08.07.2017 Views

Cinedergi 105

Binder105BA

Binder105BA

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

CINEVİZYON<br />

7 TEMMUZ<br />

Örümcek-Adam: Eve Dönüş / Spider-Man:<br />

Homecoming<br />

Keman Öğretmeni / Heliopolis<br />

Genco<br />

Mine<br />

Doru<br />

The Bye Bye Man<br />

Spark: Bir Uzay Macerası / Spark<br />

3 Nesil / 3 Generations<br />

21 TEMMUZ<br />

Davetsiz Aşk / Hampstead<br />

Brimstone<br />

Saklambaç: Ölüm Oyunu<br />

Kiki ile Miki Alatura<br />

Ruhlar Evi / Ghost House<br />

Zombi Ekspresi / Train to Busa<br />

Rock’n Roll<br />

Dunkirk<br />

Bezm-i Ezel<br />

14 TEMMUZ<br />

Planetarium<br />

İstisna / The Exception<br />

Altitude<br />

Geçmiş<br />

Çırak<br />

Durak<br />

Fırıldak Kedi / Pettersson und Findus<br />

Ayı Kardeşler: Sirkte Curcuna / Boonie Bears:<br />

The Big Top Secret<br />

Korku Tüneli / XX<br />

Maymunlar Cehennemi: Savaş / War for the<br />

Planet of the Apes<br />

28 TEMMUZ<br />

Sarışın Bomba / Atomic Blonde<br />

Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu / Valerian<br />

and the City of a Thousand Planets<br />

Churchill<br />

Düzensiz Düzenbazlar<br />

Son Portre / Final Portrait<br />

Cinayet-i Aşk<br />

Orman Çetesi / Jungle Bunch<br />

Hizmetçi / The Handmaiden<br />

Davud ve Câlût: İnanç Savaşı / David and Goliath


CINEVİZYON<br />

4 AĞUSTOS<br />

Les fantômes d’Ismaël<br />

Cumali Ceber: Allah Seni Alsın<br />

47 Meters Down<br />

Bırak Kendini / Let Yourself Go<br />

B Planı / Plan B: Scheiß auf Plan A<br />

Balerin ve Afacan Mucit / Ballerina<br />

Kidnap<br />

İki<br />

Kara Kule / The Dark Tower<br />

18 AĞUSTOS<br />

The Hunter’s Prayer<br />

Dangal<br />

Eye on Juliet<br />

Büyülü Kanatlar / Lighting Dindin<br />

Annabelle: Kötülüğün Doğuşu / Annabelle: Creation<br />

Semur<br />

Belalı Tanık / The Hitman’s Bodyguard<br />

11 AĞUSTOS<br />

Everything, Everything<br />

Manifesto<br />

Sevimli Emojiler / The Mojicons<br />

Overdrive<br />

Amigos Meksika Hazinesi<br />

Cage Dive<br />

Mezarcı<br />

Bilim Kurgu Bölüm 1: Son Savaşçı / Science<br />

Fiction Volume One: The Osiris Child<br />

The Model<br />

25 AĞUSTOS<br />

Şansımı Seveyim<br />

Megan Leavey<br />

Dalavere<br />

Şanslı Logan / Logan Lucky<br />

Terminator 2: Mahşer Günü 3D / Terminator 2:<br />

Judgment Day 3D<br />

Çılgın Hırsız 3 / Despicable Me 3


İÇİNDEKİLER<br />

dosya<br />

20<br />

VALERIAN<br />

Luc Besson’un yeni bilim kurgusu Valerian<br />

ilk kez <strong>Cinedergi</strong>’de.<br />

26<br />

ATOMIC BLONDE<br />

Atomic Blonde’dan yola çıkarak sinemanın<br />

bomba kadınlarını topladık.<br />

34MAYMUNLAR CEHENNEMİ<br />

Maymunlar Cehennemi: Savaş vizyondan<br />

önce okuyucularla buluşuyor.<br />

46 DUNKIRK<br />

Christopher Nolan bu sefer de İkinci<br />

Dünya Savaşı’na karıştı..<br />

54 ÖRÜMCEK ADAM<br />

Tom Holland yeni Örümcek Adam<br />

olarak karşımızda..<br />

60 TRAIN TO BUSAN<br />

Zombilere durdurak yok bu seferde<br />

Güney Kore yollarındalar.<br />

64 FOX’UN SÜPERLERI<br />

Burak ABD’den haberleri geçmeye<br />

devam ediyor. Fox’un yaptıkları.<br />

68 YAZIN BOMBA FİLMLERİ<br />

Gizem bu yazın bomba filmlerini<br />

bizim için seçti..<br />

74 2000’İN AKSİYONLARI<br />

İbranim 2000 sonrası artan<br />

popülerliğiyle aksiyon filmlerine baktı.<br />

80 YAHUDİ SÜPERLER<br />

Süper kahramanlar artık kahramanlık<br />

yapmak yerine sistemi koruyorlar..


ÖZEL KÖŞE<br />

24 SUSMAYAN KÖŞE<br />

Sinemalarımız, sinemacılarımız ve<br />

sinema eleştirmenlerimiz.<br />

32<br />

BELGESELCİ<br />

Güzel Korver Hayri Çölaşan ile konuştu.<br />

www.kameraarkasi.org’u tanıttı.<br />

DOSYALAR BASKI<br />

YAPTI RÖPORTAJ-<br />

LAR İFLAS<br />

50<br />

84<br />

90<br />

AYŞE TEYZE<br />

Beril’in Ayşe teyzesi bu sefer Makas<br />

Eller’den girdi Beril’den çıktı..<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Fırat Haşa filminin yönetmeni Gökhan<br />

Kaya ile konuştu.<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

Yaz aşkları, yaz dizileri Nergiz’den<br />

sorulur. İşte o liste.<br />

EDITO<br />

Her yaz Temmuz ile Ağustos’u beraber<br />

çıkarıp tatilin dibine vuruyoruz. Eskiden<br />

bu mantıklıydı çünkü ne yabancı<br />

ne de yerli filmler yazın vizyona çıkmazdı.<br />

Sinemalar neredeyse yazın kapılarına kilit<br />

vururdu. Şimdi ise özellikle blockbuster<br />

filmler salonlara akın etti. Baksanıza iki<br />

ayda 10’dan fazla büyük film vizyona giriyor.<br />

Temmuz, Ağustos’ta Türk filmleri de yerinde<br />

saymıyor bu sefer. Tamam elit yönetmenlerin<br />

filmleri hala ortalarda yok ama<br />

özellikle festival filmleri bu arada vizyon<br />

şansı buluyor. Neredeyse her hafta ikişer<br />

Türk filmi vizyonda olacak bu yaz. Ama ne<br />

yapalım bizim de bir deniz aşkımız var. Böyle<br />

olunca bu aylık röportajları geriye attık ve<br />

sayfalarımızı bu büyük gişeli filmlere açtık.<br />

Özel köşeler dışında tamamıyla dosyalardan<br />

oluşan dergimiz yine de 90 sayfayı aştı. Biz<br />

de sizin gibi sorumluluk duymadan salonları<br />

dolduracağız. Röportajlarımız ise Eylül’den<br />

itibaren devam edecek. Aramıza yeni katılan<br />

Ezgi Tanır hem gençliği ve enerjisi ile hem de<br />

usta işi röportajlarıyla bizimle beraber olacak.<br />

Kısacası <strong>Cinedergi</strong>’de yenilik ve yeni yüzler<br />

bitmez. Türkiye’nen tek popüler<br />

sinema dergisi yola<br />

devam ediyor.


PEK YAKINDA<br />

Yönetmen: Matthew Vaughn<br />

Oyuncular: Taron Egerton,<br />

Mark Strong, Colin Firth<br />

Konu: 2014 yılında gösterime<br />

giren Kingsman: Gizli Servis<br />

aksiyon-macera ve komedi<br />

dalındaki başarılı çıkışına<br />

bir yenisini daha ekliyor. Asi<br />

genç Eggsy olarak ilk filmde<br />

karşımıza çıkan Taron Egerton<br />

ve karizmatik centilmen ajan<br />

Harry olarak tanıdığımız Colin<br />

Firth’ü tekrar geri döndüren<br />

filmde ajanların teknoloji<br />

uzmanı Ginger rolünde Halle<br />

Berry eşlik ederken, Pedro<br />

Pascal Jack adında bir ajan,<br />

filmin kötü karakteri Poppy<br />

de ödüllü oyuncu Julianne<br />

Moore olacak. Channing<br />

Tatum devlet için çalışan<br />

gizli bir ajanı ve Jeff Bridges<br />

de ajanların yeni lideri olan<br />

Champagne adında bir karakteri<br />

canlandırıyor.


FIRST KILL<br />

Yönetmen: Steven C.<br />

Miller<br />

Oyuncular: Bruce Willis,<br />

Hayden Christensen,<br />

Magi Avila<br />

Konu: Başarılı Wall<br />

Street brokerı olan<br />

Will, oğlu Danny ile<br />

bağlarını yeniden<br />

sağlamlaştırabilmek için<br />

ailesini büyüdüğü yerdeki<br />

bir kabine tatile götürür.<br />

Will ve Danny avlanmaya<br />

çıktıkları sırada ise ters<br />

giden bir banka soygunu<br />

sonucu yozlaşmış bir<br />

polis memurunun öldürülmesine<br />

tanık olurlar.<br />

iÇERDE<br />

Yönetmen: Miguel<br />

Angel Vivas<br />

Oyuncular: Rachel<br />

Nichols, Laura Harring,<br />

Craig Stevens<br />

Konu: Hamileliğin<br />

üçüncü<br />

aşamasındaki bir<br />

kadın, doğmamış<br />

çocuğuna takıntılı<br />

bir yabancı<br />

tarafından takip<br />

edilmektedir. Bu<br />

kadının saplantısı<br />

kadını zorlu günlerle<br />

karşı karşıya<br />

bırakacaktır...<br />

Yönetmenliğini<br />

Miguel Ángel<br />

Vivas’ın üstlendiği<br />

filmin başrollerini<br />

Rachel Nichols,<br />

Laura Harring,<br />

üstleniyor.<br />

RENEGADES<br />

Yönetmen: Steven<br />

Quale<br />

Oyuncular: J.K.<br />

Simmons, Sullivan<br />

Stapleton, Ewen<br />

Bremner<br />

Konu: ABD<br />

donanmasının özel<br />

kuvvetlerinden<br />

oluşan bir ekip, bir<br />

Boşnak gölünün<br />

altında hazine<br />

keşfeder. Steven<br />

Quale’nin yönettiği,<br />

Luc Besson ve<br />

Richard Wenk’in<br />

yazdığı Fransız-<br />

Amerikan aksiyon<br />

aksiyon filminin<br />

başrollerinde Sullivan<br />

Stapleton, J.K.<br />

Simmons ve Charlie<br />

Bewley yer alıyor.


PEK YAKINDA<br />

EMOJi FILMi<br />

Yönetmen: Tony Leondis<br />

Oyuncular: T.J. Miller, James Corden, Ilana Glazer<br />

Konu: Telefon kullanıcılarının bildiği bütün emojiler mesajlaşma uygulaması<br />

olan Textopolis’te yaşamaktadır. Telefonun kullanıcısı tarafından seçilecekleri<br />

zamanı bekleyerek zaman geçiren emojilerin hepsinin tek bir yüz ifadesi<br />

vardır ve bu ifadeyi değiştiremezler. Ancak Gene filtresiz doğmuştur ve<br />

birden fazla yüz ifadesi sergilemektedir. Diğer emojiler gibi “normal” olmak<br />

isteyen Gene çözüm yolu bulabilmek için en yakın arkadaşı emoji Hi-5 ve<br />

usta kod kırıcı emoji Jailbreak ile güçlerini birleştirir. Gene’i düzeltmek için<br />

aplikasyondan aplikasyona bir yolculuk başlar.


EJDERiN DOGUSU<br />

Yönetmen: George Nolfi<br />

Oyuncular: Billy Magnussen,<br />

Ron Yuan, Xing Jing<br />

Konu: 1960’lı yılların San<br />

Francisco’sunu kendine<br />

fon yapan Ejder’in<br />

doğuşu, Bruce Lee’nin<br />

şöhret olduğu klasik filmleri,<br />

modern bir anlatımla<br />

ele alıyor. Film ilhamını<br />

efsanenin doğuşunu<br />

sağlayan Bruce Lee ve<br />

kung fu ustası Wong Jack<br />

Man arasındaki destansı<br />

ve halen tartışmalı olan<br />

güç gösterisinden alıyor.<br />

BARRY SEAL:<br />

KAÇAKÇI<br />

Yönetmen: Doug<br />

Liman<br />

Oyuncular: Tom<br />

Cruise, Sarah<br />

Wright, Domhnall<br />

Gleeson<br />

Konu: CIA<br />

için 1980’lerde<br />

güneyde<br />

bir uyuşturucu<br />

kuryesi olarak<br />

çalışan bir pilot<br />

olan Barry Seal’i<br />

anlatıyor. Filmin<br />

yönetmenliğini<br />

Doug Liman<br />

üstlenirken,<br />

başrolleirnde<br />

ise Tom Cruise,<br />

Domhnall Gleeson<br />

ve Jesse<br />

Plemons yer<br />

alıyor.<br />

SUiKASTÇI<br />

Yönetmen: Michael<br />

Cuesta<br />

Oyuncular: Dylan<br />

O’Brien, Michael Keaton,<br />

Sanaa Lathan<br />

Konu: Mitch Rapp<br />

Amerikalı genç<br />

bir adamdır ve<br />

hayatından çok<br />

memnundur. Kız<br />

arkadaşı Katrina’ya<br />

evlenme teklif ettiği<br />

gün ise her şey<br />

değişir. Bir grup<br />

terörist bulundukları<br />

yere silahlı saldırıda<br />

bulunur ve Katrina<br />

hayatını kaybeder.<br />

Mitch ise intikam<br />

yemini etmiştir ve<br />

saldırıyı düzenleyen<br />

adamı yok edene kadar<br />

durmayacaktır...


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

SAVAŞI HAFiFE ALAN, SAVAŞ KARŞITI<br />

n En iyi savaş filmleri aslında savaş<br />

karşıtı olan filmlerdir. Apocaliypse Now,<br />

Platoon, Hamburger Tepesi ve birçokları<br />

savaşın acılarını ve insan üzerindeki<br />

tahribatını anlatır. Özellikle sıradan<br />

insanın savaş anında geçirdiği değişim<br />

ve ne kadar insanlıktan uzaklaşabileceği<br />

bu filmlerin odağındadır. Aklı başında hiç<br />

kimse savaş taraftarı olamaz tabii. Bu<br />

gerçekle birleştiğinde savaş karşıtı filmlerin<br />

etkisi çok daha artar. Ortada böyle bir gerçek<br />

varken demokrat bir duruş sergilemek isteyen<br />

sinemacıların bu fikirleri kullanması doğaldır.<br />

Özellikle günümüzde neredeyse yeni bir Haçlı<br />

Seferleri dönemi yaşayan dünyamızda bu tür<br />

anlatımlara ihtiyaç var. Evet ihtiyaç var ama<br />

bunların düzgün çekilmesi lazım. Bu hafta<br />

vizyona giren Mine (Kimlik) güya savaş karşıtı<br />

bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Amerikan<br />

Deniz Kuvvetleri’nin Kuzey Afrika’daki<br />

bir biriminde keskin nişancı olan Mike Stevens,<br />

başarısız olunan bir suikast girişiminin<br />

ardından arkadaşıyla birlikte olay yerinden<br />

kaçarken kara mayınıyla kaplı bir bölgeye girer.<br />

Arkadaşı dikkatsizliği sonucu ölürken Mike<br />

da bir mayına bastığını son anda fark eder.<br />

Ayağını kaldırması halinde havaya uçacaktır<br />

ve kendisine destek verebilecek en yakın<br />

birliğin gelmesine 52 saat vardır. Mike tüm<br />

yeteneklerini, fiziksel ve zihinsel dayanıklılığını<br />

ortaya koymak, çölün zorlu koşullarında ayakta<br />

kalmak zorundadır. Böyle bir hikayeden<br />

neler bekleriz mayınların çaldığı hayatlar, o<br />

mayınları oraya koyulmasına sebep olan silah<br />

tüccarlarının etkisi, kendi vatanını korumak<br />

için mayın kullanan insanların aslında kendi<br />

toplumlarının göbeğine patlayıcı döşemelerinin<br />

trajedisi gibi bir dizi konu anlatılabilir. Ama<br />

yönetmenler bunların hepsini es geçmiş ve bir<br />

askerin yaşadığı kişisel dramları anlatmışlar.<br />

Mike ayağını mayına bastığı andan itibaren<br />

tamamıyla özel hayatındaki dramlara<br />

odaklanıyor. Karşısına çıkan bir berberi ile<br />

konuşurken ve yalnız kaldığında yaşadığı git<br />

geller anında babasının alkolik olmasını, an-<br />

nesini ve kendisini dövdüğünü, sonra annesinin<br />

kanserden öldüğünü öğreniyoruz. Bir bar kavgası<br />

sırasında tanıştığı garson kıza aşık oluşunu sonra<br />

da onu terk edişine tanık oluyoruz. Yani bunlar<br />

olmasa bizim Mike askere gelmeyecek, o mayına<br />

basmayacak. Bütün dert bu. Mike gibi milyonlarca<br />

insan askere özel trajedileri yüzünden mi<br />

gidiyorlar? Veya telsizden kuru bir sesin emrine<br />

uyup erkekleri, kadınları, çoluk çocuğu kurşunlarla<br />

bu şanssız geçmişleri yüzünden mi öldürüyorlar?<br />

Hiç mi toplum psikolojisinin, ırkçılığın,<br />

düzenbaz politikacıların, dinsel nefretin etkisi


BIR FiLM<br />

yok bu yaşananlarda. Bütün bunlar varken<br />

filmin yönetmeni olan Fabio Resinaro ve Fabio<br />

Guaglione niye görmezden gelir bu gerçekleri.<br />

Hele bir Berberi karakteri var ki filmde<br />

neden var anlamak mümkün değil. Sürekli<br />

sonu olmayan saçma diyaloglarla film devam<br />

ediyor. Bu Berberi daha önce mayın toplayıp<br />

satarmış ama günün birinde bir mayına basıp<br />

ayağını kaybetmiş aynı zamanda küçük kızı<br />

da ölmüş. Şimdi bu Berberi karakteri ne anlama<br />

geliyor senaryo içinde? Bu adam mayın<br />

toplayıp sattığı için bu çirkinliğin bir parçası<br />

mı? Kızını ve ayağını kaybedip bu günahın bedelini<br />

mi ödedi? Sürekli Mike’a özgür ol diyor,<br />

Berberi’nin anlamı özgür adam demektir diye de<br />

ekliyor. Peki Berberi Mike’a özgürleşmesi için ne<br />

sunuyor. Yönetmenler bu Berberi karakter, gece<br />

Mike’a saldıran vahşi köpeklerle bir takım metaforlar<br />

yaratmaya çalışıyor ama söylediğini adam<br />

gibi söylemediği için bu metaforlar da bir yere<br />

bağlanamadan metafor olarak kalıyorlar. Yani<br />

yapmacık bir anlatım. Film çekimleri ve müzikleri<br />

ile albenisi olan ama içi boş bir yapım.


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

ARABA SEVDASI!<br />

n Arabalar / Cars 2007 yılında Pixar<br />

imzasıyla hayatımıza girdiğinde tam<br />

anlamıyla arabaların dünyasıyla<br />

kuşatılmak fikri çok hoş gelmişti. İnsansız<br />

hava sahası, irili ufaklı birçok arabanın<br />

dünyasıyla kuşatılmış, tarla süren traktörlerin<br />

ruhlarından süzülen tozlar bizi epey<br />

sarıp sarmalamıştı. Filmin kahramanı<br />

Şimşek McQuenn o zamanlar genç,<br />

hırslı, isyankar ve başarıya ulaştıkça egosu<br />

şişen bir araba yarışçısıydı. İkincisinde (2011)<br />

Disney’le ortaklığa soyunan ve ilkindeki büyük<br />

küçük demeden yarattığı kapsayıcı ruhu<br />

kaybettiğini söyleyebiliriz Pixar’ın. Hikayenin<br />

geri planda kaldığı, görsel anlatımın tavan<br />

yaptığı ikinci hikayede Walt Disney’in ağırlığı<br />

su götürmez bir gerçekti ve Arabalar macerası<br />

burada bitti dedirtmişti bize.<br />

Altı yıl sonra tekrar üçüncü filmle sahalara<br />

dönen Arabalar yönetmen Brian Free’nin ellerinde<br />

bir çeşit yap boza dönüşüyor. Gerçi<br />

her daim imaj çalışmalarıyla hatırladığımız<br />

McQuenn yine yenileniyor, allanıyor pullanıyor<br />

ama sahalara nen son model arabalarla pek<br />

baş edemiyor. Evet üçüncünün konusu bu! Sahalara<br />

fişek gibi inen bu genç arabalar özellikle<br />

de Jackson Storm Şimşek McQueen’i hafiften<br />

sallıyor. Film de emektar Mater de var yeni<br />

araba gelişim uzmanı desek yanlış olmaz Cruz<br />

Ramirez de…<br />

Bu genç bayan arabaları sahada değil de<br />

kapalı bir alanda, bilgisayar başında çalıştırıp<br />

gazlayan biri. Ritm, dans ve gaz! Güçten<br />

düşen ve buna bir çıkış arayan Şimşek’in de<br />

Cruz Ramirez’le çalışma deneyimi oluyor ama<br />

biraz çalışmaktan soğutacak cinsten!<br />

Film anlaşılan eskiyle yeniyi harmanlayarak bir<br />

yandan genç, bir yandan da deneyimli izleyici<br />

kitlesine hitap etmeyi amaçlıyor. Bilgisayar<br />

karşısında pratikten uzaklaşan yeni nesile<br />

karşılık, hayatta her şeyin pratik bir karşılığı<br />

olduğunu savunan eski kuşak öngörüsü. Bu iki<br />

duyguyu iyi harmanladığını düşünüyorum filmin.<br />

Özellikle Şimşek’in Cruz Ramirez’le sahilde<br />

giriştiği yarış pratiği filmin ana fikri üzerinde<br />

gayet iyi patinaj (olumlu anlamda) yaptı diyebilirim.<br />

Merhum Hudson Hurnet’in ruhuyla gazladığı film<br />

özünde bir yarış filmi. Ama her filminde dayanışma<br />

ruhu, birbirine zıt ya da ters düşen tarafların<br />

sonrasında uzlaşı çabaları, jestler, havada uçuşan<br />

sesler vs… Filmin tacını genç Cruz Ramirez’e<br />

devretmesi muhtemel olan Şimşek McQeen,<br />

merhum Hudson Hurnet gibi sahaların gerisine<br />

mi düşecek? Tabii bunlar serinin devamı gelirse<br />

diye düşündüğüm şeyler. Ama konu sıkıntısı<br />

yaşandığı, evirip çevirip yarışmak teması üzerinden<br />

öğretilerin yapıldığı bir film daha ne kadar<br />

ilerler bilemiyorum. İkinci filmde bir anda Mater’i<br />

ana aktörlüğe ittiren seriden, başka karakterler


üzerinden hikayeler gelebilir. Ama Mater kısmı çok<br />

tutmamıştı onu da söyleyelim. Onu bastırmak için<br />

film aksiyonu kurtarıcı olarak seçmişti. Dediğim<br />

gibi devam filminde Cruz Ramirez yeni yıldız olabilir,<br />

bizim Şimşek de onu uzaktan veya yakından<br />

yerel metotlarla destekleyen bir usta!<br />

Filmi basın gösteriminde kaçırdığım için bugün<br />

bir çocuk güruhu ile izledim filmi. İzlenimim<br />

on yaşın altındaki çocukların çok fazla ilgisini<br />

çekmediği oldu. Ama on yaş üstündekiler de bir<br />

hayli sevdi gibi geldi bana. Bunu yaş konusunda<br />

kafası karışık ebeveynler için belki yardımcı olur<br />

diye ekledim. Salonda büyüklerin olmaması da<br />

şaşırtıcıydı. Sonuçta filmin büyükleri çocukluk<br />

günlerine, arabaları konuşturup yarıştırdıkları<br />

günlere götürmek gibi bir amacı olduğu da<br />

aşikar. O yüzden salonların dışında kalıp<br />

çocuklarını beklemek yerine güzel bir nostalji<br />

hikayesinin içine düşebilirler!<br />

Pixar’ın zaman zaman gerçekçi olmaya, hatta<br />

animasyonu animasyondan uzaklaştırmaya<br />

çalışan tarzı burada da devam ediyor. Özelikle<br />

genel planlarda gerçekliğe fazlaca abanıyor.<br />

Aslında animasyonun sınırsız dünyasının<br />

detaylarına yoğunlaşsa çoluk çocuk daha da<br />

keyif alabilir. Sonuçta animasyonları karşımızda<br />

uçsuz bucaksız gerçek dünyadan kopuk bir öykü<br />

görmek için tercih ediyoruz…


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

KiMLiKSiZ BiR SiNEMA ÖRNEĞi<br />

n ESinema her ülkenin kendi rengini<br />

ifade ettiği, önemli bir sanat-eğlence dalı.<br />

İster iyi ister kötü bir örnek olsun Güney<br />

Kore filmleri ile Hint filmleri arasındaki<br />

fark çok belirgindir. Aynı şey İngiliz filmleri<br />

ile Fransız filmleri için de geçerlidir.<br />

Bunlara Kuzey ülkeleri, İtalya ve İspanya<br />

sinemasını da katabiliriz. Kısacası hepsinin<br />

bir öyküyü anlatış şekli, oyunculuk<br />

dili, yönetmenlerinin geldikleri kültürden çıkan<br />

kendilerine has yolları vardır. Bu sinemayı<br />

zenginleştiren en önemli olgu. Üretim açısından<br />

böyleyken izleyici tarafına geçtiğimizde dünya<br />

genelinde Hollywood sineması en fazla<br />

tüketilen sinema endüstrisi. ABD’nin teknolojisi ,<br />

ekonomik gücü ve Hollywood’un tam anlamıyla<br />

bir endüstri olması üretilen filmlerin daha çok<br />

eğlence ve tüketim amaçlı çekilmesine sebep<br />

oluyor. Kabul etmeliyiz ki kapitalizmin bunda<br />

çok payı var. Kapitalizm herşeyde olduğu gibi<br />

sinemada da tek bir ses olmasını ister. Herkesin<br />

anladığı belirli bir çizgide zevk alacağı,<br />

cebindeki parayı vereceği bir yapı. Bu yol ne<br />

yazık ki ülkelerin kendi renklerinin yok olmasına<br />

sebep oluyor. Üstelik ABD dışındaki ülkeler bu<br />

başarıya ulaşmış yolu kendilerine göre tekrarlama<br />

tecrübesini ortaya koyduklarında bu hafta<br />

vizyona giren Katliam Günü gibi ipe sapa gelmez<br />

filmler ortaya çıkıyor. Bu İngiliz, Fransız<br />

ve bütün ülkelerin sinemasında da yaşanıyor.<br />

Ama Hollanda gibi görece olarak daha az<br />

örneklerini gördüğümüz bir sinemadan gelince<br />

bu tür bir film dikkat çekici oluyor tabii. Hep<br />

düşünmüşümdür, bunun sebebi gerçekten ülke<br />

sinemalarının bu tür filmleri para kazanmak için<br />

mi çektiği yoksa yıllardır Hollywood sinemasının<br />

hedefi olan yabancı sinemacıların artık doğal<br />

olarak bu tekilliği mi yarattığı? Bence her ikisi<br />

de geçerli. Özellikle genç yönetmenlerin filmlerinde<br />

bunları daha çok gözlemliyor olmamız<br />

ikinci şıkkın ağırlığını artırıyor. Mesela Katliam<br />

Günü filminin yönetmeni Nick Jongerius’a<br />

gelelim. Çok genç olmasa da 41 yaşındaki<br />

sinemacı işin yapımcılık kısmından yetişmiş bir<br />

isim. Katliam Günü ilk yönetmenlik denemesi.<br />

Filmin hikayesi de yönetmenliği de Hollywood B<br />

sınıfı filmlerinin bir benzeri. Üstelik oyuncu kadrosu<br />

da TV yıldızı isimlerden oluşuyor. Hepsinin<br />

oyunculuk performansı klişe ve özenti. Yönetmen<br />

sinema dili olarak o kadar kimliksiz ve taklit bir<br />

yöntem kullanıyor ki bunu öyküdeki bazı sıfatları<br />

kullanarak geçiştirmeye çalışıyor. Mesela öykünün<br />

merkezindeki kötücül ev bir değirmen oluyor.<br />

Ruhunu şeytana vermiş olan karanlık karakter<br />

ise değirmenci. Sanki o değirmeni oraya koyarak<br />

film bir Hollanda filmi oluyor. İlgisi yok tabii ki.


