Ebu Abdullah


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 9<br />

بمس الهل الرمحن ي الرح‏<br />

ÖNSÖZ<br />

Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e, ehli beytine ve ashabına<br />

salât ve selam olsun. Sonra…<br />

İlmin azalması, cehaletin çoğalıp yaygınlaşması, ilmin küçüklerde<br />

(ilmi yetersizliği olanlar) aranması kıyamet alametlerindendir.<br />

Hiç şüphe yoktur ki başımıza gelen her bir felaket ve musibetlerin<br />

sebepleri vardır. Hidayetten uzaklaşmak, dalalet ve yanlışlara düşmek,<br />

cahillerin alimleri itibarsızlaştırıp dil uzatmaları, kendilerini<br />

o makama layık görüp o makamı işgal etmeleri, dinin her alanında<br />

fetva vermeleri, kanlar, mallar ve ırzlar konusunda ahkam keserken<br />

cesur olmaları ve dinleyen kitleler bulmaları bu asırda başımıza gelen<br />

felaketlerden bir tanesidir.<br />

Alimlerin azlığı ve yok oluşları, onların konumuna cahil insanların<br />

gelmesi belanın büyüklüğünü göstermektedir. Resulullah (sallallahu<br />

aleyhi vesellem) şöyle buyurmaktadır:<br />

“Şüphesiz ki Allah ilmi insanlardan söküp almaz, ancak ilmi alimlerin<br />

canını alarak alır. Hiçbir alim bırakmayınca insanlar cahil başlar (liderler)<br />

edinir, onlar sorulurlar ilimsiz fetva verirler. Böylece hem saparlar hemde<br />

saptırırlar.” (Müslim)<br />

Tekfir mevzusu neredeyse 1400 senedir ümmeti meşgul eden ve<br />

usulüne göre kullanılmayınca da Müslümanlara acılar çektirmiş olan<br />

hassas konulardan birisidir. Namazın dinimizde aslı ve temeli vardır.<br />

Kuralları ve uygulanış şekli vardır. Namaz kural ve şekillerine göre


10<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

eda edilmezse kabul edilmeyeceği gibi, tekfirinde aslı, temeli ve kuralları<br />

vardır. Eğer kurallarına uyulmazsa, ehil kimselerin kontrolü<br />

dışına çıkarsa, ümmete ve bu işle meşgul olan kişiye felaketler getirir.<br />

Dünya ve ahiretini (Allah korusun) harap eder.<br />

Cehenneme karşı en cesur olan kişi, fetva vermede o kadar cesur<br />

olan kişidir. Fetva, Allah’u Teala adına konuşmak ve Allah’u Teala<br />

adına onaylamak anlamına gelmesi sebebiyle dinimize göre çok hassas<br />

bir konumu ve mes’uliyeti vardır. Aynı şekilde bir sebepten ötürü<br />

küfre bulaşmış bir Müslümanı tekfir edip İslam dairesinden çıkarmak,<br />

en az fetva kadar hassas ve en az onun kadar mes’uliyeti vardır.<br />

İşte bu can alıcı mevzuyu pek muhterem Tarık Hocam ilmi bir uslup<br />

ve hassas bir usul ile ele almış, ilimsiz tekfir etmenin ne anlama geleceğini<br />

ve şeriatte nasıl değerlendirildiğini izah etmiştir.<br />

Bu hassas meseleyi anlamak ve kavramak için sabırla bu güzel<br />

kitabı okumanızı tavsiye ederim. Rabbim hocamdan bu kıymetli kitaba<br />

harcamış olduğu emeğini kabul buyursun, ecrini bol bol versin<br />

ve acı halde olan İslam ümmetine hayırlara vesile kılsın. Allahumme<br />

amin. Velhamdulillahi rabbil’alemin.<br />

Musa Ebu Cafer


- birinci mukaddime -<br />

BEYAN<br />

(İslam Dilinin Belağatı)


12<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Risalenin konusu şer’î bir hükmün hakikati olunca hakikatin neyle<br />

beyan olacağı hususunda bir mukaddime yapmak zorunlu oldu.<br />

<strong>Hakikati</strong>n tarifi aşağıda gelecek inşallah. Bizim için burada önemli<br />

olan, konumuz olan tekfir hükmünün hakikatinin, bütün hükümlerin<br />

hakikatinin ve bilumum bütün mahlûkatın hakikatinin nasıl<br />

beyan edilmiş olduğudur.<br />

Hakikat; hak olandır, yani yaratılmış olduğu hâl üzere olandır.<br />

Zira hakikat, ancak varlıkta var olandır. Varlıkta var olmayanın hakikati<br />

yoktur, o hayaldir. Bunun için ilim “şeyi vakıada olduğu hal üzere<br />

tanımak” olarak tarif edilmiştir. Ama şeyi vakıada olduğu hâlin<br />

dışında bir hâl üzere tanımak ise tahayyül ve cehalettir. Dolayısıyla<br />

ilim, şeyi hakikati üzere tanımaktır.<br />

Lakin her ilim eşyanın hakikatine isabet etmez, onu göstermez.<br />

Çünkü eşyayı tanımak tasavvura tabidir. Bunun için insan şeyin tanımında<br />

hakikatine isabet edebilir de etmeyebilir de veya kısmen<br />

isabet edebilir. Binaenaleyh, şeyin hakikatini beyan edecek olan ilim<br />

hakikati tanımaya elverişli bir ilim olmalıdır. Bunun için de hak ile<br />

aynı kaynaktan gelmelidir. Yani eşyayı yaratan, ona hakikatini veren<br />

tarafından gelmelidir… Semadan nazil olmuş olan bir ilim olmalıdır…<br />

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e semadan vahyedilen ilim gibi.<br />

Hakkı gösteren ve eşyanın hakikatini tanımlayan ilim ancak budur.<br />

Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor: “İşte Biz böylece sana da emrimizden<br />

bir ruh vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun.<br />

Fakat Biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet<br />

ederiz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir yola götürüyorsun. Göklerde<br />

ve yerde bulunanların sahibi olan Allah’ın yoluna götürüyorsun. İyi bilin<br />

ki bütün işler sonunda yalnız Allah’a dönecektir.” 1 İmam Ebu’l-Fidaİbn-i<br />

1 Eş-Şura Sûresi 52 ve 53.ayetler


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 13<br />

Kesir (rahimehullah) (Vefat H: 774) ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle<br />

der: ““İşte Biz, böylece sana da emrimizden bir ruh” yani Kur’an’ı<br />

“vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun” yani<br />

sana Kur’an’da tafsilatıyla vazedildiği gibi bilmiyordun. “Fakat Biz<br />

onu”, yani Kur’an’ı “bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize<br />

hidayet ederiz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir yola”<br />

yaratılışa uygun hak yola “götürüyorsun.” Sonra bu yolu şöyle açıklıyor:<br />

“Göklerde ve yerde bulunanların sahibi olan Allah’ın yoluna”<br />

yani Allah’ın emrettiği şeriata “götürüyorsun.” ” 2<br />

Ve Âllame Şeyh Abdurrahman bin Nasir es-Sa’di (rahimehullah)<br />

(Vefat H: 1376) şöyle diyor: ““İşte Biz böylece sana da emrimizden<br />

bir ruh vahyettik.” Bu ruh Kur’an-ı Kerim’dir. Onu ruh ile isimlendirmiştir;<br />

çünkü ceset ruh ile hayat kazanır. Bunun gibi, kalpler ve<br />

ruhlar ve din ve dünya maslahatları Kur’an ile hayat bulur. Çünkü<br />

onda büyük hayır ve her şeyi kuşatan bir ilim vardır… “Biz onu bir<br />

nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet ederiz” o,<br />

onlara küfrün, bid’atın ve helak edici hevanın karanlıklarında ışık<br />

olur; onunla hakikatleri bilirler ve dosdoğru yola hidayet olunurlar.” 3<br />

Ve Allah (celle ve âlâ) şöyle buyuruyor: “Allah sana kitabı ve hikmeti<br />

indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana<br />

olan lütfu büyüktür.” 4<br />

İmam Ebu Cafer et-Taberi (rahimehullah) (Vefat H: 310) şöyle der:<br />

““Kitap” o, her şeyi beyan eden, hidayet eden ve öğüt verici olan Kur’an’dır.<br />

“Ve hikmeti” yani sana kitap ile beraber hikmeti de indirmiştir. Hikmet ise,<br />

kitapta helallerden, haramlardan, emirlerden, nehiylerden, müjdelerden ve<br />

tehditlerden mücmel olanları açıklayandır.” 5<br />

2 Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, eş-Şura Sûresi 52 ve 53.ayetlerin tefsiri. (Dar-u Tayyibetin li’nneşri<br />

ve’t-tevzi, ikinci baskı h.1420)<br />

3 Teysiru’l-Kerimu’r-Rahman, eş-Şura Sûresi 52 ve 53.ayetlerin tefsiri. (Muessessetu’r-Risale,<br />

birinci baskı h.1421)<br />

4 En-Nisa Sûresi 113.ayet<br />

5 Camiu’l-Beyani fi Tevili’l-Kur’an, en-Nisa Sûresi 113.ayetin tefsiri. (Muessesetu’r-Risale,<br />

birinci baskı h.1420)


14<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Katade (rahimehullah) “Hikmet sünnettir” demiştir. İmam Malik (rahimehullah)<br />

“Hikmet, dinde marifet ve fıkıh sahibi olmak ve ona uymaktır”<br />

der. Ve İbn-u Zeyd (rahimehullah) şöyle der: “Hikmet, sadece onunla (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem) bilinmesi mümkün olan dindir. Onu onlara öğretir.” Bu<br />

nakilleri serdettikten sonra İmam Ebu Cafer (rahimehullah) şöyle der:<br />

“Doğrusu hikmet,Allah’ın hükümlerine ilişkin ilimdir. Bu ilim ise sadece<br />

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in beyan etmesiyle idrak edilir.” 6<br />

Binaenaleyh, hak sadece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e vahyedilmiş,<br />

semadan nazil olmuş olan ilme münhasırdır. Bu ilmin asılları<br />

Kur’an, Sünnet ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashabıdır.<br />

Bütün diğer ilimlerin ancak bu üç asıla mutabık olduğu kadarıyla<br />

haktan bir nasibi vardır. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor: “Bugün<br />

dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din<br />

olarak İslam’ı beğenip seçtim.” 7<br />

İmam Ebu Abdullah İbn-u Kayyim (rahimehullah) (Vefat H: 751)<br />

şöyle diyor: “Kulların; ilimde, bilimde ve dost ve düşmanlıkta durumlarını<br />

düzeltecek amellerde ihtiyaç duyacakları her şey Rasûlullah (sallallahu aleyhi<br />

ve sellem)’in sünneti olan umumî risaletinde mevcuttur. Ondan başkasına<br />

kesinlikle ihtiyaç yoktur. Muhtaç olduğumuz sadece onun getirdiğini bize<br />

ulaştıran birisidir. Kimin kalbinde bu husus istikrar bulmamışsa onun<br />

Rasûle imanı sağlam değildir. Bilakis mükelleflere yönelik umumî risalet ile<br />

gönderilmiş olunmasına iman etmek nasıl vacip ise, bu hususta da umumî<br />

risalet ile gönderilmiş olunmasına iman etmek vaciptir” Yani Rasûlallah<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem)’in vacip, haram, müstehap, mekruh ve mubah<br />

gibi şer’î teklifleri beyan etmek üzere gönderildiğine iman etmek vacip<br />

olduğu gibi, varlıkta var olan her şeyi de beyan etmek üzere gönderildiğine<br />

iman etmek vaciptir. Sonra İmam (rahimehullah) şöyle devam<br />

ediyor: ”Nasıl ki insanlardan bir kişi dahi onun risaletinden çıkamazsa,<br />

hak da onun getirdiği ilim ve amelden çıkmaz. Bunun için onun getirmiş<br />

olduğu ümmet için kâfidir, onun getirdiğinden başkasına ümmetin ihtiyacı<br />

yoktur. Ancak onu (risaleti) tanımak ve fehmetmekte nasibi az olanlar, onun<br />

6 Camiu’l-Beyani fi Tevili’l-Kur’an, el-Bakara Sûresi 129.ayetin tefsiri. (Muessesetu’r-Risale,<br />

birinci baskı h.1420)<br />

7 El-Maide Sûresi 3.ayet


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 15<br />

getirdiğinden başkasına ihtiyaç duyarlar. Nasipsizlikleri ne kadar ise o kadar<br />

da başkasına ihtiyaç duyarlar… Sözün özü, Rasûlullah (sallallahu aleyhi<br />

ve sellem) bu ümmete dünya ve ahiretin bütün hayrı ile gelmiştir. Allah<br />

onları (ümmeti), ondan (sallallahu aleyhi ve sellem) başka hiç kimseye muhtaç<br />

bırakmamıştır. Ümmetin ondan başkasına ihtiyacı olmadığından Allah<br />

nübüvvet müessesesini onunla hatmetmiştir ve ondan sonra kimseyi Rasûl<br />

yapmamıştır. Bu durumda onun sahip olduğu tamamlanmış ise, kâmil olan<br />

şeriatın haricinden gelen bir siyasete muhtaç olduğu nasıl düşünülebilir?<br />

Veya haricinden gelen hakikate veya kıyasa veya makule muhtaç olduğu<br />

nasıl düşünebilir? Kim bunu düşünürse o, insanların Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’den sonra başka bir Rasûle muhtaç olduklarını düşünen kişi<br />

gibidir.” 8<br />

Binaenaleyh, hak sadece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e vahyedilmiş,<br />

semadan nazil olmuş olan ilme münhasırdır. Daha evvel<br />

de geçtiği gibi, bu ilmin asılları Kur’an, Sünnet ve Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’in ashabıdır. Bütün diğer ilimlerin ancak bu üç asıla<br />

mutabık olduğu kadarıyla haktan veya hakikati tanımlamaktan bir<br />

nasibi vardır.<br />

Kur’an Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın kelamıdır. Onu hakiki sûrette<br />

Arapça konuşmuştur. Sünnet, Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in söz<br />

ve amelleridir 9 . Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem) Arap idi. Ve ashabı<br />

(radıyallahu anhum ecmain) de Arap idi.<br />

Şu hâlde, âlemin hakikatini beyan eden ilmin dili Arapça olduğu<br />

belli oldu.<br />

Ve varlığın hakikatini yani hakkı ilan etmek ve yeryüzüne egemen<br />

kılmak için Allah (celle ve âlâ) dini indirmiştir. Varlığın hakikatini<br />

beyan eden ise Kur’an, Nebevi Sünnet ve ashabın sünnetidir… Şu<br />

hâlde İslam’ın beyan dili Arapçadır. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:<br />

“Muhakkak ki Biz onu anlayasınız diye Arapça bir kitap<br />

8 Bedeiu’l-Fevaid, 3.cüz/171,172.sayfa. (El-Mektebetu’l-Asriyye baskısı h.1424)<br />

9 Terk ve sükûtta da ameldir.


16<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

olarak indirdik” 10 Ve şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki o (Kur’an)<br />

âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Rûhu’l-Emîn indirdi. Senin<br />

kalbine; uyarıcılardan olman için. Apaçık Arapça bir dille.” 11<br />

Ne Allah (subhanehu ve teâlâ) beşerin anlayamayacağı bir Arapçayla<br />

konuşmuştur ve ne de Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah (azze ve<br />

celle)’nin buyruklarını anlaşılır bir Arapçayla aktarmaktan aciz olmuştur<br />

ve ne de sahabe (radıyallahu anhum) Allah (celle ve âlâ) ve Rasûlü (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’in konuştuğu Arapça’yı anlamaktan aciz olmuşlardır.<br />

Bilakis Allah (azze ve celle) insanlar anlasınlar diye Kendisi ve Rasûlü’nün<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem) diliyle hitap etmiştir. Anlaşıldığı için,<br />

hitabın öncesini ve sonrasını aynı kabul etmemiştir. Anlaşıldığı için,<br />

hitabın ulaştığı ve kaim olduğu insanlar bilmeseler de mükellef olmuşlardır.<br />

Anlamaktan engelli olanlar hariç. İmam Ebu Cafer et-Taberi<br />

(rahimehullah) şöyle der: “Allah-u Teâlâ’nın izahta mahlûkata üstünlüğü<br />

bizzat Kendisinin mahlûkata üstünlüğü gibi olduğu malûm bir şeydir.<br />

Ayrıca muhatabına anlaşılmayacak bir şekil de hitap edenin sözü anlaşılmaz.<br />

Bu da malûmdur. Şu hâlde bilinmelidir ki Al lah-u Teâlâ, mahlûkatından<br />

herhangi birine anlayamayacağı bir dilde hitap etmez. Ancak onların<br />

anlayacağı bir dilde hitap eder. Ve kullarına ancak dilinden an layacakları<br />

Rasûller gönderir. Zira kendilerine Rasûl gönderilen ve ilahi vahye muhatap<br />

olan insanlar, kendilerine konuşulanları anlamazlarsa bun lar için Rasûlün<br />

gelmesiyle gelmemesi arasında fark olmaz. Çünkü bunlar konuşulanlardan<br />

ve Rasûllerden istifade edemezler. Allah-u Teâlâ herhangi bir fayda sağlamayan<br />

bir hitapta bulunmaktan ve söyledikleri anlaşılamayan Rasûller<br />

göndermekten münezzehtir. Nitekim bu bizim için dahi bir eksiklik ve abesle<br />

iştigal olur. Elbette Allah-u Teâlâ bundan beri ve münezzehtir. Bu sebeple<br />

celle seneuhu Kur’an’da: “Biz, her Rasûlü, ancak bulunduğu kavminin<br />

diliyle gönderdik ki onlara apaçık anlatsın” 12 buyuruyor. Ve Nebisi Muhammed<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem)’e şöyle buyuruyor:“Biz, sana bu kitabı<br />

sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve<br />

iman edecek topluma bir hidayet, bir rahmet olsun diye indirdik.” 13<br />

10 Yusuf Sûresi 2.ayet<br />

11 Eş-Şuara Sûresi 192-195.ayetler<br />

12 İbrahim Sûresi 4.ayet<br />

13 En-Nahl Sûresi 64.ayet


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 17<br />

Elbette ki Kur’an’ın ne olduğunu bilmeyen kimseyi Kur’anla hidayete kavuşturmak<br />

müm kün değildir. Zira kişi, doğru olduğunu bilmediği bir yolun<br />

doğruluğunu kabul etmez. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki Allah, her<br />

kavme gönderdiği Nebi’yi o kavmin diliyle göndermiş ve her Rasûlüne gönderdiği<br />

kitabı da kendisine kitap verdiği Rasûlündiliyle göndermiştir. Buradan<br />

şu anlaşıl maktadır ki Allah-uTeâlâ’nın Muhammed sallallahu aleyhi<br />

veselem’e indirdiği Kur’an, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle indirilmiştir.<br />

Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in lisanı Arapça olduğuna<br />

göre Kur’an’nın da Arapça olduğu açıktır.” 14<br />

<strong>Hakikati</strong>n beyan dilinin Arapça olduğu anlaşıldıktan sonra bilinmelidir<br />

ki Allah (subhanehu ve teâlâ) bu dille istisnasız her hakikati beyan<br />

etmiştir. (celle ve âlâ) şöyle buyuruyor: “Bu kitabı da her şeyi açıklayan<br />

ve Müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı<br />

ve bir müjdeleyici olarak indirdik.” 15 Ancak şu var ki hakikati değişik<br />

beyan yollarıyla ve farklı mertebelerde açıklamıştır. Allah (celle ve<br />

âlâ) böyle istemiş, böyle hükmetmiş ve böyle takdir etmiştir.<br />

Nâsiru’s-Sunne İmam Muhammed bin İdris eş-Şafii el-Muttalibi<br />

(rahimehullah) (Vefat H: 204) şöyle der: “Din ehlinden birisinin başına<br />

bir şey geldiğinde muhakkak Allah’ın kitabında ona yol gösterecek bir delil<br />

vardır. Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor: “Elif, Lâm, Râ. Bu Kur’an öyle<br />

büyük bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan<br />

aydınlığa, her şeye galip ve hamda lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman<br />

için onu sana indirdik.” Ve şöyle buyuruyor: “Bu kitabı da her<br />

şeyi açıklayan ve Müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir<br />

rahmet kaynağı ve bir müjdeleyici olarak indirdik.” Ve şöyle buyuruyor:<br />

“Sana da Kur’an’ı indirdik ki insanlara vahyedileni açıklayasın.<br />

Belki onlar da düşünürler.” Ve şöyle buyuruyor: “İşte Biz böylece sana<br />

da emrimizden bir ruh vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, iman nedir<br />

bilmiyordun. Fakat Biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan<br />

dilediğimize hidayet ederiz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir<br />

yola götürüyorsun”… Allahmahlûkata O’na ibadet edecekleri herşeyi<br />

14 Camiu’l-Beyan fi Tevili’l-Kur’an, 1.cilt/11.sayfa.( Muessessetu’r-Risale, birinci baskı<br />

h.1420)<br />

15 En-Nahl Sûresi 89.ayet


18<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

birkaç vecihten beyan etmiştir. Allah celle seneuhu böyle hükmetmiştir,<br />

böyle takdir etmiştir:<br />

Bu vecihlerden birincisi: Mahlûkata nass ile beyan ettiğidir. Mesela<br />

bütün farzlarda olduğu gibi; onlara namazın, zekâtın, haccın ve orucun<br />

farz olduğunu nass ile beyan etmiş olduğu gibi. Ve onlara açık ve gizli bütün<br />

fahişatın haram olduğunu, zinanın, içkinin (hamr) ve meytenin, kanın ve<br />

domuz etinin yenmesinin haramlığını nass ile beyan ettiği gibi. Ve abdestin<br />

farzlarının neler olduğunu ve bunlar dışında nass ile beyan ettiği diğer<br />

şeylerdir.<br />

İkincisi: Kitabında farziyetini kesinleştirdiği ama keyfiyetini Nebisiyle<br />

beyan ettiğidir. Mesela namazların sayısı, zekâtın miktarı ve zamanları<br />

gibi. Ve buna benzer kitabında indirdiği diğer farzlar.<br />

Üçüncüsü: Allah’ın hükmü hakkında nassı olmayan ve sadece Rasûlallah<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetiyle beyan ettiğidir. Zira Allah kitabında<br />

Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e itaat etmeyi ve hükmüne gitmeyi emretmiştir.<br />

Rasûlullah’tan kabul eden, Allah’ın farz kılmasından ötürü kabul<br />

etmiş olur.<br />

Dördüncüsü: Allah’ın mahlûkata ulaşmakta çaba sarf etmeyi (ictihad<br />

etmeyi)farz kıldığıdır. Allah diğer farz kıldıklarıyla imtihan ettiği gibi ictihad<br />

konusundada itaatlerini imtihan eder. Nitekim Allah Teberake ve Teâlâ<br />

şöyle buyuruyor: “Andolsun ki Biz, içinizden cihad edenlerle sabredenleri<br />

ortaya çıkarıncaya ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi<br />

açıklayıncaya kadar sizi deneyeceğiz.” Ve şöyle buyurmaktadır: “Allah<br />

göğüslerinizin içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek<br />

için yaptı.”” 16 İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın sözü burada bitiyor.<br />

“Allah mahlûkata onunla O’na ibadet ettikleri herşeyi” yani insanın ve<br />

cinin kul olabilmesi için muhtaç olduğu her hakikati “birkaç vecihten<br />

beyan etmiştir” yani bu muhtelif hakikatleri ilan etmek ve açıklamak<br />

için değişik yollar kullanmıştır.<br />

16 Er-Risale, 46-48. Sayfalar. (Daru’l-Kutubi’l-Arabi baskısı h.1425)


ن<br />

ي<br />

ق ن<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 19<br />

Bu yollardan birincisi “nass ile beyan ettiğidir” yani apaçık lafızlarla<br />

beyan ettiğidir. Mesela, “Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa<br />

bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şâyet çocukları varsa o zaman<br />

mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirildikten<br />

ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Eğer siz çocuk bırakmadan<br />

ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır.<br />

Şâyet çocuklarınız varsa o zaman bıraktığınız mirasın<br />

sekizde biri hanımlarınızındır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine<br />

getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir. Eğer ölen<br />

bir erkek veya kadının çocuğu ve babası bulunmadığı hâlde kelâle<br />

olarak mirasına konuluyor ve kendisinin bir erkek veya kızkardeşi<br />

bulunuyorsa bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda biridir.<br />

Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde<br />

kardeşler mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında<br />

eşit olarak taksim ederler. Bu paylar ölenin vasiyeti yerine getirilip<br />

ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Bunlar, Allah tarafından<br />

bir emirdir.”ayetinde olduğu gibi. Veya mesela, “Namazın, zekâtın,<br />

haccın ve orucun farz olduğunu nass ile beyan etmiş olduğu gibi”.<br />

Namazın farziyeti:<br />

ْ ي<br />

ْ نَ‏ أَ‏ ْ فَاع بُ‏ د ِ ي وَ‏ أَ‏ ِ ِ الصَّ‏ َ لة َ لِذِ‏ ك رِ‏<br />

َّ<br />

َ َ إِل<br />

إِل<br />

َ<br />

َّ ُ ل<br />

ِ ي إِنَّ‏ أَ‏ نَ‏ الل<br />

“Şüphesiz ben Allah’ım, Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun<br />

için Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl.” 17<br />

‏َّذِ‏ نَ‏ آمَ‏ نُ‏ وا يُقِ‏ يمُ‏ وا الصَّ‏ َ ل ةَ‏<br />

ْ قُل لِعِ‏ بَ‏ ادِ‏ يَ‏ ال<br />

“İman eden kullarıma söyle: “Namazı dosdoğru kılsınlar.” 18<br />

veya<br />

ال<br />

ي نَ‏ كِ‏ تَ‏ ً ب ا‏ مَ‏ وْ‏<br />

‏ًت<br />

ْ ُ ْ ؤ مِ‏ نِ‏ قُو‏<br />

َ<br />

‏َت ْ ع َ ل<br />

إِنَّ‏ الصَّ‏ ل َ َ ة َ كن<br />

17 Taha Sûresi 14.ayet<br />

18 İbrahim Sûresi 31.ayet


َّ<br />

ب<br />

َّ<br />

ي<br />

ف<br />

ي<br />

20<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

“Namaz mü’minlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.” 19<br />

Zekâtın farziyeti:<br />

ف<br />

‏ُل بُ‏ ُ ‏ُو‏ مْ‏ وَ‏ ِ ي‏ الرِّ‏ قَابِ‏<br />

‏ْف َ رَ‏ اءِ‏ وَ‏ ال ي ِ ن وَ‏ الْعَ‏ امِ‏ ي نَ‏ لِ‏ عَ‏ ليْ‏ ‏َا وَ‏ ال َ ‏َّف ةِ‏ ق<br />

‏َات<br />

ي نَ‏ وَ‏ ِ ي‏ سَ‏ بِ‏ يلِ‏ ِ الل ِ وَ‏ ا‏ السَّ‏ بِ‏ يلِ‏ فَرِ‏ يض ً مِ‏ نَ‏ ِ الل وَ‏ الل ي ٌ حَ‏ كِ‏ <br />

َّ ُ َ علِ‏ ي ٌ<br />

ْ ُ َ ؤل<br />

َ<br />

َ ة<br />

ْ َ سَ‏ اكِ‏ <br />

ْ ن<br />

َ ق ُ لِل ُ ق<br />

َ مِ‏ <br />

ارِ‏<br />

نَّ‏ َ إِا الصَّ‏ د<br />

“Sadakalar ancak şunlar içindir: Fakirler, yoksullar, o işte çalışan<br />

görevliler, müellefe-i kulûb (kalbleri İslam’a ısındırılacaklar),<br />

köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar. Allah tarafından<br />

böyle farz kılındı. Allah, Alîm ve Hakîm’dir.” 20<br />

‏ِب َ ‏ا<br />

ُ ْ وَ‏ ي ِ مْ‏<br />

وَ‏ الْغ<br />

‏ُط ‏َهِّ‏ رُ‏ ه<br />

‏َة<br />

‏َمْ‏ وَ‏ الِ‏ ِ مْ‏ صَ‏ د<br />

خ ْ مِ‏ نْ‏ أ<br />

َ ق ً ت تُ‏ زَ‏ كِّ‏ <br />

“Onların mallarından sadaka al ki onunla kendilerini temizlersin,<br />

tertemiz edersin.” 21<br />

Orucun farziyeti:<br />

ُ ْ ت َّ ُ ق ونَ‏<br />

‏َت<br />

‏َّك<br />

ُ ْ ل نَ‏ مِ‏ نْ‏ قَبْ‏ لِك ‏َعَ‏ ل<br />

الَّذِ‏ <br />

َ ل<br />

ُ ذ<br />

َ<br />

َ َ ا ُ ك تِ‏ بَ‏ َ عل<br />

ُ ُ الصِّ‏ يَ‏ امُ‏ ك<br />

َ أَ‏ يُّ‏ َ ا الَّذِ‏ نَ‏ آمَ‏ نُ‏ وا ُ ك تِ‏ بَ‏ ع ‏َيْ‏ ك<br />

“Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size<br />

de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” 22<br />

ْ ُ د<br />

ي‏<br />

فَ‏ َ نْ‏<br />

‏َانِ‏<br />

‏ِل فِ‏ يهِ‏ ال ُ ‏ْق رْ‏ آن ً ى َّ لِلناسِ‏ وَ‏ بَ‏ َ يِّناتٍ‏ مِ‏ نَ‏ ال َ ى وَ‏ ال ُ ‏ْف رْ‏ ق<br />

‏َّذِ‏ ي أنْ‏ ز َ<br />

ُ ُ شَّ‏ ْ ال‏ رَ‏ فَلْيَ‏ صُ‏ مْ‏ هُ‏<br />

شَ‏ َ مِ‏ ْ نك<br />

ُ ُ هد<br />

ِ د<br />

ُ<br />

َ ال<br />

شَ‏ ْ رُ‏ رَ‏ مَ‏ ضَ‏ ان <br />

“O Ramazan ayı ki insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak<br />

olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur’an onda<br />

19 Nisa Sûresi 103.ayet an ayı ki insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet<br />

rehbe<br />

20 Et-Tevbe Sûresi 60.ayet<br />

21 Et-Tevbe Sûresi 103.ayet<br />

22 El-Bakara Sûresi 183.ayet


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 21<br />

indirildi. Onun için sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç<br />

tutsun.” 23<br />

İkincisi, “kitabında farziyetini kesinleştirdiği ama keyfiyetini Nebisiyle<br />

beyan ettiğidir.” yani Kur’an’da icmalen beyan ettiği, ayrıntılarını ise<br />

sünnet ile açıkladığıdır. Mesela namazın farz olduğunu Kur’an’da<br />

beyan etmiştir ama farz olan namazın sabah, öğle, ikindi, akşam ve<br />

yatsı vakitlerinde kılınmak üzere beş adet olduklarını Rasûlü (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’in sünnetiyle beyan etmiştir.<br />

Ebu Hureyre (radıyallahu anhu)’dan gelen rivayete göre, Rasûlullah<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Bu Cibril’dir; dininizi<br />

öğretmek için gelmiştir. Sabah namazını tan yeri ağarırken kıldı.<br />

Öğle namazını güneş batıya kayınca kıldı. İkindiyi bir şeyin gölgesi<br />

misli kadar olunca kıldı. Akşamı güneş batınca kıldı ki o vakit<br />

oruçlunun orucunu açacağı vakittir. Sonra yatsı namazını güneşin<br />

batmasından sonra ortaya çıkan kızıllığın kaybolduğu anda kıldı.<br />

Sonra ertesi gün tekrar geldi ve sabah namazını ortalık biraz<br />

ağarınca kıldı sonra öğle namazını her şeyin gölgesi kendisi kadar<br />

olunca kıldı. Sonra ikindi namazını her şeyin gölgesi iki katı olunca<br />

kıldı. Sonra akşam namazını yine aynı vakti olan güneş batınca<br />

kıldı ki bu vakit oruçlunun orucunu açacağı vakittir. Sonra yatsıyı<br />

vakit biraz ilerleyince kıldı ve sonra şöyle dedi: Namazlar dünkü<br />

kıldığın vakitlerle bugünkü kıldığın vakitler arasındadır.” 24<br />

Veya “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi<br />

ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin,<br />

iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın.” 25 ayetiyle Allah (subhanehu<br />

ve teâlâ) namaz için abdestin şart oluşunu ve abdestin rukünlerini<br />

nass ile belirlemiştir lakin abdest azalarının kaç defa yıkanacağını,<br />

dirseklerin yıkama emrine dâhil olup olmadıklarını veya başın nasıl<br />

ve kaç kez mesh edileceğini sünnetle beyan etmiştir.<br />

23 El-Bakara Sûresi 185.ayet<br />

24 Sunenu’n-Nesei, 502.hadis<br />

25 El-Maide Sûresi 6.ayet


22<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Üçüncüsü, “Allah’ın hükmü hakkında nassı olmayan” yani lafzen<br />

Kur’an’da hiç beyan edilmemiş, “sadece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in<br />

sünnetiyle beyan” etmiş olduğudur. Bu hükümleri her ne kadar<br />

Allah (subhanehu ve teâlâ) lafzen Kur’an’da beyan etmemiş olsa da Rasûlü<br />

Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle beyan etmiştir. Mesela<br />

isticmar ve istinca ile taharetlenmek gibi veya evcil eşeklerin etlerin<br />

haramlığı veya altın takıların ve ipeğin erkeğe kullanımının haram<br />

kılınmış olması gibi. “Allah, kitabında Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e<br />

itaat etmeyi ve hükmüne gitmeyi emretmiştir.” Dolayısıyla bu hususlarda<br />

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e itaat etmek doğrudan Allah (azze ve<br />

celle)’ye itaat etmektir. Allah (celle ve âlâ) şöyle buyuruyor: “Kim Rasûle<br />

itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” 26<br />

Dördüncüsü, “Allah’ın mahlûkata ulaşmakta çaba sarf etmeyi (ictihad<br />

etmeyi) farz kıldığıdır” yani bu mevzular ne Kur’an’da lafzen veya icmalen<br />

ve ne de Kur’an’da manen ve sünnette lafzen ve ne de mücerred<br />

sünnette beyan edilmemişlerdir. Bilakis bu mevzularda hakkın<br />

beyan olması için Allah (subhanehu ve teâlâ) kullarına çaba sarf etmeyi,<br />

ictihad etmeyi emretmiştir. Hakkın bu beyan yoluna İmam eş-Şafii<br />

(rahimehullah) kıble emrini misal gösteriyor ve “Her nereden yola çıkarsan<br />

yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir ve her nerede olsanız<br />

yüzünüzü ona (Mescid-i Haram’a) doğru çevirin ki insanlar için<br />

aleyhinizde bir delil olmasın.” ayetini getirdikten sonra şöyle diyor:“Mescidu’l<br />

Haram’ı göremedikleri zaman, eşyayı zıddından temyiz<br />

etme yeteneğine sahip olan akıllarıyla ve alamet olarak belirlediği şeylerle<br />

yön olarak emrettiği Mescidu’l Haram’ı ictihad ederek bulmayı göstermiştir.<br />

Nitekim şöyle demiştir: “Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız<br />

diye yıldızları sizin için yaratan O’dur.” Ve şöyle demiştir:<br />

“Daha birçok alametler yarattı. İnsanlar geceleyin de Allah’ın yarattığı<br />

yıldızlarla yönlerini bulurlar.” Alametler, dağlar ve çıkış yerleri<br />

muhtelif de olsa isimleri belli olan gece, gündüz, esen rüzgârlardır. Ve güneş<br />

ve ay ve gökyüzünde yerleri belli olan, nereden doğdukları ve nereden battıkları<br />

bilinen yıldızlardır. (Bu alametlerle yönü tayin etmekte) İctihad ederek<br />

Allah celle seneuhu insanlara yüzlerini Mescidu’l Haram’a doğru<br />

çevirmelerini emretmiştir. Yoksa Mescidu’l Haram’ı gözle göremedikleri<br />

26 En-Nisa Sûresi 80.ayet


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 23<br />

zaman istediğiniz yere doğru namaz kılın dememiştir. Böylece (ictihad ederek)<br />

celle seneuhu’nun emirlerini terk edenler değil, itaat etmek için çaba sarf<br />

edenler olmuşlardır. Bu hususta Allah onlara hükmünü şöyle haber verir:<br />

“İnsan سُ‏ ً دى (sude) bırakılacağını mı sanır?” السُ‏ َ دى (es-sude)” emir ve<br />

nehiyle muhatap olmayandır. Bu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in<br />

dışında hiç kimsenin istidlalsiz konuşmasının caiz olmadığına delildir… Hiç<br />

kimseye güzel ve doğru bulduğu ile (istihsan ile 27 ) konuşmak caiz değildir ki<br />

şüphesiz istihsan ile konuşmak evvelinde misali olmayan bir şeyi ihdas etmektir.”<br />

28<br />

“Allah diğer farz kıldıklarıyla imtihan ettiği gibi ictihad konusunda da<br />

itaatlerini imtihan eder.” yani hakikatin bu cihetten beyan edilmesini<br />

Allah (subhanehu ve teâlâ) kullarına imtihan vesilesi kılmıştır. Elbette<br />

tüm kemal sıfatlarla mevsuf olan Allah (celle ve âlâ) her şeyi herkese<br />

ihtimallere mahal bırakmadan apaçık nasslarla beyan edebilirdi.<br />

Fakat O (subhanehu ve teâlâ) böylece kullarının itaatini ve hak menhece<br />

bağlılıklarını imtihan etmek istedi. O (azze ve celle) şöyle buyuruyor:<br />

“Andolsun ki Biz, içinizden cihad edenlerle sabredenleri ortaya çıkarıncaya<br />

ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi açıklayıncaya kadar<br />

sizi deneyeceğiz.” 29 Ve şöyle buyuruyor: “Allah (bunu) göğüslerinizin<br />

içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı”<br />

30 Ve “Sana bu Kitabı indiren O’dur. Bunun ayetlerinden bir kısmı<br />

muhkemdir (apaçık, ihtimalsizdir) ki bu ayetler Kitabın anası<br />

(aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih (apaçık olmayan, birden<br />

fazla mana ihtimalleri olan) ayetlerdir. Kalplerinde kaypaklık<br />

olanlar sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyiflerine göre tevil<br />

yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler.” 31<br />

Elbette Allah celle celaluhu قُ‏ رُ‏ وءٌ‏ (kuru) kelimesinin lügatte hem<br />

hayız ve hem de temizlik manalarına geldiğini biliyordu. Buna rağmen<br />

boşanmış kadının iddetini bu iki zıt manaya gelen kelimeyle<br />

27 İstihsan’ın ne olduğu sonra gelecek inşallah.<br />

28 Er-Risale, 48-50. sayfalar. (Daru’l-Kutubi’l-Arabi baskısı h.1425)<br />

29 Muhammed Sûresi 31.ayet<br />

30 Al-i İmran Sûresi 154.ayet<br />

31 Al-i İmran Sûresi 7.ayet


َ<br />

ِ ب<br />

ن<br />

ِ ي<br />

َ<br />

24<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

َ ق<br />

ْ ُ ط َ اتُ‏<br />

“Boşanan kadınlar kendi وَال<br />

kendilerine üç âdet süresi beklerler.” 32 Boşanmış kadının bekleyeceği<br />

iddet süresi üç hayız dönemi midir veya üç temizlik dönemi midir?<br />

Allah (subhanehu ve teâlâ) elbette muradını apaçık bir surette beyan<br />

eden hayız veya taharet kelimelerini de konuşabilirdi. Tüm kusurlardan<br />

ve abeslikten münezzeh olan Allah (celle ve âlâ)’nın burada bu kelimeyi<br />

konuşmuş olmasının tek izahı, kullarının hakkı ortaya çıkarmaları<br />

için cuhd etmelerini murad etmiş olmasıdır.<br />

‏َّق<br />

‏َل<br />

‏ُرُ‏ وء.‏belirlemiştir<br />

‏َلثَة<br />

‏ُسِ‏ ِ نَّ‏ ث<br />

‏ْف<br />

أَن<br />

تَ‏ َ يَ‏ بَّصْ‏ نَ‏ <br />

Veya şefaatçiler edinerek onlara ibadet eden ve bunları Allah (azze<br />

ve celle)’ye yakınlaşmak için vesile olarak değerlendiren bir topluluğa<br />

hitap eden her şeyi bilen ve kâmil ve hikmet sahibi olan Allah celle<br />

celaluhu bu topluluğun “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na<br />

yaklaşmak için vesile arayın” 33 ve “Onların yalvardıkları Rabblerine<br />

daha yakın olmak için vesile ararlar.” 34 kavlini, şirklerini insanlar<br />

indinde müdafaa etmek ve meşrulaştırmak ve yaymak için kullanacaklarını<br />

elbette biliyordu. Belağatında zatı gibi kâmil olan Allah (celle<br />

ve âlâ) elbette muradını böyle bir ihtimale mahal vermeden de beyan<br />

edebilirdi. Lakin kaypak kalplerin zahir olmasını istedi.<br />

Gözler‏“لَ‏ O’nu idrak edemez ama ت ْ ُ رِك ُ ه ال ُ ال<br />

O tüm gözleri idrak eder” 35 ve لَنْ‏ Dedi‏“قَال ki: Beni katiyyen<br />

göremezsin” 36 ayetlerini bazılarının Ru’yetullah’ı inkâr etmek için<br />

kullanacaklarını elbette biliyordu.<br />

تََ‏ ا‏<br />

‏ُد<br />

أَبْصَ‏ ارُ‏ وَ‏ ُ ه وَ‏ ْ يُد رِ‏ ك<br />

أَبْصَ‏ ارَ‏ Veya<br />

Buna birçok misal verebiliriz ama maksudun anlaşılması için bu<br />

kadarı kâfidir.<br />

Birinci önemli asıl olarak takdim ettiğimi şöyle hulasa edebiliriz:<br />

Allah (subhanehu ve teâlâ) istisnasız bütün hakikati beyan etmiştir. Kimisinin<br />

delaletini kat’i bir surette, ihtimallere mahal bırakmadan beyan<br />

etmiştir ve kimisini değil. Her halde hakikatleri kulunu hidayet<br />

32 El-Bakara Sûresi 228.ayet<br />

33 El-Maide Sûresi 35.ayet<br />

34 El-İsra Sûresi 57.ayet<br />

35 El-En’am Sûresi 103.ayet<br />

36 El-A’raf Sûresi 143.ayet


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 25<br />

etmek için ama aynı zamanda imtihan etmek için beyan etmiştir.<br />

Beyanının her bir türü kulların sadakatlerini ve itaatlerini denemek<br />

içindir ama muhakkak en çetin imtihan beyan, yolların dördüncüsü<br />

olan, hakkın izharı için ictihadı emrettiği beyan mertebesi için söz<br />

konusudur. Zira hakkın tayininde beşere şahsi telakki ve tasavvur<br />

payı bırakılmıştır.Bunun için beyanın sahih anlaşılması için telakki<br />

ve tasavvura yön veren ve fıkhı (yani anlayışı) sağlayan beyan kaideleri<br />

sahih (hakikate uyumlu) olması lazımdır. Beyan kaidelerin sahih<br />

(hakikate uyumlu) olması için sahih (hakikate uyumlu) ilimden istikra<br />

edilmiş (çözümlenmiş) olması lazımdır. Sahih (hakikate uyumlu)<br />

ilim ise daha evvel izah edildiği gibi Kur’an, sünnet ve sahabedir.<br />

Binaenaleyh, ilahi muradı sahih bir surette beyan edecek kaideler<br />

ancak bu üç kaynaktan inşa edilen kaidelerdir.<br />

* * *


- ikinci mukaddime -<br />

Şer’î Ahkâmın<br />

Beyan Kaideleri


28<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Risaleye giriş kısmında dediğim gibi, gayem tekfir mevzusunu fıkhi<br />

tafsilatıyla tatbiki cihetten kaleme almak değildir. Gayem, şer’î<br />

hükmün ve bil husus tekfir hükmünün hakikatinin hangi beyan kaidelerine<br />

göre anlaşılması gerektiğini ortaya koymaktır. Hakikat şu ki,<br />

bu kaideler hususunda İslam uleması arasında ciddi ihtilaflar vardır.<br />

Bu risalenin esnasında bu ihtilafları çokça göreceksin. Genelde bu<br />

ihtilafları zikretmekle yetindim. Ama söz konusu olan bu ihtilafları<br />

kabul veya reddetmeden veya aralarında tercihte bulunmadan sadece<br />

zikretmem onları kabul ettiğim manasına gelmez. Lakin bu ihtilaflar<br />

vakıada var olan ve doğru veya yanlış şer’î hükmün tasavvuruna<br />

müessir ihtilaflardır. Bunun için de şer’î hüküm beyan edenler veya<br />

hatta insanları şer’î bir hüküm vermekle mükellef kılanlar makbul<br />

ihtilafı merdud olandan veya makbul ihtilaflardan racih olanı temyiz<br />

edebilmelidirler. Veya nerede susmaları gerektiğini bilmelidirler.<br />

El-muhim, bu bahiste (tekfir şer’î bir hükümdür) önemli bir mukaddime<br />

olarak gördüğüm bir husus var: Bu ihtilafların şer’î nassların<br />

fehmedilmesindeki tesirlerinin menşei ve mahiyeti. Şöyle ki,<br />

Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın insanlığa inzal ettiği hidayetin iki masdarı<br />

Kur’an ve Sünneti anlamakta İslam ümmeti içinde iki medrese varid<br />

olmuştur. Birincisi eser medresesi ve ikincisi akıl medresesidir. İki<br />

medrese de Kur’an’ın telakki masdarı olduğunda hemfikirdir. Lakin<br />

Nebevi sünnetin ve Kur’an ve Sünneti fehmetmekte evvelen sahabe<br />

ve sonra sahabeye tabii olan Ehl-i Sünnet ulemasının ne kadar<br />

masdar olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Eser, yani hadis ehli<br />

medresesi dinin imani ve ameli 37 mevzularında istidlal masdarı olarak<br />

Kur’an, hadis ve sahabe fetvalarını esas almıştır 38 ve bunun mukabilinde<br />

kıyas gibi akli delilleri ancak ağır şartlarla kabul etmiştir.<br />

37 Burada kastettiğim şeri ahkâmdır. Yoksa amel de imandır.<br />

38 Başka bir tabirle dinin fer’î meselelerini arz edecekleri külli kaideleri Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’in ve sahabenin (radıyallahu anhu)m’un fetvalarından edinmişlerdir.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 29<br />

Akıl yani rey ehli medresesi ise dinin imani ve amelî mevzularında<br />

Kur’an, hadis ve sahabe fetvalarıyla delil getirseler de nakli delillerin<br />

kabulünü ağır şartlara bağlamışlardır 39 ama kıyas gibi akli delillerin<br />

önünü ciddi anlamda açmışlardır ve bunun için birçok imani ve<br />

amelî meselede Nebevi ve sahabenin sünnetini terk etmişlerdir ve<br />

meselede varid nasslara bedelen kıyas ve istihsan ile hükme varmışlardır.<br />

Bu durum iki medrese arasında ciddi bir husumete sebebiyet<br />

vermiştir. Hadis Ehli Rey Ehli’ni sünneti küçümseyen ve sünnete<br />

tabi olmayan, bunun yerine sünnette var olmayan veya hatta sünnete<br />

muhalif olan hükümler ihdas eden bid’at ehli olarak kötülemiştir.<br />

Rey Ehli de Hadis Ehli’ni dinini zayıf ve müteariz rivayetlere istinat<br />

eden, ilimden anlamayan ve akıllarından istifade etmesini bilmeyen<br />

çapulcular olarak kötülemiştir. Özellikle Hadis Ehli’nin Rey Ehliyle<br />

cedel meclislerinde bir araya gelmekten içtinap etmesi sebebiyle akıl<br />

medresesi şüphelerini ve görüşlerini kolayca geliştirebilmiş ve yaymıştır.<br />

Her ne kadar İmam Muhammed bin İdris eş-Şafii el-Muttalibi<br />

(rahimehullah) ve İmam Ahmed bin Hanbel eş-Şeybani (rahimehullah)<br />

(Vefat H: 241) ile Hadis-Ehli Rey Ehli’ne karşı bir müddet muzaffer<br />

olmuş olsa da özellikle Aristo mantığının fıkıh usulüne girip hâkim<br />

olmasıyla akıl medresesi İslam ümmetine bugüne kadar galip gelmiştir.<br />

40 Bunun için şer’î ahkâmı beyan etmek için hâlihazırda varid<br />

kaideleri, başka bir tabirle fıkıh usûlünü vakıada olduğu gerçeği<br />

ile değerlendirmek lazım. Gerçek de şu ki, bugün cumhurun -yani<br />

Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleri- ve Hanefi mezhebinin sahip<br />

olduğu usûl, ilahi hitabı Aristotales’in lügatıyla anlamaya çalışmalarıdır.<br />

Bundan ötürü cumhurun usûlde mezhebine “Medresetu’l-Mutekellimin”<br />

yani kelamcılar (Eş’ari ve Mutezile) ekolü denilmiştir. Ve<br />

her ne kadar Hanefilerin usûlde mezhebi kelamcılar ekolü değil de<br />

“Medresetu’l-Fukeha” yani fukeha ekolü olarak isimlendirilse de tesmiyedeki<br />

bu ayrılık istidlalde akla verilen konumdan değil, istinbat<br />

39 Akıl menşeili zabıtlar ve külli kaideler tespit edip fer’î meseleleri bu kaidelere göre<br />

hükme bağlamışlardır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den ve sahabe (radıyallahu<br />

anhu)m’dan gelen nakilleri ancak bu kaidelere uyumlu oldukları kadar kabul etmişlerdir<br />

veya tevil ederek uyumlu olmalarını sağlamışlardır.<br />

40 Aristo mantığı fıkıh usûlüne girmeden evvel dinin usûlüne yani iman mevzularına<br />

girmiştir ve bütün imamların kötülükledikleri ve sakındırdıkları kelam ilmi ümmetin<br />

başına bela olmuştur.


30<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

kaidelerini kendi hocaları Ebu Hanife (rahimehullah) ve ashabının fetvalarından<br />

istikra ve tetebbu’ yoluyla çıkardıklarından dolayıdır.<br />

Bilakis Hanefi mezhebi, akli delilleri ve özellikle istihsanı ve kıyası<br />

istidlallerinde çokça kullanmasıyla maruftur. O kadar ki Ebu Hanife<br />

(rahimehullah) Rey Ehli’nin imamı olarak tanınmıştır.<br />

Aristo mantığının dört mezhebin fıkıh usûlüne ne kadar işlediğini<br />

anlamak için bu ilimde esas aldıkları kitaplara bakmak yeterlidir.<br />

Cumhurun mezhebinde esasi kitaplar Ebu Hamid el-Gazali’nin<br />

“Mustasfe”si, Ebu’l-Meali el-Cuveyni’nin “Burhan”ı ve Ebu’l-Huseyn<br />

el-Basri’nin “Mutemed”idir. El-Gazali ve el-Cuveyni’nin kelam ilminde<br />

ve mantıkta öncü konumları maruftur. Ebu’l-Huseyn’e gelince,<br />

o Mutezile’dir. Bundan sonra cumhurun usûlünde telif edilmiş<br />

Fahruddin er-Razi’nin “Mahsul”ü, Ebu’l-Hasan el-Amidi’nin “İhkam”ı,<br />

Şihabuddin el-Karrafi’nin “Tenkih”i ve “Mahsul şerhi” veya<br />

Nâsiruddin el-Beydavi’nin “Minhac”ı gibi vazgeçilmez kitapların<br />

hepsi bu üç kitabı kaynak edinmiş ve üzerinde tavzih, telhis, ihtisar<br />

veya iktibas çalışmaları yapmışlardır. Hanefilere gelince, usullerini<br />

belirleyen esasi kitaplar Ebu Bekr el-Cessas’ın “Fusul”ü, Ebu’l-Hasan<br />

Ubeydullah el-Kerhi’nin “Risale”si, Ebu Zeyd ed-Debusi’nin “Tesis”i<br />

ve “Takvim”i ve Ebu Bekr es-Serahsi’nin “Usûl”ü gibi kitaplardır.<br />

Fakat birinci mukaddimede geçtiği gibi İslam Dini’nin beyan dili<br />

Arapça’dır. Dolayısıyla maksudunu doğru anlamak için elbette Arapça<br />

kelamı Arabın üslûbu ve mizanıyla anlamak lazım, antik cahil 41<br />

Yunan’ın fehimiyle değil.<br />

41 Burada cahilden kastettiğim bilgisiz olduğu değildir. Lakin semavi bir kitaba ve mürsel<br />

bir Nebi’ye tabii olmadığından ötürü hakkı batıldan ayırt edemeyen hidayetten yoksun<br />

bir cahil olmasıdır.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 31<br />

Aristo’nun Dili<br />

Ömer (radıyallahu anhu)’nun hilafeti döneminde başlayan fetihler<br />

neticesinde birçok acem bölgeleri fethedildi ve İslam dünyanın dört<br />

bir yanına yayılmaya başladı. Bu, Arap-İslam topluluğun Arap olmayan<br />

milletlerle ve bu milletlerin dilleri ve kültürleri ile temasa ve<br />

bilgi alışverişine sebep oldu. Yabancı kitaplar Arapça’ya tercüme edilerek<br />

ulemaya sunuldu. Daha henüz hicretin birinci asrında Logik<br />

veya Analitik diye bilinen, antik Yunanistan’dan gelen ve düşüncenin<br />

kalıplarını tayin eden bu bilim İslam âlemine Mantık ismiyle giriş<br />

yaptı. 42 Yabancı ve İslam’ın istidlal masdarlarından birisi olmamasına<br />

rağmen tez kabul gördü ve özellikle ikinci asırda güçlü bir varlık<br />

gösteren Mutezile fırkasının vesilesiyle İslam uleması arasında ciddi<br />

bir şekilde yayıldı. Hatta dördüncü asırdan sonra mantık umumen<br />

İslam ulemasının itikad ve fıkıh usûlünde düşüncelerini düzenleyen<br />

ve belirleyen bilim oldu. Mantık, ilimlerin ilmi 43 , ilimlerin başı 44<br />

gibi unvanlar almaya başladı. Artık İslam ulemasına “Mantık’ı bilmeyenin<br />

düşüncesine itibar edilmez” sözü hâkim olmuştu. İslam<br />

ümmetinde varid olan bütün sapmalara -ister dinin aslında ister<br />

dinin ferinde olsun- İslam ulemasının İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın<br />

dediği gibi “Kur’an’ın lügatini bırakıp Aristo’nun lügatini almaları” sebep<br />

olmuştur. Zira Mantık, insanın tasavvurunu, tasdikini ve istidlalini<br />

belirlediği kalıplara ve kanunlara göre tayin eden hâkim bir yasalar<br />

sistemidir.<br />

42 Müslümanların antik Yunan ve Roma felsefesiyle tanışması özellikle Şamlı Hristıyanlar,<br />

Süryaniler vesilesiyle gerçekleşmiştir. Yunanca ve Süryanice’den ilk kitap tercümeleri<br />

Halid bin Yezid bin Muaviye (Vefat H: 85) zamanında yapılmıştır. Sonra Abbasiler zamanında<br />

tercüme faaliyetleri hız kazanmıştır. Halife Ebu Cafer el- Mansur (Vefat H: 158)<br />

döneminden itibaren Cundi-Şapur Akademisi’ndeki Süryaniler, İranlılar ve daha sonra<br />

Harranlılar ve Nabatlar bu tercüme faaliyetine katıldılar. Bunlar Yunanca, Pehlevice,<br />

Hindçe(Sanskritçe), Süryanice, Nabatiçe (Babil dili) ve Kıptca'dan Arapça’ya pek çok<br />

eser tercüme ettiler. Halife Me’mun (Vefat H: 218) zamanında ise tercüme faaliyetleri<br />

iyice hızlandı. Hicri üçüncü asır ecnebi kitapların tercüme edildiği altın dönemdi. Aristo’nun<br />

telif ettiği Organon kitabının ilk Arapça’ya tercüme edilmesi de el-Mansur döneminde<br />

olmuştur.<br />

43 Ebu Hamid el-Gazzali (rahimehullah)’ın ifadesidir.<br />

44 El-Farabi’nin ifadesidir.


32<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

“İslam filozoflarının” ikinci büyük 45 ismi olan İbn-i Sina (Vefat<br />

H: 428) Mantık’ın gayesini şöyle tarif eder: “Mantık, insanda, fikrini<br />

sapmalardan koruyacak kanuni bir aletin bulunmasını murad eder. Burada<br />

fikirden kastettiğim insanların zihninde hazır olan tasavvuri veya tasdiki<br />

şeylerden zihninde hazır olmayanlara intikal etmesidir.” 46<br />

İbn-i Sina’nın bu Mantık tarifinden çıkaracağımız bazı önemli<br />

hususlar vardır:<br />

Birinci husus: Mantık ilmi bir alettir yani kendisi kastedilen bir<br />

ilim değil, başka bir ilme zemindir. O başka ilim de Kelam ilmi (itikad),<br />

“Hikmet ilimleri” ve “İslam Felsefesi”dir. Ayrıca yukarıda geçtiği<br />

gibi Hanefi ve cumhurun fıkıh usûlünde yazılmış olan kitapların<br />

anlaşılması için de mantık elzemdir.<br />

İkinci husus: Mantık ilmi kanunidir yani fikre kalıplar ve kanunlar<br />

koyar. Düşüncenin mantıklı ve dolayısıyla doğru olması için,<br />

fikir bu kalıplarda ve bu kanunlara riayet ederek meydana gelmesi<br />

lazımdır. Aksi hâlde, yani fikir belirlenmiş kalıpların dışında veya<br />

kanunlara aykırı oluşmuşsa düşünce mantıklı olmaz ve dolayısıyla<br />

yanlış olur.<br />

Üçüncü husus: Mantık ilmi tasavvuru da, tasdiki de kalıplara sokar<br />

ve kanunlara tabii kılar.<br />

Tasavvur: Tasavvur düşüncenin ilk aşamasıdır. İnsanın haricinde<br />

olan bir şeyin hakikatlerinin zihninde oluşan suretidir. Bu şeyi (bu<br />

insan veya başka bir canlı veya bir fiil veya bir eşya veya bir fikir, bir<br />

ideoloji veya buna benzer başka bir şey olabilir) zihninde nasıl tasvir<br />

ederse öyle yargılayacaktır. Bunun için “insan efkârının esiridir”<br />

denilir.<br />

45 İlki Farabi’dir. Hatta el-Muallimu’s-Sani (ikinci muallim) olarak anılır. El-Muallimu’l-<br />

Evvel (birinci muallim) Aristo’dur.<br />

46 El-İşaratu ve’t-Tenbihat, 122.sayfa. (Daru’l-Mearif, üçüncü baskı m.1983)


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 33<br />

Tasdik: Tasdik düşüncenin ikinci aşamasıdır. İnsanın haricinde<br />

olan bir şeyi vasıflandırması, yargılamasıdır. Yani zihninde tasvir ettiği<br />

şeye bir hüküm atfetmesidir.<br />

Buna göre mantık hem fikrimin temel taşlarını oluşturan tasavvura<br />

kanunlar getirmekte hem de o tasavvurdan intikal ederek yapacağım<br />

vasıflandırmaya ve yargılamaya da kanunlar getirmektedir.<br />

Üçüncüsü olarak da yaptığım yargılamaları birbiriyle ilişkilendirmeme<br />

yani istidlalde bulunmama da kanunlar getirmektedir. Düşüncemin<br />

üç aşamasında bu kalıplardan çıkmazsam ve kanunları ihlal<br />

etmezsem, düşüncem mantıklı ve doğru olur. Aksi hâlde mantıksız<br />

ve yanlış olur.<br />

Dördüncü husus: Mantık ilminin gayesi “zihinde hazır olan tasavvur<br />

ve tasdiklerden” yani bilinenlerden intikal ederek, “zihinde<br />

hazır olmayan tasavvur ve tasdiklere” yani bilinmeyenlere ulaşmaktır.<br />

Beşinci husus: Mantık ilminin esasi aleti kıyastır, yani meçhul<br />

olanı malûm olanla karşılaştırarak meçhul olanı belirlemektir.<br />

Gördüğün gibi Mantık düşüncenin oluşmasına ve düşüncenin<br />

neticelerine tamamen hâkim olan bir kanun sistemidir. Bu sistemin<br />

gayesi, fikir malûm olanlardan meçhul olanlara intikal ederken, fikri<br />

sapmalardan korumaktır. Bu korumayı gerçekleştirebilmesi için de<br />

kalıplar ve kanunlar belirlemiştir.<br />

Belki bazıları “Güzel ya! Düşüncenin hatalardan korunması kötü<br />

bir şey mi?” diyebilir. Buna derim ki: Evet! Benim düşünceme kalıplar<br />

ve kanunlar getiren, Allah’a iman etmemiş, Rasûl’e tabii olmamış,<br />

antik Yunanistan’ın ve umumen Batı âleminin hayat felsefesinin temelini<br />

oluşturmuş olan müşrik bir Yunan olduğu zaman... Evet! O<br />

zaman bu yanlış ve kötü bir şeydir. Özellikle ben bu kanunlarla Rabbimi,<br />

O’nun emirlerini ve nehiylerini ve umumen kulluğumu tarif<br />

edecek, doğru veya yanlış olarak yargılayacak ve neticeler çıkaracaksam...<br />

Evet! O zaman bu, yanlış ve kötü bir şeydir.


