Cinedergi 105
Binder105BA
Binder105BA
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
CINEVİZYON<br />
7 TEMMUZ<br />
Örümcek-Adam: Eve Dönüş / Spider-Man:<br />
Homecoming<br />
Keman Öğretmeni / Heliopolis<br />
Genco<br />
Mine<br />
Doru<br />
The Bye Bye Man<br />
Spark: Bir Uzay Macerası / Spark<br />
3 Nesil / 3 Generations<br />
21 TEMMUZ<br />
Davetsiz Aşk / Hampstead<br />
Brimstone<br />
Saklambaç: Ölüm Oyunu<br />
Kiki ile Miki Alatura<br />
Ruhlar Evi / Ghost House<br />
Zombi Ekspresi / Train to Busa<br />
Rock’n Roll<br />
Dunkirk<br />
Bezm-i Ezel<br />
14 TEMMUZ<br />
Planetarium<br />
İstisna / The Exception<br />
Altitude<br />
Geçmiş<br />
Çırak<br />
Durak<br />
Fırıldak Kedi / Pettersson und Findus<br />
Ayı Kardeşler: Sirkte Curcuna / Boonie Bears:<br />
The Big Top Secret<br />
Korku Tüneli / XX<br />
Maymunlar Cehennemi: Savaş / War for the<br />
Planet of the Apes<br />
28 TEMMUZ<br />
Sarışın Bomba / Atomic Blonde<br />
Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu / Valerian<br />
and the City of a Thousand Planets<br />
Churchill<br />
Düzensiz Düzenbazlar<br />
Son Portre / Final Portrait<br />
Cinayet-i Aşk<br />
Orman Çetesi / Jungle Bunch<br />
Hizmetçi / The Handmaiden<br />
Davud ve Câlût: İnanç Savaşı / David and Goliath
CINEVİZYON<br />
4 AĞUSTOS<br />
Les fantômes d’Ismaël<br />
Cumali Ceber: Allah Seni Alsın<br />
47 Meters Down<br />
Bırak Kendini / Let Yourself Go<br />
B Planı / Plan B: Scheiß auf Plan A<br />
Balerin ve Afacan Mucit / Ballerina<br />
Kidnap<br />
İki<br />
Kara Kule / The Dark Tower<br />
18 AĞUSTOS<br />
The Hunter’s Prayer<br />
Dangal<br />
Eye on Juliet<br />
Büyülü Kanatlar / Lighting Dindin<br />
Annabelle: Kötülüğün Doğuşu / Annabelle: Creation<br />
Semur<br />
Belalı Tanık / The Hitman’s Bodyguard<br />
11 AĞUSTOS<br />
Everything, Everything<br />
Manifesto<br />
Sevimli Emojiler / The Mojicons<br />
Overdrive<br />
Amigos Meksika Hazinesi<br />
Cage Dive<br />
Mezarcı<br />
Bilim Kurgu Bölüm 1: Son Savaşçı / Science<br />
Fiction Volume One: The Osiris Child<br />
The Model<br />
25 AĞUSTOS<br />
Şansımı Seveyim<br />
Megan Leavey<br />
Dalavere<br />
Şanslı Logan / Logan Lucky<br />
Terminator 2: Mahşer Günü 3D / Terminator 2:<br />
Judgment Day 3D<br />
Çılgın Hırsız 3 / Despicable Me 3
İÇİNDEKİLER<br />
dosya<br />
20<br />
VALERIAN<br />
Luc Besson’un yeni bilim kurgusu Valerian<br />
ilk kez <strong>Cinedergi</strong>’de.<br />
26<br />
ATOMIC BLONDE<br />
Atomic Blonde’dan yola çıkarak sinemanın<br />
bomba kadınlarını topladık.<br />
34MAYMUNLAR CEHENNEMİ<br />
Maymunlar Cehennemi: Savaş vizyondan<br />
önce okuyucularla buluşuyor.<br />
46 DUNKIRK<br />
Christopher Nolan bu sefer de İkinci<br />
Dünya Savaşı’na karıştı..<br />
54 ÖRÜMCEK ADAM<br />
Tom Holland yeni Örümcek Adam<br />
olarak karşımızda..<br />
60 TRAIN TO BUSAN<br />
Zombilere durdurak yok bu seferde<br />
Güney Kore yollarındalar.<br />
64 FOX’UN SÜPERLERI<br />
Burak ABD’den haberleri geçmeye<br />
devam ediyor. Fox’un yaptıkları.<br />
68 YAZIN BOMBA FİLMLERİ<br />
Gizem bu yazın bomba filmlerini<br />
bizim için seçti..<br />
74 2000’İN AKSİYONLARI<br />
İbranim 2000 sonrası artan<br />
popülerliğiyle aksiyon filmlerine baktı.<br />
80 YAHUDİ SÜPERLER<br />
Süper kahramanlar artık kahramanlık<br />
yapmak yerine sistemi koruyorlar..
ÖZEL KÖŞE<br />
24 SUSMAYAN KÖŞE<br />
Sinemalarımız, sinemacılarımız ve<br />
sinema eleştirmenlerimiz.<br />
32<br />
BELGESELCİ<br />
Güzel Korver Hayri Çölaşan ile konuştu.<br />
www.kameraarkasi.org’u tanıttı.<br />
DOSYALAR BASKI<br />
YAPTI RÖPORTAJ-<br />
LAR İFLAS<br />
50<br />
84<br />
90<br />
AYŞE TEYZE<br />
Beril’in Ayşe teyzesi bu sefer Makas<br />
Eller’den girdi Beril’den çıktı..<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Fırat Haşa filminin yönetmeni Gökhan<br />
Kaya ile konuştu.<br />
DİZİDERGİ<br />
DİZİFUN<br />
Yaz aşkları, yaz dizileri Nergiz’den<br />
sorulur. İşte o liste.<br />
EDITO<br />
Her yaz Temmuz ile Ağustos’u beraber<br />
çıkarıp tatilin dibine vuruyoruz. Eskiden<br />
bu mantıklıydı çünkü ne yabancı<br />
ne de yerli filmler yazın vizyona çıkmazdı.<br />
Sinemalar neredeyse yazın kapılarına kilit<br />
vururdu. Şimdi ise özellikle blockbuster<br />
filmler salonlara akın etti. Baksanıza iki<br />
ayda 10’dan fazla büyük film vizyona giriyor.<br />
Temmuz, Ağustos’ta Türk filmleri de yerinde<br />
saymıyor bu sefer. Tamam elit yönetmenlerin<br />
filmleri hala ortalarda yok ama<br />
özellikle festival filmleri bu arada vizyon<br />
şansı buluyor. Neredeyse her hafta ikişer<br />
Türk filmi vizyonda olacak bu yaz. Ama ne<br />
yapalım bizim de bir deniz aşkımız var. Böyle<br />
olunca bu aylık röportajları geriye attık ve<br />
sayfalarımızı bu büyük gişeli filmlere açtık.<br />
Özel köşeler dışında tamamıyla dosyalardan<br />
oluşan dergimiz yine de 90 sayfayı aştı. Biz<br />
de sizin gibi sorumluluk duymadan salonları<br />
dolduracağız. Röportajlarımız ise Eylül’den<br />
itibaren devam edecek. Aramıza yeni katılan<br />
Ezgi Tanır hem gençliği ve enerjisi ile hem de<br />
usta işi röportajlarıyla bizimle beraber olacak.<br />
Kısacası <strong>Cinedergi</strong>’de yenilik ve yeni yüzler<br />
bitmez. Türkiye’nen tek popüler<br />
sinema dergisi yola<br />
devam ediyor.
PEK YAKINDA<br />
Yönetmen: Matthew Vaughn<br />
Oyuncular: Taron Egerton,<br />
Mark Strong, Colin Firth<br />
Konu: 2014 yılında gösterime<br />
giren Kingsman: Gizli Servis<br />
aksiyon-macera ve komedi<br />
dalındaki başarılı çıkışına<br />
bir yenisini daha ekliyor. Asi<br />
genç Eggsy olarak ilk filmde<br />
karşımıza çıkan Taron Egerton<br />
ve karizmatik centilmen ajan<br />
Harry olarak tanıdığımız Colin<br />
Firth’ü tekrar geri döndüren<br />
filmde ajanların teknoloji<br />
uzmanı Ginger rolünde Halle<br />
Berry eşlik ederken, Pedro<br />
Pascal Jack adında bir ajan,<br />
filmin kötü karakteri Poppy<br />
de ödüllü oyuncu Julianne<br />
Moore olacak. Channing<br />
Tatum devlet için çalışan<br />
gizli bir ajanı ve Jeff Bridges<br />
de ajanların yeni lideri olan<br />
Champagne adında bir karakteri<br />
canlandırıyor.
FIRST KILL<br />
Yönetmen: Steven C.<br />
Miller<br />
Oyuncular: Bruce Willis,<br />
Hayden Christensen,<br />
Magi Avila<br />
Konu: Başarılı Wall<br />
Street brokerı olan<br />
Will, oğlu Danny ile<br />
bağlarını yeniden<br />
sağlamlaştırabilmek için<br />
ailesini büyüdüğü yerdeki<br />
bir kabine tatile götürür.<br />
Will ve Danny avlanmaya<br />
çıktıkları sırada ise ters<br />
giden bir banka soygunu<br />
sonucu yozlaşmış bir<br />
polis memurunun öldürülmesine<br />
tanık olurlar.<br />
iÇERDE<br />
Yönetmen: Miguel<br />
Angel Vivas<br />
Oyuncular: Rachel<br />
Nichols, Laura Harring,<br />
Craig Stevens<br />
Konu: Hamileliğin<br />
üçüncü<br />
aşamasındaki bir<br />
kadın, doğmamış<br />
çocuğuna takıntılı<br />
bir yabancı<br />
tarafından takip<br />
edilmektedir. Bu<br />
kadının saplantısı<br />
kadını zorlu günlerle<br />
karşı karşıya<br />
bırakacaktır...<br />
Yönetmenliğini<br />
Miguel Ángel<br />
Vivas’ın üstlendiği<br />
filmin başrollerini<br />
Rachel Nichols,<br />
Laura Harring,<br />
üstleniyor.<br />
RENEGADES<br />
Yönetmen: Steven<br />
Quale<br />
Oyuncular: J.K.<br />
Simmons, Sullivan<br />
Stapleton, Ewen<br />
Bremner<br />
Konu: ABD<br />
donanmasının özel<br />
kuvvetlerinden<br />
oluşan bir ekip, bir<br />
Boşnak gölünün<br />
altında hazine<br />
keşfeder. Steven<br />
Quale’nin yönettiği,<br />
Luc Besson ve<br />
Richard Wenk’in<br />
yazdığı Fransız-<br />
Amerikan aksiyon<br />
aksiyon filminin<br />
başrollerinde Sullivan<br />
Stapleton, J.K.<br />
Simmons ve Charlie<br />
Bewley yer alıyor.
PEK YAKINDA<br />
EMOJi FILMi<br />
Yönetmen: Tony Leondis<br />
Oyuncular: T.J. Miller, James Corden, Ilana Glazer<br />
Konu: Telefon kullanıcılarının bildiği bütün emojiler mesajlaşma uygulaması<br />
olan Textopolis’te yaşamaktadır. Telefonun kullanıcısı tarafından seçilecekleri<br />
zamanı bekleyerek zaman geçiren emojilerin hepsinin tek bir yüz ifadesi<br />
vardır ve bu ifadeyi değiştiremezler. Ancak Gene filtresiz doğmuştur ve<br />
birden fazla yüz ifadesi sergilemektedir. Diğer emojiler gibi “normal” olmak<br />
isteyen Gene çözüm yolu bulabilmek için en yakın arkadaşı emoji Hi-5 ve<br />
usta kod kırıcı emoji Jailbreak ile güçlerini birleştirir. Gene’i düzeltmek için<br />
aplikasyondan aplikasyona bir yolculuk başlar.
EJDERiN DOGUSU<br />
Yönetmen: George Nolfi<br />
Oyuncular: Billy Magnussen,<br />
Ron Yuan, Xing Jing<br />
Konu: 1960’lı yılların San<br />
Francisco’sunu kendine<br />
fon yapan Ejder’in<br />
doğuşu, Bruce Lee’nin<br />
şöhret olduğu klasik filmleri,<br />
modern bir anlatımla<br />
ele alıyor. Film ilhamını<br />
efsanenin doğuşunu<br />
sağlayan Bruce Lee ve<br />
kung fu ustası Wong Jack<br />
Man arasındaki destansı<br />
ve halen tartışmalı olan<br />
güç gösterisinden alıyor.<br />
BARRY SEAL:<br />
KAÇAKÇI<br />
Yönetmen: Doug<br />
Liman<br />
Oyuncular: Tom<br />
Cruise, Sarah<br />
Wright, Domhnall<br />
Gleeson<br />
Konu: CIA<br />
için 1980’lerde<br />
güneyde<br />
bir uyuşturucu<br />
kuryesi olarak<br />
çalışan bir pilot<br />
olan Barry Seal’i<br />
anlatıyor. Filmin<br />
yönetmenliğini<br />
Doug Liman<br />
üstlenirken,<br />
başrolleirnde<br />
ise Tom Cruise,<br />
Domhnall Gleeson<br />
ve Jesse<br />
Plemons yer<br />
alıyor.<br />
SUiKASTÇI<br />
Yönetmen: Michael<br />
Cuesta<br />
Oyuncular: Dylan<br />
O’Brien, Michael Keaton,<br />
Sanaa Lathan<br />
Konu: Mitch Rapp<br />
Amerikalı genç<br />
bir adamdır ve<br />
hayatından çok<br />
memnundur. Kız<br />
arkadaşı Katrina’ya<br />
evlenme teklif ettiği<br />
gün ise her şey<br />
değişir. Bir grup<br />
terörist bulundukları<br />
yere silahlı saldırıda<br />
bulunur ve Katrina<br />
hayatını kaybeder.<br />
Mitch ise intikam<br />
yemini etmiştir ve<br />
saldırıyı düzenleyen<br />
adamı yok edene kadar<br />
durmayacaktır...
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
SAVAŞI HAFiFE ALAN, SAVAŞ KARŞITI<br />
n En iyi savaş filmleri aslında savaş<br />
karşıtı olan filmlerdir. Apocaliypse Now,<br />
Platoon, Hamburger Tepesi ve birçokları<br />
savaşın acılarını ve insan üzerindeki<br />
tahribatını anlatır. Özellikle sıradan<br />
insanın savaş anında geçirdiği değişim<br />
ve ne kadar insanlıktan uzaklaşabileceği<br />
bu filmlerin odağındadır. Aklı başında hiç<br />
kimse savaş taraftarı olamaz tabii. Bu<br />
gerçekle birleştiğinde savaş karşıtı filmlerin<br />
etkisi çok daha artar. Ortada böyle bir gerçek<br />
varken demokrat bir duruş sergilemek isteyen<br />
sinemacıların bu fikirleri kullanması doğaldır.<br />
Özellikle günümüzde neredeyse yeni bir Haçlı<br />
Seferleri dönemi yaşayan dünyamızda bu tür<br />
anlatımlara ihtiyaç var. Evet ihtiyaç var ama<br />
bunların düzgün çekilmesi lazım. Bu hafta<br />
vizyona giren Mine (Kimlik) güya savaş karşıtı<br />
bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Amerikan<br />
Deniz Kuvvetleri’nin Kuzey Afrika’daki<br />
bir biriminde keskin nişancı olan Mike Stevens,<br />
başarısız olunan bir suikast girişiminin<br />
ardından arkadaşıyla birlikte olay yerinden<br />
kaçarken kara mayınıyla kaplı bir bölgeye girer.<br />
Arkadaşı dikkatsizliği sonucu ölürken Mike<br />
da bir mayına bastığını son anda fark eder.<br />
Ayağını kaldırması halinde havaya uçacaktır<br />
ve kendisine destek verebilecek en yakın<br />
birliğin gelmesine 52 saat vardır. Mike tüm<br />
yeteneklerini, fiziksel ve zihinsel dayanıklılığını<br />
ortaya koymak, çölün zorlu koşullarında ayakta<br />
kalmak zorundadır. Böyle bir hikayeden<br />
neler bekleriz mayınların çaldığı hayatlar, o<br />
mayınları oraya koyulmasına sebep olan silah<br />
tüccarlarının etkisi, kendi vatanını korumak<br />
için mayın kullanan insanların aslında kendi<br />
toplumlarının göbeğine patlayıcı döşemelerinin<br />
trajedisi gibi bir dizi konu anlatılabilir. Ama<br />
yönetmenler bunların hepsini es geçmiş ve bir<br />
askerin yaşadığı kişisel dramları anlatmışlar.<br />
Mike ayağını mayına bastığı andan itibaren<br />
tamamıyla özel hayatındaki dramlara<br />
odaklanıyor. Karşısına çıkan bir berberi ile<br />
konuşurken ve yalnız kaldığında yaşadığı git<br />
geller anında babasının alkolik olmasını, an-<br />
nesini ve kendisini dövdüğünü, sonra annesinin<br />
kanserden öldüğünü öğreniyoruz. Bir bar kavgası<br />
sırasında tanıştığı garson kıza aşık oluşunu sonra<br />
da onu terk edişine tanık oluyoruz. Yani bunlar<br />
olmasa bizim Mike askere gelmeyecek, o mayına<br />
basmayacak. Bütün dert bu. Mike gibi milyonlarca<br />
insan askere özel trajedileri yüzünden mi<br />
gidiyorlar? Veya telsizden kuru bir sesin emrine<br />
uyup erkekleri, kadınları, çoluk çocuğu kurşunlarla<br />
bu şanssız geçmişleri yüzünden mi öldürüyorlar?<br />
Hiç mi toplum psikolojisinin, ırkçılığın,<br />
düzenbaz politikacıların, dinsel nefretin etkisi
BIR FiLM<br />
yok bu yaşananlarda. Bütün bunlar varken<br />
filmin yönetmeni olan Fabio Resinaro ve Fabio<br />
Guaglione niye görmezden gelir bu gerçekleri.<br />
Hele bir Berberi karakteri var ki filmde<br />
neden var anlamak mümkün değil. Sürekli<br />
sonu olmayan saçma diyaloglarla film devam<br />
ediyor. Bu Berberi daha önce mayın toplayıp<br />
satarmış ama günün birinde bir mayına basıp<br />
ayağını kaybetmiş aynı zamanda küçük kızı<br />
da ölmüş. Şimdi bu Berberi karakteri ne anlama<br />
geliyor senaryo içinde? Bu adam mayın<br />
toplayıp sattığı için bu çirkinliğin bir parçası<br />
mı? Kızını ve ayağını kaybedip bu günahın bedelini<br />
mi ödedi? Sürekli Mike’a özgür ol diyor,<br />
Berberi’nin anlamı özgür adam demektir diye de<br />
ekliyor. Peki Berberi Mike’a özgürleşmesi için ne<br />
sunuyor. Yönetmenler bu Berberi karakter, gece<br />
Mike’a saldıran vahşi köpeklerle bir takım metaforlar<br />
yaratmaya çalışıyor ama söylediğini adam<br />
gibi söylemediği için bu metaforlar da bir yere<br />
bağlanamadan metafor olarak kalıyorlar. Yani<br />
yapmacık bir anlatım. Film çekimleri ve müzikleri<br />
ile albenisi olan ama içi boş bir yapım.