Bu anlamda baktığımızda entelektüellerimizin<br />

dalga geçtiği bizim korku filmlerimizin çok daha<br />

kişilikli yapımlar olduğunu söylemeliyim. İyisiyle<br />

kötüsüyle kesinlikle Hollywood çalması yapımlar<br />

değil bizim korkularımız. Halbuki Katliam Günü-<br />

The Windmill Massacre isminden de anlaşılacağı<br />

gibi The Texas Chain Saw Massacre gibi ünlü<br />

bir serinin biraz değiştirilmişi. Konusunu kısaca<br />

anlatalım, Jennifer geçmişinden kurtulmaya<br />

çalışan bir kızdır. Bir gün Amsterdam’ın efsanevi<br />

yel değirmenlerini izlemek için tura katılır. Fakat<br />

otobüsün ıssız bir yerde kaza yapması sonucu<br />

Jennifer ve diğer yolcular sığınacak bir yer bulmak<br />

zorunda kalırlar. Terk edilmiş bir yel değirmenine<br />

sığınırlar. Yolcular teker teker kaybolmaya<br />

başladıklarında, Jennifer hepsinin ortak kaderi ve<br />

sırrı olduğunu fark edecektir. Yazdığım gibi filmi<br />

hiç beğenmedim ama özellikle finali artık yeter<br />

dedirtti. Yani bu saçma finalle filmin daha devam<br />

bölümlerinin geleceğini de müjdeliyor bize yönetmen.<br />

Ne diyeyim, müjdeler olsun.


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

ÇIRAK OLMAK, USTALIK iSTER!<br />

n Cannes’daki gösteriminde 8 dakika<br />

boyunca ayakta alkışlandığı söylenen<br />

“Çırak”, genele hitap etmese de, kalbur<br />

üstü seyircinin sinema keyfini cilalayacak.<br />

Film ülkemizde 14 Temmuz’da vizyona<br />

giriyor. Filmin kısaca konusu şöyle... 28<br />

yaşındaki Singapurlu gardiyan Aiman,<br />

yaşadığı bölgenin en büyük hapishanesine<br />

tayin olmuştur. Aiman kariyerinde<br />

yükselmek istemektedir. Hapishanede idamları<br />

gerçekleştiren 65 yaşındaki amir Rahim Soon<br />

ile yakınlaşmaya başlar. Aiman’ın iş etiğinden<br />

etkilenen Rahim, onu çırağı olarak yanına<br />

alır. Aiman, Rahim’in güvenini<br />

kazandıkça amacına daha<br />

çok yaklaşmaktadır, zira Rahim,<br />

Aiman’ın babasını idam<br />

eden celladın ta kendisidir.<br />

Boo Junfeng’in yazıp yönettiği<br />

başarılı yapımda Firdaus Rahman,<br />

Wan Hanafi Su, Mastura<br />

Ahmad ve Boon Pin Koh rol<br />

alıyor. Farklı filmlerin peşinde<br />

koşan seyirciler için biçilmiş kaftan<br />

olarak tanımlayabileceğim<br />

“Çırak”, özellikle de<br />

başrollerdeki Aiman’ı<br />

canlandıran Firdaus Rahman<br />

ve Rahim’i canlandıran Wan<br />

Hanafi Su’nun performanslarıyla<br />

göz dolduruyor. İkisinin uyumu<br />

filmin içine sizi girdap gibi<br />

çekerken, yan yana geldikleri<br />

her an ‘gerçeklik’ ile sınanıyorsunuz. Tabii,<br />

bu başarıda yönetmenin katkısı çok büyük.<br />

Çoğuna sıradan gelebilecek bir hikayeyi muazzama<br />

yakın bir hazla beyazperdeye taşıyor,<br />

Boo Junfeng. Hem yazarken, hem çekerken<br />

yaptığı işin ciddiyetini özümsemiş kesinlikle.<br />

Yönetmen Boo Junfeng’in çok köklü bir sinema<br />

geçmişi olmamasına rağmen, sinemadan<br />

anlayan, bilinçli seyirciyi yeterince tatmin edecek<br />

duyulara ve yetkinliğe sahip olduğunu<br />

söylemek yanlış olmaz. Önceden çektiği birkaç<br />

filmi izleyip, yeni filmlerini ise merakla bekliyor<br />

olacağım. Hem minimalist hem de konvansiyonel<br />

sinemanın öğelerini iç içe geçiren yapım<br />

ağırlıklı olarak karanlık hapishane ortamında<br />

geçmekte. Loş ışıklandırma, koyu kıyafetler, ağır<br />

hareketler kasvetli ortamın içine çekiveriyor sizi.<br />

Film boyunca adalet ve ölüm kavramını sürekli<br />

düşünmeniz isteniyor. İdam edilmek için sırasını<br />

bekleyen bir mahkumdan farkınız kalmıyor bir<br />

süre sonra. Ancak filmin en büyük çabası, yavaş<br />

yavaş bir cellada dönüşen sessiz sakin, ağırbaşlı<br />

Aiman’ın ruh halinizi anlamanızı sağlamak. Aiman,<br />

idam mahkumlarına son anda iyilikler yapmaya<br />

çabalıyor. Mahkumların sevdikleriyle son kez<br />

görüşmelerini sağlıyor. Ailelerinin yanına gidip<br />

mahkumlara yeni ve güzel elbiseler getiriyor.<br />

Onları hiç giyemeyeceklerini bile bile. Aiman,<br />

suçlu babasını zamanında Rahim’in idam ettiğini<br />

öğrendikten sonra bile -kendi iç dünyasında bunun<br />

ikilemini yaşasa bile Rahim’in karizmatik kişiliği ve<br />

adaletli bakış açısı sayesinde- Rahim’le olan kutsal<br />

ilişkisine zarar vermiyor. Çünkü Aiman, kayıp<br />

kimliğini -belki de baba yerine koymaya çalıştığı-<br />

Rahim ve mesleği üzerine kurmaya çalışıyor.<br />

Kendi ülkesindeki idam cezasına eleştirel bakış<br />

getirirken gurme seyirciye de mükemmel bir yapım<br />

sunan Junfeng’in takip ettiğiniz yönetmenler listenize<br />

girmesi dileklerimle, “Çırak”ı izleyin...


DİKKAT LUC BESSON<br />

ÇIKABİLİR<br />

Dram, aksiyon, bilim kurgu gibi farklı<br />

türlerde ortaya koyduğu filmler ile<br />

gönüllerde ayrı bir yeri olan Fransız<br />

yönetmen Luc Besson, önümüzdeki<br />

günlerde vizyona girecek “Valerian and<br />

the City of a Thousand Planets” ile yine<br />

adından söz ettireceğe benziyor.


EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

n Dram, aksiyon, bilim<br />

kurgu gibi farklı türlerde<br />

ortaya koyduğu<br />

filmler ile gönüllerde<br />

ayrı bir yeri olan<br />

Fransız yönetmen Luc<br />

Besson, önümüzdeki<br />

günlerde vizyona girecek “Valerian and<br />

the City of a Thousand Planets” ile yine<br />

adından söz ettireceğe benziyor. Bilim<br />

kurgu – aksiyon türündeki yeni filmi vizyona<br />

girmeden önce yönetmenin dünden<br />

bugüne ortaya koyduğu işlerini bir<br />

hatırlayalım.<br />

1981 yılında kariyerine L’avant dernier<br />

adlı kısa filmle başlayan vizyoner yönetmen<br />

Besson, 1983 yılında ilk uzun<br />

metrajlı filmi Le dernier combat iel bilim<br />

kurguda ne denli başarılı olacağının<br />

sinyallerini vermişti bile. Post apokaliptik<br />

bir dünyada yaşam savaşını anlattığı<br />

filmin senaryosu da bizzat kendisine aitti.<br />

1985 yılında kamera arkasına geçtiği<br />

“Subway” ile “En İyi Yabancı Dilde<br />

Film” dalında BAFTA’dan adaylık aldı.<br />

İleride Leon ile tüm dünya tarafından<br />

tanınacak olan aktör Jean Reno’nun<br />

kamera karşısına geçtiği ve Besson ile<br />

ilk işbirliği yaptığı “Le grand bleu” ile<br />

adını iyiden iyiye duyurmaya başlayan<br />

başarılı yönetmen 1990 yılında yine<br />

yazıp yönettiği aksiyon/gerilim Nikita ile<br />

geniş kitlelerce tanındı. Öyle ki Nikita<br />

daha sonra televizyon serisi haline bile<br />

dönüştürülecekti.<br />

Sene 1994 olduğunda ise başarılı yönetmen<br />

gerçek manada patladı. Jean Reno,<br />

Gary Oldman, zamanın çocuk oyuncusu<br />

Natalie Portman’ın kamera karşısına<br />

geçtiği “Leon” tüm sinema severlerin<br />

gönlünü fethetti dersek pek yanılmış<br />

olmam sanırım. Senaryosunu da kendi<br />

yazdığı film ailesi katledilen küçük bir kız<br />

ile ona bakmayı kendisine görev edinen<br />

bir suikastçının başlarından geçen


gerilim dolu hikayeyi anlatıyordu. Film<br />

tüm dünyada çok sevildi ayrıca Natalie<br />

Portman’ın oyunculuk adına ışığının fark<br />

edilmesini sağladı.<br />

3 yıl aradan sonra yine bilim kurgu<br />

sularına açılmaya karar veren Besson<br />

dönemin aranılan aksiyon yıldızı Bruce<br />

Willis ve henüz gençliğinin baharında<br />

güzeller güzeli Milla Jovovich ile<br />

çalışarak “The Fifth Element”i ortaya<br />

çıkardı. Hem hikaye örgüsü açısından<br />

hem Besson’un bizzat vizyoner bakış<br />

açısını ortaya koyması açısından film<br />

oldukça başarılıydı. Willis ve Jovovich’in<br />

kimyasının da tuttuğu filmde oldukça renkli<br />

bir gelecek tasviri ortaya çıkmış bu da<br />

Besson’un bilim kurgudaki tonlarını ortaya<br />

koyuyordu. Keza bahsettiğimiz gibi bu<br />

ay vizyona girecek yeni bilim kurgu filmi<br />

“Valerian” da fragmanlardan anlaşılacağı<br />

üzere “The Fifth Element” tonlarına hakim.<br />

Ancak yine fragmanlardan anlaşılacağı<br />

üzere Besson bilim kurgudaki vizyoner<br />

bakış açısını daha da geliştirmiş, farklı bir<br />

boyuta taşımış gibi görünüyor.<br />

1999 yılında Besson bir biyografi çekiyor<br />

ve yine Milla Jovovich ile çalışıyordu.<br />

Jeanne D’Arc’ın hikayesini beyazperdeye<br />

aktaran yönetmen Jovovoich’in da<br />

daha geniş kesimlerce tanınmasına katkı<br />

sağlamış oluyordu. 2004 yılına kadar<br />

sessizliğe bürünen yönetmen bu sıralarda<br />

yapımcı ve senarist kimliği ile yeni işlere<br />

imza atmaya devam ediyordu. 2004 yılında<br />

dünyaca ünlü yıldız Madonna’nın Love<br />

Profusion klibini yöneten usta yönetmen<br />

2005 yılında Angel-A ile dönüyordu.<br />

Jamel Debbouze ve Rie Rasmussen<br />

tuhaf ama bir o kadar ilginç kimyası<br />

ile karşılaştığımız film Luc Besson’un<br />

filmografisinde çok farklı bir yerde duruyordu.<br />

Andre adındaki dolandırıcı ve<br />

hayatı tam çıkmaza girmişken ona adeta<br />

yardım meleği olarak ortaya çıkan Angela<br />

arasındaki hikayeye odaklanan film merak<br />

uyandıran fantastik yapısıyla da dikkat<br />

çekiyordu.


2006 yılına gelindiğinde animasyon<br />

türüne de el atan Besson önce Arthur<br />

and the Invisibles’ı çekmiş ardından<br />

2009’da devam filmi Arthur and the Revenge<br />

of Maltazard ile devam etmişti.<br />

Animasyon türünde pek ses getirmeyen<br />

bu yapımlardan sonra Luc Besson, 2010<br />

yılında yine fantastik bir macera ile kamera<br />

karşımıza çıkıyordu: “The Extraordinary<br />

Adventures of Adèle Blanc-Sec”.<br />

Film 1900’lerin başında Adele adında<br />

gözü pek bir gazetecinin yaşadığı fantastik<br />

olayları konu ediniyordu. Besson’un<br />

tarzını hissettiren ve fantastik film izleyicilerini<br />

tatmin eden yapımdan sona<br />

animasyondaki ısrarını sürdüren yönetmen<br />

Arthur serisine devam ediyor ve<br />

üçüncü halka Arthur 3: İki Dünyanın<br />

Savaşı’nı çekiyordu. Ardından sert bir<br />

dönüş yapan Besson biyografik dram<br />

“The Lady” için kamera arkasına geçti.<br />

Luc Besson açısından çekim süreci<br />

oldukça sıkıntılı olan film hayati tehlikeye<br />

yol açabileceğinden gizli bir şekilde<br />

gerçekleştirildi. Burma’nın muhalif<br />

liderinin yaşadığı zorlu süreci anlatan<br />

filmin senaryosu ise Rebecca Frayn’a aitti.<br />

2013 yılında Robert De Niro’lu, Michelle<br />

Pfeiffer’lı komedi suç filmi “The Family”<br />

karışık eleştiriler aldı. Eğlenceli bir seyirlik<br />

olan “The Family” belli ki yönetmenin<br />

keyfi bir projesiydi ve eleştirilerin nedeni<br />

büyük oranda yönetmenden beklentinin<br />

daha farklı olması olabilir. Ancak iyi<br />

vakit geçirmek için “The Family” keyifli<br />

seyirliğin yanı sıra yönetmenin filmografisi<br />

açısından da gayet yerinde bir<br />

projeydi.<br />

2014 yılında bilim kurgu sularına yeniden<br />

açılan Besson, Scarlett Johansson’lı ve<br />

Morgan Freeman’lı “Lucy” ile dönüyordu.<br />

Filmde bir insan beyin kapasitesinin<br />

sadece %10’unu kullanabilirken şayet<br />

hepsini kullanabilse neler olurdu üzerinden<br />

eğlenceli ve aksiyon dolu bir hikaye<br />

anlatılıyordu. Bilim kurguda kendi tarzını<br />

oluşturmuş olan usta yönetmen 3 yıllık<br />

bir aradan sonra yine aynı tarzda “Valerian”<br />

ile dönüyor. Fragmanları yayınlanan<br />

ve gerek tonları gerek hikayesi ve gerekse<br />

ilginç karakterleri barındırdığı görülen<br />

film Besson’un “The Fifth Element”<br />

tonlarına daha da fazlasını ekleyerek<br />

ortaya çıkardığı bir film olarak görülebilir.<br />

Günümüzün genç yetenekleri Cara Delevingne<br />

ve Dane DeHaan gibi isimlerin<br />

yanı sıra Ethan Hawke, Clive Owen,<br />

John Goodman gibi emektar isimler<br />

filmde buluşuyor. Laureline ve Valerian<br />

adlı iki görevlinin şehri ve tüm evrenin<br />

geleceğini tehdit eden karanlık bir gece<br />

karşı verdiği aksiyon dolu macerayı konu<br />

ediniyor. Pierre Christin ve Jean-Claude<br />

Mézières’in çizgi romanından uyarlanan<br />

filmin senaryosu ise bizzat Besson’a ait.<br />

Farklı tarzlarda filmlere imza atan ama<br />

özellikle bilim kurguda kendine has bir<br />

çizgisi olan Besson hayranlarını yine<br />

mest edecek gibi görünüyor. “Valerian<br />

and the City of a Thousand Planets” 27<br />

Temmuz’da seyircisi ile buluşacak.


SİNEMALARIMIZ,<br />

SİNEMACILARIMIZ,<br />

SİNEMA<br />

YAZARLARIMIZ<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Murat Tolga Şen,<br />

herkesin merak ettiği,<br />

sormaktan çekindiği ve<br />

cevabını bildiği soruları<br />

soruyor; ne olacak bütün<br />

bunlar, bütün bunlar<br />

ne olacak?<br />

Tolga Karaçelik (Gişe Memuru –<br />

Sarmaşık), Emin Alper (Tepenin<br />

Ardı – Abluka) ve Ceylan Özçelik’in<br />

(Kaygı) film projelerinin bakanlıktan<br />

yapım desteği almaya layık görülmemiş<br />

olması…<br />

Daha da fenası; gazeteci, yazar, siyasetçi<br />

derken hapse atılmamış, soruşturmaya<br />

uğramamış, o ya da bu şekilde<br />

susturulmamış (ya da susturulmaya<br />

çalışılmamış) aydını kalmayan bir ülkede<br />

sinemacıların hala “filmimi çekmem için<br />

para ver” diyerek devlet kapısından medet<br />

umması…<br />

Aynı sinemacıların o parayla film çekip<br />

yine bakanlık ve iktidar belediyelerinin ortak<br />

organizasyonu olan festivallerde ödül<br />

kazandıktan sonra podyuma çıkıp protestonun<br />

Allah’ını yapmaları… Alkışlarla<br />

yaşamanın her şeyden tatlı olması…<br />

TRT TV Filmleri projelerinin festival<br />

yarışma seçkilerine dâhil edilmesi, üstüne<br />

ödüllendirilmesi…<br />

Filmografileri 3 filmden ibaret ve sonuncusunu<br />

da tam 8 yıl önce çekmiş olan,<br />

o tarihten bu yana TV’ye ucuz diziler<br />

çekmekten başka bir şey yapmayan iki biraderin<br />

ülkenin en önemli film festivalinin<br />

jüri başkanlığına getirilmeleri…<br />

Film festivallerinin yapılmasına 1 hafta<br />

kala terör bahane edilerek iptal edilmesi,<br />

iptal edilen festival aynı takvim yılında<br />

yapılmadığı halde yapanların bunu “erteleme”<br />

diyerek yutturmaya çalışmaları…<br />

Bütün film festivallerimizin birbirine benzemesi,<br />

hepsinde aynı filmlerin gösterilmesi<br />

ve yarışması, hepsine neredeyse aynı<br />

insanların direktörlük vs. yapmaları…<br />

Yine bu festivallerde basın mensuplarının,<br />

film ekipleriyle özellikle ayrı otellerde<br />

konaklatılıyor oluşu ve sonra da organizasyonun,<br />

“kimse haber ya da röportaj<br />

yapmadı” diye hayıflanması…<br />

Amasya’nın Gümüşhacıköy kazasında<br />

yapılacak 1. Haşhaşlı Çörek Film<br />

Festivali’nde 300.000 TL ödül dağıtılacak<br />

olsa herkesin oraya koşacak olması,<br />

ülkemizde ödül prestiji olan bir tane bile<br />

festivalin olmaması…


Festivallerin “15 Temmuz’u sinema yoluyla anmak”<br />

için sıraya girmeleri ve buna yönelik zorlama<br />

fikirler üretmeleri…<br />

Bu dertli ülkenin, dertli sinemasını merceğe alan<br />

eleştirmenlerin vizyondaki filmleri eleştirip suya<br />

sabuna dokunmayan yazılar yazmaktan hiç de<br />

şikayetçi görünmüyor olmaları…<br />

Eleştirmenlerin, birkaçı hariç, eleştiriyle ilgili tüm<br />

fırsatlarını birkaç dandik gişe komedisini yerden<br />

yere vurarak harcamaları…<br />

Beyoğlu’nun ortasındaki sanat filmleri gösteren<br />

müstakil bir sinemanın yaşam savaşı vermesi ve<br />

atılan onca tweet’e rağmen, tweet sahipleri dahil<br />

hala kimsenin bu salona film izlemeye gitmemesi…<br />

Sosyal medyada herkesin sanat filmleri üzerine<br />

havalı paylaşımlar yapması ama bu filmlerin<br />

gişede 300-500 kişiye ancak bilet satabilmeleri…<br />

Türkiye’nin belki de en dandik serisi olan Recep<br />

İvedik filmlerinin gişe hasılatı en yüksek<br />

işler olması, bu hasılattan kesilen paraların<br />

sanat filmlerine dağıtılması yani Recep İvedik<br />

5 olmadığında Ahlat Ağacı’nın da kuruyacak<br />

olması…<br />

Kısa film çeken gençlerin neredeyse sünnet<br />

düğünlerine bile başvuracak kıvama gelmiş<br />

olmaları ama dandik organizasyonlarda sıkıntı<br />

olduğunda, overlok makinesi ayağına düşmüş<br />

gibi feryat figan etmeleri…<br />

PR’cıların kötü filmlere iddialı bültenler<br />

hazırlamaları ve bunların medyada 40 yerden<br />

servis edilmesi… Başka ülkede sinemada gösterilemeyecek<br />

kadar ucuz bir filmin, ülkenin en<br />

büyük gazetesinde “yılın korku filmi” diye haber<br />

yapılması…<br />

Birkaçı hariç film eleştirmenlerinin “film eleştirisi”<br />

yazarak para kazanamıyor ve geçinemiyor<br />

oluşu…<br />

Sinema yazarlarına yaptırılan paneller, programlar<br />

vs. sonrasında ödemenin teşekkürle<br />

yapılması… Sinema yazarının fotosentez<br />

yaparak yaşadığının sanılması…<br />

Televizyondaki sinema programlarının vizyon<br />

filmlerinin tanıtımından ibaret olması…<br />

Sinema biletinin pahalı, mısır ve meşubatın ise<br />

daha da pahalı olması ve her filmden önce 20<br />

dakika asla gidemeyeceğimiz otellerin reklamını<br />

izliyor olmamız (Maxx Royalll)…<br />

Salonları bunun da kesmiyor olması ve 10<br />

dakika arada bile sesi sonuna kadar açılmış<br />

kola reklamıyla seyircileri büfeye postalamaya<br />

çalışmaları…<br />

Yeni gişe sinemacılarının hala cin korkusu çekerek<br />

parayı kıracaklarını zannetmeleri ve gişeden<br />

hüsranla ayrılmaları…<br />

Son 10 yılda, bir tanesi Cem Yılmaz’la olmak<br />

üzere 14 filmde karşımıza çıkan Çetin Altay’ın<br />

hala seyredilecek iyi bir filmi olmaması…<br />

Kerem Akça’nın aslında duygusal biri olması…<br />

Sizce de bunların hepsi çok saçma değil mi?