34<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Belki bazıları “Evet doğru, Mantık kanuni bir kıyas sistemidir ve<br />

düşüncenin doğruluğunu veya yanlışlığını sadece belirlediği kanunların<br />

doğru icra edilmesine göre kabul eder. Lakin İslam uleması da<br />

Aristo Mantıkı’nın bu kusurunu görmüşlerdir ve dolayısıyla oluşturulan<br />

tasdiklerin alakalı ilmin asıllarına arz edilmesi gerektiğini<br />

ve o asıllara mutabakatı kadar doğru olacağını söylemişlerdir.” diyeceklerdir.<br />

Buna cevaben derim ki: Doğru, lakin birincisi bu manada<br />

Mantık’ın ıslah edilmesine ancak Ebu Hamid el-Gazzali (rahimehullah)’tan<br />

sonra başlanılmıştır ki el-Gazzali (rahimehullah)’ın vefatı<br />

hicri 505’dedir. Aristoteles’in Organon’undan 47 sonra özellikle “İslam<br />

mantıkçılarının” dayandığı esasi kitap olan İsagoci 48 ilk Abdullah bin<br />

el-Mukaffa (Vefat H: 142) tarafından Arapça’ya tercüme edilmiştir.<br />

Daha sonra Ebu Osman ed-Dimeşki (Vefat H: 302’den sonra) de tercüme<br />

etmiştir. Ebu Osman ed-Dimeşki’nin İsagoci tercümesini sonra<br />

Esiru’d-Din el-Ebheri (Vefat H: 663) ihtisar etmiştir ve bu haliyle<br />

de İslam uleması arasında meşhur olmuştur. Aristo’nun Organon’una<br />

gelince, ilk Arapça’ya tercüme edenler Abdullah bin el-Mukaffa<br />

ve oğlu Muhammed’dir. Dolayısıyla, gördüğün gibi, 300 seneden<br />

fazla bir zaman Mantık kendi ecnebi kalıpları dâhilinde kalmıştır.<br />

Ve ikincisi, bunun hiçbir önemi yoktur çünkü problem; ilahi kelamı,<br />

Kuran’ı ve Sünneti Allah tarafından konuşulmuş ve vaz edilmiş<br />

bir dile ve oluşturduğu kültüre mebni olan düşünce sistemiyle değil,<br />

müşrik Yunan’ın diline, fehimine ve kültürüne mebni olan bir<br />

düşünce sistemiyle anlamaya çalışmaktadır. Allah (celle ve âlâ) tarafından<br />

konuşulmuş ve vaz edilmiş bir dile ve oluşturduğu kültüre<br />

mebni olan düşünce sistemi hangisidir, diye soracak olursan derim<br />

ki: O düşünce sistemi sahabenin fehimidir. Sahabenin fehimini hiçbir<br />

yabancı düşünce bulandırmamıştır. Niye sahabe arasında itikadi<br />

47 Aristoteles (vefatı MÖ.384) Organon adı altında yazdığı altı kitapta Mantık konularını<br />

incelemiştir. Altı kitap şunlardan ibarettir: Kategoriler, Önermeler, Birinci Analitikler,<br />

İkinci Analitikler, Topikler ve Sofistik Deliller. Aristo bu kitaplarda kavramlar,<br />

hükümler, akılyürütmeler ve çeşitli ispat şekilleri üzerinde durmaktadır. Sonra, yine<br />

Aristo’ya ait olan Retorika ve Poetika kitaplarını da Organon’a ekleyerek sekiz kitaba<br />

çıkarmışlardır. Helenistçiler ve İbn-i Sina İsagoci’yi de Organon’a giriş olarak ekleyerek<br />

dokuz kitaba çıkarmışlardır.<br />

48 Mantık ilminin vazgeçilmez mukaddime kitabı İsagoci’nin müellifi m.305’de vefat eden<br />

Yeni Platoncu felesefeci ve Aristoteles’in Organon’da tesis ettiği düşünce yasalarını<br />

geliştiren Yunan Porphyrios (Porfirios)’dur.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 35<br />

ihtilaflar zuhur etmedi? Niye sahabe Allah (azze ve celle)’nin sıfatlarını<br />

tartışmadı? Niye sahabe kulların fiillerini yaratan Allah mıdır kendisi<br />

midir, tartışmadı? Niye sahabe amel imandan mıdır, değil midir,<br />

tartışmadı? Niye sahabe Allah’ın iradesini tartışmadı? Niye sahabe<br />

kaderi tartışmadı? Niye sahabe zati ve ihtiyarı sıfatları ayırmadı?<br />

Niye sahabe Kur’an’ın mahlûk oluşunu tartışmadı? Niye sahabe iman<br />

mefhumunu ve tevhidi tartışmadı?<br />

Çünkü sahabenin telakki masdarı birdi: Kur’an ve Sünnet. Kur’an<br />

ve Sünnet dışında hiçbir kaynağa iltifat etmediler. Bütün hakkı, bütün<br />

doğruları ve bütün hidayeti sadece Kur’an ve Sünnette bildiler ve<br />

aradılar. Bunun için onların fehimi müstakimdi. Onların tasdiklerine<br />

cevher, araz, kadim, hadis, hakikat, mecaz vs. gibi kıstaslar yön<br />

vermiyordu… Arap lügatinin kalıpları ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve<br />

sellem)’den gördükleri ve duydukları yön veriyordu.<br />

Bunun için bozuk bir düşünce sistemi vesilesiyle edilmiş bozuk<br />

tasdikleri, aynı bozuk sistemle edilmiş bozuk asıllara arz edilmesinde<br />

hiçbir fayda yoktur.<br />

İmam Malik bin Enes (rahimehullah)’ın (Vefat H: 179) dediği gibi,<br />

“Bu ümmetin ilkleri neyle ıslah oldularsa sonuncuları da ancak onunla ıslah<br />

olacaklardır. İlklerin zamanında din olmayan bugün de din değildir.”<br />

Bunun için tek hak fırka olan Hadis Ehli fırkasının tasavvur ve<br />

tasdik ve istidlal esasları şunlardır:<br />

Birinci esas: Arab lügatı.<br />

İkinci esas: Sahabenin fehimi ve fetvaları.<br />

Üçüncü esas: İlahi hitabın tabiatı teabbud olması.<br />

Hak ehli olan Hadis Ehli fırkasının beyan kaideleri bu esaslara<br />

mebnidir; Yunan Aristoteles’in Mantıkı’na değil.


36<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Denilse ki “Mantık bir kıyas sistemidir ve eş-Şafii, Malik ve Ahmed<br />

gibi Hadis Ehli’nin imamları da kıyasla şer’î hükme varmayı<br />

kabul etmişlerdir.” Derim ki: Evet! Ama kıyas kalıplarını ve kanunlarını<br />

Aristoteles’ten almamışlardır. Muhakkak Allah (celle ve âlâ) aklı,<br />

malûm olmayanları malûm olanlara benzeterek malûm olmayanlara<br />

ulaşma kabiliyeti ile yaratmıştır. Lakin aklın bu kabiliyetine sınırlar,<br />

ölçüler ve kaideler getirmiştir. Aklı, anlamakta aciz olacağı yerlerde<br />

kıyas yapmaktan men etmiştir. Allah (azze ve celle) bizim için razı olduğu<br />

kıyas sistemini Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle ve sahabenin<br />

tatbikiyle bize bildirmiştir. Ben aslen aklın kıyas yapmasını<br />

inkâr etmiyorum ama Kur’an, Sünnet ve sahabenin fehiminden gayri<br />

bir düşünce sistemiyle kıyas yapmayı inkâr ediyorum.<br />

Ayrıca şunu da söylemek gerekir: Muhtelif ve karşılıklı meşruiyetini<br />

ve muteberliğini tartışan düşünce sistemlerinin bazı muayyen<br />

hususlarda aynı oranda hakka isabet etmeleri mümkündür. Zira<br />

haktır, hakikattir dolayısıyla vardır. Var olan bir şeyin mütenakız<br />

görüşler tarafından ispat edilmesi garip bir şey değildir. Mesela şeriat<br />

da zinayı, hırsızlığı ve haksız yere adam öldürmeyi yasaklar; beşeri<br />

kanunlar da yasaklar. Her ne kadar iki kanun sistemi karşılıklı<br />

meşruiyetini ve muteberliğini tartışsa da bu hususlarda aynı oranda<br />

hakka isabet etmişlerdir; çünkü hakikatte bu eylemler insan ve<br />

topluluk için zararlı ve meni zaruri olan davranışlardır. Lakin aynı<br />

oranda muayyen bir hususta hakka isabet etmiş olmaları iki sistemi<br />

de meşru ve muteber kılmaz. Bilakis tek meşru ve muteber sistem İslam<br />

şeriatıdır. Buna benzer, Mantık yasalarıyla yapılmış bazı tarifler<br />

veya istidlaller isabetli olabilir. Lakin bu tarif ve istidlallerin isabetli<br />

olmaları selefî 49 düşünce yasalarına uyumlu düştüklerinden dolayıdır.<br />

Bununla beraber, Mantık’ı bir düşünce sistemi derleyicisi olarak<br />

doğrulamaz ve meşrulaştırmaz.<br />

Velhasıl: Hak ehli olan Hadis Ehli fırkasının telakki masdarı<br />

Kur’an ve Sünnettir. Bu masdardan hüküm istihrac etmek için edindikleri<br />

kaidelerin (beyan kaideleri) esasları<br />

49 Burada Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat veya Hadis Ehli de diyebilirdik ama maksudu en açık<br />

ve net ifade ettiği için selefi tabirini tercih ettim.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 37<br />

Bir: Fesahat devri Arabın lügati ve<br />

İki: Sahabe (radıyallahu anhum ecmain)’in fehimi ve fetvaları ve<br />

Üç: Hitabın tabiatı teabbud olmasıdır.<br />

* * *


- üçüncü mukaddime -<br />

İstihsan Hakkında


40<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

İstihsan, İslam ulemasının kabulünde ihtilaf ettikleri şer’î delillerdendir.<br />

Bu delil ile alakalı usulî ihtilaflara ve bilahire fıkhi tatbikiyle<br />

alakalı tartışmalara girmek istemiyorum. Bu, konumuzun çok<br />

fazla dışına çıkar. Ama yine de Hak ehli olan Hadis Ehli mezhebiyle<br />

diğer mezhepler arasında menhecî en mümeyyez fark olduğundan<br />

ötürü ciddi ihtisar ve çok basit bir dille konumuza bir asıl olabilecek<br />

kadar izah etmek istiyorum. Çünkü yukarıda söylediğim gibi, bizim<br />

tasavvurumuzu ve akabinde varacağımız hükmü belirleyecek olan<br />

Allah (azze ve celle)’nin Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e indirdiği dinin<br />

beyan kaideleri olmak zorundadır; ecnebi ithal kaideler değil. Tevfik<br />

sadece Allah’tandır.<br />

ْ سْ‏ تِ‏ حْ‏ سَ‏ ان<br />

(istahsene) fiilinin masdarıdır اِ‏ سْ‏ تَ‏ حْ‏ سَ‏ نَ‏ (istihsan) lügatte إ ال<br />

ve güzel, uygun, doğru bulmak, saymak manalarına gelir. Istılahta<br />

ise istihsanın tarifinde pek ihtilaf edilmiştir. İstihsanı şer’î delil olarak<br />

kabul eden âlimlerin tariflerini “İstihsan, delillerin tearuz halinde<br />

daha güçlü olan delilin alınmasıdır” tarifinde toplamak mümkündür.<br />

İstihsanı şer’î delil olarak kabul etmeyenler “İstihsan, müctehidin<br />

aklıyla (yani hevası ve herhangi bir muteber şer’î delile dayanmadan)<br />

hükme varmasıdır” diye tarif etmişlerdir. Bununla beraber bütün<br />

imamların bir şekliyle istihsan delilini kullandıklarından ötürü<br />

iki kesimin arasındaki ihtilafın hakiki değil lafzî olduğu söylenilmiştir.<br />

Yani istihsanı delil olarak kabul etmemiş ve kötülemiş olan âlimler<br />

ve istihsanı delil olarak kabul ve tatbik etmiş olan âlimler makbul<br />

istihsanın hakikatinde ittifak etmişlerdir lakin farklı isimlerle adlandırmışlardır.<br />

Dolayısıyla, zahiren bir ihtilaf varmış gibi görünse de<br />

hakikaten yoktur, demişlerdir. Bunun için genelde usûl uleması istihsan<br />

delilini ikiye ayırarak, ittifaken kabul edilen istihsan ve ittifaken<br />

kabul edilmeyen istihsan olarak taksim etmişledir. İttifaken<br />

makbul olan istihsanı “Bir delilin başka bir delile tercih edilmesi”


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 41<br />

veya “Delillerin tearuz halinde daha güçlü olan delili almak” olarak<br />

tarif etseler de hakikaten istihsanı “Has bir delilin varlığı sebebiyle<br />

bir meselede benzeri olan bir meselenin hükmüne varmamak” olarak<br />

tarif etmişlerdir. İttifaken makbul olmayan istihsanı ise “Müctehidin<br />

aklıyla (yani hevası ve herhangi bir muteber şer’î delile dayanmadan)<br />

hükme varmasıdır” olarak tarif etmişlerdir.<br />

Lakin işin hakikati şu ki Hadis Ehli imamlar ve Rey Ehli mezheplerin<br />

arasındaki istihsan tartışması lafzî değil, hakikidir. İmam<br />

eş-Şafii, İmam Malik, İmam Yahya bin Said ve İmam Ahmed rahimehumullah<br />

gibi Hadis Ehli imamların, Usûl âlimlerinin kabul etmedikleri<br />

istihsan türünü batıl görmeleri açıktır; lakin doğru olan<br />

şu ki kabul ettikleri istihsan türünü de batıl görmüşlerdir. Çünkü<br />

mezhepler indinde makbul olan istihsan, illeti tahsis ederek kıyasa<br />

muhalif hükme varmaktır veya muhalif nassları kıyaslayarak istihsan<br />

konusunu tahsis etmektir. Ama kıyas şer’î bir delildir. Kur’an ve<br />

Sünnete mebnidir. Dolayısıyla şer’î delil olan kıyasın mebni olduğu<br />

illeti tahsis edecek olan da şer’î delil olmak zorundadır. Ama istihsan<br />

ehlinin istihsan tatbiklerine bakıldığında muhassisin (tahsis edenin)<br />

şer’î delil olmadığı görülmektedir. Bunun için İmam eş-Şafii (rahimehullah)<br />

“İstihsan ile hükmetmek telezzüzdür” ve “Kim istihsanla hükmederse<br />

teşri etmiştir” demiştir. Ve İmam Ahmed (rahimehullah) “Ebu Hanife’nin<br />

arkadaşları kıyasa muhalif bir şey söylediklerinde “Kıyası bırakıp bunu<br />

istihsan ediyoruz” derler. Böylece hak olduğunu iddia ettiklerini (kıyası) istihsan<br />

ile terk ederler. Ben ise gelen her hadisi uygularım. Ona kıyas yapmam”<br />

demiştir. 50 Çünkü tahsisi gerektiren şer’î delilin olmamasına rağmen,<br />

illeti tahsis ederek şer’an vacip olan kıyasın hilafına hükme varmışlardır<br />

veya iki nassın birini diğerine kıyaslayarak ve istihsan konusunu<br />

istisna ederek nassın birini işlevsiz ve diğerine zıt kılmışlardır.<br />

Benim burada gayem istihsan delilini tafsili tartışmak değildir elbette.<br />

Lakin Hadis Ehli imamların usûlcülerin taksimatına göre hem<br />

ittifaken kabul edilmeyen istihsan türünü hem de sözde ittifaken<br />

50 Camiu’l-Meseili l’ibni Teymiyye, 2.cilt/166,167.sayfa. (Daru Alemi’l-Fevaid, birinci<br />

baskı h.1422)


42<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

kabul edilen istihsan türünü reddetmiş olmalarını dile getirmektir. 51<br />

Ve aslında bundan ziyade konumuza bir asıl olduğu anlaşılması için<br />

niye reddetmiş olmalarını izah etmektir. Çünkü istihsan her hâlde<br />

delilsiz hüküm beyan etmektir. İster varılan hüküm tamamıyla nefis<br />

ve hevaya mesnet olmuş olsun ister sahih illetin gerektirdiği vacip kıyasa<br />

delilsiz illet tahsisi sebebiyle muhalefet edilmiş olsun, her hâlde<br />

varılan hüküm şer’î delilden gayrısına mebni olmuştur. Bunun için<br />

merduttur. Çünkü şer’î hüküm muhakkak Kur’an ve(ya) Sünnete<br />

mesned olmak zorundadır.<br />

Bundan ötürü şer’î hüküm şu asıllara (külli kaidelere) mutabık<br />

olmak zorundadır. Aksi takdirde nefsî ve hevaî olur.<br />

Bir:<br />

İslam Dini’nin esasi kanunlarından biri, hükmün Allah (celle ve<br />

âlâ)’ya mahsus olmasıdır. O, hükmünü Rasûlü Muhammed (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’e vahyetmiştir. Semadan tenzil olmuş vahiy Kur’an ve<br />

Sünnettir. Dolayısıyla her hüküm bu iki kaynağa mesnet olma zorundadır.<br />

Değilse Kur’an ve Sünnet dışında bir kaynağa müsnettir. Ya<br />

insanın haricinde başka mahlûkata müsnettir veya insanın dâhilinde<br />

aklına ve hevasına müsnettir. Bu da istihsandır.<br />

İki:<br />

Esasi hüküm kaidelerden birisi de hükmün zahire göre oluşudur.<br />

Mekke’den Medine’ye hicret eden kadınlar için Allah (subhanehu ve teâlâ)<br />

şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek<br />

size geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını<br />

daha iyi bilir.” Yani Allah (celle ve âlâ) onların hakikaten mü’min<br />

olduklarını sizden daha iyi bilir.Ama “Eğer siz onların mü’min kadınlar<br />

olduğunu öğrenirseniz” yani sizler onların zahirlerinden<br />

yani açığa vurduklarından mü’min olduklarını anlarsanız “onları<br />

kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helal değildir ve onlar<br />

51 Bu hususta tafsîlî bilgi edinmek isteyenlere, asırlarca mefkut olan ve yakın tarihte Allah<br />

celle ve âlâ’nın lütfu ve keremiyle bulunmuş olan İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)’ın<br />

telif ettiği “Kaidatun fi’l-İstihsan” risalesini okumayı önemle tavsiye ederim.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 43<br />

da bunlara helal değildir.” 52 Dolayısıyla Allah (azze ve celle) şer’î emir<br />

ve hükmü “onları kâfirlere geri döndürmeyin.Bunlar onlara helal<br />

değildir ve onlar da bunlara helal değildir” diyerekhicret eden kadınların<br />

izhar ettiklerine bağlamıştır.<br />

Ve münafıklar… Allah (subhanehu ve teâlâ) münafıklar için şöyle buyuruyor:<br />

“Münafıklar sana geldikleri vakit “Şahitlik ederiz ki sen<br />

muhakkak Allah’ın Rasûlüsün” derler. Senin mutlaka Kendisinin<br />

Rasûlü olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına<br />

şahitlik eder. Onlar yeminlerini kalkan yaptılar…” 53 yani<br />

öldürülmeye karşı kalkan yaptılar. Çünkü münafıklar hakikatte kâfirdir<br />

ve dolayısıyla canları ve malları müslümanlara helaldir lakin<br />

İslam’ı izhar ettiklerinden dolayı canlarını ve mallarını müslümanlardan<br />

korumuşlardır. Allah (celle ve âlâ) münafıkların hakikaten kâfir<br />

olduklarını elbette biliyordu, hatta hakikatte kâfir olduklarını beyan<br />

etti, hatta isimlerini Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bildirdi<br />

ama buna rağmen küfrü değil de İslam’ı izhar ettiklerinden dolayı<br />

zahiren İslam hükmünü aldılar. Çünkü Allah (subhanehu ve teâlâ)<br />

dünyada hükümlerin zahirine göre olmasını emretmiştir. İmam<br />

eş-Şafii (rahimehullah) şöyle der: “Allah (azze ve celle) kullarına iki hükümle<br />

hükmetmiştir: Biri Kendisiyle kulları arasında olan hüküm ve diğeri<br />

dünyada kulların kendi aralarında olan hüküm. Kendisi ve kulları arasındaki<br />

hükümde alenen yaptıklarıyla mükâfatlandırdığı ve cezalandırdığı gibi<br />

gizledikleriyle de mükâfatlandırır ve cezalandırır. Bu hususta haklarında<br />

hüccetin kaim olması için onlara gizlediklerini de açığa vurduklarını da<br />

bildiğini bildirmiştir ve “O şüphesiz gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir”<br />

54 ve “O gözlerin hain bakışını da bilir, gönüllerin gizlediğini de”<br />

demiştir. (Ve ikincisi) Kulları sadece (azze ve celle)’nin istediği kadar bilmeleri<br />

mümkündür. Gizli olanları kullarından örtmüştür. Onların arasına onlara<br />

Allah’ın hükümlerini ikame eden Rasûllerini göndermiştir. Rasûllerine ve<br />

kullarına dünya hükümlerini izhar ettiklerine göre olacağını beyan etmiştir.<br />

Kullarından küfür ehli olanların kanlarını mübah kılmıştır ve “müşrikleri<br />

bulduğunuz yerde öldürün” demiştir ama İslam’ı izhar ettikleri zaman<br />

52 El-Mümtehine Sûresi 10.ayet<br />

53 El-Münafikun Sûresi 1. ve 2.ayet<br />

54 Taha Sûresi 7.ayet


44<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

haram kılmıştır ve “hem bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah’ın oluncaya<br />

kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse, düşmanlık ancak zalimlere<br />

karşıdır” ve “Hata dışında bir mü’min, diğer bir mü’mini öldüremez”<br />

ve “Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî<br />

olarak kalacağı cehennemdir” demiştir. Müşrikler imanı izhar etmediler<br />

ve bunun için Allah (azze ve celle) kanlarını mübah ve onlarla savaşmayı emir<br />

ve farz kılmıştır ama sonra münafıklar imanı izhar ettiler ve Allah (azze ve<br />

celle) Nebi’sine onlara karşı savaşmaya izin vermemiştir. Hâlbuki açığa vurdukları<br />

gizlediklerinin hilafına olduğunu Nebi’sine haber vermiştir ve onlar<br />

için “onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslam’a girdikten<br />

sonra yine kâfirlik ettiler” ve “dönüp de yanlarına geldiğinizde<br />

kendilerinden yüz çeviresiniz diye Allah’a yemin edecekler. Siz de<br />

onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar gerçekten murdar kimselerdir.<br />

Yaptıklarının cezası olarak nihayet varacakları yer cehennemdir”<br />

demiştir. Ama imanı izhar ettiklerinden dolayı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve<br />

sellem) onlarla savaşmamıştır ve Müslümanlarla evlenmekten ve onlara varis<br />

olmaktan men etmemiştir.” 55<br />

Üç:<br />

Ve yukarıda geçtiği gibi beyan kaidelerinin esaslarından biri, hitabın<br />

tabiatının teabbud olmasıdır. Yani biz kulluk için yaratıldık ve<br />

başıboş bırakılmadık. Allah (subhanehu ve teâlâ) ile aramızdaki ilişkinin<br />

temelini bu oluşturmaktadır. “İnsan سُ‏ ً دى (sude) bırakılacağını mı<br />

َ ى“‏gibi sanır?” Ve İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın dediği<br />

emir ve nehiyle muhatap olmayandır. Yani insan kendisini ilahi emir<br />

ve nehiylerden soyutlanmış olarak bırakılacağını mı zanneder? Bilakis,<br />

insan her hâlde ve her zamanda Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın emir<br />

ve nehiyleri ile muhataptır. Hayatımızın hiçbir lahzasında Allah (subhanehu<br />

ve teâlâ)’nın beyan ettiği emirler ve nehiyler üzerimizden kalkmaz.<br />

Beyanının delaleti sarih ve vazıh olmadığı hâllerde de yine Allah<br />

(subhanehu ve teâlâ)’nın o hâldeki emir ve nehiylerini bulmakla (ictihad<br />

etmekle) mükellefiz. Mevzuda nassın olmayışı veya bizzat mevzuyla<br />

alakalı nassın olmayışı veya var olan nassların delalet ihtimalleri<br />

olması vs. gibi hâller Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın o mevzudaki emir<br />

(es-sude)” السُّ‏ د<br />

55 El-Umm, Kitabu İbtali’l-İstihsan. 9.cüz/82.sayfa. (Daru’l-Vefa, birinci baskı h.1422)


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 45<br />

veya nehyine itaat etme emrini üzerimizden asla kaldırmaz. Bunun<br />

için İmam eş-Şafii (rahimehullah) “(Bu alametlerle yönü tayin etmekte) ictihad<br />

ederek Allah celle seneuhu insanlara yüzlerini Mescidu’l Haram’a doğru<br />

çevirmelerini emretmiştir. Yoksa, Mescidu’l Haram’ı gözle göremedikleri<br />

zaman istediğiniz yere doğru namaz kılın, dememiştir. Böylece (ictihad<br />

ederek) celle seneuhu’nun emirlerini terk edenler değil, itaat etmek için çaba<br />

sarf edenler olmuşlardır” der. Her hâlde Allah (azze ve celle)’nin ve O’nun<br />

emriyle Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmünü aramak ve hükmün<br />

durduğu yerde durmak bizim kulluğumuzdur. Bu suretin dışına<br />

çıkıldığında kulluğun dışına çıkılmış olur. Hâlbuki bizi Allah (celle<br />

ve âlâ) sadece kulluk için yaratmıştır: “Ben cinleri ve insanları sadece<br />

Bana kulluk etsinler diye yarattım.”<br />

Bunun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine kimlerin<br />

münafık oldukları semadan bildirilmesine rağmen onları öldürmemiştir.<br />

Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır.<br />

Ve bunun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), adilin hilafına<br />

şahitlik etmesine rağmen namaz kılanın vs. öldürülmesine mani olmuştur.<br />

Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır. 56<br />

Ve bunun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), eşi tarafından<br />

zina etmekle suçlanan ve inkâr eden ama akabinde zina ettiğine dair<br />

delaletin zuhur etmesine rağmen yine de o kişiyi zina cezasıyla yargılamamıştır.<br />

Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır. 57<br />

56 Burada işaret ettiğim kıssa İmam Malik’in Muvatta’sında, İmam eş-Şafii’nin Musned’inde,<br />

İmam Ahmed’in Musned’inde ve başkalarında rivayet ettikleri şu hadisedir: Abdullah<br />

bin Adiyy el-Ensari (radıyallahu anhu) şöyle diyor: “Bir adam geldi ve Rasûlullah<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem) ile gizli bir şeyler konuştu. Biz onların konuştuklarını anlamadık.<br />

Sonra Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sesli konuşmaya başlayınca anladık ki<br />

bu adam Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e münafıklardan bir adamın öldürülmesi<br />

hakkında danışıyormuş. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: “O, Allah’tan<br />

başka ilah olmadığının şahitliğini yapmıyor mu?” Dedi ki: “Elbette! Lakin onun<br />

şahitliği yok (geçersiz)!” Dedi ki: “O, namaz kılmıyormu?” Dedi ki: “Elbette! Lakin<br />

onun namazı yok (geçersiz)!” Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “İşte<br />

bunlar Allah-u Teâlâ’nın beni men ettikleridir!””<br />

57 Burada işaret ettiğim kıssa İmam Malik’in Muvatta’sında, İmam eş-Şafii’nin Musned’inde<br />

ve el-Beyhaki’nin Marifetu’s-Sunen’inde rivayet ettikleri şu hadisedir: Hişam bin<br />

Urve (radıyallahu anhu) diyor ki: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e el-Aclaniyyu<br />

denilen adam geldi. Kızılca, uzun boylu ve zayıf bir yaratılışta olan birisiydi. Rasûlullah<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem)’e “Şerik bin Sehma için ne dersin? O fulana (kendi zevcesini


46<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Ve bunun için Ömer (radıyallahu anhu) üç tane adil şahitlik etmesine<br />

rağmen, emredilmiş olan dört adil şahitlik etmediği için bırak zina<br />

cezasının icra edilmesini, üç şahitlik eden adillere iftira cezası uygulamıştır.<br />

Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır. 58<br />

Bunun misallerini çoğaltabilirim ama anlayan için bu kadarı kâfi.<br />

Bilâhare, Nâsiru’s-Sunne İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın dediği gibi<br />

derim ki: “Bu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dışında hiç kimsenin<br />

istidlalsiz konuşmasının caiz olmadığına delildir… Hiç kimseye güzel ve<br />

doğru bulduğu ile (istihsan ile) konuşmak caiz değildir ki şüphesiz istihsan<br />

ile konuşmak evvelinde misali olmayan bir şeyi ihdas etmektir.” 59<br />

* * *<br />

kast ediyor) yaklaştı ve o şimdi hamiledir. Hâlbuki ben ona şu kadar zamandan beri<br />

elimi sürmedim” dedi. Şerik bin Sehma, el-Aclaniyyu’nun amcasının oğlu ve iri yapılı,<br />

sert mizaçlı, simsiyah gözlü ve iri kalçalı bir adamdı. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)<br />

Şerik’i çağırdı; o iddia edileni inkâr etti. Sonra kadını çağırdı; o da inkâr etti. Sonra<br />

eşiyle lanetleştiler. Kadın hamileydi. Sonra Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle<br />

buyurdu: “Kadını takip edin! Eğer doğurduğu çocuk simsiyah gözlü ve kalçaları iri<br />

olursa muhakkak eşi onun hakkında doğru konuşmuştur. Ama doğurduğu çocuk vehira<br />

(bir kertenkeletürü) gibi kızılca olursa muhakkak yalan konuşmuştur.” Sonra kadın<br />

simsiyah gözlü ve iri kalçalı bir çocuk doğurdu. Akabinde Rasûlullah (sallallahu aleyhi<br />

ve sellem) şöyle buyurdu: “Onun durumu açık ve net oldu! Allah’ın hükmü olmasaydı<br />

(onlar için başka bir hükmüm olacaktı)” ”<br />

58 Burada işaret ettiğim kıssa el-Hâkim’in Mustedrek’inde ve ihtisar ile İmam Buhari’nin<br />

Sahih’inde ve başkalarının rivayet ettikleri şu hadisedir: Abdulaziz bin Ebu Bekre’nin<br />

anlattığına göre, Ebu Bekre (radıyallahu anhu) Muğire bin Şu’be (radıyallahu anhu)’yu<br />

zina etti suçlamasıyla o zaman halife olan Ömer (radıyallahu anhu)’ya şikâyet etmiştir.<br />

Ömer (radıyallahu anhu) da suçlamanın tahkiki için Muğire bin Şu’be (radıyallahu anhu)’yu<br />

ve Ebu Bekre (radıyallahu anhu)’yu şahitleriyle beraber Medine’ye çağırdı. İki<br />

taraf Emiru’l-Mü’minin Ömer (radıyallahu anhu)’nun huzuruna vardıklarında Ebu<br />

Bekre (radıyallahu anhu)’ya “Delillerini getir Ey Eba Bekra” dedi. Ebu Bekra (radıyallahu<br />

anhu) “Şahitlik ederim ki apaçık ve kat’i surette zinayı gördüm” dedi. Sonra kardeşi Ebu<br />

Abdullah (radıyallahu anhu) aynı şahitliği getirdi ve “Şahitlik ederim ki apaçık ve kat’i<br />

surette zinayı gördüm” dedi. Sonra Şibl bin Ma’bed (radıyallahu anhu) öne çıktı ve ona<br />

da sorulduğunda aynı şahitliği getirdi. Sonra Ziyad (radıyallahu anhu) öne çıktı. Ömer<br />

(radıyallahu anhu) ona “Ne gördün?” diye sordu. Ziyad (radıyallahu anhu) “İkisini bir<br />

çarşaf altında gördüm. Sesler de işittim. Ama bundan başkasını bilmiyorum” deyince,<br />

Ömer (radıyallahu anhu) Muğire (radıyallahu anhu)’nun kurtulmasına çok sevindi ve tekbir<br />

getirdi. Ziyad (radıyallahu anhu)’nun dışında diğer üç şahide 80 sopa vurdurdu.<br />

59 Er-Risale, 50. Sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-Arabi baskısı h.1425)


- birinci kısım -<br />

(Fasıl)<br />

Bir Şeyin <strong>Hakikati</strong> Nedir?


48<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Burada hakikat olarak isimlendirdiğimi bir şeyin tanımı, tarifi<br />

veya hudutları olarak da adlandırabiliriz. Özellikle had veya tarif<br />

olarak ulemanın sözlerinde çokça rastlayabiliriz. “Falan şeyin tarifi,<br />

falan şeyin hudutları” dediklerini çokça görebilirsin. Hakikat tabirini<br />

tercih etmemin sebebi, tarifte hudutları (mana sınırları) belirlenecek<br />

olan şeyde söz konusu olanlar, o şeyin asılları ve gerçekleri olduğunu<br />

ve o şeyin mahiyetini ve varlığını oluşturduğunu daha güzel vurguladığındandır.<br />

Ebu’l-Meali el-Cuveyni (rahimehullah) (Vefat H: 478) “Bir şeyin haddi<br />

ve hakikati onu başkalarından temyiz eden hususiyetleridir” der 60 . Usûl<br />

âlimlerinin çoğu bir şeyin haddini lafzî, resmî ve hakiki olarak üç<br />

kısma ayırırlar. Bir şeyin hakikati nedir sorusundaki amacı Ebu Hamid<br />

el-Gazali (rahimehullah) (Vefat H: 505) şöyle açıklıyor: “ مَ‏ ا (ma (Ne?<br />

Nedir?) sigasıyla üç şey istenilebilir:<br />

Bir: Bir lafzın açıklanması. Mesela عُ‏ َ قار (ukar) kelimesini bilmeyen kimsenin<br />

“Ukar nedir?” sormasına, eğer soran kişi محخَ‏ ‏ْر (hamr) kelimesini biliyorsa<br />

buna “Ukar, hamrdır” diye cevap vermesi gibi.<br />

İki: Sorulan şeyi diğer şeylerden temyiz eden, tayin edilmiş, cami’ ve mani’<br />

61 olan bir lafzın istenmesi. Nasıl olursa olsun, ister sorulan şeyin zatının<br />

arazlarından (ilineksel vasıflar) veya zatının hakikatinden uzak lazımlar<br />

(ayrılmaz vasıflar) olsun, isterse zatının hakikatinden ibaret olsun, fark etmez.<br />

Zati vasıf ile arazi vasıf ara sındaki fark aşağıda gelecek. Mesela “Hamr<br />

nedir?” diye sorana “Hamr, köpükle beraber atılan, sonra mayalan mış<br />

hâle dönüşen ve testide saklanan sıvıdır” denilmesi böyledir. Burada gaye,<br />

60 Et-Telhisu fi Usuli’l-Fıkh, 3.sayfa. (Daru’l-Beşeiri’l-İslamiyye baskısı h.1417)<br />

61 Mantık âlimleri bir şeyin tarifinin جَ‏ امِ‏ عٌ‏ مَ‏ انِعٌ‏ (camiun ve maniun) olmasını şart koşarlar.<br />

Bunun manası yapılan tarifin tarif edilecek olan şeyin tüm efradına şamil olması<br />

(cami’) ve aynı zamanda dâhil olmayanı da ihrac etmesidir (mani’).


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 49<br />

hamrın hakikatine değinmeksizin hamrın genel hatlarıyla kendisine denk<br />

düşecek olan arazi ve lazımi vasıflarını hamrı dışarda bırakmayacak ve<br />

hamr olmaya nı dâhil etmeyecek şekilde toplamaktır.<br />

Üçüncüsü: Bir şeyin mahiyetinin ve zatının hakikatinin talep edilmesi.<br />

Mesela “Hamr nedir?” diye sorana “Hamr, üzümden sıkılarak elde edilen<br />

sarhoş edici içkidir” denilmesi böyledir. Bu söz hamrın hakikatini ortaya<br />

çıkarır. Sonra da kuşkusuz bu sözü temyiz işlemi takip eder.<br />

İşte had ismi yaygın olarak bu üç hususta müştereken kullanılmaktadır.<br />

Biz bunlardan her biri için ayrı birer isim oluşturalım ve birinciye lafzî tanım<br />

diyelim. Çünkü soran kişi, sadece sözcüğün açıklanmasını istemektedir.<br />

İkinciye resmî (biçimsel) tanım diyelim. Çünkü bu, şeyin hakikatini kavramaya<br />

arzu duymaksızın şeyin biçimsel bilgisini istemektir. Üçüncüsünü de<br />

hakiki ta nım olarak isimlendirelim. Çünkü soran bununla şeyin hakikatini<br />

kavramayı istemektedir. Bu üçüncü tür tanımın şartı, yapılan tanımın şeyin<br />

tüm zati sıfatlarına şamil olmasıdır. Mesela, canlının tanımı sorulduğunda,<br />

“Canlı, duyarlı cisimdir” denirse zati bir niteliği söylenmiş olur. Fakat<br />

bu nitelik cami’ ve mani’ olması hu susunda yeterli olmakla birlikte yine de<br />

eksiktir. Aksine bu cevaba “iradeyle hareket eden” kaydının da eklenmesi gerekir.<br />

Çünkü akıl ancak bu iki temel özelliği toplayarak canlının hakikatinin<br />

özü nü idrak edebilir. Bir şeyi diğer şeyler den ayırabilecek biçimsel bir tanım<br />

yapmak isteyen kişi ise canlının tanı mında cisim yerine duyarlı demekle yetinebilir.”<br />

62<br />

Bir şeyin tarifini doğru yapmanın, onun zati vasıflarını ve gerçeklerini<br />

doğru belirlemenin ve sınırlarını doğru koymanın çok büyük<br />

bir önemi vardır; çünkü söz konusu şey yapılan tarife göre tanınacak<br />

ve uygulanacaktır. Ve bunun devamında şeyin zıddı da ancak doğru<br />

tarif neticesinde doğru tanımlanabilecektir.<br />

Âllame Şeyh Abdullatif bin Abdurrahman bin Hasan rahimehumullah<br />

(Vefat H: 1292) şöyle diyor: “Bil ki, kim herhangi bir şeyin hakikatini<br />

tasavvur edebilirse ve mahiyetini ona özel vasıflarıyla bilirse, zorunlu<br />

olarak onu bozanı ve zıddı olanı da bilir. Kapalılık ancak iki hakikatten<br />

62 El-Mustasfe, 1.cüz/48.sayfa. (Muessessetu’r-Risale, ilk baskı h.1417)


ي<br />

ُ<br />

َ<br />

50<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

birisinin anlaşılamamasından veya ikisinin mahiyetlerinin bilinmemesinden<br />

meydana gelir. Fakat durum bu olmazsa ve ikisi de (şeyin ve zıddının<br />

hakikati) tamamıyla tasavvur edilirse, birinin diğeri için ne kapalılığı ve<br />

ne de anlaşılmazlığı ve karışıklığı söz konusu olmaz. Ümmetin nicesi -ismin-<br />

sınır ve hakikatlerinde bilgisizliklerinden dolayı helak olmuştur. Nicesi<br />

de bundan dolayı hataya, şüpheye ve anlaşmazlıklara düşmüştür. Bunun<br />

örneği İslam ve şirktir. İkisi birbirine zıttır, bir araya gelmezler ve ikisi de<br />

aynı anda kalkmaz. İslam ve şirkin veya ikisinden birinin hakikatlerindeki<br />

cehalet insanlardan birçoğunu şirke ve salihlere ibadet etmeye düşürmüştür.<br />

Bunun sebebi hakikatlerin ve mefhumların bilinmemesidir.” 63<br />

Ve ümmetin hidayet imamlarından biri olan İmam İbn-i Teymiyye<br />

(rahimehullah) (Vefat H: 728) ismin haddini belirlemekteki öneme<br />

şöyle dikkat çekiyor: “Bil ki, tekfir ve tefsik meseleleri isim ve ahkâm<br />

meselelerindendir. İsim ve ahkâm meseleleri ahiret diyarında müjdenin ve<br />

tehdidin taalluk ettiği ve dünyada dostluk ve düşmanlığın, öldürmenin, ismetin<br />

(korunmanın) ve buna benzer başkasının taalluk ettiği meselelerdir.<br />

Muhakkak ki Allah (subhanehu ve teâlâ) cenneti mü’minlere vacip ve kâfirlere<br />

haram kılmıştır. Bu, her zaman ve mekânda geçerli olan külli hükümlerdendir.”<br />

64<br />

Fasıl<br />

Tekfir’in lügavi hakikati. (Arabın kelamında tekfir kelimesinin<br />

kullanım şekilleri)<br />

(keffera, aynu’l-fiil şeddeli) mazi sülasi كَ‏ َّ ف رَ‏ (tekfir) kelimesi ت ْ فِ‏ <br />

mezid fiilin masdarıdır. ً ‏,‏keffera‏)كَف yukeffiru, tekfiran).<br />

‏ْفِا<br />

‏َك ي<br />

‏ِّرُ‏ ت<br />

‏َف<br />

‏َّرَ‏ يُك<br />

‏ْعِ‏ يل<br />

‏َعَّل يُفَعِّل تَف<br />

‏َك<br />

babında ً ت<br />

‏َرَ‏ vezninde gelmiştir. Mücerredi ف<br />

(kefe- كَف<br />

ra)’dır. Aynu’l-fiilin cinsinden bir harf ekleyerek bu hâle gelmiştir.<br />

Arabın sülasi mücerred fiili bu vezinde çekmesinin sebebi ta’diyet<br />

(fiilin mef ’ule geçiş yapması) içindir. Bu babta gelen müteaddi fiilden<br />

şu manalar türeyebilmektedir:<br />

ْ ‏َف عِ‏ يل<br />

63 Minhacu’t-Tesis, 11.sayfa. (Daru’l-Hidaye baskısı)<br />

64 Mecmuu’l-Feteva 12.cüz/468.sayfa. (Daru’l-Vefa, ikinci baskı h.1426)


ً<br />

ً<br />

ي<br />

َ<br />

ضْ‏<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 51<br />

Fiilin, failin veya mef ’ulün çokça olması (Teksir). Failin bir yöne<br />

teveccüh etmesi (Teveccüh). Mef ’ulün fiilin aslına nispet edilmesi<br />

(Nispet). Kısaltma (İhtisar). Failin mef ’ulden fiilin aslını gidermesi<br />

(Selbiyet). Ve bundan başka manalar. Fakat Arap فَعَّ‏ َ ل (aynu’l-fiil şeddeli)<br />

vezninde gelen fiilleri az da olsa, فَعَ‏ َ ل (aynu’l-fiil şeddesiz) veznin<br />

manasında da kullanmıştır.<br />

Sülasi mücerred كَ‏ َ ف رَ‏ (kefera) fiili; aslen bir şeyi setretmek, üstünü<br />

örtmek, kapatmak, gizlemek gibi manalara gelir.<br />

za- (feaale, aynu’l-fiil şeddeli) vezninde geldiği فَعَّ‏ َ ل (kefera) كَ‏ فَ‏ رَ‏<br />

man, lügatte kullanımları başlıca şunlardır:<br />

ْ -Örtmek, gizlemek, gidermek:<br />

فِ‏ <br />

el-Ez- Yemininin kefaretini verdi. Et-Tehzib sahibi ‏.كف رَع نْ‏ heri (rahimehullah) (Vefat H: 370) şöyle der: “Kefarete kefaret denilmiştir<br />

çünkü günahları örter.”<br />

فِ‏ <br />

ه Zırhını elbiseyle örttü, gizledi. Yani zırhı üzerine ‏.كف elbise giydi.<br />

‏َك ي ا<br />

ِ ينِ‏ هِ‏ ت<br />

‏َك ي ا<br />

َ ث وْ‏ بٍ‏ ت<br />

َّ رَ‏ دِ‏ رْع ُ بِ‏<br />

Ebu Mansur el-Ezheri (rahimehullah) silah kuşanana da kâfir denildiğini<br />

söyler. Çünkü silah onu örtmüştür. Bunun için kişi silahını<br />

‏.‏denilirتَ‏ İbn-i Ömer (radıyallahu anhuma)’nın َ كف<br />

hadisi bu manaya muhtemeldir:<br />

َّ رَ‏ الرَّ‏ جُ‏ ُ ل بِسِ‏ لَحِ‏ هِ‏ kuşandığında<br />

ُ ْ رِق<br />

bir- “Benden sonra dönüp ‏.لَ‏ <br />

birinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayın!” 65 Yani silahlarınızı<br />

kuşanmış, birbirinizle savaşmaya hazır olanlar olmayın. El-Hattabi<br />

َّ<br />

ارٌ‏ (rahimehullah) ve başkaları bu hadiste<br />

(mütekeffirun) manasında olduğunu söylerler.<br />

مُ‏ تَ‏ كَ‏ فِّ‏ رُ‏ ون (küffar) kelimesinin كُ‏ ف<br />

تَ‏ ‏ْجِ‏ عُ‏ وا بَعْ‏ دِ‏ ى كُ‏ ف ‏َّارً‏ ا ِ يَ‏ بُ‏ بَعْ‏ ضُ‏ ك<br />

‏َابَ‏ بَعْ‏ ض<br />

آتِ‏ ه:‏geçiyor Ve ayette şöyle<br />

bağışlar.<br />

ُ سَ‏ يِّ‏<br />

. Onun kötülüklerini örter, yani يُ‏ كَ‏ َّ ف َ رْع ْ نه<br />

65 Sahih-u Müslim, 234.hadis, Sahihu’l-Buhari, 4051.hadis


ً<br />

ب<br />

ب<br />

جَ‏ جَ‏<br />

ِ<br />

َ<br />

َ<br />

52<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

-Boynu öne doğru eğmek, eğilmek:<br />

ف الصَّ‏ لَةِ‏ geçiyor: Ebu Ma’şer hadisinde şöyle<br />

ِ ي <br />

ي َ<br />

َ نَ‏<br />

namazda tekfiri kerih görürdü.” 66 Yani kıyamda çok eğilmeyi kerih görürdü.<br />

Arap tazim etmek için boynunu rükû mahalline yakın öne<br />

eğmeye tekfir demiştir.<br />

-İtaat etme manasında boyun eğmek:<br />

‏َنَّهُ‏<br />

ك ,O“ ‏.أ<br />

‏ْفِ‏<br />

‏َّك<br />

يَكْرَ‏ هُ‏ الت<br />

Ebu Said el-Hudri (radıyallahu anhu) hadisi buna misaldir:<br />

نَ‏ ْ نُ‏<br />

‏َإِ‏ نَّ‏ َ ‏ا <br />

‏َّقِ‏ هللاَ‏ فِ‏ َ ينا ف<br />

ج ‏ْتَ‏ اع ج ‏ْنَ‏ ا<br />

َ ف َ ُ ق ُ ول : ات<br />

ْ ْ اع وَ‏ ْ وَ‏ <br />

‏ُك ِّ رُ‏ الل ‏ِّسَ‏ ان<br />

‏َإِ‏ ن أَ‏ ع َ اءَ‏ ُ ك ‏َّهَ‏ ا ت<br />

ْ نُ‏ ا‏ آدَ‏ مَ‏ ف<br />

ْ ن اسْ‏ ت َ مْ‏ َ ت اسْ‏ ت َ مْ‏ َ نا وَ‏ إِن<br />

‏َإِ‏<br />

بِ‏ كَ‏ ، ف<br />

‏َت<br />

َ ف<br />

َ ق<br />

َّ ال ْ ض<br />

َ ق<br />

‏َصْ‏ بَ‏ حَ‏<br />

إِذَ‏ ا أ<br />

“Sabah olduğu zaman bütün organlar dili tekfir ederek (yani<br />

ona boyun eğerek ve itaatlerini ikrar ederek) şöyle derler: “Bizim<br />

için Allah’tan kork, zira biz seninle ayaktayız. Sen doğru olursan<br />

bizde doğru oluruz, sen eğilirsen biz de eğiliriz.” 67<br />

sava- Yani Kays’ın ‏.وَ‏ إذَ‏ ا ِ س عْ‏ ت<br />

Cerir’in 68 sözü de bu manaya misaldir:<br />

َ ف ْ فِ‏ <br />

َ ها ... ف<br />

şını duyduktan sonra, artık silahı bırakın ve boyun eğin ve itaat edin.<br />

َ رْ‏ بِ‏ قَيْسٍ‏ بَ‏ عْ‏ د<br />

‏َك<br />

‏ِّرُ‏ وا ت<br />

‏َحَ‏ وَ‏ ك<br />

َ ‏َض عُ‏ وا السِّ‏ ل<br />

ي ا<br />

-İmanın zıddı olan küfrü bir kişiye nispet etmek:<br />

Onu tekfir etti. Yani imanın zıddı olan küfrü ona nispet كَ‏ ف ْ فِ‏ ً .<br />

etti.<br />

‏َك<br />

ي ا َّ رَ‏ هُ‏ ت<br />

66 Hadisi İbnu’l-Esir (rahimehullah) “en-Nihayatu fi Garibi’l-Hadisi ve’l-Eser”inde kaf ile fe<br />

babında zikretmiştir.<br />

67 Sunenu’t-Tirmizi, 2588.hadis ve şöyle diyor: Hammad bin Zeyd’ten başkasından bu hadisi<br />

bilmiyoruz. Başkaları da ondan ref etmeden rivayet etmişlerdir.<br />

68 Cerir bin Atiyye bin el-Hatefe et-Temimi el-Basri (rahimehullah). Üç büyük İslam şairlerinden<br />

biridir. Diğer ikisi el-Ferezdek ve el-Ahtal’dır. Cerir asrının en gözde ve en fasih<br />

İslam şairiydi. Hicri 110’da vefat etmiştir.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 53<br />

Fasıl<br />

Tekfir’in şer’î hakikati. (Şari’nin hitabında tekfir kelimesinin<br />

kullanım şekilleri)<br />

Şari’nin hitabında tekfir kelimesi şu iki manada gelmiştir:<br />

Bir. Günahların tekfiri. Yani masiyetlere terettüp eden günahların<br />

giderilmesi ve dolayısıyla bağışlanılması. Genel itibariyle namaz,<br />

abdest ve büyük günahlardan kaçınmak gibi salih ameller Allah<br />

(celle ve âlâ)’nın meşiyetiyle günahlara kefaret olur. Öldürmek, yemin<br />

bozmak, zihar yapmak, ramazan orucunu cima ile bozmak ve hac<br />

haramlarını işlemek hariç; bunlar için Allah (azze ve celle) mahdut bir<br />

kefaret belirlemiştir.<br />

İki. İslam’ın aslını bozan söz, fiil veya itikad sebebiyle sahibine<br />

verilen küfür hükmü. Selef indinde tekfir mutlak ve muayyendir.<br />

Mutlak tekfir Kur’an ve Sünnete göre mükeffer 69 olan söz, fiil veya<br />

itikada küfür hükmünü ıtlak etmektir. Kim şöyle derse kâfir olur,<br />

kim şöyle yaparsa kâfir olur veya kim şöyle itikad ederse kâfir olur,<br />

demek gibi. Muayyen tekfir ise mutlak küfür hükmünü failine inzal<br />

etmektir. Bu da durumdan duruma farklıdır. Mesela dinin aslında<br />

veya fer’inde olabilir veya hafi veya zahir meselede olabilir. Duruma<br />

göre maniler işler ve şartlar aranır veya işlemez ve aranmaz. Veya<br />

bazıları işler ve bazıları işlemez. Muayyen tekfir hususu ayrıntıları<br />

çok olan bir meseledir. Her kişiden kişiye farklıdır. Küfre girmiş olan<br />

kişinin daima küfür hükmünü de alması gerekmez. Bu meselelere<br />

burada girmeyeceğim. Risalenin girişinde söylediğim gibi tekfir<br />

mevzusu fıkhî mahiyetiyle bu risalenin gayesi değildir. Benim âcizane<br />

bu risalede söylemek istediğim sadece şudur: Tekfir lügatte ve<br />

şeriatta hüküm ifade eder.<br />

69 Küfre nisbetini sağlayan


54<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Fasıl<br />

Hüküm Nedir?<br />

ٌ ْ<br />

(hukmun) sülasi mücerred َ َ حُ‏ ك<br />

mastarıdır. (hakeme) fiilinin حَ‏ ك<br />

El-Ezheri (rahimehullah) hüküm, adil yargıdır, der. Lügatte hükmetmek,<br />

men etmektir. Bunun için yargıya hüküm denilmiştir. Çünkü kadı<br />

hükmüyle hükmü dışında kalanları men etmiştir. İbn-u Munzir (rahimehullah)<br />

(Vefat H: 711) şöyle der: “Arap, men ettim ve reddettim manasın-<br />

َّ ْ ُ ت da<br />

َ ْ ت<br />

َ ْ ت<br />

(hakemtu ve ahkemtu ve hakkemtu) der. Bunun حَ‏ ك<br />

için insanlar arasında hükmedene hâkim denilmiştir; çünkü zalimi zulmetmekten<br />

engeller.” 70 Hüküm kelimesinin lügat manasından şu ortaya<br />

çıkıyor: Allah (celle ve âlâ) mesela bir şeyi vacip kılmış ise bunun manası<br />

aynı zamanda vacip kıldığının hilafını da men etmiş olmasıdır.<br />

ُ وَ‏ حَ‏ ك<br />

ُ وَ‏ َ أ حْ‏ ك<br />

Istılahta hükmün manası bir şeye bir şeyi ispat ederek veya nefyederek<br />

izafe etmektir. Yani bir şeye bir şeyi izafe etmek veya nefyetmek<br />

o şey hakkında hüküm vermek olur. Mesela “Zeyd” demek<br />

hüküm olmaz fakat “Zeyd kalktı” demek hükümdür çünkü Zeyd için<br />

kalkmış olduğunu ispat etmiş olur. Nefiy de böyledir. “Zeyd kalkmadı”<br />

demek, Zeyd hakkında hükmetmektir çünkü kalkma eylemi<br />

kendisine nefyedilerek izafe edilmiştir. “İçki” demek hüküm değildir<br />

fakat “İçki haramdır” demek hükümdür. Çünkü içki için haramlığı<br />

ispat etmiştir. Veya “İçki helal değildir” demek içki hakkında hüküm<br />

vermektir çünkü içkiye cevazı nefyederek izafe etmiştir.<br />

Bu manada, hüküm şu dört halin dışına çıkmaz:<br />

Hüküm ya şer’îdir ya örfidir ya aklidir veyahut lügavidir. Mesela:<br />

Limon tansiyonu düşürür demek örfî, adetsel hükümdür. Bu hüküm<br />

tecrübe ve tekrar ile sabittir. Şer’î bir delil ile değil. Çoğu durumlarda<br />

bu doğrudur; lakin her zaman değil.<br />

70 Lisanu’l-Arab, حمك maddesi. (Dar-u Sadır ilk baskı)


ٌ<br />

َ نَ‏<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 55<br />

Bir ikinin yarısıdır demek, akli hükümdür. Bu aklen sabittir. İnsanlar<br />

bu hükümde ihtilaf etmez çünkü doğruluğu bütün insanlar<br />

indinde aklen sabittir. Bilakis bu hükme muhalefet edenler inkâr<br />

edilir.<br />

faildir” (Zeyd kalktı) cümlesinde “Zeyd merfudur; çünkü قَامَ‏ َ ز يْد<br />

demek,lügavi hükümdür. Zeyd kelimesi vucuben ref edilir ve ref alameti<br />

olarak zammeyi alır. Zeydi nasp edip fethayla harekelemek caiz<br />

değildir.<br />

“Yalan söylemek caiz değildir” demek, şer’î hükümdür çünkü yalan<br />

söylemenin haramlığı şer’an sabittir. Şer’î hükmü usûl ulemasının<br />

ekseri şöyle tarif eder: “Şer’î hüküm Allah’ın talep, tahyir ve vaz’ (ahiri<br />

‏(ع bakı mından mükelleflerin fiillerine ilişkin olan hitabıdır.” Usûlcülerin<br />

ekserine göre hüküm bizzat hitabın kendisidir. Mesela, َ<br />

“Namazı kılın” hükümdür, ِّ<br />

hü- “Zinaya yaklaşmayın” ل<br />

kümdür, derler. Fukaha ise “Şer’î hüküm Allah’ın talep, tahyir ve vaz’<br />

bakı mından mükelleflerin fiillerine ilişkin olan hitabın delalet ettiğidir”<br />

diye tarif ederler ve geçen misallerde “Namazı kılın” emrinden namazın<br />

vacip hükmünü ve “Zinaya yaklaşmayın” nehyinden zinanın<br />

haramlığını çıkarırlar.<br />

‏َة<br />

أَقِ‏ يمُ‏ وا الصَّ‏ ل<br />

‏ْرَ‏ بُوا الز<br />

تَق<br />

El-mühim, şer’î hüküm Allah (azze ve celle)’nin mükelleflere hitabıdır<br />

veya hitabın delalet ettiğidir. Hitabı mutekaddim ulema “Gayesi,<br />

anlama kabiliyetine sahip olana bir şeyi anlatmak olan kelamdır” diye tarif<br />

etmişlerdir. 71 Şu hâlde Allah (azze ve celle)’nin mükelleflere hitabı olarak<br />

tarif ettiğimiz şer’î hüküm en basit tarifiyle Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın<br />

akıl sahiplerine onlardan murad ettiğini anlatmasıdır. Bu anlatım ya<br />

lafız ve mana olarak indirdiği ile tahakkuk etmiştir… Bu Kur’an ve<br />

kudsi hadistir. Veya mana olarak indirdiği ve Rasûlü (sallallahu aleyhi<br />

ve sellem)’in kendi sözleriyle ifade ettiği ile tahakkuk etmiştir… Bu da<br />

Nebevi sünnettir.<br />

71 El-Bahru’l-Muhitu fi Usuli’l-Fıkh, 1.cüz/98.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı<br />

h.1421)