CINEKRiTiK<br />
BANU BOZDEMİR<br />
ARABA SEVDASI!<br />
n Arabalar / Cars 2007 yılında Pixar<br />
imzasıyla hayatımıza girdiğinde tam<br />
anlamıyla arabaların dünyasıyla<br />
kuşatılmak fikri çok hoş gelmişti. İnsansız<br />
hava sahası, irili ufaklı birçok arabanın<br />
dünyasıyla kuşatılmış, tarla süren traktörlerin<br />
ruhlarından süzülen tozlar bizi epey<br />
sarıp sarmalamıştı. Filmin kahramanı<br />
Şimşek McQuenn o zamanlar genç,<br />
hırslı, isyankar ve başarıya ulaştıkça egosu<br />
şişen bir araba yarışçısıydı. İkincisinde (2011)<br />
Disney’le ortaklığa soyunan ve ilkindeki büyük<br />
küçük demeden yarattığı kapsayıcı ruhu<br />
kaybettiğini söyleyebiliriz Pixar’ın. Hikayenin<br />
geri planda kaldığı, görsel anlatımın tavan<br />
yaptığı ikinci hikayede Walt Disney’in ağırlığı<br />
su götürmez bir gerçekti ve Arabalar macerası<br />
burada bitti dedirtmişti bize.<br />
Altı yıl sonra tekrar üçüncü filmle sahalara<br />
dönen Arabalar yönetmen Brian Free’nin ellerinde<br />
bir çeşit yap boza dönüşüyor. Gerçi<br />
her daim imaj çalışmalarıyla hatırladığımız<br />
McQuenn yine yenileniyor, allanıyor pullanıyor<br />
ama sahalara nen son model arabalarla pek<br />
baş edemiyor. Evet üçüncünün konusu bu! Sahalara<br />
fişek gibi inen bu genç arabalar özellikle<br />
de Jackson Storm Şimşek McQueen’i hafiften<br />
sallıyor. Film de emektar Mater de var yeni<br />
araba gelişim uzmanı desek yanlış olmaz Cruz<br />
Ramirez de…<br />
Bu genç bayan arabaları sahada değil de<br />
kapalı bir alanda, bilgisayar başında çalıştırıp<br />
gazlayan biri. Ritm, dans ve gaz! Güçten<br />
düşen ve buna bir çıkış arayan Şimşek’in de<br />
Cruz Ramirez’le çalışma deneyimi oluyor ama<br />
biraz çalışmaktan soğutacak cinsten!<br />
Film anlaşılan eskiyle yeniyi harmanlayarak bir<br />
yandan genç, bir yandan da deneyimli izleyici<br />
kitlesine hitap etmeyi amaçlıyor. Bilgisayar<br />
karşısında pratikten uzaklaşan yeni nesile<br />
karşılık, hayatta her şeyin pratik bir karşılığı<br />
olduğunu savunan eski kuşak öngörüsü. Bu iki<br />
duyguyu iyi harmanladığını düşünüyorum filmin.<br />
Özellikle Şimşek’in Cruz Ramirez’le sahilde<br />
giriştiği yarış pratiği filmin ana fikri üzerinde<br />
gayet iyi patinaj (olumlu anlamda) yaptı diyebilirim.<br />
Merhum Hudson Hurnet’in ruhuyla gazladığı film<br />
özünde bir yarış filmi. Ama her filminde dayanışma<br />
ruhu, birbirine zıt ya da ters düşen tarafların<br />
sonrasında uzlaşı çabaları, jestler, havada uçuşan<br />
sesler vs… Filmin tacını genç Cruz Ramirez’e<br />
devretmesi muhtemel olan Şimşek McQeen,<br />
merhum Hudson Hurnet gibi sahaların gerisine<br />
mi düşecek? Tabii bunlar serinin devamı gelirse<br />
diye düşündüğüm şeyler. Ama konu sıkıntısı<br />
yaşandığı, evirip çevirip yarışmak teması üzerinden<br />
öğretilerin yapıldığı bir film daha ne kadar<br />
ilerler bilemiyorum. İkinci filmde bir anda Mater’i<br />
ana aktörlüğe ittiren seriden, başka karakterler
üzerinden hikayeler gelebilir. Ama Mater kısmı çok<br />
tutmamıştı onu da söyleyelim. Onu bastırmak için<br />
film aksiyonu kurtarıcı olarak seçmişti. Dediğim<br />
gibi devam filminde Cruz Ramirez yeni yıldız olabilir,<br />
bizim Şimşek de onu uzaktan veya yakından<br />
yerel metotlarla destekleyen bir usta!<br />
Filmi basın gösteriminde kaçırdığım için bugün<br />
bir çocuk güruhu ile izledim filmi. İzlenimim<br />
on yaşın altındaki çocukların çok fazla ilgisini<br />
çekmediği oldu. Ama on yaş üstündekiler de bir<br />
hayli sevdi gibi geldi bana. Bunu yaş konusunda<br />
kafası karışık ebeveynler için belki yardımcı olur<br />
diye ekledim. Salonda büyüklerin olmaması da<br />
şaşırtıcıydı. Sonuçta filmin büyükleri çocukluk<br />
günlerine, arabaları konuşturup yarıştırdıkları<br />
günlere götürmek gibi bir amacı olduğu da<br />
aşikar. O yüzden salonların dışında kalıp<br />
çocuklarını beklemek yerine güzel bir nostalji<br />
hikayesinin içine düşebilirler!<br />
Pixar’ın zaman zaman gerçekçi olmaya, hatta<br />
animasyonu animasyondan uzaklaştırmaya<br />
çalışan tarzı burada da devam ediyor. Özelikle<br />
genel planlarda gerçekliğe fazlaca abanıyor.<br />
Aslında animasyonun sınırsız dünyasının<br />
detaylarına yoğunlaşsa çoluk çocuk daha da<br />
keyif alabilir. Sonuçta animasyonları karşımızda<br />
uçsuz bucaksız gerçek dünyadan kopuk bir öykü<br />
görmek için tercih ediyoruz…
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
KiMLiKSiZ BiR SiNEMA ÖRNEĞi<br />
n ESinema her ülkenin kendi rengini<br />
ifade ettiği, önemli bir sanat-eğlence dalı.<br />
İster iyi ister kötü bir örnek olsun Güney<br />
Kore filmleri ile Hint filmleri arasındaki<br />
fark çok belirgindir. Aynı şey İngiliz filmleri<br />
ile Fransız filmleri için de geçerlidir.<br />
Bunlara Kuzey ülkeleri, İtalya ve İspanya<br />
sinemasını da katabiliriz. Kısacası hepsinin<br />
bir öyküyü anlatış şekli, oyunculuk<br />
dili, yönetmenlerinin geldikleri kültürden çıkan<br />
kendilerine has yolları vardır. Bu sinemayı<br />
zenginleştiren en önemli olgu. Üretim açısından<br />
böyleyken izleyici tarafına geçtiğimizde dünya<br />
genelinde Hollywood sineması en fazla<br />
tüketilen sinema endüstrisi. ABD’nin teknolojisi ,<br />
ekonomik gücü ve Hollywood’un tam anlamıyla<br />
bir endüstri olması üretilen filmlerin daha çok<br />
eğlence ve tüketim amaçlı çekilmesine sebep<br />
oluyor. Kabul etmeliyiz ki kapitalizmin bunda<br />
çok payı var. Kapitalizm herşeyde olduğu gibi<br />
sinemada da tek bir ses olmasını ister. Herkesin<br />
anladığı belirli bir çizgide zevk alacağı,<br />
cebindeki parayı vereceği bir yapı. Bu yol ne<br />
yazık ki ülkelerin kendi renklerinin yok olmasına<br />
sebep oluyor. Üstelik ABD dışındaki ülkeler bu<br />
başarıya ulaşmış yolu kendilerine göre tekrarlama<br />
tecrübesini ortaya koyduklarında bu hafta<br />
vizyona giren Katliam Günü gibi ipe sapa gelmez<br />
filmler ortaya çıkıyor. Bu İngiliz, Fransız<br />
ve bütün ülkelerin sinemasında da yaşanıyor.<br />
Ama Hollanda gibi görece olarak daha az<br />
örneklerini gördüğümüz bir sinemadan gelince<br />
bu tür bir film dikkat çekici oluyor tabii. Hep<br />
düşünmüşümdür, bunun sebebi gerçekten ülke<br />
sinemalarının bu tür filmleri para kazanmak için<br />
mi çektiği yoksa yıllardır Hollywood sinemasının<br />
hedefi olan yabancı sinemacıların artık doğal<br />
olarak bu tekilliği mi yarattığı? Bence her ikisi<br />
de geçerli. Özellikle genç yönetmenlerin filmlerinde<br />
bunları daha çok gözlemliyor olmamız<br />
ikinci şıkkın ağırlığını artırıyor. Mesela Katliam<br />
Günü filminin yönetmeni Nick Jongerius’a<br />
gelelim. Çok genç olmasa da 41 yaşındaki<br />
sinemacı işin yapımcılık kısmından yetişmiş bir<br />
isim. Katliam Günü ilk yönetmenlik denemesi.<br />
Filmin hikayesi de yönetmenliği de Hollywood B<br />
sınıfı filmlerinin bir benzeri. Üstelik oyuncu kadrosu<br />
da TV yıldızı isimlerden oluşuyor. Hepsinin<br />
oyunculuk performansı klişe ve özenti. Yönetmen<br />
sinema dili olarak o kadar kimliksiz ve taklit bir<br />
yöntem kullanıyor ki bunu öyküdeki bazı sıfatları<br />
kullanarak geçiştirmeye çalışıyor. Mesela öykünün<br />
merkezindeki kötücül ev bir değirmen oluyor.<br />
Ruhunu şeytana vermiş olan karanlık karakter<br />
ise değirmenci. Sanki o değirmeni oraya koyarak<br />
film bir Hollanda filmi oluyor. İlgisi yok tabii ki.
Bu anlamda baktığımızda entelektüellerimizin<br />
dalga geçtiği bizim korku filmlerimizin çok daha<br />
kişilikli yapımlar olduğunu söylemeliyim. İyisiyle<br />
kötüsüyle kesinlikle Hollywood çalması yapımlar<br />
değil bizim korkularımız. Halbuki Katliam Günü-<br />
The Windmill Massacre isminden de anlaşılacağı<br />
gibi The Texas Chain Saw Massacre gibi ünlü<br />
bir serinin biraz değiştirilmişi. Konusunu kısaca<br />
anlatalım, Jennifer geçmişinden kurtulmaya<br />
çalışan bir kızdır. Bir gün Amsterdam’ın efsanevi<br />
yel değirmenlerini izlemek için tura katılır. Fakat<br />
otobüsün ıssız bir yerde kaza yapması sonucu<br />
Jennifer ve diğer yolcular sığınacak bir yer bulmak<br />
zorunda kalırlar. Terk edilmiş bir yel değirmenine<br />
sığınırlar. Yolcular teker teker kaybolmaya<br />
başladıklarında, Jennifer hepsinin ortak kaderi ve<br />
sırrı olduğunu fark edecektir. Yazdığım gibi filmi<br />
hiç beğenmedim ama özellikle finali artık yeter<br />
dedirtti. Yani bu saçma finalle filmin daha devam<br />
bölümlerinin geleceğini de müjdeliyor bize yönetmen.<br />
Ne diyeyim, müjdeler olsun.
CINEKRiTiK<br />
FIRAT SAYICI<br />
ÇIRAK OLMAK, USTALIK iSTER!<br />
n Cannes’daki gösteriminde 8 dakika<br />
boyunca ayakta alkışlandığı söylenen<br />
“Çırak”, genele hitap etmese de, kalbur<br />
üstü seyircinin sinema keyfini cilalayacak.<br />
Film ülkemizde 14 Temmuz’da vizyona<br />
giriyor. Filmin kısaca konusu şöyle... 28<br />
yaşındaki Singapurlu gardiyan Aiman,<br />
yaşadığı bölgenin en büyük hapishanesine<br />
tayin olmuştur. Aiman kariyerinde<br />
yükselmek istemektedir. Hapishanede idamları<br />
gerçekleştiren 65 yaşındaki amir Rahim Soon<br />
ile yakınlaşmaya başlar. Aiman’ın iş etiğinden<br />
etkilenen Rahim, onu çırağı olarak yanına<br />
alır. Aiman, Rahim’in güvenini<br />
kazandıkça amacına daha<br />
çok yaklaşmaktadır, zira Rahim,<br />
Aiman’ın babasını idam<br />
eden celladın ta kendisidir.<br />
Boo Junfeng’in yazıp yönettiği<br />
başarılı yapımda Firdaus Rahman,<br />
Wan Hanafi Su, Mastura<br />
Ahmad ve Boon Pin Koh rol<br />
alıyor. Farklı filmlerin peşinde<br />
koşan seyirciler için biçilmiş kaftan<br />
olarak tanımlayabileceğim<br />
“Çırak”, özellikle de<br />
başrollerdeki Aiman’ı<br />
canlandıran Firdaus Rahman<br />
ve Rahim’i canlandıran Wan<br />
Hanafi Su’nun performanslarıyla<br />
göz dolduruyor. İkisinin uyumu<br />
filmin içine sizi girdap gibi<br />
çekerken, yan yana geldikleri<br />
her an ‘gerçeklik’ ile sınanıyorsunuz. Tabii,<br />
bu başarıda yönetmenin katkısı çok büyük.<br />
Çoğuna sıradan gelebilecek bir hikayeyi muazzama<br />
yakın bir hazla beyazperdeye taşıyor,<br />
Boo Junfeng. Hem yazarken, hem çekerken<br />
yaptığı işin ciddiyetini özümsemiş kesinlikle.<br />
Yönetmen Boo Junfeng’in çok köklü bir sinema<br />
geçmişi olmamasına rağmen, sinemadan<br />
anlayan, bilinçli seyirciyi yeterince tatmin edecek<br />
duyulara ve yetkinliğe sahip olduğunu<br />
söylemek yanlış olmaz. Önceden çektiği birkaç<br />
filmi izleyip, yeni filmlerini ise merakla bekliyor<br />
olacağım. Hem minimalist hem de konvansiyonel<br />
sinemanın öğelerini iç içe geçiren yapım<br />
ağırlıklı olarak karanlık hapishane ortamında<br />
geçmekte. Loş ışıklandırma, koyu kıyafetler, ağır<br />
hareketler kasvetli ortamın içine çekiveriyor sizi.<br />
Film boyunca adalet ve ölüm kavramını sürekli<br />
düşünmeniz isteniyor. İdam edilmek için sırasını<br />
bekleyen bir mahkumdan farkınız kalmıyor bir<br />
süre sonra. Ancak filmin en büyük çabası, yavaş<br />
yavaş bir cellada dönüşen sessiz sakin, ağırbaşlı<br />
Aiman’ın ruh halinizi anlamanızı sağlamak. Aiman,<br />
idam mahkumlarına son anda iyilikler yapmaya<br />
çabalıyor. Mahkumların sevdikleriyle son kez<br />
görüşmelerini sağlıyor. Ailelerinin yanına gidip<br />
mahkumlara yeni ve güzel elbiseler getiriyor.<br />
Onları hiç giyemeyeceklerini bile bile. Aiman,<br />
suçlu babasını zamanında Rahim’in idam ettiğini<br />
öğrendikten sonra bile -kendi iç dünyasında bunun<br />
ikilemini yaşasa bile Rahim’in karizmatik kişiliği ve<br />
adaletli bakış açısı sayesinde- Rahim’le olan kutsal<br />
ilişkisine zarar vermiyor. Çünkü Aiman, kayıp<br />
kimliğini -belki de baba yerine koymaya çalıştığı-<br />
Rahim ve mesleği üzerine kurmaya çalışıyor.<br />
Kendi ülkesindeki idam cezasına eleştirel bakış<br />
getirirken gurme seyirciye de mükemmel bir yapım<br />
sunan Junfeng’in takip ettiğiniz yönetmenler listenize<br />
girmesi dileklerimle, “Çırak”ı izleyin...
DİKKAT LUC BESSON<br />
ÇIKABİLİR<br />
Dram, aksiyon, bilim kurgu gibi farklı<br />
türlerde ortaya koyduğu filmler ile<br />
gönüllerde ayrı bir yeri olan Fransız<br />
yönetmen Luc Besson, önümüzdeki<br />
günlerde vizyona girecek “Valerian and<br />
the City of a Thousand Planets” ile yine<br />
adından söz ettireceğe benziyor.
EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />
n Dram, aksiyon, bilim<br />
kurgu gibi farklı türlerde<br />
ortaya koyduğu<br />
filmler ile gönüllerde<br />
ayrı bir yeri olan<br />
Fransız yönetmen Luc<br />
Besson, önümüzdeki<br />
günlerde vizyona girecek “Valerian and<br />
the City of a Thousand Planets” ile yine<br />
adından söz ettireceğe benziyor. Bilim<br />
kurgu – aksiyon türündeki yeni filmi vizyona<br />
girmeden önce yönetmenin dünden<br />
bugüne ortaya koyduğu işlerini bir<br />
hatırlayalım.<br />
1981 yılında kariyerine L’avant dernier<br />
adlı kısa filmle başlayan vizyoner yönetmen<br />
Besson, 1983 yılında ilk uzun<br />
metrajlı filmi Le dernier combat iel bilim<br />
kurguda ne denli başarılı olacağının<br />
sinyallerini vermişti bile. Post apokaliptik<br />
bir dünyada yaşam savaşını anlattığı<br />
filmin senaryosu da bizzat kendisine aitti.<br />
1985 yılında kamera arkasına geçtiği<br />
“Subway” ile “En İyi Yabancı Dilde<br />
Film” dalında BAFTA’dan adaylık aldı.<br />
İleride Leon ile tüm dünya tarafından<br />
tanınacak olan aktör Jean Reno’nun<br />
kamera karşısına geçtiği ve Besson ile<br />
ilk işbirliği yaptığı “Le grand bleu” ile<br />
adını iyiden iyiye duyurmaya başlayan<br />
başarılı yönetmen 1990 yılında yine<br />
yazıp yönettiği aksiyon/gerilim Nikita ile<br />
geniş kitlelerce tanındı. Öyle ki Nikita<br />
daha sonra televizyon serisi haline bile<br />
dönüştürülecekti.<br />
Sene 1994 olduğunda ise başarılı yönetmen<br />
gerçek manada patladı. Jean Reno,<br />
Gary Oldman, zamanın çocuk oyuncusu<br />
Natalie Portman’ın kamera karşısına<br />
geçtiği “Leon” tüm sinema severlerin<br />
gönlünü fethetti dersek pek yanılmış<br />
olmam sanırım. Senaryosunu da kendi<br />
yazdığı film ailesi katledilen küçük bir kız<br />
ile ona bakmayı kendisine görev edinen<br />
bir suikastçının başlarından geçen
gerilim dolu hikayeyi anlatıyordu. Film<br />
tüm dünyada çok sevildi ayrıca Natalie<br />
Portman’ın oyunculuk adına ışığının fark<br />
edilmesini sağladı.<br />
3 yıl aradan sonra yine bilim kurgu<br />
sularına açılmaya karar veren Besson<br />
dönemin aranılan aksiyon yıldızı Bruce<br />
Willis ve henüz gençliğinin baharında<br />
güzeller güzeli Milla Jovovich ile<br />
çalışarak “The Fifth Element”i ortaya<br />
çıkardı. Hem hikaye örgüsü açısından<br />
hem Besson’un bizzat vizyoner bakış<br />
açısını ortaya koyması açısından film<br />
oldukça başarılıydı. Willis ve Jovovich’in<br />
kimyasının da tuttuğu filmde oldukça renkli<br />
bir gelecek tasviri ortaya çıkmış bu da<br />
Besson’un bilim kurgudaki tonlarını ortaya<br />
koyuyordu. Keza bahsettiğimiz gibi bu<br />
ay vizyona girecek yeni bilim kurgu filmi<br />
“Valerian” da fragmanlardan anlaşılacağı<br />
üzere “The Fifth Element” tonlarına hakim.<br />
Ancak yine fragmanlardan anlaşılacağı<br />
üzere Besson bilim kurgudaki vizyoner<br />
bakış açısını daha da geliştirmiş, farklı bir<br />
boyuta taşımış gibi görünüyor.<br />
1999 yılında Besson bir biyografi çekiyor<br />
ve yine Milla Jovovich ile çalışıyordu.<br />
Jeanne D’Arc’ın hikayesini beyazperdeye<br />
aktaran yönetmen Jovovoich’in da<br />
daha geniş kesimlerce tanınmasına katkı<br />
sağlamış oluyordu. 2004 yılına kadar<br />
sessizliğe bürünen yönetmen bu sıralarda<br />
yapımcı ve senarist kimliği ile yeni işlere<br />
imza atmaya devam ediyordu. 2004 yılında<br />
dünyaca ünlü yıldız Madonna’nın Love<br />
Profusion klibini yöneten usta yönetmen<br />
2005 yılında Angel-A ile dönüyordu.<br />
Jamel Debbouze ve Rie Rasmussen<br />
tuhaf ama bir o kadar ilginç kimyası<br />
ile karşılaştığımız film Luc Besson’un<br />
filmografisinde çok farklı bir yerde duruyordu.<br />
Andre adındaki dolandırıcı ve<br />
hayatı tam çıkmaza girmişken ona adeta<br />
yardım meleği olarak ortaya çıkan Angela<br />
arasındaki hikayeye odaklanan film merak<br />
uyandıran fantastik yapısıyla da dikkat<br />
çekiyordu.