BEYAZPERDEDE<br />

TEK KİŞİLİK<br />

ORDU OLAN<br />

KADINLAR<br />

DUYGU KOCABAYLIOĞLU<br />

n “Sinemada kadınlar<br />

yükseliyor efendim<br />

durduramıyoruz!”<br />

Durduramayın da<br />

zaten! Ulusal ya da uluslararası, hangi<br />

camiada olduğu da fark etmez, bilinçli bir<br />

kadın yükselişine her daim ihtiyacımız var.<br />

<strong>Cinedergi</strong>’de ikinci yazımda yine feminist<br />

bir konu bahtıma denk geldiği için ‘umarım<br />

azılı erkek düşmanlarından ilan edilmem’<br />

temennisi ile bu ay sonunda vizyona girecek<br />

Atomic Blonde eşliğinde, sinemada<br />

“tek kişilik ordu” lakabını hak etmiş kadın<br />

karakterlere değinmek istedik.<br />

Öncelikle, yıllandıkça şaraplaşan Charlize<br />

Theron’u baş rolüne taşıyan malum Atomic<br />

Blonde başlayalım. Esasen Antony Johnston<br />

ve Sam Hart imzası taşıyan 2012 tarihli<br />

“The Coldest City” adlı çizgiroman serisinden<br />

Kurt Johnstad senaryosu ile beyaz-


Bu ay sonunda vizyona<br />

girecek Atomic Blonde<br />

eşliğinde, sinemada “tek<br />

kişilik ordu” lakabını hak<br />

etmiş kadın karakterlere<br />

değinmek istedik.<br />

perdeye aktarılan Atomic Blonde’un<br />

yönetmen koltuğunda aktörlükten ve<br />

hatta dublörlükten gelen bir isim olan<br />

David Leitch oturuyor. “Karşımıza<br />

acaba nasıl bir kadın ajan aksiyonu<br />

çıkacak?” diye düşünerek fragmanları<br />

izlerken, yeterince dikkatli bir seyirciyseniz<br />

Theron’un canlandırdığı Lorraine<br />

Broughton karakterinin yakın<br />

dönemin ölüm makinesi John Wick’i<br />

ne kadar çok andırdığını fark edebilirsiniz.<br />

Amansız John Wick hayranları<br />

sıkı durun, yönetmen Leitch her iki<br />

JW filminde de yapımcılık ve yürütücü<br />

yapımcılık görevlerini üstlenen isim!<br />

Yani tek kişilik ölüm makinemiz, bu<br />

sefer JW kodlarını barındırarak kadınsal<br />

bir estetiğe bürünmüş halde karşımıza<br />

çıkacak! Servis edilen videoları izlerken,<br />

Theron’un 42’lik taş bebekliğine hayran<br />

olmamak elde değil ama “adam döven/<br />

biçen ortalığı darmaduman eden ve<br />

nihayetinde dünyayı kurtaran kadın<br />

ajanlar/kahramanlar hep mi seksi, hep<br />

mi bu kadar kusursuz biçimde göz alıcı<br />

olmalı?” diye sormaktan da kendimi<br />

alıkoyamadım. Bakalım cevabı aşağıdaki<br />

satırlar arasında bulabilecek<br />

miyiz?<br />

Yakın zamandan<br />

başlayarak geriye gidersek<br />

geçen ay ülkemizde<br />

de gösterime<br />

giren DC’nin başat<br />

iyileri temsil eden kadın<br />

kahramanı Wonder<br />

Woman’ı nihayet dört<br />

başı mağrur bir prodüksiyonla<br />

sinemada<br />

izledik. Gal Gadot’ın<br />

canlandırdığı Prenses Diana, kendi<br />

serisini şimdiden garanti altına almış<br />

biçimde I. Dünya Savaşı’na katılarak<br />

tek başına orduları devirebileceğini<br />

kanıtladı bile! E kadın hem Amazon,<br />

hem Zeus’un kızı olarak Tanrısal güçlere<br />

haiz; olsun o kadar.