56<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Ayrıca varid ilahi anlatım ya vürud (senet) ve delalet (mana) yönüyle<br />

sabittir. Delaleti sarih ayet ve mütevatir sünnet böyledir. Veya<br />

da vürud ve delalet yönüyle nazar, istihrac ve istinbata muhtaçtır.<br />

Delaleti muhtemel ayet ve delaleti muhtemel mütevatir sünnet ve tevatür<br />

altı sünnet böyledir. İkincisi, yani vürud ve delalet cihetinden<br />

istinbata muhtaç olan hitap, Allah (celle ve âlâ)’nın müctehid ulemayı<br />

ilahi hükmü istihrac ve istinbat etmekle mükellef kıldığı hitabıdır.<br />

Bazı istinbatlarında ulema icma etmiştir ama ekserinde ise icma etmemişlerdir<br />

ve istinbat ettikleri hükümler kabul ve redde açık ictihad<br />

kabilinden olmuştur.<br />

Kısaca şer’î hüküm, Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın mükelleflere hitabı<br />

yani mükelleflere neyi murad ettiğini haber vermesidir, dedik.<br />

Allah (azze ve celle) mükelleflere hitap ederek bir şeyi ilzami (bağlayıcı<br />

olarak) talep ettiğini veya ilzami terki talep ettiğini veya ğayri ilzami<br />

(bağlayıcı olmayarak) talep ettiğini veya ğayri ilzami terki talep<br />

ettiğini veya amel ve terk arasında muhayyer bıraktığını haber veriyor.<br />

Bu beş isteğine usûlde teklifî hükümler denilir. İcap, tahrim,<br />

nedep, kerahet ve ibahet. Bir de bu hükümlerle bir şekilde ilişkiye<br />

soktuğu hükümler vardır. Bunlara da vazai hükümler denilir. Bunlar;<br />

sebep, illet, şart ve manidirler ve bu dördün tabileri sıhhat, fesat,<br />

azimet, ruhsat, eda, kaza ve iadedir. Teklifî hükümler Allah (subhanehu<br />

ve teâlâ)’nın bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını istediğini veya<br />

ikisi arasında muhayyer bıraktığını ifade eder ve vazai hükümlerde<br />

bu isteğine sebebi, illeti, şartı veya maniyi ifade eder. İster teklifî hükümler<br />

olsun ister vazai hükümler olsun, her iki kısım da Allah (celle<br />

ve âlâ)’nın muradından haber verir. İşte iyi anlaşılması gereken ve bu<br />

risalenin yazılmasına gaye olan önemli birinci husus budur: Hüküm<br />

vermek Allah (azze ve celle)’nin iradesinden haber vermektir. Yani kişi<br />

şu vaciptir dediği zaman, “Allah (celle ve âlâ) bizim şunu yapmamızı<br />

bağlayıcı olarak istiyor. Yaptığımız takdirde bizi mükâfatlandıracaktır,<br />

yapmadığımız takdirde ise bizi bundan ötürü cezalandıracaktır.”<br />

demektedir. Şu haramdır dediği zaman, “Allah (celle ve âlâ) bizim şunu<br />

terk etmemizi bağlayıcı olarak istiyor. Terk edersek bizi mükâfatlandıracaktır,<br />

terk etmeyip işlersek bizi cezalandıracaktır.” demektedir.<br />

Başka bir tabirle, şer’î bir hükümden konuşan âlemlerin Rabbi ve


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 57<br />

cennet ve cehennemin sahibi Allah (celle ve âlâ)’nın adına konuşmaktadır.<br />

Eğer Rabbinin murad ettiğini haber verdiğinden kâni ise rahat<br />

olabilir. Fakat değilse yani başkasını taklit ediyor veya hatta aklından,<br />

kendi anlayışından ve ilmî ehliyetten yoksun konuşuyorsa, o<br />

zaman tek hüküm sahibi Allah (celle ve âlâ)’nın ona şöyle demesinden<br />

korksun: “Yalan söyledin. Ben bunu helal kılmadım, şunu da haram<br />

kılmadım”. Seleften birçoğu şöyle demiştir: “Sizden birisi Allah bunu<br />

helal kıldı, şunu haram kıldı demekten çekinsin. Zira Allah da ona “Yalan<br />

söyledin. Ben bunu helal kılmadım, şunu da haram kılmadım”der.” 72<br />

Muhakkak ki Allah (azze ve celle) insanlara anlayamayacakları bir<br />

dilde hitap etmedi. Kuşkusuz hitabının bir kısmı açık ve nettir; selim<br />

akıl sahibi her kişi tarafından doğru anlaşılabilirdir. Dinin aslına<br />

taalluk eden konuları beyan eden ayetler böyledir. Fakat bir kısmı<br />

da vardır ki onlar imtihan vesilesidir. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle<br />

buyuruyor: “Ey iman edenler, Allah’ın Rasûlü’nün huzurunda öne<br />

geçmeyin ve Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.<br />

Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin<br />

ve birbirinize bağırdığınız gibi ona sözle bağırıp söylemeyin;<br />

yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider.” 73 “Hakkında<br />

bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların<br />

hepsi ondan sorumludur.” 74 “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline<br />

sorun.” 75 “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna<br />

helal, buna haram demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş<br />

olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler”<br />

Ve bu manadaki diğer ayetler. Hüküm koymak sadece ve<br />

sadece Allah (celle ve âlâ)’ya aittir. Yaratmakta O’nun şeriki olmadığı<br />

gibi emretmekte de O’nun şeriki yoktur. “İyi bilin ki yaratma da emretme<br />

de yalnız O’nundur” 76 “Hüküm ancak Allah’ındır. O, hakkı<br />

72 Bk. İlamu’l-Muvakkiin, 4.cüz/175.sayfa. (Daru’l-Cil baskısı m.1973)<br />

73 El-Hucurat Sûresi 1. ve 2. ayetler<br />

74 El-İsra Sûresi 36.ayet<br />

75 El-Enbiya Sûresi 7. ve en-Nahl Sûresi 43.ayet<br />

76 El-Araf Sûresi 54.ayet


58<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

haber verir” 77 “Hüküm ancak Allah’ındır. O, Kendisinden başkasına<br />

ibadet etmemenizi emretmiştir” 78 “Hüküm ancak Allah’ındır” 79 .<br />

Hüküm koymakta hiç kimsenin payı yoktur. Ne meleğin ne Rasûlün<br />

ve ne de âlimin. Dolayısıyla beşerin işi hüküm koymak değil, ilahi<br />

hükümden haber vermektir. Yukarıda geçtiği gibi hükümlerden bir<br />

kısım var ki delaleti sarihtir. Fakat bir kısım var ki o muhtemeldir<br />

ve ictihada dayanır. “Oysa bunu Rasûlüne veya içlerinden emir<br />

sahiplerine götürmüş olsalardı, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp<br />

çıkarabilenler, onun ne olduğunu elbette bilirlerdi.” 80 Hitabın<br />

ekseri de bu kısımdandır. Bazısının delaletinde ulema ittifak etmiştir<br />

ama çoğunda ihtilaf etmiştir. Bunun için birileri “Hüküm Allah<br />

(subhanehu ve teâlâ)’nın hitabıdır, yani muhatabına (mükellefe) meramını<br />

kelam ile aktarmasıdır, dolayısıyla kelamı anlamak meramını<br />

anlamak için kâfidir. Allah Kur’an’ı bizim onu anlayabilmemiz için<br />

tertemiz ve apaçık bir Arapçayla indirmiştir. Ben Kur’an’ı okurum<br />

ve anlarım ve zahirinden anladığım gibi amel ederim. Benim mükellef<br />

olduğum budur” deseler 81 derim ki: Bu iş sizin anladığınız gibi<br />

değildir. Allah (subhanehu ve teâlâ) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in<br />

kullandıkları muayyen lafızlar ile neyi murad ettiklerini anlayabilmek<br />

için kullandıkları kelimelerin lügatteki manalarını ve binalarını<br />

(mana inşalarını) ve bu kelimelerin terkip içine girdiği zaman neyi<br />

ifade ettiğini bilmek gerekir. Fakat bu kâfi değildir, zira Şari’ kelimeleri<br />

lügat manalarından şer’î manalara nakletmiştir ve meramını<br />

muhataplara aktarmak için belirli üsluplar kullanmıştır. Ayrıca Şari’<br />

77 El-Enam Sûresi 57.ayet<br />

78 Yusuf Sûresi 40.ayet<br />

79 Yusuf Sûresi 67.ayet<br />

80 En-Nisa Sûresi 83.ayet<br />

81 Burada misal getirdiğim Arapça’yı bilen kişi fakat vakıaya baktığımızda aslen Kur’an’ı<br />

anlamayanlar; çünkü Arapça bilmiyorlar, böyle konuşuyorlar. Allah (subhanehu ve teâlâ)<br />

Kur’an’ı Türkçe indirmemiştir. Türkçe meal ancak Kur’an’ın mana yönüyle Türkçe’ye<br />

aktarılması olabilir. Manayı aktarmakta da aktaranın manayı ne kadar doğru anladığına<br />

bağlıdır. Her bir meal işin hakikatinde bir yorumdur. Tercümanın yorumudur. Binaenaleyh,<br />

doğru bir Kur’an meali için tercümanın sadece Arapça bilmesi kâfi değil,<br />

istinbat ilimlerine de haiz olması zorunludur. Muhakkak meal sahibi ekser ayetlerde<br />

muhtelif muhtemel manalar arasında bir manayı tercih etme durumundadır. Tercih<br />

ictihaddır. Dolayısıyla Türkçe meallerden hüküm çıkaranlar bilsinler ki Allah (azze ve<br />

celle)’ye iftira etmeleri yüksek bir ihtimaldir, yaptıkları kesinlikle caiz değildir ve ne<br />

kadar “ayet açıktır, herkes böyle anlar” deseler de sadece asıl itibariyle başkasının (meal<br />

sahibinin) anlayışını ilimsiz ve delilsiz taklit etmektedirler.


ِ<br />

َ<br />

ي<br />

ي<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 59<br />

kullandığı bazı kelimeleri bir kabilenin örfünde kullanılan manasıyla<br />

da kullanmıştır. Böyle bir hâlde kelimeyi hangi manada kullanacağız?<br />

Lügat manasında (ekser Arap kabilelerin kullandığı mana) mı<br />

yoksa örfi manasında mı? Ve böyle bir hâlde nüzul sebebi ayetin delaletini<br />

tahsis edici olur mu veya olmaz mı? Ve ilahi muradı istihrac<br />

etmekte başka çok önemli bir unsur da şudur: Kıraat farklılıkları.<br />

Sonra, istinbatın meşhur asılları aam-has, mutlak-mukayyet ve nasih-mensuh<br />

gibi meseleler. İlahi hitabın delalet ettiğini anlayabilmek<br />

için bu konularda mutkin olmak muhakkak gereklidir. Şer’î hüküm<br />

mücerred anlayış, görüş ve istihsandan çıkmaz. Neyi kast ettiğimi<br />

birkaç misal vesilesiyle izah edeyim:<br />

Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:<br />

ْ َ رَ‏ افِ‏ قِ‏<br />

ال<br />

َ<br />

ُ ْ إِل<br />

‏َيْدِ‏ يَك<br />

ُ ْ وَ‏ أ<br />

َ ك<br />

ْ ن‏<br />

‏ُوا وُ‏ جُ‏ وه<br />

يُّ‏ َ ا الَّذِ‏ نَ‏ آمَ‏ نُ‏ وا إِذ تُ‏ ْ إِل الصَّ‏ َ ل ةِ‏ ف ْ ‏َاغ سِ‏ ل<br />

َ<br />

ُ ْ إِل<br />

‏َك<br />

ُ ْ وَ‏ أ ‏َرْجُ‏ ل<br />

وَ‏ امْ‏ سَ‏ حُ‏ ‏ُءُ‏ وسِ‏ ك<br />

قُ‏ ْ <br />

ي‏ َ أَ‏ َ ا<br />

َ عْ‏ بَ‏<br />

الْك<br />

وا ‏ِب <br />

“Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve<br />

dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin. Her iki<br />

topuğunuza kadar ayaklarınızı da.” 82<br />

Bu ayete sıradan bir gözle baktığımızda çok kapalı, anlaşılması<br />

zor bir ifade yoktur. Bu ayette ilahi muradın ne olduğunu anlamak<br />

çok da zor değil gibi görünüyor. Bazı çevrelerde sıkça duyabildiğimiz<br />

bir hüküm bu ayet için geçerli gibi görünüyor: “Bu açık bir meseledir”.<br />

Durum böyle mi bakalım.<br />

قُْ‏ تُْ‏ Bir.<br />

(kumtum) faili muttasıl zamir olan قُْ‏ <br />

mazi fiildir. إذَ‏ ا (İza) şart manasında istikbal zarfıdır. إذَ‏ ا قُْ‏ تُْ‏ “kalkacağınız<br />

zaman” manasına gelir. Bu ifadeden şu manaları çıkarmak<br />

mümkündür:<br />

تُْ‏ kumtum) (iza إِ‏ ذَ‏ ا‏<br />

a) قَامَ‏ (kame) fiilini ifradi hakikatiyle alırsak manası aşağıdan yukarıya<br />

doğru ayağa kalkmaktır. Dolayısıyla şartın cevabı olan ayette<br />

82 El-Maide Sûresi 6.ayet


َ<br />

َ<br />

60<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

zikredilen azaların yıkanma veya mesh edilme emri, şart var olduğunda<br />

söz konusu olur. Şu hâlde, mesela namazı ayakta değil oturduğu<br />

yerde kılan bu emirle muhatap olmaz. Bunu bildiğim kadarıyla<br />

kimse söylememiştir ama yukarıdaki sözden anlaşılabilecek ihtimallerden<br />

biri olduğu için zikrettim. Fakat ayete “uykudan kalkıp namaza<br />

duracağınız zaman abdest alın” şeklinde mana vermiş olanlar olmuştur.<br />

Mesela Zeyd bin Eslem ve es-Suddi rahimehumullah’tan bu<br />

mana nakledilmiştir.<br />

‏َامَ‏ (b<br />

َ<br />

(ila’s-salati) terkibi içinde alırsak ki إل<br />

doğru olan budur, o zaman mana “namaza durmayı azmettiğiniz zaman”<br />

olur. Yani ayetin manası “namaz kılmak istediğiniz zaman abdest<br />

alın” olur. Çünkü قَامَ‏ إل (kame ila) Arapça’da bir şeye başlamaya,<br />

girişmeye ıtlak edilir.<br />

الصَّ‏ لَةِ‏ (kame) fiilini ق<br />

ْ َ ةِ‏ c)<br />

قُ‏<br />

(iza kumtum ila’s-salati) ibaresinin zahirinden إِذَا<br />

anlaşılan her namaz için abdestin vacip oluşudur. Çünkü cevap olan<br />

mezkûr azaların yıkanması ve mesh edilmesi namaza durma şartına<br />

bağlanılmıştır. Her ne zaman şart var olursa cevabı gerekli olur. Cevapta<br />

fe harfiyle bağlanılmış olan اِ‏ غْ‏ سِ‏ لُ‏ وا (iğsilu) emir fiilidir. Emir de<br />

vucub ifade eder. Bu manada her namaz için ayrı abdest almak vacip<br />

olur. İster şahıs önceden abdestli olsun ister abdestsiz olsun. Ayrıca<br />

bir abdest ile iki ve fazla namaz da kılmak caiz olmaz. Bu mana Ali<br />

(radıyallahu anhu) ve İkrime (rahimehullah)’tan nakledilmiştir.<br />

تُ‏ ْ إِل الصَّ‏ ل<br />

Veyahut burada emirin manası icap değil mendupluktur. Bu hâlde<br />

ayetin manası “her namaz için abdest almak menduptur” olur.<br />

Usul âlimleri arasında emir sigasının aslen ne ifade ettiği ihtilaflıdır.<br />

Bir kesime göre emir aslen vucubu ifade eder ve ancak karine<br />

ile mendupluğa veya ibahete hamledilir. Racih olan budur. Bir<br />

kesime göre emir aslen mendupluğu ifade eder ve ancak karine ile<br />

vucuba hamledilir. Bir kesime göre de aslen ne vucubu ne de mendupluğu<br />

ifade eder, ancak karine ile ikisinden birine hamledilir. Bu,<br />

emir sigasının delalet ettiği şer’î hüküm açısından manalandırma


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 61<br />

farklılıklarıdır. Aşağıda inşai kelam olma hasebiyle mana ihtimallerinden<br />

de bahsedeceğim inşallah.<br />

‏-‏keliالصَّ‏ لَة<br />

Cumhur ise ayetin manasını “abdestsiz olup namaza durmak istediğiniz<br />

zaman abdest vaciptir” veya “abdestli iseniz menduptur”<br />

şeklinde takdir etmişlerdir ve ayetin bu şekilde manalandırılmasına<br />

başka harici deliller göstermişlerdir.<br />

İki. الصَّ‏ َ لة (es-salet)’in lügatte manası duadır. Şu hâlde ُ<br />

mesini lügavi hakikatiyle alır ve ayete mana verirsek manası, dua<br />

edeceğiniz zaman abdest alın olacaktır. Ayetin şer’î delaleti, dua etmek<br />

için abdest almak vaciptir olacaktır. Elbette bu söz batıldır. ُ<br />

kelimesini şer’î nasslarda mutlak olarak lügavi hakikatiyle zındıklardan<br />

başkası almıyor. Bu yorumlarıyla dinin beş esaslarından birini<br />

inkâr ediyorlar. Hak olan, Şari’nin الصَّ‏ ُ لَة kelimesini şer’î bir hakikate<br />

nakletmiş ُ olmasıdır. Yani Allah (celle ve âlâ) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve<br />

sellem) الصَّ‏ ل kelimesinin hudutlarını belirlemişlerdir. Buna göre ُ<br />

Şari’nin tayin ettiği söz ve fiillerden oluşan, tekbir ile başlayan ve selam<br />

ile biten bir ibadettir.<br />

الصَّ‏ لَة<br />

الصَّ‏ لَة<br />

‏َة<br />

Arapça’da kelimenin üç hakikati vardır: Lügavi, örfi ve şer’î hakikati.<br />

Kelimenin lügavi hakikati, fesahat devri Arapların o kelimeyi<br />

kullandıkları manaları ve binalarıdır. Örfi hakikat, kelimenin bir kabile<br />

veya belde halkından lügavi hakikati dâhilinde veya haricinde<br />

özel kullanımıdır. Şer’î hakikat ise, kelimenin Şari’ tarafından kullanım<br />

hâlidir. Bir kelimede üç hakikat veya ikisi birleştiği zaman ve<br />

bu hakikatlerden biri şer’î ise, İslam ulemasının ittifaklarıyla şer’î<br />

hakikat mukaddemdir. Kelimenin lügavi veya örfi hakikatine iltifat<br />

edilmez; ancak bunu gerektiren bir karine varsa müstesna. Bundan<br />

sonra kelimenin örfi mi lügavi hakikati mi mukaddemdir? Bu husus<br />

cumhur ulema ile Hanefi uleması arasında ihtilaflıdır. Cumhura<br />

göre örfi hakikat mukaddem iken Hanefilere göre lügavi hakikat<br />

mukaddemdir. Bu ihtilaf burası yeri olmayan birçok şer’î hükümlere<br />

yansımıştır.


62<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Üç. فَ‏ اغْ‏ سِ‏ لُ‏ وا (fağsilu) ف rabıtasıyla gelmiş emir fiilidir. Ayetin buradan<br />

sonraki kısmı şartın cevabıdır. Yukarıda emir sigasının usûlde<br />

şer’î delaleti hususunda ihtilaftan bahsettim. Kelam olma hasebiyle<br />

emir inşadır. Arapça’da kelam iki kısma ayrılır: İnşa ve haber. İnşai<br />

kelam olarak emir, itaati iktiza eden (gerektiren) buyruğu veya ricayı<br />

veya duayı ifade eder. Yüksek mertebede birisinin aşağı mertebede<br />

birisine emirle hitap etmesi itaati iktiza eder. Müsavi mertebelerde<br />

olan birilerinin birbirilerine emirle hitap etmeleri ricayı ifade eder.<br />

Aşağı mertebede olanın yüksek mertebede birisine emirle hitap etmesi<br />

duayı ifade eder.<br />

َ ُ ‏ْك Dört.<br />

çoğuludur ve yüz manasındadır. واجَ‏ هَ‏ (vêcehe) fiili karşı karşıya oldu,<br />

karşılaştı, görüştü gibi manalara gelir. وَ‏ جْ‏ ه (yüz) de buradan gelmedir;<br />

çünkü iki kişinin karşılaştığında görüştükleri yüzleridir. Pekâlâ,<br />

vechin haddi nedir? Ağız, burun ve göz veche dâhil midir? Değil midir?<br />

Dâhildir diyenlere göre bu ayet aynı zamanda mazmaza (ağıza<br />

su verip çalkalamak), istinşak (buruna su çekmek) ve istinsarın (suyu<br />

burundan dışarı sümkürmek) vacip oluşuna da delildir. İmamlardan<br />

Ahmed ve İshak rahimehumallah’tan bu görüş nakledilmiştir. Ekser<br />

ulema burun ve ağzın iç kısımlarını yüzden görmemişlerdir ve bunun<br />

için bu ayetteki emre dâhil kabul etmemişlerdir. Gözlere gelince<br />

ulemanın ittifakıyla yıkanması vacip değildir fakat nakledildiğine<br />

göre İbn-i Ömer (radıyallahu anhuma) gözlerinin iç kısımlarını da yıkarmış.<br />

Ayrıca sakal da insanın yüzleştiği bölgeye dâhildir. Şu hâlde ayetin<br />

zahirinden sakalı yıkamanın vacipliği de çıkıyor. Said bin Cubeyr,<br />

İshak ve bazı Maliki uleması rahimehumullah’tan bu görüş nakledilmiştir.<br />

(vech)’in وَ‏ جْ‏ ه (vucuh) وُ‏ جُ‏ وهٌ‏ yüzlerinizi. ‏(‏vucuhekum‏)وُ‏ جُ‏ وه<br />

(eydiyekum ile’l merafık) ellerinizi dirseklere أَيْدِ‏ يَك<br />

kadar. Bu ayette إل harf-i cerrini ve mecrurunu iki manada yorumlamak<br />

mümkündür. Musahabe (beraber manasında) ve intiha (zaman<br />

veya mekân itibariyle gayenin son bulması) manasında. İlkine göre<br />

ayetin manası ellerinizle beraber dirseklerinizi de yıkayın olur. Fakat<br />

burada إل intiha içindir denilirse ki racih olan budur, o zaman ayetin<br />

manası ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın olur. Bu durumda da<br />

‏َى ال ‏ْمَ‏ رَ‏ افِقِ‏ Beş.<br />

ُ مْ‏ إِل


ي<br />

َ<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 63<br />

iki mana caiz olur. Birincisi, dirsekler yıkama emrine dâhildir ve<br />

ikincisi, dâhil değildir. İmam Malik (rahimehullah)’tan gelen bir rivayete<br />

göre dirsekler yıkama emrine dâhil değildir. Fakat eksere göre dâhildir<br />

çünkü إل den önce gelen sonra gelenin cinsindendir. Bu durumda<br />

da إل kendisinden sonra gelenin, önce gelene dâhil olduğunu ifade<br />

eder.<br />

Altı. امْ‏ سَ‏ حُ‏ وا (imsehu). Emir fiilidir. Manası “mesh edin”dir. Fakat<br />

lügatte mesh eylemi meshin neyle yapıldığını ifade etmez. Ayette<br />

emir ْ ُ<br />

başında ب (be) harf-i cerri olmasaydı kuru elle de başın mesh edilmesi<br />

caiz olduğunu ifade ederdi. Lakin ب (be) harfi meshin suyla<br />

olmasını iktiza ediyor.<br />

(ruusekum)’un رُ‏ ءُ‏ وسَ‏ ُ ‏ْك şeklinde gelmiş olsaydı, yani وَ‏ امْ‏ سَ‏ حُ‏ وارُءُ‏ وسَ‏ ك<br />

بُِ‏ ءُ‏ وسِ‏ ك<br />

Yedi. ْ ُ (bi ruusikum). İbn-u Hişam (rahimehullah) Muğni’l-Lebib’inde<br />

ب (be) harf-i cerri için on dört mana zikreder. Bunlardan bu<br />

ayet için muhtemel olanlar şunlardır: ب (be) harfi ilsak için gelmiştir<br />

veya teb’iz için gelmiştir veya da zaiddir. İlkine göre ayetin manası<br />

“başınız ile” yani “başınızı su ile mesh edin” olur. İkincisine göre “başınızın<br />

bir kısmını mesh edin” olur ve üçüncüsüne göre ب harfi mananın<br />

te’kidi için gelmiş olur. Birinci ve üçüncü ihtimaller arasında<br />

aslen fark yoktur lakin ayeti ikinci ihtimale göre yorumlayanlar meshte<br />

vacip olan miktarın başın bazısı olduğuna başka delillerle beraber<br />

bu ayeti delil gösterirler.<br />

ْ ن‏ Sekiz.<br />

ُ ْ إِل ‏َعْبَ‏ ِ<br />

ُ ْ ila’l-ka’beyn). (ve erculekum وَ‏ أ<br />

üzere okumak (erculekum, lam harfi fethalı) kıraat imamlarından<br />

Nafi’, İbn-u Amir, el-Kesei ve Hafs rivayetinde Asim’in kıraatleridir.<br />

Kıraat imamlarından İbn-u Kesir, Ebu Amr, Hamza ve Şu’be rivayetinde<br />

Asim ْ ُ<br />

okumuşlar- (erculikum, lam harfi kesreli) mecrur أرْجُ‏ لِك<br />

dır. Bu kıraat farkı şu manalara ihtimal veriyor: أرجلمك nasp halindeyse<br />

(yani erculekum ise) amili اغْ‏ سِ‏ لُ‏ وا fiilidir ve ayetin manası “ve ayaklarınızı<br />

da yıkayın” olur. أرجلمك cer halindeyse en yakın mecrura matuftur<br />

o da ب ile mecrur olmuş رُ‏ ءُ‏ وسِ‏ ُ ‏ْك (ruusikum)dur. Bu hâlde ayetin<br />

manası “başlarınızı mesh edin ve ayaklarınızı da mesh edin” olur. İki<br />

nasp أرْجُ‏ لَك<br />

‏َك<br />

‏َرْجُ‏ ل<br />

الْك


ي<br />

ي<br />

64<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

muhtelif manaya göre ayetin şer’î delaleti ya ayakların yıkanmasının<br />

vacipliği veya mesh edilmesinin vacipliği olur. 83<br />

َ ْ ن Dokuz.<br />

bahsetti- (ile’l-ka’beyn). Yukarıda dirsekler için إِل<br />

ğim durum burada da geçerlidir. إل ile geçişten dolayı ka’beyn’in yıkama<br />

emrine dâhil olup olmadığı muhtemeldir. Bu bir mesele ve iki,<br />

tesniyesidir. ile mecrur olmuş إل (ka’b)’ın كعْ‏ ب ka’beyn) (el الْك ْ ن‏<br />

Pekâlâ, ب ın‏’كعْ‏ haddi nedir? Lügatçilerin cumhuruna göre ka’beyn,<br />

ayağın iki yan tarafında dışarıya doğru yükselen iki kemiktir. Bazılarına<br />

göre ise ka’b ayağın yüzündedir.<br />

الْك عْ‏ بَ‏ َ<br />

َ عْ‏ بَ‏<br />

ف On. Ayette yıkanması veya mesh edilmesi emredilen azalar<br />

harfiyle başlamıştır ve و harfiyle birbirine atfedilmiştir. Bu abdest<br />

azaları arasında tertibin (azaların ayette zikredildiği sırasıyla yıkanması<br />

veya mesh edilmesinin) ve muvalatın (azaların fasılasız ve ardarda<br />

yıkanması, mesh edilmesi) varlığına muhtemeldir. Bunun için<br />

bazılarına göre bu ayet tertibin ve muvalatın vacipliğini ifade eder.<br />

ف harfi aslen tertibi iktiza etmediğinden ve و görüşe, Başkaları da bu<br />

harfi de burada takibi ifade eden atıf harfi değil, cevabı şarta bağlayan<br />

rabıta olduğundan itiraz etmişlerdir.<br />

Evet! Sıradan gözle baktığında manası açık ve net gibi görünen bu<br />

ayet için sana en azından on ihtimal getirdim. Bu ihtimallerin hepsi<br />

lügat kaynaklıdır. Kur’an apaçık ve saf bir Arapçayla indirilmiştir.<br />

Arapça’yı bilmek ilahi muradı anlamak için kâfidir, diyen bana bu<br />

ayette Allah (azze ve celle)’nin bize ne demek istediğini kesinleştirsin<br />

bakalım. Mevcut mana ihtimalleri içinde Allah (celle ve âlâ)’nın hangi<br />

manayı kast ettiğini bize beyan etsin. Bunun tek bir yolu olur… Allah<br />

(azze ve celle)’nin neyi murad ettiğini bu iddia sahibine vahyetmesi.<br />

Bunu iddia etmesi de muhal olduğuna göre, Allah (celle ve âlâ)’nın<br />

mezkûr ihtimaller içinde neyi nasıl kast ettiğini kesinlik ve katiyet ile<br />

bilmediğini itiraf etme mecburiyetindedir. Mevcut mana ihtimalleri<br />

83 Manen mutevatir hadislerin varlığı ayetin cer ile kıraati mestlere meshin cevazına delalet<br />

ettiğini ifade ediyor. Bunun için Ehl-i Sünnetin icmasıyla vacip olan, ayakların yıkanmasıdır.


ب ي<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 65<br />

arasında tercih edebilir ama bunun için Arapça’yı bilmek yetmez, istinbat<br />

ehli olmak şarttır.<br />

Başka bir misal: Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:<br />

وَ‏ إِذا حَ‏ لَلتُ‏ ْ فَاصْ‏ طاد ُ وا<br />

“Ve ihramdan çıktığınız zaman avlanın.” 84<br />

ْ<br />

Önceki ayette إذا (iza) ve ف (fe) harfiyle alakalı ihtimaller burada<br />

da geçerlidir. Bunları tekrarlamayacağım. حل َّ (halle) fiilinin muhtelif<br />

mana hakikatlerine de girmeyeceğim. Sadece şu kadarını misal vermek<br />

istiyorum: Şartın cevabı emir fiili olarak gelmiştir. Şu hâlde ayetin<br />

zahirine göre, ihramlı için ihramdan çıktıktan sonra hemen avlanmak<br />

vaciptir. Daha önce de geçtiği gibi fukaha indinde racih görüşe<br />

göre emir vucubu ifade eder. Ancak bir karine emrin mendupluğa<br />

veya ibahete hamledilmesini gerektirirse bu durum hariç. Fakat<br />

burada ulemanın icmasıyla اصْ‏ ُ طَادوا (istadu) emri ibahet ifade ediyor.<br />

Yani ayetin manası icmaen “ve ihramdan çıktığınız zaman isterseniz<br />

avlanın”dır. Emrin ibahete hamledilmesini gerektiren karine ise ihramlıya<br />

avlanmanın haram olmasıdır. Önce haram olan bir şeyin<br />

sonra emredilmesi, o haramın kalktığını ve asıl haline döndüğünü<br />

yani mubah olduğunu ifade eder.<br />

Başka bir misal: Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:<br />

‏َن نَ‏ زِّل<br />

ْ ‏َوَ‏ ارِ‏ يُّون َ عِ‏ يسَ‏ ْ نَ‏ ا‏ مَ‏ رْ‏ يَ‏ َ هَ‏ ل ‏َسْ‏ َ ت طِ‏ يعُ‏ رَ‏ بُّ‏ ك<br />

‏َّق تُ‏ ْ مُ‏ ْ ؤ مِ‏ نِ‏ ي نَ‏<br />

السَّ‏ مَ‏ اءِ‏ قَال<br />

ْ ي َ أ ْ يُ‏ َ َ عل ‏َيْ‏ َ نا مَ‏ َ ائِد ةً‏ مِ‏ نَ‏<br />

َّ َ ْ إِن ُ ك ْ ن‏<br />

َ ات ُ واالل<br />

‏َال َ ال َ <br />

إِذْ‏ ق<br />

“Hani Havariler, “Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin göktenbize bir<br />

sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O, “İman etmiş kimseler iseniz<br />

Allah’tan korkun” demişti.” 85<br />

84 El-Maide Sûresi 2.ayet<br />

85 El-Maide Sûresi 112.ayet


َ<br />

َ<br />

َ<br />

ن ‏ُت<br />

ْ<br />

66<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

(el-isti- الإ سْ‏ تِ‏ طَاع<br />

(hel) هَ‏ ل<br />

هَ‏ ل يَسْ‏ ت<br />

Ayetin zahirine göre Havariler Allah (celle ve âlâ)’nın sofra indirebi-<br />

َ ُ ةÇünkü lecek kudrette olup olmadığını sormuşlardır.<br />

taa) lügatte, takat ve bir şeye kudret sahibi olmak demektir. ْ<br />

‏َطِ‏ يعُ‏ istifham harfi de ya evet veya hayır cevabını ister. Şu hâlde<br />

hel‏)رَ‏ yestatiu Rabbuke) kıraatinde ayetin manası “Senin Rabbin بُّ‏ ك<br />

gökten sofra indirmeye güç yetirir mi, kudreti var mıdır?” olur ve İsa<br />

(aleyhissalatu vesselam) tarafından evet veya hayır ile cevaplanma ihtimali<br />

olan hakiki bir soru olur ki bu da Allah (celle ve âlâ)’nın kudretinde şek<br />

olur.<br />

Ayetin diğer mana ihtimalleri şöyledir:<br />

Birincisi: Bu Arapça’da, aşağıda olanın kendisinden yüksek bir<br />

mertebede olandan bir şeyi talep ettiğinde veya bir ihtiyacını arz ettiğinde<br />

kullanılan bir üslûptur. Bu şekilde sormasının sebebi, soranın<br />

sorulanın kudretinden şüphe ettiğinden dolayı değil, bilakis sorulanın<br />

kudretinden emin olduğundan ve sorulana karşı edebi ve<br />

ihtiramından dolayıdır. Bu aynı Yahya el-Maziniy’in naklettiği ha-<br />

ْ ِ ي يَ‏ diste bir adamın Abdullah bin Zeyd (radıyallahu anhu)’ya<br />

ِ<br />

َّ أ<br />

Bana‏“كَيْف Rasûlullah’ın nasıl abdest aldığını gösterebilir َ نَ‏<br />

misin?” sorusuna benziyor.<br />

أتَسْ‏ َ ت طِ‏ يعُ‏ أن<br />

manasındadır. (yutiu) يُطِ‏ يعُ‏ ‏(‏yestatîu‏)يَسْ‏ burada ت َ طِ‏ يعُ‏<br />

ك<br />

رَسُ‏ ول هللا يَتَوَض<br />

manasında- يُطِ‏ يعُ‏ burada يَسْ‏ ت<br />

İkincisi:<br />

Es-Suddi (rahimehullah) şöyle der: Ayetin manası “Rabbinden sorsan<br />

َ طِ‏ يعُ‏ isteklerini kabul eder mi?”dir. Çünkü<br />

dır. Bu aynı Arabın اسْ‏ تَ‏ جَ‏ ابَ‏ (istecebe)’yi أجَ‏ ابَ‏ (ecêbe)manasında kullanması<br />

gibidir. Bunun gibi اسْ‏ َ ت َ ط َ اع (istetâa) أطَ‏ َ اع (etâa) manasındadır,<br />

yani isteği kabul etti, icabet etti manasındadır.<br />

Üçüncüsü: َ Ayeti Ali, İbn-i Abbas, Aişe ve Muaz bin Cebel (radıyallahu<br />

anhum) هَ‏ ل (hel testetiu Rabbeke) şeklinde okumuşlardır.<br />

Said bin Cubeyr, Mucahid ve kıraat imamlarından el-Kesei rahimehumullah<br />

da böyle okumuşlardır. Bu kıraatte اسْ‏ َ ت َ ط َ اع fiilinin faili İsa<br />

aleyhissalatu vesellem’dır ve رَ‏ بَّ‏ كَ‏ (Rabbeke) mef ’uliyet üzere mensuptur.<br />

Yani soran İsa (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir ve sorulan Allah (azze<br />

ve celle)’dir. Bu hâlde ayetin manası “Sen Rabbinin gökten bize sofra<br />

ْ تَسْ‏ َ ت طِ‏ يعُ‏ رَ‏ بَّ‏ ك


ف<br />

ف<br />

ي<br />

ي<br />

َ<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 67<br />

indirmesini sorabilir misin?” olur. Bunun için Aişe (radıyallahu anha)“-<br />

Havariler Allah’ın gökten sofra indirebileceğinde şüphe etmemişlerdir lakin<br />

“sen Rabbinden sorabilir misin” demişlerdir” der.<br />

Evet! Ayetin muhtelif mana ihtimalleri muhtelif hükümler doğuruyor.<br />

İlk ihtimal ile mana verenlere göre bu ayet akidede cehaletin<br />

özür olduğuna delildir. Diğer ihtimallerle mana verenlere göre ise<br />

ayetin aslen cehalet mevzusuyla alakası yoktur. Usûlen ayetin manası<br />

son olarak zikrettiğim ihtimale hamledilmesi gerekir. Çünkü ayetlerin<br />

değişik sahih kıraatleri, Arapça gibi fasih ve beliğ olan bir dilin de<br />

çaresiz ve aciz kaldığı, kâmil olan ilahi hitabın mana alanını toparlamaktadır.<br />

Bu manada sahih kıraat farklılıkları müteşabih ayetlerin<br />

beyanı için muhkem ayetlerin üstlendiği görevi üstleniyorlar ve bir<br />

kıraatte ihtimalli olan manayı tasrih edebiliyorlar. Allah-u âlem.<br />

Başka bir misal: Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:<br />

َ<br />

ٌُّ ي <br />

َ ْ لِكُ‏ ون<br />

َ خَّ‏ رَ‏ الش مْ‏ سَ‏ َّ وَ‏ ال َ ‏ْق مَ‏ رَ‏ ك جْ‏ رِ‏ ي لِ‏ أَجَ‏ لٍ‏<br />

يُولِ‏ ج ُ اللَّيْ‏ ل ِ ي ال‏ ‏َارِ‏ نَّ‏ وَ‏ يُولِ‏ ج نَّ‏ ‏َارَ‏ ِ ي اللَّيْ‏ لِ‏ وَ‏ س<br />

َّ ُ رَ‏ بُّ‏ ك ُ ‏ْك وَ‏ ال نَ‏ تَد َ مِ‏ نْ‏ ُ د ونِهِ‏ مَ‏ ا َ مِ‏ نْ‏ قِ‏ ط<br />

مُ‏ سَ‏ مًّ‏ ذَ‏ لِك<br />

ُ ْ وَ‏ يَوْ‏ مَ‏ الْقِ‏ يَ‏ امَ‏ ةِ‏ يَكْ‏ فُ‏ رُ‏ ونَ‏<br />

‏َك<br />

‏َد يَسْ‏ مَ‏ عُ‏ وا د َ اءَ‏ ك ‏َوْ‏ ِ س عُ‏ وا مَ‏ ا اسْ‏ تَ‏ جَ‏ ابُ‏ وا ل<br />

إِنْ‏ ت<br />

‏ْل<br />

َ يُنَ‏ بِّئ َ مِ‏ ث<br />

ُ ْ وَ‏ ل<br />

شِ‏ ْ بِ‏ كِ‏ ك<br />

‏ْمِ‏ ي ٍ<br />

ُ خ َ بِ‏ ي ٍ<br />

ْ ُ عون<br />

ُ ك<br />

‏َّذِ‏ <br />

ُ ال‏<br />

ْ ُ ل<br />

َ ُ ال<br />

ُ ْ ل<br />

ُ ْ وَ‏ ل<br />

ُ ع<br />

َ<br />

ُ ُ الل<br />

َ<br />

ُ ْ ل<br />

ُ وه<br />

“Geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü de geceye bitiştirir. Güneşi<br />

ve ayı emre amade kılmıştır, her biri belirlenmiş bir süreye kadar<br />

akıp gitmektedir. İşte bunları yaratan Allah sizin Rabbinizdir.<br />

Mülk yalnız O’nundur. O’ndan başka dua/ibadet ettikleriniz ise bir<br />

çekirdeğin incecik zarına bile malik değildirler. Onlara dua etseniz<br />

duanızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet<br />

gününde ise, sizin şirk koşmanızı inkâr edeceklerdir (teberri edeceklerdir).<br />

Her şeyden haberdarolan Allah gibi sana kimse haber<br />

veremez.” 86<br />

ْ ع<br />

86 Fatır Sûresi 13. ve 14.ayetler


ي<br />

ي<br />

ي<br />

ْ<br />

68<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

‏ُرُ‏ ون<br />

dua/iba- kıyamet günü kendilerine وَ‏ يَوْ‏ مَ‏ الْقِ‏ يَ‏ امَ‏ ةِ‏ يَك<br />

Bu ayette Allah (celle ve âlâ) rububiyetini ispat ediyor ve uluhiyetine<br />

delil getiriyor: “İşte bunları yaratan sizin Rabbiniz Allah’tır. Mülk<br />

yalnız O’nundur.” Sonra, O’ndan başka ibadet edilenlerin dünya ve<br />

ahirette acizliğini haber verdikten sonra kıyamet günü de kendilerinin<br />

Allah (azze ve celle)’ye ortak koşulmalarını müşriklere inkâr edeceklerini<br />

beyan ediyor. Konumuza misal getirmek istediğim yeri ise<br />

الَّذِ‏ ن‏ ettikleriniz”. “O’ndan başka dua/ibadet الَّذِ‏ ْ ُ عون ُ ونِهِ‏ şudur:<br />

mevsuledir ve umum ifade eder. Manası “O’ndan başka her neye<br />

veya her kime dua/ibadet ederseniz”dir. Bu ifade Allah (azze ve celle)’den<br />

başka dua/ibadet edilen her şeyi ve herkesi kapsar. Cansız putlar,<br />

cinler, melekler, Nebiler, salihler… Canlı, cansız, diri veya ölü Allah’tan<br />

başka dua/ibadet edilen her şeyi. Devamındaْ إِن ْ ع yani<br />

ُ<br />

“Onlara dua/ibadet etseniz” diyor. Muttasıl nasp zamiri ْ ُ<br />

(hum) en ه<br />

yakın isme dönüyor, o da الَّذِ‏ ن‏ dir. Ve sonra bu Allah’tan başka ibadet<br />

edilenlerin ْ ُ<br />

ْ ف َ بِ‏<br />

det edenlerin şirk koşmalarını inkâr edeceklerinden haberdar ediyor.<br />

Allah (subhanehu ve teâlâ) yapılan dua/ibadetleri ْ ُ<br />

(şirkikum)<br />

diyerek şirk olarak isimlendiriyor. Müfred شِ‏ ْ ‏ك (şirk) lafzına muttasıl<br />

kefu’l-muhatabı ‏(ك)‏ cemaat mimiyle ‏(م)‏ izafet ediyor. Müfrede izafet<br />

umum ifade eder. Şu hâlde ْ ُ<br />

(şirkikum) lafzı şirkin her türünü<br />

kapsar. Büyük şirki de küçük şirki de. Kur’an’da asıl olan lafızların en<br />

âlâ manasına hamledilmesidir. Şu hâlde ayetin manası “ibadet türünden<br />

bir duayla Allah’tan başka herhangi birisine yönelirse büyük<br />

şirk ile müşrik olur”dur. İster doğrudan Allah’tan başkasına yönelsin<br />

ister vesile kılarak olsun, her iki hâlde de ayetin zahirine göre müşrik<br />

olur. Fakat ْ ُ<br />

lafzının ifade ettiği umumu başka harici delillerle<br />

tahsis edersek ayetin manası, doğrudan Allah’tan başkasına ibadet<br />

türünde bir duayla yönelirse o müşriktir fakat aslen duayı Allah (celle<br />

ve âlâ)’ya yönlendiriyor lakin duasının icabeti için diri veya ölü birilerini<br />

vesile kılıyorsa müşrik değildir, olur. Bu hâlde ayette geçen şirk<br />

lafzını küçük şirke hamletmiş ve failini İslam dairesinden çıkarmamış<br />

oluruz. Ayetin zahirini bu şekilde tevile açan muhassisler 87 bir,<br />

şirk lafzının hakikati ve iki, büyük şirk ve küçük şirkin arasındaki<br />

farka delalet eden diğer nasslar olabilir.<br />

‏ُوه<br />

تَد<br />

نَ‏ تَد<br />

شِ‏ ْ كِ‏ ك<br />

شِ‏ ْ كِ‏ ك<br />

َ مِ‏ ن د<br />

شِ‏ ْ كِ‏ ك<br />

شِ‏ ْ كِ‏ ك<br />

87 Tahsis edenler


شَ‏<br />

ي<br />

ي<br />

ثُ‏<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 69<br />

El-mühim, son derece önemli, dinin aslına taalluk eden bu meselede,<br />

aynı ayetten iki manayı da çıkarmak mümkündür. Hangisi Allah<br />

(azze ve celle)’nin murad ettiğidir? Sadece Arapça bilmek ve Kur’an<br />

okumak ilahi muradı ortaya koymak için yeterli gelmeyecektir. Mevzuda<br />

varid olan diğer nassları ve bu nassların delaletlerini, mensuh<br />

olup olmadıklarını ve selefin bu nassları nasıl anladıklarını bilmek<br />

gerekli olacaktır.<br />

Birinci önemli hususun daha iyi anlaşılması için getirdiğim bu<br />

misallerden 88 sonra ikinci önemli hususa gelelim:<br />

Hüküm vermek verilen hükmü mahkûmun aleyh 89 hakkında<br />

kesinleştirmek manasına gelir. Çünkü lügatte َ َ<br />

(ahkeme şey’en ihkamen ve hukmen) bir şeyi kesin bildi ve sapasağlam<br />

yaptı manalarına gelir. Allah (celle ve âlâ)’nın şu kavlinde olduğu<br />

gibi:<br />

ُ ْ ن حَ‏ كِ‏ ي ٍ َ خ بِ‏ ي ٍ<br />

أحْ‏ ك<br />

ْ ءً‏ إحْ‏ اكما وَ‏ حُ‏ كْ‏ ً ً<br />

‏َد<br />

الر كِ‏ تَ‏ ابٌ‏ أ ‏ُحْ‏ كِ‏ َ ت ْ َ آ‏ ُ تُه َّ فُصِّ‏ ل ْ ‏َت مِ‏ نْ‏ ل<br />

“Elif, Lam, Ra. Bu, ayetleri sağlamlaştırılmış, kesinleştirilmiş,<br />

sonra da Hâkim ve Habir olan Allah tarafından geniş geniş açıklanmış<br />

bir Kitaptır.” 90<br />

Bu manada, bir şeye bir şey, müspet veya menfi izafet edildiğinde<br />

o şey hakkında hüküm verilmiş olur ve verilen hüküm de o şey için<br />

َ ٌ يْد (Zeyd kalktı) veya ق َ ٌ يْد kesinleştirilmiş olur. Mesela<br />

kalkmadı) denildiğinde Zeyd hakkında kalkma eyleminin varlığı<br />

veya yokluğu kesinleştirilmiş olur. Lügatte yani insanlar arasındaki<br />

kullanım böyledir. Yani insanlar kendi aralarında konuşurken farkında<br />

olmasalar da bir şeye bir diğerini ispat ederek veya nefyederek<br />

(Zeyd مَ‏ ا قَامَ‏ ز<br />

‏َامَ‏ ز<br />

88 Konuya dört misal getirdim. İlk ikisi ibadet alanından ve son ikisi itikad alanındandır.<br />

Zira her iki alanda da ilahi muradı taşıyan lafızlar sarih ve kat’i olabileceği gibi ihtimalli<br />

ve akabinde ictihada açık da olabilir. Dini asıl ve füru olarak ikiye taksim edip,<br />

ilkine alelıtlak tekfir, tefsik ve tebdi’ terettüp eder; fakat ikincisine alelıtlak ta’zibi hiçbir<br />

hüküm terettüp etmez demek, bid’at fırkaların usûlüdür. Ehl-i Sünnetin usûlünde ta’zibi<br />

hükümlerin varlığı ve yokluğu dinin aslında ve fer’inde mümkündür.<br />

89 Kendisine hüküm verilen.<br />

90 Hud Sûresi 1.ayet


70<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

izafet ettiklerinde bunun kesinlikle böyle olduğunu kast ediyorlar.<br />

Yukarıda verdiğim misalde olduğu gibi. “Zeyd kalktı” diyen şahsın<br />

Zeyd’in kalktığı hususunda şüphesi yoktur. Şüphesi olsaydı “Zeyd<br />

kalktı” değil “Zeyd belki kalktı” veya “Zeyd kalkmış olabilir” gibi bir<br />

tabir kullanırdı.<br />

Bu anlaşıldıysa, ikinci önemli husus olarak saydığım meseleye gelelim:<br />

İnsanlar kendi aralarındaki bu kullanımı Allah (celle ve âlâ)’nın<br />

hitabına aktarıyorlar ve O’nun hükümlerinden bahsederken aynı<br />

kullanım içinde değerlendiriyorlar. Bunun için dinde sadece siyah ve<br />

beyazı kabul ediyorlar. Farkında olmasalar da kendi görüşlerini Allah<br />

(azze ve celle)’nin meselede koyduğu hüküm olduğunu zannediyorlar 91<br />

ve bunun için herkese karşı savunuyorlar. Hatta kıt anlayışları sebebiyle<br />

Allah’ın hükmünü inkâr ettiğini zannederek muhaliflerini tekfir,<br />

tefsik 92 ve tebdi’ 93 ediyorlar. Hâlbuki hakkında konuştukları şer’î<br />

bir hükümdür. Yani Allah (azze ve celle)’nin hitabıdır, kişinin hitabı değil;<br />

senin, benim değil, Allah’ın hitabıdır. O’nun neyi kast ettiğini sen<br />

ben değil ancak Kendisi (celle ve âlâ) kesinleştirebilir. Ve bunu hitabının<br />

bir kısmında yapmıştır ve bir kısmında yapmamıştır ki kalpleri eğri<br />

olanlar belli olsun: “Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun bazı ayetleri<br />

muhkemdir ki bunlar Kitab’ın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir.<br />

Kalplerinde eğrilik olanlar fitne aramak ve onu tevil etmek için<br />

ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini<br />

ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise: “Biz ona inandık.<br />

Hepsi Rabbimiz tarafındandır” derler.” 94 Şu hâlde şer’î bir mevzuda<br />

konuşan kişi semadan inmiş burhanını gösterebilmelidir. Kendi anlayışına<br />

göre bir şeye helal veya haram demesi kendisinden başkasını<br />

bağlamaz ve kendisinin de lehine değil ancak aleyhine olur.<br />

Fıkıh ehli ise, Allah (celle ve âlâ)’nın muradını kesinleştirmekteki acziyetlerini<br />

itiraf ederler ve ancak ilahi muradı zannedebileceklerini 95<br />

91 Burada zannediyorlar fiili halkın kullanımı üzeredir, bilmenin alt kısımlarından olan<br />

zan değil.<br />

92 Kişiye fasık hükmünü vermek.<br />

93 Kişiye bid’atçı hükmünü vermek.<br />

94 Al-i İmran Sûresi 7.ayet<br />

95 Burada zannedebilecekleri fiili ıstılahi manadadır.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 71<br />

bilirler. Bunun için de hüküm koymakta son derece ihtiyatlı olurlar<br />

ve muhtemel muhalif görüşlere de müsamaha gösterirler. Bunun için<br />

Medine ehlinin imamı Malik bin Enes (rahimehullah) verdiği bir fetva-<br />

نَ‏ ْ نُ‏ ي نَ‏ dan sonra<br />

ْ ن َ نظ َّ َ ظن<br />

“Biz yalnızca bir zanda bulunup إِ‏<br />

zannediyoruz. Biz, kesin bir bilgi elde etmiş değiliz” 96 demiştir. 97<br />

ُ نُّ‏ إِ‏ ل<br />

ًّ ا وَ‏ مَ‏ ا <br />

ب ُ سْ‏ َ ت يْ‏ قِ‏ نِ‏ <br />

Buraya kadar şer’î hükmün hakikatini açmaya ve izah etmeye çalıştım.<br />

Tevfik Allah’tandır. Bundan sonra risalenin konusu olan tekfir<br />

hükmüne gireceğim inşaAllah. Buraya kadar söylediklerim konumuza<br />

bir temhid olarak anlaşılmalı. Burada yine şunu tekrarlamakta<br />

fayda olacaktır: Bu risalenin gayesi tekfir mevzusunu fıkhi mahiyetiyle<br />

incelemek değildir. Bu risalenin gayesi, tekfirin hakikatini incelemektir<br />

ve böylece Allah’ın izni ve keremiyle fıkhi mahiyetinin daha<br />

iyi anlaşılmasına yardımcı olmayı sağlamaktır. Yer yer alışılagelmişin<br />

dışında yaptığım farklı değerlendirmeler veya taksimatlar bu maksat<br />

doğrultusunda değerlendirilmeli. Muvaffak kılan sadece Allah’tır.<br />

* * *<br />

96 El-Casiye Sûresi 32.ayet<br />

97 Konunun bütünlüğünü korumak için burada şunu eklemek gerekir: Bu hükmün beyanı<br />

zanna dayandığı mevzularda böyledir fakat kat’i olan mevzularda hüküm beyan etmek<br />

Allah (azze ve celle)’nin Kendisinin tasrih ettiği hükmü nakletmekten ibaret olur.


- ikinci kısım -<br />

(Fasıl)<br />

“Tekfir Şer’î Hükümdür.”<br />

Ne Demek?