2006 yılına gelindiğinde animasyon<br />
türüne de el atan Besson önce Arthur<br />
and the Invisibles’ı çekmiş ardından<br />
2009’da devam filmi Arthur and the Revenge<br />
of Maltazard ile devam etmişti.<br />
Animasyon türünde pek ses getirmeyen<br />
bu yapımlardan sonra Luc Besson, 2010<br />
yılında yine fantastik bir macera ile kamera<br />
karşımıza çıkıyordu: “The Extraordinary<br />
Adventures of Adèle Blanc-Sec”.<br />
Film 1900’lerin başında Adele adında<br />
gözü pek bir gazetecinin yaşadığı fantastik<br />
olayları konu ediniyordu. Besson’un<br />
tarzını hissettiren ve fantastik film izleyicilerini<br />
tatmin eden yapımdan sona<br />
animasyondaki ısrarını sürdüren yönetmen<br />
Arthur serisine devam ediyor ve<br />
üçüncü halka Arthur 3: İki Dünyanın<br />
Savaşı’nı çekiyordu. Ardından sert bir<br />
dönüş yapan Besson biyografik dram<br />
“The Lady” için kamera arkasına geçti.<br />
Luc Besson açısından çekim süreci<br />
oldukça sıkıntılı olan film hayati tehlikeye<br />
yol açabileceğinden gizli bir şekilde<br />
gerçekleştirildi. Burma’nın muhalif<br />
liderinin yaşadığı zorlu süreci anlatan<br />
filmin senaryosu ise Rebecca Frayn’a aitti.<br />
2013 yılında Robert De Niro’lu, Michelle<br />
Pfeiffer’lı komedi suç filmi “The Family”<br />
karışık eleştiriler aldı. Eğlenceli bir seyirlik<br />
olan “The Family” belli ki yönetmenin<br />
keyfi bir projesiydi ve eleştirilerin nedeni<br />
büyük oranda yönetmenden beklentinin<br />
daha farklı olması olabilir. Ancak iyi<br />
vakit geçirmek için “The Family” keyifli<br />
seyirliğin yanı sıra yönetmenin filmografisi<br />
açısından da gayet yerinde bir<br />
projeydi.<br />
2014 yılında bilim kurgu sularına yeniden<br />
açılan Besson, Scarlett Johansson’lı ve<br />
Morgan Freeman’lı “Lucy” ile dönüyordu.<br />
Filmde bir insan beyin kapasitesinin<br />
sadece %10’unu kullanabilirken şayet<br />
hepsini kullanabilse neler olurdu üzerinden<br />
eğlenceli ve aksiyon dolu bir hikaye<br />
anlatılıyordu. Bilim kurguda kendi tarzını<br />
oluşturmuş olan usta yönetmen 3 yıllık<br />
bir aradan sonra yine aynı tarzda “Valerian”<br />
ile dönüyor. Fragmanları yayınlanan<br />
ve gerek tonları gerek hikayesi ve gerekse<br />
ilginç karakterleri barındırdığı görülen<br />
film Besson’un “The Fifth Element”<br />
tonlarına daha da fazlasını ekleyerek<br />
ortaya çıkardığı bir film olarak görülebilir.<br />
Günümüzün genç yetenekleri Cara Delevingne<br />
ve Dane DeHaan gibi isimlerin<br />
yanı sıra Ethan Hawke, Clive Owen,<br />
John Goodman gibi emektar isimler<br />
filmde buluşuyor. Laureline ve Valerian<br />
adlı iki görevlinin şehri ve tüm evrenin<br />
geleceğini tehdit eden karanlık bir gece<br />
karşı verdiği aksiyon dolu macerayı konu<br />
ediniyor. Pierre Christin ve Jean-Claude<br />
Mézières’in çizgi romanından uyarlanan<br />
filmin senaryosu ise bizzat Besson’a ait.<br />
Farklı tarzlarda filmlere imza atan ama<br />
özellikle bilim kurguda kendine has bir<br />
çizgisi olan Besson hayranlarını yine<br />
mest edecek gibi görünüyor. “Valerian<br />
and the City of a Thousand Planets” 27<br />
Temmuz’da seyircisi ile buluşacak.
SİNEMALARIMIZ,<br />
SİNEMACILARIMIZ,<br />
SİNEMA<br />
YAZARLARIMIZ<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
SUSMAYAN KÖŞE<br />
Murat Tolga Şen,<br />
herkesin merak ettiği,<br />
sormaktan çekindiği ve<br />
cevabını bildiği soruları<br />
soruyor; ne olacak bütün<br />
bunlar, bütün bunlar<br />
ne olacak?<br />
Tolga Karaçelik (Gişe Memuru –<br />
Sarmaşık), Emin Alper (Tepenin<br />
Ardı – Abluka) ve Ceylan Özçelik’in<br />
(Kaygı) film projelerinin bakanlıktan<br />
yapım desteği almaya layık görülmemiş<br />
olması…<br />
Daha da fenası; gazeteci, yazar, siyasetçi<br />
derken hapse atılmamış, soruşturmaya<br />
uğramamış, o ya da bu şekilde<br />
susturulmamış (ya da susturulmaya<br />
çalışılmamış) aydını kalmayan bir ülkede<br />
sinemacıların hala “filmimi çekmem için<br />
para ver” diyerek devlet kapısından medet<br />
umması…<br />
Aynı sinemacıların o parayla film çekip<br />
yine bakanlık ve iktidar belediyelerinin ortak<br />
organizasyonu olan festivallerde ödül<br />
kazandıktan sonra podyuma çıkıp protestonun<br />
Allah’ını yapmaları… Alkışlarla<br />
yaşamanın her şeyden tatlı olması…<br />
TRT TV Filmleri projelerinin festival<br />
yarışma seçkilerine dâhil edilmesi, üstüne<br />
ödüllendirilmesi…<br />
Filmografileri 3 filmden ibaret ve sonuncusunu<br />
da tam 8 yıl önce çekmiş olan,<br />
o tarihten bu yana TV’ye ucuz diziler<br />
çekmekten başka bir şey yapmayan iki biraderin<br />
ülkenin en önemli film festivalinin<br />
jüri başkanlığına getirilmeleri…<br />
Film festivallerinin yapılmasına 1 hafta<br />
kala terör bahane edilerek iptal edilmesi,<br />
iptal edilen festival aynı takvim yılında<br />
yapılmadığı halde yapanların bunu “erteleme”<br />
diyerek yutturmaya çalışmaları…<br />
Bütün film festivallerimizin birbirine benzemesi,<br />
hepsinde aynı filmlerin gösterilmesi<br />
ve yarışması, hepsine neredeyse aynı<br />
insanların direktörlük vs. yapmaları…<br />
Yine bu festivallerde basın mensuplarının,<br />
film ekipleriyle özellikle ayrı otellerde<br />
konaklatılıyor oluşu ve sonra da organizasyonun,<br />
“kimse haber ya da röportaj<br />
yapmadı” diye hayıflanması…<br />
Amasya’nın Gümüşhacıköy kazasında<br />
yapılacak 1. Haşhaşlı Çörek Film<br />
Festivali’nde 300.000 TL ödül dağıtılacak<br />
olsa herkesin oraya koşacak olması,<br />
ülkemizde ödül prestiji olan bir tane bile<br />
festivalin olmaması…
Festivallerin “15 Temmuz’u sinema yoluyla anmak”<br />
için sıraya girmeleri ve buna yönelik zorlama<br />
fikirler üretmeleri…<br />
Bu dertli ülkenin, dertli sinemasını merceğe alan<br />
eleştirmenlerin vizyondaki filmleri eleştirip suya<br />
sabuna dokunmayan yazılar yazmaktan hiç de<br />
şikayetçi görünmüyor olmaları…<br />
Eleştirmenlerin, birkaçı hariç, eleştiriyle ilgili tüm<br />
fırsatlarını birkaç dandik gişe komedisini yerden<br />
yere vurarak harcamaları…<br />
Beyoğlu’nun ortasındaki sanat filmleri gösteren<br />
müstakil bir sinemanın yaşam savaşı vermesi ve<br />
atılan onca tweet’e rağmen, tweet sahipleri dahil<br />
hala kimsenin bu salona film izlemeye gitmemesi…<br />
Sosyal medyada herkesin sanat filmleri üzerine<br />
havalı paylaşımlar yapması ama bu filmlerin<br />
gişede 300-500 kişiye ancak bilet satabilmeleri…<br />
Türkiye’nin belki de en dandik serisi olan Recep<br />
İvedik filmlerinin gişe hasılatı en yüksek<br />
işler olması, bu hasılattan kesilen paraların<br />
sanat filmlerine dağıtılması yani Recep İvedik<br />
5 olmadığında Ahlat Ağacı’nın da kuruyacak<br />
olması…<br />
Kısa film çeken gençlerin neredeyse sünnet<br />
düğünlerine bile başvuracak kıvama gelmiş<br />
olmaları ama dandik organizasyonlarda sıkıntı<br />
olduğunda, overlok makinesi ayağına düşmüş<br />
gibi feryat figan etmeleri…<br />
PR’cıların kötü filmlere iddialı bültenler<br />
hazırlamaları ve bunların medyada 40 yerden<br />
servis edilmesi… Başka ülkede sinemada gösterilemeyecek<br />
kadar ucuz bir filmin, ülkenin en<br />
büyük gazetesinde “yılın korku filmi” diye haber<br />
yapılması…<br />
Birkaçı hariç film eleştirmenlerinin “film eleştirisi”<br />
yazarak para kazanamıyor ve geçinemiyor<br />
oluşu…<br />
Sinema yazarlarına yaptırılan paneller, programlar<br />
vs. sonrasında ödemenin teşekkürle<br />
yapılması… Sinema yazarının fotosentez<br />
yaparak yaşadığının sanılması…<br />
Televizyondaki sinema programlarının vizyon<br />
filmlerinin tanıtımından ibaret olması…<br />
Sinema biletinin pahalı, mısır ve meşubatın ise<br />
daha da pahalı olması ve her filmden önce 20<br />
dakika asla gidemeyeceğimiz otellerin reklamını<br />
izliyor olmamız (Maxx Royalll)…<br />
Salonları bunun da kesmiyor olması ve 10<br />
dakika arada bile sesi sonuna kadar açılmış<br />
kola reklamıyla seyircileri büfeye postalamaya<br />
çalışmaları…<br />
Yeni gişe sinemacılarının hala cin korkusu çekerek<br />
parayı kıracaklarını zannetmeleri ve gişeden<br />
hüsranla ayrılmaları…<br />
Son 10 yılda, bir tanesi Cem Yılmaz’la olmak<br />
üzere 14 filmde karşımıza çıkan Çetin Altay’ın<br />
hala seyredilecek iyi bir filmi olmaması…<br />
Kerem Akça’nın aslında duygusal biri olması…<br />
Sizce de bunların hepsi çok saçma değil mi?
BEYAZPERDEDE<br />
TEK KİŞİLİK<br />
ORDU OLAN<br />
KADINLAR<br />
DUYGU KOCABAYLIOĞLU<br />
n “Sinemada kadınlar<br />
yükseliyor efendim<br />
durduramıyoruz!”<br />
Durduramayın da<br />
zaten! Ulusal ya da uluslararası, hangi<br />
camiada olduğu da fark etmez, bilinçli bir<br />
kadın yükselişine her daim ihtiyacımız var.<br />
<strong>Cinedergi</strong>’de ikinci yazımda yine feminist<br />
bir konu bahtıma denk geldiği için ‘umarım<br />
azılı erkek düşmanlarından ilan edilmem’<br />
temennisi ile bu ay sonunda vizyona girecek<br />
Atomic Blonde eşliğinde, sinemada<br />
“tek kişilik ordu” lakabını hak etmiş kadın<br />
karakterlere değinmek istedik.<br />
Öncelikle, yıllandıkça şaraplaşan Charlize<br />
Theron’u baş rolüne taşıyan malum Atomic<br />
Blonde başlayalım. Esasen Antony Johnston<br />
ve Sam Hart imzası taşıyan 2012 tarihli<br />
“The Coldest City” adlı çizgiroman serisinden<br />
Kurt Johnstad senaryosu ile beyaz-
Bu ay sonunda vizyona<br />
girecek Atomic Blonde<br />
eşliğinde, sinemada “tek<br />
kişilik ordu” lakabını hak<br />
etmiş kadın karakterlere<br />
değinmek istedik.<br />
perdeye aktarılan Atomic Blonde’un<br />
yönetmen koltuğunda aktörlükten ve<br />
hatta dublörlükten gelen bir isim olan<br />
David Leitch oturuyor. “Karşımıza<br />
acaba nasıl bir kadın ajan aksiyonu<br />
çıkacak?” diye düşünerek fragmanları<br />
izlerken, yeterince dikkatli bir seyirciyseniz<br />
Theron’un canlandırdığı Lorraine<br />
Broughton karakterinin yakın<br />
dönemin ölüm makinesi John Wick’i<br />
ne kadar çok andırdığını fark edebilirsiniz.<br />
Amansız John Wick hayranları<br />
sıkı durun, yönetmen Leitch her iki<br />
JW filminde de yapımcılık ve yürütücü<br />
yapımcılık görevlerini üstlenen isim!<br />
Yani tek kişilik ölüm makinemiz, bu<br />
sefer JW kodlarını barındırarak kadınsal<br />
bir estetiğe bürünmüş halde karşımıza<br />
çıkacak! Servis edilen videoları izlerken,<br />
Theron’un 42’lik taş bebekliğine hayran<br />
olmamak elde değil ama “adam döven/<br />
biçen ortalığı darmaduman eden ve<br />
nihayetinde dünyayı kurtaran kadın<br />
ajanlar/kahramanlar hep mi seksi, hep<br />
mi bu kadar kusursuz biçimde göz alıcı<br />
olmalı?” diye sormaktan da kendimi<br />
alıkoyamadım. Bakalım cevabı aşağıdaki<br />
satırlar arasında bulabilecek<br />
miyiz?<br />
Yakın zamandan<br />
başlayarak geriye gidersek<br />
geçen ay ülkemizde<br />
de gösterime<br />
giren DC’nin başat<br />
iyileri temsil eden kadın<br />
kahramanı Wonder<br />
Woman’ı nihayet dört<br />
başı mağrur bir prodüksiyonla<br />
sinemada<br />
izledik. Gal Gadot’ın<br />
canlandırdığı Prenses Diana, kendi<br />
serisini şimdiden garanti altına almış<br />
biçimde I. Dünya Savaşı’na katılarak<br />
tek başına orduları devirebileceğini<br />
kanıtladı bile! E kadın hem Amazon,<br />
hem Zeus’un kızı olarak Tanrısal güçlere<br />
haiz; olsun o kadar.