Star Wars’un evveliyatını perdeye<br />

taşıyarak, tereddütte olan<br />

en sıkı hayranlarını bile tatmin<br />

etmeyi başaran Rogue One:<br />

Bir Star Wars Hikayesi’nin bu<br />

başarısının ardında yönetmen<br />

Gareth Edwards’ın efsaneye yaklaşımı<br />

kadar Felicity Jones’un canlandırdığı Jyn<br />

Erso karakterinin sağlamlığının payı olduğu<br />

muhakkak.<br />

Bir yeniden çevrim olan ve yine dişli<br />

bir Charlize Theron şiiri gibi akan 2015<br />

mahsulü Mad Max: Fury Road, Furiosa<br />

ile yükselişe geçmiş güçlü kadın karakterleri<br />

adeta şaha kaldırıyor, zulme karşı<br />

kadın başkaldırısını ve teslim olmamayı<br />

öğütlüyordu. Furiosa’nın, Ölümsüz Joe’nun<br />

kaç adamını hacamat ettiğini hatırlatmaya<br />

gerek var mı?<br />

Öte yandan her ne kadar modaları geçmiş<br />

olsa da 2000’lere damga vurmuş Ölümcül<br />

Deney ve Karanlıklar Ülkesi serilerinin Alice<br />

(Milla Jovovich) ve Selene (Kate Beckinsale)<br />

karakterleri en azından sağlam,<br />

yıkılmaz kadın savaşçı ya da tek kişilik<br />

ölüm/intikam makinesi olarak hatırlanmayı<br />

hak ediyorlar. Tabii yine lateksler, deriler<br />

içinde, yine son derece seksi…<br />

2000’lerin kadın savaşçı serisinde Angelina<br />

Jolie’li yine seksi bir uyarlama olan Lara<br />

Croft’u da atlamayalım. Gerçi ne yapımcılar<br />

ne seyirciler Angelina’nın Croft’u ile tatmin<br />

olmamalarına rağmen, 2005’te sevgili<br />

kocasını bile öldürmekten çekinmeyen Jane<br />

Smith’i (Bay ve Bayan<br />

Smith) , 2008’de<br />

Fox’u (Wanted),<br />

2010’da Ajan Salt’ı<br />

izlemek durumunda<br />

kaldık. Neyse ki<br />

Jolie, Salt ile kadın<br />

süper savaşçılarına<br />

noktayı koymuş gibi<br />

görünüyor.<br />

Dünyanın tüm<br />

yükünü sırtında<br />

taşıyıp, kötüleri<br />

haklayan bu kadın kahramanlarımız ne<br />

hikmetse ağırlıklı olarak bilimkurguaksiyon<br />

ve fantastik türleri arasında<br />

geziniyorlar.<br />

Zeki ve teknoloji<br />

meraklısı bir çocuğun<br />

sıradan annesiyken,<br />

bir gün ‘şartlar öyle<br />

gerektirdiği için’ hayattaki<br />

yegane amacı<br />

oğlunu yokedici robotlardan<br />

korumak<br />

ve akabinde dünyayı<br />

kurtarmak olan Sarah<br />

Connor, özellikle<br />

Linda Hamilton’ın<br />

oyunculuğu ile halen<br />

bu listelerin zirvesindedir<br />

mesela. Öyle ki gerçek yokedici<br />

Sarah mı yoksa T serisi terminatörler<br />

mi, bir durup düşünmek gerek!<br />

Bilimkurgu-aksiyon sinemasını titretip<br />

kendisine getiren Matrix üçlemesine<br />

imza attıkları sırada erkek yönetmen<br />

kardeşlerken, artık trans yönetmen<br />

kardeşler olarak andığımız<br />

Wachowski’lerin tek başına bir orduya<br />

bedel, savaşçı kadın karakter listesine<br />

armağan ettikleri Trinity (Carrie-<br />

Anne Moss) de asla unutulmayacaklar<br />

arasında, yine siyah lateksleriyle gönlümüzde.<br />

Kadıncağız kendini sürekli<br />

kopyalayan Ajan Smith’leri temizlerken<br />

ömründen ömür gitti…


Uyarlandığı romandan ötürü bilimkurguaksiyon<br />

sinemasını, sosyolojik okumalarla<br />

da heyecanlandıran Açlık Oyunları’nın<br />

Katniss Everdeen’ini (Jennifer Lawrence)<br />

böylesi bir listede anmadan geçmek olmaz.<br />

Gerçek bir karakter dönüşümü de<br />

sunan senaryosuyla Hunger Games’in<br />

Katniss’i fiziksel anlamda tek başına ordu<br />

olmak bir yana, koca bir sisteme nasıl kafa<br />

tutulması gerektiğini göstermesi açısından<br />

da, maneviyatı güçlü bir örnek olarak<br />

hafızalarımızda.<br />

Liste aslında o kadar uzunki ‘en iyiler’<br />

desek bile dışarıda pek çok örneğin<br />

kalabileceğini göz önüne alarak, sıradaki<br />

isimleri hızlıca yad etmekte fayda var.<br />

Aksiyon sinemasına romantik Fransız<br />

dokunuşları sokmazsa gözüne uyku girmeyen<br />

Luc Besson, bu dişi savaşçılara<br />

1990’da Nikita’yı, 2014’te ise Lucy’yi<br />

(Scarlett Johansson) katmıştı örneğin.<br />

Mathilda’ya bir spin-off devam filmi çekseydi,<br />

şüphesiz o da bu listedeki yerini<br />

alacaktı…<br />

Scarlett Johansson demişken halen kendine<br />

has bir serisi olmadan o üçleme<br />

senin bu üçleme benim diye Marvel filmleri<br />

arasında fink atan, kızıl afet Natasha<br />

Romanoff/Kara Dul’u da tek kişilik ordulara<br />

iliştirmek gerek. Tabii yine siyah<br />

deriler içinde, demiş miydik?<br />

Uma Thurman’ın Mia Wallace (Ucuz<br />

Roman) karakterinden sonra kesinlikle<br />

en en iyi rolü olan “the gelin” (Kill<br />

Bill) ise aslında Tanrı ya da biyolojisi<br />

değiştirilmiş fark etmeksizin tüm<br />

kadınları ikişer ikişer atlayıp, bu listenin<br />

en tepesine yerleşmeli. John Wick’ten<br />

önce intikam meleği olarak gelin vardı,<br />

gelin!<br />

Birden çok uyarlanmış Cat Woman’ı,<br />

ah nerede o eski Western’ler diyerek<br />

çocukluk idolümüz olan Calamity<br />

Jane’i ve Margot Robbie ile gönülleri<br />

heyecanlandıran Harley Quinn’i de bonus<br />

sıfatıyla dosyaya iliştirip, temmuz<br />

ayının hiti Atomic Blonde için vizyonda<br />

herkese iyi seyirler dilerim! Eksiklerimiz<br />

olduysa af ola, bir sonraki sayıya…


BENİM KAYNAK<br />

SİTEM<br />

www.kameraarkasi.org<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

Sitedeki film<br />

kayıtlarından birçok<br />

veri çıkarmak, kitap<br />

yazmak, tez çalışması<br />

yapmak ve bu<br />

verileri işleyerek<br />

analizler yapmak<br />

istatistikler çıkarmak<br />

mümkün...<br />

Özellikle kısa film ve belgeselcilerin<br />

sık sık başvurduğu bir kaynak<br />

site var. Eminim pek çoğunuz<br />

biliyorsunuzdur. Şayet bilmiyorsanız mutlaka<br />

bilin derim: www.kameraarakasi.org<br />

Sitenin sahibi, kurucusu, yöneticisi,<br />

finansörü, özetle her şeyi Hayri Çölaşan.<br />

Sektöre ve akademiye böyle bir kaynak<br />

hediye ettiği için doğrusu kendisine<br />

ne kadar teşekkür etsek azdır. Kendisi<br />

TRT’nin kıymetli görüntü yönetmenlerinden.<br />

1987 yılında TRT Ankara Televizyonu<br />

ışık servisinde başlamış mesleğe.<br />

Sonra ışık şefliği, kameramanlık, görüntü<br />

yönetmenliği... Sindire sindire, aldığı<br />

hizmet içi eğitim ve kendi okumalarıyla<br />

biriktire biriktire mesleğini icra etmiş<br />

bir profesyonel. Yönetmenliğini yaptığı<br />

iki belgeseli Hasret ve Sinop Cezaevi,<br />

Savaşın İçinde adlı kısa filmi çeşitli ödüller<br />

almış, izleyici ile buluşmuş, beğenisini<br />

kazanmış yapımlar.<br />

Hayri ile her karşılaşmamızda, ayaküstü<br />

bile olsa sektörden, özellikle belgesellerden,<br />

gidişattan sohbet ederiz. Bu kez<br />

kendisini kameraarkasi.org hakkında<br />

soru yağmuruna tuttum.<br />

Kameraarkası kaç yaşında ve böyle bir<br />

site kurma fikri nasıl oluştu?<br />

TRT de staj yapan öğrenciler, okulların<br />

ilgili bölüm öğrencileri, kısa filmciler<br />

bizden Türkçe kaynak istiyorlardı,<br />

elimizdeki notları verdiğimizde<br />

kaybolduğu oluyordu. Buna çare olarak<br />

aklıma o zamanlar yeni bir teknoloji olan<br />

web sitesi kurma fikri geldi. 1996 yılında<br />

ücretsiz bir blog kurarak TRT Eğitim<br />

Dairesinden aldığımız eğitim notlarını<br />

temize çekmeye başladım. BBC, NHK,<br />

televizyonu eğitim notları ve birçok<br />

fotoğrafçılık, televizyon dergilerinden notlar<br />

çıkarıp düzenleyerek siteye koymaya<br />

başladım. Çevreden istekler geliyordu.<br />

Bu istekler üzerine yeni bölümler açtım<br />

ve ses, ışık gibi bölümleri de ekledim.<br />

Hobi olarak bu devam etti. Tabii yıllar<br />

geçince ve bıkmadan usanmadan bilgi<br />

girince sitede ne ararsan bulunur hale<br />

geldi. Şu anda 20 yıl oldu ve dünyanın


kendi alanındaki en büyük sitesi. Türkiye için bir<br />

gurur kaynağı oldu.<br />

Gerçekten çok ciddi ve önemli bir armağan<br />

verdin ilgilisine. Benim de araştırma yaparken<br />

başvurduğum bir yer. Kendi adıma bir kez de Cine<br />

Dergi aracılığı ile teşekkür, takdir ve saygılarımı<br />

iletmek istiyorum. Hiç kolay bir iş değil. Yıllardır<br />

bıkmadan usanmadan tutkuyla sürdürmek…<br />

Sektörde bilmeyen yok gerçi bu siteyi ama ola<br />

ki bilmeyenler varsa? Kameraarakası’nın içeriği<br />

hakkında biraz bilgi verir misin?<br />

Teknik bölümler Kamera, Işık, Ses, Fotoğraf,<br />

Kamera Hareketleri, Kompozisyon, Kurgu, gibi<br />

direk bir filmi yaparken teknik olarak ilgilendiğimiz<br />

konular. Bunun haricinde bir film nasıl yapılır sorusuna<br />

baştan sona cevap veren Film Yapımı bölümü<br />

önemli.Hiçbir yerde arayıp bulamayacağınız<br />

ve araştırmalarıma göre hiçbir ülkenin daha<br />

yapmadığı bazı arşivleri yapmaya başladım. Ülkemizde<br />

çekilen belgesel ve kısa filmlerin listesi. Bu<br />

listeler yönetmenlerinin sayfasında yayınlanıyor ve<br />

hem ülkemizdeki belgesel ve kısa film yönetmenleri<br />

tanıtılıyor hem de filmografileri hakkında bilgi<br />

veriliyor. Uzun metraj ve yönetmenleri hakkında<br />

bilgi bulabileceğiniz çok site var ama belgesel<br />

ve kısa film hiç kimse tarafından takip edilmiyor<br />

çünkü çok zor.<br />

Belgesel ve kısa film sinemanın üvey evlatları...<br />

En önemlisi tabi para kazandıran işler değil<br />

genel anlamda en azından bizim ülkemiz için.<br />

Neyse konuyu dağıttım ben yine dayanamayıp.<br />

Hiçbir yerde arayıp bulamayacağınız ve<br />

araştırmalarıma göre hiçbir ülkenin daha<br />

yapmadığı ülkemizde yapılan film festivallerinin<br />

arşivi de tutulmakta.<br />

Yine hiçbir yerde arayıp bulamayacağınız<br />

ve araştırmalarıma göre hiçbir ülkenin daha<br />

yapmadığı Ülkemizdeki film yarışmalarında<br />

görev alan jüri üyelerinin de listesi tutulmakta.<br />

Bir yılda kaç jüri üyesi görev alıyor dersiniz? Pekiyi<br />

hangi jüri üyesi en fazla görev aldı? En fazla<br />

ödül alan filmler arasında en başarılı jüri üyeleri<br />

kimler? Bu soruların cevabını verebilecek<br />

başka bir kaynak yok.Bu bölümler konu başlığı<br />

olarak açılıyor, derinlemesine iniyor ve canınız<br />

sıkılmazsa içeride kaybolabilirsiniz.<br />

Bunların hepsini sen tek başına yapıyorsun<br />

fakat öyle bir anlatıyorsun ki “yapılmakta,


tutulmakta” sanki arkanda koca bir ekip var ve<br />

onlar hallediyorlar bu işleri.<br />

Türkçe kaynak yaratma açısından çok iyi bir<br />

çalışma oldu. İçime sindi. Bir eğitim kurumunda<br />

ders gören öğrencilerin çoğu yararlandığı gibi<br />

öğretim elemanları için de güvenilir bir kaynak<br />

yaratıldı. Güvenilir diyorum çünkü hatalı bir bilgi<br />

verildiğinde hep şamar olarak geri döndü. Bu<br />

hatalar düzeltilerek doğru bilgilerin olduğu bir yer<br />

haline geldi. Sitedeki kişisel makaleler haricinde<br />

tüm bilgiler yorum içermeyen teknik bilgilerdir.<br />

Benim kişisel hiçbir görüşüm bu sitede yer<br />

almaz. Belki bir gün kişisel bilgilerimi de koyarım<br />

ama şu an değil.<br />

Günde ortalama kaç kişi ziyaret ediyor?<br />

Günde ortalama kaç kişi ziyaret etmesi<br />

çok önemli değil, bu çok değişken, aslında<br />

site istatistikleri yapan şirketler bu şekilde<br />

hesaplamıyor, sitenin Ranking değeri olarak bir<br />

sayı verebiliyorlar. Örneğin şimdi baktım kameraarkasi.org<br />

dünyada en fazla girilen 340 bininci<br />

site diye bir hesap veriyorlar. Bu da sitenin ne<br />

kadar reklam alabileceğinin göstergesi oluyor.<br />

Bize bir takım sayısal veriler söyleyebilir misin?<br />

Site 78 bin sayfa, yazıcıdan basarsanız 100<br />

bin sayfadan fazla bilgi içeriyor. Bu da şöyle<br />

anlatılabilir bir sinema kitabı eğer ortalama 150<br />

sayfa ise bu sitede 670 adet sinema kitabı bulunuyor.<br />

Kaç film, kaç yönetmen kayıtlı?<br />

Sitede 22 bin civarında film var. Veri tabanındaki<br />

bazı filmler siteye çeşitli nedenlerle eklenmiyor.<br />

10 bin 131 yönetmen mevcut. Veri tabanındaki<br />

bazı yönetmenler siteye çeşitli nedenlerle yine<br />

eklenemiyor.<br />

Ne gibi nedenler mesela?<br />

Bazen yönetmen çeşitli nedenlerle özgeçmişi ve<br />

filmografisinin silinmesini istiyor. Bunun başında<br />

artık film yönetmenliği ile ilgilenmemesi, mesleği<br />

bırakması ve arama motorlarında bu şekilde<br />

tanınmak istememesi geliyor. Güvenlik nedeni<br />

ile fotoğrafı, doğum tarihi, özgeçmişinin silinmesini<br />

isteyen de var. Yurtdışı festivallerine katılsa<br />

zaten bunu kabul ettiremez ama ben kendilerini<br />

kırmıyorum siteden kaldırıyorum. Ancak, veri<br />

tabanından bu bilgiler kesinlikle silinmiyor. Çünkü<br />

bu bilgiler artık yönetmene değil festivale ait,<br />

topluma ait bilgiler, festival kataloğunda zaten bu<br />

bilgiler mevcut. Bir film festivale kaydolduğunda<br />

veri tabanına girer ve buradan çıkartılamaz.<br />

Örneğin yönetmen öğrenci iken bir film çekiyor.<br />

Tabii ki bunun deneme amaçlı olduğunu<br />

herkes bilir. Ama festivale katılıyor, hatta bir de<br />

ödül alsa bile daha sonra iyi filmler yapıp tanınır<br />

hale geliyor. “Bu film ile tanınmak istemiyorum<br />

bu filmi silelim” diyebiliyor. Bu olacak iş değil,<br />

film artık bilinen topluma mal olmuş bir film<br />

olduğu halde silinmesini istiyor. “Böyle tanınmak<br />

istemiyorum” diyor. Hâlbuki yönetmenin bunları<br />

baştan düşünmesi deneme filmleri ile festivallere<br />

katılmaması veya utanacağı bir film yapmaması<br />

gerekiyor. Okullarda bunlar okutulmuyor, bunlardan<br />

bahsedilmiyor. Bir yönetmen adayı iyi<br />

filmler çekip, iyi bir yönetmen olup toplum içinde<br />

tanınır hale gelebilir, ünlü olabilir. Bunu içine<br />

sindiremeyen, bunun bedelini ödeyemeyen, bu<br />

gerçekle yaşayamayacak kişilerin film çekmesi<br />

durumunda da bu tip problemler çıkabiliyor.<br />

Ne diyelim popüler kültürün yansımaları her alanda<br />

var. İstemiyorsa istemiyordur.<br />

Elbette. Ben de taleplerine cevap veriyorum<br />

zaten.<br />

Kimlerden destek alıyorsun? Sponsor var mı?<br />

Tek başına yapıyorsun her şeyi biliyorum ama<br />

hani ola ki veri toplarken, sayfaya yüklerken staj<br />

mahiyetinde çalışanlar ya da ara sıra da olsa<br />

yardım edenler var mı? Günde kaç saatini alıyor<br />

site mesela?<br />

Kimseden destek almıyorum, maddi bir destek<br />

almadığım gibi siteye reklam da alamıyorum. Bazen<br />

‘’Hayri Bey sizi rahatsız etmeyelim yazı işleri<br />

müdürünüzü bağlar mısınız?’’ diyorlar, hoşuma<br />

gidiyor, çünkü bu işi yapmak için ciddi bir<br />

gayret gerekiyor, tek başına yapılamayacağını<br />

düşünmeleri normal. Ama biz TRT’ciler<br />

inatçıyızdır, yılmayız. Ülkemizdeki kısa film ve<br />

belgesel alanındaki örgütlenmeler yetersiz, kendileri<br />

prestij için ancak ayakta duruyorlar ki başka<br />

kişi veya kuruluşlara destek olmaları hayalperestlik<br />

olur. Bu kuruluşlar doğru düzgün bilgi<br />

versinler yeter diye düşünüyorum ama kendileri<br />

veri tabanı tutmadıkları gibi kendi üyelerinin bile<br />

filmleri hakkında bilgileri yok. Bu yıl kaç kısa film<br />

çekildi? Öğrencilerimize göstereceğiz, yılın en iyi<br />

10 filminin listesini verebilir misiniz? Sorularına<br />

cevap verecek durumda değiller. Ne yazık ki üniversitelerin<br />

ilgili bölümleri de aynı durumda, film<br />

arşivleri yok, yönetmenleri tanımıyorlar, festival-


leri takip etmiyorlar. Bu nedenle bana yardımcı<br />

olabilecek kişi sayısı çok az.<br />

Biliyorum maalesef bu sektörde envanter tutma,<br />

arşiv oluşturma, sistem oluşturma ve ulaşabilirlik<br />

hala kurumsallaşamadı profesyonel anlamada.<br />

Kişisel çabalarla yürüyor pek çok şey.<br />

Filmleri kayıt altına almak için bir yöntem gerekiyordu,<br />

daha önce böyle bir şey yapıldı mı<br />

diye araştırdım IMDB bu konuda çok iyi ama<br />

eksikleri var, onun metodunu benimseyerek<br />

eksiklerini tamamlamaya çalıştım. Şimdi yönetmenler<br />

bir formu doldurarak filmlerini kayıt edebiliyorlar.<br />

Sistemi kendileri de bilgi girebilecek<br />

bir hale getirmeye çalışıyorum. Eğer maddi<br />

destek olursa tabii.<br />

Çok düzenli bir hayatım var, her gün 03:00 de<br />

yatarım. Günde yaklaşık 3-4 saat bilgi toplamak<br />

için 2-3 saat bilgi girmek için ilgilenmek gerekiyor.<br />

Çalışmadığım bazı günler 10 saati buluyor.<br />

Hem iş, hem aile yaşantısını sürdürmek gerekiyor,<br />

öncelik burada. Eğer aile ve iş yaşantısı<br />

doğru gitmezse konsantre olamıyorum. Radyasyon,<br />

gürültü ve elektrik parası nedeni ile<br />

artık sadece dizüstü bilgisayarı kullanıyorum.<br />

Bel kemiğini ve kan dolaşımını dinlendirmek için<br />

ara sıra ayağa kalkıp ev işleri yaparım, bulaşık<br />

yıkarım, çıkar dolaşırım.<br />

En büyük zorluk bilgi toplamak ne yazık ki. Vaktimin<br />

çoğu bilgi toplamakla geçiyor. Birçok festival<br />

eksik bilgi veriyor. Mail ile veya telefonla bilgi istiyorum.<br />

Festivalden sonra dükkânı kapatıp gidenler<br />

çoğunlukta, festivaller kurumsal hale gelmedikçe<br />

çok amatör davranıyorlar.<br />

Asıl iş etkinlik, organizasyon bittikten sonra<br />

başlıyor. Envanteri tutma, arşive aktarma. Buna<br />

bütçe de ayrılmıyor ve böyle bir kültürel kod da<br />

gelişmiş değil. Fakat çok umutsuz da olmayalım<br />

büyük bir farkındalık ve özel ve kurumsal çabalar<br />

da var. Bence temel sorun kendinden önce<br />

yapılanları görmemek hatta yok saymak. Taşlar<br />

hep yan yana konuyor halbuki üst üste koysak ne<br />

yollar alırız, nerelere varırız birlikte ya neyse…<br />

Belgesel özelinde bakarsak, senin sitenden yola<br />

çıkarak Türkiye’deki belgesel sinemaya yönelik<br />

elindeki verileri bizimle paylaşır mısın?<br />

Elimdeki film kayıtlarından birçok veri çıkarmak,<br />

kitap yazmak, tez çalışması yapmak ve bu verileri<br />

işleyerek analizler yapmak istatistikler çıkarmak


ve kesin sonuçlara varmak<br />

mümkün. Tabii bu benim görevim<br />

değil, sinema yazarları,<br />

araştırmacılar düşünsün bunu.<br />

Benim görevim veri toplamak.<br />

Belgesel yönetmenlerindeki<br />

kadın erkek oranı nedir?<br />

En çok hangi konular<br />

işlenmiştir?<br />

Belgesel türlerinden hangileri<br />

en çok tercih edilmektedir?<br />

Örneğin biyografi belgesellerinin<br />

oranı nedir?<br />

En çok hangi tür belgeseller<br />

ödül almaktadır?<br />

En çok hangi tür belgeseller<br />

beğenilmektedir?En çok hangi<br />

olaylar sırasında ve sonrasında<br />

belgesel yapıldı?<br />

Örneğin bu konuda benden<br />

bilgi istendiğinde eldeki verileri<br />

değerlendirdim ve bazı<br />

sonuçlar ortaya çıkmıştı. 12<br />

Eylül, ordunun yönetime el<br />

koyması ve sonuçları ülkemizde<br />

en fazla belgesel film<br />

yapılmasına neden oldu ve<br />

halen de yapılmakta, insan<br />

hakları ve buna bağlı nedenler,<br />

işçi hakları ve belgeselleri ikinci<br />

sırada, deprem üçüncü sırada,<br />

dördüncü sırada biyografi belgeselleri<br />

var. Beşinci sırada çevre konuları gelse<br />

de ülkemizdeki global ısınma ve etkileri ile ilgili<br />

belgesel çok az. Daha sonrasında tarih, siyaset,<br />

müzik, spor gibi konular geliyor. Haber belgeselleri<br />

çok sevilse ve izlense de aslında sayıları<br />

az ve giderek haber belgeseli yapanların sayısı<br />

da azalmakta. Ülkemizde doğa belgeselleri çok<br />

izlense de az yapılıyor, hele bir hayvan türü<br />

üzerindeki belgeseller sıkça göremeyeceğimiz<br />

türden.<br />

Sitedeki film kayıtlarına bakarak insanların yanlış<br />

bildiği şeyler de ortaya çıkıyor. Özellikle belgeselin<br />

tanımı, hangi tür filmlerin belgesel olduğu<br />

yanlış biliniyor. Örneğin zannedildiği gibi belgesel<br />

diye DVD olarak satılan birçok film aslında<br />

belgesel değil. Bunlar çeşitli nedenlerle, özellikle<br />

çeşitli kurumlara gelir sağlamak amacıyla<br />

yapılmış propaganda amaçlı, doğru olmayan,<br />

belge niteliği bile taşımayan filmler. Bazı televizyon<br />

kanallarında da belgesel adı altında belgeselle<br />

ilgisi olmayan filmler yayınlanmakta. Seyirciye<br />

belgesel diye sunulmakta. Bazı kuruluşlar<br />

da belgesel olarak seyirciye sunulan televizyon<br />

programlarına belgesel diye ödül vermekte.<br />

Sadece bazı kuruluşlarda değil festivallerde bile<br />

olabiliyor bu.<br />

Evet olabiliyor. Hangi filmin belgesel olupolmadığına<br />

sorulduğunda, danışıldığında<br />

karar veren bir otorite kuruluş olmadığı için<br />

yönetmenin-yapımcının belgesel dediği her tür<br />

filmi veri tabanına kaydediyorum. Yine sinemalarda,<br />

festivallerde, TV kanallarında belgesel<br />

türü altında yer almışsa kaydediyorum.<br />

Anlıyorum bir matematik oluşturman gerekiyor<br />

veri alabilmek için. Ne belgesel ne değil, ne


hangi tür belgesel yıllardır tartışıyoruz. Prensipleri<br />

de belli bu işin ama…<br />

Aslında bu yabancı ülkelerde de böyle. Film<br />

hangi tür belgeseldir, belgesel midir televizyon<br />

programı mıdır… Bu karar ileride yapılacak<br />

araştırmalara ve araştırmacılara kalıyor.<br />

Siteye yönelik hedefin, hayalin ne? Bundan<br />

sonra ne yapmak istiyorsun?<br />

Sitenin mutlaka ciddi ve işlevsel interaktif bir<br />

veri tabanına dönüşmesi lazım. İsteyen bilgi<br />

girebilmeli, yorum yapabilmeli, görüşünü bildirebilmeli…<br />

Ancak bu ciddi bir para gerektiriyor,<br />

ben bu işten para kazanmadığım için şu an<br />

finanse edemeyeceğim boyutta. Tek kişi ile de<br />

olacak iş değil, bir kurumun desteği gerekiyor.<br />

Türk Belgesel ve Kısa Film camiası için önemli.<br />

Keşke olsa, benden sonra da devam etse bu<br />

benim hayalim.Yine eksik gördüğüm birkaç<br />

konuda sitedeki bilgiler. Bu bilgileri<br />

bu sefer ben derleyip kitap yazmak<br />

istiyorum.<br />

Son olarak şunu sormak istiyorum.<br />

Kıdemli bir görüntü yönetmeni<br />

olarak sence belgesel sinemada<br />

görüntü yönetmeni kimdir? Filmin<br />

neresinde yer alır? Ayrıca belgesel<br />

sinemada ışık ve resim yani görüntü<br />

üzerine görüşlerini paylaşır mısın<br />

bizimle?<br />

Belgeselin türüne bağlı olarak<br />

görüntü yönetmeni veya kameraman<br />

etkinliği önem kazanıyor. Dramatik<br />

belgesel ise, belgesel sinema<br />

ise veya canlandırmalar varsa,<br />

asenkron görüntüler gerekiyorsa,<br />

seyircinin zihninde bazı duyguların<br />

oluşmasına yardımcı olmak için<br />

görüntünün yönetmene yardımcı<br />

olması gerekiyorsa, görüntü yönetmeni<br />

önemli bir unsurdur. Konuyu<br />

anlamış, kavramış ve konu çevresi<br />

ile iyi ilişki kuran, işine iyi konsantre<br />

olmuş bir görüntü yönetmeni belgesele<br />

hayat verir. Oya gibi işler.<br />

Bizim mesleğimizde iyi insan yoktur,<br />

işini iyi yapan insan vardır. Bazen<br />

yönetmenle tartışmalara varan<br />

bu çatışma aslında filmin etkili ve<br />

başarılı olmasına neden olur.<br />

Biyografi belgeseli, araştırma belgeseli<br />

gibi bazı türlerde güzel resimler yerine işe<br />

yarar resimler çekmek seyircinin olayı kavraması<br />

açısından daha yararlı olabilir. Örneğin biyografi<br />

belgeselinde bir kişi kamera karşısında uzun uzun<br />

konuşacaksa kamera hareketleri yapmak, arka<br />

plana parlak şeyler koymak, dikkat çekici ışıklar<br />

yapmak, hareketli nesneler yerleştirmek seyircinin<br />

dikkatini dağıtır ve konuşan kişinin söylediği<br />

şeylere değil başka şeylerle ilgilenmesine neden<br />

olur. Bu durum yönetmenin konuyu anlatması için<br />

dezavantajdır. Yani önemli olan iyi resim yapmak<br />

değil işe yarayan resim yapmaktır. İyi resim<br />

yapılan belgeseller Görüntü Yönetmenini yüceltir<br />

ama film bitince kimse bir şey hatırlamayabilir.<br />

Yıllar sonra tecrübe kazanınca artık kendimizi<br />

ispat etmeye değil yönetmenin filmine hizmet etmeye<br />

dikkat ediyoruz.


ÖZGÜRLÜK, AİLE<br />

VE DÜNYA İÇİN<br />

MAYMUNLAR<br />

CEHENNEMi<br />

EFSANESİ<br />

PINAR KARAHAN<br />

n Fransız yazar<br />

Pierre Boulle’nin 1963<br />

yılında yayınladığı<br />

‘Maymunlar Gezegeni’<br />

(La Planete Des<br />

Singes) romanı, sinemada<br />

adını efsaneler<br />

arasına yazdıran bilim<br />

kurgu serisi ‘Maymunlar Cehennemi’ne<br />

ilham kaynağı oldu. Genetiği ile oynanan<br />

ve zekileşip konuşabilen maymunlar ile<br />

insanların amansız mücadelesini konu<br />

alan yapım nedeniyle resmen maymunlara<br />

bakış açımız değişti. Derinlerde<br />

onlara karşı bir korku yaratan yapım,<br />

daha sonra diziye de uyarlandı. Orijinal<br />

serinin beş filmden oluştuğu yapımın yeni<br />

serisinin üçüncü ve son filmi ‘Maymunlar<br />

Cehennemi : Savaş’ (In War for the<br />

Planet of the Apes) 14 Temmuz tarihinde<br />

meraklılarıyla buluşacak. Judy Greer,<br />

Woody Harrelson, Andy Serkis ve Steve<br />

Zahn’ın rol aldığı, “Özgürlük için, Aile için,<br />

Dünya için” sloganıyla yayınlanacak film<br />

hakkında bilgi vermeden önce serinin<br />

diğer filmlerini hatırlamakta fayda var.<br />

Akıllı maymunlarla ilk tanışma<br />

ABD’li meslektaşlarının aksine bir<br />

Avrupalı olarak bilim kurgu dünyasına<br />

adım atan yazar Boulle’nin kitabı, ilk<br />

olarak 1968 yılında ‘Maymunlar Cehennemi’<br />

(Planet of the Apes) adıyla<br />

beyazperdeye uyarlandı. Franklin J.<br />

Schaffner’in yönetmen koltuğunda<br />

oturduğu filmi, bugün bilim kurgu filmleri<br />

arasında ilk 10’un içinde rahatlıkla sayabiliriz.<br />

Filmin konusu kısaca şöyle: Albay George<br />

Taylor (Charlton Heston) yönetimindeki<br />

bir astronot ekibi, dünyaya benzeyen bir<br />

gezegene iniş yaptıklarında hiç beklemedikleri<br />

olaylara şahit olurlar. Gezegendeki<br />

zeki maymunlar, vahşi insanların efendisidir.<br />

Yani, şu an yaşadığımız dünyanın<br />

tam tersi koşullar hakimdir. Albay George,<br />

gezegenden kaçıp dünyaya dönmenin<br />

çaresini arar.<br />

Çekildiği dönemin şartlarına göre yapılan<br />

makyajları, senaryosu, kurgusu ile<br />

inanılmaz bir etki yaratan film, finali ile de<br />

şaşırttı ve beğenildi. Tabii ki bir serinin de<br />

müjdesini verdi.<br />

İkinci keşif<br />

Filme olan ilgi, iki yıl sonra ikinci film<br />

‘Maymunlar Cehenneminin Altında’nın<br />

(Beneath the Planet of the Apes) vizyona<br />

girmesini sağladı. Bu sefer astronot John<br />

Brent (James Franciscus) Maymunlar


Bilim kurgu<br />

efsanesi<br />

‘Maymunlar<br />

Cehennemi’nin yeni<br />

serisinin üçüncü ve<br />

son filmi ‘Maymunlar<br />

Cehennemi: Savaş’ 14<br />

Temmuz’da, “Özgürlük<br />

için, Aile için, Dünya<br />

için” sloganıyla vizyona<br />

girecek...


Gezegenini keşfetti. Üstelik bu kez yer<br />

altında gizlenen radyoaktif telepatik insanlarla<br />

da karşılaşma söz konusuydu.<br />

Soğuk savaş dönemini ve insanların<br />

korkularını anlatma çabası güden film,<br />

ne yazık ki aceleye getirilmesi nedeniyle<br />

beklentileri boşa çıkardı.<br />

Zamanda yolculuk<br />

1971 yapımı ‘Maymunlar Cehenneminden<br />

Kaçış’ (Escape<br />

from The Planet of the Apes),<br />

yok olan gezegenden kaçan<br />

Cornelius (Roddy McDowall)<br />

ve Zira (Kim Hunter) adlı<br />

maymunların dünyada büyük<br />

bir ilgiyle karşılanmasını<br />

ve sonrasında yaşananları<br />

anlatıyor. Seriye zaman<br />

yolculuğunu da ekleyen<br />

yapım, yarattığı tempo ile keyifli<br />

bir izleme sunmasına rağmen ilk film<br />

kadar etkili olmayı başaramadı.<br />

Maymunların devrimi<br />

‘Maymunlar Cehenneminde<br />

İsyan’ (Conquest of the Planet<br />

of the Apes), maymunların,<br />

Cornelius ve Zira’nın oğlu<br />

Ceaser’in liderliğindeki<br />

ayaklanmasını konu alıyor.<br />

Maymunları büyük bir tehdit<br />

olarak gören insanların kötü<br />

davrandığı maymunların devrimi,<br />

dönemde yaşanan eşit<br />

hak savaşlarına ve ırkçılığa da<br />

göndermede bulunuyor.<br />

Ayaklanma şoku<br />

1973 yapımı ‘Maymunlar Cehennemi<br />

için Savaş’ (Battle for the<br />

Planet of the Apes), orijinal<br />

serinin son filmi. Dördüncü<br />

filmin ardından “izlenmese<br />

de olur” olarak görülen son<br />

film, serinin en zayıf halkası.<br />

İsyan’dan sonra finalde tamamlanan<br />

konu üzerine ekstra<br />

bir şeyler koyma ve anlatma<br />

çabası dikkat çekiyor. Maymunlar<br />

ve savaştan sağ kalan insanlar<br />

ayrı ayrı bölgelerde yaşarken, lider Ceaser,<br />

general Aldo’nun ayaklanması ile neye<br />

uğradığını şaşırıyor.<br />

Yönetmen koltuğunda Tim Burton<br />

İlk serinin son bulmasının ardından fantastik<br />

yapımların efendisi olarak görülen<br />

usta yönetmen Tim Burton, 2001 yılında,<br />

ilk filmi kendi yorumuyla çekti. Charlton<br />

Heston’ın rolünü Astronot Leo olarak<br />

Mark Wahlberg üstlendi. Bilmediği bir<br />

gezegene inen Leo’nun, maymunlar<br />

tarafından esir alındıktan sonra köle<br />

olarak satılması ve gezegenden kaçış<br />

çabası işlendi. Film; Heston’un ardından<br />

gölgede kalan Wahlberg’in performansı,<br />

senaryonun tatmin etmemesi, neredeyse<br />

animasyon kıvamındaki görüntüler<br />

nedeniyle Burton’ın çektiği en başarısız<br />

yapımlardan biri olarak görülüyor.<br />

Hikayenin başlangıcı<br />

Vee tarihler 2011’i gösterdiğinde Maymunlar<br />

Cehennemi, ‘Maymunlar<br />

Cehennemi :<br />

Başlangıç’ (Rise of the<br />

Planet of The Apes) ile<br />

yeni bir seriye kavuştu.<br />

‘Reboot’ furyasıyla<br />

(serinin yeniden yorumlanarak<br />

çekilmesi)<br />

konunun başlangıcını<br />

ele alan yapım, alzeimer<br />

hastası babası<br />

için çözüm arayan bilim<br />

insanı Will Rodman’ın (James Franco),<br />

maymunların genetiği ile nasıl oynadığı<br />

anlatılıyor. Ceaser’ın (Andy Serkis)<br />

gelişiminin de anlatıldığı film, duygusal<br />

açıdan da hikayeye yaklaşımıyla farkını<br />

ortaya koydu.<br />

Barışın zorluğu<br />

2014 yapımı ‘Maymunlar Cehennemi:<br />

Şafak Vakti’ (Dawn of the Planet of<br />

the Apes), gerçeğe en yakın maymun<br />

görüntüsünün yer almasıyla, izleyenler<br />

üzerinde büyük etki yarattı. İnsanlar<br />

ve maymunlar arasında sağlanan barışı


korumanın ne kadar zor<br />

olduğunun altını çizen<br />

film, görselliği ve başarılı<br />

oyunculukları ile sanırım Türk<br />

halkının da sevdiği serideki en<br />

başarılı yapımlardan biri oldu.<br />

Bir serinin daha sonu<br />

Gelelim 14 Temmuz’da bizi sinema<br />

salonlarına çekecek ikinci<br />

serinin yeni filmine... ‘Maymunlar<br />

Cehennemi: Savaş’ (War for the<br />

Planet of the Apes), adından da<br />

anlaşılacağı üzere zeki maymunlar<br />

ve insanlar arasında savaşın<br />

bir türlü sonlamayacağını, yeni bir<br />

savaşın başlayacağını haber veriyor.<br />

Yönetmen koltuğunda Matt<br />

Reeves otururken, senaryo Matt<br />

Reeves ve Mark Bomback imzası<br />

taşıyor.<br />

Fragmanlardan anladığımız<br />

kadarıyla gözümüzü kırpmadan<br />

izleyeceğimiz bir savaşa tanık<br />

olacağımız filmin ön gösterimlerini<br />

izleyen yabancı basının<br />

yorumlarına göre, ikinci seri<br />

inanılmaz derecede etkili ve tatmin<br />

edici bir finalle son bulacak.<br />

Maymunlar Cehennemi, sadece<br />

görsel efektlerden, havalı karakterlerden<br />

oluşan bir yapım değil.<br />

Amacı sadece macera sunmak da<br />

değil. Aile ilişkilerini, duyguları,<br />

mücadeleyi, yaşam hakkını, dini,<br />

bilim adamlarının keyfine göre<br />

deneyler yapmasını, dostluğu,<br />

sadık kalmayı ve barışın zorluğu<br />

gibi birçok konuyu işlemesi ile<br />

sinema dünyasında önemli bir<br />

yere sahip.<br />

Ancak yapımcıların para kazanma<br />

hevesiyle aceleye getirilen<br />

ve birer yıl arayla yayınlanan ilk<br />

serideki devam filmleri, seyircilerin<br />

bir süre seriden uzaklaşmasına<br />

neden olmuştu. Neyse ki ikinci<br />

seri ile bu durum değişti.<br />

Televizyon ve çizgi dizi<br />

Serinin ayrıca 1974 yılında yayınlanan ‘Planet<br />

of the Apes’ adında bir televizyon dizisi ve 1975<br />

yılında yayınlanan ‘Return to the Planet of the<br />

Apes’ adında çizgi dizisi var. Gerçek oyuncuların<br />

rol aldığı her iki dizi de bir yıl yayınlandıktan sonra<br />

beklenen ilgiyi göremeyip ekrandan kaldırıldı.


BÖYLE HAYVAN<br />

DOSTUNA HAV HAV<br />

DENISE RICHARDS<br />

Denise Richards<br />

tamamıyla fiziki güzelliği<br />

ile yıllardır<br />

zirvede kalmayı başaran<br />

nadide Hollywood<br />

yıldızlarından.<br />

Oyunculuk kabiliyetinin<br />

sınırlı olmasına rağmen<br />

ben ve bir çok hayranı<br />

bu ay vizyona giren<br />

Altitude filmini merakla<br />

bekliyoruz...


SERDAR AKBIYIK<br />

n California’yı fiziği ile<br />

tanımlayacak en iyi isim Denise<br />

Richards sanırım. Mavi gözler,<br />

altın sarısı saçlar, muhteşem<br />

dudaklar ve inanılmaz fit bir<br />

vücut. Onu ilk kez Starship<br />

Troopers’da gördüğümde kim<br />

bu demiştim. Sonra Wild Thing<br />

ile iyi bir dönem yakaladı. Fiziği o kadar güzeldi<br />

ki hani oyunculuğuna çok bakmadım<br />

desem yeridir. Böyle güzelliği James Bond’un<br />

yapımcıları da kaçırmadı tabii. The World<br />

Is Not Enough filminde bir Bond kızı olarak<br />

karşımıza çıktı. Oyunculuğa başlamadan<br />

önce başarılı bir modeldi. Modellik sayesinde<br />

çok para kazandım, muhteşem giysilere<br />

sahip oldum ama benim için oyunculuk her<br />

zaman tercih ettiğim meslekti diyen Dennise<br />

Richards 90’ların sonundan itibaren daha da<br />

kötü filmlerde yer aldı. Bu ay vizyona giren<br />

Altitude da bu filmlerin devamı aslında. Dolph<br />

Lundgren ile beraber yer aldığı filmde mini<br />

eteği ve elindeki tabancasıyla bizi yine hayal<br />

kırıklığına uğratmayacaktır. Çünkü beklentilerimiz<br />

belli Denise Richards’tan. Belki kariyeri<br />

güzel kadın klişesi üzerine kurulu Richards’ın<br />

ama özel hayatında bayağı gürültülü zamanlar<br />

yaşadı. 1993 yılında Loaded Weapon 1<br />

filminin setinde tanışıp evlendiği Charlie<br />

Sheen ile olaylı bir boşanma yaşadı. Sheen<br />

ile sahip oldukları iki çocukları yüzünden<br />

mahkemelik oldular. Olay öyle bir yere vardı<br />

ki eski kocasının kendisini öldürmek ile tendit<br />

ettiğini söyleyip uzaklaştırma kararı aldı.<br />

Sonunda çocuklar Denise Richards’ta kaldı.<br />

Denise Richards bu olaydan sonra bir çocuk<br />

daha evlat edindi. Çocukları seven, hayvanlara<br />

özel ilgisi olan Richards aynı zamanda<br />

sokak hayvanlarını da koruyan bir derneğin<br />

üyesi. 46 yaşındaki muhteşem güzel bütün<br />

zamanların en seksi kadın listesine de girdi.<br />

Ne diyelim onun oyunculuğundan daha çok<br />

perdedeki güzelliğini görmeye talibiz.


DUNKIRK ÖNCESİ<br />

MODERN SAVAŞ<br />

FİLMLERİ<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

n Christopher Nolan<br />

21 Temmuz<br />

günü Dunkirk’le<br />

sinemalarımıza konuk<br />

olacak. Son<br />

yılların en başarılı<br />

yönetmenlerinden<br />

olan ve yeni Kubrick<br />

olarak gösterilen Nolan, Dunkirk tahliyesini<br />

anlatacak. Fragmanı oldukça iddialı<br />

olan yapımın görsel açıdan da etkileyici<br />

olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bakalım<br />

yeni Kubrick adayımız, yap bozun eksik<br />

parçalarını tamamlamaya devam edebilecek<br />

mi ve Filmografisine sağlam bir<br />

savaş filmini ekleyebilecek mi? Onun<br />

savaş filmi çekme tercihini Oscar’a yoranlar<br />

ya da filmografisinde savaş filmi<br />

eksiği olmasına yoranlar oldu ama bu,<br />

yeni Nolan filmine olan heyecanı asla<br />

azaltamayacaktır.<br />

Nolan’dan kötü film bekleme ihtimalimiz<br />

de yok. Zira; Batman serisinin son filmi<br />

hariç bırakın kötüyü ya da vasatı, iyinin<br />

altında filmi bile yok. Hatta başyapıt denebilecek<br />

filmlere de daha şimdiden imza<br />

atmış durumda. Sinemasında her zaman<br />

yeniliklere açık olan, derdini/söylemlerini<br />

net ifade eden Nolan, karakterlerini de<br />

detaylandıran ve bize içselleştirme fırsatı<br />

veren bir sinema yapmakta. Bakalım bu<br />

Christopher Nolan 21<br />

Temmuz günü Dunkirk’le<br />

sinemalarımıza konuk<br />

olacak. Son yılların en<br />

başarılı yönetmenlerinden<br />

olan ve yeni Kubrick olarak<br />

gösterilen Nolan, Dunkirk<br />

tahliyesini anlatacak.


kez savaş filmi handikapına rağmen karakter<br />

oluşumlarında ön planda kimseyi<br />

görebilecek miyiz? Nolan’ın en çok kara<br />

film türünden etkilendiğini ve filmlerinde<br />

bunu hissettirdiğini sanırım rahatlıkla<br />

söyleyebiliriz. Yaratılan atmosfer, karakterlerin<br />

oluşum hamleleri ve anlatımı,<br />

olay örgüleri ve elbette bir yerinden illaki<br />

bir bağ kurulabilen suç ögesi. Tabii<br />

Nolan demişken zaman, algı ve hafıza<br />

konularındaki önemli söylemlerini de belirtmek<br />

gerek. Nolan, Dunkirk’te bunların<br />

ne kadarını savaş atmosferine dahil edecek<br />

ve ortaya nasıl bir anlatım çıkacak.<br />

Bunu hep beraber göreceğiz ama öncesinde<br />

biz, sinemanın her sinemsevere<br />

hitap etmeyi başarabilen savaş türüne ve<br />

türün 1990 sonrasına damga vuran birkaç<br />

sağlam modern savaş örenğine kısaca<br />

tekrar bir göz atalım.<br />

Stalingrad - 1993<br />

Joseph Vilsmaier’in çektiği bu 2. Dünya<br />

Savaşı filmi, türün en gerekçi olanlarından<br />

biri konumundadır. Doğu Cephesinde<br />

geçen hikaye, savaşın anlamsızlığı<br />

ve acımasızlığını güçlü bir anlatımla<br />

yansıtmayı başarmıştır. Film, dinlenmek<br />

üzere İtalya’ya yollanan bir taburun, istemeyerek<br />

Stalingrad Muharebesi’nde<br />

savaşmaları ve başlarına gelen olaylara<br />

yoğunlaşıyor. Görsel açıdan da donuk ve<br />

etkileyici sahnelere sahip olan Stalingrad,<br />

Thomas Kretschmann’ın tüm dünyada<br />

tanınmasını da sağlayan film olarak bilinmektedir.<br />

Schindler’s List - 1993<br />

Gelmiş geçmiş en iyi film listelerinde<br />

üst sıralarda yer alan Steven Spielberg<br />

başyapıtı, muhteşem sinematografisi,<br />

güçlü hikaye anlatımı ve usta işi sahnelerle<br />

akıllarda asla çıkmayacak güzellikte.<br />

Savaşın ve soykırımın o korkutucu,<br />

hüzünlü ve şiddet yüklü yüzünü net<br />

şekliyle beyazperdeye aktaran Schindler’s<br />

List, dramatik yapısı ve müzikleri ile de<br />

izleyiciyi yakalamayı başarıyor. Sadece<br />

2.Dünya Savaşı değil, genel anlamda


da çok özel ve çok büyük bir film olan<br />

Schindler’s List’in elbette en ağır topu ise<br />

bu performansıyla Oscar adayı olan Liam<br />

Neeson.<br />

The Thin Red Line - 1998<br />

Usta yönetmen Terrence<br />

Malick’in 20 yıl aradan<br />

sonra çektiği bu film,<br />

savaş karşıtlığını ve<br />

savaşın anlamsızlığını vurucu<br />

sahneler ve kan ile<br />

değil, psikolojiyle ve yitip<br />

giden hayatlarla, daha da<br />

önemlisi felsefi açıdan<br />

sorgulayarak anlatıyor.<br />

Belki de gerçek cehennemin<br />

bu dünyada olduğu<br />

mottosundan hareket<br />

ile varoluşsal düşünceyi de hesaba katan<br />

Malick, şiirsel anlatım ile de gücünü<br />

artırıyor ve büyüleyici bir sinema deneyimi<br />

ortaya koyuyor. Malick sinemasının<br />

harika kadrajları da sinemanın büyüsünü<br />

yaşamak için ideal.<br />

Enemy at the Gates - 2001<br />

Rusya ve Almanya amansız bir savaş<br />

içinedir. Rusların motivasyonu ve kazanmaya<br />

olan inançlarını körükleyen en<br />

öenmli şansı müthiş sniper Vassili Zaitsev,<br />

Almanların en büyük<br />

kozu ise acımasız ve zeki<br />

Albay König’dir ve bir<br />

yerden sonra film bu ikili<br />

arasında kedi-fare oyununa<br />

döner. Hem hikaye<br />

anlatımı yerindedir hem<br />

de kadrajlar bir savaş/<br />

sniper filmi için özenle<br />

çalışılmıştır. Ed Harris’in<br />

performansıysa filmin en<br />

büyük kozlarından biri<br />

durumundadır. Sadece<br />

savaş değil gerilim ve<br />

macera seven izleyiciler<br />

için de Enemy at the<br />

Gates harika bir yapım olarak sinema tarihindeki<br />

yerini alır.