74<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Daha önce tekfirin şer’î kavram olarak iki manaya geldiğini söylemiştim.<br />

Fakat mutlak olarak tekfirden bahsedildiği zaman kast<br />

edilen; İslam’ın aslını bozan söz, fiil veya itikad sebebiyle sahibine<br />

verilen küfür hükmüdür. “Verilen küfür hükmü” ibaresinin manası,<br />

Kitap ve Sünnetin mükeffer 98 olduğuna delalet eden söz, fiil veya<br />

itikad sahibininin dünya ve ahirette ahkâm terettüp etmesini iktiza<br />

edecek şekilde Kufru’l-Ekber’e nispet edilmesidir. Bu nispet ya mutlak<br />

olur veya muayyen olur. Mutlak olduğu zaman hüküm ispat edilmiş<br />

olur lakin ispat edilmiş olan hükmün faili için geçerli olup olmayışı<br />

belirlenmiş olmaz. Muayyen olduğu zaman ispat edilmiş olan<br />

hüküm faili için de ispat edilmiş olur ve fail taalluk eden ahkâmı<br />

alır. Mesela, hırsızlığın hükmü sağ elin bilekten kesilmesidir. Fakat<br />

hırsızlık eden muayyen kişinin elinin kesilip kesilmeyeceği, kadının<br />

meseleyi tahkik edip şartların oluşmuş veya oluşmamış, engellerin<br />

de kalkmış veya kalkmamış olduğunu kararlaştırması sonrasındadır.<br />

Bunun gibi, bir sözün veya fiilin veya itikadın İslam milletinden çıkaracak<br />

küfür olduğunu ispat etmek mutlak tekfir hükmüdür. Fakat<br />

söz veya fiil veya itikadın küfür olması zorunlu olarak sahibinin de<br />

kâfir olmasını iktiza etmez. Ancak ehil kişi şartların oluşmuş olduğunu<br />

ve engellerin kalkmış olduğuna kanaat getirmiş ise küfür hükmünü<br />

sahibi için de ispat eder. Bunun akabinde tekfir edilmiş olan<br />

şahıs İslam dairesinden çıkmış olur ve İslam’ın ona kazandırdığı can<br />

ve mal emniyetini kaybeder. Yukarıda ehil kişi şartların oluşmuş olduğuna<br />

ve engellerin kalkmış olduğuna kanaat getirmiş ise dedim;<br />

çünkü ulema tekfir hükmünü iktiza eden veya men eden şartlar ve<br />

manilerin açılımlarında ve sınırlarında ihtilaf etmişlerdir. Tabii bu<br />

tekfirin zanna 99 dayandığı hususlarda böyledir. Zanna dayanmayıp<br />

98 Küfür nispetini gerektiren.<br />

99 Burada ıstılah manasıyla kullanılmıştır.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 75<br />

kat’i olan tekfirde aslen şartlar ve manilerin tahkiki (tahkiku’l-menat)<br />

aranmaz. Bunu aşağıda Allah (celle ve âlâ)’nın izniyle açacağım.<br />

Birinci kısımda şer’î hükmün Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın iradesinden<br />

haber vermek olduğunu söylemiştim. Tekfir de şer’î bir hüküm<br />

olduğuna göre tekfir etmek, mutlak veya muayyen olsun, Allah (azze<br />

ve celle)’nin söz konusu söze, fiile veya itikada ve sahibine küfür hükmünü<br />

vermiş olduğunu haber vermek olur. Böyle bir hükmü Allah<br />

(azze ve celle)’ye izafet edebilmek için kuşkusuz mesnedi Allah (subhanehu<br />

ve teâlâ)’nın vahyi olması lazımdır. Bu manada İmam eş-Şafii (rahimehullah)<br />

şöyle demiştir: “Kesinlikle hiç kimseye şu helaldir şu haramdır demek<br />

caiz değildir. İlmî cihetten olması müstesna. İlmî cihet ise Kitabın veya Sünnetin<br />

veya icmanın veya kıyasın verdiği haberdir.” 100<br />

Bu büyük imamın sözüne göre hükmün kaynağı iki yola münhasırdır:<br />

Birinci yol nasstır yani Kur’an, Sünnet ve kat’i icmadır. Ve<br />

ikinci yol da kıyastır yani fer’in asıla illette birliklerinden dolayı ilhak<br />

edilmesidir. Bu yol saf ictihaddır. Birinci yol ise asıl itibariyle değil<br />

ama tatbik itibariyle ictihada açıktır. Ve Âllame eş-Şevkani (rahimehullah)<br />

(Vefat H: 1250) şöyle diyor: “Bil ki, Müslüman bir kişinin İslam<br />

Dini’nden çıkıp küfre girmiş olmasına hükmetmek, Allah’a ve ahirete iman<br />

etmiş bir Müslümanın ancak gündüz güneşinden daha aydın bir burhan ile<br />

yaklaşacağı bir meseledir.” 101 Ve İmam İbn-i Kayyım (rahimehullah) şöyle<br />

diyor: “Allah ve Rasûlü’nün tekfir etmediğini tekfir etmek kebairdendir.” 102<br />

Bu büyük âlimin sözüne dikkat et! “Allah ve Rasûlü’nün tekfir etmediğini”<br />

diyor, demek ki bir kişi bir kişiyi tekfir edecek olursa bu hükmün<br />

Allah (azze ve celle)’ye ait olduğuna, O’nun katında sabit olduğuna<br />

kanaat getirmesi lazım. Bu, aklıyla ve hevasıyla değil, ancak burhan<br />

ile olacak bir iştir. Aksi takdirde Allah (celle ve âlâ)’ya karşı bilmediği<br />

bir şey söylemiş olur. Hatta belki yalan uydurmuş olur. Ve bu muhakkak<br />

“kebairdendir”. Bunun için İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)<br />

şöyle diyor: “Küfür şer’î hükümdür ve şeriatın sahibinden alınır. Akıl ile<br />

bir sözün doğruluğunu ve yanlışlığını bilmek mümkündür. Ama akla göre<br />

100 Er-Risale, 1.cüz/39.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı)<br />

101 Es-Seylu’l-Cerar, 978.sayfa. (Dar-u İbn-i Hazm, ilk baskı)<br />

102 İ’lamu’l-Muvakkiin, 4.cüz/405.sayfa. (Daru’l-Cil baskısı m.1973)


76<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

doğru olan her şeyin şeriatta bilinmesi vacip olmadığı gibi, akla göre yanlış<br />

olan her şeyin de şeriatta küfür olması gerekmez.” 103<br />

Evet! Aklın, görüşün ve istihsanın tekfir hükmünde bir nasibi<br />

yoktur. O, Allah (azze ve celle)’nin hakkıdır ve bunun için ancak O’nun<br />

vahyine mesnet olabilir. Bunun için Yemen imamı İbnu’l-Vezir<br />

el-Mürteza (rahimehullah) (vafatı h.840) şöyle diyor: “Muhakkak ki tekfir<br />

katıksız semaidir(naklidir), aklın ona dâhil olacağı yer yoktur.” 104<br />

Fasıl<br />

Tekfir iki kısımdır:<br />

Kat’i tekfir ve Nazari tekfir. 105<br />

Tekfir hükmü Allah (azze ve celle)’nin bir söze veya fiile veya itikada<br />

ve sahibine küfür hükmünü verme yönünde iradesinden haber vermek<br />

olduğuna göre, tekfir hükmünü iki kısma ayırabiliriz:<br />

Birinci kısım: Allah (azze ve celle)’nin bu yönde iradesini açık ve sarih,<br />

birden fazla ihtimale açık olmayan şekilde beyan ettiği ve O’na<br />

nispeti kesin olan hüküm.<br />

Ve ikinci kısım: Açık ve sarih beyan etmediği, birden fazla ihtimallere<br />

açık olan veya O’na nispeti kesin olmayan, nazara ve istidlale<br />

muhtaç olan hüküm.<br />

Başka bir tabirle bu taksimata binaen tekfiri şu iki kısma ayırabiliriz:<br />

Kat’i tekfir ve nazari tekfir.<br />

Kat’i tekfir hükmü, kat’i ilme dayanan ve nazari tekfir hükmü,<br />

zanni ilme dayanandır. Kat’i ve zanni kavramlarını ulema muhtelif<br />

tarif etmişlerdir. Nitekim bunlar beşer tarafından vazedilmiş<br />

103 Deru Tearuzi’l-Akli ve’n-Nakl, 140 (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1417)<br />

104 El-Avasim ve’l-Kavasim, 178 (Muessessetu’r-Risale, içinci baskı h.1415)<br />

105 Bu taksimat tekfirin şer’î hüküm olması cihetinden usûli bir taksimattır, fıkhi değil.<br />

Daha önce de ifade ettiğim gibi bu risale tekfiri fıkhi mahiyetiyle konu etmemektedir.<br />

Fakat tekfiri fıkhi mahiyetiyle daha iyi anlayabilmek için usûli bir tahlildir.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 77<br />

manaları temsil eden terimlerdir ve tenevvüye 106 açıktır. Bu kavramlar<br />

tevkifi 107 değil tevfiki (ictihadi)’dir. Dolayısıyla ulema ıstılahlardaki<br />

farklılıklara itiraz etmemişlerdir. Bu bağlamda haberin ne şartlarda<br />

ilim ifade ettiğini ve ne tür ilim ifade ettiğine ilişkin muhtelif<br />

görüşleri de vardır. Benim burada kat’i ilim ve zanni ilim olarak kast<br />

ettiğim en basit ifadeyle şudur: Kat’i ilim vürud (senet) ve delalet<br />

(mana) cihetiyle kat’i olandır ve zanni ilim vürud (senet) ve delalet<br />

(mana) cihetiyle zanni olandır.<br />

İlmin bu taksimatını ulemanın sözlerinde bulmamız mümkündür.<br />

Mesela:<br />

İmam eş-Şafii (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle diyor: “İlim ikidir: Yaygın<br />

olan ve herkesin bildiği ilim;bu, aklını kaybetmiş olan müstesna, baliğ<br />

olanın cahil olması mümkün olmayan ilimdir. Beş vakit namaz gibi ve<br />

Allah’ın insanlara Ramazan ayında oruç tutmayı emretmiş olması gibi ve<br />

gücü yettiği hâlde hac etmesi gibi ve mallarının zekâtını vermesi gibi ve<br />

zinayı, katli, hırsızlığı, içkiyi ve buna benzer şeyleri haram kılmış olması<br />

gibi. Allah-u Teâlâ kullarını bu gibi şeyleri bilmekle ve canlarından ve mallarından<br />

vermekle mükellef kıldığı gibi haram kıldığı şeylerden ellerini çekmekle<br />

de mükellef kılmıştır. Bu bilgiler Allah’ın kitabında kelimesiyle yazılı<br />

olan ve İslam ehlinin genelinde malum olan, avamın avamdan naklettiği,<br />

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den hikâye ettikleri bilgiler sınıfındandır.<br />

Bu bilgileri aktarmayı inkâr etmedikleri gibi, üzerlerine vacip olduklarını<br />

da inkâr etmezler. Ayrıca bu ilim, bildirilmesinde hata olması mümkün olmayan<br />

ve tevile açık olmayan ilimdir. Ayrıca bu tür ilimde tartışma da caiz<br />

olmaz.” Devamında kendisine “Ve ikincisi nedir?” diye sorulduğunda<br />

(İmam eş-Şafii (rahimehullah) şöyle diyor: “Kulların ara sıra işledikleri farzların<br />

teferruatı, hüküm vs. olup yaygın olmayan, hakkında Kitaptan nass<br />

bulunmayan ve ekserisinde sünnetten de nass bulunmayan, hakkında sünnetten<br />

bir şey var olsa da bu umumen bilinen bir haber değil de ancak hususen<br />

bilinen bir haber olandır. Ayrıca tevile açık ve kıyas yoluyla ulaşılabilecek<br />

olandır.” 108 İmam eş-Şafii (rahimehullah) ilmin bu tarifinde bizim<br />

106 Çeşitliliğe.<br />

107 Şeriatın belirlediği.<br />

108 Er-Risale, sayfa 357,358,359. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı)


78<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

taksimatımıza işaret ediyor ve kat’i ilmi “Bu bilgiler Allah’ın kitabında<br />

kelimesiyle yazılı olan” diyerek senet cihetiyle kat’i olduğunu ve “Bildirilmesinde<br />

hata olması mümkün olmayan ve tevile açık olmayan ilimdir”diyerek<br />

de delalet cihetinden kat’i olduğunu ifade ediyor. Zanni ilmin<br />

de “Kitaptan nass bulunmayan ve ekserinde sünnetten de nass bulunmayan.<br />

Hakkında sünnetten bir şey var olsa da bu umumen bilinen bir haber değil<br />

de ancak hususen bilinen bir haber olur” diyerek senet cihetinden zanni<br />

olduğunu ve “Ayrıca tevile açık ve kıyas yoluyla ulaşılabilecek olandır” diyerek<br />

de delalet yönüyle zanni olduğunu ifade ediyor.<br />

Ve Hanefi ulemasının büyüklerinden fakih ve usûlcü âlim Ebu<br />

Bekr el-Cassas (rahimehullah)’ın (Vefat H: 370) sözleri de yaptığımız<br />

taksimatı açık ifade ediyor. O (rahimehullah) hükümleri ikiye ayırarak<br />

şöyle diyor: “Biri Allah-u Teâlâ’nın hakkında kat’i delil var ettiği ve ilme<br />

ulaştırandır. Öyle ki bunu bırakan isabet etmemiş olur, bilakis Allah’ın hükmünü<br />

terk etmiş hata sahibi olur. İkincisi, yolu ictihad ve zannı galip olan ve<br />

matlub ilme ulaştıran kat’i delilin bulunmadığıdır.” 109<br />

Ve müceddit İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle diyor:<br />

“Doğru olan şu ki, meseleler iki kısma ayrılır: Katiyet ile isabet etmiş olduğu<br />

meseleler ve hakka isabet etti mi, hata mı ettiğini kesin bilmediğimiz<br />

meseleler. Bu, delillerin ve araştırana hükmün beyan olması hasebindedir.”<br />

110 İmamımız (rahimehullah) “Doğru olan şu ki” dediğinde konudaki<br />

mevcut ihtilafa işaret ediyor lakin sahih olan meselelerin ve bu meselelerin<br />

dayandıkları delillerin ve meselelerden çıkan hükümlerin “İki<br />

kısma ayrılmasıdır”“Katiyet ile isabet etmiş olduğu meseleler” yani hakka<br />

isabetin kat’i olduğu meseleler ki bu ancak sübutu ve delaleti kat’i<br />

olan delillere dayanmasıyla mümkün olur ve “Hakka isabet etti mi,<br />

hata mı ettiğini kesin bilmediğimiz meseleler”;çünkü delilleri ya delaleti<br />

muhtemel olanlardır veya senetleri hakkında ihtilaflar vardır.<br />

Ve İmam İbn-i Kayyim (rahimehullah) mevzuyu daha anlaşılır bir şekilde<br />

şöyle açıklıyor: “Kur’an ve Sünnet’in lafızları üç kısımdır: Sadece bir<br />

109 El-Fusulu fi’l-Usul, 1.cüz, sayfa 161,162. (Vizaratu’l-Evkafi ve’ş-Şuuni’l-İslamiyye. Devletu’l-Kuveyt.<br />

İlk baskı, h.1405)<br />

110 El-Musvedde, sayfa 504. (Daru’l-Kitabi’l-Arabi baskısı)


ي<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 79<br />

mana ihtimali olan nasslar, zahir manası dışında mercuh 111 mana ihtimalleri<br />

olan lafızlar ve açıklanmaya muhtaç olan lafızlar. Bunlar açıklanmazlarsa<br />

muhtemel manalara açık olurlar.” İmam İbn-i Kayyım (rahimehullah)<br />

bahsi “Kur’an ve Sünnet’in lafızları”yla tahdid ediyor çünkü cumhur<br />

ulemada şer’î deliller semaidir. Ve bunlar “Üç kısımdır”: Birinci kısım<br />

“Sadece bir mana ihtimali olan nasslar”. Bunlar bizzat yakin ifade eder,<br />

yani hiç kimse bu delilin sübutunda veya delalet ettiği manada tereddüt<br />

etmez. Bu delilin hiç kimse için bir kapalılığı veya başka ihtimali<br />

yoktur. Bu delillere bina edilen hükümler kat’idir. İkinci kısım “Zahir<br />

manası dışında mercuh mana ihtimalleri olan lafızlar” yani bu deliller<br />

hem sübut cihetinden ve hem de delalet cihetinden ihtimallere açık<br />

olan, tereddüdü kabul eden, lakin mercuh ihtimallerin varlığıyla<br />

beraber racih bir ihtimalin zahir olduğu delillerdir. Üçüncü kısım<br />

“Açıklanmaya muhtaç olan lafızlar” yani iki cihetten de muhtemel olan<br />

ve ihtimallerin müsavi olup tercihi zahir olmayan deliller. Bu deliller<br />

birinci ve ikinci tür delillerin doğrultusunda değerlendirilmeleri<br />

gerekir.<br />

Ulemanın ilmi, kat’i ve zanni olarak ikiye ayırmaları Kur’an’nın<br />

da şahitlik ettiği haktır. Zira Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor:<br />

‏ِب َ ااتٌ‏<br />

‏َش َ<br />

‏ْكِ‏ َ تابِ‏ وَ‏ أ َ ‏ُخ رُ‏ مُ‏ ت<br />

َ َ ٌ ات ه ُ نَّ‏ أ ‏ُمُّ‏ ال<br />

ُ ْ ك<br />

‏ْكِ‏ َ تابَ‏ مِ‏ ن ْ ُ ه آ‏ َ تٌ‏ م<br />

‏َّذِ‏ ي أنْ‏ زَل َ ال<br />

هُ‏ وَ‏ ال<br />

َ َ َ عل ‏َيْ‏ ك<br />

“Sana Kitabı indiren O’dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir.<br />

Bunlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı ise müteşabihtir.” 112<br />

İmadu’d-din Hafız İbn-i Kesir (rahimehullah) ayetin tefsirinde şöyle<br />

diyor: “Allah-u Teâlâ Kur’an’da “Bir kısım ayetler(in) muhkem (olduğunu).<br />

Bunlar kitabın anası (olduğunu)” haber veriyor. Yani açıklanmış,<br />

delaleti apaçık, hiçbir kimse için anlaşılmazlığı ve kapalılığı yoktur. Ve<br />

“Diğer bir kısmı ise müteşabihtir” bunlar insanların çoğu veya bazıları<br />

için anlaşılmazdırlar, yani delalet yönüyle muhkem ayetlere uygun olma<br />

111 İki ihtimal arasında racih olmayan.<br />

112 Al-i İmran Sûresi 7.ayet


80<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

ihtimali de var, Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın ayette muradı yönüyle değil ama<br />

lafız ve terkip itibariyle başka bir şeye delalet etme ihtimali de var.” 113<br />

Bundan sonra, “Kat’i ilim, senet ve delalet cihetiyle kat’i olandır<br />

ve zanni ilim, senet ve delalet cihetiyle zanni olandır” cümlesini<br />

açıklamaya geçmeden evvel kısa da olsa bir hususa değinmek konumuzun<br />

daha iyi anlaşılması için önemlidir. Bu husus şudur: İlmin<br />

kat’iyeti veya zanniyeti başlı başına İslam uleması arasında çok tartışılmış<br />

bir meseledir.<br />

İttifak ettikleri şudur: Mütevatir nakil ilim ifade eder, ameli icap<br />

ettirir ve inkârı küfürdür.<br />

Mevcut ihtilafı ise ihtisar ile şöyle toparlayabiliriz:<br />

Bir. Ekser ulemaya göre şer’î deliller ancak semai (nakli)’dir ve<br />

iki kısma ayrılır: Kat’i deliller, bunlar kat’i ilim ve yakin ifade eder ve<br />

zanni deliller, bunlar zanni ilim ifade ederler. Buna göre kat’i delile<br />

dayanan hükümler kat’i olur ve zanni (muhtemel) delile dayanan hükümler<br />

de zahir veya racih hükümler olur fakat kendisine hüccet olarak<br />

ulaşmış olanın üzerine amelin vucubiyeti açısından kat’i olur. 114<br />

Bu kısım âlimlerden bazıları da şer’î delillerden çıkan ahkâmın umumen<br />

kat’iyet ifade ettiğini söyler; ister hükmün dayandığı delil kat’i<br />

olsun ister zanni olsun 115 . Ulemadan başkalarına göre ise şer’î deliller<br />

umumen kat’iyet ifade eder. Bu âlimlere göre şeriatta zanni deliller<br />

yoktur. Bunun manası şudur: Bir delil kat’i ilim ifade etmiyorsa delil<br />

değildir. 116 Ve Fahruddin er-Razi (Vefat H: 606) ve onun yolunu izleyenlere<br />

göre semai delillerde asıl olan ancak zannı galip derecesine<br />

çıkabilmeleridir çünkü er-Razi’ye göre nakli delillerin kat’iyetini düşüren<br />

çok ihtimaller vardır. Ancak bu ihtimallerin kalkmasıyla nakli<br />

delil kat’iyet kazanır. Bu ihtimalleri “Mahsul”ünde saymıştır. Böyle<br />

113 Tefsiru’l-Kurani’l-Azim, 2.cüz, sayfa 7. (Dar-u Tayyibetin li’n-Neşri ve’t-Tevzi’, ikinci<br />

baskı h.1420)<br />

114 Yukarıda sözlerini aktardığım âlimler bu kısma misaldir.<br />

115 Bk. El-Bahru’l-Muhit, 1.cüz, sayfa 95-97. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1421)<br />

116 Bu, genelde kıyas karşıtı zahiri mezhebine mensup ulemanın ve bazı Mutezile görüşlü<br />

âlimlerin görüşüdür.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 81<br />

bir şart getirerek baştan nakli delillerin kat’i ilim vasıflarını düşürmüştür<br />

ve zanniyattan kılmıştır. Bununla da kalmamıştır ve ikinci<br />

bir külli kaide olarak nakli delil ile akli delilin çatıştığı hallerde akli<br />

delilin nakli delile takdim edilmesi gerektiğini iddia etmiştir. Çünkü<br />

akıl naklin fehmi için asıldır. Asıl ise ihtilaf halinde fer’i olana mukaddemdir,<br />

demiştir. Bu iki külli kaideyle er-Razi bir, genel itibariyle<br />

nakli delillerin yakini olmadığını, zanni olduğunu iddia etmiştir 117<br />

ve iki, aklı asıl kılarak naklin önüne geçirmiştir. Böylece dinin aslını<br />

da fer’ini de akla açmıştır; nakli delillerin dokunulmazlığını kaldırmış<br />

ve dinin esaslarını yıkmıştır. Hatta İmam İbn-i Kayyım (rahimehullah)<br />

Fahruddin er-Razi’nin yaptığını tağut olarak isimlendirir ve<br />

şöyle der: “İslam fırkalarında İbnu’l Hatib’ten 118 önce onun gibi bu tağutu<br />

ortaya çıkarmış, iyice yerleştirmiş, varlığını genişletmiş ve güçlendirmiş birisi<br />

bilinmez.” 119 Maalesef mütekellim mezhebine 120 mensup başka usul<br />

âlimleri de er-Razi’yi bu görüşünde desteklemişlerdir, hatta “Mahsul”ü<br />

cumhurun fıkıh usûlünde esasi kitap olmuştur. Muhakkak bir,<br />

iki çürük elma sebebiyle elma sepetini atmak akılsızlık olur fakat<br />

özellikle bu hususa dikkat edilmeli; çünkü bu usûlü inhirafın nereye<br />

çıktığı aşikârdır. 121<br />

117 El-Mahsul’unda şöyle diyor: “Bil ki, insaf olan şu ki bu lafzi (nakli) delillerin yakin<br />

ifade etmesine bir yol yoktur. Ancak yakin ifade etmesini sağlayan karineler ile beraber<br />

gelirse hariç. İster bu karineler müşahede edilmiş olsun veya bize tevatüren nakledilmiş<br />

olsun…” (1.cüz, sayfa 575,576) ve başka bir yerde “…lakin biz şunu açık ifade ettik: Lafzi<br />

(yani nakli) deliller nerde olursa olsun yalnız zan ifade eder…” (3.cüz, sayfa 303,304.<br />

Camiatu’l-İmam Muhammed bin Suud el-İslamiyye, ilk baskı h.1400)<br />

118 Fahruddin er-Razi’nin lakabıdır.<br />

119 Es-Savaiku’l-Mursele, 2.cüz, sayfa 640. (Daru’l Asime, üçüncü baskı h.1418)<br />

120 Buradaki kasıt mütekellim fırkası değil, fıkıh usûlünde cumhurun mezhebidir.<br />

121 Muhakkak Fahru’r Razi’nin ortaya attığı görüşü ulema farklı değerlendirmiştir. Hepsi<br />

İmam İbn-i Teymiyye ve İmam İbn-i Kayyım (rahimehumallah) kadar sert tepki vermemişlerdir.<br />

Çoğu er-Razi’nin sözlerini, daha doğrusu sözleriyle kast ettiğini farklı<br />

yorumlamışlardır. El-Mahsul’ünde saydığı, kendi tabiriyle lafzi delillerin kat’iyetini<br />

düşüren ihtimallere insaf ile baktığımızda, çoğu lafzın medlulünde olan ihtimaller olduğunu<br />

görüyoruz. Binaenaleyh er-Razi’nin kast ettiği “lafızdaki mana ihtimallerinden<br />

dolayı bizzat lafzın kendisinden delaletini kesinleştirmek mümkün değildir ancak harici<br />

karineler (başka nasslar veya sahabe sözü gibi) ile semai delillerin medlulü kat’iyet<br />

ifade eder” ise, o zaman bu söz kısmen doğru olabilir. Fakat kast ettiği “mutlak olarak<br />

semai delillerin delaletini kat’i surette tayin etmek mümkün değildir” ise, o zaman bu<br />

şüphesiz batıldır. Bunu söylemeyi gerekli buldum çünkü er-Razi’nin bazı sözleri ihtimallidir.<br />

Mesela “…bil ki, insaf olan şu ki bu lafzi delillerin yakin ifade etmesine bir yol<br />

yoktur. Ancak yakin ifade etmesini sağlayan karineler ile beraber gelirse hariç. İster bu<br />

karineler müşahede edilmiş olsun veya bize tevatüren nakledilmiş olsun…” sözü gibi.<br />

Ayrıca lafzi (nakli) delillerin sübut açısından kat’iyet ifade edebileceğini de inkâr etm-


82<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

İki. Dinin aslında hükümler yalnız kat’i delillerle sabit olur. Bunda<br />

ihtilaf yoktur. Fakat kat’i delil nedir? Yukarıda buna ilişkin muhtelif<br />

görüşleri saydım. Bununla irtibatlı ittifak edilmiş başka bir husus,<br />

kat’i delilin ilim ifade ettiğidir. Dinin aslı yalnız ilimle sabit olur, zan<br />

ile değil. Bunda ihtilaf yok fakat ihtilaf ilmin tarifinde vaki olmuştur.<br />

Ekser fukahaya göre bir haberin ilim ifade etmesi için mütevatir<br />

olması şarttır. Mütevatiri de “Âdeten yalan söylemek üzere anlaşması<br />

mümkün olmayan sayıda bir ravi topluluğun naklettiği haber”<br />

olarak tarif etmişlerdir. Mütevatir haberin tarifinde fakihler ve hadisçiler<br />

arasında bir ihtilaf yoktur. 122 Fakat naklin tevatürü için ravi<br />

adedin kaç kişiye ulaşması gerektiği noktasında ve habere kat’iyeti<br />

kazandıran yalnız adedin mi olduğu yoksa genel itibariyle karineler<br />

mi olduğu noktasında her iki kesim ulema arasında ihtilaf mevcuttur.<br />

Bu ihtilaf da tevatür şartlarını tamamlamamış haberin ilim ifade<br />

edip etmemesine yansımıştır. Zira bir haberin ilim ifade etmesi için<br />

kat’i olması gerekir, kat’i olması için de mütevatir olması gerekir. Dolayısıyla<br />

ekser fukaha tevatür vasfına haiz olmayan haberi yani ehad<br />

haberi ilim ifadesinden men etmiştir ve zanniyattan kılmıştır. 123 Laiyor.<br />

Fakat Mahsul’ünde saydığı dokuz ve başka bir yerde on ihtimalin içinde getirdiği<br />

naklin akla ters düşmesi ihtimaline gelince bunun batıllığında hiçbir şüphe yoktur. Hatta<br />

tek başına sadece bu ihtimalin sıhhatini kabul etsek, çoğu nakli delillerin kat’iyetini<br />

nefyetmiş oluruz. Tabii şunu da burada belirtmemiz gerekir: Er-Razi nakli delillerin<br />

kat’iyetini takriben imkânsız bir hâle sokmasıyla beraber tamamen de işlevsiz kılmıyor.<br />

Ancak zannı galip derecesine çıkabilir diyor. Zannı galip ile amelin vacipliği ise icma<br />

ile sabittir. El-mühim, er-Razi’nin neyi kast ettiği ihtimalli olmasıyla beraber, neye yol<br />

açtığı ortadadır. Vakıada dinin aslını ve fer’ini atıl kılanlar bu görüşten besleniyorlar<br />

ve bu görüşün ispat ettiği bir ilaha ibadet ediyorlar. Dolayısıyla Âllame Şemsu’d-din<br />

İbn-i Kayyım (rahimehullah)’ın tespiti ne de yerinde olmuş: “Onun gibi bu tağutu ortaya<br />

çıkarmış, iyice yerleştirmiş, varlığını genişletmiş ve güçlendirmiş birisi bilinmez”.<br />

Allah-u Â’lem.<br />

122 Fakat usûl âlimlerinin cumhuru mütevatiri “Sözlerinden ilim hâsıl olacak sayıda bir<br />

topluluğun haberidir.” olarak tarif etmişlerdir. Bk. el-Mahsul, 4.cüz/323.sayfa. (Camiatu’l-İmam<br />

Muhammed bin Suud el-İslamiyye, ilk baskı h.1400) Usûlcülerin mütevatir<br />

haberi tariflerinden usûlcülere göre tevatürle ilmin zaruri ilişkisi açık ortaya çıkıyor.<br />

123 Ehad haberin tarifinde de ulema ihtilaf etmişlerdir. Ehad haberin tarifinde ittifak ettikleri<br />

husus, mütevatir haberin şartlarına haiz olmamasıdır. Hadis ulemasının ekseri<br />

ehad haberi garip, aziz ve meşhur olmak üzere üç kısma ayırmışlardır. Bazıları bir<br />

dördüncü kısım olarak mustefız (ahiri ض ile) haberi eklemişlerdir. Âlimlerin çoğuna<br />

göre bu üç veya dört kısım ehad haberdendir. Bazıları ise mustefız haberi ehad ile<br />

mütevatir haber arasında kabul etmişlerdir. Kimisi de meşhur ve mustefız haberi mütevatir<br />

haberden saymıştır. Bu ihtilafın hasebinde haberin kat’iyeti noktasında da ihtilaf<br />

etmişlerdir. Meşhur ve mustefız haberi mütevatire ilhak edenler, kat’iyetini ve ilim ifade<br />

ettiğini de savunmuşlardır. Katmayanlar kabul etmemişlerdir. Müstefızı ehad ile<br />

mütevatir haber arasında görenlerden kimisi kat’iyetini savunmuştur kimisi zannı galip<br />

ifade eder ve başkaları da yakine yakındır demişlerdir.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 83<br />

kin hadis imamları ve Hadis Ehli fukahası sahih ehad haberlerin de<br />

ilim ifade ettiğini savunmuşlardır ve dinin aslında sahih ehad haberle<br />

delil getirmişlerdir. Şüphesiz doğru olan da budur; çünkü tevatür,<br />

haberin senediyle alakalıdır, haberin şeriat sahibine sahih nispetiyle<br />

değil. Haberin sıhhati yönünden ilim ise adil ve zapt ehli ravinin<br />

mislinden şeriat sahibine muttasıl senetle ve illetlerden ve şazlardan<br />

ari rivayetiyle vacip olur. Ehad haberin kat’iyetini tevatür yanında<br />

başka karineler de sağlayabilir. Mütevatir olması bir haberin kat’iyeti<br />

için en güçlü karine olabilir lakin buna münhasır olduğunu söylemek<br />

için delil gereklidir. 124<br />

Üç. Konumuzda ulema arasında üçüncü bir ihtilaf mevzusu da<br />

şudur: Kat’i haber ilim ifade eder lakin ifade ettiği ilim zaruri midir<br />

nazari midir? Cumhura göre kat’i haber zaruri ilim ifade eder. Zaruri<br />

ilim, insanların reddedemedikleri zorunlu bilgidir; bizzat duygu<br />

organlarıyla müşahede edilen gibi yakinen sabit olur. Araştırmaya<br />

da muhtaç değildir, bunun için de sübutunda şek ve şüphe yoktur.<br />

Ayrıca bu ilmin zorunluluğunda büyük ve küçük, araştırmaya ehil<br />

olan ve olmayan eşittir. Nazari veya başka bir ismiyle müktesep ilim<br />

ise araştırmaya ve delillendirmeye muhtaç olan ilimdir. Dolayısıyla<br />

da kabul ve redde açıktır.<br />

İşin doğrusu, burada üç maddede toplamaya çalıştığım mevzumuzla<br />

alakalı ihtilafların her birinin çok ayrıntıları vardır. Bu kısa<br />

risale bu ayrıntıların ve sonuçların kuşkusuz yeri değildir. O zaman<br />

biri “Niye bu ihtilafları getirdin ki, hem meselenin teferruatına girmiyorsun<br />

hem de bir sonuca bağlamıyorsun, sadece kafa karıştırıyorsun”<br />

diyebilir. Cevap olarak derim ki:<br />

Birincisi, gayem bizzat bu ihtilaflar ve bu ihtilafları çözmek değildir.<br />

Bu ayrı ve kendi başına bir konudur. Bu ihtilaflara sadece konumuzun<br />

daha iyi anlaşılması için hacet duyulduğu kadar zikretmek<br />

istiyorum. Çünkü bizim konumuz hüküm konusudur. Yani, kişi<br />

124 Hatta İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) bir haberin yalnız tevatür şartıyla ilim ifade<br />

ettiğini söyleyenlerin ilklerden öncülerinin olmadığını ve bu konuda kelam ehlini<br />

izleyen muteahhirun ulemasından sadece bir azınlık olduklarını söyler. Bk. Mecmuu’l-Fetava,<br />

13.cilt/357.sayfa. (Daru’l-Vefa, 3.baskı h.1426)


84<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

hüküm vereceği zaman bütün bu ihtilaflara da dikkat etme durumundadır.<br />

Bunun için muhakkak bu ihtilafları bilip, içlerinde racih<br />

olanı ayırt edebilecek ilmî ve ahlakî bir olgunlukta olması gerekir.<br />

Muayyene hüküm vermek amelîdir, tatbikîdir, tahkikîdir. Evet, her<br />

ne kadar ahkâmı kat’i ve nazari olarak taksim etsek ve akabinde haberin<br />

kat’iyeti ilmen de zaruriyetini iktiza eder desek de haberin kat’i<br />

olması için varid olan tevatür şartı ihtilaflıdır. Bunun yanında ehad<br />

haberin ilim ifade etmesi ihtilaflıdır. Muhaddisler ve Hadis Ehli fukahası<br />

sahih ehad haberin ilim ifade ettiğini kabul ederken, ekser<br />

fukaha ehad haberi zanniyattan kabul eder. İlklerine göre sahih ehad<br />

haber dinin aslında delil ve hüccet iken, ikincilere göre hüccet değildir.<br />

Çünkü dinin aslı zanni haber ile sabit olmaz. Şu hâlde bazı<br />

âlimler için kat’i ilim ifade eden, yani onun için inkârı ve muhalefeti<br />

caiz olmayan ehad haber, diğer bir kısım âlimler için böyle olmayabilir.<br />

125 Bu ihtimal ilmin tevatür yoluyla kat’iyet ifade ettiği alanda da<br />

değerlendirilmeli, 126 tabi katiyeti icma mahalli olan meseleler hariç.<br />

İkincisi, Bundan sonra gelen konunun doğru anlaşılması için bu<br />

ihtilaflara muhtasar da olsa girmeyi gerekli buldum. Çünkü Allah<br />

(celle ve âlâ) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in tayin etmedikleri ve cezmetmedikleri<br />

alanda, muhakkak beşerin koyduğu sınırlar olacaktır.<br />

Beşer sınır çizmeden, tayin etmeden, belirlemeden anlayamaz. Bu<br />

muhakkak bir zarurettir. Bunun için kâmil ve mubin dinimizde ehli<br />

için ictihad memduhdur. Fakat bu sınırlar semadan tayin edilmemiştir,<br />

tevkifî değildir, ictihadidir. Dolayısıyla bu ictihadi sınırların kuşattığı<br />

alanlar sadece siyah veya beyaz değildir. Siyah ve beyazın arasında<br />

muhakkak başka renkler de olacaktır. İctihadın olduğu yerde<br />

muhakkak ihtilaf da olacaktır. Çünkü nazar ehlinin bir şeyi tasavvur<br />

125 Olmayabilir derken, keyfine göre kabul eder veya kabul etmez kast etmiyorum. İslam<br />

ulemasını böyle bir davranıştan uzak görmek dini fehmedebilmenin ön şartlarındandır.<br />

İslam ulemasının masum ve hatadan beri olmamakla beraber, ihtilafları muhakkak<br />

naklen veya aklen makbul delillere dayanmaktadır. Tabii bu her ihtilafın ve her görüşün<br />

makbul olduğunu ve her görüş sahibinin isabet ettiğini iktiza etmez. Lakin meselelerde<br />

tahkikin derinliğini ve ciddiyetini zorunlu olarak gerektirir. Ve hassaten ihtilaf iman<br />

ve küfür hükmüne ilişkin olduğu zaman bu daha da önemli oluyor. Zira bu alandaki<br />

ihtilafların sadece azı safsataya ve zındıklığa dayanıyor. Ekseri ise usuli farklılıklara ve<br />

bunların fere nakline ve tatbikatına dayanıyor.<br />

126 Özellikle lafzi tevatürün varlığı nadir olup ekser tevatür ehad haberlere dayanan manen<br />

tevatür olduğuna dikkat edersek.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 85<br />

etmesinde farklılıklar muhakkaktır. Tasavvura göre de hükme varacaktır.<br />

Ancak nassın bulunduğu yerde ictihad caiz olmaz çünkü<br />

nazara mahal yoktur. Bunun için ihtilafın kabulü elbette kayıtsız,<br />

şartsız değildir. Bilakis İslam dininin kat’i asıllarından birinde veya<br />

dinde zarureten bilinmesi gereken bir meselede ictihad edenin ictihadı<br />

kendisinden elbette kabul edilmez ve durumuna göre hüküm<br />

alır. İcmanın oluştuğu hafi bir meselede (kapalı, araştırmaya muhtaç<br />

mesele) ictihad eden ve varid icmaya muhalefet edenin ictihadına<br />

müsamaha edilmez fakat tekfirine de gidilmez; çünkü ancak nazar<br />

ve istidlal ile dinde bilinmesi mümkün olan bir mesele (hafi mesele),<br />

icma edilmiş ve muhalefet edenlerin ihtilafları muteber olmasa da<br />

dinde zarureten bilinmesi gereken bir mesele olmaz. Ama ictihad ettiği<br />

ihtilaf edilmiş olan hafi bir meseleyse şu üç halin dışına çıkamaz:<br />

Bir: İctihadı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın usûlüne uygundur. Böylesi<br />

ictihadında ya isabet etmiştir veya hata etmiştir. Her iki hâlde<br />

sevap sahibidir.<br />

İki: İctihadı bid’at ehlinin asıllarından birisine dayanmaktadır.<br />

Böylesi ictihad ettiğinden dolayı değil, ictihadı bid’atçıların bid’atından<br />

olduğu için bid’atçı olur ve görüşü reddedilir.<br />

Ve üç: İctihadı küfre dayanmaktadır. Böylesi de kâfirdir.<br />

Muhtasar ifadeyle, muhtelif dini görüşlere böyle yaklaşılması gerekir.<br />

Bu kısa temhitten sonra “Tekfir, kat’i tekfir ve nazari tekfirdir.<br />

Kat’i tekfir hükmü kat’i ilme dayanan ve nazari tekfir hükmü zanni<br />

ilme dayanandır.” cümlesini Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın yardımıyla<br />

açalım.<br />

Önce bazı kavramlar:<br />

İlim: İlmin tarifinde usûlcüler çok ihtilaf etmişlerdir. Hatta kimisi<br />

ilmin haddini belirlemeyi doğru görmemişlerdir. Ebu’l-Hattab<br />

el-Kalvazani (rahimehullah)’ın (Vefat H: 510) dediği gibi doğru bir


86<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

tarifin cami’ ve mani’ olmasını gerekli görerek ilmin en isabetli tarifi<br />

“Eşyayı olduğu hâl üzere tanımak” tarifi olacaktır. 127 İlim de iki kısımdır:<br />

Zaruri ilim ve nazari ilim. Zaruri ilim, marifetin nazar ve istidlalsiz<br />

hâsıl olanıdır. Mesela, duygu organlarından biriyle bilmek<br />

gibi. Eşeğin anırmasını duyan bunun eşeğin sesi olduğuna araştırma<br />

ihtiyacı duymadığı gibi. Veya bir koku aldığında kokunun güzel veya<br />

çirkin olduğunu bildiği gibi. Bu marifet, duygu organların eşyayı<br />

mücerred idrak etmeleriyle hâsıl olur, araştırmaya ihtiyaç duymazlar.<br />

Nazari ilim ise, eşyayı tanıyabilmek için araştırmaya ve istidlale<br />

muhtaç olanıdır.<br />

İlmin zıddı cehalettir. Cehalet iki kısımdır: Basit (yalın) ve mürekkep<br />

(bileşik, karışık) cehalet. İlki, hiç bilmemektir. Mesela, İslam<br />

tarihinde Bedr Savaşı diye bir savaşın vuku bulduğunu bilmemek<br />

gibi. İkincisi, bilgi sahibi olmakla beraber yanlış bilmektir. Mesela,<br />

Bedr Savaşı’nın hicretten sonra üçüncü senede vuku bulduğunu bilmek<br />

gibi.<br />

Zan: Zan iki çeşittir. İlki, Allah (azze ve celle)’nin kitabında ve Rasûlü<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle yerdiği zandır. Mesela, Allah (celle ve<br />

âlâ)’nın şu kavlinde olduğu gibi: “Hâlbuki onların buna dair bilgileri<br />

yoktur. Onlar ancak zanna uyarlar. Zan ise şüphesiz, hak adına<br />

hiçbir şey ifade etmez.” 128 Bu zannın dayanakları heva ve şehvettir<br />

ve menkule ve makule karşı büyüklenmek ve muhalefet etmektir.<br />

Halk arasında zannın mana kullanımı genelde budur. Fukaha arasında<br />

zannın mana kullanımı ise farklıdır. Fukahanın ıstılahında zan,<br />

birinin diğerine göre daha açık olmasıyla beraber iki ihtimalin var<br />

olmasıdır. Racih olan ihtimal, zandır. Bu, zannın ikinci çeşididir. Bu<br />

manada zannın dayanağı şer’î delillere ve karinelere sahih nazardır.<br />

Ulemanın şer’î bir hükmü zannetmesi bu manadadır. Yani muhtemel<br />

hükümler arasında zahir olanı tercih etmesidir.<br />

127 Ebu’l-Hattab (rahimehullah)’ın tercih ettiği tarif “Malumu olduğu hâl üzere tanımak”tır.<br />

Fakat bu tarifte devr (tarif edileni tarif olunanla tanımlamak) olduğu için “Eşyayı olduğu<br />

hâl üzere tanımak” daha isabetlidir; çünkü mantık âlimlerine göre tarifte devr<br />

batıldır. İlmin tarifi ve muhtelif görüşler için bk. Et-Temhidu fi usuli’l-fıkh, 1.cilt, sayfa<br />

35-41. (Camiatu Ummu’l-Kura, Kulliyetu’ş-Şeriati ve’d-Diraseti’l-İslamiyye baskısı)<br />

128 En-Necm Sûresi 28.ayet


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 87<br />

Şek ve vehim: Şek, iki ihtimalin müsavi olmasıdır. Birinin diğerine<br />

tercih edilecek bir yönünün olmamasıdır. Vehim ise, iki ihtimalin<br />

içinde mercuh 129 olandır.<br />

Kat’i ilim: Sübutunda ve delaletinde ihtimal veya şek bulunmayan,<br />

delil ile yakinen var olan bilgidir.<br />

Zanni ilim:Sübutunda ve delaletinde ihtimal bulunan, delil ile<br />

var olan, zahir veya racih bilgidir.<br />

Ulemanın bir haberin kat’i ilim ifade etmesinden kastettikleri,<br />

haber verilenin kesin bir surette, şüphesiz ve tereddütsüz haber sahibine<br />

ait olmasıdır. Zanni ilim ifade etmesinden kastettikleri ise, yakinen<br />

değil fakat zannı galip ile haberin haber sahibine ait olmasıdır.<br />

İlmin senedi itibariyle kat’i olması:Bu durum, delilin senedi itibariyle<br />

mütevatir olduğu zaman ulemanın ittifakıyla söz konusudur.<br />

Senet cihetinden ihtilafsız mütevatir olan delil, Kur’an ve lafzi mütevatir<br />

sünnettir. Fakat mütevatir altı sünnet, yani ehad haberin senet<br />

cihetinden kat’iyet ifade etmesi ihtilaflıdır. Ebu’l-Huseyn el-Basri,<br />

el-Baci ve el-Balkini gibi mütekellim usûlcülerine göre ehad haber<br />

mutlak olarak kat’iyet ifade etmez. İbn-i Hazm (rahimehullah)’a göre,<br />

haberin senet yönüyle kat’iyet ifade etmesi için haberin bir adil ravi<br />

tarafından Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muttasıl senetle rivayet<br />

edilmesi kâfidir. 130 Ekser ulemanın sözlerinden çıkan görüş ise şudur:<br />

Ameli icap eden ehad haber karineler eşliğinde sübut ve delalet<br />

cihetinden kat’iyet ifade edebilir. Ehad haberin kat’i ilim ifade etmesini<br />

sağlayan karineler; ümmetin haberi kabul ile karşılaması, onunla<br />

amel etmesi veya ravilerin adaletinde icma edilmiş olması veya<br />

haberin manası Kur’an’a dönmesi gibi karineler olabilir. Genel itibariyle<br />

bu karineler ehad haberde muhtemel olan hata, unutma, vehim<br />

veya yalan gibi şüpheleri gideren ve böylece ehad habere senet veya<br />

delalet itibariyle kat’iyet kazandıran karinelerdir. Ulemanın çoğu<br />

ehad haberin karineler eşliğinde kat’iyet ifade edebileceğini kabul<br />

129 Racih olmayan.<br />

130 Bk. El-İhkamu fi Usuli’l-Ahkâm, 1.cüz/114.sayfa. (Daru’l-Hadis, ilk baskı h.1404)


ُ<br />

ٌ<br />

ْ<br />

88<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

etmişlerdir. 131 Bununla beraber karineler hakkında ihtilaf etmişlerdir<br />

veya bazıları karinelerin tahakkukunu uzak ihtimal görmüştür. Velhasıl,<br />

ulemanın ekserine göre ehad haber sübut cihetinden karineler<br />

eşliğinde kat’i ilim ifade edebilir.<br />

İlmin delaleti itibariyle kat’i olması: Lafızlar medlulünün 132 vuzuhu<br />

133 yönünden iki kısımdır: Medlulü kat’iyet derecesine varacak<br />

şekilde vazıh olan lafızlar ve böyle olmayan lafızlar. Cumhur ulema<br />

ilkine nass ve ikincisine zahir demiştir. Nass olan lafız, delalet ettiği<br />

manadan başka mana ihtimali taşımayan sarih olan lafızdır. Zahir<br />

olan lafız, racih olan mana delaletinden başka mana ihtimalleri de<br />

içeren muhtemel lafızdır. 134 Delilin nass 135 mertebesinde olması ona<br />

delalet cihetinden kat’iyet kazandırır. Çünkü nass olan lafzın medlulü<br />

apaçık ortaya çıkmıştır. Başka mana ihtimalleri barındırmadığı<br />

için delaletinde şüphe söz konusu değildir. Ebu Bekr el-Bakillani (rahimehullah)<br />

(Vefat H: 403) nass için şu ayetleri misal getirmiştir:<br />

“Zina- 136 لَ‏ ت ِّ نَ‏ Rasûlüdür” Muhammed‏“م Allah’ın<br />

ya yaklaşmayın”<br />

Kendinizi‏“لَ‏ 137<br />

وا öldürmeyin” 138<br />

ُ ْ َ خ ْ شيَة َ قٍ‏<br />

Evlatlarınızı‏“أَوْلد َ<br />

fakirlik korkusuyla öldürmeyin” 139 “ve<br />

وََ‏ ل تَ‏ ق تُ‏ لُ‏ ْ<br />

‏ْرَ‏ بُوا الز<br />

‏َق<br />

‏َن ‏ْفُسَ‏ كُ‏<br />

‏ُوا أ<br />

‏ُل<br />

‏ْت<br />

تَق<br />

ُ ‏َمَّ‏ د رَسُ‏ ول هللاِ‏<br />

‏َك<br />

َ إِمْ‏ ل<br />

131 Bk. Nuzhetu’n-Nazar, ibni Hacer el-Askalani, sayfa 60 ve 76-78. (Matbaatu-Sefir, ilk<br />

baskı h.1422). Mecmuu’l-Fetava, ibni Teymiyye, 18.cilt/40.sayfa. (Daru’l-Vefa, üçüncü<br />

baskı h. 1426). El-Udde, Kadı Ebu Yala, 3.cüz/900.sayfa. (Suudi Arabistan, Riyad,<br />

ikinci baskı h.1410). Mukaddimetu-ibni Salah, Ebu Amr ibni Salah, sayfa 28. (Daru’l-Fikr<br />

baskısı h.1406). El-Burhan, el-Cuveyni, 1.cilt/373,374. (Daru’l-Ensar, ikinci<br />

baskı h.1400). El-Bahru’l-Muhit, ez-Zerkeşi, 1.cüz/ 377.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye<br />

baskısı h.1421)<br />

132 Delilin delalet ettiği.<br />

133 Mana açıklığı.<br />

134 Hanefi uleması lafız ve medlulü arasındaki ilişkiyi farklı taksim etmişlerdir. Bu taksimata<br />

göre lafız zahir (işitildiğinde manası hemen anlaşılan, açıkça bir manaya delalet<br />

eden ve tevil ve tahsise muhtemel lafız), nass (manası zahir lafızdan daha açık ve tevil<br />

ve tahsise muhtemel lafız), müfesser ( manası nass olan lafızdan daha açıktır ve tevil ve<br />

tahsis ihtimali yoktur) veya muhkemdir (manası müfesser lafızdan daha açıktır ve tevil,<br />

tahsis ve neshi kabul etmeyen lafız)<br />

135 Kur’an ve Sünnet metnine de ıstılahta nass denilir. Fakat bu bahiste kastedilen bu<br />

değildir.<br />

136 El-Fetih Sûresi 29.ayet<br />

137 El-Isra Sûresi 32.ayet<br />

138 En-Nisa Sûresi 29.ayet<br />

139 El-Isra Sûresi 31.ayet


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 89<br />

buna benzer muradında işkâl ve ihtimal olmayan açık nasslar” demiştir. 140<br />

Bu misallerde zikredilen delillerin nass olmaları mücerred lafızdan<br />

kaynaklanıyor. Bununla beraber ekser ulemaya göre mana vuzuhu<br />

cihetinden nass olmayan lafızlar da harici kat’i karineler ile kat’iyet<br />

ifade edebilir. Bu daha önce geçti.<br />

Ayrıca lafızlar taaddüt 141 ve tevahhüte 142 delaleti bakımından da<br />

iki kısımdır: Âm lafızlar 143 ve has lafızlar 144 . Hususa delalet eden lafızlar<br />

ittifaken kat’iyet ifade eder. 145 Lakin umuma delalet eden lafızlar<br />

kat’iyet ifade eder mi etmez mi bu ihtilaf konusudur. Cumhur<br />

ulemaya ve Hanefilerden bazılarına göre âm lafızlar aslen kat’iyet<br />

ifade etmez 146 ; ancak karinelerin kat’iyeti iktiza etmeleri veya etmemeleri<br />

hariç. Bu durumda âm lafız kat’i surette her efradına şamil<br />

midir değil midir karinelere göre tayin edilir. 147 Hanefi ulemasının<br />

cumhuruna göre ise âm lafızlar aslen kat’iyet ifade eder. 148149<br />

140 Et-Takribu ve’l-İrşad, 1.cilt/340,341.sayfa. (Muessesetu’r-Risale, ikinci baskı h.1418)<br />

141 Çokluk.<br />

142 Teklik.<br />

143 Tek bir mana için konulan, bütün fertlerini bir anda kapsayan ve kapsadığı fertlere<br />

sınırlı olmayan kelimeler.<br />

144 Tek bir mana için konulan ve kapsadığı fert veya fert lere sınırlı olan kelimeler.<br />

145 Bu has lafzın âm lafza mukabilinde söz konusudur; fakat lafız bir yönden âm ve bir<br />

yönden has ise, lafzın delaleti has yönüyle kat’i olur. Fakat lafzın âm yönü kat’iyet ifade<br />

eder mi etmez mi bu ulema arasında ihtilaflıdır. Mesela “Müslümanlara ikram et”<br />

denildiğinde, muradın Müslümanlar olmayanlara ikram edilmemesi olduğu kat’iyen<br />

vazıhtır. Bu yönüyle Müslümanlar lafzı Âdemoğullarından bir cins için hastır. Lakin<br />

Müslümanlar cinsi, içinde umumen her bir müslüman ferdin maksut olduğu kat’i<br />

midir? İşte bu ihtilaf konusudur.<br />

146 Yani lafzın şamil olduğu her bir fert kat’iyet ile dâhil olmaz ama idhali zahir veya racih<br />

olabilir.<br />

147 Mesela “O her şeyi bilendir” veya “Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır” gibi ayetlerde<br />

âm lafzın efradın her birine delalet ettiği kat’iyen bilinir. Ama “Onlar öyle kimselerdir<br />

ki, insanlar kendilerine “insanlar size karşı bir ordu hazırladılar. O hâlde onlardan<br />

korkun” dediler ve bu onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir”<br />

dediler.” ayetinde âm olan insanlar lafzının fert fert bütün insanlara delalet etmediği<br />

kesindir. Zira insanlardan bazısı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber idi.<br />

Bazıları da ordu hazırlandığını haber verdiler. Bazıları da orduyu hazırladılar. Şu hâlde<br />

insanlar lafzından umumen her ferdin kastedilmediği luzumen vazıh olmuştur.<br />

148 Yani mücerred âm lafzın delaleti, kabul ettiği tüm efrada kat’iyen şamildir.<br />

149 Bk. El-Bahru’l-Muhit, 2.cüz/197-204.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1421).<br />

Usulu’s-Serahsi, 1.cüz/132-139.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h. 1414)


90<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Ve üçüncü olarak, lafızlar medlulünün lafızda geçtiği hâl üzere<br />

anlaşılması ve lafızda geçmediği hâl üzere anlaşılması bakımından<br />

yine iki kısma ayrılır. 150 Bu durumda mefhumun delaleti kat’i midir?<br />

Mefhumu’l-Muvafeka 151 kat’iyet ifade edebilir 152 ama Mefhumu’l-Muhalefe’nin<br />

153 delaleti ancak zan ve racih olabilir.<br />

İlmin senedi itibariyle zanni olması: Mütevatir olmayan veya<br />

karineler eşliğinde kat’iyet mertebesine ulaşmayan ehad haber vürud<br />

cihetinden zannidir. Ayrıntılar yukarıda geçti.<br />

İlmin delaleti itibariyle zanni olması: Lafzın manası veya medlulü<br />

muhtemel 154 ise delil delalet cihetinden zanni olur.<br />

150 Bir kelimenin lafızda zikri geçtiği ve ifade edildiği şekil üzere bir hükme delalet etmesine<br />

mentuk denilir. Lafızda zikri geçmeyen ve ifade edilmeyen bir hükme delalet edene<br />

de mefhum denilir. Cumhur ulemaya göre mefhum iki kısımdır: Mefhumu’l-Muvafaka<br />

ve Mefhumu’l-Muhalefe. Hanefi uleması lafzın manaya delalet şekillerini şöyle taksim<br />

ederler: Delaletu’l-İbare (lafzın, nassın gelişindeki asli maksat olan veya ona tabi olarak<br />

kastedilen hükme delalet etmesidir), Delaletu’l-İşare (lafzın nassın gelişinde asli veya<br />

tebe'i olarak kastedilmeyen fakat asıl maksat olan mananın gerekli kıldığı, bununla<br />

birlikte sözün doğruluğu ve şer’î yönden sağlıklı anlaşılması kendisine bağlı olmayan<br />

hükme delaletidir), Delaletu’n-Nas (lafzın nassda belirtilen duruma ait hükmün, tahkik<br />

ve ictihadda bulunmaya ihtiyaç duyulmaksızın ve sırf dil unsuruna dayanarak anlaşılabilen<br />

illetteki müştereklik sebebiyle, nassda belirtilmeyen durum hakkında da sabit<br />

olduğunu göstermesidir) ve Delaletu’l-İktiza (lafzın doğru veya şer’î yönden sağlıklı<br />

anlaşılması kendisine bağlı olan meskûtun anh (İbarede yer almayan) bir manaya<br />

delalet etmesidir). Cumhur indinde mantuk olanı Hanefilerin Delaletu’l-İbare, İşare<br />

ve İktiza karşılıyor. Cumhurun Mefhumu’l-Muvafakayı Hanefilerde Delaletu’n-Nas<br />

karşılıyor. Mefhumu’l-Muhalefe Hanefiler indinde delil olarak makbul değildir.<br />

151 Lafzın, tahkik ve ictihada ihtiyaç duyulmaksızın mücerred dil unsuruna dayanarak<br />

illette müşterek olması sebebiyle mantukun (lafızda geçen durumun) hükmünü<br />

meskûtun anh (lafızda geçmeyen durum) için de sabit olduğuna delalet etmesidir.<br />

152 Mesela “Anne ve babaya iyi davranın! Eğer onlardan biri veya ikisi ihtiyarlığa ererse<br />

sakın onlara “öf ” (bile) deme. Onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle” ayetin<br />

mantukundan anne ve babaya öf demenin ve azarlamanın haramlığı kat’iyen vazıh<br />

oluyor. Aynı zamanda dövmenin veya sövmenin evlasıyla haram olduğuna da kat’iyen<br />

delalet ediyor. Zira salt öf demek ve azarlamak haram ise, daha şiddetli eziyet olan<br />

dövmek ve sövmek evlasıyla haram olmalı. Veya İbn-i Ömer (radıyallahu anhu)ma<br />

yoluyla rivayet edilen sahih hadiste Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman topraklarına<br />

Kur’an ile gitmeyi nehyediyor. İmam Ahmed ve başkalarının tahriclerinde<br />

“Onu ele geçirme korkusundan ötürü” ilavesi vardır. Yanı Kur’an ile düşman topraklarına<br />

nehyin sebebi kâfirlerin onu ele geçirme ihtimali var olduğundandır. Şu hâlde<br />

Kur’an’ı ele geçirmeleri ihtimalinden ötürü nehiy varid olmuşsa, o zaman Kur’an’ı kâfire<br />

rehin bırakmak evlasıyla haram olur.<br />

153 Lafzın, mantukun hükmünün, hükümde ehemmiyet arz eden kayıtlardan birisini taşımadığından<br />

ötürü meskûtun anh hakkında geçerli olmadığına delalet etmesidir.<br />

154 Cumhura göre lafzın manası zahir ise veya Hanefilere göre lafzın manası zahir veya<br />

nass ise zanni olur. Veya cumhura göre lafzın delalet ettiği hüküm Mefhumu’l-Muhalefe<br />

ise delalet cihetinden zanni olur.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 91<br />

Geçen sayfalarda açmaya çalıştığım konuyu şöyle hulasa edebiliriz:<br />

Kat’i tekfir senet yönüyle ve aynı zamanda delalet yönüyle kat’i<br />

ilme dayanan tekfirdir. Bunun manası; kat’i tekfirin mesnedi mütevatir<br />

nass olmak zorundadır. Bu tahdid ile ehad haber –kat’iyet sağlayan<br />

karineler ile beraber gelse de- kat’i tekfire mesnet olamaz. Aynı<br />

zamanda haber mütevatir olsa, mesela Kur’an veya mütevatir sünnet<br />

gibi, lakin delilin mana veya hüküm delaleti sarih olmayıp ihtimalli<br />

ise kat’i tekfire mesnet olamaz. Çünkü şer’î bir hükmü Allah (azze ve<br />

celle)’ye veya Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e kat’i surette<br />

nispet etmek ancak kat’i nass ile caiz olur. Bilakis bu durumda hükmü<br />

Allah (celle ve âlâ) veya Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e nispet etmek<br />

zorunludur, zira iradeleri kat’iyen vuzuh bulmuştur. Kat’i nass ile sabit<br />

olan hükmü şeriat sahibine nispet etmemek, açık beyan olmuş<br />

iradesini inkâr etmek olur. Bunun için kat’i nass ile sabit olan tekfir<br />

hükmünü Allah (azze ve celle)’ye nispet etmek ve ispat etmek O’nun<br />

kelamına imandan ve iktizadan neşet eder. Zira bu tür tekfir ilahi<br />

iradeyi tasdik edip ona boyun eğmektir. Bu ise imanın ta kendisidir.<br />

Şu hâlde bu tür tekfir 155 muhakkak imanın sıhhat şartlarındandır.<br />

Bu tekfiri gerçekleştirmeyen Allah (celle ve âlâ)’nın kelamını ve kelamından<br />

kat’iyet ile vuzuh olmuş olan iradesini yalanlamış olur. Bu<br />

da şüphesiz tekfirden imtina edeninin küfrüdür. Bunun için bu tür<br />

tekfirde kâfiri tekfir etmeyen kâfir olur kaidesi işler. Çünkü esasında<br />

kat’iyet ile sabit olan tekfirin tekzibi veya şekki vardır. Çünkü bu tekfir<br />

aslında sadece Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın sarih hükmünü nakletmekten<br />

ibarettir. İctihas ederek ilahi muradı fehmetmeye çalışmaktan<br />

ve ilahi hükümden haber vermekten değil.<br />

Dolayısıyla kat’i ilme dayanan tekfir, söz sahibine (Allah (celle ve<br />

âlâ)’ya) isnadı ve delaleti açısından ihtimal taşımadığı için, kesin ilahi<br />

iradenin beyanıdır ve bunun için tahakkuku zorunludur.<br />

155 Kat’i tekfir.


92<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Ayrıca bu tür tekfirde Tahkiku’l-Menata 156 ihtiyaç da yoktur çünkü<br />

Tahkiku’l-Menat’ın gayesi maznun 157 ihtimalleri gidermektir. Fakat<br />

bu durumda ihtimal yoktur. Küfrü kat’idir. Bunun için bu tür<br />

kâfiri tekfir etmeyen kâfir olur. Çünkü esasında kat’iyet ile sabit olan<br />

tekfirin tekzibi veya şekki vardır. Yani gaybı bilen, kalplerin hâlini<br />

gören Allah (azze ve celle)’nin o kalp sahibinden verdiği haberi tasdik<br />

etmemesi veya verdiği haberin doğruluğunda şüphe etmesi vardır.<br />

Dinin kat’iyetini inkâr edenin hüccet ikamesiz tekfirinde icma vardır.<br />

Sadece şu zamandaki Cehm bin Safvan ve Cad bin Dirhem gibilerinin<br />

halefleri buna itiraz eder. Ama Ehl-i Sünnet’in bu hususta<br />

ihtilafı yoktur. Bunun için İbn-u Ebi’l-İzz (rahimehullah) (Vefat H: 792)<br />

Ebu Cafer et-Tahavi (rahimehullah)’ın “Kıble ehlinden kimseyi günahından<br />

ötürü tekfir etmeyiz” sözünü açarken şöyle diyor: “Bir kişi<br />

zahir ve mütevatir vacipleri veya zahir ve mütevatir haramları veya buna<br />

benzerini 158 açıktan inkâr ederse tevbeye çağırılır. 159 Eğer tevbe etmezse kâfir,<br />

mürted olarak öldürülür. Bunda müslümanlar arasında ihtilaf yoktur.” 160<br />

Fakat bunun dışında kalan tekfir zanni ilme dayanır ve dolayısıyla<br />

nazaridir. Yani tekfire mesnet olan delil vurud cihetinden kat’i fakat<br />

delalet cihetinden zanni olabilir veya vurud cihetinden zanni ama<br />

delalet cihetinden kat’i olabilir. Veya iki cihetten de zanni olabilir.<br />

Üç durumda da ilahi iradeden kat’i surette haber vermek mümkün<br />

olmaz ve dolayısıyla ancak ilahi hükmü zannetmek 161 mümkün olur.<br />

Zan ise ictihaddır, tahkik ve istidlal neticesinde tekfirin lüzumunu<br />

veya lüzumsuzluğunu tercih etmektir. Tercih de tasavvura döner. Ta-<br />

156 Başka bir deyimle tekfir hükmünü vakıaya (şahsa ve hâline) indirgeyebilmek için şartların<br />

oluşmuş olduğunu ve manilerin kalkmış olduğunu araştırmak.<br />

157 Zannedilen.<br />

158 Tevhid ve vela gibi dinin diğer tevatür ile sabit olan hususlar.<br />

159 Yani riddetinden ötürü tevbeye çağırılır. Eski ulema tevbeye çağırma ifadesini riddet<br />

hükmünün sübutundan sonrası için kullanırdı. Daha sonra bazı âlimler tevbeye çağırmayı<br />

hüccet ikamesi manasında kullanmaya başlamışlardır. Bu hususa dikkat edilmeli.<br />

160 Şerhu’l-Akidetu’t-Tahaviyye, 316.sayfa. (el-Mektebu’l-İslami, dördüncü baskı h.1391)<br />

161 Yani bu durumda ilahi irade kesin surette vazıh olmuştur demek mümkün değildir.<br />

Ancak müctehid, bana bu meselede tekfir hükmü zahir olmuştur veya tekfir racihtir,<br />

diyebilir.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 93<br />

savvur ise zatidir. Bunun için nazari tekfir meselelerinde ulemanın<br />

ihtilaf ettiğini görebilirsin. Bu bir, bizzat delilden kaynaklanabilir<br />

veya ekser hâllerde olduğu gibi Tahkiku’l-Menat’tan kaynaklanır.<br />

Muhakkak ki nazari tekfirde ferdin üzerine tekfirin şartları oluşmuş<br />

mu ve manileri kalkmış mıdır, araştırılması lazımdır. Zira hem delilin<br />

ihtimalli olmasından ve hem de delilin muayyen şahıs hakkında<br />

geçerli olması muhtemel olduğundan tahkik ve ihtimallerin giderilmesi<br />

zorunludur. Lakin buna her müftünün aynı derecede muktedir<br />

olmadığı aşikârdır. Ya delile vakıf olmadığından veya delile vakıf<br />

olup delili farklı anladığından veya delili tevile zorunlu gördüğünden<br />

veya delilin sübutunu kabul etmediğinden veya sübutunda emin<br />

olmadığından veya mensuh gördüğünden veya delili hüccet olarak<br />

kabul etse de muayyen kişi için şartların oluşmadığını veya manilerin<br />

kalkmadığını gördüğünden ve bundan başka durumlar. Nazari<br />

tekfirde mevcut ihtimaller onu ictihada konu eder. Ve ictihada konu<br />

olduğundan dolayı nazari tekfir fıkıhtır. Zira fıkıh, şer’î hükümleri<br />

ictihad yoluyla bilmektir.<br />

* * *


Fasıl<br />

İlahi Hükmü Zannetmek<br />

Kime Caizdir?