Star Wars’un evveliyatını perdeye<br />
taşıyarak, tereddütte olan<br />
en sıkı hayranlarını bile tatmin<br />
etmeyi başaran Rogue One:<br />
Bir Star Wars Hikayesi’nin bu<br />
başarısının ardında yönetmen<br />
Gareth Edwards’ın efsaneye yaklaşımı<br />
kadar Felicity Jones’un canlandırdığı Jyn<br />
Erso karakterinin sağlamlığının payı olduğu<br />
muhakkak.<br />
Bir yeniden çevrim olan ve yine dişli<br />
bir Charlize Theron şiiri gibi akan 2015<br />
mahsulü Mad Max: Fury Road, Furiosa<br />
ile yükselişe geçmiş güçlü kadın karakterleri<br />
adeta şaha kaldırıyor, zulme karşı<br />
kadın başkaldırısını ve teslim olmamayı<br />
öğütlüyordu. Furiosa’nın, Ölümsüz Joe’nun<br />
kaç adamını hacamat ettiğini hatırlatmaya<br />
gerek var mı?<br />
Öte yandan her ne kadar modaları geçmiş<br />
olsa da 2000’lere damga vurmuş Ölümcül<br />
Deney ve Karanlıklar Ülkesi serilerinin Alice<br />
(Milla Jovovich) ve Selene (Kate Beckinsale)<br />
karakterleri en azından sağlam,<br />
yıkılmaz kadın savaşçı ya da tek kişilik<br />
ölüm/intikam makinesi olarak hatırlanmayı<br />
hak ediyorlar. Tabii yine lateksler, deriler<br />
içinde, yine son derece seksi…<br />
2000’lerin kadın savaşçı serisinde Angelina<br />
Jolie’li yine seksi bir uyarlama olan Lara<br />
Croft’u da atlamayalım. Gerçi ne yapımcılar<br />
ne seyirciler Angelina’nın Croft’u ile tatmin<br />
olmamalarına rağmen, 2005’te sevgili<br />
kocasını bile öldürmekten çekinmeyen Jane<br />
Smith’i (Bay ve Bayan<br />
Smith) , 2008’de<br />
Fox’u (Wanted),<br />
2010’da Ajan Salt’ı<br />
izlemek durumunda<br />
kaldık. Neyse ki<br />
Jolie, Salt ile kadın<br />
süper savaşçılarına<br />
noktayı koymuş gibi<br />
görünüyor.<br />
Dünyanın tüm<br />
yükünü sırtında<br />
taşıyıp, kötüleri<br />
haklayan bu kadın kahramanlarımız ne<br />
hikmetse ağırlıklı olarak bilimkurguaksiyon<br />
ve fantastik türleri arasında<br />
geziniyorlar.<br />
Zeki ve teknoloji<br />
meraklısı bir çocuğun<br />
sıradan annesiyken,<br />
bir gün ‘şartlar öyle<br />
gerektirdiği için’ hayattaki<br />
yegane amacı<br />
oğlunu yokedici robotlardan<br />
korumak<br />
ve akabinde dünyayı<br />
kurtarmak olan Sarah<br />
Connor, özellikle<br />
Linda Hamilton’ın<br />
oyunculuğu ile halen<br />
bu listelerin zirvesindedir<br />
mesela. Öyle ki gerçek yokedici<br />
Sarah mı yoksa T serisi terminatörler<br />
mi, bir durup düşünmek gerek!<br />
Bilimkurgu-aksiyon sinemasını titretip<br />
kendisine getiren Matrix üçlemesine<br />
imza attıkları sırada erkek yönetmen<br />
kardeşlerken, artık trans yönetmen<br />
kardeşler olarak andığımız<br />
Wachowski’lerin tek başına bir orduya<br />
bedel, savaşçı kadın karakter listesine<br />
armağan ettikleri Trinity (Carrie-<br />
Anne Moss) de asla unutulmayacaklar<br />
arasında, yine siyah lateksleriyle gönlümüzde.<br />
Kadıncağız kendini sürekli<br />
kopyalayan Ajan Smith’leri temizlerken<br />
ömründen ömür gitti…
Uyarlandığı romandan ötürü bilimkurguaksiyon<br />
sinemasını, sosyolojik okumalarla<br />
da heyecanlandıran Açlık Oyunları’nın<br />
Katniss Everdeen’ini (Jennifer Lawrence)<br />
böylesi bir listede anmadan geçmek olmaz.<br />
Gerçek bir karakter dönüşümü de<br />
sunan senaryosuyla Hunger Games’in<br />
Katniss’i fiziksel anlamda tek başına ordu<br />
olmak bir yana, koca bir sisteme nasıl kafa<br />
tutulması gerektiğini göstermesi açısından<br />
da, maneviyatı güçlü bir örnek olarak<br />
hafızalarımızda.<br />
Liste aslında o kadar uzunki ‘en iyiler’<br />
desek bile dışarıda pek çok örneğin<br />
kalabileceğini göz önüne alarak, sıradaki<br />
isimleri hızlıca yad etmekte fayda var.<br />
Aksiyon sinemasına romantik Fransız<br />
dokunuşları sokmazsa gözüne uyku girmeyen<br />
Luc Besson, bu dişi savaşçılara<br />
1990’da Nikita’yı, 2014’te ise Lucy’yi<br />
(Scarlett Johansson) katmıştı örneğin.<br />
Mathilda’ya bir spin-off devam filmi çekseydi,<br />
şüphesiz o da bu listedeki yerini<br />
alacaktı…<br />
Scarlett Johansson demişken halen kendine<br />
has bir serisi olmadan o üçleme<br />
senin bu üçleme benim diye Marvel filmleri<br />
arasında fink atan, kızıl afet Natasha<br />
Romanoff/Kara Dul’u da tek kişilik ordulara<br />
iliştirmek gerek. Tabii yine siyah<br />
deriler içinde, demiş miydik?<br />
Uma Thurman’ın Mia Wallace (Ucuz<br />
Roman) karakterinden sonra kesinlikle<br />
en en iyi rolü olan “the gelin” (Kill<br />
Bill) ise aslında Tanrı ya da biyolojisi<br />
değiştirilmiş fark etmeksizin tüm<br />
kadınları ikişer ikişer atlayıp, bu listenin<br />
en tepesine yerleşmeli. John Wick’ten<br />
önce intikam meleği olarak gelin vardı,<br />
gelin!<br />
Birden çok uyarlanmış Cat Woman’ı,<br />
ah nerede o eski Western’ler diyerek<br />
çocukluk idolümüz olan Calamity<br />
Jane’i ve Margot Robbie ile gönülleri<br />
heyecanlandıran Harley Quinn’i de bonus<br />
sıfatıyla dosyaya iliştirip, temmuz<br />
ayının hiti Atomic Blonde için vizyonda<br />
herkese iyi seyirler dilerim! Eksiklerimiz<br />
olduysa af ola, bir sonraki sayıya…
BENİM KAYNAK<br />
SİTEM<br />
www.kameraarkasi.org<br />
SEMRA GÜZEL KORVER<br />
BELGESELCİ<br />
Sitedeki film<br />
kayıtlarından birçok<br />
veri çıkarmak, kitap<br />
yazmak, tez çalışması<br />
yapmak ve bu<br />
verileri işleyerek<br />
analizler yapmak<br />
istatistikler çıkarmak<br />
mümkün...<br />
Özellikle kısa film ve belgeselcilerin<br />
sık sık başvurduğu bir kaynak<br />
site var. Eminim pek çoğunuz<br />
biliyorsunuzdur. Şayet bilmiyorsanız mutlaka<br />
bilin derim: www.kameraarakasi.org<br />
Sitenin sahibi, kurucusu, yöneticisi,<br />
finansörü, özetle her şeyi Hayri Çölaşan.<br />
Sektöre ve akademiye böyle bir kaynak<br />
hediye ettiği için doğrusu kendisine<br />
ne kadar teşekkür etsek azdır. Kendisi<br />
TRT’nin kıymetli görüntü yönetmenlerinden.<br />
1987 yılında TRT Ankara Televizyonu<br />
ışık servisinde başlamış mesleğe.<br />
Sonra ışık şefliği, kameramanlık, görüntü<br />
yönetmenliği... Sindire sindire, aldığı<br />
hizmet içi eğitim ve kendi okumalarıyla<br />
biriktire biriktire mesleğini icra etmiş<br />
bir profesyonel. Yönetmenliğini yaptığı<br />
iki belgeseli Hasret ve Sinop Cezaevi,<br />
Savaşın İçinde adlı kısa filmi çeşitli ödüller<br />
almış, izleyici ile buluşmuş, beğenisini<br />
kazanmış yapımlar.<br />
Hayri ile her karşılaşmamızda, ayaküstü<br />
bile olsa sektörden, özellikle belgesellerden,<br />
gidişattan sohbet ederiz. Bu kez<br />
kendisini kameraarkasi.org hakkında<br />
soru yağmuruna tuttum.<br />
Kameraarkası kaç yaşında ve böyle bir<br />
site kurma fikri nasıl oluştu?<br />
TRT de staj yapan öğrenciler, okulların<br />
ilgili bölüm öğrencileri, kısa filmciler<br />
bizden Türkçe kaynak istiyorlardı,<br />
elimizdeki notları verdiğimizde<br />
kaybolduğu oluyordu. Buna çare olarak<br />
aklıma o zamanlar yeni bir teknoloji olan<br />
web sitesi kurma fikri geldi. 1996 yılında<br />
ücretsiz bir blog kurarak TRT Eğitim<br />
Dairesinden aldığımız eğitim notlarını<br />
temize çekmeye başladım. BBC, NHK,<br />
televizyonu eğitim notları ve birçok<br />
fotoğrafçılık, televizyon dergilerinden notlar<br />
çıkarıp düzenleyerek siteye koymaya<br />
başladım. Çevreden istekler geliyordu.<br />
Bu istekler üzerine yeni bölümler açtım<br />
ve ses, ışık gibi bölümleri de ekledim.<br />
Hobi olarak bu devam etti. Tabii yıllar<br />
geçince ve bıkmadan usanmadan bilgi<br />
girince sitede ne ararsan bulunur hale<br />
geldi. Şu anda 20 yıl oldu ve dünyanın
kendi alanındaki en büyük sitesi. Türkiye için bir<br />
gurur kaynağı oldu.<br />
Gerçekten çok ciddi ve önemli bir armağan<br />
verdin ilgilisine. Benim de araştırma yaparken<br />
başvurduğum bir yer. Kendi adıma bir kez de Cine<br />
Dergi aracılığı ile teşekkür, takdir ve saygılarımı<br />
iletmek istiyorum. Hiç kolay bir iş değil. Yıllardır<br />
bıkmadan usanmadan tutkuyla sürdürmek…<br />
Sektörde bilmeyen yok gerçi bu siteyi ama ola<br />
ki bilmeyenler varsa? Kameraarakası’nın içeriği<br />
hakkında biraz bilgi verir misin?<br />
Teknik bölümler Kamera, Işık, Ses, Fotoğraf,<br />
Kamera Hareketleri, Kompozisyon, Kurgu, gibi<br />
direk bir filmi yaparken teknik olarak ilgilendiğimiz<br />
konular. Bunun haricinde bir film nasıl yapılır sorusuna<br />
baştan sona cevap veren Film Yapımı bölümü<br />
önemli.Hiçbir yerde arayıp bulamayacağınız<br />
ve araştırmalarıma göre hiçbir ülkenin daha<br />
yapmadığı bazı arşivleri yapmaya başladım. Ülkemizde<br />
çekilen belgesel ve kısa filmlerin listesi. Bu<br />
listeler yönetmenlerinin sayfasında yayınlanıyor ve<br />
hem ülkemizdeki belgesel ve kısa film yönetmenleri<br />
tanıtılıyor hem de filmografileri hakkında bilgi<br />
veriliyor. Uzun metraj ve yönetmenleri hakkında<br />
bilgi bulabileceğiniz çok site var ama belgesel<br />
ve kısa film hiç kimse tarafından takip edilmiyor<br />
çünkü çok zor.<br />
Belgesel ve kısa film sinemanın üvey evlatları...<br />
En önemlisi tabi para kazandıran işler değil<br />
genel anlamda en azından bizim ülkemiz için.<br />
Neyse konuyu dağıttım ben yine dayanamayıp.<br />
Hiçbir yerde arayıp bulamayacağınız ve<br />
araştırmalarıma göre hiçbir ülkenin daha<br />
yapmadığı ülkemizde yapılan film festivallerinin<br />
arşivi de tutulmakta.<br />
Yine hiçbir yerde arayıp bulamayacağınız<br />
ve araştırmalarıma göre hiçbir ülkenin daha<br />
yapmadığı Ülkemizdeki film yarışmalarında<br />
görev alan jüri üyelerinin de listesi tutulmakta.<br />
Bir yılda kaç jüri üyesi görev alıyor dersiniz? Pekiyi<br />
hangi jüri üyesi en fazla görev aldı? En fazla<br />
ödül alan filmler arasında en başarılı jüri üyeleri<br />
kimler? Bu soruların cevabını verebilecek<br />
başka bir kaynak yok.Bu bölümler konu başlığı<br />
olarak açılıyor, derinlemesine iniyor ve canınız<br />
sıkılmazsa içeride kaybolabilirsiniz.<br />
Bunların hepsini sen tek başına yapıyorsun<br />
fakat öyle bir anlatıyorsun ki “yapılmakta,
tutulmakta” sanki arkanda koca bir ekip var ve<br />
onlar hallediyorlar bu işleri.<br />
Türkçe kaynak yaratma açısından çok iyi bir<br />
çalışma oldu. İçime sindi. Bir eğitim kurumunda<br />
ders gören öğrencilerin çoğu yararlandığı gibi<br />
öğretim elemanları için de güvenilir bir kaynak<br />
yaratıldı. Güvenilir diyorum çünkü hatalı bir bilgi<br />
verildiğinde hep şamar olarak geri döndü. Bu<br />
hatalar düzeltilerek doğru bilgilerin olduğu bir yer<br />
haline geldi. Sitedeki kişisel makaleler haricinde<br />
tüm bilgiler yorum içermeyen teknik bilgilerdir.<br />
Benim kişisel hiçbir görüşüm bu sitede yer<br />
almaz. Belki bir gün kişisel bilgilerimi de koyarım<br />
ama şu an değil.<br />
Günde ortalama kaç kişi ziyaret ediyor?<br />
Günde ortalama kaç kişi ziyaret etmesi<br />
çok önemli değil, bu çok değişken, aslında<br />
site istatistikleri yapan şirketler bu şekilde<br />
hesaplamıyor, sitenin Ranking değeri olarak bir<br />
sayı verebiliyorlar. Örneğin şimdi baktım kameraarkasi.org<br />
dünyada en fazla girilen 340 bininci<br />
site diye bir hesap veriyorlar. Bu da sitenin ne<br />
kadar reklam alabileceğinin göstergesi oluyor.<br />
Bize bir takım sayısal veriler söyleyebilir misin?<br />
Site 78 bin sayfa, yazıcıdan basarsanız 100<br />
bin sayfadan fazla bilgi içeriyor. Bu da şöyle<br />
anlatılabilir bir sinema kitabı eğer ortalama 150<br />
sayfa ise bu sitede 670 adet sinema kitabı bulunuyor.<br />
Kaç film, kaç yönetmen kayıtlı?<br />
Sitede 22 bin civarında film var. Veri tabanındaki<br />
bazı filmler siteye çeşitli nedenlerle eklenmiyor.<br />
10 bin 131 yönetmen mevcut. Veri tabanındaki<br />
bazı yönetmenler siteye çeşitli nedenlerle yine<br />
eklenemiyor.<br />
Ne gibi nedenler mesela?<br />
Bazen yönetmen çeşitli nedenlerle özgeçmişi ve<br />
filmografisinin silinmesini istiyor. Bunun başında<br />
artık film yönetmenliği ile ilgilenmemesi, mesleği<br />
bırakması ve arama motorlarında bu şekilde<br />
tanınmak istememesi geliyor. Güvenlik nedeni<br />
ile fotoğrafı, doğum tarihi, özgeçmişinin silinmesini<br />
isteyen de var. Yurtdışı festivallerine katılsa<br />
zaten bunu kabul ettiremez ama ben kendilerini<br />
kırmıyorum siteden kaldırıyorum. Ancak, veri<br />
tabanından bu bilgiler kesinlikle silinmiyor. Çünkü<br />
bu bilgiler artık yönetmene değil festivale ait,<br />
topluma ait bilgiler, festival kataloğunda zaten bu<br />
bilgiler mevcut. Bir film festivale kaydolduğunda<br />
veri tabanına girer ve buradan çıkartılamaz.<br />
Örneğin yönetmen öğrenci iken bir film çekiyor.<br />
Tabii ki bunun deneme amaçlı olduğunu<br />
herkes bilir. Ama festivale katılıyor, hatta bir de<br />
ödül alsa bile daha sonra iyi filmler yapıp tanınır<br />
hale geliyor. “Bu film ile tanınmak istemiyorum<br />
bu filmi silelim” diyebiliyor. Bu olacak iş değil,<br />
film artık bilinen topluma mal olmuş bir film<br />
olduğu halde silinmesini istiyor. “Böyle tanınmak<br />
istemiyorum” diyor. Hâlbuki yönetmenin bunları<br />
baştan düşünmesi deneme filmleri ile festivallere<br />
katılmaması veya utanacağı bir film yapmaması<br />
gerekiyor. Okullarda bunlar okutulmuyor, bunlardan<br />
bahsedilmiyor. Bir yönetmen adayı iyi<br />
filmler çekip, iyi bir yönetmen olup toplum içinde<br />
tanınır hale gelebilir, ünlü olabilir. Bunu içine<br />
sindiremeyen, bunun bedelini ödeyemeyen, bu<br />
gerçekle yaşayamayacak kişilerin film çekmesi<br />
durumunda da bu tip problemler çıkabiliyor.<br />
Ne diyelim popüler kültürün yansımaları her alanda<br />
var. İstemiyorsa istemiyordur.<br />
Elbette. Ben de taleplerine cevap veriyorum<br />
zaten.<br />
Kimlerden destek alıyorsun? Sponsor var mı?<br />
Tek başına yapıyorsun her şeyi biliyorum ama<br />
hani ola ki veri toplarken, sayfaya yüklerken staj<br />
mahiyetinde çalışanlar ya da ara sıra da olsa<br />
yardım edenler var mı? Günde kaç saatini alıyor<br />
site mesela?<br />
Kimseden destek almıyorum, maddi bir destek<br />
almadığım gibi siteye reklam da alamıyorum. Bazen<br />
‘’Hayri Bey sizi rahatsız etmeyelim yazı işleri<br />
müdürünüzü bağlar mısınız?’’ diyorlar, hoşuma<br />
gidiyor, çünkü bu işi yapmak için ciddi bir<br />
gayret gerekiyor, tek başına yapılamayacağını<br />
düşünmeleri normal. Ama biz TRT’ciler<br />
inatçıyızdır, yılmayız. Ülkemizdeki kısa film ve<br />
belgesel alanındaki örgütlenmeler yetersiz, kendileri<br />
prestij için ancak ayakta duruyorlar ki başka<br />
kişi veya kuruluşlara destek olmaları hayalperestlik<br />
olur. Bu kuruluşlar doğru düzgün bilgi<br />
versinler yeter diye düşünüyorum ama kendileri<br />
veri tabanı tutmadıkları gibi kendi üyelerinin bile<br />
filmleri hakkında bilgileri yok. Bu yıl kaç kısa film<br />
çekildi? Öğrencilerimize göstereceğiz, yılın en iyi<br />
10 filminin listesini verebilir misiniz? Sorularına<br />
cevap verecek durumda değiller. Ne yazık ki üniversitelerin<br />
ilgili bölümleri de aynı durumda, film<br />
arşivleri yok, yönetmenleri tanımıyorlar, festival-
leri takip etmiyorlar. Bu nedenle bana yardımcı<br />
olabilecek kişi sayısı çok az.<br />
Biliyorum maalesef bu sektörde envanter tutma,<br />
arşiv oluşturma, sistem oluşturma ve ulaşabilirlik<br />
hala kurumsallaşamadı profesyonel anlamada.<br />
Kişisel çabalarla yürüyor pek çok şey.<br />
Filmleri kayıt altına almak için bir yöntem gerekiyordu,<br />
daha önce böyle bir şey yapıldı mı<br />
diye araştırdım IMDB bu konuda çok iyi ama<br />
eksikleri var, onun metodunu benimseyerek<br />
eksiklerini tamamlamaya çalıştım. Şimdi yönetmenler<br />
bir formu doldurarak filmlerini kayıt edebiliyorlar.<br />
Sistemi kendileri de bilgi girebilecek<br />
bir hale getirmeye çalışıyorum. Eğer maddi<br />
destek olursa tabii.<br />
Çok düzenli bir hayatım var, her gün 03:00 de<br />
yatarım. Günde yaklaşık 3-4 saat bilgi toplamak<br />
için 2-3 saat bilgi girmek için ilgilenmek gerekiyor.<br />
Çalışmadığım bazı günler 10 saati buluyor.<br />
Hem iş, hem aile yaşantısını sürdürmek gerekiyor,<br />
öncelik burada. Eğer aile ve iş yaşantısı<br />
doğru gitmezse konsantre olamıyorum. Radyasyon,<br />
gürültü ve elektrik parası nedeni ile<br />
artık sadece dizüstü bilgisayarı kullanıyorum.<br />
Bel kemiğini ve kan dolaşımını dinlendirmek için<br />
ara sıra ayağa kalkıp ev işleri yaparım, bulaşık<br />
yıkarım, çıkar dolaşırım.<br />
En büyük zorluk bilgi toplamak ne yazık ki. Vaktimin<br />
çoğu bilgi toplamakla geçiyor. Birçok festival<br />
eksik bilgi veriyor. Mail ile veya telefonla bilgi istiyorum.<br />
Festivalden sonra dükkânı kapatıp gidenler<br />
çoğunlukta, festivaller kurumsal hale gelmedikçe<br />
çok amatör davranıyorlar.<br />
Asıl iş etkinlik, organizasyon bittikten sonra<br />
başlıyor. Envanteri tutma, arşive aktarma. Buna<br />
bütçe de ayrılmıyor ve böyle bir kültürel kod da<br />
gelişmiş değil. Fakat çok umutsuz da olmayalım<br />
büyük bir farkındalık ve özel ve kurumsal çabalar<br />
da var. Bence temel sorun kendinden önce<br />
yapılanları görmemek hatta yok saymak. Taşlar<br />
hep yan yana konuyor halbuki üst üste koysak ne<br />
yollar alırız, nerelere varırız birlikte ya neyse…<br />
Belgesel özelinde bakarsak, senin sitenden yola<br />
çıkarak Türkiye’deki belgesel sinemaya yönelik<br />
elindeki verileri bizimle paylaşır mısın?<br />
Elimdeki film kayıtlarından birçok veri çıkarmak,<br />
kitap yazmak, tez çalışması yapmak ve bu verileri<br />
işleyerek analizler yapmak istatistikler çıkarmak
ve kesin sonuçlara varmak<br />
mümkün. Tabii bu benim görevim<br />
değil, sinema yazarları,<br />
araştırmacılar düşünsün bunu.<br />
Benim görevim veri toplamak.<br />
Belgesel yönetmenlerindeki<br />
kadın erkek oranı nedir?<br />
En çok hangi konular<br />
işlenmiştir?<br />
Belgesel türlerinden hangileri<br />
en çok tercih edilmektedir?<br />
Örneğin biyografi belgesellerinin<br />
oranı nedir?<br />
En çok hangi tür belgeseller<br />
ödül almaktadır?<br />
En çok hangi tür belgeseller<br />
beğenilmektedir?En çok hangi<br />
olaylar sırasında ve sonrasında<br />
belgesel yapıldı?<br />
Örneğin bu konuda benden<br />
bilgi istendiğinde eldeki verileri<br />
değerlendirdim ve bazı<br />
sonuçlar ortaya çıkmıştı. 12<br />
Eylül, ordunun yönetime el<br />
koyması ve sonuçları ülkemizde<br />
en fazla belgesel film<br />
yapılmasına neden oldu ve<br />
halen de yapılmakta, insan<br />
hakları ve buna bağlı nedenler,<br />
işçi hakları ve belgeselleri ikinci<br />
sırada, deprem üçüncü sırada,<br />
dördüncü sırada biyografi belgeselleri<br />
var. Beşinci sırada çevre konuları gelse<br />
de ülkemizdeki global ısınma ve etkileri ile ilgili<br />
belgesel çok az. Daha sonrasında tarih, siyaset,<br />
müzik, spor gibi konular geliyor. Haber belgeselleri<br />
çok sevilse ve izlense de aslında sayıları<br />
az ve giderek haber belgeseli yapanların sayısı<br />
da azalmakta. Ülkemizde doğa belgeselleri çok<br />
izlense de az yapılıyor, hele bir hayvan türü<br />
üzerindeki belgeseller sıkça göremeyeceğimiz<br />
türden.<br />
Sitedeki film kayıtlarına bakarak insanların yanlış<br />
bildiği şeyler de ortaya çıkıyor. Özellikle belgeselin<br />
tanımı, hangi tür filmlerin belgesel olduğu<br />
yanlış biliniyor. Örneğin zannedildiği gibi belgesel<br />
diye DVD olarak satılan birçok film aslında<br />
belgesel değil. Bunlar çeşitli nedenlerle, özellikle<br />
çeşitli kurumlara gelir sağlamak amacıyla<br />
yapılmış propaganda amaçlı, doğru olmayan,<br />
belge niteliği bile taşımayan filmler. Bazı televizyon<br />
kanallarında da belgesel adı altında belgeselle<br />
ilgisi olmayan filmler yayınlanmakta. Seyirciye<br />
belgesel diye sunulmakta. Bazı kuruluşlar<br />
da belgesel olarak seyirciye sunulan televizyon<br />
programlarına belgesel diye ödül vermekte.<br />
Sadece bazı kuruluşlarda değil festivallerde bile<br />
olabiliyor bu.<br />
Evet olabiliyor. Hangi filmin belgesel olupolmadığına<br />
sorulduğunda, danışıldığında<br />
karar veren bir otorite kuruluş olmadığı için<br />
yönetmenin-yapımcının belgesel dediği her tür<br />
filmi veri tabanına kaydediyorum. Yine sinemalarda,<br />
festivallerde, TV kanallarında belgesel<br />
türü altında yer almışsa kaydediyorum.<br />
Anlıyorum bir matematik oluşturman gerekiyor<br />
veri alabilmek için. Ne belgesel ne değil, ne
hangi tür belgesel yıllardır tartışıyoruz. Prensipleri<br />
de belli bu işin ama…<br />
Aslında bu yabancı ülkelerde de böyle. Film<br />
hangi tür belgeseldir, belgesel midir televizyon<br />
programı mıdır… Bu karar ileride yapılacak<br />
araştırmalara ve araştırmacılara kalıyor.<br />
Siteye yönelik hedefin, hayalin ne? Bundan<br />
sonra ne yapmak istiyorsun?<br />
Sitenin mutlaka ciddi ve işlevsel interaktif bir<br />
veri tabanına dönüşmesi lazım. İsteyen bilgi<br />
girebilmeli, yorum yapabilmeli, görüşünü bildirebilmeli…<br />
Ancak bu ciddi bir para gerektiriyor,<br />
ben bu işten para kazanmadığım için şu an<br />
finanse edemeyeceğim boyutta. Tek kişi ile de<br />
olacak iş değil, bir kurumun desteği gerekiyor.<br />
Türk Belgesel ve Kısa Film camiası için önemli.<br />
Keşke olsa, benden sonra da devam etse bu<br />
benim hayalim.Yine eksik gördüğüm birkaç<br />
konuda sitedeki bilgiler. Bu bilgileri<br />
bu sefer ben derleyip kitap yazmak<br />
istiyorum.<br />
Son olarak şunu sormak istiyorum.<br />
Kıdemli bir görüntü yönetmeni<br />
olarak sence belgesel sinemada<br />
görüntü yönetmeni kimdir? Filmin<br />
neresinde yer alır? Ayrıca belgesel<br />
sinemada ışık ve resim yani görüntü<br />
üzerine görüşlerini paylaşır mısın<br />
bizimle?<br />
Belgeselin türüne bağlı olarak<br />
görüntü yönetmeni veya kameraman<br />
etkinliği önem kazanıyor. Dramatik<br />
belgesel ise, belgesel sinema<br />
ise veya canlandırmalar varsa,<br />
asenkron görüntüler gerekiyorsa,<br />
seyircinin zihninde bazı duyguların<br />
oluşmasına yardımcı olmak için<br />
görüntünün yönetmene yardımcı<br />
olması gerekiyorsa, görüntü yönetmeni<br />
önemli bir unsurdur. Konuyu<br />
anlamış, kavramış ve konu çevresi<br />
ile iyi ilişki kuran, işine iyi konsantre<br />
olmuş bir görüntü yönetmeni belgesele<br />
hayat verir. Oya gibi işler.<br />
Bizim mesleğimizde iyi insan yoktur,<br />
işini iyi yapan insan vardır. Bazen<br />
yönetmenle tartışmalara varan<br />
bu çatışma aslında filmin etkili ve<br />
başarılı olmasına neden olur.<br />
Biyografi belgeseli, araştırma belgeseli<br />
gibi bazı türlerde güzel resimler yerine işe<br />
yarar resimler çekmek seyircinin olayı kavraması<br />
açısından daha yararlı olabilir. Örneğin biyografi<br />
belgeselinde bir kişi kamera karşısında uzun uzun<br />
konuşacaksa kamera hareketleri yapmak, arka<br />
plana parlak şeyler koymak, dikkat çekici ışıklar<br />
yapmak, hareketli nesneler yerleştirmek seyircinin<br />
dikkatini dağıtır ve konuşan kişinin söylediği<br />
şeylere değil başka şeylerle ilgilenmesine neden<br />
olur. Bu durum yönetmenin konuyu anlatması için<br />
dezavantajdır. Yani önemli olan iyi resim yapmak<br />
değil işe yarayan resim yapmaktır. İyi resim<br />
yapılan belgeseller Görüntü Yönetmenini yüceltir<br />
ama film bitince kimse bir şey hatırlamayabilir.<br />
Yıllar sonra tecrübe kazanınca artık kendimizi<br />
ispat etmeye değil yönetmenin filmine hizmet etmeye<br />
dikkat ediyoruz.