The Letters From Iwo Jima - 2006<br />

Klasik sinemanın günümüzdeki<br />

uygulayıcılarından ve ustalarından<br />

olan, yaşı 90’a<br />

yaklaşmasına<br />

rağmen hala<br />

setlerden inmeyen<br />

Clint Eastwood’un<br />

çektiği film,<br />

bir söylentiye<br />

göre cesetleri<br />

mağaralarda ve<br />

yerde gömülü<br />

bulunan Japon<br />

askerlerin üzerlerinden<br />

çıkan mektuplardan<br />

hareketle<br />

yapıldı. Aynı sene Amerikan tarafından da<br />

aynı hikayeyi çeken Eastwood, tamamı<br />

Japonca ve tarafsız bir şekilde Japonya<br />

tarafının hikayesini de anlatmayı tercih<br />

etti. Diğer parçasından çok daha iyi olan<br />

Letters From Iwo Jima, müthiş görsellik<br />

ve harika diyaloglarla izleyiciyi etkilemeyi<br />

başarıyor. Bunun karşılığını da Oscar ve<br />

Altın Küre adaylıklarıyla alıyor.<br />

Inglourious Basterds - 2009<br />

Alman işgali altındaki Fransa, Naziler’in<br />

en güçlü olduğu zamanlar, hayatını<br />

yeniden kurmak isteyen ve ailesinin<br />

intikamını<br />

düşleyen bir kadın,<br />

bir Alman Subayı<br />

ve Nazi avcısı bir<br />

grup... Bu harika<br />

görünen karakterler<br />

ve hikaye<br />

mükemmel bir<br />

savaş filmi izlenimi<br />

veriyor ve ortaya<br />

çıkan film de<br />

muhteşem ama bir<br />

farkla: Yönetmen<br />

Quentin Tarantino!<br />

Sanırım ne kadar çılgın olduğu konusunda<br />

başka bir söz söylemeye gerek yok.


AKLINI VE KALBiNi<br />

DOĞRU<br />

YOĞURMALISIN<br />

BERİL<br />

n Ayşe Teyze bu sefer<br />

Makas Eller’i seyrediyor<br />

ve Beril’in dengede<br />

durmasını söylüyor. Tim<br />

Burton bile bu filmi böyle<br />

çözümleyememişti...<br />

B: Ayşe teyze açıyorum<br />

filmi, yine ingilizceden<br />

harika bir isim çevirisiyle<br />

Makas eller.<br />

A: Aman Beril, söylediğin isimle filmler hiç tutmuyor<br />

zaten. Baksan hepsi korku filmi gibi.<br />

Hiç polemiğe girmeden açıyorum filmi. Bir<br />

büyükanne torununa dışarda yağan karın<br />

hikayesini anlatmaya başlıyor. Masalsı bir Tim<br />

Burton dünyasına giriyoruz. Amerikanın tek<br />

tipliği ile dalga geçen bir düzen hakim mahallede.<br />

Bütün evler, arabalar hatta yollar aynı.<br />

Sevimli karakterimiz Peg çıkıyor karşımıza,<br />

elimde malzemeleri kapı kapı dolaşıp Avon<br />

satmaya çalışıyor. Kimseye satamadığı için<br />

mutsuz dönüyor arabasına.<br />

A: yahu ayıp olmasın diye alır insan en ucuzunda.<br />

Komşun sonuçta hiç değilse bir katkın<br />

olur. Çıkmış kapı kapı dolaşıyor, komşularım<br />

BERİL ATEŞOĞLU


umuru değil. Cık cık cık<br />

İlk “cık cık cık” komşulara geldi. Bu sırada<br />

Peg’in gözü yolun sonunda ki tepenin üzerinde<br />

duran eve takılır ve direksiyonu o yöne<br />

kırar. Şatoya benzeyen bu evin bahçesinde<br />

harika bir peyzaj olduğunu görür. Bütün<br />

yeşillikler sekilli budanmıştır. Harika bir<br />

sanatçı ile karşılacağını düşünür, aslında öyle<br />

de olur. Elleri makas olan hepimizin çocukluk<br />

kahramanı Edward ile tanışır. Edward’ın<br />

ünlü bir mucit tarafından yapıldığı ve mucitin<br />

Edward’ın ellerini bitireneden öldüğü için,<br />

elleri bir çok keskin aletten oluşmaktadır. O<br />

kendisini şöyle anlatır. “Eksik kaldım!”<br />

A: aman be çocuğum, eksik olan ellerin olsun.<br />

İçim burkuldu resmen. Ne kadar temiz yüzlü<br />

bir delikanlı.<br />

Temiz yüzlü derken? Saçı başı dağılmış,<br />

yüzünde bir çok kesik izi, üzerinde deri bir<br />

kıyafet kendini yanlışlıkla kesmesin diye ama<br />

Ayşe teyze haklı bütün bunlara rağmen onu ilk<br />

gördüğünüzde içinizde bir sevgi uyanıveriyor.<br />

Aynı sevgi Ped de de uyandığı için tutuyor<br />

elinden eve götürüyor. Ona bir oda veriyor,<br />

yeni kıyafetler giydiriyor. Mahalleli meraklı<br />

Peg’in kapısına dayanıyorlar Edward’ı görebilmek<br />

için.<br />

A: Bu Peg akıllı ve iyi kalpli bir kadın.<br />

Komşularının ne mal olduğunu biliyor bak<br />

Makas’ı korumak istiyor. Böyle insanlar<br />

farklılıkları sevmezler. Bakma sen gavur memleket<br />

modern dersin ama bilmedikleri şeyden<br />

hiç haz etmezler. Siz ne diyorsunuz öteki,<br />

möteki bir şey…?<br />

B: Öteki…. möteki… ötekileştirmek falan mı?<br />

A: Hah ondan ötekileştirirler hemen.<br />

Ayşe teyze söylediklerinden çok emin filmi<br />

izlemeye devam ediyor ama işler pek onun<br />

dediği gibi olmuyor. Edward’ın yeteneği<br />

keşfediliyor ve herkes önce ağaçlarını<br />

budamasını istiyor, sonra köpeklerini en sonunda<br />

da saçlarını kesmelerini. Mahalle ne olursa<br />

olsun aynılıktan asla kurtulamıyor, şimdi<br />

de herkesin bahçesi, köpeği, ağacı enteresan<br />

bir hal alıyor. Bir kişi hariç, mahallenin katolik<br />

ablası! O Edward’ın bir şeytan olduğunu<br />

düşünüyor.


A: bu yönetmenin adı neydi?<br />

B: Tim Burton<br />

A: Tim çok akıllı bir yönetmen belli. Koca<br />

dünyayı küçücük mahallede anlatmış. Sen<br />

niye çalışmıyorsun bu adamla?<br />

B: takvimimiz uymadı be Ayşe teyze! Arada<br />

da başka iş almıştım. Ayşe teyze şimdi sana<br />

nasıl anlatsam bilemedim. Bu adam baya<br />

ünlü bir yönetmen ve ingilterede yaşıyor.<br />

Onunla çalışmam bir mucize olurdu!<br />

A: ne var canım insan işte. Artık herkes herkesle<br />

çalışıyor. Ölmedi ya adam git bul.<br />

Bir 10 saniye durup Tim Burton ile<br />

çalıştığımı hayal ediyorum, yüzümde bir<br />

gülümseme… sonra gerçek dünyaya<br />

dönüyorum ve herşeyi Ayşe teyze gibi<br />

basit görmenin ne kadar hoş olabileceğini<br />

düşünüyorum. Belki bir gün olur hayat… diyerek<br />

kendimi hayallere kaptırmadan filme<br />

dönüyorum.<br />

Bu sırada Edward Peg’in kızı Kim e çoktan<br />

aşık olmuş bile. Mahalledeki kadınlar<br />

Edward’ın peşindeyken o kalbini Kim’e<br />

kaptırıyor. Kim’in ise Jim isimli kaba<br />

bir sevgilisi var ve Edward’a çok kötü<br />

davranıyor. Tam olarak bu noktada işler bir<br />

anda terse dönüyor. Çok popüler olan Edward<br />

televizyon programlarında yeteneği ve<br />

değişik fiziğiyle boy gösterirken, Jim onu<br />

babasının kasasını soymak için kullanıyor<br />

ve tabi ki bütün kabak Edward’ın başına<br />

patlıyor.<br />

A: Amaaannn bak kız yaktı Makas’ın<br />

başını. İşte Beril bu işler hep böyle. Farklı<br />

olan önce herkesin hoşuna gider ve bir<br />

anda popüler olur. Sonra insanlar ondan<br />

birşeyler istemeye başlar, ilgi, alaka, sevgi.<br />

Çünkü bu popülerliğin onların sayesinde<br />

olduğuna inanırlar ve haklarını isterler.<br />

Halbuki alakası yok. Bir şey iyiyse zaten<br />

iyidir. Bunu görebilen insanlar sadece görebildiklerine<br />

sevinmelidir. Feyz almalılardır<br />

feyz…<br />

B: peki Ayşe teyze sana bir şey soracağım.<br />

İnsanların bilinir ya da popüler olmasında<br />

diğer insanların hiç etkisi yok mudur?<br />

A: Vardır olmaz olur mu hiç! Çoğunluğun


aklı, fikri nasıl işliyorsa, eğitimleri, ahlakları,<br />

aileleri nasılsa popüler olanlarda onların<br />

anlayabileceği insanlar olur. İnsan evladı<br />

ya özenecek ya da ya da yakın hissedecek.<br />

Bir konuda yetenekli, zeki, başarılı olması<br />

ilham olur. Kızım yine dediğim gibi, toplumun<br />

geneli nasılsa öne çıkan insanlarda öyledir.<br />

Cahil bir toplumun yenilikçi bir başkanı asla<br />

anlayamayacağı hatta bir süre sonra rahatsız<br />

olacağı gibi. İnsan kendini ezilmiş hisseder,<br />

eziklikte cehaletten gelir. Bir güzelliği ya da<br />

bir aklı ne kadar çok anlayabilen, görebilen<br />

insan varsa o toplum o kadar aydın demektir.<br />

Bu sohbet rakı masasında son bulabilir!<br />

Biz Ayşe teyzeyle film izlemeyi bırakıp önce<br />

memleketi sonra dünyayı kurtarabiliriz:)<br />

bir an baktık birbirimize, aramızda 2 kuşak<br />

var. Ben onun geleceğiyim, hayalleri o ise<br />

benim geçmişim, tarihim. Şu an dünyanın<br />

aynı ülkesinde, aynı şehrinde hatta aynı<br />

koltuğunda oturuyoruz. Gözlerimizde aynı<br />

hüzün. Ben ona gelecek gençlere emanet<br />

biliyorum ama bana fazla güvenme memleketin<br />

durumu malum der gibi bakıyorum<br />

o da bana geçmişten biz sorumluyduk pek<br />

sahip çıkamadık kusurumuza bakma der gibi<br />

bakıyor. Gülüyoruz gamsızca… bu özel anı<br />

siren sesleri bölüyor. Herkesin Edward’ın<br />

peşine düşmüş onu imha etmek istiyor bu<br />

sırada annesinden aldığı güzel kalbi ile Kim<br />

Edward’a olan aşkını ifade ediyor ve onun<br />

hayatta kalabilmesi için tepedeki evine dönmesini<br />

istiyor.<br />

Herkes Edward’ı öldü zannediyor. Bu onun<br />

için en güvenli seçenek. Ancak o zaman<br />

peşini bırakıyorlar. Gönlü güzel insanlar<br />

Edward’ın gönlünü görebiliyorlar. Koca<br />

mahalleden 4-5 kişi bile olsa insanın yalnız<br />

olmadığını bilmesi güzel!<br />

A: aklını ve kalbini doğru yoğurmalısın Beril.<br />

Ne kalbin içine gömülmeli ne de aklın havada<br />

olmalı bir dengede dur evladım dengede!<br />

Benim böyle bir hocam olduktan sonra kimseler<br />

dengemi bozamaz:)<br />

Ayşe teyze seni çok seviyorum. Her filmimde<br />

varsın!!!!


PETER PARKER<br />

VE SAHTE YÜZLERİ<br />

n Çizgi roman<br />

dünyasının popüler<br />

simalarından olan<br />

ve adını tüm yer<br />

küreye yaymayı<br />

başaran süper kahraman<br />

Spider-Man,<br />

yepyeni maceralarıyla beyazperdedeki<br />

yerini almaya hazırlanıyor. Bu yazın<br />

en merakla beklenen işlerinden olan<br />

Spider-Man:Homecoming, son on yıllık<br />

periyottaki üçüncü farklı Peter Parker’ı<br />

izleyenlerine sunacak. Bu da haliyle,<br />

Homecoming’in daha önceki muadilleri<br />

ile kıyaslanmasına fırsat tanıyor. Biz de<br />

bu vesilesiyle, Spider-Man’in beyazperdedeki<br />

yolculuğunu ve yeni seride<br />

bizleri nelerin beklediğini mercek altına<br />

aldık. Bakalım, ağlarını şehrin yüksek<br />

binalarına ören süper kahramanımız<br />

ne gibi evrelerden geçerek bugünlere<br />

ulaştı…<br />

Tobey Maguire ve İlk Spider-Man Serisi<br />

Spider-Man serisinin geçmişine göz<br />

attığımızda, birçoklarının üzerine hem<br />

fikir olacağı ender hususlardan biri, karaktere<br />

en cuk oturan oyuncunun Tobey<br />

Maguire oluşudur. Keza onların kimyası<br />

öylesine tutmuştur ki, şimdilerde dahi<br />

Peter Parker dendiği zaman gözümüzün<br />

önünde canlanan siluet Tobey Maguire’in<br />

kendisi oluyor.<br />

İlk olarak 2002 yılında beyazperdeye<br />

merhaba diyen Spider-Man, günün<br />

teknolojisini baz aldığımızda, fazlasıyla<br />

tatmin edici bir ilk film ile arz-ı endam<br />

POLAT ÖZİŞ<br />

Bu yazın en<br />

merakla beklenen<br />

işlerinden olan<br />

Spider-Man:<br />

Homecoming, son on<br />

yıllık periyottaki üçüncü<br />

farklı Peter Parker’ı<br />

izleyenlerine sunacak.