96<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Nazari tekfir ancak ilahi hükmü zannetmektir, dedik. İlahi hükmü<br />

zannetmek ilmi ve ahlaki bir ehliyeti zorunlu kılar. Ehliyetsiz<br />

kişinin ilahi hükmü zannetmesi caiz değildir ve muahezeye tabidir.<br />

Caiz değildir çünkü zan şartlarına haiz değildir. Ve muahezeye tabidir,<br />

isabet etmiş olsa da; çünkü aslen kendisine caiz olmayan bir<br />

iş yapmıştır ve ilahi emre muhalif olmuştur. “Eğer bilmiyorsanız,<br />

zikir ehline sorun.” 162 Ehliyetsiz zan ilme değil ancak heva ve nefse<br />

dayanmaktadır ve bu yüzden kınanmış ve kötülenmiştir. “Onlar ancak<br />

zanna ve nefislerin hevasına uyarlar.” 163 Bu hâlde beyan ettiği<br />

hüküm Allah (azze ve celle)’nin hükmü değil, heva ve nefsinin koyduğu<br />

hüküm olur.<br />

Zan (ictihad) şartlarını şöyle hulasa edebiliriz: 164<br />

Müslüman olmak. Müşrik, kâfir ve mürtedin haberi makbul değildir.<br />

Baliğ olmak. Buluğa girmemiş çocuğun haberine hüküm terettüp<br />

etmez; çünkü çocuktan kalem kaldırılmıştır.<br />

Akıl sahibi olmak. Çünkü akıl teklif şartlarındandır. Fakat müctehidde<br />

aranan akıl sadece deliliğin zıddı olan akıl değil, bilakis fıkhi<br />

bir akıl seviyesine sahip olmasıdır. Bunun için güzel anlayışa, ince<br />

bir idrake, zihni bir berraklığa ve keskinliğe ve basiret ve kalp gözünün<br />

işlerliğine ve açıklığına sahip olmalıdır.<br />

162 El-Enbiya Sûresi 7.ayet ve en-Nahl Sûresi 43.ayet<br />

163 En-Necm Sûresi 23.ayet<br />

164 Tafsili için bkz:El-İhkam, el-Amidi, 4.cüz/227,228.sayfa. (Daru’l-Kitabi’l-Arabi, birinci<br />

baskı h.1404). El-İctihad, el-Cuveyni, 124-127.sayfa. (Daru’l-Kalem, birinci baskı<br />

h.1408). El-Udde, Ebu Ya’la, 5.cüz/1594,1595.sayfa. (Suudi Arabistan, Riyad, ikinci baskı<br />

h.1410). Ravzatu’n-Nazir, İbn-u Kudame, 352-354.sayfa. (Camiatu’l-İmami Muhammed<br />

bin Suud, ikinci baskı h.1399). Edebu’l-Mufti ve’l-Mustefti, İbnu’s-Salâh, 21-29.sayfa.<br />

(Mektebetu’l-Ulum ve’l-Hikem –Âlemu’l-Kutub, birinci baskı h.1407)


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 97<br />

Adalet sahibi olmak.Yani şahsın dinen müstakim olması. Bunun<br />

manası, farzları ve onlara bağlı olan nafileleri terk etmemesi ve büyük<br />

günahlardan sakınması ve küçük günahlarda ısrar etmemesidir.<br />

Buna ilaveten iyi hâl sahibi olmasıdır. Yani ahlaki, edebî ve örfi güzellikleri<br />

muhafaza eden ve bunun zıddından sakınan olmasıdır.<br />

Arap lisanını bilmek.Arap kelamında kelimelerin ve ifade üsluplarının<br />

ne manaya geldiğini bilmek zorundadır. Bunun için sarf,<br />

nahiv, beyan ve meani gibi lügat ilimlerinde mutkin olma durumundadır.<br />

Zira Kur’an ve Sünnet nassları en yüksek belağat ve beyan seviyesine<br />

sahiptirler. Arapça’nın ifade ve tabirdeki üsluplarını, belaği<br />

ve beyani esrarını ihata etmeden, kelime ve ibarelerin ne ifade ettiğini<br />

iyice bilmeden şer’î nassların anlaşılması ve neye delalet ettiklerini<br />

idrak etmek mümkün değildir.<br />

Kur’an ve Kur’an ilimlerini bilmek. Umumen ayetlerin tümünü<br />

fakat hususen ahkâm ayetlerini bilmesi gerekir. Tefsir, nüzul sebepleri,<br />

nasih ve mensuh ve kıraat ilimleri gibi dallarına da vakıf olması<br />

zaruridir.<br />

Hadis ve hadis ilimlerini bilmek.En azından ahkâm hadislerini<br />

bilmeli. Ayrıca hadislerin derecelerini, sahihini, zayıfını, hüccet<br />

olanı hüccet olmayanından ayırabilecek dirayet ilmine sahip olmalı.<br />

Nasih ve mensuhu bilmeli ve hadis ravilerinin hâllerine ve hadis<br />

imamlarının hadis ve ricali için söylediklerine vakıf olmalı.<br />

Ulemanın icma ve ihtilaflarını bilmek. Ve bunun akabinde muhtelif<br />

görüşlerden doğruya veya racihe gidebilecek ilmî kudrete sahip<br />

olmak.<br />

Fıkıh usûlü bilmek. Çünkü hüküm çıkarmak için delillere vakıf<br />

olmak kâfi gelmez, delillerden istifade yollarına da vakıf olması<br />

gerekir. Şer’î lafızların mana ve hüküm delaletleri, delillerin kuvvet<br />

nispetleri, dereceleri ve tercih kaideleri gibi usûli meselelerde itkan<br />

sahibi olması gerektiği gibi şeriatın maksatlarına, hükümlerin illetlerine<br />

ve insanların örf ve âdetlerine ilişkin de ince ve geniş bir fehime<br />

sahip olmak zorundadır.


98<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Yukarıda ciddi ihtisar ile saydığım şartlara haiz olmayan kişiye<br />

şer’î hüküm beyan etmek 165 caiz değildir. Tekfir hükmü elbette buna<br />

dâhildir. Zira tekfir şer’î bir hükümdür. Nazari tekfirde şer’î hüküm<br />

vermek ancak yukarıda zikri geçen şartlara haiz olan kişi için caizdir.<br />

Kat’i tekfir ilahi haberin nakledilmesinden ibaret olduğu için şartlara<br />

haiz olsun veya olmasın her müslümanın üzerine vaciptir. Ancak<br />

tekfir kat’i tekfir cinsinden olsa da yine de tefferuata ve tahkike tabi<br />

olduğu için zikri geçen şartlara haiz olmayan müslümanlar şartlara<br />

haiz olanlara tabi olmaları gerekir.<br />

Geçen iki fasıla ilişkin önemli bir husus:<br />

Şer’î hitabı ve ilahi muradı anlamak ve tatbik etme cihetinden<br />

müslümanlar iki kısımdır: Müctehid olanlar ve olmayanlar. Müctehid<br />

olmayanlar da yine iki kısımdır: Halk ve ilim talebeleri.<br />

Müctehid olanlar yani ictihad şartlarına haiz olanlar, hem lügaten<br />

hem de ilmen semavi hitabı anlamaya muktedir olduklarından ötürü<br />

şer’î ahkâmı kat’i olanı nakletme suretiyle, zanni olanı da tahkik,<br />

tetkik, istinbat ve ictihad ederek beyan etmekle mükelleftirler. Beyan<br />

ettikleri şer’î ahkâmın ferdî ve ictimai tatbikinden mükellef olanlar<br />

da ilk sırada yine müctehid âlimlerdir.<br />

İlim talebelerine gelince, belirli oranda alet ve şer’î ilimlere vakıf<br />

olduğundan delilleri ve delaletlerini temyiz edebilecek bir durumda<br />

olabilir. Lügat ve istinbat ilimlerine vakıf olduğu derecede ilahi hitabı<br />

anlamakta nasibi olacaktır. Mertebesine göre ictihad vasfına yakın<br />

olan ilim talebeleri lügavi, ilmî ve ahlaki istidadına göre dini beyan<br />

etme mes’uliyetinde müctehid ulemaya ilhak edilir veya taklide daha<br />

yakın olanlar, sormak ve tabi olmakla mükellef olan halka ilhak edilir.<br />

Ne müctehid ve ne de ilim talebesi olmayanlar halktırlar. Sarf,<br />

nahiv, beyan ve meani gibi lügat ilimlerine vakıf olmadıklarından,<br />

165 Taklit etmek, tabi olmak veya nakletmek demiyorum. Bu konumuz değil. Bizim konumuz<br />

hüküm çıkarmaktır. Burada zikri geçen şartlara haiz olmayana hüküm çıkartmak<br />

caiz değildir.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 99<br />

delilleri ve delaletlerini, bunlardan istifade yollarını bilmediklerinden<br />

ve racihi mercuhtan temyiz edemediklerinden ötürü şer’î ahkâmı<br />

beyan etmekle mükellef değildirler; bilakis ictihad mahalli olan<br />

şer’î ahkâmı beyan etmeleri 166 caiz değildir. Halkın mükellefiyeti bilmediklerini<br />

ulemaya sormak ve tabi olmaktır. Ancak dinde kat’iyen<br />

açıklanmış olan asli ve fer’i meseleleri ulemaya sormadan ikrar ve<br />

icra etmeleri gereklidir, zira Allah (azze ve celle) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi<br />

ve sellem)’in halkın anlayabilecekleri vuzuhta beyan ettiklerini ulemaya<br />

sormak istirşat 167 için değil ancak istişhat 168 için olur. Çünkü daha<br />

önce de geçtiği gibi, Şari’nin kat’iyet ile beyan ettiği meseleleri, ister<br />

dinin aslına taalluk eden meseleler olsun ister şer’î ahkâmdan olsun,<br />

açık ve seçik tek bir mana ifade eden lafızlarla beyan etmiştir. Dolayısıyla<br />

ilahi muradın sadece bu ve başkası olmayacağı kesin bir surette<br />

belirmiştir. “Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur”, ”Ey kavmim!<br />

Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur”, “O, sizin<br />

için yeryüzünü bir döşek, gökyüzünü bir bina kıldı. Ve gökten yağmur<br />

indirerek bununla sizin için (çeşitli) ürünlerden rızık çıkardı.<br />

Öyleyse bile bile Allah’a eşler koşmayın”, “Yoksa onların birtakım<br />

ortakları mı var ki Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine<br />

teşri’ ettiler (şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı,<br />

elbette aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir<br />

azap vardır”, “Doğrusu Allah Kendisine şirk koşulmasını mağfiret<br />

etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar”, “Ey iman edenler,<br />

Yahudi ve Hristiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin<br />

dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır.<br />

Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hidayet etmez”, “İman<br />

edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar ise tağut yolunda<br />

savaşırlar. Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın”, “Hiç şüphesiz Allah<br />

katında tek din İslam’dır” gibi ayetlerden veya “Namazı kılın,<br />

zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz<br />

için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha<br />

büyük bir ecir olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfi-<br />

166 Hüküm beyan etmekle kastettiğim, hüküm çıkarmaktır. Yoksa taklit veya tabi olarak<br />

hüküm aktarmak değil.<br />

167 Doğru olanı göstermelerini istemek.<br />

168 Şahit manasında delil göstermek.


100<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

ret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir”,<br />

“Zinaya yaklaşmayın”, “Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram<br />

kılmıştır… Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız,<br />

faizden arta kalanı bırakın. Şayet böyle yapmazsanız, Allah’a<br />

ve Rasûlü’ne karşı savaş açtığınızı bilin” ve “De ki: “Rabbim ancak<br />

hayâsızlıkları, onların açık olanı ve gizli olanını, bununla beraber<br />

günahı, haksız isyanı, Allah’a hakkında asla bir delil indirmediği<br />

herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz<br />

şeyler söylemenizi haram kılmıştır” gibi ayetlerden halk Allah (celle<br />

ve âlâ)’nın neyi murad ettiğini anlayabilmek için ulemaya sorma ihtiyacını<br />

duymaz. Ancak tafsilatında kapalı kalan hususları muhakkak<br />

ulemaya sorması gerekecektir.<br />

Bu durumu İmam İbn-i Cerir et-Taberi (rahimehullah) şöyle izah ediyor:<br />

“Kur’an ayetlerinin manalarından bazıları da vardır ki onları Kur’an’ın<br />

indiği Arap dilini bilen her kişi anlayabilir. Bu, Kur’an’ın i’rabını vermek ve<br />

müşterek olmayan özel isimlerin müsemmalarını bilmek ve özel sıfatlarla<br />

nitelenen hususları bilmekt ir. Bu hususlarda Arap dilini bilen kimse bilgisiz<br />

olmaz. Mesela bir kişi “Onlara yeryüzünde ifsad (bozgunculuk)<br />

yapmayın” denildiği zaman onlar, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler.”ayetini<br />

dinlediği zaman ifsadın (bozgunculuk yapmanın) terkedilmesi<br />

gereken zararlı bir şey olduğunu ve ıslah etmenin ise yapılması gereken<br />

faydalı bir şey olduğunu anlar. Fakat o, Allah-u Teâlâ’nın neleri ifsad etmek<br />

olarak kabul ettiğini ve neleri de ıslah olarak saydığı nı bilemez. Bunun için<br />

dil bilenin (Arapça’yı bilenin) Kur’an tefsirinden özel müsemmaları onlardan<br />

ayrılmayan ve müşterek olmayan isimleriyle ve özel sıfatlarıyla nitelenmiş<br />

olanları bilebilir. 169 Fakat gerekli olan ahkâmın ve sıfatların neler olduklarını<br />

bilemez. Çünkü bunları bilmeyi Allah (azze ve celle) Nebi’si (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem) için has kılmıştır ve ancak onun beyan etmesiyle bilinmesi<br />

mümkün olur. Ayrıca ba zı manalar da vardır ki onları Allah Kendisinde<br />

saklı tutmuştur.” 170<br />

İmam et-Taberi (rahimehullah)’ın sözlerinden anlaşılıyor ki Arapça<br />

bilen kimse ayetlerde özel müsemması ve ona ait olan özel ismiyle<br />

169 Yani manası muhtemel olmayanları bilebilir.<br />

170 Camiu’l-Beyani fi Tevili’l-Kur’an, 1.cüz/75.sayfa. (Muessesetu’r-Risale, ilk baskı h.1420)


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 101<br />

beyan edilmiş veya özel sıfatlarıyla nitelenmiş olanları mücerred dil<br />

bilgisiyle anlayabilir. Lakin isme taalluk eden ahkâmı ve varid tafsilatı<br />

mücerred lügat bilgisiyle anlayabilmesi mümkün değildir. Bilakis<br />

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem’in ve onun varisleri olan<br />

İslam ulemasının izahatına muhtaçtır. İmam et-Taberi (rahimehullah)’ın<br />

sözlerini Abdullah İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)’nın şu sözleri tasdik<br />

etmektedir: “Tefsir dört türdür: Bir kısmını Araplar sözlerinden anlar.<br />

Bir kısmının tefsirini bilmemekten dolayı hiç kimse mazur sayılmaz. Bir<br />

kısmının tefsirini ancak âlimler bilir ve bir kısmının tefsirini de Allah’tan<br />

başka kimse bilmez.” 171 Ve sonra İmam Ebu Cafer et-Taberi (rahimehullah)<br />

şöyle diyor: “Tefsirin bir türü de vardır ki onu bilmemekte hiçbir kimse<br />

mazur görül mez” sözünden kastettiği (yani İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)<br />

Kur’an’ın manalarını anlama yollarından birini beyan etmek değil, tefsirden<br />

bazısını bilmemek hiç kimse için özür olmayacağını haber vermektir.”<br />

Evet, hitabı anlamaya muktedir ve lisan sahibi olan herkesin anlama,<br />

ikrar ve tatbik etme zorunda olduğu ve cehaleti özür olmayacağı<br />

ve terk edildiği takdirdecezaya tabi olacağı hususlar Şari’nin delaleti<br />

ihtimalli olmayan, sarih olan kelam ile beyan ettiği dinin aslına ve<br />

fer’ine taalluk eden kat’i meselelerdir.<br />

Âllame Bedruddin ez-Zerkeşi (rahimehullah) (Vefat H: 794) İbn-i<br />

Abbas (radıyallahu anhuma)’nın yaptığı taksimatın ikinci ve üçüncü kısmı<br />

için şöyle diyor: “İkincisi, kimsenin bilmemekle mazur olmadığı tefsirdir.<br />

Bu şer’î ahkâm ve tevhidin delillerini içeren nasslardan manaları kolayca<br />

anlaşılabilenlerdir. Sadece tek bir manayı açık ve net ifade eden bir<br />

lafızdan, bunun Allah’ın muradı olduğu anlaşılır. Tefsirin bu kısmında<br />

hükümle alakalı ihtilaf yoktur ve yorumu da karışık değildir. Nitekim herkes<br />

“Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur” ayetinden tevhidin manasını ve<br />

O’nun ulûhiyetinde şeriki olmadığını idrak eder. Her ne kadar ل (la)’nın<br />

lügatte nefiy için ve إل (illa)’nın ispat için kullanıldığını ve bu üslubun hasr<br />

manasını iktiza ettiğini bilmese de. Ve herkes zarureten “Namaz kılın ve<br />

zekât verin” ayetinin ve benzeri ayetlerin muktezası emredilmiş olanın<br />

gerçekleştirilmesi için talep edildiğini bilir. Her ne kadar إفْعَ‏ ْ ل (if ’al) sigası<br />

171 Ebu Cafer et-Taberi (rahimehullah) kendi senediyle tahric etmiştir. Camiu’l-Beyani fi<br />

Tevili’l-Kur’an, 1.cüz/75.sayfa. (Muessesetu’r-Risale, ilk baskı h.1420)


102<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

vucuben veya nedeben tercihi gerekli kıldığını bilmese de. Dolayısıyla bu<br />

kısımdan olan tefsirde kimse lafızların manalarını bilmediğini iddia edemez<br />

çünkü herkes için zarureten malumdur… Ve dördüncüsü: Ulemanın ictihadına<br />

konu olan tefsir. Buna tevil ismi ıtlak edilir. Tevil, lafzı döndüğü<br />

manaya hamletmektir. Şu hâlde müfessir nakledendir ve müevvil istinbat<br />

edendir. Yani hükümleri istinbat eder ve mücmeli açıklar ve umumu tahsis<br />

eder. İki ve ikiden fazla mana ihtimaliolan lafızlarda ictihad etmek sadece<br />

ulemaya caizdir. Ulemaya da bu konuda vacip olan şahitlere ve delillere itimat<br />

ekmektir, görüşe itimat etmeleri caiz değildir.” 172<br />

Âllame ez-Zerkeşi (rahimehullah)’ın sözlerinden de anlıyoruz ki, tek<br />

bir manaya delalet eden lafızlarla beyan edilmiş olan, dinin aslını ve<br />

fer’ini konu eden nassların iktiza ettiği mana hakikatlerini bilmemek<br />

anlama kudretine sahip olan kimse için caiz değildir. Zira bu nassların<br />

mana hakikatleri muhtemel değildir ve açıkça Şari’nin muradını<br />

tasrih ediyor. Fakat halkın mananın teferruatını veya mana inşasının<br />

efradını bilmemesi caizdir. Çünkü bunu bilmek ehline döner.<br />

Bunun gibi, Allah (celle ve âlâ)’nın veya Rasûlü (sallallahu aleyhi ve alihi<br />

ve sellem)’in tasrih ettikleri tekfiri ikrar etmesi ve tatbik etmesi halkın<br />

üzerine vaciptir, bu tür tekfirde cahil olmaları, ikrar etmemeleri ve<br />

uygulamamaları özür olarak kabul edilmez.<br />

Bu artık açık belli oldu. Fakat halktan talep edilen tekfirin sıfatı<br />

nedir? Çünkü halk aslen şer’î hüküm beyan etmekle mükellef değildir.<br />

Halk dinin aslında ve fer’inde kat’iyet ile beyan edilmiş olan<br />

hususları icmalen ikrar ve tatbik etmekle mükelleftir. Fakat tekfir<br />

şer’î hükümdür, icmali değil; tafsili bilgiyi zorunlu kılar, delillerin kısımlarını<br />

ve derecelerini bilmeyi ve hükmün illetlerini bilip vakıaya<br />

indirgemeyi gerekli kılar. Halkın buna muktedir olmadığı açıktır. Şu<br />

hâlde halktan istenilen tekfirin sıfatı nedir? 173<br />

172 El-Burhanu fi Ulumi’l-Kur’an, 2.cüz/165,166.sayfa. (Dar-u İhya-i Kutubi’l-Arabiyye, ilk<br />

baskı h.1376)<br />

173 Konunun kilit sorusu budur. Kanaatimce ulemanın umumen sözlerinde halka gerekli<br />

gördükleri tekfir burada sıfatı verilecek olandır. Sadece bazı özel vakıalarda halkı küfür<br />

nisbetiyle yükümlü görmüşlerdir. İleride Âllame Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’tan<br />

nakil getirirken bu hususa değineceğim inşallah.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 103<br />

El-Cevap:<br />

Yukarıda geçen İmam İbn-i Cerir ve Âllame ez-Zerkeşi rahimehumallah’ın<br />

sözlerinden şunu mülahaza edebiliriz: Halkın mükellef<br />

olduğu, ister dinin aslına taalluk etsin ister fer’ine taalluk etsin, hitabın<br />

manasını idrak etmek ve akabinde mana idrakin iktiza ettiği<br />

amelleri ikame etmektir. Tabii ki bu tek bir manaya delalet eden lafızlarla<br />

beyan edilmiş nasslar için geçerlidir. Çünkü mana ihtimalleri<br />

içeren nasslarda mana tercihleri yapmak aslen sadece tercih ehli<br />

ulema için caizdir.<br />

Lakin lafızlara terettüp eden şer’î ahkâma gelince, bunun beyanı<br />

ile halk asla mükellef değildir. Çünkü halkta ictihad vasfı yoktur. Bunun<br />

için et-Taberi (rahimehullah) “Kur’an ayetlerinin manalarından bazıları<br />

da vardır ki onları Kur’an’ın indiği Arap dilini bilen her kişi anlayabilir”<br />

diyor ve “Bu hususlarda Arap dilini bilen kimse bilgisiz olmaz. Mesela<br />

bir kişi,“Onlara yeryüzünde ifsat yapmayın” denildiği zaman onlar<br />

“Biz ancak ıslah edicileriz” derler”ayetini dinlediği zaman ifsadın<br />

terkedilmesi gereken zararlı bir şey olduğunu ve ıslah etmenin ise yapılması<br />

gereken faydalı bir şey olduğunu anlar” diyor, yani kastedilen mananın<br />

ve iktiza ettiği amelin bu olduğunu anlar. Lakin ifsadın ve ıslahın<br />

mana teferruatını ve “Gerekli olan ahkâmın ve sıfatların neler ol duklarını<br />

bilemez. Çünkü bunları bilmeyi Allah (celle ve âlâ) Nebi’si (sallallahu aleyhi ve<br />

sellem) için has kılmıştır ve ancak onun beyan etmesiyle bilinmesi mümkün<br />

olur.” Yani lafızlara terettüp eden şer’î ahkâmı ancak Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve alihi ve sellem)’e indirilmiş olan şeriatı bilenin bilmesi mümkündür.<br />

Bunlar da topyekûn ümmet değildir, bilakis Nebi (sallallahu<br />

aleyhi ve alihi ve sellem)’in varisleri olan İslam ulemasıdır. Bunun aynısını<br />

ez-Zerkeşi (rahimehullah)’ın sözlerinde de bulabiliriz. O şöyle diyor:<br />

“Nitekim herkes “Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur” ayetinden tevhidin<br />

manasını ve O’nun ulûhiyetinde şeriki olmadığını idrak eder. Her ne kadar<br />

(illa)’nın ispat için kullanıldığını ve bu إل (la)’nın lügatte nefiy için ve ل<br />

üslubun hasr manasını iktiza ettiğini bilmese de. Ve herkes zarureten “Namaz<br />

kılın ve zekât verin” ayetinin ve benzeri ayetlerin muktezası emredilmiş<br />

olanın gerçekleştirilmesi için talep edildiğini bilir”, yani ayetlerin<br />

açık lafızlarından mana ve mana muktezalarını anlar, “Dolayısıyla bu


104<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

kısımdan olan tefsirde kimse lafızların manalarını bilmediğini iddia edemez;<br />

çünkü herkes için zarureten malumdur” der. Lakin bu lafızlara hangi<br />

şer’î hükümlerin terettüp ettiğini bilemez. Bunun için “Her ne kadar<br />

إفْعَ‏ ْ ل (if ’al) sigası vucuben veya nedeben 174 tercihi gerekli kıldığını bilmese<br />

de” diyor.<br />

Ama zanni ilme dayanan hükümlere gelince (konumuzda nazari<br />

tekfir) ez-Zerkeşi (rahimehullah) “İki ve ikiden fazla mana ihtimali olan<br />

lafızlarda ictihad etmek sadece ulemaya caizdir. Ulemaya da bu konuda<br />

vacip olan şahitlere ve delillere itimat etmektir, görüşe itimat etmeleri caiz<br />

değildir” diyor. Yani nazari tekfir gibi mana veya hüküm delaletleriyle<br />

veya senet cihetinden ihtimalli olan delillere mesnet olan hükümleri<br />

istihrac etmek sadece müctehid ulemanın işidir.<br />

Binaenaleyh derim ki: Halk nazari tekfir ile asla mükellef değildir.<br />

Halkın mükellef olduğu kat’i tekfirdir. Kat’i tekfirde en azından<br />

mükellef olduğu suret ise inkâr etmesidir. Zira inkâr tekfirin manasıdır.<br />

İnkâr ettiği takdirde kendisinden talep edilen tekfirin manasını<br />

getirmiştir ve imanın sıhhatini korumuş olur. Lakin şer’an sabit olan<br />

küfür ismini nispet etmediği için isyandadır.<br />

Ümmetin iki büyük âlimi olan Ebu Cafer et-Taberi (Vefat H:<br />

310) ve Bedruddin ez-Zerkeşi (Vefat H: 794) rahimehumallah’ın<br />

sözlerinden mülahaza ettiğimiz bu kıstası hicri 12. ve 13. asırda şirke<br />

ve küfre karşı tehvid mücadelesinin iki büyük âlimi olan Âllame<br />

Süleyman bin Abdillah bin Muhammed bin Abdilvehhab (şehadeti<br />

h.1233) rahimehumullah’ın ve Âllame Ebu Abdurrahman Abdullah<br />

Eba Butayn (rahimehullah)’ın (Vefat H: 1282) sözlerinde lafzen bulmamız<br />

mümkündür:<br />

Âllame Süleyman bin Abdillah bin Muhammed bin Abdilvehhab<br />

rahimehumullah şöyle diyor:<br />

“Tevhid kelimesinin manası yücedir, onun manası tüm manalardan<br />

daha yücedir. Onun hulasası, Allah’tan başkasına ibadet etmekten beri<br />

174 Daha önce geçtiği gibi vucub ve nedeb şer’î ahkâmdan, teklifi hükümlerdendir.


ب<br />

شَ‏ فَ‏<br />

فَ‏<br />

ب ي<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 105<br />

olmak ve kalp ve ibadet ile Allah’a yönelmektir. İşte bu el-kufru bi’t-tağut’un<br />

ve Allah’a imanın manasıdır.” 175<br />

Dikkat et! Âllame Süleyman bin Abdillah (rahimehullah) tağutu tekfirin<br />

manasını neyle açıklıyor? Lafzıyla şöyle diyor: ِّ ُ ْ<br />

tağu- O‏“مَ‏ Allah’tan başkasına ibadet etmekten beri olmaktır.” Yani ا سِ‏ وَ‏ ى هللا<br />

tun (Allah’tan başka ibadet edilenin) tekfirini beri olmakla (tekfirin<br />

manası) manalandırıyor.<br />

هُ‏ وَ‏ ال بَ‏ َ اءَ‏ ُ ة مِ‏ نْ‏ عِ‏ بَ‏ َ اد ةِ‏ ك<br />

Meseleyi daha net Âllame Eba Butayn (rahimehullah)’ın şu sözleri<br />

izah ediyor:<br />

“Bir kişi, kabirlerde ve başka yerlerde işlenen, ölülere ve gaybta olanlara<br />

dua etmek, ihtiyaçlarının karşılanmasını istemek, sıkıntılarını gidermek,<br />

takarrub için adak adamak ve kurban kesmek gibi şirk olan eylemler<br />

için“bunlar şirktir ve sapıklıktır, kim bunları inkâr ederse haktadır ve kim<br />

bunları güzel gösterir ve bunların davetçiliğini yaparsa işleyenden daha<br />

şerlidir” derse, böyle birisinin İslam’ına hükmedilir. Çünkü bu, tağutu tekfir<br />

etmenin ve Allah’tan başka ibadet edileni tekfir etmenin manasıdır. Ve eğer<br />

bu tür eylemlerin yalnız Allah’a mahsus olan ve yalnız O’nun hakkı olan<br />

ibadetlerden olduğunu itiraf ederse ve bu tür eylemlerin O’ndan başkası için,<br />

ne mukarrab bir melek ve ne de gönderilmiş bir Nebi için, -bırak başkalarına-<br />

caiz olmadığını itiraf ederse, işte bu Allah’a imanın ve O’ndan başka<br />

ibadet edileni tekfir etmenin hakikatidir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle<br />

buyuruyor: “Kim la ilahe illallah der ve Allah’tan başka ibadet edileni<br />

inkâr ederse, onun malı ve kanı haramdır. Hesabı ise Allah-u<br />

Teâlâ’ya kalmıştır.”” 176<br />

Bak! Âllame Eba Butayn (rahimehullah) tağutu tekfir etmenin manasını<br />

nasıl inkâr ile açıklıyor. Lafzen şöyle diyor:<br />

ِ إ سْ‏ َ ل مِ‏ هِ‏<br />

ُ َ<br />

ُ ْ ك<br />

َ َ ذا <br />

َ ا إليْ‏ هِ‏ <br />

‏ْك<br />

ُ وتِ‏ وال<br />

ٌّ مِ‏ نَ‏ الفَ‏ اعِ‏ لِ‏ ، <br />

َ ا يُعْ‏ بَ‏ د<br />

َ َ يَّن ُ ه َ ودع<br />

ِ ‏لطَّاغ<br />

ْ<br />

ُ ف رِ‏<br />

مَ‏ نْ‏<br />

ُّ ق ومَ‏ نْ‏ ز<br />

ْ ُ حِ‏<br />

َ أنْك رَ‏ ه ُ ه وَ‏ ال<br />

لِ‏ أ نَّ‏ ه َ ا مَ‏ عْ‏ نَ‏ الْك<br />

ُ مِ‏ نْ‏ د ُ ونِ‏ هللا.‏<br />

ُ وَ‏ <br />

‏ِب <br />

ْ<br />

ُ ف رِ‏<br />

َ ذ<br />

175 Teysiru’l-Azizi’l-Hamid, 112.sayfa (Mektebetu’r-Riyadi’l-Hadise baskısı)<br />

176 Ed-Dureru’s-Seniyye, 10.cüz/408,409.sayfa. (yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)


106<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

“Kim bunları inkâr ederse haktadır ve kim bunları güzel gösterir ve<br />

bunların davetçiliğini yaparsa işleyenden daha şerlidir, derse böyle birisinin<br />

İslam’ına hükmedilir. Çünkü bu tağutu tekfir etmenin ve Allah’tan başka<br />

ibadet edileni tekfir etmenin manasıdır.”<br />

Ve sonra şöyle devam ediyor:<br />

“Tevhidi ve İslam’ın rükünlerini bilmek herkese farz kılınmıştır. Bu<br />

konuda taklid caiz değildir. Fakat delilleri bilmeyen halktan birisi Rabb<br />

Subhane’nin vahdaniyetine, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in risaletine,<br />

ölümden sonra dirilişe, cennete ve cehenneme ve bu meşhetlerde işlenen<br />

şirklerin batıl ve sapıklık olduğuna kesin ve şüphesiz bir itikad ile inanırsa,<br />

böylesi müslümandır. Delillerini getiremese de; çünkü Müslümanların umumuna<br />

delil öğretilse de genelde manasını anlamazlar.” 177<br />

Bak! Allah beni ve seni hakka irşad etsin! Âllame Eba Butayn (rahimehullah)<br />

halka tevhid ve İslam’ın rükünlerini bilmenin farz olduğunu<br />

söylemesiyle beraber halk için imanın icmali manası olan “Rabb Subhane’nin<br />

vahdaniyetine, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in risaletine,<br />

ölümden sonra dirilişe, cennete ve cehenneme… şüphesiz bir itikat ile inanmasını”<br />

nasıl kâfi görüyor. Ve halk için ancak, delillerden istihrac yoluyla<br />

elde edilen haramlık gibi şer’î hükmü değil de “şirklerin batıl ve<br />

sapıklık olduğuna kesin ve şüphesiz bir itikad ile inanmayı” gerekli görüyor.“Çünkü<br />

Müslümanların umumuna delil öğretilse de genelde manasını<br />

anlamazlar.” Çünkü o delilin mütekellimi (yani Allah (celle ve âlâ) kelamı<br />

en yüksek belağat, fesahat ve beyan seviyesinde konuşmuştur.<br />

Belağat ise istinbat ilimlerindendir. Halk ise istinbat ehli değildir.<br />

Ve başka bir yerde (rahimehullah) şöyle diyor:<br />

“La ilahe illallah, bir tek olan Allah için ibadeti ispat etmek ve O’nun<br />

dışında ibadet edilenlerden beri olmaktır. Bu, Allah’tan başka ibadet edilenleri<br />

tekfir etmenin manasıdır. Çünkü Allah’tan başka ibadet edilenleri tekfir<br />

etmenin manası, ondan beri olmak ve onun batıl olduğuna itikad etmektir.<br />

Bu “O halde kim tağutu inkâr edip Allah’a iman ederse, kopmayan<br />

177 Ed-Dureru’s-Seniyye, 10.cüz/408,409.sayfa. (yayın evi yok, altıncı baskı h.1417)


ف<br />

ي ب<br />

ب<br />

َّ<br />

ب<br />

َّ<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 107<br />

sapasağlam bir kulpa yapışmıştır” ayetinde el-Kufru bi’t-Tağut’un<br />

manasıdır.” 178<br />

Pekâlâ, beri olmanın sıfatı nedir?<br />

Bu sorunun cevabı Allah (azze ve celle)’nin şu ayetindedir. Allah (subhanehu<br />

ve teâlâ) şöyle buyuruyor:<br />

ُ ْ وَ‏ مِ‏ ‏َّا<br />

‏ُوا َ لِق وْ‏ مِ‏ ِ مْ‏ إِ‏ ُ ‏َآءُ‏ مِ‏ نْ‏ ك<br />

‏َال<br />

ٌ َ وَ‏ الَّذِ‏ نَ‏ مَ‏ عَ‏ هُ‏ إِذ<br />

‏ُسْ‏ وَ‏ ة حَ‏ سَ‏ ن ِ ي إِ‏ ي<br />

ُ ْ أ<br />

‏َك<br />

قَد ْ ‏َت ل<br />

ُ ْ وَ‏ بَ‏ َ دا بَ‏ يْ‏ ن َ ‏َنا وَ‏ بَ‏ يْن ‏ْعَ‏ َ داوَ‏ ُ ة وَ‏ ال ‏ْبَ‏ غ َ اءُ‏ أ ‏َبَ‏ ً دا حَ‏ ‏َّت‏<br />

تَعْ‏ بُ‏ د َ مِ‏ نْ‏ ُ د ونِ‏ ِ الل كَ‏ ف نَ‏ بِ‏ ك<br />

ْ تُؤ مِ‏ ن ِ وَ‏ حْ‏ د<br />

نَّ‏ <br />

ْ ض<br />

ْ ق<br />

ُ ُ ال<br />

َ ك<br />

ُ وا ِ ‏لل َ هُ‏<br />

ْ ‏َاهِ‏ <br />

َ ٌ ة <br />

َ رْ‏ <br />

ْ َ كن<br />

ُ ون<br />

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten<br />

uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Muhakkak<br />

bizler sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden beriyiz.<br />

Sizi inkâr ettik. Yalnızca Allah’a iman edinceye kadar bizimle<br />

sizin aranızda düşmanlık ve kin ebediyen baş göstermiştir” demişlerdi…”<br />

179<br />

(Sizin için gerçekten uyulacak güzel bir örnek vardır) yani Muhammed<br />

(sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in ümmeti için uyulması gereken<br />

güzel, Allah katında makbul ve mahmud bir örnek yardır. 180<br />

Örnek (İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda)’dır. İbrahim (aleyhissalatu<br />

vesselam) ile beraber olanların kim olduğu ihtilaflıdır. İmam İbn-i<br />

Cerir (rahimehullah)’ın kendi senediyle gelen rivayette İbn-u Zeyd (rahimehullah)<br />

onunla beraber olanların Nebiler olduğunu demiştir. 181 Bu<br />

görüşte olanlar, kastolunanlar İbrahim (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in<br />

asrında olan veya onun asrına yakın olan veya umumen Nebilerdir,<br />

derler. 182 İmam İbn-i Kesir (rahimehullah) ve başkaları onunla beraber<br />

olanların onunla beraber iman etmiş ve ona tabi olanlar olduğunu<br />

söylerler. 183<br />

178 Ed-Dureru’s-Seniyye, 2.cüz/312,313.sayfa. (yayın evi yok, altıncı baskı h.1417)<br />

179 El-Mumtehine Sûresi 4.ayet<br />

180 Bk.Fethu’l-Kadir, 7.cüz/203.sayfa. (el-Mektebetu’ş-Şamile)<br />

181 Camiu’l-Beyan, 23.cüz/317.sayfa. (Muessesetu’r-Risale ilk baskı h.1420)<br />

182 El-Muharraru’l-Veciz, 5.cüz/295.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, ilk baskı h.1422)<br />

183 Bk. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, 8.cüz/87.sayfa. (Dar-u Tayyibetin li’n-Neşri ve’t-Tevzi,


108<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

(Hani onlar kavimlerine demişlerdi) kavli ilklerin görüşüne<br />

göre, her bir Nebi’nin içinde bulunduğu kâfir kavminden ayette beyan<br />

edildiği sıfatlar üzere teberri ettiğine delil olur. Bu da söz konusu<br />

beraatın umumi İslam Dini’nin değişmez asıllarından, Nebiler aleyhimussalatu<br />

vesselam’ın ortak daveti olduğuna delil olur. Ayete ikincilerin<br />

görüşüne göre mana verirsek “onlar” İbrahim (sallallahu aleyhi ve<br />

sellem) ve ona tabi olan müslüman halk 184 olur.<br />

(Muhakkak bizler sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden<br />

beriyiz). Allah katında güzel bulunmuş ve son İslam ümmetine<br />

de örnek gösterilmiş ve uyulması emredilmiş olan söz budur.<br />

Konumuz olan da budur. Çünkü halkın tekfiri, manası olan inkârdır,<br />

dedik. Daha şümullü bir tabir ile beraattır, dedik. Âllame Eba Butayn<br />

(rahimehullah)’ın sözü yukarıda geçti. Orada “çünkü Allah’tan başka ibadet<br />

edilenleri tekfir etmenin manası, ondan beri olmak ve batıl olduğuna itikat<br />

etmektir” diyor. Açıklanması gereken tek husus olarak bu beraatın sıfatı<br />

kaldı. İşte ayetin bundan sonraki kısmı İbrahim (aleyhissalatu vesselam)<br />

’ın ve onunla beraber olanların kâfir kavimlerinden ve Allah’tan başka<br />

ibadet ettiklerinden nasıl teberri ettiklerini açıklıyor. Asrımızın<br />

müctehid âlimlerinden Muhammed et-Tahir İbn-u Âşûr (rahimehullah)<br />

(Vefat H: 1393) şöyle diyor: “”Sizi inkâr ettik” cümlesi ve bu cümleye<br />

matuf gelenler “muhakkak bizler beriyiz” cümlesinin açıklamasıdır.” 185<br />

Ve son asrın müctehid âlimlerinden Şihabuddin el-Alûsi (rahimehullah)<br />

(Vefat H: 1270) şöyle diyor: “”Sizi inkâr ettik” ve sonrasında gelenler“muhakkak<br />

bizler beriyiz”(kavlin)in açıklamasıdır.” 186<br />

Evet! Ayetin bundan sonraki kısmı Allah’tan başka ibadet edilenin<br />

(yani tağutu) tekfir etmenin manası olan beri olmanın ne sıfatlar<br />

üzere olması gerektiğini beyan ediyor:<br />

ikinci baskı h.1420). El-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 18.cüz/56.sayfa. (Dar-u Alemi’l-Kutub<br />

baskısı h.1423)<br />

184 İbrahim (aleyhissalatu vesselam) ile beraber olanların daha önce yaptığım üçlü taksimattan<br />

teşekkül edip etmediğine bakmakta fayda yoktur, zira şeriat sahibinin varlığı ile<br />

beraber kimseye ictihad etmek caiz değildir. Şu hâlde müctehid veya müctehidlerin<br />

varlığını farz etsek de Rasûlün varlığı ile beraber ictihad etmesi caiz olmaz. Dolayısıyla<br />

müctehidler var olsa da halk mertebesinde olurlar.<br />

185 Et-Tahriru ve’t-Tenvir, 28.cüz/129.sayfa. (Muessesetu’t-Tarihi’l-Arabi, ilk baskı h.1420)<br />

186 Ruhu’l-Meani, 14.cüz/264.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1415)


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 109<br />

Birinci sıfat: ْ ُ<br />

ettik”. Sizi‏“كَ‏ inkâr َ ف رْ‏ نَ‏ بِ‏ ك<br />

İmam İbn-i Cerir (rahimehullah) şöyle diyor: “(Sizi inkâr ettik) kavlinin<br />

manası şudur: Sizin Allah’ı inkâr etmenizi ve O’na nankörlük etmenizi<br />

inkâr ettik ve Allah’tan başka ibadet ettiklerinizin hak olduğunu yalanladık<br />

ve reddettik.” 187<br />

Şemsuddin Ebu Abdullah el-Kurtubi (rahimehullah) (Vefat H: 671)<br />

şöyle diyor: “(Sizi inkâr ettik) kavli hakkında şöyle denildi: Yani fiillerinizi<br />

yalanladık ve reddettik ve sizin hak üzere olduğunuzu inkâr ettik.” 188<br />

Kadı Ebu Muhammed İbn-u Atiyye (rahimehullah) (Vefat H: 542)<br />

şöyle diyor: “(Sizi inkâr ettik), yani sizi sözlerinizde yalanladık ve hiçbir<br />

şeyinde size inanmıyoruz.” 189<br />

Şihabuddin el-Alûsi (rahimehullah) şöyle diyor: “Burada söz konusu<br />

inkâr kabulün yokluğuna mecaz veya kinâyedir. Sanki şöyle dediler:<br />

“Biz size ve sizin ilahlarınıza itimat etmiyoruz. Ve bize göre siz hiçbir şey<br />

değilsiniz.” 190<br />

Şu hâlde beri olmanın ilk sıfatı kâfirlerin ve ibadet ettiklerinin<br />

doğru olmadığını, batıl olduğunu itikad etmek ve kâfirlerin söylediği<br />

ve yaptığı işleri kabul etmemek, yalanlayıp reddetmektir.<br />

ُ ْ ال ُ sıfat: İkinci ve üçüncü<br />

“Bizimle sizin aranızda بَد<br />

düşmanlık ve buğz baş göstermiştir.”<br />

‏َك ‏ْعَ‏ َ د اوَ‏ ة<br />

‏َا وبَيْن<br />

‏َن<br />

َ ا بَيْ‏ ن<br />

Muhammed et-Tâhir bin Âşûr (rahimehullah) ayet-i kerimede zikredilen<br />

bu iki sıfat için şöyle diyor: “Aramızda kapalısı, gizlisi olmayan<br />

apaçık bir düşmanlık zuhur etmiştir. Yani sadece kalpte olan bir düşmanlık<br />

değil, bilakis söz ve kalp ile aleni ve vazıh olan bir düşmanlık. Buna benzer<br />

kişilerin münkeri değiştirme emrinde güç getirebildikleri en azı budur…<br />

Dil ile değiştirmek. Zira sayıları az ve zayıf olmaları sebebiyle kavimlerin<br />

187 Camiu’l-Beyan, 23.cüz/317.sayfa. (Muessesetu’r-Risale ilk baskı h.1420)<br />

188 El-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 18.cüz/56.sayfa. (Dar-u Alemi’l-Kutub baskısı h.1423)<br />

189 El-Muharraru’l-Veciz, 5.cüz/295.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, ilk baskı h.1422)<br />

190 Ruhu’l-Meani, 14.cüz/264.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1415)


110<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

durumunu elleriyle değiştirmeye güçleri yetmez. Adavet kötülük ve saldırganlık<br />

ile muameledir. Buğz nefsin nefreti ve hoşlanmamasıdır. Ayrı geldiklerinde<br />

biri diğerinin yerini tutabilir fakat burada beraber gelmelerinin<br />

gayesi iki hâlin de nefislerinde hâsıl olmasını sağlamak içindir. Düşmanlık<br />

ile muamele hâli ve nefret ve kerâhiyet hâli.” 191<br />

edin- Yalnızca‏“أبَ‏ Allah’a iman ً دا حَ‏ <br />

َ هُ‏ sıfat: Dördüncü<br />

ceye kadar, ebediyen”<br />

تَّ‏ ت ْ ‏ُؤ مِ‏ ن ُ وا بِ‏ هللِ‏ وَ‏ حْ‏ د<br />

İmam İbn-i Cerir et-Taberi (rahimehullah) şöyle diyor: ”Sizler yalnız<br />

Allah’a iman edinceye kadar bizim ve sizin aranızda adavet ve buğz ebediyen<br />

baş göstermiştir. Aramızda kesinlikle sulh ve yumuşama olmayacaktır.”<br />

Ve şöyle der: “Yalnız Allah’ı doğrulayıncaya ve O’nu birleyinceye ve yalnız<br />

O’na ibadet edinceye kadar bizim ve sizin aranızda adavet ve buğz ebediyen<br />

baş göstermiştir.” 192<br />

İmam eş-Şevkâni (rahimehullah) şöyle diyor: “(Yalnız Allah’a iman<br />

edinceye kadar) ve şirkinizi terk edinceye kadar. Ancak böyle yaparsanız<br />

düşmanlık dostluğa ve buğz muhabbete dönüşür.” 193<br />

El hulasa:<br />

İlahi kelâm küfür ve ehlinden teberri etmeyi nasıl nitelendirdiğini<br />

gördün. Ve İslam ulemasının ayette geçen nitelikleri nasıl açıkladıklarını<br />

da gördün. Şu hâlde yukarıda sorduğumuz soruya şöyle<br />

cevap verebiliriz: Beri olmanın sıfatı küfür ehlinin, ibadetlerinin ve<br />

ibadet ettiklerinin batıl olduğuna itikad etmek,onları inkâr edip reddetmektir.<br />

Bu red sadece kalbi buğz olarak değil, bilakis kavlen ve<br />

muktedir ise amelen, aleni düşmanlık olarak zuhur etmesi lazımdır.<br />

Kalpte var olan buğzun bedende zuhur etmesini ancak kudretsizlik,<br />

harici bir mani veya isteksizlik engelleyebilir. Kudretsizlik veya<br />

harici bir mani söz konusuysa aleni düşmanlık göstermediğinden<br />

191 Et-Tahriru ve’t-Tenvir, 28.cüz/129.sayfa. (Muessesetu’t-Tarihi’l-Arabi, ilk baskı h.1420)<br />

192 Camiu’l-Beyan, 23.cüz/317.sayfa. (Muessesetu’r-Risale ilk baskı h.1420)<br />

193 Fethu’l-Kadir, 7.cüz/203.sayfa. (el-Mektebetu’ş-Şamile)


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 111<br />

dolayı mazur olabilir. Lakin sebebi isteksizlik ise, o hâlde hardal tanesi<br />

kadar iman kalmamıştır.<br />

Son olarak da, düşmanlık olarak zuhur eden inkâr sürekli olması<br />

lazımdır. İnkâr ve düşmanlığın kabule ve dostluğa, buğzun da muhabbete<br />

dönüşmesi ancak küfürlerini ve küfür amellerini terk ederlerse<br />

söz konusudur.<br />

Binaenaleyh, halktan kim bu sıfatlara haiz ise ona İslam hükmünü<br />

veririz. 194 Çünkü tekfirin manasını gerçekleştirmiştir. Âllame<br />

Eba Butayn (rahimehullah)’ın dediği gibi, “… Şirk olan eylemler için, bunlar<br />

şirktir ve sapıklıktır, kim bunları inkâr ederse haktadır ve kim bunları<br />

güzel gösterir ve davetçiliğini yaparsa işleyenden daha şerlidir, derse böyle<br />

birisinin İslam’ına hükmedilir. Çünkü bu, tağutu tekfir etmenin ve Allah’tan<br />

başka ibadet edileni tekfir etmenin manasıdır.”<br />

Açık bir şekilde görebildiğin gibi Eba Butayn (rahimehullah) kişinin<br />

İslam’ına hükmetmek için saydığı şirklerin haram olduğunu cezmetmesini<br />

ve işleyenin, hatta davetçiliğini yapanın tekfir etmesini şart<br />

koşmuyor. Çünkü haramlık ve tekfir şer’î hükümlerdir. Bunların tayiniyle<br />

ise halk muhatap değildir.<br />

“Pekâlâ, şeyhin sözlerinde izharı şart dediğin adavet ve buğz<br />

nerededir?” denilse, derim ki: Adavetin izharını kuşkusuz kudretin<br />

yokluğu veya harici manilerin varlığı engelleyebilir. Bunun için<br />

şahsın zahiren İslam’ına hükmetmek için asgari var olması gerekeni<br />

zikretmiştir, fazlasını değil; bu da sözdür. Bunun için “İşleyenden daha<br />

şerlidir,derse” demiştir.<br />

Bir fayda:<br />

Birisi, “Yukarıda Âllame Süleyman bin Abdillah ve Âllame Eba<br />

Butayn rahimehumallah’ın sözlerini naklederken el-Kufru bi’t-Tağut<br />

tabirini bazen inkâr ve bazen tekfir ile tercüme ettin. Kastın tekfir ise<br />

194 Yani şer’an muteber bir sebepten dolayı, falan İslam’a müntesip tağut kâfirdir, demese<br />

de ben onu tekfir edemem; çünkü şöyle şöyle dese de saydığım sıfatlara haiz ise İslam<br />

hükmünü veririz.