ÖZGÜRLÜK, AİLE<br />
VE DÜNYA İÇİN<br />
MAYMUNLAR<br />
CEHENNEMi<br />
EFSANESİ<br />
PINAR KARAHAN<br />
n Fransız yazar<br />
Pierre Boulle’nin 1963<br />
yılında yayınladığı<br />
‘Maymunlar Gezegeni’<br />
(La Planete Des<br />
Singes) romanı, sinemada<br />
adını efsaneler<br />
arasına yazdıran bilim<br />
kurgu serisi ‘Maymunlar Cehennemi’ne<br />
ilham kaynağı oldu. Genetiği ile oynanan<br />
ve zekileşip konuşabilen maymunlar ile<br />
insanların amansız mücadelesini konu<br />
alan yapım nedeniyle resmen maymunlara<br />
bakış açımız değişti. Derinlerde<br />
onlara karşı bir korku yaratan yapım,<br />
daha sonra diziye de uyarlandı. Orijinal<br />
serinin beş filmden oluştuğu yapımın yeni<br />
serisinin üçüncü ve son filmi ‘Maymunlar<br />
Cehennemi : Savaş’ (In War for the<br />
Planet of the Apes) 14 Temmuz tarihinde<br />
meraklılarıyla buluşacak. Judy Greer,<br />
Woody Harrelson, Andy Serkis ve Steve<br />
Zahn’ın rol aldığı, “Özgürlük için, Aile için,<br />
Dünya için” sloganıyla yayınlanacak film<br />
hakkında bilgi vermeden önce serinin<br />
diğer filmlerini hatırlamakta fayda var.<br />
Akıllı maymunlarla ilk tanışma<br />
ABD’li meslektaşlarının aksine bir<br />
Avrupalı olarak bilim kurgu dünyasına<br />
adım atan yazar Boulle’nin kitabı, ilk<br />
olarak 1968 yılında ‘Maymunlar Cehennemi’<br />
(Planet of the Apes) adıyla<br />
beyazperdeye uyarlandı. Franklin J.<br />
Schaffner’in yönetmen koltuğunda<br />
oturduğu filmi, bugün bilim kurgu filmleri<br />
arasında ilk 10’un içinde rahatlıkla sayabiliriz.<br />
Filmin konusu kısaca şöyle: Albay George<br />
Taylor (Charlton Heston) yönetimindeki<br />
bir astronot ekibi, dünyaya benzeyen bir<br />
gezegene iniş yaptıklarında hiç beklemedikleri<br />
olaylara şahit olurlar. Gezegendeki<br />
zeki maymunlar, vahşi insanların efendisidir.<br />
Yani, şu an yaşadığımız dünyanın<br />
tam tersi koşullar hakimdir. Albay George,<br />
gezegenden kaçıp dünyaya dönmenin<br />
çaresini arar.<br />
Çekildiği dönemin şartlarına göre yapılan<br />
makyajları, senaryosu, kurgusu ile<br />
inanılmaz bir etki yaratan film, finali ile de<br />
şaşırttı ve beğenildi. Tabii ki bir serinin de<br />
müjdesini verdi.<br />
İkinci keşif<br />
Filme olan ilgi, iki yıl sonra ikinci film<br />
‘Maymunlar Cehenneminin Altında’nın<br />
(Beneath the Planet of the Apes) vizyona<br />
girmesini sağladı. Bu sefer astronot John<br />
Brent (James Franciscus) Maymunlar
Bilim kurgu<br />
efsanesi<br />
‘Maymunlar<br />
Cehennemi’nin yeni<br />
serisinin üçüncü ve<br />
son filmi ‘Maymunlar<br />
Cehennemi: Savaş’ 14<br />
Temmuz’da, “Özgürlük<br />
için, Aile için, Dünya<br />
için” sloganıyla vizyona<br />
girecek...
Gezegenini keşfetti. Üstelik bu kez yer<br />
altında gizlenen radyoaktif telepatik insanlarla<br />
da karşılaşma söz konusuydu.<br />
Soğuk savaş dönemini ve insanların<br />
korkularını anlatma çabası güden film,<br />
ne yazık ki aceleye getirilmesi nedeniyle<br />
beklentileri boşa çıkardı.<br />
Zamanda yolculuk<br />
1971 yapımı ‘Maymunlar Cehenneminden<br />
Kaçış’ (Escape<br />
from The Planet of the Apes),<br />
yok olan gezegenden kaçan<br />
Cornelius (Roddy McDowall)<br />
ve Zira (Kim Hunter) adlı<br />
maymunların dünyada büyük<br />
bir ilgiyle karşılanmasını<br />
ve sonrasında yaşananları<br />
anlatıyor. Seriye zaman<br />
yolculuğunu da ekleyen<br />
yapım, yarattığı tempo ile keyifli<br />
bir izleme sunmasına rağmen ilk film<br />
kadar etkili olmayı başaramadı.<br />
Maymunların devrimi<br />
‘Maymunlar Cehenneminde<br />
İsyan’ (Conquest of the Planet<br />
of the Apes), maymunların,<br />
Cornelius ve Zira’nın oğlu<br />
Ceaser’in liderliğindeki<br />
ayaklanmasını konu alıyor.<br />
Maymunları büyük bir tehdit<br />
olarak gören insanların kötü<br />
davrandığı maymunların devrimi,<br />
dönemde yaşanan eşit<br />
hak savaşlarına ve ırkçılığa da<br />
göndermede bulunuyor.<br />
Ayaklanma şoku<br />
1973 yapımı ‘Maymunlar Cehennemi<br />
için Savaş’ (Battle for the<br />
Planet of the Apes), orijinal<br />
serinin son filmi. Dördüncü<br />
filmin ardından “izlenmese<br />
de olur” olarak görülen son<br />
film, serinin en zayıf halkası.<br />
İsyan’dan sonra finalde tamamlanan<br />
konu üzerine ekstra<br />
bir şeyler koyma ve anlatma<br />
çabası dikkat çekiyor. Maymunlar<br />
ve savaştan sağ kalan insanlar<br />
ayrı ayrı bölgelerde yaşarken, lider Ceaser,<br />
general Aldo’nun ayaklanması ile neye<br />
uğradığını şaşırıyor.<br />
Yönetmen koltuğunda Tim Burton<br />
İlk serinin son bulmasının ardından fantastik<br />
yapımların efendisi olarak görülen<br />
usta yönetmen Tim Burton, 2001 yılında,<br />
ilk filmi kendi yorumuyla çekti. Charlton<br />
Heston’ın rolünü Astronot Leo olarak<br />
Mark Wahlberg üstlendi. Bilmediği bir<br />
gezegene inen Leo’nun, maymunlar<br />
tarafından esir alındıktan sonra köle<br />
olarak satılması ve gezegenden kaçış<br />
çabası işlendi. Film; Heston’un ardından<br />
gölgede kalan Wahlberg’in performansı,<br />
senaryonun tatmin etmemesi, neredeyse<br />
animasyon kıvamındaki görüntüler<br />
nedeniyle Burton’ın çektiği en başarısız<br />
yapımlardan biri olarak görülüyor.<br />
Hikayenin başlangıcı<br />
Vee tarihler 2011’i gösterdiğinde Maymunlar<br />
Cehennemi, ‘Maymunlar<br />
Cehennemi :<br />
Başlangıç’ (Rise of the<br />
Planet of The Apes) ile<br />
yeni bir seriye kavuştu.<br />
‘Reboot’ furyasıyla<br />
(serinin yeniden yorumlanarak<br />
çekilmesi)<br />
konunun başlangıcını<br />
ele alan yapım, alzeimer<br />
hastası babası<br />
için çözüm arayan bilim<br />
insanı Will Rodman’ın (James Franco),<br />
maymunların genetiği ile nasıl oynadığı<br />
anlatılıyor. Ceaser’ın (Andy Serkis)<br />
gelişiminin de anlatıldığı film, duygusal<br />
açıdan da hikayeye yaklaşımıyla farkını<br />
ortaya koydu.<br />
Barışın zorluğu<br />
2014 yapımı ‘Maymunlar Cehennemi:<br />
Şafak Vakti’ (Dawn of the Planet of<br />
the Apes), gerçeğe en yakın maymun<br />
görüntüsünün yer almasıyla, izleyenler<br />
üzerinde büyük etki yarattı. İnsanlar<br />
ve maymunlar arasında sağlanan barışı
korumanın ne kadar zor<br />
olduğunun altını çizen<br />
film, görselliği ve başarılı<br />
oyunculukları ile sanırım Türk<br />
halkının da sevdiği serideki en<br />
başarılı yapımlardan biri oldu.<br />
Bir serinin daha sonu<br />
Gelelim 14 Temmuz’da bizi sinema<br />
salonlarına çekecek ikinci<br />
serinin yeni filmine... ‘Maymunlar<br />
Cehennemi: Savaş’ (War for the<br />
Planet of the Apes), adından da<br />
anlaşılacağı üzere zeki maymunlar<br />
ve insanlar arasında savaşın<br />
bir türlü sonlamayacağını, yeni bir<br />
savaşın başlayacağını haber veriyor.<br />
Yönetmen koltuğunda Matt<br />
Reeves otururken, senaryo Matt<br />
Reeves ve Mark Bomback imzası<br />
taşıyor.<br />
Fragmanlardan anladığımız<br />
kadarıyla gözümüzü kırpmadan<br />
izleyeceğimiz bir savaşa tanık<br />
olacağımız filmin ön gösterimlerini<br />
izleyen yabancı basının<br />
yorumlarına göre, ikinci seri<br />
inanılmaz derecede etkili ve tatmin<br />
edici bir finalle son bulacak.<br />
Maymunlar Cehennemi, sadece<br />
görsel efektlerden, havalı karakterlerden<br />
oluşan bir yapım değil.<br />
Amacı sadece macera sunmak da<br />
değil. Aile ilişkilerini, duyguları,<br />
mücadeleyi, yaşam hakkını, dini,<br />
bilim adamlarının keyfine göre<br />
deneyler yapmasını, dostluğu,<br />
sadık kalmayı ve barışın zorluğu<br />
gibi birçok konuyu işlemesi ile<br />
sinema dünyasında önemli bir<br />
yere sahip.<br />
Ancak yapımcıların para kazanma<br />
hevesiyle aceleye getirilen<br />
ve birer yıl arayla yayınlanan ilk<br />
serideki devam filmleri, seyircilerin<br />
bir süre seriden uzaklaşmasına<br />
neden olmuştu. Neyse ki ikinci<br />
seri ile bu durum değişti.<br />
Televizyon ve çizgi dizi<br />
Serinin ayrıca 1974 yılında yayınlanan ‘Planet<br />
of the Apes’ adında bir televizyon dizisi ve 1975<br />
yılında yayınlanan ‘Return to the Planet of the<br />
Apes’ adında çizgi dizisi var. Gerçek oyuncuların<br />
rol aldığı her iki dizi de bir yıl yayınlandıktan sonra<br />
beklenen ilgiyi göremeyip ekrandan kaldırıldı.
BÖYLE HAYVAN<br />
DOSTUNA HAV HAV<br />
DENISE RICHARDS<br />
Denise Richards<br />
tamamıyla fiziki güzelliği<br />
ile yıllardır<br />
zirvede kalmayı başaran<br />
nadide Hollywood<br />
yıldızlarından.<br />
Oyunculuk kabiliyetinin<br />
sınırlı olmasına rağmen<br />
ben ve bir çok hayranı<br />
bu ay vizyona giren<br />
Altitude filmini merakla<br />
bekliyoruz...
SERDAR AKBIYIK<br />
n California’yı fiziği ile<br />
tanımlayacak en iyi isim Denise<br />
Richards sanırım. Mavi gözler,<br />
altın sarısı saçlar, muhteşem<br />
dudaklar ve inanılmaz fit bir<br />
vücut. Onu ilk kez Starship<br />
Troopers’da gördüğümde kim<br />
bu demiştim. Sonra Wild Thing<br />
ile iyi bir dönem yakaladı. Fiziği o kadar güzeldi<br />
ki hani oyunculuğuna çok bakmadım<br />
desem yeridir. Böyle güzelliği James Bond’un<br />
yapımcıları da kaçırmadı tabii. The World<br />
Is Not Enough filminde bir Bond kızı olarak<br />
karşımıza çıktı. Oyunculuğa başlamadan<br />
önce başarılı bir modeldi. Modellik sayesinde<br />
çok para kazandım, muhteşem giysilere<br />
sahip oldum ama benim için oyunculuk her<br />
zaman tercih ettiğim meslekti diyen Dennise<br />
Richards 90’ların sonundan itibaren daha da<br />
kötü filmlerde yer aldı. Bu ay vizyona giren<br />
Altitude da bu filmlerin devamı aslında. Dolph<br />
Lundgren ile beraber yer aldığı filmde mini<br />
eteği ve elindeki tabancasıyla bizi yine hayal<br />
kırıklığına uğratmayacaktır. Çünkü beklentilerimiz<br />
belli Denise Richards’tan. Belki kariyeri<br />
güzel kadın klişesi üzerine kurulu Richards’ın<br />
ama özel hayatında bayağı gürültülü zamanlar<br />
yaşadı. 1993 yılında Loaded Weapon 1<br />
filminin setinde tanışıp evlendiği Charlie<br />
Sheen ile olaylı bir boşanma yaşadı. Sheen<br />
ile sahip oldukları iki çocukları yüzünden<br />
mahkemelik oldular. Olay öyle bir yere vardı<br />
ki eski kocasının kendisini öldürmek ile tendit<br />
ettiğini söyleyip uzaklaştırma kararı aldı.<br />
Sonunda çocuklar Denise Richards’ta kaldı.<br />
Denise Richards bu olaydan sonra bir çocuk<br />
daha evlat edindi. Çocukları seven, hayvanlara<br />
özel ilgisi olan Richards aynı zamanda<br />
sokak hayvanlarını da koruyan bir derneğin<br />
üyesi. 46 yaşındaki muhteşem güzel bütün<br />
zamanların en seksi kadın listesine de girdi.<br />
Ne diyelim onun oyunculuğundan daha çok<br />
perdedeki güzelliğini görmeye talibiz.