etmektedir. Bu film, bir yandan Peter’in<br />

Örümcek Adam’a dönüşme sürecini<br />

anlatırken, bir yandan da Yeşil Cin ile<br />

olan mücadelesini aktarmaktadır. Tabii,<br />

bir ilk filmin getirdiği negatif hususlar,<br />

burada da fazlasıyla hissedilmekte.<br />

Nitekim Peter’in duygusal gelgitlerine<br />

fazlasıyla tanıklık ettiğimiz filmin, bu<br />

nedenle işin aksiyon kısmını bir nebze<br />

de olsa ikinci plana ittiği aşikâr.<br />

İkinci film öncesi ise ipleri eline alan<br />

yönetmen Sam Raimi’nin, gelen olumsuz<br />

eleştirileri doğru yorumladığını söylemekte<br />

yarar var. Bu noktada ise seçilen<br />

düşmanın, sadece filmin özelinde değil,<br />

tüm seri genelindeki en doğru tercih<br />

olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle çizgi<br />

romanı takip edenlerin yakından tanıdığı<br />

Doktor Otto Octavius ya da bilinen adıyla<br />

anmak gerekirse Doktor Ahtapot’un tüm<br />

hırçınlığı ile boy gösterdiği ikinci film, bu<br />

nedenle oldukça güçlü bir rekabeti de<br />

huzurlarımıza getirmektedir.<br />

Görsel efektleri ile deyim yerindeyse<br />

büyüleyen ve dinamizminden zerre<br />

ödün vermeden ilerlemeyi başaran<br />

Spider-Man 2, aynı zamanda zihinsel<br />

bir savaşı da izleyenlerine sunmaktadır.<br />

Nitekim Doktor Ahtapot ve Örümcek<br />

Adam’ın filmin başından sonuna dek,<br />

birer satranç oyuncusunu andıran akıl<br />

okumaları, onların rekabetini özel kılan<br />

en önemli husus olarak belirmektedir. Bu<br />

da film bittiğinde, her yönüyle doyurucu<br />

bir aksiyon izlemiş hissiyle koltuktan<br />

kalkmamıza olanak sağlamaktadır.<br />

Tobey Maguire ve Sam Raimi ikilisinin<br />

ortaya koyduğu ilk iki Spider-Man filmi ilgili<br />

ne kadar methiye düzdüysek, üçüncü<br />

film için de bir o kadar eleştiri getirmek<br />

mümkün. Tabii bu noktada tüm topu Sam<br />

Raimi’ye atmak, ona yapılmış en büyük<br />

haksızlık olacaktır. Nitekim Spider-Man<br />

3’ün başarısızlığı ve kopuk yapısında, o<br />

dönem filmin tüm haklarını elinde bulunduran<br />

Sony’nin müdahaleci tavrının pay<br />

sahibi olduğu da yadsınamaz bir gerçek.<br />

Malumunuz, Spider-Man 3 Peter


Parker’ın birçok düşmanın yanı sıra,<br />

kendisiye de mücadele etmek zorunda<br />

olduğu bir film. Bu da ister istemez<br />

hikâyeyi konu bütünlüğünden uzak<br />

ve bölük pörçük bir haleti ruhiye içine<br />

yerleştirmektedir. Peki, bunun müsebbibi<br />

kim? Esasen bu sorunun cevabını<br />

ararken, Spider Man 4’ün, senaryosu dahi<br />

hazırken neden iptal edildiğinin cevabını<br />

da bulacağız.<br />

Spider-Man 4’ün İptal Edilişi<br />

Dördüncü filmin iptal edilişi ilgili yıllardır<br />

birçok spekülasyon herkesin kulağına<br />

gelmiştir. Çünkü Tobey Maguire’den Sam<br />

Raimi’ye kadar seriyi ilerleten birçok<br />

önemli yapı taşının “2011 yılında Spider-<br />

Man 4 vizyonda olacak” söylemi, her<br />

şey hazırken gerçekleşen bir kopuşun<br />

da en büyük göstergesi. Ancak bu konuda<br />

bilinen en önemli gerçek, Spider-<br />

Man 3 sırasında Sam Raimi’nin Venom’u<br />

filme koymak istememesine rağmen,<br />

Sony’nin ısrarcı tavrı gösterilmektedir.<br />

Bağımsız çalışma ortamını yaratamadığı<br />

için, istediği özgünlükteki filmleri ortaya<br />

koyamamaktan şikâyet eden Sam<br />

Raimi, kendi çektiği film hakkında bile<br />

“Beğenmedim” yorumunu yapacak kadar<br />

çıldırma seviyesine gelmiştir.<br />

Bu dakikadan sonra Sam Raimi ve Sony<br />

arasındaki ipler iyiden iyiye gerilmeye<br />

başlamışken, bir de dördüncü filmin<br />

senaryo tartışmalarının ayyuka çıkması,<br />

gelinen yolun da sonunu işaret etmekteydi.<br />

Nitekim üçüncü filmde yapımcı<br />

firmanın senaryoya müdahalesinden<br />

sonra, rahatsızlığını her daim dile getiren<br />

Sam Raimi, en azından dördüncü filmde<br />

böyle sorunlar yaşamak istemiyordu. O,<br />

insanların gençliğini emen The Vulture’u<br />

hikâyenin ana kötüsü olarak monte etmek<br />

isterken, Sony’nin devamlı olarak işine<br />

burnunu sokmasına dayanamamış ve senaryosu,<br />

castı hazır olan bir filmden elini<br />

ayağını çekerek, bir efsanenin de sonunu<br />

getirmiştir. Sam Raimi ile çalışmaktan<br />

pek de hoşnut olmayan Sony içinse, sil<br />

baştan bir Spider-Man serisi yapma fikri<br />

iyiden iyiye cazip gelince, gönüllerin Peter<br />

Parker’ı Tobey Maguire’e de veda etmiştik.<br />

Sony tarafından atılan bu adım, o zaman<br />

için cesur bir hamle gibi gözükse<br />

de, geldiğimiz noktayı gördükçe ne kadar<br />

yanlış bir karar olduğunu bir kez daha<br />

anlıyoruz. Hele hele tüm bu süre zarfı<br />

içerisinde, Wolverine’i yalnızca Hugh<br />

Jackman’ın canlandırdığını göz önüne<br />

aldığımızda, Spider-Man için üzülmemek<br />

elde değil. Evet, belki Tobey Maguire Hugh<br />

Jackman kadar büyük bir yetenek abidesi<br />

değil. Ancak karakterde yaşanacak bir<br />

istikrar, çizgi roman dünyasının efsanesini,<br />

beyazperdenin de kalburüstü figürlerinden<br />

biri haline getirebilirdi. Eğer ki Wolverine’i<br />

beyazperdeye adım attığı günden itibaren<br />

üç farklı oyuncu canlandırmış olsa,<br />

Logan’dan şu an efsane diye bahsedebilir<br />

miydik? Yorum sizin…<br />

Andrew Garfield ve<br />

The Amazing Spider-Man<br />

Sam Raimi ve Tobey Maguire, Sony<br />

tarafından saha dışına itilmiş; sahne Andrew<br />

Garfield ile yönetmen Marc Webb’e<br />

kalmıştır. Esasen üzerlerine ateşten


ir gömlek giydikleri tartışılmayacak<br />

bir gerçek. Nitekim öyle ya da böyle<br />

birçoklarının saygısını kazanmış bir<br />

seriyi, sil baştan yapmak-yapabilmek<br />

her babayiğidin harcı değil. Bu noktada<br />

yönetmen Marc Webb, hem bir önceki<br />

seriden bağımsız bir yeni dünya yaratacak<br />

hem de her şeye burnunu sokan<br />

Sony’nin isteklerine boyun eğecekti.<br />

Marc Webb’in yaratmak istediği yeni<br />

dünya ise, kendisini kocaman bir tuzağın<br />

ortasına çekmiştir. O, Sam Raimi’nin<br />

dünyasına oranla bir nebze daha karanlık<br />

ve sert bir atmosfer kurmak isterken,<br />

yarattığı suni dünyayla maalesef sınıfta<br />

kalmaktaydı. Üstüne üstlük, Andrew<br />

Garfield’ın da bir türlü Peter Parker’ı<br />

benimseyememesi, gözlerin devamlı<br />

olarak Tobey Maguire’ı aramasına neden<br />

olmaktaydı. The Amazing Spider-Man<br />

serisinin ilk filmine göz atacak olursak,<br />

ısıtılıp ısıtılıp önümüze koyulan “Büyük<br />

güç, büyük sorumluluk ister” mottosunun<br />

tekrar hortlaması, henüz filmi en baştan<br />

sıkıcı bir konuma yerleştirmektedir. Nitekim<br />

Sam Raimi’nin yönettiği ilk filmde de<br />

fazlasıyla yer kaplayan bu konu ve Peter<br />

Parker’ın Örümcek Adam’a evrilişi, artık<br />

sağır sultan tarafından bile duyulmuş<br />

durumda. Bu da filmin özgün bir şey ortaya<br />

koymasının önünü geçip, ezberden<br />

konuşmasına neden olmaktadır.<br />

Filmin artılarına değinecek olursak, ilk<br />

seride fazlasıyla göz ardı edilen Peter<br />

Parker’ın eğlenceli kişiliği bu seri de bir<br />

nebze de olsun öne çıkarılmış durumda.<br />

Özellikle Andrew Garfield’ın çocuksu<br />

görüntüsünde, hiç sırıtmayan, aksine<br />

cuk diye oturan bu eğlenceli tavırlar,<br />

bir Deadpool kadar olmasa da yer yer<br />

gülümsetmeyi başarmaktadır. İlk serinin<br />

esas kadını Mary Jane Watson’ın yerine<br />

arz-ı endam Gwen Stacy ise The Amazing<br />

Spider-Man’in bir diğer artısı. Nitekim<br />

Kirsten Dunst’ın, Tobey Maguire’in<br />

gölgesinde kalan tavrına karşılık, Emma<br />

Stone’un Andrew Garfield’i dahi alaşağı<br />

eden performansı gerçekten izlenmeye<br />

değer. Birkaç küçük artısı dışında, genel<br />

hatlarıyla başarısız bir seri olarak lanse<br />

edebileceğimiz The Amazing Spider-<br />

Man, üçüncü filmi dahi göremeden tarihin<br />

tozlu sayfalarındaki yerini almıştır.<br />

Tabii ki, bu noktada Marc Webb’in ve<br />

Andrew Garfield’in Örümcek Adam ile<br />

uyuşmayan kimyalarının payı büyük.<br />

Ancak bir tartıya koyacak olursak eğer,<br />

Sony’nin iş bilmez tavrının fazlasıyla ağır<br />

bastığını da söylemekte yarar var. Nitekim<br />

Sam Raimi’nin yapmak istediklerini,<br />

Marc Webb’e deklere etme çabaları da<br />

ister istemez yönetmenin elini kolunu<br />

bağlamış ve seriyi bir uçuruma doğru<br />

sürüklemiştir.<br />

Sony’nin kontrol mekanizması olarak<br />

her daim kendisini görünür kılması,<br />

şüphesiz Spider-Man’in marka değerine<br />

çok büyük zararlar vermiştir. Eğer<br />

ki şimdilerde, Peter Parker için alelade<br />

bir süper kahraman yakıştırması<br />

yapıyorsak, bunda beyazperdedeki talihsiz<br />

serüvenin payı fazlasıyla büyük. İşte,<br />

tam bu da noktada karakterin yaratıcısı<br />

Marvel devreye girdi ve kahramanının


haklarına ortak olmak için ilk girişimini<br />

yaptı!<br />

Tom Holland ve Spider-<br />

Man:Homecoming<br />

Marvel Sinematik Evreni’nin, Spider-<br />

Man’in hakları konusunda Sony ile<br />

anlaşması, uçarı süper kahramanımız<br />

için evine, Marvel’in tam ortasına dönmesini<br />

müjdeliyordu. Tabii, bunun için<br />

karakterin büyük bir değişim geçirmesi<br />

de şarttı! Bu noktada Marvel radikal bir<br />

karar alarak, yeni Spider-Man’i bir lise<br />

öğrencisi olarak ortaya atmış ve rolü<br />

1996 doğumlu Tom Holland’a emanet<br />

etmişti.<br />

İlk olarak Captan America: Civil War’da<br />

karşımıza çıkan Tom Hollandlı Spider-<br />

Man, her ne kadar fiziksel görüntü<br />

olarak cılız bir imaj çizse de, eğlencesi<br />

ve hazırcevaplılığıyla aranan Spidey<br />

olacağının da sinyallerini vermiştir.<br />

Tabii, Spider-Man’in yaşça küçük seçilmesinin<br />

ve Marvel Sinematik Evreni’ne<br />

geçmesinin bir sonucu da, Iron Man<br />

yani pervasız milyarder Tony Stark’ın<br />

fazlasıyla himayesi altına girmesi<br />

olacaktır. Spider-Man:Homecoming’in<br />

yayınlanan fragmanlarına göz<br />

attığımızda, bu durumun fazlasıyla ön<br />

planda olduğunu görmekteyiz. Eski<br />

serilerde, kostümünü kendi tasarlayan<br />

Peter’ın, bu sefer Stark’ın kendisine<br />

temin ettiği ve neredeyse başlı<br />

başına bir silah görüntüsü çizen bir<br />

kostüm giydiğini görmekteyiz. Esasen<br />

bu bile, teknolojiye ayak uydurmuş<br />

ve bağımsızlığını çoktan Stark’a teslim<br />

etmiş bambaşka bir Spider-Man’in<br />

geleceğinin habercisi niteliğindedir.<br />

Homecoming serisini farklı kılan<br />

hususların en başında ise, şüphesiz<br />

Spider-Man’in maksimize edilmiş<br />

eğlencesi geliyor. Özellikle Deadpool ile<br />

başlatılan, “Yetişkinler için süper kahraman”<br />

formunun hepsi olmasa dahi,<br />

mizahi unsurlarını burada göreceğimiz<br />

aşikar. Ancak işin ciddiyet, sertlik ve<br />

vahşilik kısmına göz attığımızda benzer<br />

şeyleri söylemek ne yazık ki mümkün<br />

değil. Çünkü fragmanlarda her bir ayrıntısı<br />

ince ince verilen film, Marvel Sinematik<br />

Evreni’nin daha önceki yapımlarından da<br />

alışılagelmiş şekilde, daha çok teenage<br />

bir kitleye hitap edeceği apaçık bir şekilde<br />

ortada. Bu noktada sorulması elzem<br />

olan soru şu, “Marka değeri iyiden iyiye<br />

zedelenmiş olan Spider-Man’i ele ayağa<br />

düşürmek için daha ne yapacaksınız?”


Esasen bu noktada değinilmesi gereken<br />

bir konu da, Spider-Man: Homecoming’in<br />

inanılmaz kötü bir şekilde geçen<br />

PR dönemi. Öncelikle, filmin tüm<br />

fragmanlarını arka arkaya izledikten<br />

sonra hikâye ile ilgili net bir çıkarım<br />

yapmak mümkün hale geliyor. Özellikle<br />

Spider-Man’i ve Marvel Sinematik<br />

Evreni’ni yakından takip eden izleyiciler<br />

için, Homecoming sürprize açık bir film<br />

olmaktan çıkmış durumda. Üstüne üstlük,<br />

filmin üçüncü sınıf bir Hint yapımını<br />

andıran çocuksu afişi de, tüm bu negatif<br />

hadiselerin tuzu biberi olmuş durumda.<br />

Sahi, o afişi tasarlarken hiç mi işinin ehli<br />

birine göstermediniz? Yahut bunların<br />

hepsi, “Sony zaten Spider-Man’in ipini<br />

çekti, biraz da biz üzerine oynayalım”<br />

düşüncesinden doğan hamleler mi?<br />

Peki, Homecoming’in hiç mi artısı yok?<br />

En büyük artısının The Vulture ve ona<br />

hayat verecek olan Michael Keaton<br />

olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle filmografisinin<br />

en değerlileri olan Batman<br />

ve Birdman’den sonra, yine kanatlı bir<br />

karaktere yani The Vulture hayat verecek<br />

olan Michael Keaton, şüphesiz<br />

ki Homecoming’in en büyük değeri, en<br />

büyük lezzeti. Onun filmdeki varlığı bile,<br />

koşa koşa salona gitmemize yeter de<br />

artar bile!<br />

Beyazperde serüveni 2002 yılında<br />

başlayan ve 2017 yılı itibariyle üçüncü<br />

nesil hikâyesiyle izleyicilerinin karşısına<br />

çıkacak olan Spider-Man: Homecoming,<br />

kahramanımızın zedelenen imajını<br />

ayağa kaldırmak için güçlü bir aday mı,<br />

tartışmaya açık. Ancak Marvel’in hakları<br />

elinde bulunduran Sony ile anlaşması ve<br />

karakter üzerinde daha fazla söz sahibi<br />

olması, en azından artık bir bütünlüğün<br />

sağlanacağına dair en önemli işaret.<br />

Her ne kadar ergen bir Peter Parker<br />

bizleri beklese de, rezalet bir pazarlama<br />

politikası uygulansa da, yeryüzünün en<br />

popüler süper kahramanlarından biri<br />

beyazperdeye geliyorsa, hala bir umut<br />

var demektir. Belki Homecoming, Sam<br />

Raimi’nin yönettiği ilk serinin ötesine<br />

geçmek adına, ilk aşamada güçlü bir<br />

aday olarak durmuyor ancak Marvel’in<br />

de etkisiyle ilerleyen yıllarda büyüme<br />

potansiyeline sahip bir seri. Bakalım,<br />

iyiden iyiye gençleşen Peter Parker,<br />

yeni maceraları ile bizlere neler vadedecek,<br />

ne gibi kahramanlıklar sunacak. 7<br />

Temmuz’da izleyip, göreceğiz.


G.KORE’DEN ÇILGIN<br />

BİR ZOMBİ FİLMİ<br />

21 Temmuz’da gösterime girecek Zombi Ekspresi, artık<br />

iyice yorulmuş bir alt tür dahilinde ilgi çekici bir film nasıl<br />

çekilir diye merak edenlerin kafalarındaki bütün soru<br />

işaretlerini ortadan kaldıracak kadar iddialı bir iş.


MURAT KIZILCA<br />

n Daha geçen gün<br />

“zombi filmlerinden<br />

hala sıkılmadınız mı”<br />

diye soruyorlardı<br />

ki Güney Kore’den<br />

soruyu buruşturup<br />

çöpe atacak kadar<br />

güçlü bir yanıt geldi.<br />

Train to Busan/Zombi<br />

Ekspresi, artık iyice yorulmuş bir alt tür<br />

dahilinde ilgi çekici bir film nasıl çekilir<br />

diye merak edenlerin kafalarındaki bütün<br />

soru işaretlerini ortadan kaldıracak kadar<br />

iddialı bir iş.<br />

Daha önce The King of Pigs (2011) ve<br />

The Fake (2013) gibi animasyonları<br />

yöneten Sang-ho Yeon’un elinde sihirli<br />

değnek olduğunu ileri sürecek değiliz<br />

elbette. Öncelikle akılda kalıcı karakterler<br />

yaratmanın öneminin farkında olan<br />

yönetmen (ki senaryo da ona ait), bir<br />

yatırım firmasında yönetici olarak çalışan<br />

başkahramanımızı tanıtarak işe başlıyor.<br />

Karısından boşanmış olan Seok-Woo,<br />

annesi ve 9-10 yaşlarındaki kızı Su-an ile<br />

beraber yaşamaktadır. Sadece kendini<br />

düşünen, aşırı bencil bir kişiliğe sahip<br />

Seok-Woo, işini her şeyin önüne koyduğu<br />

için kızını ihmal etmektedir. Doğum<br />

gününde aldığı bilgisayar oyunu konsolunun<br />

aynısının kızının odasında zaten<br />

kurulu olduğunu unutacak kadar da ilgisiz<br />

bir baba profili çizen Seok-Woo, kızının<br />

ısrarlarına dayanamaz ve onu Busan’a,<br />

çok özlediği annesinin yanına götürmeye<br />

karar verir. Böylece başkahramanımız<br />

kızıyla beraber Seul’dan Busan’a gidecek<br />

olan hızlı trene biner.<br />

Yönetmen Sang-ho Yeon, başkahramanın<br />

etrafına izleyicinin duygusal bağlar<br />

kurabileceği (seveceği, nefret edeceği,<br />

özdeşlik kuracağı) yan karakterler<br />

yerleştirmeyi de ihmal etmiyor. Filmin<br />

neredeyse tamamı, içinde her sınıftan yolcunun<br />

olabileceği bir toplu taşıma aracının<br />

içinde geçtiği için bunu gerçekleştirmek<br />

pek de zor olmuyor. Bir lisenin beyzbol<br />

takımı, zengin ve bencil Yon-suk, orta<br />

yaşın üzerindeki iki kız kardeş In-gil ile<br />

Jon-gil, bileği güçlü Sang-hwa ile hamile<br />

karısı Seong-kyeong ve sokakta yaşadığı<br />

belli evsiz bir adam,<br />

öykünün merkezindeki<br />

karakterler<br />

olarak sırayla boy<br />

gösteriyorlar.<br />

Bir Memleket Gibidir<br />

Tren<br />

Tren seyir<br />

halindeyken bütün<br />

ülkede bir zombi<br />

salgını baş gösteriyor.<br />

Seul’dan<br />

ayrılmadan önce<br />

zombi virüsünden<br />

etkilenmiş bir genç<br />

kız son anda trene<br />

bindiği için ülkeyi kasıp kavuran salgının<br />

bir benzeri de tren içinde yaşanıyor.<br />

Serdar Akar imzalı Gemide (1998) filminin<br />

unutulmaz repliklerinden “bir memleket<br />

gibidir gemi” geliyor akla ister istemez.<br />

Busan treni memleket oluyor ve yolculardan<br />

oluşan halk, ölümcül bir tehlike<br />

karşısında birleşip mücadele edeceğine,<br />

kendi içinde bölünüp birbirleriyle de<br />

didişmeye başlıyor. Ayrışma anlarında,<br />

her daim CEO olduğunu üstüne basarak<br />

tekrar eden ve üst sınıfı temsil eden Yonsuk<br />

karakteri öne çıkıyor. Kendi canını<br />

her şeyin önüne koyan ama akılcı kararlar<br />

vermekten uzak Yon-suk, bir saniye<br />

daha fazla yaşayabilmek için birçok yolcunun<br />

canını tehlikeye atarken tereddüt<br />

dahi etmiyor.<br />

Aslında başkahramanımız da farklı biri<br />

değil. Küçük kızıyla arasında geçen diyaloglarda<br />

sık sık başkalarına yardım etmemesini,<br />

sadece kendisini düşünmesini<br />

tembihliyor. Ancak filmin umut kaynağı<br />

Su-an, babasına inatla karşı çıkıyor,<br />

yardımlaşmaktan, diğer insanlarla


irlikte hareket etmekten yani kısaca<br />

“insan” olmaktan bahsediyor. Daha<br />

yaşı küçük olduğu için henüz masumiyetini<br />

kaybetmemiş olan Su-an, başta<br />

babası olmak üzere herkese insanlık<br />

dersi vermeye soyunuyor. Zombi<br />

Ekspresi, Seok-Woo’nun film boyunca<br />

geçirdiği dönüşüm üzerinden, sınıf<br />

çatışmasını da araya sıkıştırarak<br />

insanlığımızı sorguluyor.<br />

World War Z + Snowpiercer = Train to<br />

Busan<br />

İlk fragman yayınlandığında, Brad<br />

Pitt’li zombi filmi World War Z’ye<br />

(2013) benzediğini ve usta yönetmen<br />

Bong Joon-ho’nun İngilizce<br />

olarak çektiği ilk film Snowpiercer’ı<br />

(2013) akla getirdiğini belirtmiştik.<br />

Evet, Zombi Ekspresi Amerikalı<br />

türdeşine benziyor ama onun eksik<br />

kaldığı her boşluğu doldurmayı<br />

başarıyor ve “gişeye oynayan zombi<br />

filmi nasıl yapılır” dersi veriyor.<br />

Snowpiercer’dan ödünç aldığı yapıyı<br />

da kendi matematiğine uygun bir hale


getirerek lehine kullanmayı biliyor.<br />

Burada iki kişinin daha ismini anmak<br />

gerekiyor: zombi filmleri dendiğinde<br />

akla gelen ilk isim olan George A.<br />

Romero ve 28 Days Later (2002) ile<br />

ağır aksak yürüyen zombilerin hâkimiyetine<br />

son veren Danny Boyle.<br />

Zombi Ekspresi, Boyle’ın ‘infected’<br />

(bulaşıcı hastalık) filmlerinin izinden<br />

giderken Romero’nun sistem ve<br />

toplum eleştirilerini de sahipleniyor.<br />

Ancak Romero’nun karanlık bir son<br />

biçtiği insanlık için hala umudunu<br />

yitirmeyen Sang-ho Yeon, minik Suan’ın<br />

babası için söylediği şarkı ile<br />

geleceğe umutla bakmamız gerektiği<br />

konusunda ısrar ediyor.<br />

Zombi Ekspresi, dur durak bilmeyen<br />

aksiyonu ile özellikle “hızlı<br />

koşan” zombi sevenleri kolaylıkla<br />

tavlayacaktır. Yaklaşık iki saat süren<br />

filmin, ilk bir buçuk saati neredeyse<br />

sorunsuz işliyor ama son yarım<br />

saatten çok memnun kalmadığımızı<br />

ifade etmeliyiz. Uzakdoğu’ya özgü<br />

ağdalı melodramatik sahneler, bazı<br />

filmlere çok yakışıyor ama burada<br />

biraz olmamış gibi. Olsun, o kadar<br />

kusur kadı kızında da olur.<br />

Ekstra not: Yine Sang-ho<br />

Yeon’un yazıp yönettiği ve Zombi<br />

Ekspresi’nde gerçekleşen olayların<br />

öncesini anlatan, Seoul Station<br />

(2016) isimli bir de animasyon var.<br />

Zombi Ekspresi, Güney Kore’de 20<br />

Temmuz 2016’da gösterime girmişti,<br />

Seoul Station da aradan bir ay bile<br />

geçmeden 17 Ağustos’ta gösterime<br />

girmiş. Henüz ben de izlemedim ama<br />

izleme listeme aldım.<br />

Son bir not daha: Eğer film izlerken<br />

ağlamaya yatkın biriyseniz bu<br />

filmde gözyaşlarınıza hâkim<br />

olamayacağınızın garantisini verebilirim.


FOX’UN SÜPERLERİ<br />

Son zamanlarda “Süper Kahraman Filmleri”<br />

denince akla gelen şirketlerden biri konumuna<br />

gelen 20th Century Fox Film Şirketi, aslında<br />

tarihinde bu tarz filmlere hep uzak durdu.<br />

BURAK YARKENT<br />

n Son zamanlarda<br />

“Süper Kahraman Filmleri”<br />

denince akla gelen<br />

şirketlerden biri konumuna<br />

gelen 20th Century<br />

Fox Film Şirketi,<br />

aslında tarihinde bu<br />

tarz filmlere hep uzak<br />

durdu.<br />

Son zamanlarda ise, bence iyi yönetilen,<br />

fakat fotoğrafın tümüne bakıldığında kronoloji<br />

bakımından fazla derli toplu durmayan<br />

X-Men serisini bir kenara koyacak<br />

olursak, Logan, Deadpool ve Legion gibi<br />

iyi filmlerle 2017 yılına fırtına gibi bir giriş<br />

yaptı ve yerini sağlama aldı.<br />

Bu şaşalı girişin arkasındaki Marvel ismi<br />

şirkete istediği rüzgarı arkadan vermiş<br />

olacak ki şirket, 2021 yılına kadar tam 6<br />

Marvel filmini yapılacaklar listesine dahil<br />

ettiğini duyurdu.<br />

20th Century Fox Film Şirketi 7 Haziran<br />

tarihinde ilersi için planladığı 6 Marvel<br />

yapımı için; 7 Haziran 2019, 22 Kasım<br />

2019, 13 Mart 2020, 26 Haziran 2020, 2<br />

Ekim 2020, ve 5 Mart 2021 tarihlerini verdi.<br />

Bu tarihler daha önce, 13 Nisan 2018’deki<br />

The New Mutants, 2 Haziran 2018’deki<br />

Deadpool 2, ve 2 Kasım 2018’deki X-Men:<br />

Dark Phoenix filmlerine ilaveten verildi.<br />

Fox film şirketi X-Men ve Fantastic Four<br />

karakterlerinin film haklarını elinde bulunduruyor.<br />

$100 milyon’un altında bir


ütçe ile 3 Mart 2017’den bu yana $618<br />

milyon’luk gişe hasılatı tutturarak imrenilecek<br />

bir başarı yakalayan Logan,<br />

Fantastic Four’un gişede elde ettiği<br />

başarısızlığı akıllardan sildi.<br />

Şimdilerde ise Fox Film Şirketi’nin<br />

vermiş olduğu tarihlerde, acaba<br />

hangi fimleri gösterime sokabileceği<br />

konuşulmaya başlandı. Büyük<br />

çoğunluğunun yine X-Men Serisinin<br />

filmleri olacağı tahmin edilen 6 filmlik<br />

listenin acaba biri, Haziran ayının<br />

başında konuşulmaya başlanan Fantastic<br />

Four olabilir mi?<br />

İhtimalleri sizin için sıralıyorum;<br />

X-Force: Fox Film Şirketi’nin uzun<br />

zamandır üzerinde çalıştığı, ve<br />

muhtemelen X-Men Serisi’nin dışında<br />

tutacağı yapıt olacak. Kesinleşmiş iki<br />

bilgiden birincisi, Ryan Reynolds’un<br />

Deadpool karakteri ile sinemaseverlerin<br />

karşısında olacağı. İkincisi ise, Marvel<br />

severlerin yakından tanıdığı “Cable”<br />

karakteri serinin bu filmi ile izleyici ile<br />

tanıştırılacak.<br />

Deadpool 3: Logan ile beraber Fox’un<br />

en başarılı yapıtı Deadpool. X-Force ile<br />

birlikte onaylanmış bir film daha varsa<br />

kesinlikle Deadpool serisinin 3. bölümüdür<br />

diye düşünüyorum.<br />

Storm: Bu benim kişisel fikrim, herhalde<br />

X-Men karakterlerinden herhangi<br />

birinin başrol olarak tanıtıldığı bir film<br />

düşünülüyorsa bu karakter “Storm”<br />

karakteri olmalı diye düşünüyorum.<br />

Tabii bu kesinlikle edinilmiş bir bilgi<br />

değil. Daha ziyade benim kafamda<br />

kurguladığım, arzu ettiğim bir çalışma<br />

olur.<br />

The New Mutants 2: Yönetmenliğini<br />

Josh Boone’un yapacağı ve 13 Haziran<br />

2018’de gösterime girecek olan filmin,<br />

2. bölümü için bir çalışma olduğunu<br />

duymuştum. Anya Tayor-Joy, Game of<br />

Thrones’dan tanıdığımız Maisie Williams,<br />

Alice Braga, Charlie Heaton, Blue<br />

Hunt gibi isimlerin rol alacağı ve yeni


yaratıkların tanıtılacağı filmden<br />

ciddi beklentinin olduğu<br />

ve ikincisi için bile planlamanın<br />

yapıldığı kulağıma gelen duyumlar<br />

arasında.<br />

Gambit: Listenin ilk başına<br />

Channing Tatum isminin yazılıp,<br />

sonrasının ise muamma olarak<br />

bırakıldığı Gambit. Yapımcıları,<br />

ve oyuncuları belli filmin er ya<br />

da geç su yüzüne çıkacağını<br />

ve bu çıkışın, elimize geçen bu<br />

tarihlerden birine denk geleceğini<br />

düşünüyorum.<br />

Fantastic Four: Ant-Man’ın<br />

yönetmenliğini yapan Peyton<br />

Reed’in Fantastic Four için<br />

60’lı yılların düzenlemesinin<br />

uygun olduğu düşündüğünü<br />

okumuştum. Belki de bu sefer<br />

“yeniden” düşünülen ve tertemiz,<br />

beyaz bir sayfa ile karşımıza<br />

çıkartılmayı düşünülen film için<br />

farklı bir yol izlenir. Geminin<br />

başına Peyton Reed oturtulur, ve<br />

bu şekilde belki de Fantastic Four<br />

ismini kurtaracak formül bulunur.


TEMMUZ VE AĞUSTOS’UN<br />

BOMBALARI<br />

Yaz aylarında Türk Sineması’nın geriye<br />

çekilip, Hollywood’un atağa geçmesi<br />

kuralı bu yıl da değişmiyor. Neyse ki<br />

Hollywood sinema salonlarını bombalamaya<br />

devam ediyor...<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Yaz aylarında Türk<br />

Sineması’nın geriye<br />

çekilip, Hollywood’un<br />

atağa geçmesi kuralı bu<br />

yıl da değişmiyor. Güzide!<br />

film sektörümüz<br />

sektör değil eş dost<br />

meclisi olduğu için yerimizde<br />

saymaya devam<br />

ediyoruz. Film festivallerimizin çoğunun da<br />

artık güvenilirliğini ve prestijini yitirmesinden<br />

dolayı heyecanlanacak pek de bir şey kalmadı.<br />

Herkesin adalet aradığı bir sektörde kimsenin<br />

adil olması büyük ironi… Bu bambaşka bir<br />

tartışmanın konusu, şimdilik Türk Sineması’nı<br />

bir kenara bırakıp, pop corn filmlerin tadını<br />

çıkaralım. Nasıl olsa Eyül ayında yine cadı<br />

kazanı kaynamaya başlar. Buyrunuz Temmuz<br />

ve Ağustos’un yıldızları…<br />

Keyifli seyirler!<br />

7 Temmuz Haftasının Yıldızı<br />

Örümcek-Adam: Eve Dönüş / Spider-Man:<br />

Homecoming<br />

Tüm zamanların en büyük süper<br />

kahramanlarından Örümcek – Adam ikonu da


Marvel sinema evrenine katılıyor. Eve<br />

Dönüş macerasında dünyayı kurtarma<br />

ile öğrencilik arasında gidip gelen Peter<br />

Parker, azılı düşmanı Akbaba ile ilk kez<br />

karşılaşıyor. Filmin başrolünde Tom<br />

Holland yer alırken, ünlü oyuncu Robert<br />

Downey Jr. da, Demir Adam rolüyle<br />

filmin cazibesini arttırıyor. Filmin yönetmen<br />

koltuğunda ise Jon Watts oturuyor.<br />

14 Temmuz Haftasının Yıldızı<br />

Maymunlar Cehennemi: Savaş / War for<br />

the Planet of the Apes<br />

İlki 2011 yılında gösterime giren ve<br />

büyük beğeni toplayan Maymunlar Cehennemi<br />

serisi üçüncü filmiyle seyirci<br />

karşısına çıkıyor. Filmin yönetmenliğini<br />

ve senaristliğini ikinci filmde olduğu<br />

gibi yeniden Matt Reeves’in üstlendiği<br />

film, Caesar önderliğindeki maymunlarla<br />

insanlar arasında büyük savaşı konu<br />

ediniyor.<br />

21 Temmuz Haftasının Yıldızı<br />

Dunkirk<br />

The Dark Knight Rises ve Interstellar<br />

gibi başyapıtların mimarı ünlü yönetmen<br />

Christopher Nolan kendisinin<br />

yazıp yönettiği yeni filminde 2. Dünya<br />

Savaşı’nın kaderini belirleyen olaylardan<br />

biri olan Dunkerque Tahliyesi’ni<br />

anlatıyor. Merakla beklenen Filminin<br />

başrollerinde Mark Rylance, Kenneth<br />

Branagh ve Tom Hardy yer alıyor.<br />

28 Temmuz Haftasının Yıldızı<br />

Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu<br />

- Valerian and the City of a Thousand<br />

Planets<br />

Luc Besson’un merakla beklenen<br />

yeni filmi Valerian and the City of<br />

a Thousand Planets, 1967 yılında<br />

yayımlanmaya başlanan, Star Wars<br />

serisine de ilham verdiği söylenen<br />

Valérian and Laureline çizgi-roman<br />

serisinden sinemaya uyarlandı. Filmde<br />

kahramanlarımız, gizemli karanlık<br />

bir güç şehirlerini ele geçirmeden<br />

hem şehirlerini hem de tüm evrenin<br />

geleceğini kurtarmaya çalışıyor.