َ<br />

ٌ<br />

ٌ<br />

112<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

(keffe- كَ‏ ف<br />

o zaman ك َ ف رَ‏ بِ‏ َ (kefera bi)’yi أ ْ ك َ ف رَ‏ َ (ekfera) veya كَ‏ َّ ف رَ‏ (keffera) 195 gibi tuttuğundan<br />

mıdır? Zira tekfir كَ‏ َّ ف رَ‏ (keffera) sulasi mezidin masdarıdır.<br />

Şayet böyle diyorsan o zaman neye göre bazı yerlerde inkâr ile tercüme<br />

ettin?” diye sorsa, derim ki:<br />

(keffera) ile aynı değildir. Lâzım fiilin harf-i cer كَ‏ ّ ف رَ‏ bi) (kefera َ كف<br />

ile veya sulasi mücerred ise َ أ (ef ’ale) veya فَعَّ‏ َ ل (fa’ale) babından<br />

tasrif edilmesiyle ta’diyet kazanması, fiilleri bu bablar arasında keyfe<br />

göre nakletmenin cevazını çıkarmaz. Tasrif babları ve babların mana<br />

binaları sonradan istikra ile tespit edilmiştir. Fesahat devri Araplar<br />

fiilleri bu bablara göre kullanmış değil, sonra gelenler fesahat devri<br />

Arapların fiilleri ne şekil ve ne mana üzere kullandıklarını tespit ederek<br />

bu bablara taksim etmişlerdir. Bunun için daima fiilin tasrifinde<br />

ve mana binasında asıl olan fesahat devri Arabın kullanımıdır. Sonrakilerin<br />

bablara sokarak evveller arasında kullanılmayan mana yüklenimleri<br />

değil. Mesela kişi şöyle dese: “Sulasi lâzım fiilin müteaddi<br />

(geçişli) olması üç şekildedir: Ya harf-i cer ile mef ’ule geçiş yapar<br />

veya َ أف (ef ’ale) babından çekilir veyahut فَعَّ‏ َ ل (fa’ale) babından çekilir.<br />

Şu hâlde ك َ ف رَ‏ بِ‏ َ (kefera bi) fiilinde كَ‏ َ ف رَ‏ fiili ب harf-i cerriyle müteaddi<br />

olmuştur ve fiilin َ أف (ef ’ale) veya فَعَّ‏ َ ل (fa’ale) babında aldığı mana<br />

‏َرَ‏ bi) (kefera َ ك َ ف رَ‏ بِ‏ binalarını alır. Bunun için<br />

َّ رَ‏ (ekfera) veya أك<br />

ra) manasındadır, yani küfre nispet etmek manasındadır.”<br />

‏ْف<br />

‏َف ‏ْعَ‏ ل<br />

‏ْعَ‏ ل<br />

‏ْعَ‏ ل<br />

َ رَ‏ بِ‏ <br />

Buna cevap olarak şöyle derim: Kelimelerin manaları tasrif bablarından<br />

değil Lisanu’l-Arap ve benzeri muteber mu’cemlerden bakılır.<br />

Mu’cemler fesahat devri Arapların söz konusu kelimeleri nasıl ve<br />

ne manalarda kullandıklarını toplamışlardır. Lügat âlimleri ancak<br />

hicri dördüncü asır öncesi mensur veya menzum mana kullanımlar<br />

hakkındaki nakilleri delil olarak kabul ederler. Dördüncü asırdan<br />

babının mana inşası ta’diyet içindir, yani fiilin eseri mef ’ule geçiş yapması, onun أَف 195<br />

üzerinde tahakkuk etmesi içindir. Bu babın masdarı إك َ ف ً ارا ْ (ikfaren)’dır. كَ‏ َ ف رَ‏ fiilin bu babta<br />

َ أ ْ كف ْ َ ف ً ارا çekilişi<br />

َ<br />

(ekfera ikfaren) olur. أكْف َ يْد ‏ْرا (ekfera Zeydun Amra)’nın manası<br />

Zeyd Amr’da küfrün varlığına hükmetti olur. فَعَّ‏ َ ل babının mana inşaları birden fazladır.<br />

Bunlardan biri nispet veya isnattır, yani fiilin eserin mef ’ule isnat veya nispet edilmesidir.<br />

Masdarı ً ت (tef ’îlen)’dir. ك َ ف رَ‏ َ fiilin bu babta çekilişi ً كَ‏ ف ْ فِ‏ (keffera tekfîren)<br />

َ<br />

olur. كَف َ يْد ‏ْرا (keffera Zeydun Amra)’nın manası Zeyd Amr’ı küfre nispet etti, onu<br />

tekfir etti olur. Görüldüğü gibi كَ‏ َ ف رَ‏ (kefera) fiilin iki babta çekilişi aynı manadadır.<br />

‏َك ي ا<br />

َّ رَ‏ ت<br />

‏َرَ‏ ز<br />

ع<br />

َ رَ‏ إك<br />

ْ ‏َف عِ‏ يل<br />

‏َّرَ‏ ز<br />

ع<br />

‏ْعَ‏ ل


ِ<br />

ِ<br />

ْ<br />

ب<br />

ِ<br />

َّ<br />

ب<br />

ب<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 113<br />

sonraya varan mana nakilleri delil değildir. Bundan 1400 küsur yıl<br />

önce inmiş ve tamamlanmış fakat kıyamete kadar hükmeden bir şeriata<br />

lisan olmuş bir dilde sonradan kelimelere ve özellikle dînî kelimelere<br />

öncekilerin yüklemedikleri manalar yüklemek elbette caiz<br />

‏َرَ‏ kefera‏)ك َ bi) fiili َ ف رَ‏ بِ‏ değildir. Fesahat devri Arapların alelıtlak<br />

(ek- أكْف<br />

fera) veya كَ‏ َّ ف رَ‏ (keffera) manasındadır dediklerini veya bu manada<br />

kullandıklarını kim nakletmiş?<br />

Âcizane kanaatim كَ‏ َ ف رَ‏ بِ‏ fiilin karinelere göre inkâr manasında<br />

veya küfre nispet manasında gelebileceğidir. Bunun için kimi yerde<br />

inkâr manasına gelir ve kimi yerde tekfir manasına gelir. Bir misal ile<br />

mevzuyu açmaya çalışayım inşallah. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:<br />

َ َ ا<br />

انْفِ‏ صَ‏ امَ‏ ل<br />

َ<br />

ل<br />

فَ‏ َ نْ‏ يَك<br />

ُ وتِ‏ وَ‏ يُؤ<br />

َ مْ‏ سَ‏<br />

َ دِ‏ اسْ‏ ت<br />

ك ِ لْعُ‏ رْ‏ وَ‏ ةِ‏ ال<br />

‏َق ْ<br />

ِ ‏لطَّاغ ْ مِ‏ نْ‏ ِ ‏ِلل فَق َ ‏ْوُ‏ ث<br />

ْ ُ ف رْ‏<br />

Bu ayette يَكْ‏ ُ ف رُ‏ (yekfuru) fiil-i muzarisi ب (be) harfini almış ve sonra<br />

tağut kelimesi mef ’uliyet üzere mahallen nasb edilmiş. Mef ’ulün<br />

fiil ile ilişkisinde fiil iki hâl üzere olabilir. Ya bizzat müteaddidir veya<br />

lâzımdır. Lâzım ise mef ’ul ile arasında bir rabıtaya muhtaçtır. Bu rabıta<br />

harf-i cer olur. Fiil ile mef ’ul arasında rabıta görevi gören bu cer<br />

harfleri doğrudan fiil-fail-mef ’ul ilişkisinden meydana gelen manaya<br />

tesir ederler. Bunun için cer harflerine mana harfleri denilir. Mana<br />

harfleri çoktur, harf-i cerler de bunlardandır. Bu ayette يَكْ‏ ُ ف رُ‏ fiili ile<br />

mef ’ul olan tağut kelimesi arasında harf-iب ceri vardır. Cemaluddin<br />

İbn-u Hişam (rahimehullah) (Vefat H: ب(‏‎761‎ harfi için 14 mana zikreder.<br />

196 İlsak (yapıştırmak, tutturmak, yakınlaştırmak) 197 , ta’diyet (geçişli<br />

yapma) 198 , istiane 199 , sebebiyet 200 , musahabe (eşlik etme,<br />

196 Bk. Muğni’l-Lebib, 137-144.sayfa. (Daru’l-Fikr, altıncı baskı m.1985)<br />

ب ُ زَ‏ يْدٍ‏ 197 Mesela<br />

198 Mesela ذَ‏ ه ب َ بَ‏ زَ‏ يْدٍ‏ (Zeyd’i götürdü)<br />

199 Mesela ِ ْ ن ُ ت ز Zeyd’i‏)طَعَ‏ mızrak ile yaraladım)<br />

kendi- Gerçekten‏)إنَّكُ‏ siz buzağıyı ilah edinmekle kendi ْ ْ ‏تُ‏<br />

nize zulüm ettiniz)<br />

ب رْ‏ تُ‏ زَ‏ يْدٍ‏ (Zeyd’i tuttum) veya أمْ‏ سَ‏ كْ‏ ت<br />

geçtim) (Zeyd’in yanından مَ‏ رَ‏<br />

َ يْدا بِ‏ لرُ‏ مْ‏<br />

‏ْعِ‏ جْ‏ ل 200 Mesela<br />

ظَ‏ لَ‏ ْ أنْفُ‏ سَ‏ كُ‏ بِ‏ خ ‏تِّ‏ اذِ‏ كُ‏ ال


ي<br />

ئ<br />

َ<br />

ِ<br />

ج<br />

آ<br />

ي<br />

ِ<br />

نَ‏ ْ<br />

ِ<br />

114<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

beraberlik) 201 , zarfiyet 202 , bedel 203 , mukabele 204 , mucaveze 205 , istila 206 ,<br />

tebiz 207 , kasem 208 , gaye 209 ve tevkid. Tevkid mana delaletinde ب harf-i<br />

cerri zaiddir. Ya faile ya mef ’ule ya müptedaya ya menfi habere ya<br />

menfi hâle veya نَفس ْ ve ْ ن e‏’عَ‏ ek olur. İbn-u Hişam (rahimehullah)’ın zikrettiği<br />

14 mananın 13’ü ta’diyet ve istianeye dönüyor ve biri müstakildir,<br />

o da te’kid manasıdır. Daha doğrusu te’kid manasının teferruatından<br />

(biraz önce saydığım altı hâl) iki mana müstakildir, diğer<br />

dördü ise yine ta’diyet veya istianeye dönüyor. Müstakil olan bu iki<br />

‏َإذا د mana müptedaya ve menfi habere ek gelmesidir. Mesela<br />

ُ ف<br />

َ يْد َ ِ ا‏ve<br />

Konumuz olan ayete dönersek يَك ُ ف رُ‏ ْ fiili ve الطَّاغوت ُ mef ’ulü arasında<br />

gelen ب harfinin ifade ettiği mana özetle ya ta’diyet ya istiane veya<br />

tevkid 210 olacaktır. İstiane manası olumsuz olduğu açıktır. Kaldı ayetteki<br />

ب harfi ta’diyet veya te’kid ifade etmesi. Âcizane kanaatime göre<br />

ب iki manayı ifade etmesi de mümkündür. Tağut kelimesini cer eden<br />

harfi zaid gelmiş ve manayı te’kid etmek için gelmiş olabilir, mesela<br />

زَ‏ يْ‏ َ خ رَ‏ جْ‏ ت<br />

بِ‏<br />

gibi. مَ‏ ا ز<br />

ٌ بِ‏ ق<br />

َ ة<br />

ْ ع َ الن ْ خهل<br />

ِ<br />

ayet-iوهُ‏ kerimesinde olduğu gibi veya amelin eseri ِّ زي إليكِ‏ ِ ‏ز<br />

mef ’ul üzerine tahakkuk etmesi için ta’diyet için de gelmiş olabilir.<br />

ب ج<br />

Bu kanaate varmış olmamın sebebi şudur: Fiil, fail, mef ’ul ihtiva<br />

eden kelam, yani fiil cümlesi, bir isnad terkibidir. Yani bu cümlenin<br />

öğeleri birbirine mesnettir. Fiil ve fail ve mef ’ulün doğrudan<br />

in) Denildi‏)قِ‏ ki: Ey Nuh! Bizden bir selametle يل<br />

202 Mesela نَصَ‏ ْ رٍ‏ (Allah size Bedir’de yardım etmişti)<br />

203 Mesela وَ‏ لَ‏ ت ْ ‏تَ‏ َ نً‏ ا ق ً ‏َلِيل (Benim ayetlerimi az bir pahaya karşın satmayın)<br />

‏َيْمكُ‏ 204 Mesela<br />

َ ل<br />

Selam‏)ادْ‏ size! İşleyegeldiklerinizin karşılığı olmak ُ خل َ ن َ بِ‏<br />

üzere girin cennete)<br />

ي أيْدِ‏ ِ م 205 Mesela<br />

koşar) (Nurları önlerinde ve sağlarında يَسْ‏ عَ‏ نُورُ‏ ْ هُ‏ بَ‏<br />

206 Mesela وإذَ‏ ا مَ‏ رُّ‏ وا ب ُ ون (Yanlarından geçtiklerinde de birbirlerine kaş göz işareti<br />

‏َمٍ‏ مِ‏ َّ نا 201 Mesela<br />

ْ ط بِسَ‏ ل<br />

َ َ ي‏ ن ‏ُوحُ‏ ْ اه بِ‏<br />

َ كُ‏ هللا بِ‏ بَ‏ د<br />

ت‏ ‏ثَ‏<br />

‏َش ُ وا بِ‏ ي‏ ي<br />

‏ُون سَ‏ ل ‏َمٌ‏ ع<br />

‏َّة َ ا كُ‏ ْ نْتُ‏ تَعْ‏ مَ‏ ل<br />

‏ُوا ا ‏ْل<br />

َ ‏يْ‏ ا نِ‏<br />

ِ مْ‏ و أ بِ‏<br />

ِ مْ‏ يَتَ‏ َ غامَ‏ ز<br />

yaparlardı)<br />

َ يْ‏ نا َ يَشْ‏ بُ‏ ِ ب ا عِ‏ بَ‏ ُ اد هللا 207 Mesela<br />

ُ هلل العَ‏ ظِ‏ ي‏ 208 Mesela<br />

بِ‏<br />

ي نِ‏ مِ‏ نَ‏ السِّ‏ جْ‏ ن 209 Mesela<br />

ْ أحْ‏ سَ‏ نَ‏ ي إذْ‏ ْ أخ رَجَ‏<br />

bu- (Beni zindandan çıkardığında bana da iyilikte قَد<br />

lundu)<br />

pınardır) (Allah’ın kulların kendisinden içtikleri ع<br />

ederim) (Azim olan Allah’a kasem أقْمسَ‏<br />

210 Tevkid veya te’kid, ikisi de caizdir. Yani pekiştirme.<br />

ب


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 115<br />

birbiriyle ilişkisi vardır. Bu üç unsurun birbirinden kopuk olmaları<br />

mümkün değildir. Fiilin muhakkak faili olacak ve failin işlediği fiilin<br />

muhakkak üzerinde vuku bulacağı bir mef ’ul olacaktır. Fiil ister muteaddi<br />

ister lazım olsun. Muteaddi ise doğrudan mef ’ulü nasb edecek,<br />

yani üzerinde amel edecektir. Lazım ise ya mef ’ulü faili olacak<br />

veya harf-i cer ile fail dışında bir mef ’ule geçiş yapacaktır. Şu hâlde<br />

fiil muhakkak bir mef ’ul üzerinde vuku bulmak zorundadır.Fiilin<br />

mef ’ul üzerinde vuku bulmasının sıfatı ise fail ile doğrudan ilişkilidir<br />

çünkü vuku bulan eylemin sahibidir. Onun vasıflarıyla eylemin<br />

vasıfları eşittir. Bunun için Kufeli nahiv âlimleri mef ’ulü nasb eden<br />

amilin fiil ile failin beraber olduğunu söylemişlerdir. Hatta bazıları<br />

âmilin yalnız fail olduğunu söylemişlerdir. Ebu’l-Berekat el-Enberi<br />

(rahimehullah) (Vefat H: 577) şöyle diyor: “Basralı nahiv âlimleri failin de<br />

mef ’ulün de âmilinin fiil olduğunu söylemişlerdir. Ama Kufeli nahiv âlimleri<br />

görüşlerine şöyle diyerek delil getirmişlerdir: Mef ’ulü nasb eden fiil ve faildir<br />

dedik; çünkü mef ’ulün varlığı ancak fiil ve failin varlığından sonra mümkündür.<br />

Ya lafzen veya takdiren. Sadece fiil ve fail bir şey iseler hariç.”Sonra<br />

el-Enberi (rahimehullah) Kufelilerin delillerini zikrediyor ve Basralıların<br />

görüşü üzere reddediyor. 211<br />

El-muhim, konu Kufeli ve Basralı nahiv âlimlerin âmile ilişkin ihtilafları<br />

değildir; lakin önemli olan şu ki failin manası ancak mef ’ule<br />

isnad ile tamamlanır. Mef ’ul olmadan failden bahsetmek manasızdır.<br />

Maktul olmadığı zaman katilden bahsetmek manasız olduğu<br />

gibi. Fail ve mef ’ul birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki unsurdur.<br />

Faili ve mef ’ulü tahdid eden de oluşan eylemin eseridir.<br />

(yekfu- يَكْ‏ ف<br />

Şu hâlde mef ’ul üzerinde vuku bulan sadece fiil değil bilakis fiil-fail<br />

bütünlüğünden ve mef ’ul ilişkisinden teşekkül eden eserdir.<br />

Binaenaleyh, mef ’ule ister doğrudan ister dolaylı geçiş yapan her fiilin<br />

vasfı failiyle mahduddur ve bu hâliyle mef ’ul üzerinde vaki olur.<br />

ُ رُ‏ harf-i ceri ta’diyet içindir dersek ب Şu hâlde ayetteki<br />

ru) fiili failine göre ve üzerinde vuku bulacağı mef ’ule الطَّاغوت ُ (tağut)’a<br />

göre mana alacaktır.<br />

211 Bk. El-İnsaf, 1.cüz/78-81.sayfa. (Daru’l-Fikr baskısı)


ِ ب<br />

شَ‏<br />

ي ي<br />

ب<br />

116<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Bunu ayrıca destekleyen harf-i cerlerin mana harfi olmalarıdır.<br />

Bu harfler bizzat kendi başına mana ifade etmezler, bilakis manada<br />

isim ve fiile tabidirler. Bunun için mesela ب harfi bizzat mana ifade<br />

etmez, bilakis beraber geldiği fiil, fail ve mef ’ule mana eserinde tabi-<br />

ْ ُ ت ْ ء (Zeyd’in yanından geçtim) ve مَ‏ رَ‏ رْ‏ تُ‏ زَ‏ يْد Misal, dir.<br />

ْ ُ ت ِ ‏هلل şeyi bir şeye yapıştırdım) ve<br />

cümlelerinin üçünde de ب harfiyle geçiş yapıldı fakat her bir cümlede<br />

ب harfi farklı bir mana ifade etti. Beraber geldiği fiil, fail ve mef ’ule<br />

göre.<br />

(bir ألْصَ‏ ق ْ ءً‏ بِسشَ‏<br />

istedim) Allah’tan‏)اسْ‏ yardım تَ‏ عَ‏ ن<br />

Yukarıda geçenlere binaen derim ki: Bu ayette el-Kufru bi’t-Tağut’un<br />

manası inkârdır. Ayetin Türkçe meali de şöyledir: “O hâlde<br />

kim tağutu inkâr edip Allah’a iman ederse muhakkak ki kopmayan<br />

sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.” Bunu gerektiren karine nedir<br />

diye sorulsa, derim ki: Ayetteki umum ifadesidir. Çünkü şart ismi<br />

(men) umum ifade eder. Yani bu hitaba müctehid de dâhildir, ilim<br />

talebesi de ve halk da dâhildir. Matlub fiilin failleri ümmetin umumudur.<br />

Halktan aranan fiil ise tekfirin manasıdır. O da inkârdır. Şu<br />

hâlde ayete umumu itibariyle inkâr manasını yüklemek gerekir. Fakat<br />

ayetin muhatap aldığı failin değişmesiyle matlub fiilin vasfı da<br />

değişebilir. Elbette görüşe göre (istihsana göre) değil, bilakis bunu<br />

iktiza eden delile göre. Buna göre muhatap hususen müctehid veya<br />

‏ُرُ‏ بِ ictihad mertebesine yakın ilim talebesiyse, o zaman ayetteki<br />

(yekfuru bi) ifadesini tekfir ile manalandırmak mümkün olabilir.<br />

Çünkü bunlar ayetin iktiza ettiği şer’î hükmü beyan etmekle ve hükmü<br />

-ya fetva mahiyetinde veya kadı ise hüküm mahiyetinde- vaki<br />

olduğu şahsa inzal etmekle mükelleftirler.<br />

“Şu hâlde şartın cevabı “muhakkak ki kopmayan sapasağlam<br />

bir kulpa yapışmıştır” gereğince müctehid için şer’î hüküm mahiyetinde<br />

tağutu 212 tekfir etmek imanın sıhhati için şart mıdır?” diye<br />

مَ‏ نْ‏<br />

يَكْف<br />

212 Burada mevzuya konu olan tağut, tağut cinsi ve asli kâfir olan veya kendini açıkça İslam’dan<br />

başka bir dine nispet eden veya açıkça kendine ibadete çağıran İslam’a müntesip<br />

tağuttur. Bunun dışında kalan tağutlar ictihad mahallidir ve binaenaleyh, haklarında<br />

hüküm de ictihada açıktır.<br />

Mef ’ulün fiilin manasına müteessir olmasından kastettiğim de budur. Mef ’ulün mahiyetine<br />

göre fiilin sıfatı değişecektir. Konumuzda, tağutun mahiyetine göre onu inkârın sıfatı


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 117<br />

sorulsa, derim ki: Muhakkak ki evet. Tağut cinsinin ve kat’iyet ile<br />

tağut olanın inkârı (halk için) veya tekfiri (ulema için) imanın sıhhat<br />

şartlarından olduğu bu ayet ile kat’iyen sabittir.<br />

“Halk için yeterli gördüğün inkâr sıfatını ulema için niye yeterli<br />

görmedin?” diye sorulsa, derim ki: Çünkü ulema dini açıklamak,<br />

hakkı ispat edip batılı izale etmek ve dinde hüküm beyan etmekle<br />

mükelleftir, halk ise değil. “Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden<br />

“Onu muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz”<br />

diye kesin söz almıştı. Fakat onlar bunu kulak ardı<br />

ettiler ve ona karşılık az bir değeri satın aldılar. O aldıkları şey ne<br />

kötüdür” ve “Muhakkak indirdiğimiz apaçık ayetleri ve hidayeti,<br />

insanlara Kitap’ta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyenler<br />

var ya, işte onlara hem Allah lanet eder hem de lanet edenler lanet<br />

eder. Ancak tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna.<br />

Artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul<br />

edenim, çok rahmet edenim. Muhakkak inkâr edip de kâfir olarak<br />

ölenler var ya, işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti<br />

onların üzerinedir.”ayetlerinin muhatapları ilk sırada âlimlerdir. Allah-u<br />

âlem.<br />

Yukarıda geçenlerde bir çelişkinin olduğu zannedilmesin. “Hem<br />

fiillerin manaları kıyasi değil simaidir diyorsun, kelime manaları tasrif<br />

babları ve mana binalarından değil, fesahat devri Arapların mana<br />

kullanımlarından alınır diyorsun; aynı zamanda reddettiğinle delil<br />

getiriyorsun” denilmesin. Arap, kişiyi küfre nispet etmek için veya<br />

kişinin küfrüne hükmetmek için كَ‏ َ ف رَ‏ fiilin ب harfiyle geçişli hâlini<br />

kullanmamıştır. Ben buna Arabın kelamında rastlayamadım. Bu manayı<br />

ifade etmek için كَ‏ َ ف رَ‏ fiilini ekser hâlde hemze ile veya ayn harfini<br />

‏َرَ‏ بِ‏ şeddeli kullanmıştır. 213 Bunun için alelıtlak<br />

tekfir manasındadır كَ‏ ف<br />

değişecektir. Yukarıda saydığım tağutların tekfiri şarttır. Kişi halktan ise tekfirin manası<br />

(inkâr) şarttır. Müctehid ise şer’î hüküm mahiyetinde tekfir şarttır. İslam’a müntesip<br />

lakin hâli kapalı, İslam’ını gerektiren amelleri de var, küfrünü gerektiren amelleri de<br />

var, hakkında ulema ihtilaf etmiş, tağut olarak tekfir edenler de var, İslam vasfını ispat<br />

edenler de var. Bu tür tağutların tekfiri ictihad mahallidir.<br />

213 Bk.El-Mufredatu fi Ğaribi’l-Kur’an, sayfa 716. (Daru’l-İlm, ed-Daru’ş-Şamiyye baskısı<br />

h.1412). Lisanu’l-Arab, 5.cüz/144.sayfa. (Daru Sadir, ilk baskı). El-Kamusu’l-Muhit,<br />

606.sayfa. (el-Mektebetu’ş-Şamile). Es-Sihah-u fi’l-Luğa, 2/119.sayfa. (el-Mektebe-


118<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

demek veya umumen değil de hususen bu ayette tekfir manasındadır<br />

demek yanlıştır. Hem şer’î ve hem de lügavi bir bid’attır.<br />

Lakin ilahi kelamın en yüksek beyan mertebesinde olduğunu<br />

dikkate alarak ve daha önce izah ettiğim fiil, fail ve mef ’ul ilişkisini<br />

göz önünde bulundurarak, iktiza eden karineler gereğince ve fail ve<br />

mef ’ulün tesiriyle fiilin mana daralmaları veya genişlemeleri muhakkak<br />

olacaktır. Bu durum acem olan fakat Müslüman olmaları sebebiyle<br />

dini lisanları Arapça olan tüm milletler için bir müşküledir.<br />

Arapça fiillerin kök harfleri itibariyle ve ayrıca aldıkları mezid harfleri<br />

itibariyle ve ayrıca girdikleri terkibi hakikati itibariyle ve ayrıca<br />

fasih örfi kullanımları itibariyle oluşturdukları mana zenginliğini<br />

Türkçe veya başka diller karşılamakta aciz, aciz ve aciz kalıyorlar. Sulasi<br />

mücerred كَ‏ َ ف رَ‏ (ke-fe-ra) fiilinin fasih mana kullanımlarına ve malum<br />

harf eklemeleriyle oluşan mezid babların mana binalarına ve<br />

değişik Arap lügatlerindeki mana ifadelerine ve harf-i cer alarak<br />

mef ’ul üzerinde vaki olarak meydana gelen mana oluşumlarına Lisa-<br />

َ رَ‏ nu’l-Arap gibi mu’cemlerden bir bak. Göreceksin ki bizim<br />

inkâr etti manasını verdiğimiz fiilin manasını izah etmek için İbn-u<br />

Manzur (rahimehullah) yedi sayfa doldurmuştur. Bunun için daha önce<br />

de dediğim gibi, Kur’an meali tercüme değil, tevildir. Kur’an ayetlerinin<br />

tercümesinden bahsetmek ulemanın ittifakıyla mümkün değildir<br />

çünkü tercüme bir sözün anlamını başka bir dile dengi bir tabirle<br />

aktarmaktır. Kur’an’ın manası hangi dile dengi bir tabirle aktarılabilir<br />

ki? Bunun için bu çalışmalara tercüme değil meal denilir. Meal<br />

kelimesi tevil kelimesiyle aynı kökten gelmedir. Yani mana ihtimallerinden<br />

birine döndürmektir. Çünkü meal sahibinin yaptığı Kur’an’ın<br />

Arapça’yı en yüksek belagat seviyesinde kullandığı mana zenginliği<br />

içinde muhtemel manalarından birisini tercih ederek buna yormaktır.<br />

Bunun için umumen fakat özellikle Kur’an için, şu Arapça kelime<br />

Türkçe’de şudur, demek aslen doğru değildir. Kelamda siyaka göre<br />

kelimelerin mana değişiklikleri muhakkak söz konusu olur.<br />

eşittir كَ‏ ف<br />

tu’ş-Şamile). El-Muhkem-u ve’l-Muhitu’l-Azam, 7.cüz/4.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye<br />

baskısı, m.2000)


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 119<br />

Velhasıl,önceki sayfalarda sözü uzatmamın tek sebebi şu sözü ispat<br />

etmek içindir: Halk şer’î hüküm olan tekfir ile mükellef değildir.<br />

Halkın mükellef olduğu tekfirin manasıdır. 214 Yukarıda sunduğum<br />

nakli ve akli deliller bunun böyle olmasını gerektiriyor. Ayrıca dini<br />

hikmet de bunu gerekli kılıyor.<br />

Zira halkı şer’î hüküm mahiyetinde tekfir ile mükellef kılmak,<br />

halkı…<br />

…kudreti üstünde bir şeyle mükellef kılmak olur. Elbette ictihad<br />

her insanın güç yetirebileceği bir iş değildir. Muhakkak ictihad kabiliyetinin<br />

bir vehbî ve bir de kesbî yönü vardır. Zira bu iş, sahibine<br />

şer’î delilleri anlayabilme ve onlardan hüküm çıkarabilme imkânı<br />

veren özel bir muhakeme gücünü gerektirir. Bu melekeyi ise Allah<br />

(celle ve âlâ) herkese değil, sadece bazı kullarına nasip etmiştir. Kesbî<br />

yönüne gelince, ictihad mertebesine ulaşabilmek için kişi uzun yıllar<br />

lugavi ve şer’î ilimler tahsil etmek zorundadır. Herkesin bunu yapabilmesi<br />

muhakkak imkânsızdır. Herkesi tekfir ile yükümlü tutmak<br />

insanı elinde olmayan kişisel bir istidadı ve elinde olsa da çoğunluk<br />

için imkânsız ilimsel bir istidadı zorunlu kılmak olur. Bu ise şüphesiz<br />

güç yetirilemeyecek bir teklifte bulunmak olur ki bu caiz değildir.<br />

“Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.”<br />

…altından kalkamayacakları bir sorumluluk yüklemek olur.<br />

Çünkü hüküm beyan etmek ilahi iradeden haber vermektir. Başka<br />

bir ifadeyle Allah adına konuşmaktır. Bu elbette büyük bir mes’uliyettir<br />

ve ahlaki ve ilmî ehliyet gerekli kılar. Bilgisizce konuşmak her<br />

şey hakkında bir cerimedir fakat Allah (celle ve âlâ) hakkında bilgisiz<br />

konuşmak, bu daha da büyük bir cerimedir. Bunun için Allah (azze ve<br />

celle) nehyederek “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak,<br />

göz ve kalbin her biri ondan sorumludur.” buyuruyor.<br />

…ictihada zorlayarak zulmetmek olur. Hâlbuki halkın görevi ictihad<br />

etmek değil, zikir ehline sormaktır. “Eğer bilmiyorsanız zikir<br />

ehline sorun.”<br />

214 55.sayfaya da bak.


120<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Şu hâlde önceki fasılları şu cümleyle hatmedebiliriz: Halka düşen<br />

tekfirin manasını, yani inkârı gerçekleştirmektir.<br />

Fasıl<br />

İmanın sıhhat şartı tekfir değil, inkârdır<br />

Yukarıda zikri geçenlerden artık şu sonucu çıkarabiliriz: İmanın<br />

sıhhat şartı tekfir değil, inkârdır. Zira tekfir şer’î bir hükümdür.<br />

Hüküm beyan etmenin ise yukarıda geçen tafsilatı vardır. Kur’an ve<br />

Sünnet’in varid olması kâfi geleni var ve böyle olmayanı var. Lafzen<br />

ve sarih beyan edilmiş olanı var ve nazar ve istidlale muhtaç olanı<br />

var. İlkinde selim akıl ve fesahat kâfiyken, ikincisinde istinbat ehliyeti<br />

şarttır. Durum böyleyken nasıl olur da herhangi bir kişinin imanın<br />

sıhhati için tekfir etmesini şart koşarız. Müctehid olmak farz-u ayn<br />

mıdır? Bunu kim söylemiş? Farz-u ayn olan tekfir var kuşkusuz. Bu<br />

yukarıda geçti. Fakat mutlak surette farz-u ayn olan tekfirin manasıdır,<br />

o da inkârdır. İmanın sıhhati için kişide aranan vasıf inkârdır.<br />

Daha önce teberri etmenin tekfirin manası olduğu cihette bazı<br />

âlimlerin sözlerini aktarmıştım. İmanın sıhhati için ise tekfirin manasını<br />

inkâr ile tahdid etmenin sebebi ve delili nedir, diye sorulursa<br />

şöyle derim: Teberri etmek inkâr ile beraber kalbî buğzu ve sürekli<br />

olan zahiri düşmanlığı içerir. Bu hâl üzere olmak Müslümana ilahi<br />

bir tavsiyedir çünkü örnek olarak gösterilmiştir. Sanki “İbrahim (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem) ve onunla beraber olanlar böyle yaptılar, siz de<br />

böyle yapın” denilmiştir. Örnek olmak ise mutlaktır. Asli unsurları<br />

da ihtiva eder, fer’i olanları da. Küfre ve ehline karşı tam manasıyla,<br />

kâmil ve Allah (azze ve celle)’nin rızasına uygun bir tavır muhakkak<br />

böyle olandır. Müceddid İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın<br />

bu ayete mesnet ederek tağutu inkârın sıfatına ilişkin söylediği<br />

söz de bu minvaldedir. 215<br />

Lakin hakiki İslam’ın sıhhati için kalben buğz etmek, batıl olduğuna<br />

itikad etmek ve yalanlayıp reddetmek kâfidir. İşte bu da<br />

215 Bu husus şüphelere cevap faslında gelecek.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 121<br />

inkârdır. Bunun delili İmam Müslim, İmam Ahmed ve başkalarının<br />

Tarık bin Şihab (radıyallahu anhu) yoluyla tahric ettikleri hadistir:<br />

“Sizden her hangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle<br />

değiştir sin. Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin. Ona da<br />

gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin. İmanın en zayıfı da budur.” 216<br />

Bundan sonrasında ise iman kalmamıştır. İmam Müslim (rahimehullah)’ın<br />

Abdullah İbn-i Mes’ud (radıyallahu anhu) yoluyla tahric ettiği<br />

hadiste Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Benden<br />

önce Allah’ın bir ümmete gönderdiği hiç bir Nebi’si yoktur ki o<br />

Nebi’nin, ümmetinden Havarileri ve sünnetine tabi olan, emrine<br />

uyan ashabı olmasın. Sonra onların ardından, yapmadıklarını<br />

söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan nesiller gelir. İşte kim<br />

bunlara karşı eliyle cihad ederse o mü’mindir. Kim onlara karşı diliyle<br />

cihad ederse o da mü’mindir. Kim onlara karşı kalbiyle cihad<br />

ederse o da mü’mindir. Amma bunun ötesinde imandan bir hardal<br />

danesi de yoktur.” 217<br />

Bu hadisler münkere kalben buğz etmenin batıni imanın (hakiki<br />

İslam’ın) varlığı için kâfi geldiğine delildir. Zahiri İslam hükmü için<br />

ise muktedir ise ve harici mani yok ise en azından buğz ile beraber<br />

dil ile reddetmesi gerekir. Zira bu zahiri imanın (hükmi İslam’ın)<br />

en alt seviyesidir. Bu da inkârdır. Bunun için umumen İslam’ın sıhhati<br />

için şart olan inkârdır. İşte bunun için Eba Butayn (rahimehullah)<br />

“işleyenden daha şerlidir,derse” diyerek ve İbn-u Âşûr (rahimehullah) “yani<br />

sadece kalpte olan bir düşmanlık değil, bilakis söz ve kalp ile aleni ve vazıh<br />

olan bir düşmanlık. Buna benzer kişilerin münkeri değiştirme emrinde güç<br />

getirebildikleri en azı budur… dil ile değiştirmek” diyerek söz ile inkârı<br />

kâfi görmüşlerdir.<br />

216 Sahih-u Müslim, 186.hadis. (Daru’l-Cil ve Daru’l-Efeki’l-Cedide baskısı). Musned-u<br />

Ahmed bin Hanbel, 11480.hadis. (Âlemu’l-Kutub, ilk baskı h.1419)<br />

217 Sahih-u Müslim, 188.hadis. (Daru’l-Cil ve Daru’l-Efeki’l-Cedide baskısı)


ي<br />

122<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Fasıl<br />

İnkârın vasfı<br />

َ ر<br />

bil- (enkera) sulasi mezidin masdarıdır. Lügatte أنْك<br />

memek, nefyetmek ve kötü, çirkin olanı değiştirmek ve nehyetmek<br />

manalarına gelir. 218 Fukahanın ıstılahında inkâr, münkeri gidermek<br />

ُ 219 ‏جُود gelir. ve cuhud manalarına<br />

(cuhud) reddetmek, tekzip etmek,<br />

terk etmek gibi manalara gelir.<br />

‏ْاك<br />

َ رَ‏ (inkâr) الإ ن<br />

Yukarıda geçen Tarık bin Şihab ve İbn-i Mes’ud (radıyallahu anhuma)<br />

hadislerinde Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) inkârı üç mertebeye<br />

taksim etmiştir: 220<br />

- Kalp ile inkâr<br />

- Dil ile inkâr<br />

- El ile inkâr<br />

İlk mertebe imanın varlığı için şarttır. İkincisi İslam’ın vacibi için<br />

şarttır. Üçüncüsü İslam’ın kemal şartıdır. Yani münkeri izale emrine<br />

en kâmil icabet onu eliyle değiştirmektir. Ama diliyle değiştiren<br />

emre icabet etmiştir. Kalbiyle buğz eden ise ancak dil ile redde gücü<br />

yetmediğinden ötürü susmuştur ve dolayısıyla imanını korumuştur.<br />

Her üç hâlde de şahıs Şari’nin istediğini yerine getirmiş olur. Bunun<br />

için de kudreti ölçüsünde işlediğini kendisinden kabul eder. El<br />

ile değiştirmeye muktedir olan el ile inkâra mükelleftir. Dil ile değiştirmeye<br />

muktedir olan dil ile inkâra mükelleftir. El veya dil ile<br />

218 Bk. Lisanu’l-Arap, 5.cüz/232.sayfa. (Dar-u Sadır baskısı)<br />

219 Bk. El-Mevsuatu’l-Fıkhiyyetu’l-Kuveytiyye, 7.cüz/57.sayfa. (Daru’s-Selasil, üçüncü<br />

baskı)<br />

220 (Sizden her kim bir kötülük görürse onu değiştirsin) hadisinde dikkat edilirse Rasûlullah<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem)’in emrettiği fiildir ( َ ِّ ْ ‏ه onuفَل değiştirsin). Bu fiil müteaddidir.<br />

Fail haricinde bir mef ’ul üzerinde vaki olur. Münkeri el ile değiştirmede bu<br />

aşikârdır. Dil ile de böyle; fakat kalp ile buğzetmek kalbin amelidir ve etkisi faile<br />

münhasırdır. Bununla beraber Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu mertebeyi de<br />

“değiştirme” dâhilinde görmüş ve kabul etmiştir. Çünkü kalben inkârın tesiri dünyada<br />

hissedilmese de melei’l-â’lâ’da muhakkak müteessirdir.<br />

‏ْيُ‏ غ


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 123<br />

değiştirmeye muktedir olmayan kalp ile inkâra mükelleftir. Şu hâlde<br />

kalp ile inkâr asıl olandır. Zira birincisi, şer’an matlub olanın (el, dil<br />

ve kalp ile inkârın) en az şer’an makbul olanla (kalp ile inkâr ile) cevabıdır<br />

ve ikincisi, bedensel ameller (el ve dil ile inkâr) kalpten neş’et<br />

eder. Şu hâlde el ile inkârın da dil ile inkârın da vaki olması ancak<br />

kalp ile inkârın varlığı neticesindedir. Bu da kalp ile inkârı el ve dil ile<br />

inkâra asıl yapar. Şu hâlde kalp ile inkâr, mevzumuzda asıl olandır.<br />

Kalbin hareketi veya hâli itibariyle kalbin inkârını iki kısımda değerlendirmeliyiz:<br />

İlki; kalbin sakin, mutmain, rahat ve kesin olduğu ve ikincisi; kalbin<br />

tedirgin, rahatsız ve tereddüt ve şüphe içinde olduğu hâl. Kalbin<br />

ilk hâli kendisine kesin ve ihtimalsiz bilgi verildiğinde hâsıl olur.<br />

İkincisi de kalbe ihtimalli ve tartışmalı bilgi verildiğinde hâsıl olur.<br />

Buna binaen kalbin inkârını da tekfirin kat’i veya nazari olmasına<br />

göre taksim edebiliriz. Kat’i tekfir de söz konusu küfrü kalp tereddüt<br />

etmeden, kat’iyet ile batıl oluşuna itikad ederek inkâr eder. Nazari<br />

tekfir ise aslen ihtimallere dayandığı için kalbin mutmain olması ancak<br />

zannı galip derecesinde mümkün olur. Kalp açısından bu zannın<br />

hâsıl olması da ancak iki hâlde var olur:<br />

Bir: İctihad ile<br />

İki: Taklid ile.<br />

Binaenaleyh, halktan bir müslüman tekfiri kat’i olan bir kişinin<br />

veya cemaatin veya hareketin veya teşkilatın veya hükümetin veya<br />

düşüncenin veya benzerinin batıl olduğuna veya batıl üzere olduğuna<br />

kalben itikad eder, doğru olduğunu yalanlar ve onu diliyle<br />

reddederse tekfirin manasını ve üzerine vacip olanı yerine getirmiş<br />

olur. Fakat tekfiri kat’i olan şahsın, ideolojinin veya teşkilatın batıl<br />

olduğunda şüphe ederse ve kat’i surette yalanlamaz ve reddetmez ise<br />

İslam’ının sıhhati için şart olan inkârı getirmemiş olur ve bunun için<br />

de imanı batıl olur.


124<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Şeyh Salih bin Fevzan el-Fevzan istiğase meselesinden bahsederken,<br />

şirki inkâr etmekte ve şirke giden yolları kapatmakta hiçbir<br />

surette gevşeklik gösterilmemesi gerektiğini söyledikten sonra şöyle<br />

diyor: “Şüphesiz ki bu şirkin ve bu sapıklığın ümmette baş göstermesi ancak<br />

insanların akide mevzularında gevşekliklerinden ve âlimlerin şirkin tehlikesini<br />

açıklama hususunda sustuklarından ve şirk sebeplerinden kaçındırmadıklarından<br />

ötürü olmuştur. İnsanların şirk işlediklerini ve kabirlere ibadet<br />

ettiklerini görmüşlerdir ve onları nehyetmemişlerdir. Hüsn-ü zan yapar<br />

ve vacip olan inkârı yerine getirmemişlerdir, lakin kendi içlerinden inkâr<br />

etmişlerdir, dersek durum böyledir. Ama bunu caiz görmüşlerse bu şirktir ve<br />

küfürdür. Zira bundan razı olan faili gibi olur.” 221<br />

Şeyhin bu sözünden açık anlıyoruz ki insanın kendi nefsinde,<br />

açığa vurmadan ettiği inkâr mutlak vacibin yerine gelmesi için kâfi<br />

değilse de imanın sıhhati için kâfidir. Fakat caiz görmesi -ki bu inkârın<br />

yokluğuna delalet eder- şirk ve küfürdür.<br />

Lakin bazı durumlarda dil ile reddin yokluğu tekfir kat’i de olsa<br />

mazur görülebilir.<br />

Bir: İkrah. Zira ikrah kalbin iradesinin bedende zuhur etmesini<br />

engeller. İkrah hâli olmasa kalbin inkârı muhakkak bedende tezahür<br />

edecekti; fakat harici bir etken onun zuhur etmesini engellemiştir.<br />

Hatta ikrah hâlinde küfrü izhar etmek dahi mazur görülmüştür.<br />

İki: Takiyye. Müslüman acizliğinden dolayı kâfirler arasında kalmaya<br />

mecbur kalmışsa kâfirler tarafından gelecek muhtemel bir zararı<br />

def etmek için dil ile inkârdan sukût edebilir. Bu müslümanın dil<br />

veya el ile inkârını engellemiş olan, hicretten ve nefsini korumaktan<br />

aciz olmasından başka bir sebep değildir. Hicret edebilse veya imanını<br />

izhar edebilecek kudrete sahip olsa dil ve hatta el ile reddederdi.<br />

Üç: Daha büyük bir mefsedetin endişesi. İki mefsedet arasında<br />

hafif olanı tercih etmek, muhakkak bu kâmil dinin umdelerindendir<br />

ve derin fehimin semeresindendir. Genelde bu bahis daha çok nazari<br />

221 İanetu’l-Mustefid, 203.sayfa. (Muessessetu’r-Risale, üçüncü baskı h.1423)


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 125<br />

tekfir mevzularında geçerlidir fakat kat’i tekfirde de söz konusu olabilir.<br />

Dört: Zannına göre inkârın faydasız olması. Zira Allah (azze ve<br />

celle) “O hâlde, eğer öğüt fayda verirse öğüt ver” 222 buyuruyor. Bu<br />

durum da bir önceki gibidir. Genelde nazari tekfire konu olur fakat<br />

kat’i tekfirde de varid olabilir. 223<br />

El hulasa, el ile inkâr tekmilattan ve dil ile inkâr vacibattandır,<br />

imanın aslı kalpte inkârdır dersek o zaman, sözlerinde, amellerinde<br />

ve hâlinde aksi zuhur etmediği sürece müslümanda asıl olan kalbinde<br />

şirk ve küfre karşı inkârın varlığıdır, dememiz gerekir ki doğru<br />

olan da budur. Yani tanımadığımız ve zahiren müslüman olan her<br />

kişinin, tekfiri kat’i olan kâfirleri inkâr ettiğini kabul etmemiz gerekir.<br />

Çünkü müslümana karşı hüsn-ü zan vaciptir. İnkârı vacip olan<br />

bir şeyi diliyle reddetmediyse eğer, onu bundan engelleyen yukarıda<br />

geçen özürlerden biri vardır muhakkak deriz. Zira zahiren sahip olduğu<br />

imanı kudret hâlinde küfrü dil ile reddetmesini sağlardı.<br />

Fakat şuna dikkat et! Tekfir kat’i olan hususlarda durum böyledir,<br />

çünkü bu tür küfürlerde kalp inkârda tereddüttü kabul etmez. Bilakis<br />

kat’iyet ile batıl oluşuna itikad eder. Bu durum da inkârı iktiza eder.<br />

Lakin sözünde, amelinde veya hâlinde kalben tereddüt içinde olduğu<br />

veya kalben inkâr etmediği zuhur ederse İslam’ın sıhhati için şart<br />

olan inkârın yokluğu vazıh olmuştur ve bununla beraber de küfrü.<br />

Nazari tekfir konularına gelince, bunlar aslen ictihada dayanır ve<br />

dolayısıyla kabul ve redde açıktır. Bir kişinin İslam’ında nazari tekfir,<br />

İslam’ın varlığı ve yokluğu için kıstas değildir.<br />

222 El-A’la Sûresi 9.ayet<br />

223 Bu dört maddenin hangi muayyen hâllerde varid olabileceğini misallendirmek istemedim;<br />

çünkü bu her bir maddenin özünde var olan ihtilaflara değinmeyi gerektirecekti<br />

ve bu risaleyi çok fazla uzatacaktı. Ve ikincisi risalenin gayesini- tekfir konusunu fıkhi<br />

mahiyetiyle işlememeyi- korumak istedim.


ب ي<br />

َ<br />

126<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Fasıl<br />

Muayyen tekfir fıkhi bir meseledir, itikadi değil<br />

Bir kişiyi küfre nispet etmek, yani tekfir etmek şer’î bir hükümdür.<br />

Şu vaciptir veya şu haramdır demek ile falan Müslümandır veya<br />

kâfirdir demek arasında fark yoktur. Şer’î ahkâmda kat’i hükümler<br />

var olduğu gibi zanni hükümler de vardır. İlki dinde zarureten bilinmesi<br />

gereken 224 ve ictihada açık olmayan hükümlerdir ve ikincisi<br />

cehaletin mazeret olduğu 225 ve ictihada açık olan hükümlerdir. Tekfir<br />

hükmü de böyledir. İctihada açık olanı var ve olmayanı var. Bunlar<br />

yukarıda geçti. Tekfir hükmünü muayyene inzal etmeye gelince<br />

(muayyen tekfir), ictihaddır. Zira tahkiku’l-menata dayanır. Yani<br />

muayyen şahsın mutlak hükme uygun olup olmadığını araştırmaya<br />

dayanır. Bu hususta nazar ehli arasında muhakkak ihtilaflar vuku<br />

bulacaktır. Bunun için şahısların ve fırkaların tekfirleri konusunda<br />

ulemanın çokça ihtilaf ettiğini görebilirsin. Tabii bu ihtilaflar nazari<br />

tekfir bahsinde caizdir. Kat’i tekfir bahsinde ise hükümde ihtilaf caiz<br />

değildir. 226 Fakat hükmü muayyene inzal etmekte hükmün mesned<br />

olduğu delilden kaynaklananbir ihtilaf söz konusu olabilir. Mesela:<br />

َّ ُ ف َ ه<br />

ُ ْ َ الل<br />

َ ْ ك<br />

hük- (Kim Allah’ın indirdiğiyle وَ‏ مَ‏ نْ‏ ْ ل <br />

metmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir) ayeti vürud cihetinden<br />

kat’idir çünkü sahih kıraatlerdendir. Delalet cihetinden de kat’idir<br />

çünkü mana ve hüküm delaleti sarihtir. Allah celle va âlâ’nın indirdiğiyle<br />

hükmetmeyen kâfirdir. Ayetin delalet ettiği hüküm kat’idir.<br />

Fakat hükmün muayyene inzali nazaridir. Nasıl? Çünkü ayetin<br />

son kısmın başında gelen نْ‏ ‏(‏men‏)مَ‏ mevsuledir ve ya ayetin daha<br />

önceki kısmına dönüyor ve “şu hâlde insanlardan korkmayın, Benden<br />

korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın” sözleriyle<br />

anlatılan zümreyi tanımlıyor veyahut istinafıdır ve icmalen<br />

ِ ا نْ‏ أَ‏ زَل<br />

‏ُولئِ‏ ك<br />

‏َأ<br />

ُ ُ الْاكفِ‏ رُ‏ ونَ‏<br />

224 Müslüman olan veya böyle olduğunu iddia eden ve Müslümanlar arasında yaşayan veya<br />

Müslümanlara ulaşma imkânına sahip olan için bu konularda cehalet özür değildir.<br />

225 Cehalet mazeret olur; eğer yeni İslam’a girmiş veya Müslümanlardan uzak yaşıyor ve<br />

Müslümanlara ulaşma imkânı yoksa.<br />

226 Mesela küfrü Kur’an veya sahih Sünnet’te lafzen beyan edilmiş olan Ebu Leheb ve<br />

Firavun gibi.


ي<br />

ي<br />

ي<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 127<br />

Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen cinsi murad ediyor. Bu cihetten<br />

ayetin mana delaleti zannidir. İki manaya da ayet elverişlidir. Bunun<br />

için ulema ayetin delalet ettiği hüküm Yahudilere has mıdır veya<br />

bize de şamil midir konusunda ve eğer bize de şamil ise hüküm her<br />

muayyeni kapsar mı, kapsamaz mı hususunda ihtilaf etmiştir. Bid’at<br />

fırkalarının asıllarına ve açılımlarına 227 başvurmadığı sürece Ehl-i<br />

Sünnet uleması birbirilerini bu husustaki ihtilaflarından ötürü kötülememişlerdir.<br />

يَ‏ Fakat َ<br />

َّ َ ه<br />

‏َّذِ‏ َ ال َّ الل<br />

َّ َ ُ ve ل َ ْ د َ كف<br />

‏َّذِ‏ َ ال َّ الل<br />

َ ْ د َ كف<br />

gibiثَلث ayetler hükümde kat’idir ve hükmün muayyene inzali de<br />

kat’idir. “Andolsun ki “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler kâfir olmuşlardır.”<br />

228 “Andolsun ki “Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih’tir”<br />

diyenler kâfir olmuşlardır.” 229 Zira الَّذِ‏ نَ‏ (ellezine) ism-i mevsuledir,<br />

230 umum ifade eder ve şamil olduğu her ferdi hükme dâhil<br />

eder. Ancak hükmü tahsis eden bir delil varsa başka. Binaenaleyh,<br />

her kim- ferden ferden- Allah üçün üçüncüsüdür derse, yani itikad<br />

ederse veya Allah Meryem oğlu Mesih’tir derse kâfir olmuştur. Böylesinin<br />

tekfirinde tevakkuf etmek ilahi kelamı tekzip etmek olur. Bu<br />

hususta ihtilaf caiz değildir ve müsamaha edilmez.<br />

‏َق<br />

ل<br />

‏ُوا إِ‏ ن<br />

َ رَ‏ ال ي نَ‏ ق<br />

‏َق ثَ‏ لِث<br />

‏ُوا إِ‏ ن<br />

َ رَ‏ ال ي نَ‏ ق<br />

ب نُ‏ ا‏ مَ‏ رْ‏ <br />

ْ َ سِ‏ يحُ‏ ْ<br />

ُ وَ‏ ال<br />

‏َةٍ‏<br />

Velhasıl, diğer ictihadi meselelerde olduğu gibi bu bahiste şer’an<br />

muteber bir ihtilaf olduğu sürece muhalif görüşe müsamahayla yaklaşmak<br />

asıldır. Zamanımızda Ehl-i Sünnet âlimleri arasında yaygın<br />

olan muhtelif görüşlerin bu minvalde değerlendirilmesi gerekir.<br />

Ehl-i Sünnet içinde muayyen tekfir hükmü için şartların oluşması<br />

227 Özellikle zamanımızda bu meselede bazıları tarafından getirilen en çirkin bid’atlerden<br />

birisi, Allah’ın indirdikleri hükümleri vazai hükümlerle tebdil edenlerin tekfiri için getirdikleri<br />

istihlal şartıdır. Bu şartın Kufe’de türemiş olan mürcie fırkasından başka selefi<br />

yoktur.<br />

228 El-Maide Sûresi 73.ayet<br />

229 El-Maide Sûresi 72.ayet<br />

الَّذِ‏ نَ‏ ism-i mevsuledir, ikinci misal getirdiğim ayette de مَ‏ نْ‏ 230 İlk misal getirdiğim ayette<br />

ism-i mevsuledir. İkisi de umum ifade eder lakin مَ‏ نْ‏ istifham ve şart ismi olarak da gelebilir.<br />

Bu iki hâlde kesin umum ifade eder. Fakat مَ‏ نْ‏ mevsule geldiği zaman bağlantılı<br />

geldiği ana cümleyle sınırlı olabilir veya olmayabilir de. İki durum da caizdir. Bunun<br />

için ulema arasında yukarıda geçen ihtilaf varid olmuştur. İhtilafın var olmasıyla beraber<br />

eksere göre ayetin delaleti son İslam ümmetine de şamildir. Ama الَّذِ‏ نَ‏ mevsulesi<br />

umum ifade eder ve zikredilen sıfatlara haiz olan her ferde şamildir.


128<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

ve manilerin kalkması ulema arasında ihtilaf edilmemiş bir meseledir.<br />

İhtilaf sadece şartların ve manilerin teferruatında ve vakıaya<br />

indirgenmesinde söz konusudur: Cehalet, tevil, hata, ikrah ve taklidin<br />

sınırları ve muayyen vakıalarda işleyip, işlememeleri. Çünkü<br />

muayyen tekfir amelî bir hükümdür. Menatların tahkikidir. Mutlak<br />

şer’î hükmün vakıaya indirgenmesidir. Fer’i şer’î delillerin muayyen<br />

vakıalara uygulanmasıdır.<br />

Bir mesele:<br />

Birçok kişinin tekfir bahsinde ihtilaf olarak gösterdikleri ve lakin<br />

tekfir hükmüyle aslen bir ilgisi olmayan bir mevzu, şirku’l-ekber’de<br />

cehaletin mazeret olup olmamasıdır. Evet, bu meselenin aslen tekfir<br />

konusuyla bir alakası yoktur; çünkü tekfir fıkıhtır lakin şirku’l-ekber’de<br />

cehalet mevzusu itikadi bir meseledir. 231 Şirku’l-ekber’de cehaleti<br />

özür görmeyen Ehl-i Sünnet uleması risalet öncesi de şirk sıfatının<br />

sabit olacağını savunurlar fakat küfür nispetini ancak risalet sonrasında<br />

caiz görürler. Yani tekfir hükmü için şirku’l-ekber’de cehaleti<br />

mazeret kabul eden Ehl-i Sünnet âlimlerinin getirdikleri şartların<br />

oluşması ve manilerin kalkması umdesini bu âlimlerde işletirler.<br />

Tekfir hükmünün vaki olmasında ve muayyene inzal edilmesinde iki<br />

görüşü savunan Ehl-i Sünnet âlimleri arasında ihtilaf göremezsin.<br />

Var olan ihtilafın hakikati ise Allah (celle ve âlâ)’ya teslim olmuş olan<br />

bir kişinin aynı zamanda Allah (celle ve âlâ)’ya ortak koşabilmesinin<br />

mümkün olup olmamasıdır. İlkler bunun mümkün olmadığını, bir<br />

insanın ya sadece Allah (azze ve celle)’ye teslim olmuş muvahhid veya<br />

O’nunla başkasını eşitlemiş müşrik olacağını savunurlarken, ikinciler<br />

bunun mümkün olacağını ve yalnız Allah (celle ve âlâ)’ya teslim<br />

olmuş muvahhidin aynı zamanda bilmeden Allah (celle ve âlâ)’yı bir<br />

başkasıyla eşit tutabileceğini savunurlar. Her iki tarafında getirdikleri<br />

deliller var ve işin hakikatinde aralarında ciddi bir ihtilaf da yoktur;<br />

çünkü şirku’l-ekber’de cehaleti özür gören Ehl-i Sünnet âlimleri<br />

232 birincisi, ilme ulaşma imkânını cehaletin özür olup olmayışında<br />

231 Eskiler itikad bahsini de fıkıhtan saymışlardır fakat müteahhir ulemanın ıstılahında<br />

fıkıh ameli hükümlere hastır. Dolayısıyla akide mevzularını bu babta işlemezler.<br />

232 Mürcie mezhebinden etkilenmiş ve hatta Cehmiyye’nin delil getirdiği gibi delil getirenlerde<br />

durum farklı tabii.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 129<br />

kıstas getirmişlerdir ve ikincisi, şirki sahibine karşı inkâr etmeyi ve<br />

failine karşı hücceti ikame etmeyi acilen vacip görmüşlerdir. Her iki<br />

görüşü savunan âlimler şirk failini tevbeye çağırmayı vacip görmüşlerdir.<br />

Tevbe etmediği hâlde kâfir olacağında iki taraf da hemfikirdir.<br />

Bu tartışmaya burada girmek istemiyorum, konumuzda değil. Sadece<br />

çok yaygın ve Müslümanlar arasında ciddi ihtilaflara sebebiyet<br />

veren bu yanlış anlayışa dikkat çekmek istedim. Muhakkak zamanımızda<br />

her iki tarafta konuşan bazı ilim talebelerinin konuya ilişkin<br />

fehim ve kasıtlarında yanlışlıkları vardır. Her ihtilafta olduğu gibi bu<br />

ihtilaf da Kitap ve Sünnet’e ve selef-i Salihin’in fehimine çevrilmesi<br />

gerekir. Bu konu aslında Ehl-i Sünnet içerisinde ihtilaf mevzusu<br />

değildir lakin azgın nefis muti kalbin önüne geçtiğinde her mevzu<br />

marekeye dönüşür. Bunun için tekrar diyorum: Şirku’l-ekber’de cehaletin<br />

mazeret olup olmamasına ilişkin ihtilafın tekfir hükmüyle<br />

alakası yoktur. Tekfir hükmünün fıkıhdan bir bahis olması açısından<br />

iki görüş 233 arasında ihtilaf yoktur.<br />

* * *<br />

233 Tabii söz konusu olan Ehl-i Sünnet âlimleridir, yoksa bu meseleyi Mürcie, Mutezile<br />

veya Harici mezhebinin asıl ve kaidelerine göre işleyenler değil.


Fasıl<br />

Bazı Şüphelere Cevap


132<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Denilse ki: “Hatip kıssasında Hatip bin Ebi Beltea (radıyallahu anhu)’nun<br />

Mekke müşriklerine yazdığı ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi<br />

ve alihi ve sellem)’in Mekke’ye karşı savaş hazırlıkları içinde olduğunu<br />

haber veren mektup ortaya çıktığında Ömer (radıyallahu anhu) hemen<br />

onu tekfir etti. Tekfir ettiğinin delili onun boynunu vurması için izin<br />

istemesidir. Fakat Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) onu bu davranışından<br />

ötürü azarlamadı. Bu da küfrü zahir olmuş olanın tekfiri<br />

halktan da olsa caiz olduğunu gösterir.”<br />

Bu şüpheye şöyle cevap verilir:<br />

Birincisi, bu kıssa sizin lehinize değil aleyhinize delildir. Çünkü<br />

bu kıssa tekfirde ne kadar ihtiyatlı olunması gerektiğini ispat eden örneklerden<br />

birisidir. Zira zahiren küfür olan bir fiilin zorunlu olarak<br />

failine inzal edilmesi gerekmediğine delildir. Bilakis küfür hükmünü<br />

failinden engelleyen bir mani varid olabilir. Dolayısıyla muhtemel<br />

olan hâllerde failin hâli muhakkak incelenmesi gerekir. Bu kıssa da<br />

olduğu gibi. Hatip bin Ebi Beltea (radıyallahu anhu)’nun yaptığı muhakkak<br />

zahiren küfürdür. Bunun için Hatip (radıyallahu anhu) gönderdiği<br />

mektubu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in huzurunda gördüğünde<br />

ilk dediği “Allah’a yemin ederim ki ben İs lam’dan sonra kâfir olmadım”<br />

olmuştur. Ve muhakkak hâli bu sözünü destekliyordu, zira<br />

kendisi Müslümanların yanında şirk ve müşriklere karşı savaşanlardandı.<br />

Bedir gazvesine katılmış ve imanında ve Allah ve Rasûlü<br />

ve İslam ve ehli için muhabbetinde daha önce şüphe varid olmamış<br />

değerli sahabelerdendir. Ayrıca yaptığı işle Rasûlullah (sallallahu aleyhi<br />

ve alihi ve sellem)’e ve Müslümanlara zarar vermeyi de amaçlamamıştır.<br />

Bilakis zararın varid olmayacağına kanaat getirmiştir. Bunun için<br />

İmam Ahmed (rahimehullah)’ın rivayetinde “ama ben bunu Rasûlullah’ı<br />

aldatmak için veya nifaktan yapmadım. Ben kuşkusuz biliyorum ki Allah,<br />

Rasûlü’nü muzaffer kılacak ve onun için emrini tamamlayacaktır.” demiştir.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 133<br />

Ayrıca saldırının ayrıntılarını ve benzeri sırları da ifşa etmemiştir.<br />

Ancak tevil etmiş ve Mekke’de geride bıraktığı ve zayıf konumda<br />

olan ailesini bu şekilde koruyabileceğini zannetmiştir. Nitekim Mekke<br />

kâfirlerine yazdığı mektupta İslam’dan sonra küfre girdiğini hiçbir<br />

hâlde ifade etmiyor. Meğazi sahipleri Hatip (radıyallahu anhu)’nun<br />

yazdığı mektubun metnini şöyle naklederler: “…ve bundan sonra. Ey<br />

Kureyşliler! Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) size gece gibi karanlık ve sel<br />

gibi silip süpüren bir orduyla geliyor. Allah’a yemin ederim ki, tek başına da<br />

gelse Allah onu destekler ve vaadini yerine getirir. Siz kendi halinize bakın.<br />

Vesselam.” 234 Kuşkusuz bu ifade casusluktan ziyade tehdittir.<br />

El-mühim, her ne kadar Hatip (radıyallahu anhu)’nun yaptığı zahiren<br />

küfür gibi görünse de hem hâli ve hem de gönderdiği mektubun içeriği<br />

onun sözünde doğru olduğunu destekliyor. Binaenaleyh, zahiri<br />

küfür fiili faili için de geçerli midir, muhakkak araştırılması gerekir.<br />

Tabii Hatip (radıyallahu anhu) misalinde buna gerek yok çünkü Rasûlullah<br />

(sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) onu sözünde tasdik ediyor. Fakat<br />

bu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için özel bir durumdur. Ondan<br />

başka her kişi böyle bir ihtimalli durumda failin kastını ve tevilinin<br />

geçerliliğini araştırmak zorunda olur. Bu durumda bu kıssa sizin dediğinizi<br />

değil, bizim dediğimizi destekliyor.<br />

İkincisi, Ömer (radıyallahu anhu)’nun tepkisine gelince (“bırak boynunu<br />

vurayım”) çıkardığı şer’î bir hüküm değil, zahiren gördüğü ihanete<br />

fevri ve hamasi bir tepkidir. Bunun için Ömer (radıyallahu anhu)<br />

“Ey Allah’ın Rasûlü! Şüphesiz ki o Allah’a ve Rasûlü’ne ve mü’minlere ihanet<br />

etti. Bırak boynunu vurayım” diyor. 235 İmam Buhari (rahimehullah)’ın rivayetinde<br />

“Şüphesiz ki o ikiyüzlülük yaptı. Bırak boynunu vurayım” diyor.<br />

Üçüncüsü, Ömer (radıyallahu anhu)’nun ister bu kıssa da olsun ister<br />

Abdullah bin Zi’l-Huveysira kıssasında olsun ister İbn-u Sayyad kıssasında<br />

olsun, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in huzurunda<br />

şer’î hüküm çıkarıp infazını kesinleştirmesi ihtimali bile olmayan bir<br />

durumdur. Ömer (radıyallahu anhu)’nun “bırak boynunu vurayım” sözü<br />

234 Bk. Fethu’l-Bari İbn-,u Hacer, 7.cüz/520.sayfa. (Daru’l-Marife baskısı)<br />

235 İmam Ahmed tahric etmiştir.