DUNKIRK ÖNCESİ<br />
MODERN SAVAŞ<br />
FİLMLERİ<br />
ONUR KIRŞAVOĞLU<br />
n Christopher Nolan<br />
21 Temmuz<br />
günü Dunkirk’le<br />
sinemalarımıza konuk<br />
olacak. Son<br />
yılların en başarılı<br />
yönetmenlerinden<br />
olan ve yeni Kubrick<br />
olarak gösterilen Nolan, Dunkirk tahliyesini<br />
anlatacak. Fragmanı oldukça iddialı<br />
olan yapımın görsel açıdan da etkileyici<br />
olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bakalım<br />
yeni Kubrick adayımız, yap bozun eksik<br />
parçalarını tamamlamaya devam edebilecek<br />
mi ve Filmografisine sağlam bir<br />
savaş filmini ekleyebilecek mi? Onun<br />
savaş filmi çekme tercihini Oscar’a yoranlar<br />
ya da filmografisinde savaş filmi<br />
eksiği olmasına yoranlar oldu ama bu,<br />
yeni Nolan filmine olan heyecanı asla<br />
azaltamayacaktır.<br />
Nolan’dan kötü film bekleme ihtimalimiz<br />
de yok. Zira; Batman serisinin son filmi<br />
hariç bırakın kötüyü ya da vasatı, iyinin<br />
altında filmi bile yok. Hatta başyapıt denebilecek<br />
filmlere de daha şimdiden imza<br />
atmış durumda. Sinemasında her zaman<br />
yeniliklere açık olan, derdini/söylemlerini<br />
net ifade eden Nolan, karakterlerini de<br />
detaylandıran ve bize içselleştirme fırsatı<br />
veren bir sinema yapmakta. Bakalım bu<br />
Christopher Nolan 21<br />
Temmuz günü Dunkirk’le<br />
sinemalarımıza konuk<br />
olacak. Son yılların en<br />
başarılı yönetmenlerinden<br />
olan ve yeni Kubrick olarak<br />
gösterilen Nolan, Dunkirk<br />
tahliyesini anlatacak.
kez savaş filmi handikapına rağmen karakter<br />
oluşumlarında ön planda kimseyi<br />
görebilecek miyiz? Nolan’ın en çok kara<br />
film türünden etkilendiğini ve filmlerinde<br />
bunu hissettirdiğini sanırım rahatlıkla<br />
söyleyebiliriz. Yaratılan atmosfer, karakterlerin<br />
oluşum hamleleri ve anlatımı,<br />
olay örgüleri ve elbette bir yerinden illaki<br />
bir bağ kurulabilen suç ögesi. Tabii<br />
Nolan demişken zaman, algı ve hafıza<br />
konularındaki önemli söylemlerini de belirtmek<br />
gerek. Nolan, Dunkirk’te bunların<br />
ne kadarını savaş atmosferine dahil edecek<br />
ve ortaya nasıl bir anlatım çıkacak.<br />
Bunu hep beraber göreceğiz ama öncesinde<br />
biz, sinemanın her sinemsevere<br />
hitap etmeyi başarabilen savaş türüne ve<br />
türün 1990 sonrasına damga vuran birkaç<br />
sağlam modern savaş örenğine kısaca<br />
tekrar bir göz atalım.<br />
Stalingrad - 1993<br />
Joseph Vilsmaier’in çektiği bu 2. Dünya<br />
Savaşı filmi, türün en gerekçi olanlarından<br />
biri konumundadır. Doğu Cephesinde<br />
geçen hikaye, savaşın anlamsızlığı<br />
ve acımasızlığını güçlü bir anlatımla<br />
yansıtmayı başarmıştır. Film, dinlenmek<br />
üzere İtalya’ya yollanan bir taburun, istemeyerek<br />
Stalingrad Muharebesi’nde<br />
savaşmaları ve başlarına gelen olaylara<br />
yoğunlaşıyor. Görsel açıdan da donuk ve<br />
etkileyici sahnelere sahip olan Stalingrad,<br />
Thomas Kretschmann’ın tüm dünyada<br />
tanınmasını da sağlayan film olarak bilinmektedir.<br />
Schindler’s List - 1993<br />
Gelmiş geçmiş en iyi film listelerinde<br />
üst sıralarda yer alan Steven Spielberg<br />
başyapıtı, muhteşem sinematografisi,<br />
güçlü hikaye anlatımı ve usta işi sahnelerle<br />
akıllarda asla çıkmayacak güzellikte.<br />
Savaşın ve soykırımın o korkutucu,<br />
hüzünlü ve şiddet yüklü yüzünü net<br />
şekliyle beyazperdeye aktaran Schindler’s<br />
List, dramatik yapısı ve müzikleri ile de<br />
izleyiciyi yakalamayı başarıyor. Sadece<br />
2.Dünya Savaşı değil, genel anlamda
da çok özel ve çok büyük bir film olan<br />
Schindler’s List’in elbette en ağır topu ise<br />
bu performansıyla Oscar adayı olan Liam<br />
Neeson.<br />
The Thin Red Line - 1998<br />
Usta yönetmen Terrence<br />
Malick’in 20 yıl aradan<br />
sonra çektiği bu film,<br />
savaş karşıtlığını ve<br />
savaşın anlamsızlığını vurucu<br />
sahneler ve kan ile<br />
değil, psikolojiyle ve yitip<br />
giden hayatlarla, daha da<br />
önemlisi felsefi açıdan<br />
sorgulayarak anlatıyor.<br />
Belki de gerçek cehennemin<br />
bu dünyada olduğu<br />
mottosundan hareket<br />
ile varoluşsal düşünceyi de hesaba katan<br />
Malick, şiirsel anlatım ile de gücünü<br />
artırıyor ve büyüleyici bir sinema deneyimi<br />
ortaya koyuyor. Malick sinemasının<br />
harika kadrajları da sinemanın büyüsünü<br />
yaşamak için ideal.<br />
Enemy at the Gates - 2001<br />
Rusya ve Almanya amansız bir savaş<br />
içinedir. Rusların motivasyonu ve kazanmaya<br />
olan inançlarını körükleyen en<br />
öenmli şansı müthiş sniper Vassili Zaitsev,<br />
Almanların en büyük<br />
kozu ise acımasız ve zeki<br />
Albay König’dir ve bir<br />
yerden sonra film bu ikili<br />
arasında kedi-fare oyununa<br />
döner. Hem hikaye<br />
anlatımı yerindedir hem<br />
de kadrajlar bir savaş/<br />
sniper filmi için özenle<br />
çalışılmıştır. Ed Harris’in<br />
performansıysa filmin en<br />
büyük kozlarından biri<br />
durumundadır. Sadece<br />
savaş değil gerilim ve<br />
macera seven izleyiciler<br />
için de Enemy at the<br />
Gates harika bir yapım olarak sinema tarihindeki<br />
yerini alır.
The Letters From Iwo Jima - 2006<br />
Klasik sinemanın günümüzdeki<br />
uygulayıcılarından ve ustalarından<br />
olan, yaşı 90’a<br />
yaklaşmasına<br />
rağmen hala<br />
setlerden inmeyen<br />
Clint Eastwood’un<br />
çektiği film,<br />
bir söylentiye<br />
göre cesetleri<br />
mağaralarda ve<br />
yerde gömülü<br />
bulunan Japon<br />
askerlerin üzerlerinden<br />
çıkan mektuplardan<br />
hareketle<br />
yapıldı. Aynı sene Amerikan tarafından da<br />
aynı hikayeyi çeken Eastwood, tamamı<br />
Japonca ve tarafsız bir şekilde Japonya<br />
tarafının hikayesini de anlatmayı tercih<br />
etti. Diğer parçasından çok daha iyi olan<br />
Letters From Iwo Jima, müthiş görsellik<br />
ve harika diyaloglarla izleyiciyi etkilemeyi<br />
başarıyor. Bunun karşılığını da Oscar ve<br />
Altın Küre adaylıklarıyla alıyor.<br />
Inglourious Basterds - 2009<br />
Alman işgali altındaki Fransa, Naziler’in<br />
en güçlü olduğu zamanlar, hayatını<br />
yeniden kurmak isteyen ve ailesinin<br />
intikamını<br />
düşleyen bir kadın,<br />
bir Alman Subayı<br />
ve Nazi avcısı bir<br />
grup... Bu harika<br />
görünen karakterler<br />
ve hikaye<br />
mükemmel bir<br />
savaş filmi izlenimi<br />
veriyor ve ortaya<br />
çıkan film de<br />
muhteşem ama bir<br />
farkla: Yönetmen<br />
Quentin Tarantino!<br />
Sanırım ne kadar çılgın olduğu konusunda<br />
başka bir söz söylemeye gerek yok.
AKLINI VE KALBiNi<br />
DOĞRU<br />
YOĞURMALISIN<br />
BERİL<br />
n Ayşe Teyze bu sefer<br />
Makas Eller’i seyrediyor<br />
ve Beril’in dengede<br />
durmasını söylüyor. Tim<br />
Burton bile bu filmi böyle<br />
çözümleyememişti...<br />
B: Ayşe teyze açıyorum<br />
filmi, yine ingilizceden<br />
harika bir isim çevirisiyle<br />
Makas eller.<br />
A: Aman Beril, söylediğin isimle filmler hiç tutmuyor<br />
zaten. Baksan hepsi korku filmi gibi.<br />
Hiç polemiğe girmeden açıyorum filmi. Bir<br />
büyükanne torununa dışarda yağan karın<br />
hikayesini anlatmaya başlıyor. Masalsı bir Tim<br />
Burton dünyasına giriyoruz. Amerikanın tek<br />
tipliği ile dalga geçen bir düzen hakim mahallede.<br />
Bütün evler, arabalar hatta yollar aynı.<br />
Sevimli karakterimiz Peg çıkıyor karşımıza,<br />
elimde malzemeleri kapı kapı dolaşıp Avon<br />
satmaya çalışıyor. Kimseye satamadığı için<br />
mutsuz dönüyor arabasına.<br />
A: yahu ayıp olmasın diye alır insan en ucuzunda.<br />
Komşun sonuçta hiç değilse bir katkın<br />
olur. Çıkmış kapı kapı dolaşıyor, komşularım<br />
BERİL ATEŞOĞLU
umuru değil. Cık cık cık<br />
İlk “cık cık cık” komşulara geldi. Bu sırada<br />
Peg’in gözü yolun sonunda ki tepenin üzerinde<br />
duran eve takılır ve direksiyonu o yöne<br />
kırar. Şatoya benzeyen bu evin bahçesinde<br />
harika bir peyzaj olduğunu görür. Bütün<br />
yeşillikler sekilli budanmıştır. Harika bir<br />
sanatçı ile karşılacağını düşünür, aslında öyle<br />
de olur. Elleri makas olan hepimizin çocukluk<br />
kahramanı Edward ile tanışır. Edward’ın<br />
ünlü bir mucit tarafından yapıldığı ve mucitin<br />
Edward’ın ellerini bitireneden öldüğü için,<br />
elleri bir çok keskin aletten oluşmaktadır. O<br />
kendisini şöyle anlatır. “Eksik kaldım!”<br />
A: aman be çocuğum, eksik olan ellerin olsun.<br />
İçim burkuldu resmen. Ne kadar temiz yüzlü<br />
bir delikanlı.<br />
Temiz yüzlü derken? Saçı başı dağılmış,<br />
yüzünde bir çok kesik izi, üzerinde deri bir<br />
kıyafet kendini yanlışlıkla kesmesin diye ama<br />
Ayşe teyze haklı bütün bunlara rağmen onu ilk<br />
gördüğünüzde içinizde bir sevgi uyanıveriyor.<br />
Aynı sevgi Ped de de uyandığı için tutuyor<br />
elinden eve götürüyor. Ona bir oda veriyor,<br />
yeni kıyafetler giydiriyor. Mahalleli meraklı<br />
Peg’in kapısına dayanıyorlar Edward’ı görebilmek<br />
için.<br />
A: Bu Peg akıllı ve iyi kalpli bir kadın.<br />
Komşularının ne mal olduğunu biliyor bak<br />
Makas’ı korumak istiyor. Böyle insanlar<br />
farklılıkları sevmezler. Bakma sen gavur memleket<br />
modern dersin ama bilmedikleri şeyden<br />
hiç haz etmezler. Siz ne diyorsunuz öteki,<br />
möteki bir şey…?<br />
B: Öteki…. möteki… ötekileştirmek falan mı?<br />
A: Hah ondan ötekileştirirler hemen.<br />
Ayşe teyze söylediklerinden çok emin filmi<br />
izlemeye devam ediyor ama işler pek onun<br />
dediği gibi olmuyor. Edward’ın yeteneği<br />
keşfediliyor ve herkes önce ağaçlarını<br />
budamasını istiyor, sonra köpeklerini en sonunda<br />
da saçlarını kesmelerini. Mahalle ne olursa<br />
olsun aynılıktan asla kurtulamıyor, şimdi<br />
de herkesin bahçesi, köpeği, ağacı enteresan<br />
bir hal alıyor. Bir kişi hariç, mahallenin katolik<br />
ablası! O Edward’ın bir şeytan olduğunu<br />
düşünüyor.
A: bu yönetmenin adı neydi?<br />
B: Tim Burton<br />
A: Tim çok akıllı bir yönetmen belli. Koca<br />
dünyayı küçücük mahallede anlatmış. Sen<br />
niye çalışmıyorsun bu adamla?<br />
B: takvimimiz uymadı be Ayşe teyze! Arada<br />
da başka iş almıştım. Ayşe teyze şimdi sana<br />
nasıl anlatsam bilemedim. Bu adam baya<br />
ünlü bir yönetmen ve ingilterede yaşıyor.<br />
Onunla çalışmam bir mucize olurdu!<br />
A: ne var canım insan işte. Artık herkes herkesle<br />
çalışıyor. Ölmedi ya adam git bul.<br />
Bir 10 saniye durup Tim Burton ile<br />
çalıştığımı hayal ediyorum, yüzümde bir<br />
gülümseme… sonra gerçek dünyaya<br />
dönüyorum ve herşeyi Ayşe teyze gibi<br />
basit görmenin ne kadar hoş olabileceğini<br />
düşünüyorum. Belki bir gün olur hayat… diyerek<br />
kendimi hayallere kaptırmadan filme<br />
dönüyorum.<br />
Bu sırada Edward Peg’in kızı Kim e çoktan<br />
aşık olmuş bile. Mahalledeki kadınlar<br />
Edward’ın peşindeyken o kalbini Kim’e<br />
kaptırıyor. Kim’in ise Jim isimli kaba<br />
bir sevgilisi var ve Edward’a çok kötü<br />
davranıyor. Tam olarak bu noktada işler bir<br />
anda terse dönüyor. Çok popüler olan Edward<br />
televizyon programlarında yeteneği ve<br />
değişik fiziğiyle boy gösterirken, Jim onu<br />
babasının kasasını soymak için kullanıyor<br />
ve tabi ki bütün kabak Edward’ın başına<br />
patlıyor.<br />
A: Amaaannn bak kız yaktı Makas’ın<br />
başını. İşte Beril bu işler hep böyle. Farklı<br />
olan önce herkesin hoşuna gider ve bir<br />
anda popüler olur. Sonra insanlar ondan<br />
birşeyler istemeye başlar, ilgi, alaka, sevgi.<br />
Çünkü bu popülerliğin onların sayesinde<br />
olduğuna inanırlar ve haklarını isterler.<br />
Halbuki alakası yok. Bir şey iyiyse zaten<br />
iyidir. Bunu görebilen insanlar sadece görebildiklerine<br />
sevinmelidir. Feyz almalılardır<br />
feyz…<br />
B: peki Ayşe teyze sana bir şey soracağım.<br />
İnsanların bilinir ya da popüler olmasında<br />
diğer insanların hiç etkisi yok mudur?<br />
A: Vardır olmaz olur mu hiç! Çoğunluğun
aklı, fikri nasıl işliyorsa, eğitimleri, ahlakları,<br />
aileleri nasılsa popüler olanlarda onların<br />
anlayabileceği insanlar olur. İnsan evladı<br />
ya özenecek ya da ya da yakın hissedecek.<br />
Bir konuda yetenekli, zeki, başarılı olması<br />
ilham olur. Kızım yine dediğim gibi, toplumun<br />
geneli nasılsa öne çıkan insanlarda öyledir.<br />
Cahil bir toplumun yenilikçi bir başkanı asla<br />
anlayamayacağı hatta bir süre sonra rahatsız<br />
olacağı gibi. İnsan kendini ezilmiş hisseder,<br />
eziklikte cehaletten gelir. Bir güzelliği ya da<br />
bir aklı ne kadar çok anlayabilen, görebilen<br />
insan varsa o toplum o kadar aydın demektir.<br />
Bu sohbet rakı masasında son bulabilir!<br />
Biz Ayşe teyzeyle film izlemeyi bırakıp önce<br />
memleketi sonra dünyayı kurtarabiliriz:)<br />
bir an baktık birbirimize, aramızda 2 kuşak<br />
var. Ben onun geleceğiyim, hayalleri o ise<br />
benim geçmişim, tarihim. Şu an dünyanın<br />
aynı ülkesinde, aynı şehrinde hatta aynı<br />
koltuğunda oturuyoruz. Gözlerimizde aynı<br />
hüzün. Ben ona gelecek gençlere emanet<br />
biliyorum ama bana fazla güvenme memleketin<br />
durumu malum der gibi bakıyorum<br />
o da bana geçmişten biz sorumluyduk pek<br />
sahip çıkamadık kusurumuza bakma der gibi<br />
bakıyor. Gülüyoruz gamsızca… bu özel anı<br />
siren sesleri bölüyor. Herkesin Edward’ın<br />
peşine düşmüş onu imha etmek istiyor bu<br />
sırada annesinden aldığı güzel kalbi ile Kim<br />
Edward’a olan aşkını ifade ediyor ve onun<br />
hayatta kalabilmesi için tepedeki evine dönmesini<br />
istiyor.<br />
Herkes Edward’ı öldü zannediyor. Bu onun<br />
için en güvenli seçenek. Ancak o zaman<br />
peşini bırakıyorlar. Gönlü güzel insanlar<br />
Edward’ın gönlünü görebiliyorlar. Koca<br />
mahalleden 4-5 kişi bile olsa insanın yalnız<br />
olmadığını bilmesi güzel!<br />
A: aklını ve kalbini doğru yoğurmalısın Beril.<br />
Ne kalbin içine gömülmeli ne de aklın havada<br />
olmalı bir dengede dur evladım dengede!<br />
Benim böyle bir hocam olduktan sonra kimseler<br />
dengemi bozamaz:)<br />
Ayşe teyze seni çok seviyorum. Her filmimde<br />
varsın!!!!