Temmuzun Sürprizi<br />

Sarışın Bomba / Atomic Blonde<br />

İster sanat ister anakım bir gişe<br />

filmi olsun oynadığı her rolden<br />

büyük bir keyif aldığım ve bana göre<br />

günümüzün açık ara en yetenekli<br />

kadın oyuncusu Charlize Theron’un<br />

başrolünde olduğu Atomic Blonde<br />

ayın en merak ettiğim filmlerinin<br />

başında geliyor. Antony Johnston’ın<br />

aynı adlı romanından uyarlanan film kaçış<br />

ustalığı ve yakın dövüşteki yeteneğiyle<br />

bilinen MI6’in en ölümcül suikastçısı Lorraine<br />

Broughton’ın Soğuk Savaş döneminde<br />

Berlin’e gönderildikten sonraki görevini<br />

anlatıyor.<br />

4 Ağustos Haftasının Yıldızı<br />

Kara Kule / The Dark Tower<br />

Dünyanın en ünlü yazarlarından<br />

biri olan Stephen King’in aynı adlı<br />

romanından uyarlanan The Dark<br />

Tower, ağustos ayının ilk hiti…<br />

Yaşadıklarımızdan farklı dünyaların<br />

da olduğunu gösteren, ihtiraslı ve<br />

yürekli hikayesiyle beğeni kazanan<br />

roman bakalım sinema perdesinde<br />

de benzer bir başarı yakalayabilecek<br />

mi hep birlikte göreceğiz...<br />

Başrollerinde Idris Elba ve Matthew<br />

McConaughey’in rol aldığı film gizemli kara<br />

kule arayışını işliyor.<br />

11 Temmuz Haftası’nın Yıldızı<br />

Manifesto<br />

Bazı şanslı sinemaseverlerin İstanbul Film<br />

Festivali’nde izleme fırsatı bulduğu<br />

Manifesto ayın güzel bir sürprizi<br />

olarak vizyondan göz kırpıyor. Her<br />

sinemaseverin izlemesi gereken<br />

bir film olmasının yanı sıra iletişim<br />

fakültelerinin de mutlaka izlenecekler<br />

listesine alacağını düşündüğüm<br />

Manifesto, sanat tarihine yön vermiş<br />

çeşitli manifestolardan oluşuyor.<br />

Alman sanatçı Julian Rosefeldt’in video art<br />

enstalâsyonunun uzun metrajlı bir film versiyonu<br />

Cate Blanchett’i 13 farklı karakter ile<br />

izleme fırsatı sunuyor.


18 Temmuz Haftası’nın Yıldızı<br />

Belalı Tanık / The Hitman’s Bodyguard<br />

Yönetmenliğini Patrick<br />

Hughes’un üstlendiği film<br />

aksiyon komedi türündeki<br />

film düşmanını korumak zorunda<br />

kalan yetenekli Michael<br />

Bryce ile başı beladan kurtulmayan<br />

bir tetikçinin hikâyesini<br />

anlatıyor. Yönetmenliğini Patrick<br />

Hughes’un üstlendiği filmde senaryo<br />

Tom O’Connor’a emanet. Aksiyon komedisinin<br />

kadrosu ise Ryan Reynolds,<br />

Samuel L. Jackson, Salma Hayek ve<br />

Gary Oldman gibi isimlerden oluşuyor.<br />

25 Temmuz Haftası’nın Yıldızı<br />

Terminator 2 3D<br />

Bir süredir Avatar serisinin<br />

devam filmleri üzerine çalışan<br />

James Cameron’ın 2014 yılından<br />

beri konuşulan Terminator’u tüm<br />

dünya ile aynı anda ülkemizde<br />

de 3D olarak vizyona giriyor.<br />

Tüm zamanların en önemli aksiyon<br />

ve bilim-kurgu filmlerinden<br />

biri kabul edilen 4 Oscar’lı<br />

unutulmaz filmin başrolünde<br />

elbette Arnold Schwarzenegger var.<br />

Türün müdavimleri ve nostalji severlerin<br />

için hiç kuşkusuz güzel bir buluşma<br />

olacak…<br />

Ağustosun Sürprizi<br />

Çılgın Hırsız 3 / Despicable Me 3<br />

Çılgın Hırsız ile 2013 ve 2015<br />

yıllarının en başarılı animasyon<br />

hitleri olan Çılgın Hırsız<br />

2 ve Minyonları yaratan ekip<br />

yeniden ortalığı kasıp kavurmak<br />

hazır. Gru, Lucy ve sevimli<br />

kızları Margo, Edith ve Agnes ile<br />

Minyonların maceralarını devam<br />

ettirmek üzere geri dönüyor.<br />

Küçük büyük tüm dünyada milyonlarca<br />

hayranı bulunan Çılgın Hırsız hiç<br />

şüphesiz Ağustos’un en sarı ve en tatlı<br />

sürprizi…


YENI ÖRÜMCEK<br />

TOM HOLLAND<br />

Spider-Man rolünde 3. Spider-Man oldu Tom Holland.<br />

Bu rolü alabilmek için Nat Wolff ve Logan Lerman’ı<br />

geçen Holland için Sony Pictures başkanı Tim Rothman,<br />

“Tom’un deneme çekimleri çok özeldi,” diyor.<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n 1996 doğumlu olan Holland İngilitere’de<br />

doğup büyüdü ve kariyerine dansçı olarak<br />

başladı. Ünlü müzikal “Billy Elliot”ın koreografı<br />

tesadüfen bir dans sınıfında Tom’u keşfetti,<br />

böylece yalnızca 12 yaşındayken önemli bir<br />

yapımda sahne alma şansı yakaladı.<br />

Holland’ın sinema kariyerinde yaptığı ilk iş<br />

Japon animasyon filmi The Secret World of<br />

Arrietty’nin İngilizce versiyonunda yaptığı<br />

seslendirme oldu. Bu filmde Saoirse Ronan ve Amy Poehler gibi<br />

yıldızlarla çalıştı. 2014’teki Locke filminde de seslendirme yaptı.<br />

Çoğunlukla beyazperdede izlesek de Holland’ın televizyon<br />

dizisinde rol almışlığı da var. Geçtiğimiz yıl BBC’nin ödüllü mini<br />

dizisi Wolfhall’da Mark Rylance, Damian Lewis, Mark Gatiss ve<br />

Thomas Brodie-Sangster gibi isimlerle birlikte dizi boyunca rol<br />

aldı.<br />

Hollywood’daki ilk önemli rolü Naomi Watts ve Ewan McGregor’la<br />

birlikte yer aldığı The Impossible filminde oldu. Hint Okyanusu’nda<br />

tsunamiden kurtulmaya çalışan bir ailenin oğlu rolündeki Holland,<br />

çekimler sırasında 130 litre su içmek zorunda kalmış.<br />

Captain America: Civil War’da hayranı olduğu tüm oyuncularla<br />

birlikte çalıştı, ama bunun öncesinde Thor’u canlandıran Chris<br />

Hemsworth’le In The Heart Of The Sea filminde rol aldı. Thor<br />

Civil War’da yoktu belki, ama yine de Tom’un bir Avenger’la<br />

karşılaşması daha önce oldu.<br />

Spider-Man rolünde 3. Spider-Man oldu Tom Holland. Bu rolü alabilmek<br />

için Nat Wolff ve Logan Lerman’ı geçen Holland için Sony<br />

Pictures başkanı Tim Rothman, “Tom’un deneme çekimleri çok<br />

özeldi,” diyor. Guardians of The Galaxy yönetmeni James Gunn ise<br />

“Robert Downey Jr ne kadar Iron Man’se, Heath Ledger ne kadar<br />

Joker’se, Holland da o kadar Spider-Man,” dedi.


2000 SONRASI<br />

AKSİYON FİLMLERİ<br />

Aksiyon sinemasının kodları koreografik aksiyona evrilmeye<br />

başladı. Hem bütçe, hem bir aksiyon tarzı, hem de uzun<br />

dövüş sahnelerinin izleyicide yarattığı tatmin sebebiyle<br />

Uzak Doğu’dan Ip Man ve The Raid serileri, Hollywood’dan<br />

ise John Wick serisi bu anlayışın peşinden gitti.<br />

HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />

n Aksiyon sinemasının<br />

kodları günümüzde koreografik<br />

aksiyona doğru evrilmeye<br />

başladı. Öyle ki, hem<br />

bütçe, hem bir aksiyon tarzı,<br />

hem de uzun dövüş sahnelerinin<br />

izleyicide yarattığı<br />

tatmin sebebiyle Uzak<br />

Doğu’dan Ip Man ve The<br />

Raid serileri, Hollywood’dan ise John Wick<br />

serisi bu anlayışın peşinden gitti. John Wick<br />

serisi hem Keanu Reeves’i The Matrix’ten beri<br />

aradığı aksiyon figürü haline tekrar getirirken<br />

hem de çok büyük bir hayran kitlesi kazandı.<br />

Bunun üzerine John Wick’in yaratıcıları bu aksiyon<br />

figürünün kadın versiyonunu yarattıkları<br />

Atomic Blonde ile yeni bir aksiyon bombası<br />

daha ortaya koymaya karar verdiler.<br />

John Wick’in ilk filmini Chad Stahelski ve<br />

David Leitch – Leitch’in adı uncredited<br />

olarak yazıyordu-, ikincisini ise Chad Stahelski<br />

tek başına yönetmişti. John Wick nasıl<br />

Stahelski’nin serisiyse, Atomic Blonde da David<br />

Leitch’in serisi olacak gibi gözüküyor, zira<br />

Leitch filmi tek başına yönetecek. Başrolünde<br />

Charlize Theron’un yer alacağı, Türkiye’de<br />

“Sarışın Bomba” adıyla 27 Temmuz 2017’de<br />

vizyona girecek olan filmin fragmanı beklenen


etkiyi yarattı ve en az John Wick serisi kadar<br />

aksiyona doyuracak gibi gözüküyor. Charlize<br />

Theron ise rolünde Keanu Reeves kadar yankı<br />

uyandıracağının sözünü veriyor gibi.<br />

Atomic Blonde gelmeden önce 2000 sonrasında<br />

aksiyon sinemasının hafızalarda yer eden<br />

yapımlarına bakmakta fayda var.<br />

Casino Royale (2006)<br />

Pierce Brosnan dönemi sonrası abartı aksiyonda<br />

doruk noktasına varan James Bond karakterini<br />

başta –sarışın Bond mu olur!” denilen Daniel<br />

Craig seçimiyle beraber adeta yeniden dirilten<br />

Casino Royale, hem gelmiş geçmiş en iyi Bond<br />

filmi hem de en iyi aksiyon filmlerinden olmayı<br />

başardı. Bond’un insani duygularına, psikolojisine,<br />

karanlık tarafına önem veren, aksiyon<br />

sahnelerini sert ve gerçekçi kılan film, Bond’un<br />

ilk defa bir kadına gerçekten aşık olması (Vesper<br />

Lynd) ile de seri açısından devrimci bir yöne<br />

sahip oldu. Öyle ki, Lynd’in izleri devam filmleri<br />

Quantum of Solace, Skyfall ve Spectre’de bile<br />

kendini hissettirdi, bu filmlerin hepsi Casino<br />

Royale’in oluşturduğu yeni Bond dünyasının<br />

güçlü senaryosundan faydalandı.<br />

Mission Impossible III (2006)<br />

90’ların ikinci yarısında başlayan Görevimiz<br />

Tehlike serisi içerisinde hem senaryo hem aksiyon<br />

açısın farklılığını belli eden Görevimiz<br />

Tehlike 3, bu farkını o zamanlar ilk filmini çeken<br />

J.J. Abrams’ın yönetmenlik dokunuşundan<br />

alıyordu kuşkusuz. Ethan Hunt karakterinde<br />

Tom Cruise’un karizmasının zirvesine çıktığı<br />

film, seriye Abrams ekolünden bir blockbuster<br />

anlayışını getiriyor, senaryoda Alex Kurtmaz,<br />

Roberto Orci ve Abrams’ın dokunuşları hem soluksuz<br />

izlenen bir maceraya hem de Tom Cruise<br />

– Michelle Monaghan – Philip Seymour Hoffman<br />

üzerinden kurulan dramatik yapıyla önemliydi.<br />

Öyle ki Monaghan’ın Julia karakteri Bond için<br />

Vesper Lynd neyse Ethan Hunt için de oydu.<br />

O yüzden günümüzde Görevimiz Tehlike 6’da<br />

hala Monaghan’ın karakterinin geri dönebileceği<br />

konuşuluyor. Film boyunca adı geçen “Tavşan<br />

ayağı” adlı silahın ne olduğunun bir türlü izleyiciye<br />

gösterilmemesi ve Hoffman’ın kötü<br />

karakter Owen Davian’da yarattığı nev-i şahsına<br />

münhasır kompozisyon akıllarda yer etti.


The Bourne Ultimatum (2007)<br />

Bourne serisinin üçüncü filmi olan The<br />

Bourne Ultimatum (2007) serinin teknik anlamda<br />

zirveye çıktığı bir ustalık gösterisi<br />

olarak ölümsüzleşti. Bourne serisinin olmazsa<br />

olmazlarından kuşbakışı çekilen şehir<br />

görüntüleri üç filmin de görüntü yönetmeni<br />

olan Oliver Wood’un kamerasıyla her zamankinden<br />

daha mükemmeldi, Christopher<br />

Rouse’un bir saniye olsun sarkmayan hızlı<br />

ve oldukça zor kurgu çalışması zirve yaptı,<br />

Paul Greengrass filmin her alanına hakim<br />

yönetmenliğiyle kariyer zirvesi yaptı,<br />

üç filmin de usta bestecisi John Powell<br />

yaylı çalgıların ağırlıkta olduğu orkestra<br />

çalışmasıyla filmin tansiyonunu adeta üçe<br />

katladı. Son Ültimatom’un bu teknik anlamdaki<br />

kusursuzluğu Oscar ve BAFTA Ödülleri’nde<br />

“En İyi Kurgu” ve “En iyi Ses Kurgusu –<br />

Miksajı” dallarında ödüllendirildi. Fas’ta geçen<br />

sert dövüş sekansı adeta parmak ısıttırırken<br />

Bourne’un oldukça sert, gerçekçi, dayak<br />

atmasına rağmen bir sürü de dayak yiyen, ağzı<br />

yüzü kan revan içinde dövüş sahneleri James<br />

Bond serisi başta olmak üzere birçok aksiyona<br />

rol model oldu.<br />

Shoot ‘Em Up (2007)<br />

Antoine Fuqua’nın yönettiği Shoot ‘Em Up,<br />

2006’da Crank’in aşırı abartılı ama dur durak<br />

bilmez eğlenceli aksiyonunun farklı bir modelini<br />

bir yıl sonra uygulayan ve onun çok daha<br />

üstüne çıkan bir yapımdı. Daha ilk sahnesinden<br />

Clive Owen’ın havuçla adam öldürmesinin<br />

bir absürdlükler olacağını sezdiğimiz yapım,<br />

bilinçli aşırı saçmalığını oldukça eğlenceli<br />

bir modele bürüyor, özellikle Clive Owen ile<br />

Monica Bellucci’nin erotizmiyle beraber aksiyonu<br />

harmanladığı sekansıyla unutulmazlar<br />

arasına adını yazdırıyordu. Kötü adam rollerinin<br />

vazgeçilmez ismi Paul Giamatti ise filme<br />

uygun şekilde kariyerinin en abartılı kötü adam<br />

portresinde eğlencenin dozunu yukarılara<br />

çıkarıyordu. Adam öldürmedeki hızıyla, havucuyla<br />

ve hiç gülmeden mizah duygusunu<br />

yansıtmasıyla birlikte Clive Owen’ın Smith<br />

karakteri aksiyon dünyasının Bugs Bunny’si<br />

olarak hafızalarda yer etti.


Yip Man serisi (2008-2010)<br />

İlk filmde Çin – Japonya savaşını arka planına<br />

alarak saygı, mücadele, erdem, disiplin, gurur<br />

gibi kavramlar ekseninde hem etkileyici bir tarihsel<br />

biyografi hem de dövüş sanatları filmlerinin<br />

en iyilerinden birini izlemiştik. İkinci filmde<br />

Çin’den Hong Kong’a taşınan yapı tüm Sufi<br />

ustalarının dayanışma gösterisine dönüşmüş,<br />

ilk filmde kötü adam konumundaki Japonların<br />

yerini İngilizler almıştı. Doğu’nun Wing-Chun<br />

dövüş sanatıyla Batı’nın boks sporunu bir<br />

araya getiren film, içeriğiyle ve boks ringinde<br />

yaşananlarla Uzak Doğu’nun Rocky 4’ü olarak<br />

nitelendirilmişti. Ip Man 3 ise serinin ilk iki<br />

filmine göre hikaye ve aksiyon bakımından daha<br />

geride kalmasına ve Mike Tyson’un filmdeki<br />

varlığını pek değerlendiremiyordu ama yine de<br />

iyi çekilmiş dövüş sahneleri, Wing-Chun aksiyon<br />

koreografileri ve Donnie Yen’in varlığıyla kendini<br />

zevkle izlettirme konusunda sıkıntısı olmayan<br />

bir yapımdı.<br />

The Raid serisi (2011-2014)<br />

The Raid: Redemption, ‘yılın en iyi aksiyon filmi’<br />

sloganıyla birden ortaya çıkarak Hollywood<br />

aksiyonlarının tekdüzeliğinden bıkmış olan<br />

birçok insanın da ilgisini çekti. Başrolünde Iko<br />

Uwais’in oynadığı film, tamamen azılı suçlularla<br />

dolu bir binaya polis tarafından yapılan baskını<br />

anlatıyordu ve 101 dakika boyunca izleyiciye<br />

hiçbir anında nefes alma payı bırakmadan koreografik<br />

bir dövüş şölenine imza atıyordu. The<br />

Raid 2: Berandal ile Endonezya, Singapur, Filipinler<br />

gibi ülkelere özgü “pencak silat” savaş<br />

sanatı koreografilerinde adeta ulaşılması güç bir<br />

zirveye çıkan, 2,5 saatlik bir süre zarfında ‘epik<br />

suç filmi’ kalıbını kullanarak ilk filmin senaryosunu<br />

da geliştiren Evans, sadece 2000 sonrası<br />

değil, gelmiş geçmiş en iyi aksiyon filmlerinden<br />

birini çekti.<br />

Fast Five (2011)<br />

Justin Lin yönetimindeki serinin beşinci filmi<br />

Hızlı ve Öfkeli: Rio Soygunu, serinin hayranı<br />

olan ya da olmayan birçok kişiye göre en iyi<br />

filmiydi ve serinin bugüne kadarki yörüngesini<br />

değiştirdi. Karakterler birbirine bağlandı, olaylar<br />

toparlandı, oyuncu kadrosu genişledi, aksiyon<br />

sahneleri ve kurgusu ilk dört filme oranla daha


çok öne çıktı, araba yarışlarından<br />

ziyade dövüş ve aksiyon sahneleriyle<br />

öne çıktı. Böylelikle sanki<br />

ilk dört film, bu beşinci film için<br />

çekilmiş gibi bir izlenim yarattı. Fast<br />

Five’ın başarısı bir Hızlı ve Öfkeli<br />

filmi olarak düşünülmediğinde bile<br />

yine gayet başarılı bir aksiyon filmi<br />

olmasıydı. 125 milyon dolar bütçeli<br />

filmin dünya çapında 626 milyon dolar<br />

hasılat elde etmesi serinin büyük<br />

geri dönüşü oldu ve günümüzde 8<br />

filmlik bir seriye dönüşmesini tetikledi.<br />

Skyfall (2012)<br />

Birçok kişi tarafından en iyi Bond<br />

filmi olarak görülen Skyfall, özellikle<br />

Sam Mendes’in yönetmenliği<br />

ve Roger Deakins imzalı görüntü<br />

yönetimiyle o kadar üst düzeydeydi<br />

ki, kuşkusuz hiçbir Bond filmi bu<br />

kadar iyi yönetilmemiş ve bu kadar<br />

sinematografik olmamıştı. İlk 15<br />

dakikalık harika aksiyon sekansının<br />

tamamen İstanbul’da çekilmesi<br />

bizi ayrıca ilgilendirirken, radikal<br />

değişiklikler yine kendini gösterdi.<br />

Filmin sonunda 1995’den beri “M”<br />

rolünü üstlenen Judi Dench seriden<br />

ayrıldı ve yerine Ralph Fiennes<br />

getirilerek eski günlere geri dönüş<br />

için göz kırpıldı. Naomie Harris’in<br />

“Moneypenny” olarak tanımlanması<br />

da büyük bir özlemi dile getirirken,<br />

Adele’nin “Skyfall” şarkısı ise<br />

adeta Madonna’nın Die Another<br />

Day’da yaptığını da katlayarak filmin<br />

ününün katlanmasına epey katkı<br />

sağladı. Skyfall, 200 milyon dolarlık<br />

bir filme göre sanatsal yönünün<br />

epey güçlü olması ve aksiyon sahnelerinin<br />

diğer Bond filmlerine göre<br />

daha minimum yer almasına rağmen<br />

1 milyar dolar gibi inanılmaz bir<br />

hasılata ulaşarak efsane bir başarıya<br />

imza attı. Öyle ki, 23 Bond filminin<br />

toplamının maliyeti 1 milyar dolar<br />

ederken, sadece Skyfall 1 milyar<br />

dolar hasılat getirdi.<br />

John Wick serisi (2014-2017)<br />

Keanu Reeves’i yeniden bir ikon<br />

haline getiren ilk John Wick filmi,<br />

aksiyon türünün tüm klişelerini<br />

kullanmasına rağmen dövüş<br />

sanatları uzmanı yönetmeni Chad<br />

Stahelski’nin çatışma sahnelerini<br />

ve aksiyon koreografilerini vizyoner<br />

bir sinematografi çalışmasıyla<br />

harmanlayan başarılı yönetimiyle<br />

2000’li yılların en klas aksiyon<br />

filmlerinden birine dönüştü. John<br />

Wick 2 ise dövüş koreografilerini<br />

ilk filmin de üzerine çıkarak<br />

uygulayan, kendi evrenini daha<br />

da genişleterek eğlendiren,<br />

çizgi roman, video oyunu ve anime<br />

estetiği / tiplemeleriyle çok<br />

yönlülüğünü artıran, sinematografik<br />

vizyonuyla keyif veren ve<br />

sekanslarıyla nefes kesen bir aksiyon<br />

bombasıydı.<br />

Mad Max: Fury Road (2015)<br />

2000 sonrası en çok konuşulan<br />

aksiyon bombalarından Mad<br />

Max: Fury Road’ta George Miller,<br />

yönetmenlik hünerlerinin adeta<br />

zirvesine çıkarak hem kendi<br />

yarattığı serinin hem de aksiyon<br />

sinemasının sınırlarını zorladı.<br />

John Seale’in akıl almaz ustalıktaki<br />

sinematografi çalışması bir resimli<br />

roman hissiyatı yaratırken, Junkie<br />

XL’ın çılgın müzikleriyle çölde<br />

geçen vahşi bir rock operasına<br />

dönüşüyordu. CGI efektleri minimumda<br />

tutarak nasıl çekildiğine<br />

hayret edeceğimiz saf aksiyon<br />

sahneleri üreten Miller, hikayeye<br />

yüklediği feminist alt metinlerle<br />

dikkat çekmesinin yanı sıra, hem<br />

gişe hem popüler izleyici hem<br />

de eleştirmenler nezdinde büyük<br />

bir başarı sağlayarak çıtayı çok<br />

yükseğe yerleştirdi.