134<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

ancak ona zahir olan hâlde muhabbeti gereğince gerekli zannettiğini<br />

talep etmesi olarak anlaşılması mümkündür.<br />

Dördüncüsü, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ömer (radıyallahu anhu)’yu<br />

azarlamamıştır; çünkü Ömer (radıyallahu anhu)’ya yapmış olduğu<br />

ameli yaptıran Allah’ı ve Rasûlü’nü ve mü’minleri sevmesidir. Onun<br />

muhabbeti ve samimiyeti onun bu tepkiyi vermesini sağlamıştır.<br />

Kuşkusuz sevgi ve samimiyet azarı hak eden değerler değildir. Fakat<br />

salih ve sahih amel için yalnız muhabbet kâfi değildir. İlim de zaruridir.<br />

İlim noktasında da Ömer (radıyallahu anhu)’nun Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’e muhalefeti söz konusu olmayıp itaati kesin olduğundan<br />

azarlamaya ihtiyaç yoktur. Bunun için de Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’in isteğine müspet icap etmemesi ve akabinde isteğinde<br />

ısrar etmesi varid olmamıştır.<br />

İkinci şüphe<br />

Denilse ki: “Bir kişinin İslam’ının sahih olması için inkâr kâfi değil,<br />

tekfir şarttır. “Tağutu tekfir eden ve Allah’a iman eden…” ayeti<br />

buna delildir. Ayrıca söylediğimizi destekleyen ulema sözü de vardır.<br />

İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah) ve onun yolunu<br />

izleyen davet imamları tağutu tekfirde getirdikleri beş şartın içinde<br />

tağut ehlini tekfir etme şartını da getirmişlerdir.”<br />

Bu şüpheye cevap olarak derim ki:<br />

Bir. Zikrettiğin ayetin doğru mealinin “tağutu tekfir eden” değil<br />

“tağutu inkâr eden” olduğunu ve iddiana delil olmadığını yukarıda<br />

açıkladım.<br />

İki. Sözünle müctehid ulemayı kast ediyorsan… Doğrudur. Nazari<br />

bir mesele olmaması şartıyla tabii. Ancak nazari bir meselede kendisi<br />

indinde falan için küfür hükmü şer’an sabit olmuşsa, artık falanı tekfir<br />

etmesi hakiki ve zahiri İslam’ı için sıhhat şartı olur. Fakat halk için<br />

tekfir aslen bir yükümlülük değildir. Çünkü tekfir şer’î hükümdür.<br />

Yani Allah’ın hakkıdır. Hadler gibi. Recmetmek, el kesmek, dövmek,<br />

hapsetmek gibi hükümlerin halk tarafından çıkarılması caiz midir?


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 135<br />

Değildir. Çünkü bunlar Allah’ın hakkıdır. Sadece Allah’tan naklen<br />

caiz olur. Halkın ise Allah (celle ve âlâ)’dan nakilde ehliyeti tam değildir.<br />

Allah (azze ve celle)’den nakletmeye ehil olanlar ulemadır. Bunun için<br />

şeriatta hüküm makamı hakiki veya takdiri kadıya 236 verilmiştir.<br />

Üç. Fakat kast ettiğin halk ise, o hâlde İslam’dan kastettiğin kişinin<br />

hakiki İslam’ı mıdır, zahiri İslam’ı mıdır diye sormak lazım. Kastım<br />

hakiki İslam’ı yani imanıdır dersen derim ki, en zayıfı olsa imanın<br />

sıhhati için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buğzu yeterli görmüştür.<br />

Her iki hâlde sıhhati için tekfiri şart koşman yanlıştır. Kastım zahir<br />

İslam’dır dersen ki böyle olmak zorunda, çünkü tekfir dil ve el ile<br />

yapılan bir eylemdir, o zaman derim ki, bahsettiğin güç sahibiyse<br />

ve muteber özrü de yoksa kısmen doğrudur. Çünkü özürsüz dil ile<br />

inkârın terki zahir İslam’ın vacip kısmını bozar. Sadece şartları oluşmuş<br />

özel hâllerde tekfirin (kâfirlik nispetin) yokluğu halktan birisi<br />

olanın da hakiki İslam’ına zarar verebilir. Bu aşağıda gelecek inşallah.<br />

Dört. İddiana şahit getirdiğin ulema sözüne gelince, bu mevzuyu<br />

biraz açalım:<br />

-Birincisi, ulema sözü delil değildir, delile muhtaçtır.<br />

-İkincisi, bir âlimin sözüyle istidlalde bulunmak için o âlimin<br />

usûlde mezhebini, usûlden istifade mizacını ve menhecini ve sahipse<br />

-ki ekserde durum budur- kullandığı özel ıstılahını bilmek lazımdır.<br />

Aksi hâlde o âlimin demediğini ve kastetmediğini ona nispet etmiş<br />

olursun.<br />

-Üçüncüsü, ulemanın sözünde de müteşabih olanı var ve muhkem<br />

olanı var. Müteşabih olan söz birden fazla manaya muhtemel<br />

olandır ve muhkem olan söz tek manaya delalet edendir. Ulemanın<br />

müteşabih sözleriyle neyi kast ettiklerini anlayabilmek için muhkem<br />

sözüne sunulması gerekir ve bunun doğrultusunda alınması gerekir.<br />

Bu durum Allah (celle ve âlâ)’nın kelamı ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve<br />

236 Hakiki kadıyla kastettiğim, İslam şeriatının hâkim olduğu yerde şer’î idare tarafından<br />

atanmış kadılardır ve takdiri kadıyla kastettiğim, İslam şeriatının hâkim olmadığı ve<br />

Müslümanların ihtilaflarını arzettikleri ilim ehlidir.


136<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

sellem)’in sözleri için söz konusuysa, ulemanın sözleri için evlasıyla<br />

gerekli olur. “Sana Kitabı indiren O’dur. Ondan bir kısım ayetler<br />

muhkemdir. Bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir…”<br />

ayeti Kur’an’da ihtimalli ve ihtimalsiz ayetler olduğunu,<br />

fakat anası ihtimalsiz ayetler olduğunu ve müteşabih ayetlerin muhkem<br />

ayetler gereğince alınması gerektiğini beyan ediyor. Aynı durum<br />

Nebevi söz için de geçerlidir. Ebu Hatim er-Razi (rahimehullah) şöyle<br />

diyor: ”Eğer bir hadisi 60 yönden yazmasak onu akledemezdik.” İbn-u<br />

Dakiki’l-İyd (rahimehullah) şöyle diyor: “Hadisin rivayet yolları toplanırsa,<br />

biriyle diğerine delil getirilirse ve cem edilmesi mümkün olanlar cem edilirse<br />

murad belli olur.” Ve İmam Ahmed (rahimehullah) şöyle diyor: “Hadisin<br />

rivayet yollarını toplamazsan onu anlayamazsın. Hadis hadisi açıklar.”<br />

Masum olan kelam için bu durum söz konusuysa masum olmayan,<br />

her dediğinde ilahi nazar altında olmayan, yanlış veya muradın<br />

beyan olması için yetersiz konuştuğunda semadan müdahale edilmeyen,<br />

kelimeleri yanlış kullanabilen veya kendine özel mana yüklenimleri<br />

(ıstılahı) olan ulema sözü için bu hayli hayli geçerlidir.<br />

İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın iman, şirk ve<br />

küfür meselelerinde sahip olduğu usûle ve kullandığı ıstılaha gelince,<br />

bunu bu risaleye konu etmek risaleyi çok fazla uzatır ve asıl konudan<br />

uzaklaştırır. Bu mevzu için ayrı bir çalışma zorunludur. Fakat burada<br />

şüpheyi izah edebilecek oranda ama ciddi ihtisar ile tekfirde usûlü<br />

için şöyle diyebilirim: İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)<br />

şirk ve küfür isimlerinde ayırım yapar. Şirk ismi şirku’l-ekber’den<br />

olan ve hakkında icma edilmiş bir fiil veya söz veya itikad ile faili<br />

için sabit olur. Bunun için bilirkişi olması şart değildir. Cahil de olsa<br />

müşrik olur. Zira dini isim ilmin ulaşmasıyla değil rükün sıfatların<br />

mevcut olmasıyla sabit olur. Müşrik kişi için ceza hukuku hariç bera<br />

ahkâmı uygulanır. Fakat kâfir ismi ancak ilmin kendisine ulaşmasından,<br />

küfür hükmü için şartların oluşmasından ve manilerin kalkmasından<br />

sonra hakkında sabit olur. Kâfir ismine terettüp eden ceza<br />

ahkâmı da ancak bu merhaleden sonra hakkında sabit olur. Kendisini<br />

İslam’a nispet eden ve İslam şiarları, Kur’an ve Sünnet metinleri<br />

ve ilimleri yaygın olan ve bununla beraber bu metinleri sahih surette


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 137<br />

açıklayabilecek rabbani ulemanın yokluğundan veya var lakin sayısı<br />

yok kadar azlığından veya idare tarafından halka ulaşması engellenmesinden<br />

ve benzeri sebeplerden ötürü icma edilmiş şirku’l-ekber<br />

türünden şirkler de halkın arasında yaygın olan toplulukları fetret<br />

ehli topluluklar olarak görmüştür ve hüccet ikamesinin tecdidini gerekli<br />

görmüştür. Ciddi ihtisar ile İmam Muhammed bin Abdilvehhab<br />

(rahimehullah)’ın tekfirde usûlü budur.<br />

O zaman iddia sahibinin görüşüne şahit getirdiği sözde kast edilen<br />

nedir? İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahmetullahi teâlâ aleyh)<br />

şöyle diyor: “Tağutu inkârın sıfatı şudur: Allah’tan başkasına ibadetin<br />

batıl olduğuna itikad etmen ve onu terk etmen ve ona buğzetmen ve ehlini<br />

tekfir etmen ve ehline düşmanlık etmendir.” 237 Konumuz olan şu ifadedir:<br />

“ve ehlini tekfir etmen”.<br />

Aslında iddia sahibi için çok daha verimli bir sözü var. Onu bilseydi<br />

bu sözü getirmezdi. İmam Muhammed (rahimehullah) şöyle diyor:<br />

“İslam Dini’nin aslı ve temeli iki emirdir: Birincisi,yalnız şeriki olmayan Allah’a<br />

ibadeti emretmek, buna teşvik etmek, bunun için dost olmak ve bunu<br />

terk edeni tekfir etmektir. Ve ikincisi, insanları Allah’a ibadet etmekte şirkten<br />

korkutarak uyarmak, bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık yapmak<br />

ve şirk işleyeni tekfir etmektir.” 238 İddia sahibi bu sözü duyar duymaz<br />

“İnsanın aleyhine olan bir sözü getirmesi akıl işi değildir. İmamın bu<br />

sözü bizim davamızı tam manasıyla tasdik ediyor.” diyecektir.<br />

Ama biz imamımız olan Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın<br />

bu sözünden korkmuyoruz çünkü iddia sahibinin anladığı gibi<br />

olmadığını biliyoruz.<br />

“Pekâlâ, bu sözün manasını kendisinden mi sordunuz?” diye sorulsa<br />

elbette hayır derim. Lakin ondan ve onun talebelerinden okumuş,<br />

onun usûlüne ve görüşlerine herkesten daha çok vakıf olan ve<br />

onun davasını üstlenmiş ve çizgisinden ayrılmamış olan âlimlerin<br />

açık sözlerinden öğrendik derim. Nasıl mı?<br />

237 Ed-Durer’us-Seniyye, 1.cüz/161.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)<br />

238 Ed-Durer’us-Seniyye, 2.cüz/22.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)


138<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

İster iddia sahibinin getirdiği söz olsun ister benim ona verdiğim<br />

söz olsun, ikisi de İmam’ın (rahimehullah)’ın kullandığı mutlak ifadelerdir.<br />

İslam’ın sıhhati için şart olanı (asli olanı) da kapsıyor, vacip olanı<br />

da kapsıyor ve kemalinden olanı da kapsıyor. “Allah’tan başkasına<br />

ibadetin batıl olduğuna itikad etmen ve onu terk etmen ve ona buğzetmen”<br />

ve“yalnız şeriki olmayan Allah’a ibadeti emretmek, bunun için dost olmak”<br />

muhakkak insanın İslam’ı için şart olanlardır. Bunları getirmeyen<br />

bir kişi hakikaten Müslüman değildir. Fakat İmam’ın “ve ehlini tekfir<br />

etmen ve ehline düşmanlık etmendir” ve “insanları Allah’a ibadet etmekte<br />

şirkten uyarmak”“bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık yapmak ve<br />

şirk işleyeni tekfir etmektir” sözleri İslam’ın vecibelerinden, lazımlarından<br />

ve kemalindendir.<br />

“Bu senin yorumun” denilirse derim ki, hayır bu İmam Muhammed<br />

bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın torunu, Necidli tevhid davasının<br />

ikinci müceddidi ve imamı, hatta Necid ulemasının tenkitçileri bile<br />

ilmî ehliyetini ve olgunluğunu ikrar ettikleri ve itibar ettikleri, meşhur<br />

Kitabu’t-Tevhid şerhi Fethu’l-Mecid’in sahibi Âllame Abdurrahman<br />

bin Hasan (rahimehullah)’tır. O, dedesinin yukarıda geçen sözünü<br />

şerh etmiştir. İsteyenler “Ed-Dureru’s-Seniyye fi Ecvibeti’n-Necdiyye”<br />

adlı kitabın 2.cüzünde 202.den 211.sayfaya kadar uzanan şerhini<br />

mütalaa etsinler ve İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın<br />

kullandığı kelimeleri dikkat ile okusunlar. Görecekler ki yukarıdaki<br />

fasıllarda açıklamaya çalıştığımın aynısını söylemektedir. Burada sadece<br />

konumuz için önemli olan bazı yerleri aktaracağım.<br />

İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah) (Vefat H: 1285) dedesi<br />

(rahimehullah)’ın yukarıda geçen sözünü getirdikten sonra şöyle<br />

diyor: “İşte bu tevhidin rükünleri, muktezası, farzları ve lazımları vardır. 239<br />

Hakiki İslam 240 ancak bunların ilmen ve amelen kaim olmasıyla tam ve<br />

kâmil hâsıl olur.” Sonra tevhidin nakızlarından bahsediyor ve onu batıl<br />

kılan 241 en önemlilerini sayıyor. İlk saydığı ibadette Allah (azze ve<br />

239 Yani bahsi geçen mutlak tevhid.<br />

240 İmamın bu sözünden anlaşılıyor ki bahsettiği hakiki İslam’dır, hükmi İslam değil. Başka<br />

bir tabirle imamın sözünde tarif edilen zahiri İslam değil, batıni İslam’dır.<br />

241 Yani sayacağı nakızlar tevhidi iptal ediyor. Bu şu demektir: Bu nakızlar tevhidin aslını<br />

bozuyorlar ve bunun için akabinde bu nakızları işleyen tevhid milletinden çıkar.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 139<br />

celle)’ye eş koşmak, ikinci olarak saydığı Allah’a eş koşana sadrını açmak<br />

242 ve üçüncü önemli nakız olarak saydığı müşrike dost olmak,<br />

ona destek olmak, ona el veya dil veya mal ile yardımcı olmak ve ona<br />

243 244<br />

dayanmaktır.<br />

Ve yukarıda bahsettiğim şerhte (rahimehullah) şöyle diyor: “… şirkten<br />

ve ehlinden uzaklaşmak ve teberri etmek vaciptir. 245 Bunu Allah (azze ve celle)<br />

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten uyulacak<br />

güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine “Muhakkak<br />

bizler sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden beriyiz.<br />

Sizi inkâr ettik. Yalnızca Allah’a iman edinceye kadar bizimle sizin<br />

aranızda düşmanlık ve kin ebediyen baş göstermiştir” demişlerdi.”<br />

kavliyle tasrih etmiştir. İbn-i Cerir’in dediği gibi, onunla beraber olanlar<br />

Rasûllerdir. Bu ayet şeyhimiz (rahimehullah)’ın söylediği her şeyi kapsamaktadır.<br />

Tevhide teşvik, şirkin nefyi, tevhid ehline dost olmayı ve tevhidi terk<br />

edeni tekfir etmeyi 246 … Şirk koşanın hâli hakkında Allah-u Teâlâ şöyle<br />

demiştir: “Yolundan saptırmak için Allah’a eşler koşar. De ki: “Küfrünle<br />

biraz eğlenedur! Muhakkak sen cehennemliklerdensin.” 247 İşte,<br />

ibadette ortak olan eşler edinmesi sebebiyle Allah-u Teâlâ onu tekfir etmiştir.<br />

Bu ayetin benzerleri çoktur. O hâlde kişi ancak şirki nefyetmekle, ondan<br />

teberri etmekle ve şirk işleyeni tekfir etmekle muvahhid olur. 248 … Sonra<br />

242 Yani kişinin şirk koşanı ve eylemini yalanlamaması ve buğz etmemesi.<br />

243 Yani onu ve şirkini reddetmemesi. Gördüğün gibi İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)<br />

da hakiki İslam’ın aslını bozanın şirk ve şirk ve küfrü inkârın yokluğudur, diyor.<br />

Ama iddia sahibinin yaptığı gibi şer’î tekfir hükmünü hakiki İslam’ın mutlak nakızlarından<br />

saymıyor. Evet, şartları oluşmuşsa şer’î tekfir hükmünün yokluğu da şahsın zahiri ve hakiki<br />

İslam’ını aslından bozabilir. Fakat bu ancak bazı muayyen durumlarda söz konusu olur.<br />

İmam Abdurrahman (rahimehullah)’ın biraz sonra aktaracağım sözleri buna misaldir. Ama<br />

dikkat et! Bu durumun iddia sahibinin söylediğiyle alakası yoktur. Çünkü iddia sahibi şer’î<br />

tekfirin varlığını mutlak olarak İslam’ın sıhhati için şart koşuyor.<br />

244 Ed-Dureru’s-Seniyye, ihtisar ederek 11.cüz/300-302.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı<br />

h.1417)<br />

245 Bu konuyla alakalı fasılda geçtiği gibi zahiri İslam’ın sıhhati için şirk ve ehlinden teberri<br />

etmek vaciptir. Bu da inkâr, buğz, yalanlama ve dil ile red ile gerçekleşir. Ancak ilişkin<br />

fasılda saydığım özürler sebebiyle dil ile reddin yokluğu mazeret olabilir. Ama hakiki<br />

İslam’ın sıhhati için zahiri adavet şart değildir. Alakalı fasıla müracaat et.<br />

246 242 nolu dipnota bak<br />

247 Ez-Zumer Sûresi 8.ayet<br />

248 Yani kâmil muvahhid olur. Bu mana takdiri zorunludur; çünkü İmam burada değişik<br />

mertebeleri toplamıştır. Şirkin nefyi dinin aslındandır ve teberri etmek muktezası ve<br />

vacibidir. İbadetinde edindiği ortakları Allah’a eş koşanların tekfirini de kat’iyetten


140<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

(rahimehullah) 249 şöyle diyor: Ve ikincisi, insanları Allah’a ibadet etmekte şirkten<br />

uyarmak, bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık yapmak ve şirk<br />

işleyeni tekfir etmektir. Tevhid makamı ancak bununla tamamlanır 250 . Bu<br />

Rasûllerin dinidir. Onlar kavimlerini şirkten korkutarak uyarmışlardır… Ve<br />

(rahimehullah) şöyle diyor: “Bunun için düşmanlık yapmak.” Allah-u Teâlâ’nın<br />

buyurduğu gibi“Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları<br />

yakalayın, onları alıkoyun, onların bütün geçit yerlerini tutun” 251 bu<br />

konuda ayetler çoktur. Ve “hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle<br />

Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” 252 ayeti gibi. Fitne şirktir.<br />

Sayılmayacak kadar çok ayetlerde Allah-u Teâlâ şirk ehlini küfür ile nitelemiştir.<br />

Bunun için muhakkak tekfir de edilmeliler. 253 Bu la ilahe illallah’ın,<br />

ihlas kelimesinin muktezasıdır. 254 Bunun için manası 255 ancak ibadetinde<br />

Allah’a eş koşanın tekfiriyle tamamlanır. 256 Sahih hadiste şöyle geçiyor: “Kim<br />

la ilahe illallah der ve Allah’tan başka ibadet edileni inkâr ederse,<br />

işte onun malı ve kanı haram kılınmıştır. Hesabı ise Allah’a aittir.”<br />

“Allah’tan başka ibadet edileni inkâr ederse” sözü nefyin te’kidi içindir ve<br />

ancak bununla kanı ve malı masum olur. Ama şüphe eder veya tereddüt<br />

ederse kanı ve malı masum değildir. İşte bu hususlar tevhidin tamamıdır 257 .<br />

Çünkü la ilahe illallah hadislerde ağır kayıtlarla belirlenmiştir. İlim, ihlas,<br />

sıdk, yakin ve şekkin yokluğu. Kişi ancak bunların hepsinin bir arada<br />

addetmiştir çünkü Allah (azze ve celle) tekfir etmiştir. Fakat burada tekfirden kasıt, ya<br />

tekfirin manasıdır veya ehlinden verilmiş şer’î tekfire tabi olmaktır. Bunu destekleyen<br />

İmam’ın sözü aşağıda gelecek inşallah. 242 nolu dipnota bak.<br />

249 Kast ettiği dedesidir.<br />

250 Yani ancak sayılanlarla tevhid tam ve kâmil olur. Fakat daha önce dediğim gibi bir şeyin<br />

kâmili ve tamı asli unsurlarını da kapsar, fer’i unsurlarını da kapsar. Aslın düşmesiyle<br />

şey de yok olur. Fakat vacibin düşmesiyle asıl yok olmaz. Binaenaleyh, şey de yok olmaz.<br />

Tekâmülattan olanın düşmesiyle ise ne asıl yok olur ve ne de vacip olan. Şu hâlde<br />

İmam Muhammed (rahimehullah)’ın bu sözlerinde tarif ettiği tevhidin tamıdır, kâmilidir.<br />

Aslen var olması için şartları değil.<br />

251 Et-Tevbe Sûresi 5.ayet<br />

252 El-Enfal Sûresi 39.ayet<br />

253 242 nolu dipnota bak.<br />

254 İmanın mutlak sıhhat şartı değildir. Ancak muteber şer’î tekfir hükmünden sonra imanın<br />

gerektirdiği olabilir.<br />

255 La ilahe illallah kelimesinin manası.<br />

256 Yani bahsettiği tekfir alelıtlak imanın tamamındandır, aslından değil.<br />

257 Şeyh (rahimehullah)’ın kullandığı ifadelere dikkat et! Onun ve dedesinin saydığı şeylerin<br />

toplamıyla tevhid tam olur. Fakat tamın nefyi zorunlu olarak küllün yokluğunu gerektirmez.<br />

Kemalin veya lazımın yokluğu tamın mutlak varlığını kaldırır ama aslına zarar<br />

vermez.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 141<br />

olmasıyla muvahhid 258 olur. Ve itikad etmesi, kabul etmesi, sevmesi, bunun<br />

için düşman ve dost olması. 259 İşte şeyhimizin zikrettiğinin toplumuyla bu<br />

hâsıl oluyor. Sonra (rahimehullah) şöyle diyor: “Buna 260 muhalefet edenler<br />

birkaç türdür 261 … İnsanlardan bazıları bir tek Allah’a ibadet ederler ve şirki<br />

inkâr etmezler ve ehline düşmanlık etmezler.” Ben derim: Şu malumdur<br />

ki şirki inkâr etmeyen tevhidi tanımamıştır ve yerine getirmemiştir. 262 Zira<br />

şunu artık bildin: Tevhid ancak şirkin nefyi ve ayette zikredildiği hâl üzere<br />

tağutu inkâr ile hâsıl olur. 263 Sonra (rahimehullah) şöyle diyor: “Ve bazıları<br />

müşriklere düşmanlık eder ama tekfir etmez.” Bu tür de la ilahe illallah’ın<br />

delalet ettiğini yerine getirmemiştir. Bu kelimenin delaleti şirkin nefyi ve iktizası<br />

olan failini tekfir etmektir. İcma ile beyandan sonra. 264 Bu İhlas Sûre-<br />

258 Şeyh (rahimehullah)’ın saydığı kayıtların varlığıyla kişi hakiki muvahhid olur fakat zahiren<br />

kişinin muvahhid olarak bilinmesi zahiren şirk koşmamasına bağlıdır. Bununla<br />

beraber batinen şirk sahibiyse hakikaten müşriktir.<br />

259 Dost ve düşmanlık muhakkak kişinin dinini açığa çıkaran bir unsurdur. Fakat bunu<br />

mutlak görmek yanlış olur, zira kişide ikrah, takiyye veya muteber tevil durumu varid<br />

olabilir. Bunun için, kim bizle beraberse dostumuzdur ve Müslümandır. Ve kim bizle<br />

beraber değilse düşmanımızdır ve kâfirdir, demek muhakkak yanlıştır.<br />

260 Yani dinin aslı ve temeli olan iki emre.<br />

261 Evet! İnsanlar tek tip değildir. Sıfatlarına ve hâllerine göre taalluk eden hükümler<br />

değişir. Bu çok önemli bir husustur. İnsanlarda değişmez olan asıl farklılıktır. Buna binaen<br />

insanlara taalluk eden hükümler de farklılık gösterecektir. Ancak bazı insanlar<br />

belirli konularda ittifak etmişler ve o konu üzere bir topluluk oluşturmuşlarsa o zaman<br />

o konuya taalluk eden hüküm o topluluğa da taalluk eder. Hüküm kat’iyse topluluğun<br />

hükmü de kat’i olur. İhtilaflıysa topluluğun hükmü de ihtilaflı olur.<br />

262 Dikkat et! Bak Şeyh (rahimehullah) tevhidin nefyini nasıl şirki inkâr etmenin yokluğuna<br />

bağladı.<br />

263 Burada şeyh (rahimehullah) tevhidin aslından bahsediyor.<br />

264 İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın bu ifadesinden yukarıdan beri gerekli<br />

gördüğü tekfirle kastettiği beyandan sonra, yani hüccet ikamesinden sonra kaim olan<br />

şer’î hüküm mahiyetinde tekfir olduğunu anlıyoruz. Hüccet ikamesi, yani burada faile<br />

şirkini ve şirkin haramlığını beyan etmek icma ile sabittir diyor. Hüccet ikamesinden<br />

önce tekfir eden icmaen Ehl-i Sünnet’e muhalif olur. Tabii ki icmaen sabittir derken,<br />

halkın icmasıyla değil, ulemanın icmasıyla kastediyor. Zira halk din işlerinde ulemaya<br />

tabiidir. Halkın icma ettiğini farz etsek bile halkın icması muteber değildir çünkü<br />

ictihad ehli değildir. Şer’an muteber olan ictihad ehli ulemanın icmasıdır. El-mühim,<br />

elbette burada Şeyh (rahimehullah) halka usûlsüz bir tekfiri gerekli görmüyor, bilakis<br />

ulemanın tekfirde icma ettiğinden ötürü halka tekfirde ulemanın icmasına tabi olmayı<br />

gerekli görüyor. Zira Şeyh’in dedesinin bu sözlerini şerh ettiği zaman artık tevhid<br />

davası ilk İslam Devleti’nde meyve vermiş fakat Mısırlı Osmanlı orduları tarafından<br />

yıkılmış ve sonra da ikinci devlette tekrar canlanmış ve iktidar olmuştur. Bu zaman<br />

süreci içinde bölgede ciddi ve çok kapsamlı davet çalışması yapılmış ve hüccet bölgenin<br />

dört bir yanına ulaştırılmıştır. Tevhidin açık ve net ikame edilmiş ve şer’î ahkâmın<br />

kayıtsız ve şartsız iktidar olmuş olmasına rağmen tevhid ve şeriata muhalif olanları<br />

davetin uleması icmaen tekfir etmiştir. Ulemanın söz konusu muhaliflere şer’an küfür<br />

hükmünü vermeleriyle halka da bu küfür nispetini gerekli görmüşlerdir. Lakin tehvid<br />

davası açık ve net olmadan ve heryere ulaşmadan ne tekfir etmişlerdir ve ne de halka


142<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

si ve “Kul ya eyyuhe’l-kafirun” sûresinin içerdiğidir. Mumtehine Sûresi’nin<br />

“Sizi inkâr ettik” ayeti de böyledir. Ve her kim Kur’an’ın inkâr ettiğini inkâr<br />

etmezse Rasûlün getirdiği tevhide ve gereklilerine muhalif olmuştur 265 … Ve<br />

(rahimehullah) şöyle diyor: “Ve bazıları- bu en tehlikelitürüdür- tevhid üzere<br />

amel ediyor ama kadrini bilmiyor ve tevhidi terk edene buğz etmiyor ve tekfir<br />

de etmiyor.” (rahimehullah) “Bu en tehlikeli türdür” demiştir çünkü yaptığının<br />

kadrini bilmiyor ve tevhidinin sıhhatini sağlayacak ağır ama zorunlu kayıtları<br />

yerine getirmiyor. Zira tevhidin şirkin nefyini ve ondan teberri etmeyi<br />

ve ehline düşman olmayı ve onlara hücceti ikame etmekle beraber tekfir etmeyi<br />

iktiza ettiğini öğrendin 266 … Vuku bulmuş bir mesele kaldı. O da Şeyhu’l-İslam<br />

İbn-i Teymiyye (rahimehullah)’ın bazı zikrettiği sebeplerden ötürü<br />

başlangıçta muayyen tekfirde durmuş olduğunu ifade eden sözüdür. Bu sebepler<br />

onun hüccet ikamesinden önce tekfirde durmasını gerektirmiştir. 267<br />

(rahimehullah) 268 şöyle diyor: “Biz şunları zorunlu olarak biliyoruz: Nebi (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem) hiç kimse için ölülerden birine, ne Nebilere ne salihlere<br />

ve ne de başkalarına, ne istiğase adı altında ve ne de başka bir adla dua<br />

etmeyi teşri etmemiştir. Ve bunun gibi ümmetine ölü için veya ölüye doğru<br />

secde etmeyi de teşri etmemiştir. Ve buna benzer diğer şeyler. Aksine biz<br />

biliyoruz ki o (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün bu işlerden nehyetmiştir. Ve biliyoruz<br />

ki bu işler Allah ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in haram kıldığı<br />

şirktendir. Lakin sonrakilerin çoğunda cehaletin galip gelmesi ve risaletin<br />

eserlerine ilişkin ilmin azlığı sebebiyle bu tür şeyler sebebiyle muhalif oldukları<br />

hususlarda Rasûlün getirdiklerini beyan edinceye kadar tekfirleri mümkün<br />

değildir 269 .” Burada İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)ın sözü bitiyor.<br />

tekfiri gerekli görmüşlerdir. Ancak mutlak manada tekfirin, ihlas kelimesinin tamamı,<br />

lazımı ve muktezası olduğunu söylemişlerdir. Bunu Şeyh Abdurrahman (rahimehullah)’ın<br />

bu yazının sonunda dedesi hakkında söyledikleri sözleri ispat ediyor. Orada<br />

şöyle diyor: “Aynısı davetin başlangıç zamanlarında Şeyhimiz Muhammed bin Abdilvehhab<br />

(rahimehullah)’ın başına da gelmiştir. Onların Zeyd bin Hattab’a dua ettiklerini<br />

işittiğinde “Allah, Zeyd’den daha hayırlıdır” derdi. Maslahatı gözeterek, yumuşak sözle<br />

ve nefret ettirmeden şirkin nefyini alıştırmak için böyle yapardı”<br />

265 Zira bu dinde kat’iyen sabittir. Ve dinin kat’iyetine muhalefet icmaen küfürdür.<br />

266 Hüccet ikamesiyle beraber tekfir şer’î tekfir hükmüdür.<br />

267 Yani tekfir etmemiştir.<br />

268 Kastettiği İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)’dır.<br />

269 Buna dikkat et! İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) hüccetin halk indinde var olmasına<br />

rağmen cehaletin galip gelmesinden ve hücceti ulaştırabilecek ilim ehlinin olmayışından<br />

dolayı tekfiri mümkün görmemiştir.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 143<br />

Ben derim ki: 270 (rahimehullah) küfrü ıtlak etmeyi -özellikle muayyen şahsaengelleyen<br />

ve tekfirde durmasını gerekli kılan sebepleri zikretmiştir. Beyan<br />

edilmesi ve ısrar edilmesi hariç. 271 Bundan dolayı o tek başına bir ümmet<br />

oldu. Çünkü âlimlerden bazıları onu insanları ibadette şirk işlemekten nehyettiği<br />

için tekfir ettiler. Ve bu yüzden onlara dediğinin misliyle muamele<br />

etmesi mümkün olmadı. Aynısı davetin başlangıç zamanlarında Şeyhimiz<br />

Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın başına da gelmiştir. Onların<br />

Zeyd bin Hattab’a dua ettiklerini işittiğinde “Allah, Zeyd’den daha hayırlıdır”<br />

derdi. Maslahatı gözeterek, yumuşak sözle ve nefret ettirmeden şirkin nefyini<br />

alıştırmak için böyle yapardı. 272 Allah Subhanehu en iyi bilir.” 273 İmam<br />

Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın sözleri burada bitiyor.<br />

Âllame Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın bu açıklamalarından<br />

sonra İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın tağutu<br />

tekfirin sıfatında saydığı ehlini tekfir etmek İslam’ın sıhhat şartı<br />

değil, lazımı olduğunu artık anladın. Şer’î tekfir hükmünün halk<br />

üzerinde de lazım olması için ulema indinde icmaen sabit olması<br />

gerektiğini ve ulemanın halkı tekfirle yükümlü tutması gerektiğini<br />

de anladın. Ancak bu durumda halktan birisinin küfrü icma ila sabit<br />

olmuş 274 bir kâfiri tekfir etmemesi (o muayyen şahsı küfre nispet etmemesi)<br />

hâlinde İslam’ının lazımlarından birisini yerine getirmemiş<br />

olur ve durumuna göre hüküm alır. 275 Ama aslen halktan birisinin<br />

270 İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah).<br />

271 Yani muayyene veya muayyen hükmünde topluluğa hüccet ikame edilmiş ve beyan<br />

edilmişse tekfir mümkündür. Pekâlâ, hüccet ikamesi nedir? Ciddi ihtisar ile ifade edecek<br />

olursak kat’i ve zahir meselelerde şer’î delilin ulaştırılması ve nazari ve hafi meselelerde<br />

ilim ehli tarafından şüphenin izalesidir.<br />

272 Yani İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah) tevhid davetinin başlangıç<br />

zamanlarında tevhid muhaliflerini şer’î hüküm mahiyetinde tekfir etmezdi. Çünkü<br />

Nebevi davette asıl olan yumuşaklık ve sevdirmektir, sertlik ve nefret ettirmek değil.<br />

Ayrıca henüz şartlar oluşmamıştı ve maniler de kalkmamıştı. Ancak uzun ve şefkatli<br />

bir davet çalışmasından sonra tüm itirazlara cevap verilmiş ve şüpheler giderilmişti ve<br />

halen tevhide ve şeriata muhalefet edenler üzerinde hüccet kaim olmuştu ve bununla<br />

beraber de küfürleri.<br />

273 Ed-Dureru’s-Seniyye, 2.cüz/202- 211.sayfalardan iktibas. (Yayınevi yok, altıncı baskı<br />

h.1417)<br />

274 Bu tekfir hükmü kat’i icmaya dayanırsa küfür nispeti kat’i olur ve nispet etmeyenin<br />

imanı aslından bozulur. Ancak ben –nasslarda zikredilenler hariç- tekfiri kat’i icmayla<br />

sabit olan fert veya topluluklar bilmiyorum. Fakat sukuti icmayla tekfirleri sabit olan<br />

çok fert ve topluluklar var.<br />

275 İcmanın kat’i olması için batıdan doğuya kadar var olan asrın bütün ictihad ehli ul-


144<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

İslam’ının sahih olması için müşrikleri muayyen tekfir etmesini şart<br />

koşmak İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın sözüyle<br />

murad ettiği değildir.<br />

eması söz konusu muayyen meselede seraheten, yani sözle beyan ederek veya amel<br />

ederek veya bazıları sözle beyan ederek ve bazıları amel ederek ittifak etmiş olmaları<br />

gerekir. Ayrıca Kur’an’dan veya Sünnet’ten bir nassa mesned olması gerekir. Bu şartlar<br />

altında var olmuş olan icma kat’iyet ifade eder ve inkârı küfür olur. Bunun varlığı mümkün<br />

müdür değil midir? Bu sorunun cevabı sahabe (radıyallahu anhu)m’dan sonrası için<br />

bugüne kadar ulema arasında tartışılır. Bu icmanın tahkiki ve sübutu kendi başına bir<br />

sıkıntıdır. Fakat dinde zorunlu bilinmesi gereken meseleler hakkında kat’i icma sabit<br />

olmuştur. Şu hâlde gerçekleşmesi muhakkak mümkündür. Lakin bir bölgedeki müctehidlerin<br />

istisnasız falanın veya falanların tekfirinde icma ettiklerine farz etsek yine de<br />

ıcma kat’i olmaz çünkü bölge dışındaki müctehidlerin ittifak etmeleri muhtemeldir.<br />

Bölgede oluşmuş icmanın diğer müctehidler tarafından kabulü de mümkündür, inkârı<br />

da mümkündür. Diğer müctehidlerin inkârı malum olmazsa hâsıl olan icmaya sükûti<br />

veya zanni icma denilir. Lakin inkâr edildiği meşhur olmasa bile ulema sukuti icmanın<br />

icma olarak muteber olabilmesi için üzerinden belirli bir vaktin geçmesini şart koşarlar.<br />

Bu vakti bazı âlimler icma etmiş ve muasir sükût etmiş müctehidlerin vefat etmeleriyle<br />

takdir etmişler. Önemli olan sükûti icmanın intişar edebilmesi ve her müctehide<br />

ulaşabilecek kadar bir vaktin geçmesidir. Böyle bir vaktin geçmesinden sonra muteber<br />

icma ve hüccet olur. Fakat hüccet gücü nasstan ve kat’i icmadan sonra gelir. Ama<br />

aynı asırda veya bütün dünya müctehidlerine ulaşması mümkün olan bir vaktin içinde<br />

bölge müctehidlerinin ittifak ettikleri hususa muhalif olan müctehid veya müctehidler<br />

malum olursa aslen icma hâsıl olmaz.<br />

İcma konusu ayrıntıları ve ihtilafları çok olan bir konudur, bunun için bundan fazlasına<br />

girmek istemiyorum ama doğru anlaşılması için sözümün biraz daha açılmaya<br />

muhtaç olduğunu düşünüyorum. Necidli davet imamları rahimehumullahu ecmain<br />

kendi zamanlarında ve bölgelerinde tevhid ve şeriat muhaliflerin tekfirini (kâfirlik nispetini)<br />

halk için vacip görüyorlardı. Mücerred tekfir etmeyenleri hem tevhidin vacibini<br />

hem de şer’an vacip olanı terk edenler olarak kâmil tevhidini bozmuş ama aslını korumuş<br />

asiler olarak görüyorlardı. Tekfir etmemekle beraber muhalifleri destekleyenleri<br />

de tekfir ediyorlardı. Bunun başlıca dayanakları şunlardı: Bir: Tevhid ve şeriat muhaliflerinin<br />

kat’i nassla müşrik olmaları. İki: Bu durumda hâsıl olan tekfirin kat’i olması.<br />

Üç: Bu hususta kendi aralarında icmanın var olması. Dört: Muteber tüm özürlerini<br />

giderecek kifayette davet çalışması yapılmış olması ve hüccetin bölge itibariyle kaim<br />

olmuş olması. Beş: Tevhid ve şeriat emirliğinin ikame edilmiş ve faaliyette olması. Altı:<br />

Bu emirliği kasteden ordunun müşrik mürted bir ordu olması. Yedi: Dolayısıyla Mısırlı<br />

Osmanlı ordusunu destekleyenler Müslümanlara zarar vermek üzere kâfirle birleşmiş<br />

olmaları.<br />

Bu ve belki başka sebeplerden ötürü necid davet imamları Mısırlı Osmanlı ordusunu<br />

ve askerlerini ve destekçilerini tekfir etmeyi halka vacip görüyorlardı. Bu hüküm<br />

kendi aralarında şüphesiz muttefekunaleyh’di, lakin bu hükümlerine muhalif olan<br />

müctehidler de vardı. Dolayısıyla şüphesiz icma varid olmamıştır. Kendi aralarındaki<br />

ittifak kat’i icma olmaz ve sukuti icma da olmaz. Dolayısıyla halka vacip gördükleri<br />

tekfir icmaya mesned değil, bölgedeki taklit mercileri, şer’î emirlik ve kadılık makamı<br />

kendilerinde olmasına mesned idi. Allah-u Âlem. Fakat yerli müşriklere veya Mısırlı<br />

Osmanlı ordusuna devlete ve ahalisine karşı destek verenleri tekfir etmeyenleri İslam<br />

milletinden ihrac ediyorlardı, zira bu dinde kat’i olan vela ve bera’nın ihlalidir. Allah-u<br />

âlem.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 145<br />

Ve yine Necidli davet imamlarından bir başkası, İmam Muhammed<br />

bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın sözlerini getirdikten sonra yaptığı<br />

açıklaması dediğimi destekliyor. O Âllame, tevhid davasının meşhurlarından<br />

ve imamlarından, Necidli tevhid davasının ikinci İmamı<br />

Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın en gözde talebelerinden<br />

Hamed bin Atik (rahimehullah)’tır (Vefat H: 1301). Âllame Hamed bin<br />

Atik (rahimehullah), Abdullah bin Huseyn adlı kişiye yazdığı mektupta<br />

onun bazı bölge halklarının namazdan ve camiden engellememeleriyle<br />

dinlerini izhar etmiş olmaları şüphesini şiddetle reddediyor<br />

ve sonra İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın İslam<br />

Dini’nin aslı ve temeli iki emirdir, sözünü getiriyor ve şöyle diyor:<br />

“Necid davasının imamının dediği gibi: Birinci emir sadece şeriki olmayan<br />

Allah’a ibadet etmeyi emretmek, buna teşvik etmek, bunun için dost olmak<br />

ve bunu terk edeni tekfir etmektir. Ve ikinci emir Allah’a ibadette yapılan<br />

şirkten korkutarak uyarmak, bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık<br />

yapmak ve bu şirki işleyeni tekfir etmektir.” İşte dini izhar etmek budur ey<br />

Abdullah bin Huseyn.” 276<br />

Dini izhar etmek doğrudan kudret ile bağlantılıdır. Yani “Sadece<br />

şeriki olmayan Allah’a ibadet etmeyi emretmek, buna teşvik etmek, bunun<br />

için dostluk kurmak ve bunu terk edeni tekfir etmek” buna muktedir olan<br />

için gerekli olur; fakat bir kişinin hakiki İslam’ına ancak bu hususların<br />

varlığıyla hükmederiz demek, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve<br />

sellem)’in getirdiklerine muhalefet olur. Zira o (sallallahu aleyhi ve alihi ve<br />

sellem) kişide buğzun varlığını imanın en zayıfı da olsa iman olarak<br />

kabul etmiştir. Buğz ise kalbin amelidir. Bu buğzun lazımı zahiren<br />

dil ile inkâr etmesidir muhakkak. Ve gücü yetiyorsa el ile izale etmesidir.<br />

Ama tekfir etmeyi imanın sıhhati için şart koşmak, eğer tekfirden<br />

kastedilen şer’î hüküm mahiyetinde tekfir ise -ki iddia sahibi<br />

bunu kastediyor- o zaman bu kişinin şahsa küfür hükmünü vermeyi<br />

ve ya kişiden küfrü dil veya eliyle izale etmeyi veya da kişiyi izale<br />

etmeyi şart koşmak olur ki bu el ile münkeri izaleyi imanın sıhhati<br />

için şart koşmak olur. Bu da gördüğün gibi Rasûlullah (sallallahu aleyhi<br />

ve sellem)’in şart koşmadığını şart koşmak olur.<br />

276 Ed-Dureru’s-Seniyye, 12.cüz/472.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)


146<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Velhasıl, Âllame Hamed bin Atik (rahimehullah)’ın sözünden de anladın<br />

ki, İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın saydığı<br />

sıfatlar tevhidin tamamıdır, aslı değil.<br />

Şu yanlış anlaşılmasın. Ben demiyorum ki kimse kâfiri tekfir etmesin,<br />

eliyle küfrünü ve kendisini izale etmesin. Allah kalplere bakar.<br />

Buğz etmeniz kâfidir. Bırakın onların dini onların olsun, sizin<br />

dininiz de sizin olsun. Allah korusun, hayır! Bunu demiş olsaydım<br />

onların kanlarını kastetmiş olmazdım.<br />

Lakin bir kişinin İslam’ına hükmetmek için Şari’nin şart koşmadığı<br />

bir şeyi şart koşmaya itiraz ediyorum. Muhakkak ki tevhidini<br />

aslıyla, lazımlarıyla ve tamamlayıcı unsurlarıyla toplayan en faziletli,<br />

Allah katında en değerli olandır. Fakat bu ümmette nefsine zulüm<br />

edenler de var. Tevhidin lazımlarını ve tamamlayıcı unsurlarını terk<br />

ediyor ama tevhidin aslını bozacak bir nakızı yok. Böyle bir kişinin<br />

tevhidini tamamen yok sayarsan haksızlık etmiş olmazmısın? Belki<br />

terkinden ötürü Rabbi onu cezalandıracak belki de bizim bilmediğimiz<br />

sebeplerden ötürü affedecek ama her hâlde ebedi cehennem<br />

ehlinden olmayacaktır. Zira Rabbine eş koşmamıştır. Pekâlâ, sen onu<br />

ebedi cehennemlik yaptığında önce kendi nefsine ve sonra nefsine<br />

karşı zalim olan kardeşine zulmetmiş olmaz mısın? Aranızdaki fark<br />

ne olacak? Şeriat sahibinin daraltmadığı alanları sen daraltırsan,<br />

bir gün sende o dar alanda yer bulamayacağından emin olabilirsin.<br />

Bu ümmette sabikunlar da vardır, muktesitler de vardır, zalimun<br />

li nefsihi olanlar da vardır. Üç kısım da İslam ümmetindendir. Bu<br />

ümmetin tamamını sadece sabikunlardan olma şartıyla kabul edeceksen<br />

sağlıklı tasavvur, idrak ve icra yeteneğini yitirmişsin derim<br />

ve ey Müslüman, seni senden iyi bilen Rabbinin sözüne kulak ver<br />

derim: “Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize verdik. Onlardan<br />

kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi de<br />

Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmiştir. İşte bu büyük lütfun ta<br />

kendisidir.” 277<br />

277 Fatir Sûresi 32.ayet


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 147<br />

El-hulasa, iddia sahibinin şer’î hüküm mahiyetinde tekfiri zahiri<br />

veya hakiki İslam için şart getirmesi ne delil gösterdiği ayetle ve ne<br />

de şahit olarak getirdiği âlim sözüyle ispat edilecek bir dava değildir.<br />

Zira şart, şeyin varlığı için haricinde zorunlu olandır. Fakat şer’î<br />

tekfir hükmü umumen ictihad ehli ulema için zorunludur. Halk için<br />

değil. Şu hâlde bilumum ümmet için tekfiri şart göstermek rüştten<br />

sapmadır. Ümmetin bilumum münkeri tağyir mevzusunda hakiki<br />

İslam’ı için zatında zorunlu olan (rükün) kalp ile inkârdır ve zahiri<br />

İslam’ı için muktezası olan dil ile inkârdır. Ancak hususi hâllerde<br />

ictihad ehli ulema tarafından icmaen verilmiş tekfir hükmünün infazı<br />

halka vacip olabilir. Zira ictihad ehli ulemanın 278 icma etmesiyle<br />

tekfir şer’an sabit olmuştur. 279 Bu hususi durumda halktan birisinin<br />

ulemanın tekfirini kat’iyen vacip 280 gördüğü şahsı tekfir etmekten<br />

imtina etmesi muhakkak onun dininin aslına zarar verecektir. Fakat<br />

bu durumun ayrıntıları 281 bu risalenin konusu değildir.<br />

Üçüncü şüphe<br />

Denilse ki: “Her mevzuda tekfir sadece ilim ehline aittir. Avamın<br />

umumen tekfirde nasibi yoktur.”<br />

Derim ki: Bu sözde alelıtlak doğru değildir. Çünkü dinde kat’i<br />

olan şeyler vardır ve nazari olanlar vardır. Kat’i olanlarda alelıtlak<br />

her Müslüman âlimdir. Zira şeriat sahibi kat’i mevzuları istinbate<br />

278 Şu zamanda hakkın garipliği ne kadar artmış ki adeta her sözde şunu kastediyorum,<br />

şunu kastetmiyorum demen gerekiyor. Aslında kendi özünde ispata ve izaha ihtiyaç<br />

duymayan sözler vardır. Mesela ictihad ehli ulema sözü böyledir. Elbette ictihad ehli bir<br />

âlim birincisi müslüman olacak ve ikincisi müctehid mertebesinde olacak. Müslüman<br />

değilse veya müslüman lakin talebeyse kendi aralarındaki ittifakları icma olmaz veya<br />

var olan icmayı bozmaz. Mesela şu zamanda İslam halkı arasında- Arap veya Türk veya<br />

başkası- meşhur olmuş birçok müftüler var. Kimisi Müslüman değil, hatta bunların<br />

arasında zındıklar var. Kimisi her konuda muteber değil çünkü bulunduğu makam<br />

fetvalarına yön veriyor. Kimisinden istifta caiz değil çünkü fıskı veya bid’atı zahir. Ve<br />

kimisi âlim değil, bilakis bir iki yıllık ilim talebesi. Elbette ne böylelerinin icması olur<br />

ne de böyleleri icma bozar. Fakat ulema ilmin en önemli dallarından cerh ve ta’dil ilmini<br />

terk edince zındık mehdi olur, sapık efendi hazretleri olur, devletçi selefi olur ve talebe<br />

Şeyhu’l-İslam olur.<br />

279 Bu icmanın mesnedi ya sarih (kat’i) icma veya sükûti (zanni) icma olabilir. Her iki<br />

hâlde de icma hüccettir ve şer’î hükme delil olur.<br />

280 Bu durumda icma kat’i olmak zorundadır.<br />

281 Kâfiri tekfir etmeyen kâfirdir mevzusu.


148<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

mahal bırakmadan apaçık beyan etmiştir. Lakin nazari mevzular<br />

istinbat ehline mahsustur. Bunun için Muhyiddin Ebu Zekeriyya<br />

en-Nevevi (rahimehullah) (Vefat H: 676) şöyle demiştir: “Emir ve nehiyler<br />

konusunda ancak âlim olan emreder ve nehyeder. Bu da duruma göre<br />

değişir. Eğer namaz, oruç, zina, içki ve benzerleri zahir vaciplerden ve<br />

meşhur haramlardan ise, bunlarda her müslüman âlimdir. Ama dakik ve<br />

ictihada taalluk eden fiil ve sözlerden ise, bunlara avamın dâhil olma durumu<br />

da yoktur inkâr etme durumu da yoktur. Bilakis bu mevzular âlimlere<br />

mahsustur.” 282283 Tekfir de böyledir. Allah (azze ve celle)’nin tasrih ettiği<br />

vardır. Bu türe kat’i tekfir dedik ve muhtemel olanı vardır; buna da<br />

nazari tekfir dedik. Her iki hâlde de şerî’ hüküm olması hasebiyle<br />

ulemaya mahsustur dedik. Fakat manası itibariyle Allah (azze ve celle)’nin<br />

tasrih ettiği kâfiri tekfir etmekle halk da mükelleftir. Bu manada<br />

halktan tekfiri umumen nefyeden imanın sıhhat şartlarından<br />

olan inkârı ve muktezasını da nefyetmiş olur ki bu Ehl-i Sünnet’in<br />

akidesi değildir. Bu mevzu yukarıda yeterince işlendiği için burada<br />

bu kadarıyla yetiniyorum. 284<br />

282 Adeta aynı sözlerle Şeyh Ali bin Hudayr (Rabbim onu korusun ve esaretten kurtarsın) takriben<br />

800 yıl sonra muayyen tekfir mevzusunda fetva vermiştir. Kendisine “muayyen<br />

tekfir kime caizdir? Sıradan bir kişi kendisinden açık ve sarih küfür sadır olanı tekfir<br />

edebilir mi? Özellikle bu kişi tekfir ahkâmını ve muteber manilerini idrak etmişse. Yoksa,<br />

hayır yapma! Bırak, bunu kadı veya müftü veya metbu âlim yapsın mı denilmesi<br />

gerekir?” diye sorulduğunda şöyle cevap veriyor: “Senin dediğin gibi, sıradan insan<br />

tekfir ahkâmını ve muteber manilerini idrak etmiş ise tekfir edebilir. Nebi (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’in zamanından hâli hazıra kadar bu böyle yapılmıştır. Ama bunlar hakkında<br />

marifet sahibi olmayana tekfire yaklaşmak caiz değildir. Zira hadiste "Bir adam<br />

kardeşine hitaben“Ey kâfir dediği zaman, ikisinden biri bu sıfatla dönmüş olur" buyurmuştur.<br />

Tekfir kadı’nın veya müftünün veya metbu âlimin hususiyetlerinden değildir.<br />

Bu yanlıştır.”<br />

Şeyhimiz Ali bin Hudayr’ın (Rabbim onu korusun ve esaretten kurtarsın) bu fetvası bu<br />

risalenin içeriğine zahiren muhalif görünse de hakikatte değildir. Çünkü Şeyh’in itiraz<br />

ettiği bilumum tekfir bahsini ulemaya hasretmektir. Şeyh’in ispat ettiği ise muayyen<br />

kat’i tekfirin kişi ıstılahta âlim olmasa da caiz olacağıdır, eğer tekfir ahkâmını ve muteber<br />

manilerini idrak etmişse. İdrak ise bir şeyi en özel sıfatlarıyla ilmen kuşatmaktır.<br />

Ve daha sonra “ama bunlar hakkında marifet sahibi olmayana tekfire yaklaşmak caiz<br />

değildir” diyor. Marifet ise bir şeyi başkasından temyiz edecek zati hususiyetleriyle<br />

(rükünleriyle) bilmektir. Yani her ne kadar burada sıradan insan dese de tarif ettiği<br />

sıradan insan değildir, bilakis en azından ilerlemiş seviyede ilim talebesidir. Böyle<br />

olmayana Şeyh, bırak tekfir fetvasını vermeyi tekfirin yanına bile yaklaşmasın, diyor.<br />

Ayrıca sorulan küfrün türü de açık ve sarih olan küfürdür, ictihada mahal olan küfür<br />

değil.<br />

283 El-Minhac-u Şerh-u Sahih-i Müslim, 1.cüz/131.sayfa. (Dar-u İhyai’t-Turasi’l-Arabi,<br />

ikinci baskı h.1392)<br />

284 Şeyh Ali bin Hudayr (hafizahullah) için belki bazıları “Zaten tekfircilerin şeyhidir. O


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 149<br />

Fasıl<br />

Tekfir etmemekte şer’î hükümdür<br />

Şahsı küfre nispet etmek (tekfir) nasıl şer’î hüküm ise şahsı İslam’a<br />

nispet etmemek de şer’î hükümdür. Ancak şu var ki Şari’ şahsın<br />

İslam’ına hükmedilmesini kolaylaştırmış ama küfrüne hükmedilmesini<br />

zorlaştırmıştır. Meçhul kişinin ben Müslümanım veya bu manada<br />

bir ifadeyi İslam’ına hükmetmek için yeterli görmüşken, İslam’ı<br />

sabit olan kişinin küfrüne hükmetmek için hâlinin araştırılmasını<br />

ve küfür hükmünü ondan def edecek manilerin değerlendirilmesini;<br />

ancak küfür hükmünü engelleyecek mani olmadığı halde küfür hükmünü<br />

vermeyi uygun bulmuş. Bununla beraber şahsın ne ona ve ne<br />

buna nispetsiz olmasını da muhal kılmıştır.“Sizi yaratan O dur, öyle<br />

iken içinizden kiminiz kâfir ve kiminiz de mü’mindir.” 285<br />

Bu konuda aslın istishabı ancak dinini ifade etmeye bedensel<br />

veya varlıksal sebeplerden ötürü muktedir olmayan için söz konusu<br />

olabilir. Dillenmemiş çocuk gibi veya hafızasını kaybetmiş, bilinmeyen<br />

yetişken gibi. İlkine İslam hükmü verilir çünkü aslen İslam fıtratı<br />

üzeredir. İkincisine de tebeiyye yoluyla hüküm verilir. Fakat bunun<br />

dışında kendi dinini kavlen veya amelen ifade edebilecek kişide ne<br />

İslam asıl olandır ve ne de küfür. Kavlen veya amelen neyi izhar ediyorsa<br />

onun hükmünü alır. İslam’ı izhar ediyorsa İslam hükmünü alır,<br />

küfrü izhar ediyorsa küfür hükmünü alır. İslam ve küfrü 286 beraber<br />

caiz görmeyecek de kim görecek?” gibi sözler sarf edebilir. Bunun için tağut Suud Devleti’nde<br />

görev almış ve tekfircilikle itham edilmeyen, aksine Suud idaresinde ve idareye<br />

iyi gözle bakan çevrelerde makbul olan Şeyh Salih bin Abdilaziz ali’ş-Şeyh’in konuyla<br />

alakalı cevabını da buraya ekledim. Şeyh Salih bin Abdilaziz ali’ş-Şeyh’e “Birileri hiç<br />

kimseyi tekfir etmiyor. Tekfiri yalnız âlimlere ve kadılara sınırlı kılıyorlar” denildiğinde<br />

şöyle diyor: “Yani hüccet ikamesine ihtiyaç duyulan meselelerde, evet. Lakin dinde zorunlu<br />

olarak bilinmesi gerekenler, mesela birisi, müslümanlardan birisine içki helaldır,<br />

dese onu tekfir eder. Çünkü bu mesele istidlale ihtiyaç duymaz. Bu (içkinin haramlığı)<br />

dinde zorunlu olarak bilinen bir şeydir. Ama hafi meselelere, yani nadir meselelere<br />

veya hüccet ikamesine ihtiyaç duyulan meselelere gelince, şüphenin izalesi gerekli<br />

olduğundan muhakkak şüpheyi kaldıracak veya hükmedecek âlim zorunludur.” (Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye,<br />

Salih bin Abdulaziz ali’ş-şeyh, sorular kısmı, 10.soru (Kaynak:<br />

el-Mektebetu’ş-Şamile))<br />

285 Et-Teğabun Sûresi 2.ayet<br />

286 Bazıları bu sözümden kendi hevalarına göre bir şeyler çıkarmamaları için diyorum ki,<br />

burada kasıt; sarih, bivah, ihtimalsiz, kastın tahkikine mahal olmayan küfür.