PETER PARKER<br />
VE SAHTE YÜZLERİ<br />
n Çizgi roman<br />
dünyasının popüler<br />
simalarından olan<br />
ve adını tüm yer<br />
küreye yaymayı<br />
başaran süper kahraman<br />
Spider-Man,<br />
yepyeni maceralarıyla beyazperdedeki<br />
yerini almaya hazırlanıyor. Bu yazın<br />
en merakla beklenen işlerinden olan<br />
Spider-Man:Homecoming, son on yıllık<br />
periyottaki üçüncü farklı Peter Parker’ı<br />
izleyenlerine sunacak. Bu da haliyle,<br />
Homecoming’in daha önceki muadilleri<br />
ile kıyaslanmasına fırsat tanıyor. Biz de<br />
bu vesilesiyle, Spider-Man’in beyazperdedeki<br />
yolculuğunu ve yeni seride<br />
bizleri nelerin beklediğini mercek altına<br />
aldık. Bakalım, ağlarını şehrin yüksek<br />
binalarına ören süper kahramanımız<br />
ne gibi evrelerden geçerek bugünlere<br />
ulaştı…<br />
Tobey Maguire ve İlk Spider-Man Serisi<br />
Spider-Man serisinin geçmişine göz<br />
attığımızda, birçoklarının üzerine hem<br />
fikir olacağı ender hususlardan biri, karaktere<br />
en cuk oturan oyuncunun Tobey<br />
Maguire oluşudur. Keza onların kimyası<br />
öylesine tutmuştur ki, şimdilerde dahi<br />
Peter Parker dendiği zaman gözümüzün<br />
önünde canlanan siluet Tobey Maguire’in<br />
kendisi oluyor.<br />
İlk olarak 2002 yılında beyazperdeye<br />
merhaba diyen Spider-Man, günün<br />
teknolojisini baz aldığımızda, fazlasıyla<br />
tatmin edici bir ilk film ile arz-ı endam<br />
POLAT ÖZİŞ<br />
Bu yazın en<br />
merakla beklenen<br />
işlerinden olan<br />
Spider-Man:<br />
Homecoming, son on<br />
yıllık periyottaki üçüncü<br />
farklı Peter Parker’ı<br />
izleyenlerine sunacak.
etmektedir. Bu film, bir yandan Peter’in<br />
Örümcek Adam’a dönüşme sürecini<br />
anlatırken, bir yandan da Yeşil Cin ile<br />
olan mücadelesini aktarmaktadır. Tabii,<br />
bir ilk filmin getirdiği negatif hususlar,<br />
burada da fazlasıyla hissedilmekte.<br />
Nitekim Peter’in duygusal gelgitlerine<br />
fazlasıyla tanıklık ettiğimiz filmin, bu<br />
nedenle işin aksiyon kısmını bir nebze<br />
de olsa ikinci plana ittiği aşikâr.<br />
İkinci film öncesi ise ipleri eline alan<br />
yönetmen Sam Raimi’nin, gelen olumsuz<br />
eleştirileri doğru yorumladığını söylemekte<br />
yarar var. Bu noktada ise seçilen<br />
düşmanın, sadece filmin özelinde değil,<br />
tüm seri genelindeki en doğru tercih<br />
olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle çizgi<br />
romanı takip edenlerin yakından tanıdığı<br />
Doktor Otto Octavius ya da bilinen adıyla<br />
anmak gerekirse Doktor Ahtapot’un tüm<br />
hırçınlığı ile boy gösterdiği ikinci film, bu<br />
nedenle oldukça güçlü bir rekabeti de<br />
huzurlarımıza getirmektedir.<br />
Görsel efektleri ile deyim yerindeyse<br />
büyüleyen ve dinamizminden zerre<br />
ödün vermeden ilerlemeyi başaran<br />
Spider-Man 2, aynı zamanda zihinsel<br />
bir savaşı da izleyenlerine sunmaktadır.<br />
Nitekim Doktor Ahtapot ve Örümcek<br />
Adam’ın filmin başından sonuna dek,<br />
birer satranç oyuncusunu andıran akıl<br />
okumaları, onların rekabetini özel kılan<br />
en önemli husus olarak belirmektedir. Bu<br />
da film bittiğinde, her yönüyle doyurucu<br />
bir aksiyon izlemiş hissiyle koltuktan<br />
kalkmamıza olanak sağlamaktadır.<br />
Tobey Maguire ve Sam Raimi ikilisinin<br />
ortaya koyduğu ilk iki Spider-Man filmi ilgili<br />
ne kadar methiye düzdüysek, üçüncü<br />
film için de bir o kadar eleştiri getirmek<br />
mümkün. Tabii bu noktada tüm topu Sam<br />
Raimi’ye atmak, ona yapılmış en büyük<br />
haksızlık olacaktır. Nitekim Spider-Man<br />
3’ün başarısızlığı ve kopuk yapısında, o<br />
dönem filmin tüm haklarını elinde bulunduran<br />
Sony’nin müdahaleci tavrının pay<br />
sahibi olduğu da yadsınamaz bir gerçek.<br />
Malumunuz, Spider-Man 3 Peter
Parker’ın birçok düşmanın yanı sıra,<br />
kendisiye de mücadele etmek zorunda<br />
olduğu bir film. Bu da ister istemez<br />
hikâyeyi konu bütünlüğünden uzak<br />
ve bölük pörçük bir haleti ruhiye içine<br />
yerleştirmektedir. Peki, bunun müsebbibi<br />
kim? Esasen bu sorunun cevabını<br />
ararken, Spider Man 4’ün, senaryosu dahi<br />
hazırken neden iptal edildiğinin cevabını<br />
da bulacağız.<br />
Spider-Man 4’ün İptal Edilişi<br />
Dördüncü filmin iptal edilişi ilgili yıllardır<br />
birçok spekülasyon herkesin kulağına<br />
gelmiştir. Çünkü Tobey Maguire’den Sam<br />
Raimi’ye kadar seriyi ilerleten birçok<br />
önemli yapı taşının “2011 yılında Spider-<br />
Man 4 vizyonda olacak” söylemi, her<br />
şey hazırken gerçekleşen bir kopuşun<br />
da en büyük göstergesi. Ancak bu konuda<br />
bilinen en önemli gerçek, Spider-<br />
Man 3 sırasında Sam Raimi’nin Venom’u<br />
filme koymak istememesine rağmen,<br />
Sony’nin ısrarcı tavrı gösterilmektedir.<br />
Bağımsız çalışma ortamını yaratamadığı<br />
için, istediği özgünlükteki filmleri ortaya<br />
koyamamaktan şikâyet eden Sam<br />
Raimi, kendi çektiği film hakkında bile<br />
“Beğenmedim” yorumunu yapacak kadar<br />
çıldırma seviyesine gelmiştir.<br />
Bu dakikadan sonra Sam Raimi ve Sony<br />
arasındaki ipler iyiden iyiye gerilmeye<br />
başlamışken, bir de dördüncü filmin<br />
senaryo tartışmalarının ayyuka çıkması,<br />
gelinen yolun da sonunu işaret etmekteydi.<br />
Nitekim üçüncü filmde yapımcı<br />
firmanın senaryoya müdahalesinden<br />
sonra, rahatsızlığını her daim dile getiren<br />
Sam Raimi, en azından dördüncü filmde<br />
böyle sorunlar yaşamak istemiyordu. O,<br />
insanların gençliğini emen The Vulture’u<br />
hikâyenin ana kötüsü olarak monte etmek<br />
isterken, Sony’nin devamlı olarak işine<br />
burnunu sokmasına dayanamamış ve senaryosu,<br />
castı hazır olan bir filmden elini<br />
ayağını çekerek, bir efsanenin de sonunu<br />
getirmiştir. Sam Raimi ile çalışmaktan<br />
pek de hoşnut olmayan Sony içinse, sil<br />
baştan bir Spider-Man serisi yapma fikri<br />
iyiden iyiye cazip gelince, gönüllerin Peter<br />
Parker’ı Tobey Maguire’e de veda etmiştik.<br />
Sony tarafından atılan bu adım, o zaman<br />
için cesur bir hamle gibi gözükse<br />
de, geldiğimiz noktayı gördükçe ne kadar<br />
yanlış bir karar olduğunu bir kez daha<br />
anlıyoruz. Hele hele tüm bu süre zarfı<br />
içerisinde, Wolverine’i yalnızca Hugh<br />
Jackman’ın canlandırdığını göz önüne<br />
aldığımızda, Spider-Man için üzülmemek<br />
elde değil. Evet, belki Tobey Maguire Hugh<br />
Jackman kadar büyük bir yetenek abidesi<br />
değil. Ancak karakterde yaşanacak bir<br />
istikrar, çizgi roman dünyasının efsanesini,<br />
beyazperdenin de kalburüstü figürlerinden<br />
biri haline getirebilirdi. Eğer ki Wolverine’i<br />
beyazperdeye adım attığı günden itibaren<br />
üç farklı oyuncu canlandırmış olsa,<br />
Logan’dan şu an efsane diye bahsedebilir<br />
miydik? Yorum sizin…<br />
Andrew Garfield ve<br />
The Amazing Spider-Man<br />
Sam Raimi ve Tobey Maguire, Sony<br />
tarafından saha dışına itilmiş; sahne Andrew<br />
Garfield ile yönetmen Marc Webb’e<br />
kalmıştır. Esasen üzerlerine ateşten
ir gömlek giydikleri tartışılmayacak<br />
bir gerçek. Nitekim öyle ya da böyle<br />
birçoklarının saygısını kazanmış bir<br />
seriyi, sil baştan yapmak-yapabilmek<br />
her babayiğidin harcı değil. Bu noktada<br />
yönetmen Marc Webb, hem bir önceki<br />
seriden bağımsız bir yeni dünya yaratacak<br />
hem de her şeye burnunu sokan<br />
Sony’nin isteklerine boyun eğecekti.<br />
Marc Webb’in yaratmak istediği yeni<br />
dünya ise, kendisini kocaman bir tuzağın<br />
ortasına çekmiştir. O, Sam Raimi’nin<br />
dünyasına oranla bir nebze daha karanlık<br />
ve sert bir atmosfer kurmak isterken,<br />
yarattığı suni dünyayla maalesef sınıfta<br />
kalmaktaydı. Üstüne üstlük, Andrew<br />
Garfield’ın da bir türlü Peter Parker’ı<br />
benimseyememesi, gözlerin devamlı<br />
olarak Tobey Maguire’ı aramasına neden<br />
olmaktaydı. The Amazing Spider-Man<br />
serisinin ilk filmine göz atacak olursak,<br />
ısıtılıp ısıtılıp önümüze koyulan “Büyük<br />
güç, büyük sorumluluk ister” mottosunun<br />
tekrar hortlaması, henüz filmi en baştan<br />
sıkıcı bir konuma yerleştirmektedir. Nitekim<br />
Sam Raimi’nin yönettiği ilk filmde de<br />
fazlasıyla yer kaplayan bu konu ve Peter<br />
Parker’ın Örümcek Adam’a evrilişi, artık<br />
sağır sultan tarafından bile duyulmuş<br />
durumda. Bu da filmin özgün bir şey ortaya<br />
koymasının önünü geçip, ezberden<br />
konuşmasına neden olmaktadır.<br />
Filmin artılarına değinecek olursak, ilk<br />
seride fazlasıyla göz ardı edilen Peter<br />
Parker’ın eğlenceli kişiliği bu seri de bir<br />
nebze de olsun öne çıkarılmış durumda.<br />
Özellikle Andrew Garfield’ın çocuksu<br />
görüntüsünde, hiç sırıtmayan, aksine<br />
cuk diye oturan bu eğlenceli tavırlar,<br />
bir Deadpool kadar olmasa da yer yer<br />
gülümsetmeyi başarmaktadır. İlk serinin<br />
esas kadını Mary Jane Watson’ın yerine<br />
arz-ı endam Gwen Stacy ise The Amazing<br />
Spider-Man’in bir diğer artısı. Nitekim<br />
Kirsten Dunst’ın, Tobey Maguire’in<br />
gölgesinde kalan tavrına karşılık, Emma<br />
Stone’un Andrew Garfield’i dahi alaşağı<br />
eden performansı gerçekten izlenmeye<br />
değer. Birkaç küçük artısı dışında, genel<br />
hatlarıyla başarısız bir seri olarak lanse<br />
edebileceğimiz The Amazing Spider-<br />
Man, üçüncü filmi dahi göremeden tarihin<br />
tozlu sayfalarındaki yerini almıştır.<br />
Tabii ki, bu noktada Marc Webb’in ve<br />
Andrew Garfield’in Örümcek Adam ile<br />
uyuşmayan kimyalarının payı büyük.<br />
Ancak bir tartıya koyacak olursak eğer,<br />
Sony’nin iş bilmez tavrının fazlasıyla ağır<br />
bastığını da söylemekte yarar var. Nitekim<br />
Sam Raimi’nin yapmak istediklerini,<br />
Marc Webb’e deklere etme çabaları da<br />
ister istemez yönetmenin elini kolunu<br />
bağlamış ve seriyi bir uçuruma doğru<br />
sürüklemiştir.<br />
Sony’nin kontrol mekanizması olarak<br />
her daim kendisini görünür kılması,<br />
şüphesiz Spider-Man’in marka değerine<br />
çok büyük zararlar vermiştir. Eğer<br />
ki şimdilerde, Peter Parker için alelade<br />
bir süper kahraman yakıştırması<br />
yapıyorsak, bunda beyazperdedeki talihsiz<br />
serüvenin payı fazlasıyla büyük. İşte,<br />
tam bu da noktada karakterin yaratıcısı<br />
Marvel devreye girdi ve kahramanının
haklarına ortak olmak için ilk girişimini<br />
yaptı!<br />
Tom Holland ve Spider-<br />
Man:Homecoming<br />
Marvel Sinematik Evreni’nin, Spider-<br />
Man’in hakları konusunda Sony ile<br />
anlaşması, uçarı süper kahramanımız<br />
için evine, Marvel’in tam ortasına dönmesini<br />
müjdeliyordu. Tabii, bunun için<br />
karakterin büyük bir değişim geçirmesi<br />
de şarttı! Bu noktada Marvel radikal bir<br />
karar alarak, yeni Spider-Man’i bir lise<br />
öğrencisi olarak ortaya atmış ve rolü<br />
1996 doğumlu Tom Holland’a emanet<br />
etmişti.<br />
İlk olarak Captan America: Civil War’da<br />
karşımıza çıkan Tom Hollandlı Spider-<br />
Man, her ne kadar fiziksel görüntü<br />
olarak cılız bir imaj çizse de, eğlencesi<br />
ve hazırcevaplılığıyla aranan Spidey<br />
olacağının da sinyallerini vermiştir.<br />
Tabii, Spider-Man’in yaşça küçük seçilmesinin<br />
ve Marvel Sinematik Evreni’ne<br />
geçmesinin bir sonucu da, Iron Man<br />
yani pervasız milyarder Tony Stark’ın<br />
fazlasıyla himayesi altına girmesi<br />
olacaktır. Spider-Man:Homecoming’in<br />
yayınlanan fragmanlarına göz<br />
attığımızda, bu durumun fazlasıyla ön<br />
planda olduğunu görmekteyiz. Eski<br />
serilerde, kostümünü kendi tasarlayan<br />
Peter’ın, bu sefer Stark’ın kendisine<br />
temin ettiği ve neredeyse başlı<br />
başına bir silah görüntüsü çizen bir<br />
kostüm giydiğini görmekteyiz. Esasen<br />
bu bile, teknolojiye ayak uydurmuş<br />
ve bağımsızlığını çoktan Stark’a teslim<br />
etmiş bambaşka bir Spider-Man’in<br />
geleceğinin habercisi niteliğindedir.<br />
Homecoming serisini farklı kılan<br />
hususların en başında ise, şüphesiz<br />
Spider-Man’in maksimize edilmiş<br />
eğlencesi geliyor. Özellikle Deadpool ile<br />
başlatılan, “Yetişkinler için süper kahraman”<br />
formunun hepsi olmasa dahi,<br />
mizahi unsurlarını burada göreceğimiz<br />
aşikar. Ancak işin ciddiyet, sertlik ve<br />
vahşilik kısmına göz attığımızda benzer<br />
şeyleri söylemek ne yazık ki mümkün<br />
değil. Çünkü fragmanlarda her bir ayrıntısı<br />
ince ince verilen film, Marvel Sinematik<br />
Evreni’nin daha önceki yapımlarından da<br />
alışılagelmiş şekilde, daha çok teenage<br />
bir kitleye hitap edeceği apaçık bir şekilde<br />
ortada. Bu noktada sorulması elzem<br />
olan soru şu, “Marka değeri iyiden iyiye<br />
zedelenmiş olan Spider-Man’i ele ayağa<br />
düşürmek için daha ne yapacaksınız?”
Esasen bu noktada değinilmesi gereken<br />
bir konu da, Spider-Man: Homecoming’in<br />
inanılmaz kötü bir şekilde geçen<br />
PR dönemi. Öncelikle, filmin tüm<br />
fragmanlarını arka arkaya izledikten<br />
sonra hikâye ile ilgili net bir çıkarım<br />
yapmak mümkün hale geliyor. Özellikle<br />
Spider-Man’i ve Marvel Sinematik<br />
Evreni’ni yakından takip eden izleyiciler<br />
için, Homecoming sürprize açık bir film<br />
olmaktan çıkmış durumda. Üstüne üstlük,<br />
filmin üçüncü sınıf bir Hint yapımını<br />
andıran çocuksu afişi de, tüm bu negatif<br />
hadiselerin tuzu biberi olmuş durumda.<br />
Sahi, o afişi tasarlarken hiç mi işinin ehli<br />
birine göstermediniz? Yahut bunların<br />
hepsi, “Sony zaten Spider-Man’in ipini<br />
çekti, biraz da biz üzerine oynayalım”<br />
düşüncesinden doğan hamleler mi?<br />
Peki, Homecoming’in hiç mi artısı yok?<br />
En büyük artısının The Vulture ve ona<br />
hayat verecek olan Michael Keaton<br />
olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle filmografisinin<br />
en değerlileri olan Batman<br />
ve Birdman’den sonra, yine kanatlı bir<br />
karaktere yani The Vulture hayat verecek<br />
olan Michael Keaton, şüphesiz<br />
ki Homecoming’in en büyük değeri, en<br />
büyük lezzeti. Onun filmdeki varlığı bile,<br />
koşa koşa salona gitmemize yeter de<br />
artar bile!<br />
Beyazperde serüveni 2002 yılında<br />
başlayan ve 2017 yılı itibariyle üçüncü<br />
nesil hikâyesiyle izleyicilerinin karşısına<br />
çıkacak olan Spider-Man: Homecoming,<br />
kahramanımızın zedelenen imajını<br />
ayağa kaldırmak için güçlü bir aday mı,<br />
tartışmaya açık. Ancak Marvel’in hakları<br />
elinde bulunduran Sony ile anlaşması ve<br />
karakter üzerinde daha fazla söz sahibi<br />
olması, en azından artık bir bütünlüğün<br />
sağlanacağına dair en önemli işaret.<br />
Her ne kadar ergen bir Peter Parker<br />
bizleri beklese de, rezalet bir pazarlama<br />
politikası uygulansa da, yeryüzünün en<br />
popüler süper kahramanlarından biri<br />
beyazperdeye geliyorsa, hala bir umut<br />
var demektir. Belki Homecoming, Sam<br />
Raimi’nin yönettiği ilk serinin ötesine<br />
geçmek adına, ilk aşamada güçlü bir<br />
aday olarak durmuyor ancak Marvel’in<br />
de etkisiyle ilerleyen yıllarda büyüme<br />
potansiyeline sahip bir seri. Bakalım,<br />
iyiden iyiye gençleşen Peter Parker,<br />
yeni maceraları ile bizlere neler vadedecek,<br />
ne gibi kahramanlıklar sunacak. 7<br />
Temmuz’da izleyip, göreceğiz.
G.KORE’DEN ÇILGIN<br />
BİR ZOMBİ FİLMİ<br />
21 Temmuz’da gösterime girecek Zombi Ekspresi, artık<br />
iyice yorulmuş bir alt tür dahilinde ilgi çekici bir film nasıl<br />
çekilir diye merak edenlerin kafalarındaki bütün soru<br />
işaretlerini ortadan kaldıracak kadar iddialı bir iş.