SÜPER KAHRAMANLAR<br />

ARTIK DÜZENİ<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

KORUYOR<br />

n Sinema insanların<br />

hayal dünyasını tetikleyen<br />

ve alternatif hayatlar<br />

yaşamasına izin<br />

veren bir sihirli dünya.<br />

Üstünde çok tartışılır,<br />

sanat mıdır eğlence<br />

midir diye? Tabii ki her<br />

ikisidir de sinema. Ama<br />

günümüzde en önemli yanı muhteşem bir<br />

propaganda aracı olması bence. Aslında<br />

buna günümüzde demek yanlış çünkü<br />

sinema ortaya çıktığı ilk andan itibaren bu<br />

yönüyle ülkelerin, ideolojilerin dikkatini<br />

çekmiştir. Ve bu anlamda en güçlü endüstri<br />

Hollywood’tur tartışmasız. Hollywood’taki<br />

Yahudi etkinliği de eskiden beri tartışma<br />

konusu olur. Üretilen filmlerde Yahudi<br />

karakterlerin konumu, Yahudilik üzerine<br />

güzellemeler fazlasıyla görülür ve bir<br />

propaganda olarak algılanır. Süper kahramanlara<br />

gelince; süper kahramanları<br />

yaratan çizgiroman çizerlerinin çoğunun<br />

Yahudi olduğunu görürüz. Dahası bu<br />

insanların çoğunun çocukluk ve ergenlik<br />

çağı 1930’larda geçmiştir. Joe Shuster<br />

ve Jerry Siegel, 1938 yılında Superman’i<br />

yarattı. Ardından, Bob Kane ve Bill Finger<br />

Batman’i, Will Eisner The Spirit’i, Jack<br />

Kirby ve Joe Simon Kaptan Amerika’yı,<br />

Stan Lee Örümcek Adam, Hulk, Fantas-<br />

Bu hafta vizyona giren Örümcek<br />

Adam: Eve Dönüş filminden<br />

yola çıkarak bütün bu süper<br />

kahramanların yaratıcılarının<br />

Yahudi olduğunu görüyoruz.<br />

Onların filmlerindeki satır<br />

aralarında verdiği mesajları<br />

anlamamız gerek...


tik Dörtlü, X-Men, Demir Adam, Thor<br />

gibi birçok süper kahramanı yarattı. Bu<br />

süper kahramanlar, Marvel ve DC Comics<br />

gibi ABD’nin en büyük iki çizgi roman<br />

şirketinin kurucuları Martin Goodman<br />

(Marvel), Harry Donenfeld ve Jack Liebowitz<br />

(DC) gibi Yahudi yayıncılar sayesinde<br />

de tüm dünyada bilinir hale geldi. Bu<br />

insanlar o dönemde ekonomik buhranın<br />

kurbanlarının arasında yaşadılar. Yahudi<br />

olmayan toplum ekonomik buhranın<br />

sebebi olarak da Yahudiler’in hayat<br />

şeklini görüyordu. Onun için bu gençler<br />

bulundukları toplum tarafından itildiler.<br />

Kendi hayal güçleri bu baskı sonucunda<br />

süper kahramanları yaratmış olabilir. Peki<br />

biz bu ilişkiyi sinemada nasıl görüyoruz.<br />

X Men soykırımın çocuğu<br />

Örnek olarak X Men’deki kötü adam<br />

Magneto’nun doğuş hikayesi çok ilginçtir.<br />

Magneto İkinci Dünya Savaşı sırasında<br />

ailesiyle birlikte bir toplama kampına<br />

atılır. Kampın ilk gününde ailesinden<br />

kopartılır ve Nazi bir doktor tarafından<br />

deneylerde kullanılmaya başlanır.<br />

Sonunda Magneto büyür ve intikamını<br />

almak için Nazi doktorunun peşine<br />

düşer. İkinci Dünya Savaşı sonrası<br />

Yahudi Nazi avcıları gibi eski nazileri<br />

Güney Amerika’da bulup öldürür. O<br />

fikirlerini şöyle dile getirir. “Homosapienler<br />

ortaya çıktığında Neandertaller<br />

yok olmuştu. Biz mutantlar Supersapienleriz.<br />

Evrimin son noktasıyız ve Homosapienler<br />

karşımızda yok olacak. Bu<br />

aslında bir üst ırkın tanımıdır. Ve Siyonist<br />

düşüncenin bir yansımasıdır. Film genel<br />

anlamda tabii ki Dr. Xavier’in sağduyulu<br />

görüşünün yanında durur. Bu anlamda<br />

mutant dünyası Yahudi dünyasının iç<br />

çatışmalarını içinde barındırır. Benzerlikler<br />

çok fazladır X-Men’de. Mesela<br />

Mutantların gücü çoğunlukla ergenliklerinde<br />

ortaya çıkar. Yahudi Bar<br />

Mitzvah’ı bilindiği gibi kız çocuklarda 12<br />

erkeklerde ise 13 yaşında kutlanır ve dini<br />

sorumluluklarının sahibi olurlar. Bu da bir<br />

benzerliktir.


Supermen’e gelince<br />

X-Men’in dışında Süpermen için<br />

de büyük benzerlikler söz konusu.<br />

Mesela Süpermen’in asıl<br />

adı Kal El’dir. İbranice Tanrının<br />

Sesi anlamına gelir. Babasının<br />

adı Jor-El ise yine İbranice,<br />

‘’Tanrının yücelttiği’’ anlamındadır.<br />

1980 yapımı Superman 2 filminde<br />

ise, Superman bir genç kızı<br />

kurtardıktan sonra buna şahit<br />

olan bir kadın yanındaki diğer<br />

kadına, ‘’Ne centilmen bir adam.<br />

Tabii ki Yahudi…’’ diye konuşur.<br />

Superman ile Hz Musa’nın hikayesi<br />

de birbirine çok benzer.<br />

İkisi de kendi halklarının yok<br />

olma tehlikesiyle karşı karşıya<br />

kaldıkları bir dönemde doğar.<br />

Aileleri tarafından, öldürülmekten<br />

kurtulabilmeleri için tek başlarına<br />

daha güvenli olan yabancı bir<br />

yere gönderilirler. Gönderildikleri<br />

yerde evlat edinilirler.<br />

Musa peygamber Tanrı tarafından<br />

bahşedilen doğaüstü yetenekleri<br />

kullanarak, Superman ise güneş<br />

ışınlarının ona sağladığı doğaüstü


yetenekleri sayesinde, kötü<br />

güçlere karşı zayıfları korur. Ve<br />

her ikisi de kendi esas kimliklerini<br />

yaşadıkları toplumdan saklar.<br />

Hulk bir Yahudi efsanesi<br />

1960’lı yıllar içerisinde Stan Lee<br />

ve Marvel Comics, Spiderman<br />

(Örümcek Adam), Thor, Iron Man<br />

(Demir Adam) ve Nick Fury gibi<br />

birçok karakter yarattı. Ancak<br />

Stan Lee’nin açık olarak Yahudi<br />

kültüründen esinlendiğini ifade<br />

ettiği tek karakter Hulk’tur. Stan<br />

Lee, Hulk’ı Yahudi mitolojisindeki<br />

‘Golem’ karakterinden esinlenerek<br />

yarattığını ifade eder.<br />

Örümcek adam sistemin koruyucusu<br />

Bu hafta vizyona giren Örümcek<br />

adam ise Yahudi vurgusundan<br />

daha çok sistemin savunucusu<br />

olmuş bu filmde. Örümcek Adam<br />

Eve Dönüş filminde kötü adam<br />

Vulture Iron Man ve üyesi olduğu<br />

Yenilmezler takımının bütün<br />

sistemle olan bağlantısından<br />

nefret eder. Bu sistemi yıkmak<br />

için her türlü kötülüğü yapar.<br />

Gerçekten de baktığımızda özellikle<br />

Iron Man hem ordunun hem<br />

silah üreticilerinin hem de ABD<br />

hükümetinin ortağıdır. Bizim<br />

bacaksız Örümcek Adamımız<br />

Yenilmezler’in arasına girmek için<br />

Vulture ile bir mücadeleye girer.<br />

Bütün o patlamalar çatlamaların<br />

ve Hollywood’un pırıltısının dışına<br />

çıkıp bakarsak aslında Yenilmezler<br />

tamamıyla ABD sisteminin kendisidir<br />

ve koruyucusudur. Bu filmdeki<br />

kötü adam Vulture ise kendi<br />

adına eşitlik peşinde koşar. Örümcek<br />

Adam ise sistem sanki çok<br />

iyiymiş gibi bu sistemi korumak<br />

için Vulture ile kapışır. Dünyada<br />

herşey çok iyi de değişiklik istemek<br />

hataymış gibi. Kahramanları<br />

da bozdular ne diyeyim?


KISA FİLMİN<br />

DEZAVANTAJI<br />

FİLM KAVRAMI<br />

ÜZERİNDEN<br />

TANIMLANMASI<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Bu ay konuğum genç<br />

yönetmen Gökhan Kaya.<br />

Kendisiyle kısa film ve<br />

son kısası “Haşa”<br />

üzerine konuştuk...<br />

Bu ay konuğum genç yönetmen<br />

Gökhan Kaya. Kendisiyle kısa<br />

film ve son kısası “Haşa” üzerine<br />

konuştuk...<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesinde<br />

2013 yılında Film Tasarımı ve<br />

Yönetmenliği eğitimi almaya başladım.<br />

Bu dönem teslim ettiğim tez filmi ile<br />

dört yılın sonunda 4 kısa film yapmış<br />

oldum. Sinemanın dışında Psikanaliz,<br />

Göstergebilim gibi farklı disiplinler ile<br />

de meşgul olmaya çalışıyorum. Şark<br />

edebiyatı başta olmak üzere dünya<br />

edebiyatı ile ilgileniyorum. Hatta<br />

edebiyattan aldığım zevki sinemadan<br />

alamadığımı söyleyebilirim. Bu yüzden<br />

film izleme konusunda da çuvallıyorum.<br />

Yeni bir film izleyeyim derken kendimi<br />

belli bir yönetmenin defalarca izlediğim<br />

filmini tekrar izlerken buluyorum. Bütün<br />

bunların dışında da, vakit buldukça<br />

farklı şehirlerde fotoğraf çekiyorum.<br />

Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />

Kısa filmin dezavantajı, film kavramı<br />

üzerinden tanımlanması. Nihayetinde<br />

bu: “filmin kısa olanı”. Bu yüzden<br />

kısa film, uzun film çekebilir miyim<br />

diye düşünen pek çok insanın deneme<br />

tahtası. Bu doğru bulmadığım bir<br />

yaklaşım fakat yine de deneme tahtası<br />

olması iyidir, taklit olmadığı sürece<br />

yenilik demektir. Sinemanın ihtiyacının<br />

da bu olduğunu düşünüyorum. Yenilik.<br />

Ben kısa filmi, bilinç düzeyinin evrensel<br />

eğrisi açısından doğru bir form<br />

olarak görüyorum. Mevlana diyor ya,<br />

“ney misali, hem zehir hem panzehir”<br />

diye, kısa film de tıpkı öyle. Doğru<br />

şekilde kullanıldığı takdirde toplumun<br />

tam ortasına konumlanan bir Truva atı<br />

görevi görebilir. Ben kısa filmi, şu an<br />

için toplumun gizliden gizliye ihtiyacını<br />

duyduğu aydınlanma güdüsünü kabartmak<br />

için kullanıyorum. Bu bağlamda<br />

kısa film benim için, hem topluma hem<br />

sinemaya “ne katabiliriz?” diye girmiş<br />

olduğum bir laboratuvardır.


Biraz Haşa’dan ve onu çekme nedenlerinden bahseder<br />

misin?<br />

Çığlık atmak: acı duymak ya da korkmak gibi ani<br />

duyguların refleksinde gelişen bir eylemdir. Haşa<br />

da bir çığlıktı benim için. Bu ani duyguyu uzun<br />

bir zaman dilimine yayarak üzerinde çalıştım ve<br />

bu tiz gürültüyü başka insanlarında ciğerlerinden<br />

çıkmışçasına kurgulamaya gayret ettim. Temelde<br />

Haşa filmi, terör olaylarında hayatını kaybeden<br />

masumların sesi olmaya çalışırken, terör<br />

olaylarında hayatını kaybetme olasılığı olan bütün<br />

bir toplumun da bayrağını taşımış oluyor. Burada<br />

koca bir yelpazeden<br />

bahsediyorsak, toplumdaki<br />

her kesiminin anlayabileceği<br />

ancak incelenirse de havas<br />

izleyiciyi doyurabileceği<br />

nitelikte bir film ortaya<br />

çıkması gerekiyordu. Nitekim<br />

festivallerden vs.<br />

filmimizi gören izleyicilerin<br />

çoğu, filmi gerçekten<br />

özümsedi ve bu konuda<br />

boşa çaba harcamadığımızı<br />

bize hissettirdiler.<br />

Öte yandan Haşa’da diğer<br />

filmlerimin aksine hikâye<br />

üzerine değil önerme<br />

üzerine yoğunlaştım. Belli<br />

alışılagelmiş ve yazılı olmayan<br />

sinema kuralları<br />

ile önermenin önüne bir<br />

set çekmek mi? Yoksa ne<br />

demek istediğini doğrudan izleyiciye aktarmak mı?<br />

Bu tür toplumu doğrudan ilgilendiren konularda<br />

hikâyenin, önermenin önüne konulmuş bir engel<br />

olduğunu düşünüyorum. Bu ikilemde izleyicinin<br />

nasıl tepki vereceğini gerçekten merak ediyordum.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi<br />

katkıları olabilir? Neler götürür?<br />

Bu çok eski bir tartışma konusu aslında. İletişim<br />

kuramcılarının veyahut teorisyenlerin bu konu<br />

hakkında kaleme aldığı yazılar var. Mesela<br />

Baudrillard’ın 1970’lerde “Requiem for the Media”<br />

isimli metnine bakılması gerekir. Orada<br />

Enzestberger ve McLuhan, video kameralarının<br />

yaygınlaşması üzerine “herkes film çekebilmeli”<br />

savını tartışırlar. Burada teknoloji geliştikçe,<br />

imkânların da genişleyeceğini ve kısa film<br />

üretiminin artacağını varsayıyoruz. O zaman<br />

herkesin aynı hassasiyete sahip olduğunu<br />

da varsaymak gerekiyor. Hal böyle olunca:<br />

kısa film üretimini bir sanat yapıtı üretimi<br />

kulvarında değerlendireceksek, herkesin sanat<br />

üretebileceğini ve üretilen sanat yapıtının kalitesinin<br />

teknoloji bazında değerlendirilebileceğini<br />

söylemek gerekir. Görüntüyü yeniden üretme<br />

kıstasını sağlıyorsa iş bitmiştir. Teknoloji bunu<br />

sağlayacaksa sanat için elzem olan görevini<br />

yerine getirmiş demektir. Gerisi sanatçıda.<br />

Teknoloji her gün gelişiyor fakat Antik Yunan’dan<br />

bu yana yeni hiçbir şey<br />

yok. 3000 yıldır iki estetik<br />

kategori üzerine üretim<br />

yapılıyor. Nedir bunlar?<br />

1.Acılar 2.Sevinçler. Bu iki<br />

kategori kendi içerisinde<br />

otuzar tane alt kategoriye<br />

ayrılıyor. Hikâyeciliğin kısa<br />

tarihi bundan ibaret. Bunun<br />

dışına çıkamadığımız<br />

sürece teknolojinin<br />

gelişmesinin de bir anlamı<br />

yok. Dün bir filmi 35mm<br />

kameralarla çekerken,<br />

bugün aynı filmi 4k kameralar<br />

ve drone’lar ile<br />

çekiyoruz. Yıllardır değişen<br />

teknoloji filmlerin içeriğine<br />

nasıl bir katkı sundu onu<br />

tartışmak gerekir. Bir şey<br />

sunmadığı gibi izleyicinin<br />

estetik algısını deforme ederek dolaylı yoldan<br />

sinemaya zarar bile verdi. Bugün uzun film<br />

diye tabir ettiğimiz filmler ne zaman insanlara<br />

uzun gelmeye başladı da kısa film diye başka<br />

bir şey çıktı? Algılarımız hadım edilerek sanat<br />

yapıtı üzerine ayırdığımız vakit minimize ediliyor.<br />

Bunun en güzel örneği bir ara moda olan<br />

Vine videolarıdır. 7 saniye içerisine bir hikâyenin<br />

sıkıştırılması isteniyor. Görüntüyü sadece izleyip<br />

üzerine düşünmeden tüketebilmemiz için harika<br />

bir form. Şimdi bir de GIF furyası var. O daha<br />

kötüsü çünkü, bu sefer görüntülerin sesleri de<br />

yok. Görseli anlayabilmek konusunda beyinlerimizi,<br />

duyumsamak konusunda ise şimdilik<br />

işitme organımızı ekarte etmiş durumdalar.<br />

Teknoloji gerçekten hızla gelişiyor.


Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />

yabancı yönetmenler kimler?<br />

Alain Robbe-Grillet, uzun zamandır hemhal<br />

olduğum yönetmenlerden. Filmlerinde sinemaya<br />

bilinç akışı gibi teknikleri uyarlamaya<br />

çalışıyor. Onun dışında aynı ortamdayken<br />

kendisine bir laf edilecek olsa<br />

çirkinleşebileceklerimden: Kiyarüstemi<br />

ve Angelopoulos var.<br />

Listeyi fazla kabartmadan bir tane<br />

de yerli ekleyeyim: Oyuncu yönetimi,<br />

mekân ve hikâye konusundaki<br />

yeteneği ve pratik çözümleri ile<br />

Tolga Karaçelik, muhakkak takip<br />

edilmesi gereken yönetmenlerden<br />

bir tanesi.<br />

Türkiye’deki film festivalleri ve kısa<br />

filmcilere yaklaşımları konusunda<br />

neler söylemek istersin?<br />

Daha önce söylediğim gibi, ne<br />

yazık ki kısa film “uzunun kısası”<br />

olarak algılanıyor. Hal böyle olunca<br />

da bazı festivaller sadece<br />

programlarını doldurmak için kısa<br />

film topuna giriyor. Ön jürileriniz filmleri uzun<br />

bulup atlaya-atlaya izliyorsa, kısa filmciyi 2-3 gün<br />

festival mekânında ağırlayamıyorsanız, vaktimiz<br />

yok diye 10 filmin yönetmenini aynı anda yan-yana<br />

dizip beşer dakikadan söyleşi yaptırıyorsanız,<br />

ödül verdiğiniz filmin parasını neredeyse 1 yıl<br />

ödemeyip güvenilirliğinize leke sürdürüyorsanız<br />

çıkartın kısa film kategorisini festivalden.<br />

İnsanların gözünde itibarınız kalsın. İsim vererek<br />

ifşa etmeye gerek yok. Sadece bu soru ne zaman<br />

sorulsa aklıma bir festival geliyor ki, ülkede<br />

kim festival düzenleyecekse gitsin bir görsün bu<br />

işin nasıl yapılması gerektiğini.<br />

2.yılı olmasına rağmen 25 yıllık<br />

festival gibi vizyonu olan Marmaris<br />

Uluslararası Kısa Film<br />

Festivali. Harika bir deneyimdi.<br />

Son olarak gelecek planlarından<br />

bahsedelim…<br />

1953 yılında Çanakkale Nara<br />

Burnunda bir kaza sonucu 86<br />

kişilik mürettebatıyla batan<br />

Dumlupınar denizaltısının<br />

öyküsünü serbest uyarlama<br />

olarak çekeceğiz. Çarpışmadan<br />

sonra kendisini bir şekilde torpido<br />

dairesine kapatıp, denizin<br />

91 metre altında kurtarılmayı<br />

bekleyen 22 genç denizcinin<br />

anısına yazılmış “Ah Bir Ataş<br />

Ver” türküsü hem filmimizin ismi hem de çıkış<br />

noktası. Önümüzdeki günlerde herhangi bir kitlesel<br />

fonlama sitesi üzerinden filmimize fon yaratmaya<br />

çalışacağız. Buradan da duyurmuş olalım<br />

şimdiden. Desteklerinizi bekliyoruz, teşekkür<br />

ederim.


RÜYA<br />

Diziler final<br />

yapmışken, bizler tatil<br />

planları yaparken,<br />

yaz aşkları gönül<br />

pencerelerini aralamaya<br />

başlamışken<br />

yaz dönemi izleyiciye<br />

merhaba diyecek yeni<br />

dizilerin de tanıtımları<br />

yapılmaya başladı.<br />

YAZ AŞKI DEĞİL<br />

YAZ AKŞAMLARININ AŞKI<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

DİZİFUN<br />

Diziler final ya da sezon finali yapmışken, bizler<br />

tatil planları yaparken, yaz aşkları gönül pencerelerini<br />

aralamaya başlamışken yaz dönemi<br />

izleyiciye merhaba diyecek yeni dizilerin de tanıtımları<br />

yapılmaya başladı. Dizilerin ortak yanı yaz akşamlarını<br />

aşk hikâyeleri ile şenlendirmeyi vaat etmeleri. Dizilerin<br />

bir diğer ortak yanı yeni isimlerin yanı sıra tanıdık,<br />

hali hazırda sevilen isimlere de kadrosunda yer veriyor<br />

olmaları. Şimdi hep birlikte yeni dizilere bir göz<br />

atalım…<br />

RÜYA<br />

Bir diğer imkânsız aşk hikâyesi de Show TV’de<br />

başlıyor. Hazal Filiz Küçükköse, Ceyhun Mengiroğlu,<br />

Ulaş Tuna Astepe ve Özge Özder’in rol aldığı dizi yine<br />

aralarında sınıf farkı olan Elif ve Bulut’un aşk hikâyesini<br />

konu alıyor. Genç oyuncu kadrosu ile hedef kitle-


sine gençleri yerleştirdiğini düşündüğüm dizi de<br />

tanıtımından anlaşıldığı üzere sınıf farkının yanı<br />

sıra ikili arasında üçüncü bir kişinin de olması<br />

aşklarını daha imkânsız kılıyor. Dizi izleyiciye<br />

rüya gibi bir aşk mı anlatacak yoksa âşıkların<br />

bir araya gelmesi ancak rüyalarda mı mümkün<br />

olacak izleyip göreceğiz.<br />

ATEŞBÖCEĞİ<br />

Star TV ekranlarında Perşembe akşamları<br />

yayımlanacak olan dizinin başrollerinde daha<br />

önce Kiralık Aşk dizisindeki Pamir rolü ile izleyicinin<br />

beğenisini kazanmış olan Seçkin Özdemir<br />

başarılı, aşka uzak boşanma avukatı Barış Buka<br />

olarak yer alıyor. Genç oyuncuya hayat dolu,<br />

eğlenceli, ateşböceği lakaplı güzel taksi şoförü<br />

rolüyle Nilay Deniz eşlik ediyor. Dizi de ayrıca<br />

Derya Alabora, Umur Yiğit Vanlı, Belma Canciğer,<br />

Durul Bazan, Seda Güven, Berkay Tulumbacı,<br />

Alicia Kapudağ, Şebnem Dilligil, Çağrı Çıtanak<br />

ve Tayra Bahar yer alıyor. Tanıtımlarından bir<br />

yandan sıcak bir mahalle hayatını, diğer yandan<br />

da zenginlerin yaşamını anlatacağı anlaşılan dizi<br />

Barış ve Ateşböceği Aslı’nın kesişen yollarının<br />

aşka dönüşmesini merkeze alacak görünüyor.<br />

Fragmanından enerjisi yüksek, izleyicisine tebessüm<br />

ettirebilecek bir dizi olacağının ipuçlarını<br />

veren dizi yaz döneminin en iddialı dizileri<br />

arasında yer alıyor. İzleyip hep birlikte göreceğiz.<br />

DOLUNAY<br />

Star TV’nin bir diğer yaz dizisi Özge Gürel<br />

ve Can Yaman’ı bir araya getiren ve zenginfakir<br />

aşkını konu edinen Dolunay’ın oyuncu<br />

kadrosunda ayrıca Hakan Kurtaş, Necip Memili,<br />

Öznur Serçeler, İlayda Akdoğan, Türkü<br />

Turan, Alara Bozbey, Balamir Emren, Berk<br />

Yaygın, Özlem Türay, Emre Kentmenoğlu,<br />

Alihan Türkdemir, Yeşim Gül, Irmak Ünal ve<br />

Mert Yavuzcan gibi birçok oyuncu yer alıyor.<br />

Dizinin tanıtımlarından anlaşıldığı üzere usta<br />

bir aşçı olup kendi restoranını açma hayallerinin<br />

peşinde koşan Nazlı ile onun aşçısı<br />

olduğundan habersiz, obsesif yanları olan genç<br />

yakışıklı patronu Ferit’in imkânsız aşkını anlatacak<br />

olan dizi aşkın tesadüflere gebe olduğu<br />

kodlarını yeniden işleyecek gibi görünüyor.


DELİ GÖNÜL<br />

Yaz aylarının bir diğer aşk hikâyesi<br />

Fox TV’de başlıyor. Başrollerinde<br />

Murat Ünalmış (Mehmet Kadir) ve<br />

Tuvana Türkay’ın (Fatmanur) rol<br />

aldığı dizide ikiliye Ogün Kaptanoğlu,<br />

Macit Sonkan, Nilgün Karababa,<br />

Mine Tüfekçioğlu, Barış Yalçın, Zuhal<br />

Yalçın, Yılmaz Şerif, Hayal Ada<br />

Topakkaya gibi birçok oyuncu eşlik<br />

ediyor. Dizi Antakya’da öğretmenlik<br />

yapan Fatmanur ve Mehmet’in engellerle<br />

dolu aşklarını merkeze alıyor<br />

ve fragmanından anlaşıldığı üzere<br />

genç âşıkların evlenme kararına<br />

Fatmanur’un ailesinin gölgesi düşecek<br />

görünüyor. Bu hikâyenin masum bir<br />

aşk ve fazlaca çatışma barındıracağı<br />

düşünüldüğünde dizinin bu yaz dizileri<br />

arasında oldukça iddialı bir yere sahip<br />

olacağını söylemek yanlış olmaz diye<br />

düşünüyorum. İzleyip hep birlikte<br />

göreceğiz.<br />

İKİ YALANCI<br />

Kanal D’nin yaz sezonunda başlayacak aşk dizisi<br />

ise başrollerinde Yağmur Tanrısevsin (Duygu) ve<br />

Keremcem’in (Serkan) yer aldığı İki Yalancı, kendi gerçeklerinden<br />

kaçmış<br />

Duygu ve Serkan’ın<br />

yalanlarla ördükleri<br />

yeni kimlikleri<br />

ile Bodrum’da<br />

başlayan aşklarını<br />

konu ediniyor. Her<br />

iki karakterin de<br />

yalan söylüyor<br />

olması dizinin<br />

çatışma ve komedi<br />

yanını oluşturacak<br />

görünüyor. Yalan<br />

üzerine kurulmuş<br />

bir ilişkiden gerçek<br />

bir sevda çıkar<br />

mı şimdilik bir şey<br />

söylemek kanımca<br />

çok mümkün görünmüyor.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!