150<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

izhar ediyorsa küfür hükmünü alır, zira iki zıt aynı zamanda bir arada<br />

olamazlar. Hem İslam ve hem de küfrü izhar eden, Kitabın bir kısmına<br />

iman eden ve bir kısmını inkâr eden gibidir. Hevasına uygun<br />

olan kısmı tatbik ediyor ve hevasının hilafına olanı terk ediyor. Muhakkak<br />

bu davranış küfürdür. “Yoksa siz, Kitabın bir kısmına iman<br />

edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların<br />

dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başkası değildir.<br />

Kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.<br />

Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. İşte bunlar ahireti verip dünya<br />

hayatını satın alanlardır. Bundan dolayı azapları hafifletilmez<br />

ve kendilerine yardım edilmez.” 287<br />

Ama bazı kişiler meşru tekfiri mutlak bir cinayet olarak ve alelıtlak<br />

tekfir etmemeyi ilim, irfan ve fazilet, hayır olmazsa sonu hidayetten<br />

men ve hüsran olan en lüzumlu bir ibadet olarak iddia ediyorlar.<br />

Bunların eskilerden Cehm bin Safvan, el-Cad bin Dirhem gibilerinden<br />

başka hangi öncüleri vardır?<br />

Bu taifenin rüştten ve müstakim yoldan sapmaları anlaşılabilirken,<br />

tevhid savaşçıları olan ve münkeri izale etmek ve marufu emretmek<br />

fiilini bilfiil gerçekleştiren cihad ehli arasında da bu görüşün<br />

uzantılarının varlığı anlaşılır gibi değil. Hâlbuki tekfirin manası<br />

(yani inkâr) tevhidin iki rüknü olan nefiy ve ispatın ilki değil midir?<br />

<strong>Tekfirin</strong> manası (inkâr) dinin aslından değil midir? Ve şer’î hüküm<br />

olarak uyguladığımız tekfir İslam ceza hukukundan değil midir? İslam’ın<br />

emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-munker aslının tenfizi değil midir?<br />

Ve cihad fi sebilillah’ın gayesi tevhidin ikamesi, nefyin ve ispatın<br />

tatbiki ve münkeri ve münker sahibinin izalesi değil midir? Cihadın<br />

dayandığı şer’î hükümlerden birisi tekfir değil midir? Evet denilecek<br />

olursa ki zorunlu cevap budur, o hâlde ameli mebni olduğu<br />

hükmü zedelemek akıl işi değildir. Gaye cihad sahasında az da olsa<br />

var olan tekfirde aşırılığa karşı irşaddır denilirse derim ki; hayhay,<br />

pek de isabetli olur. Fakat tekfiri bilumum silmek değil irşat, ifsattır.<br />

<strong>Tekfirin</strong> sahih akidedeki mühim yerinden hiç bahsetmeden, ayırım<br />

ve tafsilata girmeden sadece alelıtlak tekfirden men etmenin sebebi<br />

287 El-Bakara Sûresi 85 ve 86. ayetler


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 151<br />

ancak tekfir bahsinde suu’l-fehim veya suu’l-kast veya ikisi bir arada<br />

olabilir. Tekfirden mutlak men eden bir baksın bakalım Allah (celle ve<br />

âlâ)’nın kelamından ve Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in<br />

sünnetinden ve Ehl-i Sünnet ulemasından bu batıl davasına destekçi<br />

bulabilecek mi? Yoksa ona ve onun görüşüne sahip çıkanlar sadece<br />

Mürcie Eş’ari, Maturidi veya Sufi bid’atların eski ve yeni öncüleri<br />

veya bu bid’atlardan etkilenmiş olanlar mı olacak? Eskilerden sadece<br />

Cad bin Dirhem ve Cehm bin Safvan gibi selefin kötülediği kişilerin<br />

ve yenilerden de Ali bin Halebi veya Rabi el-Madhali gibi tağutların<br />

Müslümanlara karşı bekçiliğini yapan kişilerin insana imam olması<br />

müslüman için ve hususen bir mücahid için yeterli bir hüsrandır.<br />

Ehl-i Sünnet ulemasından kim tekfiri mutlak nefyetmiş ve nehyetmiş<br />

ve yermiş? Sahih tekfir akidesini kaldırmak demek doğrudan<br />

vela ve bera akidesini kaldırmak demek. Dostluk Müslüman için vaciptir,<br />

kâfire haramdır. Kâfire düşman olmak vaciptir, Müslümana<br />

haramdır. Pekâlâ, Müslümanı kâfirden ayırt edemezsen kime dost<br />

olacaksın, kime düşman olacaksın? Kimin canı için kendi canını<br />

feda edeceksin ve kimin canını kastedeceksin?<br />

“Biz mutlak olarak tekfire karşı değiliz, Ehl-i Sünnet ulemasının<br />

tayin ettiği kaidelere göre tekfiri biz de savunuyoruz; lakin biz Ehl-i<br />

Sünnetin usulünden uzak, Ehl-i Sünnet ulemasının nazarı altında<br />

olmayan, cahil-cühelaya bırakılmış, fesadı ıslahından çok olan tekfiri<br />

reddediyoruz.” derlerse derim ki: Bunu biz de reddediyoruz. Fakat<br />

o zaman neden sadece nefyediyorsunuz ve ispat etmiyorsunuz? Ehl-i<br />

Sünnet’in menheci bu mudur? Ehl-i Sünnet’in menheci, batılı nefyetmek<br />

ve aynı zamanda hakkı ispat etmek, münkeri nehyetmek ve<br />

bununla beraber marufu emretmek değil midir? Elbette. Fakat batılı<br />

nefyedip hakkı ispat etmemek ve münkeri nehyedip marufu emretmemek<br />

veya hakkı ispat edip batılı nefyetmemek ve marufu emredip<br />

münkeri nehyetmemek bid’at fırkalarının menhecidir. Şu hâlde, eğer<br />

Ehl-i Sünnet iseniz, tekfirin batıl türünü nefyederken hak olan türünü<br />

de ispat etmeniz gerekmez mi?


152<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

İşte biz tekfirin hak olduğunu, İslam’dan olduğunu ispat ediyoruz.<br />

Fakat mutlak değil. Tekfiri müctehid ulema için ispat ediyoruz ve<br />

halkı tekfirden umumen nehyediyoruz. Bununla beraber muayyen<br />

tekfirin ictihad olduğunu ispat ediyoruz ve ictihadın caiz olmadığı<br />

akide bahsinden olduğunu nefyediyoruz.<br />

İnkârın halk için vacip olduğunu ispat ediyoruz ve şer’î hüküm<br />

olarak tekfiri halk için nefyediyoruz.<br />

<strong>Tekfirin</strong> ictihad olması hasebiyle ulemanın mutlak ve muayyen<br />

hükümlerde ihtilaf edeceğini ispat ediyoruz ve muayyen tekfir bahsinin<br />

dinin ihtilaf kabul etmeyen kat’i meselelerden olduğunu nefyediyoruz.<br />

Sabit tekfir hükmünü alelıtlak ispat ediyoruz ve bu mutlak hükmün<br />

her muayyen için de geçerli olduğunu nefyediyoruz.<br />

Kat’i tekfire mevzu olan konularda tekfirin imandan olduğunu<br />

ispat ediyoruz ve nazari tekfirin kişinin İslam’ında kıstas olduğunu<br />

nefyediyoruz.<br />

Tekfir mevzusunun sadece selefin menheci üzere ve selefe marufta<br />

tabi olan Ehl-i Sünnet ulemasının nazarı altında alınması gerektiğini<br />

ispat ediyoruz ve Mürcie, Eş’ari, Mutezile, Harici ve Rafizi bid’at<br />

fırkalarının menhecinde tekfiri bilumum nefyediyoruz.<br />

Risaleye son vermeden evvel:<br />

Tekfiri kat’i ve zanni olarak taksim etmem yeni bir tekfir cinsini<br />

ihdas etmek değildir. Mevzu bahis olan maddenin fehme takribini<br />

sağlamak için bu isimler ile iki kısma taksim ettim. Buna lügavi ve<br />

şer’î tekfir de diyebilirdik. Yani lügavi hakikatiyle tekfir ve şer’î hakikatiyle<br />

tekfir diyebilirdik. Nitekim tekfirin lügavi manalarından biri<br />

ve bizim konumuz olan da budur… Kişiyi küfre nispet etmektir.<br />

Müspet veya menfi nispette bulunmanın hüküm olduğunu yukarıda<br />

izah ettim. Müslüman, müşrik, mü’min ve kâfir gibi isimler dinî


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 153<br />

isimlerdir ve sadece dinin sahibinden, yani Allah celle celeluhu ve<br />

O’nun emriyle Rasûlü (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’den alınır.<br />

Binaenaleyh, bir kişiyi küfre nispet etmek ancak iki hâl üzere<br />

olur:<br />

Bir: İlahi hükmü nakletmek suretiyle küfre nispet etmek.<br />

İki: İlahi hükümden haber vermek suretiyle küfre nispet etmek.<br />

Birincisi, nasslarda kat’i surette sabit olan tekfiri nakletmekten<br />

ibarettir. Bunun için her Müslüman, ister âlim olsun ister cahil olsun<br />

bu tekfiri getirme mecburiyetindedir. Hatta bu tür tekfiri terk<br />

etmesi halinde dinden çıkar, zira kat’i surette sabit olan ilmi inkâr<br />

etmiş olur. Başka bir deyimle Şari’yi yalanlamış olur. Bunun için bu<br />

tür tekfir dinin aslındandır diyebiliriz. <strong>Tekfirin</strong> nasslarda kat’i surette<br />

beyan edilmiş olması ya ismen geçmesidir veya hükme illet olan<br />

vasıfların seraheten beyan edilmiş olmasıyla olur. Mesela Firavun,<br />

Ebu Leheb ve münafıklar gibi ismen veya Yahudi ve Hristiyanlar gibi<br />

vasfen beyan edilmiş olanlar. Veya teşri yapanlar, Allah’ın inzal ettiği<br />

hükümlerle hükmetmeyenler, tağut yolunda savaşanlar veya Allah,<br />

Rasûlü ve ayetleriyle alay edenler gibi vasfen beyan edilmiş olanlar.<br />

İkincisinde ise, nasslar kat’i olmadığından ötürü kat’i bir küfür<br />

nispeti mümkün değildir. Dolayısıyla bu tür tekfirde istinbat ehli ilahi<br />

hükmü zannetme durumundadır. Kendisinde varid şer’î delillere<br />

binaen en azından zannı galiple kanaat etmiş olduğu ilahi hükümden<br />

haber verir. Tabii vardığı bu hükümde isabet etmiş de olabilir, hata<br />

etmiş de olabilir. Dolayısıyla bu tür tekfir ikinci şahsa lazım gelmez<br />

ve dinin aslının varlığında veya yokluğunda müessir değildir. Ayrıca<br />

ictihad konusu olduğu için halka açık değildir. Bu tür tekfirde halkın<br />

mükellef olduğu, varlığında, yokluğunda ve tafsilatında menhec<br />

ehli, müstakim ilim ehline tabii olmaktır. Mesela namazın, zekâtın,<br />

orucun ve haccın terki, müslümanı kasten öldürmek, Müslümanın<br />

casusluk yapması veya laik sistemlerde oy kullanmak, askere gitmek<br />

ve çocuğunu laik sistemin okullarında okutmak gibi muasır meseleler<br />

gibi.


154<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Şöyle denilebilir: “Bu kitapta şöyle bir tenakuz gördük: Hem halkı<br />

nasslarda kat’i surette tekfiri sabit olmuş olanları tekfir etmekle yükümlü<br />

tuttun hem de halkı umumen tekfirden men ettin ve ilim ehli<br />

için tahsis ettin. Bu çelişkili değil midir?”<br />

Buna cevaben derim ki: Evet! Allah (azze ve celle)’nin seraheten tekfir<br />

ettiklerini tekfir etmek elbette her müslümanın üzerine vaciptir.<br />

Zira bu semavi haberin tasdik edilmesidir. Semavi haberi tasdik etmeyen,<br />

kıble ehlinin ittifakıyla İslam’dan çıkar. Bunda gulatu Mürcie<br />

fırkası hariç hiçbir fırka ihtilaf etmez. Lakin bu şahsı şer’î hakikatiyle<br />

tekfir etmek yine de hüküm verme ehliyetine sahip olanlara mahsustur.<br />

Zira şer’î tekfir hükmüne cezai hükümler terettüp eder. Her<br />

ne kadar o şahsı nass kat’i surette tekfir etmiş olsa da ve her müslümanın<br />

o şahsı bu manada tekfir etmesi vacip olsa da, hatta tekfir<br />

etmediği takdirde dinden çıksa da, bir mani onun cezalandırılmasını<br />

engelleyebilir.<br />

Mesela Yahudinin veya Hristiyanın tekfir edilmesi kat’idir. Yahudi<br />

veya Hristiyanı tekfir etmeyen dinden çıkar. Çünkü Yahudi ve<br />

Hristiyanları tekfir etmeyen Allah (celle ve âlâ)’yı yalanlamış olur. Lakin<br />

her Yahudi ve Hristiyanın canı ve malı helal midir? Aslen evet!<br />

Lakin aslı kaldıran maniler varid olabilir ve Yahudi ve Hristiyanın<br />

canı ve malı haram olabilir. Mesela zimmî olabilir veya kendisine bir<br />

Müslüman tarafından eman verilmiş olabilir veya sulh yapılmış olabilir<br />

veya meşru emir şer’an muteber ve genel bir maslahattan ötürü<br />

mahdud bir zaman için Yahudi ve Hristiyanları hedef almaktan men<br />

etmiş olabilir. Bu ve buna benzer başka sebeplerden ötürü Yahudi<br />

veya Hristiyanın tekfiri vacip olmasıyla beraber canını ve malını kastetmek<br />

müslümana caiz olmaz.<br />

Veya kanun vaz edenin küfrü kat’idir ve ondan teberri etmek her<br />

Müslüman için zorunludur; lakin küfür hükmünün şer’î mahiyetiyle<br />

ferde inzal edilmesinda maniler varif olabilir. Mesela kıble ehli Mürcie<br />

itikad mezheplerinden birine müntesip olması sebebiyle veya<br />

bazı din ve ilim adamlarının şüphelerine veya fetvalarına uyması sebebiyle<br />

kanun vaz edeni, ondan teberri etmesiyle beraber tesmiyede


ب ي ِ<br />

َ<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 155<br />

tağut olarak veya kâfir olarak isimlendirmeyebilir. Böylesinin şer’an<br />

tekfiri fetva ehline mevkuftur, zira teberri etmesiyle aslen tekfirin<br />

manasını gerçekleştirmiştir ama küfür nispeti kat’i olmasına rağmen<br />

kâfir ismini vermeyerek lâfzen küfür nispetinde bulunmamıştır. Lâfzen<br />

kâfir veya tağut dememesi muhakkak şer’î emrin bir ihlalidir<br />

lakin şer’an tekfir edilmesini gerektiren bir ihlal midir, işte bunu hüküm<br />

beyan etmeye ehil olan istinbat ehli araştırması gerekir.<br />

Veya Allah (celle ve âlâ)’nın indirdikleriyle hükmetmeyenler kat’i<br />

surette kâfirdirler. Onların ilahi kelamda küfre nispetleri kat’idir. Al-<br />

ُ ُ ال َ buyuruyor: lah celle celeluhu şöyle<br />

َّ ُ ف َ ه<br />

ُ ْ َ الل<br />

َ ْ ك<br />

ْ<br />

“Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta<br />

kendileridir.” Lakin birincisi, ayetin şamil oldukları failler ihtimallidir.<br />

Bunun zikri yukarıda geçti. Ve ikincisi, küfür hükmünü ilzam<br />

eden fiilin mana delaleti ihtimallidir. Çünkü hükmetme fiilin nefyedilmesi<br />

iki hâle de muhtemeldir. Ya fiilin aslen yani külliyen nefyedilmesine<br />

veya kemalin nefyedilmesi, yani cüziyyen nefyedilmesine<br />

muhtemeldir. Yani “kim hükmetmezse” denilirken, kim hiçbir zaman<br />

ve surette hükmetmezse manasına geldiği gibi, kim bir kere<br />

veya bazen hükmetmezse manasına da gelebilir. Bunun için ayetin<br />

tatbikinde İslam uleması ihtilaf etmiştir. Kimisi ayetin hükmüne sadece<br />

tamamıyla şeriat dışı hükümlerle hükmedenleri dâhil ederken,<br />

kimisi şeriat altında da olsa Allah’ın indirdiği hükümle hükmetmeyenleri<br />

ayetin hükmüne dâhil ederler. Ekser ulema ayeti ilk manaya<br />

göre alır. Buna binaen ulemanın ve dolayısıyla ümmetin ekseri Allah<br />

(azze ve celle)’nin hükümlerini tamamıyla terk edenleri tekfir eder ama<br />

umumen şeriata tabi ve şeriatı uygulayan fakat bir iki meselede kendisine<br />

helal kabul etmemiş ama nefsine uymuş ve Allah (azze ve celle)’nin<br />

indirdiği hükümden başkasıyla hükmedeni tekfir etmez. Bundan<br />

ötürü halktan birisi Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyeni<br />

yukarıda izah edildiği surette inkâr etmesiyle ayetin ilzam ettiği<br />

kat’i küfür nispetinin hakikatini gerçekleştirmiştir. Lakin varid ihtilaf<br />

sebebiyle lâfzen küfür nispetini ya yapar veya yapmaz. Kişi bu<br />

hususta ihtilaf mevzularında tercih ehli olan ulemaya tabi olması<br />

gerekecektir.<br />

ل وَ‏ مَ‏ نْ‏<br />

َ ا نْ‏ أَ‏ زَل<br />

‏َئِ‏ ك<br />

‏ُول<br />

‏َأ<br />

َ ‏ْاك فِ‏ رُ‏ ون


ي<br />

ف<br />

ي<br />

َ<br />

شَ‏ شُ‏<br />

ن<br />

ي<br />

156<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Veya tağutun yolunda savaşanın tekfiri kat’idir. Allah (subhanehu ve<br />

teâlâ) şöyle buyuruyor: وَ‏ الَّذِ‏ َ اتِل َ ُ وتِ‏ “Kâfirler de tağut<br />

yolunda savaşırlar.” Lakin tağut yolunda savaşan fırkaya iştirak<br />

etmek zorunlu olarak savaşa iştirakı iktiza etmez. Buna göre savaşmak<br />

haricinde eylemlerde küfür nispetinin ferde inzal edilmesinde<br />

maniler varid olabilir. Bunların varlığını, geçerliliğini ve tafsilatını<br />

fetva ehli âlimler belirler.<br />

‏ُون ِ ي سَ‏ بِ‏ يلِ‏ الطَّاغ<br />

نَ‏ كَ‏ َ ف رُ‏ وا يُق<br />

Veya Allah (celle ve âlâ)’nın rububiyetinden ve O’na mahsus olan<br />

hüküm koyma yetkisini O’ndan başkası veya O’nunla beraber başkası<br />

için de ispat ederse kat’i surette müşrik olur. Allah (celle ve âlâ) şöyle<br />

buyuruyor: ُ َّ<br />

‏َُمْ‏ َ َ كءُ‏ ِّ ْ <br />

onların, “Yoksa أَمْ‏ ل<br />

Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendilerine meşru kılacak ortakları<br />

mı vardır?” Lakin demokratik seçim sistemlerine dayalı oy<br />

kullanma eylemi bu ayetin hüküm delaletine dâhil midir ve eğer dâhil<br />

ise mücerred oy kullanma eylemi ile Allah’tan başkası için hüküm<br />

koyma yetkisini ispat etmek arasında rabıta ilzami midir değil midir?<br />

Başka bir ifadeyle oy kullanmakta kasıt müessir midir değil midir?<br />

Bu hususları beyan edecek olan ilim ehlidir. Dolayısıyla oy kullanmayı<br />

inkâr eden, yani oy kullanmaktan ictinab eden ve oy kullananlardan<br />

teberri eden Müslüman, ayetin ilzam ettiği kat’i şirk nispetinin<br />

hakikatini gerçekleştirmiştir. İstisnasız her oy kullananı şirk<br />

veya küfre nispet etmesi ise ictihadi bir meseledir. Bunu da ictihad<br />

ehlinden sorma mecburiyetindedir.<br />

‏َُمْ‏ مِ‏ نَ‏ الد ِ مَا ل<br />

‏َعُوا ل<br />

بِهِ‏ الل ‏َأْذَنْ‏<br />

Eğer “Biz senin dediklerinde Nebevi ve ashabın sünnetine bir<br />

muhalefet gördük. Zira senin şer’î tekfir ile tabir ettiğin ve ulemaya<br />

mahsus kıldığın cezalandırma hukukunu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve<br />

sellem)’in zamanında halktan bazıları icra etmiştir ve Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem) onları bundan dolayı azarlamamıştır. Eğer durum<br />

senin dediğin gibi olsaydı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle yapanları<br />

muhakkak azarlardı ve men ederdi.” denilse derim ki:<br />

Bu şüphenin cevabı birkaç cihetten olur:


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 157<br />

Birinci cihet: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in itiraz etmediği<br />

vakıalar hepsi asli kâfir olan zimmî, köle ve benzerinde vaki olmuştur.<br />

Bunun için küfre nispetleri asıl ve sabit olandır. Ancak aşağıda<br />

geleceği gibi cezayı hükümsüz infaz etmelerini Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem) mevzu olan duruma mahsus olarak onlardan kabul etmiştir.<br />

Mesela İmam Ebu Davud, en-Nesei, ed-Darakutni rahimehumullah<br />

ve başkalarının İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)’dan tahric ettikleri<br />

hadis. İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)’nın haber verdiğine göre Rasûlullah<br />

(sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) zamanında efendisinden çocuk sahibi<br />

olan bir cariye vardı. Efendisi âmâ bir adamdı. O kimsenin o<br />

cariyeden iki oğlu da olmuştu. O kadın Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve<br />

sellem)’in aleyhinde çok konuşur ve ona söverdi. Âmâ olan efendisi<br />

bu yaptığından onu engellemeye çalışırdı fakat kadın dinlemezdi.<br />

Yasaklamasına ve paylamasına rağmen devam ederdi. Yine o âmâ<br />

kişi bir gece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den bahsedince o kadın<br />

ileri geri söylenmeye başladı. (Âmâ adam şöyle der): “Bende dayanamayıp<br />

kalktım, hançeri alıp karnına sapladım, üzerine yüklendim<br />

ve onu öldürdüm.” Sabahleyin bu ölüm haberini Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’e ilettiler. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları topladı<br />

ve şöyle buyurdu: “Allah için şu işi yapan adam kendini göstersin.Yoksa<br />

onun aleyhine bir hakkım olacaktır.” Âmâ çekinerek,<br />

insanları aşarak Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanına geldi ve<br />

şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! O cariyenin sahibi benim, bana iyi<br />

davranan biriydi hatta ondan iki tane de inci gibi oğlum var. Fakat o<br />

senin aleyhinde çok konuşur ve sana söverdi; yasakladım fakat dinlemedi,<br />

payladım fakat vazgeçmedi. Dün akşam senden bahsettim<br />

ve yine senin aleyhinde kötü konuşmaya başladı. Dayanamadım ve<br />

hançerimi alıp karnına sapladım ve ölünceye kadar da ona yüklendim<br />

ve öldürdüm.” Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)“-<br />

Dikkat edin ve şahit olun, o kadının kanı hederdir.”buyurdu. 288<br />

288 Sunen-u Ebi Davud, 4363.hadis, Sunenu’n-Nesei, 4070.hadis, Sunenu’d-Darakutni,<br />

3195.hadis


158<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Hadisi şerh eden Ebu Süleyman el-Hattabi (rahimehullah)’ın “Bu,<br />

Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e sövenin öldürüleceğini açıklamaktadır. Çünkü<br />

o Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e sövmesiyle dinden irtidat etmiştir” sözüne<br />

İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle itiraz ediyor: “Bu, onun<br />

kadını Müslüman gördüğünü gösteriyor. Ama hadiste buna delil yoktur. Bilakis<br />

zahir olan o kadının kâfir olmasıdır.”<br />

Veya İmam Ebu Bekr İbn-u Ebi Şeybe (rahimehullah) eş-Şabi (rahimehullah)’tan<br />

tahric ettiği hadiste şöyle haber vermiştir: “Müslüman âmâ<br />

bir adam vardı. Yahudi bir kadının yanında barınırdı. Yahudi kadın<br />

onu yedirir, içirir ve ona iyilikte bulunurdu ama Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem) hakkında konuşarak ona eziyet ederdi. Bir akşam yine<br />

onu onun (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hakkında konuştuğunu işitince<br />

âmâ kadını boğarak öldürdü. Olayı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e<br />

sundular. O da (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları bunun için topladı.<br />

Adam kalktı ve kadının ona Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’i çekiştirerek<br />

ve söverek eziyet ettiğini ve bunun için öldürdüğünü haber verdi.<br />

Bunun üzerine Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Yahudi kadının kanını heder<br />

kıldı.” 289<br />

İkinci cihet: Ama İslam’dan irtidat etmiş olanlar için Rasûlullah<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem) istitabeyi emretmiştir. Çünkü asıl ve sabit olan<br />

müslüman olmalarıdır. Bunun için küfre nispet edilmeleri için dinden<br />

çıkaracak sebebin haklarında sabit olduğu tahkik edilmesi lazımdır.<br />

İstitabe şu üç merhaleden oluşmaktadır:<br />

Birincisi, cezayı icab eden amelin tespit edilmesi.<br />

İkincisi, suçlunun tevbeye çağrılması.<br />

Üçüncüsü, şer’an sabit olmuş cezanın infaz edilmesi.<br />

İmam Ebu’l-Kasım et-Taberani (rahimehullah) Muaz bin Cebel (radıyallahu<br />

anhu)’dan şöyle tahric etmiştir: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)<br />

289 Musannefu- İbn-i Ebi Şeybe, 37432.hadis


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 159<br />

onu Yemen’e gönderdiğinde ona şöyle demiştir: “İslam’dan irtidat<br />

eden erkeği İslam’a çağır. Eğer tevbe ederse ondan tevbesini kabul<br />

et. Eğer tevbe etmezse kafasını vur. Ve eğer bir kadın İslam’dan irtidat<br />

ederse onu İslam’a çağır. Eğer tevbe ederse ondan tevbesini<br />

kabul et. Eğer etmezse kafasını vur.” 290 Hafız İbn-i Hacer (rahimehullah),<br />

senedi hasen demiştir.<br />

Ve İmam ed-Darakutni ve el-Beyhaki rahimehumallah Cabir (radıyallahu<br />

anhu)’dan rivayet ettiklerine göre Ummu Ruman veya Ummu<br />

Mervan adında bir kadın irtidat etmiştir ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi<br />

ve alihi ve sellem) onun İslam’a çağrılmasını, tevbe ettiği takdirde kabul<br />

edilmesini, aksi takdirde öldürülmesini emretmiştir. Hafız İbn-i Hacer<br />

(rahimehullah), iki rivayet yolu için de senedi zayıftır, demiştir. Yine<br />

ed-Darakutni ve el-Beyhaki rahimehumallah’ın rivayet ettiklerine<br />

göre Ebu Bekir (radıyallahu anhu) İslam’dan sonra kâfir olan bir kadını<br />

tevbeye çağırdığını ve tevbe etmediğinden dolayı öldürdüğünü<br />

tahric etmişlerdir. Ve el-Beyhaki (rahimehullah) Aişe (radıyallahu anha)’dan<br />

rivayet ettiğine göre, Uhud günü bir kadın irtidat etmiş ve Rasûlullah<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem) onun tevbeye çağrılmasını, tevbe etmediği<br />

takdirde öldürülmesini emretmiştir. Ve Ebu’ş-Şeyh (rahimehullah) Cabir<br />

(radıyallahu anhu)’nun irtidat eden bir adamı dört defa tevbeye çağırdığını<br />

tahric etmiştir. 291<br />

Üçüncü cihet: Külli olarak sabit olan bir şeye (asıl) bazı mahsus<br />

hâllerde cüzlerin (fer’) muhalefet etmeleri aslı asıl olmaktan çıkarmaz<br />

ve bozmaz. Bilakis aslın bekasıyla beraber fer’i hâller kendine<br />

mahsus alanda işlerler.<br />

Asıl olan asli kâfirin öldürülmeden evvel İslam’a davet edilmesi ve<br />

mürtedin öldürülmeden evvel tevbeye çağrılmasıdır. Allah (azze ve celle)’yi,<br />

Rasûllerini aleyhimussalatu vesselam, din ve din ehlini sebbetmek,<br />

küçümsemek ve incitmek gibi azgınlıklarda veya büyücülerin,<br />

sihirbazların veya zındıkların tevbesiz öldürülmeleri bu sapkınlıklara<br />

mahsustur. Bu tür sapkınlıklarda Şari’nin tevbeyi cezanın infazına<br />

290 El-Mucemu’l-Kebir, 16517.hadis<br />

291 Bkz. Neylu’l-Evtar, 1603.sayfa. (Daru’l-Marife, birinci baskı h.1423)


160<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

mani kılmaması, aslen küfrü gerektiren nakızlardan bir nakızı irtikâp<br />

edenin istitabe edilmesi aslını bozmaz.<br />

Ayrıca asıl olan yukarıda zikri geçen üç merhale dâhilinde istitabenin<br />

kadıya veya fetva makamına mahsus olmasıdır. Yoksa halk<br />

arasında haksız ithamlar ve akabinde haksız cezalandırmalar vaki<br />

olur. İsteyen isteyeni zannettiği bir suçtan dolayı cezalandırır. Bunun<br />

akabinde kin, öfke, kargaşalar ortamı meydana gelir.<br />

Bunun için Cundub bin Kab (radıyallahu anhu) Irak emiri Velid bin<br />

Ukbe (radıyallahu anhu)’nun izni olmadan sihirbazı öldürdüğünde, Velid<br />

(radıyallahu anhu) onu hapsetmiştir ve hakkında Halife Osman (radıyallahu<br />

anhu)’ya yazmıştır. Osman (radıyallahu anhu) da ona, Cundub<br />

(radıyallahu anhu)’yu te’dip edip sonra bırakmasını emretmiştir. Çünkü<br />

her ne kadar sihirbazlık racih görüşe göre ölüm cezasını icab etse de<br />

bu hususta mes’ul olan kişinin iznini almadan öldürdüğü için mes’ul<br />

kişiye mahsus olana bir tür saldırı ve otoritesini zedelemek vaki olmuştur.<br />

Bu olayı İmam el-Buhari (rahimehullah) “Tarihu’l-Kebir”inde<br />

ve başkaları nakletmiştir.<br />

Dördüncü cihet: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in azarlamaması<br />

aslen cevaz verdiğine delil olmaz. Azarı hak etmiş olmasıyla<br />

beraber azarlamayı engelleyen bir mani var olabilir. Yukarıda<br />

zikrettiğim kıssalar buna misaldir. İster âmâ cariye sahibi olsun ister<br />

Yahudi kadını öldüren âmâ Müslüman olsun, Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem) aslında yaptıklarını yargılamak için insanları topluyor<br />

ve “Allah için şu işi yapan adam kendini göstersin. Yoksa (çağrıma<br />

icabet etmediği ve itaat etmediği için) onun aleyhine bir hakkım<br />

olacaktır.”buyuruyor. Bunun akabinde çekinerek Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’in huzuruna varıyorlar ve öldürmelerinin tek sebebi<br />

öldürdüklerinin Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’i çekiştirip ona<br />

küfretmeleri olduğunu söylediklerinde “Dikkat edin ve şahit olun,<br />

o kadının kanı hederdir”, yani bu durumda haksız yere değil haklı<br />

olarak öldürülmüşlerdir. Buna binaen öldüren için de bir cezalandırma<br />

vaki olmayacağını haber veriyor.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 161<br />

Gördüğün gibi Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem), hakkında<br />

kötü konuşmalarından ve ona küfretmelerinden ötürü öldürmüş<br />

olmalarını öldürenleri azarlamaya veya cezalandırmaya mani kabul<br />

etmiştir. Ama burada önemli bir hususa dikkat etmek lazımdır. Öldürenin<br />

doğru konuştuğunu nereden bileceğiz? Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’in adamı mazeretinde tasdik etmesini, konuştuğunun<br />

doğruluğunu kendisine vahyedilmiş olmasıyla izah edebiliriz. Ama<br />

ondan (sallallahu aleyhi ve sellem)’den sonrakiler için nasıl ispat edeceğiz?<br />

Eğer herkese Allah’a, Rasûlü’ne, din ve din ehline küfredeni şer’î<br />

ispatını getirmeden öldürmek caizdir desek, bunu bahane ederek<br />

erkek kadınını, kadın erkeğini, düşman düşmanını ve muhalif muhalifini<br />

öldürecektir. Dolayısıyla bu tür vakıaları iki cihetten değerlendirmek<br />

lazımdır: Bir, şer’an matlup olması açısından ve iki, vaki<br />

olmuş olması açısından. Adam cariyesini veya diğeri Yahudi kadını<br />

öldürmüştür. Kimse onlara bunu emretmemiştir. Bunu şahsi bir<br />

sebepten dolayı da yapmamışlardır. Hatta iki olayda da öldürenler<br />

öldürülenlerin kendilerine ihsanını itiraf ediyorlar ama Rasûlullah<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem)’i incittiklerinden dolayı yapmışlardır. Bu sebebi<br />

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hak bir mazeret olarak kabul<br />

ediyor ve onları yaptıklarından ötürü kötülemiyor ama övmüyorda.<br />

Hâlbuki aynı cariyenin veya Yahudi kadının yaptığı gibi onu inciten<br />

ve ona küfreden ve bunun için öldürülmelerini talep ettiği başkaları<br />

var. Mesela Yahudi Kab bin Eşref gibi. Onun için Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem) “Kim Kab bin Eşref ’in hakkından gelecek? O Allah ve<br />

Rasûlü’ne eza etmiştir!” dediğinde Muhammed bin Mesleme (radıyallahu<br />

anhu) “Ben, ey Allah’ın Rasûlü! Onu öldürmemi ister misin?”<br />

deyince Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Evet!” dedi. Sonra Muhammed<br />

bin Mesleme (radıyallahu anhu) gitti ve onu öldürdü. Hadisi<br />

İmam el-Buhari ve İmam Müslim “Sahih”lerinde tahric etmişlerdir.<br />

Veya Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Abdullah bin Atik ve<br />

birkaç başka ensarı (radıyallahu anhum)’u Yahudi Ebu Rafi’yi öldürmek<br />

için göndermiş olması gibi. Abdullah bin Atik (radıyallahu anhu) Ebu<br />

Rafi’yi öldürdükten sonra merdivenden düşerek ayağını kırmıştır.<br />

Medine’ye varip olanları Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e anlattıktan<br />

sonra ona “ayağını uzat!” demiştir. Sonra Abdullah bin Atik


162<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

(radıyallahu anhu) şöyle devam ediyor: “Ben de ayağımı uzattım. Rasûlullah<br />

ayağımı eliyle sıvazladı. Sanki ayağımdan hiç ağrı duymamışa<br />

döndüm.” Kıssayı İmam el-Buhari ve İmam Müslim rahimehumallah<br />

“Sahih”lerinde tahric etmişlerdir.<br />

İlkler (âmâ adamlar) azarlanmadıkları gibi methedilmediler de<br />

çünkü amellerinde bir ihlal var. Ama ikincilerin (Muhammed bin<br />

Mesleme ve Abdullah bin Atik (radıyallahu anhuma) methedilmişlerdir<br />

çünkü yaptıkları iş şer’an da matlup idi. Bunun için övülmeyi hak<br />

ettiler.<br />

Beşinci cihet: Bu durum fetva ehliyetine sahip olmayanın fetva<br />

vermesine benzer. Bu da asıl itibariyle caiz değildir. İmam Ebu Ömer<br />

İbn-i Abdilberr (rahimehullah) (Vefat H: 463) şöyle der: “Ulema, avamın<br />

âlimleri taklid etmesi gerektiği hususunda ihtilaf etmemişlerdir. Âlimlerin<br />

ittifakıyla Allah-u Teâlâ’nın “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun” kavlinden<br />

murad edilen avamdır. Ve nasıl ki âmânın kıbleyi tayin etmekte zorluk<br />

çektiğinde kıbleyi tayin edebilecek birisini taklid etmesi gerekliyse, neyle<br />

ve nasıl kulluk edeceğini bilemeyen ve anlayamayanın da âlimi taklid etmesi<br />

gerekli olduğunda icma etmişlerdir. Ayrıca avamın fetva vermesinin caiz olmamasında<br />

da ihtilaf etmemişlerdir. Bunun sebebi –Allah-u Âlem- helal ve<br />

haram beyan etmekte ve ilim hakkındaki cahillikleridir.” 292<br />

Ve İmam Ebu Davud (rahimehullah) hasen bir hadiste Ebu Hureyre<br />

(radıyallahu anhu)’dan Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu<br />

tahric etmiştir: “Bir kimseye ilimsiz olarak fetva verilirse<br />

bu fetvanın günahı onu veren kimsenin üzerine olur.” 293<br />

Ve İmam Ebu Abdullah İbn-i Kayyim (rahimehullah) şöyle der: “Kim<br />

insanlara fetva vermeye ehil olmamasına rağmen fetva verirse günahkâr ve<br />

âsidir.” 294<br />

Ancak dinin aslından olan veya dinde apaçık olan mevzularda<br />

şer’î hükme ikdam etmesi mazeretli kabul edilebilir. Ve yukarıda<br />

292 Cami’u Beyani’l-İlmi ve Fazlihi, 989.sayfa. (Dar-u İbnu’l-Cevzi baskısı)<br />

293 Sunen-u Ebi Davud, 3657.hadis<br />

294 İlamu’l-Muvakkiin, 4.cüz/458.sayfa. (Daru’l-Hadis baskısı, h.1425)


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 163<br />

geçtiği gibi müctehid seviyesine yükselmemiş ilim talebesi için de<br />

söz konusu olabilir.<br />

Ebu İshak eş-Şatibi (rahimehullah) şöyle diyor: “Şer’î hükümlerle mükellef<br />

olanlar şu üç durumdan birisindedir:<br />

Birincisi: Müctehid olması…<br />

İkincisi: İlimden tamamıyla yoksun olan mukallid olması. Böylesine<br />

muhakkak ona önderlik edecek bir önder, ona hükmedecek bir hâkim ve tabi<br />

olacağı bir âlim lazım gelir…<br />

Üçüncüsü: Müctehid seviyesine ulaşmamış olmasıyla beraber delili ve<br />

durumunu anlayabilen ve hükmün dayanaklarını incelerken muteber tercihlerde<br />

bulunabilecek bir fehme sahip olan bir konumda olması. Böylesinin<br />

tercihine ve görüşüne ya itibar edilir veya edilmez. İtibar edersek bu cihette<br />

müctehid gibi olmuştur… Ama eğer itibar etmezsek o zaman avam derecesine<br />

döner…” 295<br />

Ama eğer sahabe (radıyallahu anhum)’dan gelen, Ali (radıyallahu anhu)’nun<br />

kendisine rab ve ilah diye itikad edenleri yaktırması gibi veya<br />

Muhacir bin Ebi Umeyye (radıyallahu anhu)’nun Rasûlullah (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem)’e küfreden şarkıcı kadının elini kestirdiğini ve dişlerini<br />

söktürdüğü gibi veya mü’minlerin annesi Hafsa (radıyallahu anha)’nın<br />

kendisine büyü yapan cariyesini öldürtmesi gibi veya İbn-i Ömer (radıyallahu<br />

anhuma)’nın kölesinin elini kestiğini ve zina ettiğinden dolayı<br />

sopa vurduğu gibi veya mü’minlerin annesi Aişe (radıyallahu anha)’nın<br />

kölesinin elini kestiği gibi veya Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in<br />

kızı Fatima (radıyallahu anha)’nın zina eden cariyesine had uyguladığı<br />

gibi bazı eserlerle delil getirecek olursan derim ki: Bu eserlerin hepsi<br />

bizim tartıştığımız konunun dışındadır. Zira birincisi, söz ettiğin kişiler<br />

bizzat fetva ehliyetine sahip olan kişilerdir veya böyle olmasalar<br />

da fetva ehlinden sormuş olmaları muhtemeldir. Ali, İbn-i Ömer ve<br />

Aişe (radıyallahu anhum) bu ümmetin en büyük müctehid imamlarındandır.<br />

Hafsa (radıyallahu anha) Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşi<br />

295 El-İtisam, 3.cilt/441,442.sayfa. (Mektebetu’-Tevhid baskısı)


164<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

ve Ömer (radıyallahu anhu)’nun kızıdır. Fatima (radıyallahu anha) ise Rasûlullah<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem)’in habibesidir. Muhacir bin Ebi Umeyye<br />

(radıyallahu anhu), Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşi Ummu Seleme<br />

(radıyallahu anha)’nın kardeşi Velid’tir. Muhacir ismini ona Rasûlullah<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem) vermiştir. Hâdise vuku bulduğunda Ebu Bekir<br />

(radıyallahu anhu) tarafından Yemame’ye gönderilmiş valiydi. Yaptığını<br />

Ebu Bekir (radıyallahu anhu)’ya yazdığında Ebu Bekir (radıyallahu anhu) ona<br />

cevap olarak “Eğer yaptığınla benim önüme geçmeseydin, ben sana<br />

o kadını öldürmeyi emredecektim.” yazmıştır.<br />

Ve ikincisi, efendinin köle üzerinde had cezalarını uygulaması<br />

bahsimiz dışında bir konudur. Bu mevzuda da yukarıda geçtiği gibi<br />

aslen sabit olan külli kaide (had cezalarının kadı makamından icra<br />

edilmesi) mahsus bir alan için Şari tarafından mübah kılınmıştır. O<br />

da efendinin köle üzerinde had cezalarını infaz etmesidir. Ama bu<br />

bizim tartıştığımız konuyla alakalı değildir.<br />

Hatime<br />

Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Bil ki senin tekfir ettiğin<br />

Müslüman Allah indinde kâfir olmaz, Müslüman dediğin kâfir de<br />

Müslüman olmaz. Bil ki sen, ananın çocuğundan kaçtığı, babanın<br />

oğlundan kaçtığı, kadının kocasından kaçtığı, Allah’tan başka dostun<br />

olmadığı o günde tek başına Rabbinin huzuruna getirileceksin.<br />

Beraberinde sadece niyetin ve amellerin olacak. O gün Rabbini sana<br />

şefkatli, merhametli ve bağışlayıcı bulursan ne mutlu sana. Ama sana<br />

gazaplanmış, seni görmek istemeyen ve merhametinden uzaklaştıran<br />

bir Rabbine kavuşursan vay haline.<br />

Sakın ha unutma! Dünya imtihan diyarıdır. Fanidir. Ahirete intikal<br />

muhakkaktır. Oradan dönüş yoktur. Dünyada ne yaptın, yaptın.<br />

İyisiyle kötüsüyle. Her an seninle beraber olan kâtiplerin doldurduğu<br />

amel defterin ortaya dökecek bütün yaptıklarını kuşkusuz. Dünyada<br />

suluk ettiğin yol müstakim idiyse “İşte alın, okuyun kitabımı.<br />

Ben zaten hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum” diyenlerden<br />

olursun. “Artık o, hoşnut bir yaşayış içindedir. Yüksek bir cennette.<br />

Devşirilecek meyveler yakındır. Geçmiş günlerde peşinen


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 165<br />

işledikleriniz sebebi ile afiyetle yiyin, için” denilerden olursun.<br />

Ama dünyada nefsine, heva ve şehvetine uyduysan, müstakim yolu<br />

terk ettiysen “Keşke kitabım verilmeseydi ve keşke hesabımın ne<br />

olduğunu bilmeseydim” diyenlerden olursun. Allah (celle ve âlâ) beni<br />

ve seni kötü akıbetten korusun. O’nun merhametine nail olanlardan<br />

kılsın.<br />

Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Bil ki seni senden hoşnut<br />

olan Rabbine götürecek tek yol dinindir. Dinini sev, say, kolla ve güzelleştir.<br />

Dininin en yüksek gayesi daima kulluğunu yalnız Allah (celle<br />

ve âlâ)’ya sunman olsun. Rabbine itaat et ki tevhidin müstakim olsun.<br />

Amacın daima insanları mahlûka kulluktan kurtarıp Halik’e kulluğa<br />

kazandırman olsun. Dinini, Rabbini insanlara sevdirme ve insanları<br />

Rabbine sevdirme vesilesi edin. Dinin Müslümanların, miskinlerin,<br />

mazlumların ve çaresizlerin sığınabileceği merhamet ve şefkat<br />

kanatların olsun. Ama Rabbine asi olanlara, azgınlara, zalimlere ve<br />

mücrimlere karşı dinin şiddetli ama adil, tavizsiz ama insaflı bir kılıç<br />

gibi keskin olsun. Bunun için hiçbir zaman Kur’an ve Sünnet’ten ayrılma.<br />

Bil ki, Kur’an ve Sünnet’ten ayrılmamanın tek yolu, sahabeyi<br />

ve sahabeye marufta tabi olmuş olanları izlemektir. Ehl-i Sünnet ulemasını<br />

baban gibi, hatta babandan fazla say ve sev. Sakın ağzın onlara<br />

karşı azgın olmasın. Dikkat et! Âlimlerin eti zehirlidir. Ama onları<br />

masum da bilme. Her beşerin sözü kabul ve redde açıktır. Sadece<br />

Allah’ın Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in sözü değil.<br />

Ve bil ki, şu zaman Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in “İslam garip<br />

başladı ve tekrar garip olacak. Ne mutlu o garipler için” diyerek<br />

haber verdiği zamandır. Kur’an ve Sünnet’i anlamakta ve yaşamakta<br />

kendine selefi imam edinirsen bil ki, gurbetin kaçınılmazdır. Ne<br />

mutlu sana! İnsanlar “Kimlerdir onlar, ya Rasûlallah?” diye sorduklarında<br />

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) garipleri şöyle tarif etmiştir:<br />

“Onlar, insanlar bozarken düzeltenlerdir.” 296 Evet, değerli kardeşim.<br />

İnsanların işi gücü bozmak, ifsat etmek iken Rasûlullah (sallallahu aleyhi<br />

ve sellem)’in övdüğü gariplerin derdi düzeltmektir, ıslah etmektir. Senin<br />

yolun bu olsun!<br />

296 İmam Muslim, Ahmed, Tirmizi ve başkaları tahriç etmişlerdir.


166<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Bil ki, cehenneme çağıranların sayısı çokça fazladır. Dikkat et! Bir<br />

kısmı müstakim yolun bazı köşelerini tutmuş ve buradan hak yolun<br />

yolcularına davetlerini işittirmeye çalışıyorlar. Bunun için bid’at<br />

ehlini terk et. Onlarla oturup kalkma. “Kişi dostunun dini üzeredir.<br />

Şu hâlde, biriniz kimi dost edindiğine baksın.” 297 buyuruyor.<br />

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem). Risaleti ancak âlemlere rahmet olan<br />

ve kıyamete kadar kılıçla gönderilmiş olan Nebi’nin ve onun dostlarının<br />

yolunu yol edinmişlerle dost ol ki onlar (Nebi ve dostları) ve<br />

onların dostları da seni dost edinsinler. Bunun için Rabbine iltica et.<br />

Seni hidayet etsin ve dostlarını sana dost kılsın. Allah (celle ve âlâ)’nın<br />

dinine kalbinle, dilinle ve elinle sahip çık ki O da sana yardım etsin<br />

ve ayaklarını sabit kılsın:“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a yardım<br />

ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.”<br />

Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Münkere ve ehline bilumum<br />

ve küfre ve ehline bil husus buğz et, onları ve küfürlerini yalanla ve<br />

reddet. Dilinle inkâr et. Gücün yetiyorsa elinle inkâr et. Bil ki imanın<br />

gerektirdiği ve arzuladığı ve Rabbinin emrettiği budur. Kâfire karşı<br />

küfrünü haykırmak senin yaratılış gayenin ta kendisidir. “De ki: Ey<br />

kâfirler! İbadet etmem o ibadet ettiklerinize. Siz de ibadet edenlerden<br />

değilsiniz benim ibadet ettiğime. Hem ben ibadet etmem<br />

sizin ibadet ettiklerinize. Hem de siz ibadet eden değilsiniz benim<br />

ibadet ettiğime. Size dininiz ve bana dinim.” Kimsenin kınamasından<br />

korkma. Bil ki sesin ne kadar gür çıkıyorsa ve elin ne kadar ağır<br />

iniyorsa Rabbin katında değerin de o kadar olacaktır. “Muhammed<br />

Allah’ın Rasûlüdür. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı<br />

şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken<br />

secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde<br />

secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır.<br />

İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış,<br />

gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş<br />

bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah<br />

böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.<br />

Allah inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaat<br />

etmiştir.”<br />

297 İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi ve başkaları tahriç etmiştir.


<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 167<br />

Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Müslüman kardeşini sev,<br />

ona merhamet ve şefkat et. Teslim olduğu Rabbi ve tabi olduğu Nebi<br />

hürmetine ona karşı bağışlayıcı ve affedici ol. Kardeşin için zilletin,<br />

Rabbin katında izzetin olduğunu bil! Onun kanı, malı ve iffeti sana<br />

haram kılınmıştır. Bunlara elini uzatman elini ateşe uzatmandır. Sakın<br />

ha seni bu hususta bid’atçiler saptırmasın! Yoksa sana haram olanı<br />

helal görürsün ve kaybedenlerden olursun. Özellikle bir kişinin<br />

kanının, malının ve iffetinin helal kılınması senin işin olmasın. Eğer<br />

ahirette seni neyin beklediğini bilsen, inan bana, bu işe karışmak istemezsin.<br />

Bırak, şer’î hükümleri beyan etmekle mükellef olanlar bu<br />

işi yapsın. Senin işin zikir ehline sormak ve tabi olmak olsun. Allah<br />

için, sana söylüyorum sevgili din kardeşim, tekfir çok çetin bir iştir.<br />

İki yüzü bilenmiş keskin kılıç gibidir. Yüzleştiğin kâfir ise onun kafasını<br />

keser ama değilse senin kafan gider. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve<br />

sellem) “Kim bir mü’mini haksız yere kâfirlikle suçlarsa, işte bu onu<br />

öldürmek gibidir.” 298 buyuruyor. Bir mü’mini kasten öldürmenin cezası<br />

ebedi cehennemdir. Allah (azze ve celle) “Kim bir mü’mini kasten<br />

öldürürse cezası, içinde ebedi olarak kalacağı cehennemdir. Allah<br />

ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”<br />

buyuruyor. Ayetin tevili var, lakin bak sevgili kardeşim, Rabbim<br />

bana ve sana merhamet etsin, mü’mini kasten öldürmek Allah katında<br />

ne kadar büyük bir cerimedir. Pekâlâ, tekfir hükmü çıkarmaya<br />

ehil olmayan birisinin kardeşini haksız yere tekfir etmesi ne kadar<br />

muhtemeldir? Şu yazdığım risaleyi okudun. Allah için söyle ne kadarını<br />

anladın? Sana getirdiğim lügavi ve usûli mevzuların ve ihtilafların<br />

kaçını biliyordun? … Ne kadar muhtemeldir? Ben sana cevap<br />

vereyim: Yüzde yüz muhtemeldir.<br />

Bunun için değerli kardeşim, önce kendime sonra sana nasihatim,<br />

şer’î hüküm olarak tekfir çok çetin bir iştir. İlmî ve ahlaki ehliyet<br />

ister. Çünkü mes’uliyeti çok büyüktür. Bir insanın kanını, malını ve<br />

ırzını helal kılmak basit bir şey midir? Allah için! Ama bu insanın<br />

Allah katında hükmünün böyle olduğundan mutmain isen durum<br />

farklıdır. Biz kâfirlerin kanını akıtmayı Allah’a yaklaştıran en büyük<br />

gayelerden biliriz. Fakat Müslüman kanı… kardeş kanıdır.<br />

298 İmam Buhari ve başkaları tahric etmiştir.


168<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

“Kardeş olun ey Allah’ın kulları! Müslüman müslümanın<br />

karde şidir. Ona zulmetmez. Onu yardımsız bırakmaz. Onu tahkir<br />

etmez. (Üç defa kalbine işaret ederek) Takva şuradadır. Kişiye kötülük<br />

namına müslüman kardeşini tahkir etmesi kâfidir. Müslümanın<br />

her şeyi; kanı, malı ve ırzı müslümana haramdır.” 299<br />

Bunun için aziz din kardeşim, bil ki bu iş burada bitmez. Hayır<br />

muhakkak ahirete intikal edecek. Bu işlere ilimsiz girmişsen ve<br />

kardeşine haksızlık etmişsen hakiki Hak sahibinin senden hesap<br />

sormasından korkmalısın. “Sen falan kulumu kâfirlikle suçladın,<br />

canını, malını ve ırzını helal gördün, hâlbuki o Benim katımda Müslümandı”<br />

denilirse nasıl cevap vereceksin? “Ey Rabbim, ben cehaletimi<br />

itiraf ettim, falan kişiyi Kur’an ve Sünnet’le konuşur buldum,<br />

zikir ehlinden gördüm, ilmine ve hilmine itibar ettim ve sözüne tabi<br />

oldum” diyebilirsen kurtulmaya ümit edebilirsin; fakat “ben böyle<br />

zannettim, böyle bildim” diyeceksen verdiğin cevabın kabul edilmeyeceğinden<br />

korkmalısın. Kendi bildiğinin tek doğru olup, senin<br />

bildiğinin dışında her şeyin yanlış olduğu görüşüne sakın kapılma.<br />

Bu senin için bir felaket olur. Allah (subhanehu ve teâlâ)’dan sana hakkı<br />

göstermesini niyaz et ve ilim ehliyle beraberlikte ısrarlı ol. Senin bu<br />

ısrarın, tabi olduğun ilim sahiplerinde bir noksan varsa da sana hakkı<br />

bulmaya ve hak ehliyle beraber olmayı sağlayacaktır, inşaAllah.<br />

Ama ilim ehlinden ayrılır ve kendi başına yürümeye çalışırsan misalin,<br />

zifiri karanlık olan bir mağarada ışıksız yolunu bulmaya çalışan<br />

adamın misali olur. O zaman sağdan soldan gelen her hışırtıyı yırtıcı<br />

hayvan zannedersin, ayağının girdiği her deliği uçurum görürsün,<br />

ışık zannettiğin her pırıltıyı kurtuluş bilirsin.<br />

Önce cehaletini itiraf etmelisin ki ilim edinebilesin. Bunun için<br />

iki kişi ilim edinemez derler; kibirli olan ve çok utangaç olan. Her şey<br />

sadece senin bildiğin gibi değildir. Sana çok basit bir örnek vereyim:<br />

Müslüman halkın muazzam ekseriyeti Kur’an’ı sadece kendi bölgelerinde<br />

ve kendi ellerinde bulunduğu şekil üzere bilirler. Kur’an Allah’ın<br />

kelamıdır. Bir harfi, bir sesi değişmez derler. Hatta bunun için<br />

tartışırlar ve belki dövüşürler ama bildiklerinden kesinlikle taviz<br />

299 İmam Müslim, Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud ve başkaları tahric etmiştir.


ي<br />

ن<br />

ي<br />

<strong>Tekfirin</strong> <strong>Hakikati</strong> 169<br />

yev- (maliki ‏”مَ‏ لِكِ‏ يَوْ‏ مِ‏ الد<br />

vermezler. Çünkü zanlarına göre ancak bu doğrudur ve doğru olabilir.<br />

“Ne yani birden fazla Kur’an mı var?” derler. Türkiyeli Müslü-<br />

مَ‏ الِكِ‏ يَوْ‏ مِ‏ “ Sûresi’nin manlar ve dünyada Müslümanların çoğu Fatiha<br />

(maaliki yevmid’din) ayetinin maaliki kelimesini mim harfini ِّ ‏”الد‏<br />

ِّ ن‏ “ ayeti asli med ile okurlar. Birisinin bu<br />

mid’din) maliki kelimesinin mim harfi asli medsiz okuduğunu duysalar<br />

“Bak, Kur’an’ı yanlış okuyor” derler. Hatta belki düzeltmeye<br />

çalışırlar. Okuyan, biz böyle okuyoruz, bu da sahih kıraatlerdendir,<br />

dese onların “Yok böyle bir şey. Nereden çıkarıyorsunuz bunu? Siz<br />

yeni bir din mi getirmeye çalışıyorsunuz?” diyeceklerini duyacaksın.<br />

Hâlbuki bu itirazcılar bugün Müslüman halkın içinde okunmakta<br />

olan sahih kıraatlerden sadece birisini biliyorlar fakat her şeyi bildiklerini<br />

zannediyorlar. Karşı tarafı yanlış okumakla hatta fazlası, yeni<br />

din getirmek, fitne vs. şeylerle suçluyorlar.<br />

Kendileri için ise yanlış olma ihtimalini dahi vermiyorlar. Kendilerinden<br />

eminler. Fakat bu emin olmaları neye dayanıyor? İlme dayanmadığı<br />

kesin. İlme dayansaydı yukarıda geçen ayeti halk içinde<br />

okunan kıraatlerden Nafi kıraatinin iki ravisi Verş ve Kalun ve Ebu<br />

Amr kıraatin iki ravisi ed-Duri ve es-Susi asli medsiz okuduklarını<br />

bilirlerdi. Bırak bunu, dayandıkları ilim olsaydı en azından kendi<br />

okudukları kıraatin Asim kıraatinin Hafs rivayeti olduğunu bilirlerdi.<br />

Hayır, kendilerinden emin oluşları sadece kibirlerindendir. Her<br />

şeyi bildiklerini zannetmelerinden ama hakikatte çok az bilmelerindendir.<br />

Bunun için sana söylüyorum aziz kardeşim, yolun bu kibirli<br />

cahillerin yolu olursa hakkı bulamazsın. Ama kalbini hakka açarsan,<br />

görüşe taassup değil, selefin fehimiyle Kur’an ve Sünnet olursa menhecin<br />

ve Rabbine daima iltica edersen seni hidayet etmesi için, itaat<br />

edersen Rabbine küfür ve ehlini inkâr ederek, İslam ve ehlini de severek,<br />

bulacaksın muhakkak hakkı ve ehlini, bunda hiç şüphe yok.<br />

Çünkü Rabbin sana şöyle vaat ediyor: “Ama bizim uğrumuzda<br />

cihad edenleri elbette kendi yollarımıza hidayet edeceğiz. Hiç şüphe<br />

yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.”


170<br />

Tarık Ebu Abdullah<br />

Allah (celle ve âlâ) beni de seni de rızasına hidayet etsin ve şeytanın<br />

tuzaklarından himaye etsin. Allah’a hamd olsun ve salât ve selam Allah’ın<br />

Rasûlü ve Halili Muahmmed’e ve ehli beytine ve ashabına olsun.<br />

“Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı<br />

yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak<br />

bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere<br />

yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün<br />

yetmeyeceği yükü de yükleme! Bizi bağışla, bizi mağfiret et, bize<br />

rahmet et! Sensin bizim Mevlamız. Bizi kâfir kavimlere karşı destekle.”<br />

Rabbinin mağfiretine, merhametine ve rızasına muhtaç kulu.<br />

Tarık Ebu Abdullah

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!