MURAT KIZILCA<br />
n Daha geçen gün<br />
“zombi filmlerinden<br />
hala sıkılmadınız mı”<br />
diye soruyorlardı<br />
ki Güney Kore’den<br />
soruyu buruşturup<br />
çöpe atacak kadar<br />
güçlü bir yanıt geldi.<br />
Train to Busan/Zombi<br />
Ekspresi, artık iyice yorulmuş bir alt tür<br />
dahilinde ilgi çekici bir film nasıl çekilir<br />
diye merak edenlerin kafalarındaki bütün<br />
soru işaretlerini ortadan kaldıracak kadar<br />
iddialı bir iş.<br />
Daha önce The King of Pigs (2011) ve<br />
The Fake (2013) gibi animasyonları<br />
yöneten Sang-ho Yeon’un elinde sihirli<br />
değnek olduğunu ileri sürecek değiliz<br />
elbette. Öncelikle akılda kalıcı karakterler<br />
yaratmanın öneminin farkında olan<br />
yönetmen (ki senaryo da ona ait), bir<br />
yatırım firmasında yönetici olarak çalışan<br />
başkahramanımızı tanıtarak işe başlıyor.<br />
Karısından boşanmış olan Seok-Woo,<br />
annesi ve 9-10 yaşlarındaki kızı Su-an ile<br />
beraber yaşamaktadır. Sadece kendini<br />
düşünen, aşırı bencil bir kişiliğe sahip<br />
Seok-Woo, işini her şeyin önüne koyduğu<br />
için kızını ihmal etmektedir. Doğum<br />
gününde aldığı bilgisayar oyunu konsolunun<br />
aynısının kızının odasında zaten<br />
kurulu olduğunu unutacak kadar da ilgisiz<br />
bir baba profili çizen Seok-Woo, kızının<br />
ısrarlarına dayanamaz ve onu Busan’a,<br />
çok özlediği annesinin yanına götürmeye<br />
karar verir. Böylece başkahramanımız<br />
kızıyla beraber Seul’dan Busan’a gidecek<br />
olan hızlı trene biner.<br />
Yönetmen Sang-ho Yeon, başkahramanın<br />
etrafına izleyicinin duygusal bağlar<br />
kurabileceği (seveceği, nefret edeceği,<br />
özdeşlik kuracağı) yan karakterler<br />
yerleştirmeyi de ihmal etmiyor. Filmin<br />
neredeyse tamamı, içinde her sınıftan yolcunun<br />
olabileceği bir toplu taşıma aracının<br />
içinde geçtiği için bunu gerçekleştirmek<br />
pek de zor olmuyor. Bir lisenin beyzbol<br />
takımı, zengin ve bencil Yon-suk, orta<br />
yaşın üzerindeki iki kız kardeş In-gil ile<br />
Jon-gil, bileği güçlü Sang-hwa ile hamile<br />
karısı Seong-kyeong ve sokakta yaşadığı<br />
belli evsiz bir adam,<br />
öykünün merkezindeki<br />
karakterler<br />
olarak sırayla boy<br />
gösteriyorlar.<br />
Bir Memleket Gibidir<br />
Tren<br />
Tren seyir<br />
halindeyken bütün<br />
ülkede bir zombi<br />
salgını baş gösteriyor.<br />
Seul’dan<br />
ayrılmadan önce<br />
zombi virüsünden<br />
etkilenmiş bir genç<br />
kız son anda trene<br />
bindiği için ülkeyi kasıp kavuran salgının<br />
bir benzeri de tren içinde yaşanıyor.<br />
Serdar Akar imzalı Gemide (1998) filminin<br />
unutulmaz repliklerinden “bir memleket<br />
gibidir gemi” geliyor akla ister istemez.<br />
Busan treni memleket oluyor ve yolculardan<br />
oluşan halk, ölümcül bir tehlike<br />
karşısında birleşip mücadele edeceğine,<br />
kendi içinde bölünüp birbirleriyle de<br />
didişmeye başlıyor. Ayrışma anlarında,<br />
her daim CEO olduğunu üstüne basarak<br />
tekrar eden ve üst sınıfı temsil eden Yonsuk<br />
karakteri öne çıkıyor. Kendi canını<br />
her şeyin önüne koyan ama akılcı kararlar<br />
vermekten uzak Yon-suk, bir saniye<br />
daha fazla yaşayabilmek için birçok yolcunun<br />
canını tehlikeye atarken tereddüt<br />
dahi etmiyor.<br />
Aslında başkahramanımız da farklı biri<br />
değil. Küçük kızıyla arasında geçen diyaloglarda<br />
sık sık başkalarına yardım etmemesini,<br />
sadece kendisini düşünmesini<br />
tembihliyor. Ancak filmin umut kaynağı<br />
Su-an, babasına inatla karşı çıkıyor,<br />
yardımlaşmaktan, diğer insanlarla
irlikte hareket etmekten yani kısaca<br />
“insan” olmaktan bahsediyor. Daha<br />
yaşı küçük olduğu için henüz masumiyetini<br />
kaybetmemiş olan Su-an, başta<br />
babası olmak üzere herkese insanlık<br />
dersi vermeye soyunuyor. Zombi<br />
Ekspresi, Seok-Woo’nun film boyunca<br />
geçirdiği dönüşüm üzerinden, sınıf<br />
çatışmasını da araya sıkıştırarak<br />
insanlığımızı sorguluyor.<br />
World War Z + Snowpiercer = Train to<br />
Busan<br />
İlk fragman yayınlandığında, Brad<br />
Pitt’li zombi filmi World War Z’ye<br />
(2013) benzediğini ve usta yönetmen<br />
Bong Joon-ho’nun İngilizce<br />
olarak çektiği ilk film Snowpiercer’ı<br />
(2013) akla getirdiğini belirtmiştik.<br />
Evet, Zombi Ekspresi Amerikalı<br />
türdeşine benziyor ama onun eksik<br />
kaldığı her boşluğu doldurmayı<br />
başarıyor ve “gişeye oynayan zombi<br />
filmi nasıl yapılır” dersi veriyor.<br />
Snowpiercer’dan ödünç aldığı yapıyı<br />
da kendi matematiğine uygun bir hale
getirerek lehine kullanmayı biliyor.<br />
Burada iki kişinin daha ismini anmak<br />
gerekiyor: zombi filmleri dendiğinde<br />
akla gelen ilk isim olan George A.<br />
Romero ve 28 Days Later (2002) ile<br />
ağır aksak yürüyen zombilerin hâkimiyetine<br />
son veren Danny Boyle.<br />
Zombi Ekspresi, Boyle’ın ‘infected’<br />
(bulaşıcı hastalık) filmlerinin izinden<br />
giderken Romero’nun sistem ve<br />
toplum eleştirilerini de sahipleniyor.<br />
Ancak Romero’nun karanlık bir son<br />
biçtiği insanlık için hala umudunu<br />
yitirmeyen Sang-ho Yeon, minik Suan’ın<br />
babası için söylediği şarkı ile<br />
geleceğe umutla bakmamız gerektiği<br />
konusunda ısrar ediyor.<br />
Zombi Ekspresi, dur durak bilmeyen<br />
aksiyonu ile özellikle “hızlı<br />
koşan” zombi sevenleri kolaylıkla<br />
tavlayacaktır. Yaklaşık iki saat süren<br />
filmin, ilk bir buçuk saati neredeyse<br />
sorunsuz işliyor ama son yarım<br />
saatten çok memnun kalmadığımızı<br />
ifade etmeliyiz. Uzakdoğu’ya özgü<br />
ağdalı melodramatik sahneler, bazı<br />
filmlere çok yakışıyor ama burada<br />
biraz olmamış gibi. Olsun, o kadar<br />
kusur kadı kızında da olur.<br />
Ekstra not: Yine Sang-ho<br />
Yeon’un yazıp yönettiği ve Zombi<br />
Ekspresi’nde gerçekleşen olayların<br />
öncesini anlatan, Seoul Station<br />
(2016) isimli bir de animasyon var.<br />
Zombi Ekspresi, Güney Kore’de 20<br />
Temmuz 2016’da gösterime girmişti,<br />
Seoul Station da aradan bir ay bile<br />
geçmeden 17 Ağustos’ta gösterime<br />
girmiş. Henüz ben de izlemedim ama<br />
izleme listeme aldım.<br />
Son bir not daha: Eğer film izlerken<br />
ağlamaya yatkın biriyseniz bu<br />
filmde gözyaşlarınıza hâkim<br />
olamayacağınızın garantisini verebilirim.
FOX’UN SÜPERLERİ<br />
Son zamanlarda “Süper Kahraman Filmleri”<br />
denince akla gelen şirketlerden biri konumuna<br />
gelen 20th Century Fox Film Şirketi, aslında<br />
tarihinde bu tarz filmlere hep uzak durdu.<br />
BURAK YARKENT<br />
n Son zamanlarda<br />
“Süper Kahraman Filmleri”<br />
denince akla gelen<br />
şirketlerden biri konumuna<br />
gelen 20th Century<br />
Fox Film Şirketi,<br />
aslında tarihinde bu<br />
tarz filmlere hep uzak<br />
durdu.<br />
Son zamanlarda ise, bence iyi yönetilen,<br />
fakat fotoğrafın tümüne bakıldığında kronoloji<br />
bakımından fazla derli toplu durmayan<br />
X-Men serisini bir kenara koyacak<br />
olursak, Logan, Deadpool ve Legion gibi<br />
iyi filmlerle 2017 yılına fırtına gibi bir giriş<br />
yaptı ve yerini sağlama aldı.<br />
Bu şaşalı girişin arkasındaki Marvel ismi<br />
şirkete istediği rüzgarı arkadan vermiş<br />
olacak ki şirket, 2021 yılına kadar tam 6<br />
Marvel filmini yapılacaklar listesine dahil<br />
ettiğini duyurdu.<br />
20th Century Fox Film Şirketi 7 Haziran<br />
tarihinde ilersi için planladığı 6 Marvel<br />
yapımı için; 7 Haziran 2019, 22 Kasım<br />
2019, 13 Mart 2020, 26 Haziran 2020, 2<br />
Ekim 2020, ve 5 Mart 2021 tarihlerini verdi.<br />
Bu tarihler daha önce, 13 Nisan 2018’deki<br />
The New Mutants, 2 Haziran 2018’deki<br />
Deadpool 2, ve 2 Kasım 2018’deki X-Men:<br />
Dark Phoenix filmlerine ilaveten verildi.<br />
Fox film şirketi X-Men ve Fantastic Four<br />
karakterlerinin film haklarını elinde bulunduruyor.<br />
$100 milyon’un altında bir
ütçe ile 3 Mart 2017’den bu yana $618<br />
milyon’luk gişe hasılatı tutturarak imrenilecek<br />
bir başarı yakalayan Logan,<br />
Fantastic Four’un gişede elde ettiği<br />
başarısızlığı akıllardan sildi.<br />
Şimdilerde ise Fox Film Şirketi’nin<br />
vermiş olduğu tarihlerde, acaba<br />
hangi fimleri gösterime sokabileceği<br />
konuşulmaya başlandı. Büyük<br />
çoğunluğunun yine X-Men Serisinin<br />
filmleri olacağı tahmin edilen 6 filmlik<br />
listenin acaba biri, Haziran ayının<br />
başında konuşulmaya başlanan Fantastic<br />
Four olabilir mi?<br />
İhtimalleri sizin için sıralıyorum;<br />
X-Force: Fox Film Şirketi’nin uzun<br />
zamandır üzerinde çalıştığı, ve<br />
muhtemelen X-Men Serisi’nin dışında<br />
tutacağı yapıt olacak. Kesinleşmiş iki<br />
bilgiden birincisi, Ryan Reynolds’un<br />
Deadpool karakteri ile sinemaseverlerin<br />
karşısında olacağı. İkincisi ise, Marvel<br />
severlerin yakından tanıdığı “Cable”<br />
karakteri serinin bu filmi ile izleyici ile<br />
tanıştırılacak.<br />
Deadpool 3: Logan ile beraber Fox’un<br />
en başarılı yapıtı Deadpool. X-Force ile<br />
birlikte onaylanmış bir film daha varsa<br />
kesinlikle Deadpool serisinin 3. bölümüdür<br />
diye düşünüyorum.<br />
Storm: Bu benim kişisel fikrim, herhalde<br />
X-Men karakterlerinden herhangi<br />
birinin başrol olarak tanıtıldığı bir film<br />
düşünülüyorsa bu karakter “Storm”<br />
karakteri olmalı diye düşünüyorum.<br />
Tabii bu kesinlikle edinilmiş bir bilgi<br />
değil. Daha ziyade benim kafamda<br />
kurguladığım, arzu ettiğim bir çalışma<br />
olur.<br />
The New Mutants 2: Yönetmenliğini<br />
Josh Boone’un yapacağı ve 13 Haziran<br />
2018’de gösterime girecek olan filmin,<br />
2. bölümü için bir çalışma olduğunu<br />
duymuştum. Anya Tayor-Joy, Game of<br />
Thrones’dan tanıdığımız Maisie Williams,<br />
Alice Braga, Charlie Heaton, Blue<br />
Hunt gibi isimlerin rol alacağı ve yeni
yaratıkların tanıtılacağı filmden<br />
ciddi beklentinin olduğu<br />
ve ikincisi için bile planlamanın<br />
yapıldığı kulağıma gelen duyumlar<br />
arasında.<br />
Gambit: Listenin ilk başına<br />
Channing Tatum isminin yazılıp,<br />
sonrasının ise muamma olarak<br />
bırakıldığı Gambit. Yapımcıları,<br />
ve oyuncuları belli filmin er ya<br />
da geç su yüzüne çıkacağını<br />
ve bu çıkışın, elimize geçen bu<br />
tarihlerden birine denk geleceğini<br />
düşünüyorum.<br />
Fantastic Four: Ant-Man’ın<br />
yönetmenliğini yapan Peyton<br />
Reed’in Fantastic Four için<br />
60’lı yılların düzenlemesinin<br />
uygun olduğu düşündüğünü<br />
okumuştum. Belki de bu sefer<br />
“yeniden” düşünülen ve tertemiz,<br />
beyaz bir sayfa ile karşımıza<br />
çıkartılmayı düşünülen film için<br />
farklı bir yol izlenir. Geminin<br />
başına Peyton Reed oturtulur, ve<br />
bu şekilde belki de Fantastic Four<br />
ismini kurtaracak formül bulunur.
TEMMUZ VE AĞUSTOS’UN<br />
BOMBALARI<br />
Yaz aylarında Türk Sineması’nın geriye<br />
çekilip, Hollywood’un atağa geçmesi<br />
kuralı bu yıl da değişmiyor. Neyse ki<br />
Hollywood sinema salonlarını bombalamaya<br />
devam ediyor...<br />
GİZEM ERTÜRK<br />
n Yaz aylarında Türk<br />
Sineması’nın geriye<br />
çekilip, Hollywood’un<br />
atağa geçmesi kuralı bu<br />
yıl da değişmiyor. Güzide!<br />
film sektörümüz<br />
sektör değil eş dost<br />
meclisi olduğu için yerimizde<br />
saymaya devam<br />
ediyoruz. Film festivallerimizin çoğunun da<br />
artık güvenilirliğini ve prestijini yitirmesinden<br />
dolayı heyecanlanacak pek de bir şey kalmadı.<br />
Herkesin adalet aradığı bir sektörde kimsenin<br />
adil olması büyük ironi… Bu bambaşka bir<br />
tartışmanın konusu, şimdilik Türk Sineması’nı<br />
bir kenara bırakıp, pop corn filmlerin tadını<br />
çıkaralım. Nasıl olsa Eyül ayında yine cadı<br />
kazanı kaynamaya başlar. Buyrunuz Temmuz<br />
ve Ağustos’un yıldızları…<br />
Keyifli seyirler!<br />
7 Temmuz Haftasının Yıldızı<br />
Örümcek-Adam: Eve Dönüş / Spider-Man:<br />
Homecoming<br />
Tüm zamanların en büyük süper<br />
kahramanlarından Örümcek – Adam ikonu da
Marvel sinema evrenine katılıyor. Eve<br />
Dönüş macerasında dünyayı kurtarma<br />
ile öğrencilik arasında gidip gelen Peter<br />
Parker, azılı düşmanı Akbaba ile ilk kez<br />
karşılaşıyor. Filmin başrolünde Tom<br />
Holland yer alırken, ünlü oyuncu Robert<br />
Downey Jr. da, Demir Adam rolüyle<br />
filmin cazibesini arttırıyor. Filmin yönetmen<br />
koltuğunda ise Jon Watts oturuyor.<br />
14 Temmuz Haftasının Yıldızı<br />
Maymunlar Cehennemi: Savaş / War for<br />
the Planet of the Apes<br />
İlki 2011 yılında gösterime giren ve<br />
büyük beğeni toplayan Maymunlar Cehennemi<br />
serisi üçüncü filmiyle seyirci<br />
karşısına çıkıyor. Filmin yönetmenliğini<br />
ve senaristliğini ikinci filmde olduğu<br />
gibi yeniden Matt Reeves’in üstlendiği<br />
film, Caesar önderliğindeki maymunlarla<br />
insanlar arasında büyük savaşı konu<br />
ediniyor.<br />
21 Temmuz Haftasının Yıldızı<br />
Dunkirk<br />
The Dark Knight Rises ve Interstellar<br />
gibi başyapıtların mimarı ünlü yönetmen<br />
Christopher Nolan kendisinin<br />
yazıp yönettiği yeni filminde 2. Dünya<br />
Savaşı’nın kaderini belirleyen olaylardan<br />
biri olan Dunkerque Tahliyesi’ni<br />
anlatıyor. Merakla beklenen Filminin<br />
başrollerinde Mark Rylance, Kenneth<br />
Branagh ve Tom Hardy yer alıyor.<br />
28 Temmuz Haftasının Yıldızı<br />
Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu<br />
- Valerian and the City of a Thousand<br />
Planets<br />
Luc Besson’un merakla beklenen<br />
yeni filmi Valerian and the City of<br />
a Thousand Planets, 1967 yılında<br />
yayımlanmaya başlanan, Star Wars<br />
serisine de ilham verdiği söylenen<br />
Valérian and Laureline çizgi-roman<br />
serisinden sinemaya uyarlandı. Filmde<br />
kahramanlarımız, gizemli karanlık<br />
bir güç şehirlerini ele geçirmeden<br />
hem şehirlerini hem de tüm evrenin<br />
geleceğini kurtarmaya çalışıyor.
Temmuzun Sürprizi<br />
Sarışın Bomba / Atomic Blonde<br />
İster sanat ister anakım bir gişe<br />
filmi olsun oynadığı her rolden<br />
büyük bir keyif aldığım ve bana göre<br />
günümüzün açık ara en yetenekli<br />
kadın oyuncusu Charlize Theron’un<br />
başrolünde olduğu Atomic Blonde<br />
ayın en merak ettiğim filmlerinin<br />
başında geliyor. Antony Johnston’ın<br />
aynı adlı romanından uyarlanan film kaçış<br />
ustalığı ve yakın dövüşteki yeteneğiyle<br />
bilinen MI6’in en ölümcül suikastçısı Lorraine<br />
Broughton’ın Soğuk Savaş döneminde<br />
Berlin’e gönderildikten sonraki görevini<br />
anlatıyor.<br />
4 Ağustos Haftasının Yıldızı<br />
Kara Kule / The Dark Tower<br />
Dünyanın en ünlü yazarlarından<br />
biri olan Stephen King’in aynı adlı<br />
romanından uyarlanan The Dark<br />
Tower, ağustos ayının ilk hiti…<br />
Yaşadıklarımızdan farklı dünyaların<br />
da olduğunu gösteren, ihtiraslı ve<br />
yürekli hikayesiyle beğeni kazanan<br />
roman bakalım sinema perdesinde<br />
de benzer bir başarı yakalayabilecek<br />
mi hep birlikte göreceğiz...<br />
Başrollerinde Idris Elba ve Matthew<br />
McConaughey’in rol aldığı film gizemli kara<br />
kule arayışını işliyor.<br />
11 Temmuz Haftası’nın Yıldızı<br />
Manifesto<br />
Bazı şanslı sinemaseverlerin İstanbul Film<br />
Festivali’nde izleme fırsatı bulduğu<br />
Manifesto ayın güzel bir sürprizi<br />
olarak vizyondan göz kırpıyor. Her<br />
sinemaseverin izlemesi gereken<br />
bir film olmasının yanı sıra iletişim<br />
fakültelerinin de mutlaka izlenecekler<br />
listesine alacağını düşündüğüm<br />
Manifesto, sanat tarihine yön vermiş<br />
çeşitli manifestolardan oluşuyor.<br />
Alman sanatçı Julian Rosefeldt’in video art<br />
enstalâsyonunun uzun metrajlı bir film versiyonu<br />
Cate Blanchett’i 13 farklı karakter ile<br />
izleme fırsatı sunuyor.
18 Temmuz Haftası’nın Yıldızı<br />
Belalı Tanık / The Hitman’s Bodyguard<br />
Yönetmenliğini Patrick<br />
Hughes’un üstlendiği film<br />
aksiyon komedi türündeki<br />
film düşmanını korumak zorunda<br />
kalan yetenekli Michael<br />
Bryce ile başı beladan kurtulmayan<br />
bir tetikçinin hikâyesini<br />
anlatıyor. Yönetmenliğini Patrick<br />
Hughes’un üstlendiği filmde senaryo<br />
Tom O’Connor’a emanet. Aksiyon komedisinin<br />
kadrosu ise Ryan Reynolds,<br />
Samuel L. Jackson, Salma Hayek ve<br />
Gary Oldman gibi isimlerden oluşuyor.<br />
25 Temmuz Haftası’nın Yıldızı<br />
Terminator 2 3D<br />
Bir süredir Avatar serisinin<br />
devam filmleri üzerine çalışan<br />
James Cameron’ın 2014 yılından<br />
beri konuşulan Terminator’u tüm<br />
dünya ile aynı anda ülkemizde<br />
de 3D olarak vizyona giriyor.<br />
Tüm zamanların en önemli aksiyon<br />
ve bilim-kurgu filmlerinden<br />
biri kabul edilen 4 Oscar’lı<br />
unutulmaz filmin başrolünde<br />
elbette Arnold Schwarzenegger var.<br />
Türün müdavimleri ve nostalji severlerin<br />
için hiç kuşkusuz güzel bir buluşma<br />
olacak…<br />
Ağustosun Sürprizi<br />
Çılgın Hırsız 3 / Despicable Me 3<br />
Çılgın Hırsız ile 2013 ve 2015<br />
yıllarının en başarılı animasyon<br />
hitleri olan Çılgın Hırsız<br />
2 ve Minyonları yaratan ekip<br />
yeniden ortalığı kasıp kavurmak<br />
hazır. Gru, Lucy ve sevimli<br />
kızları Margo, Edith ve Agnes ile<br />
Minyonların maceralarını devam<br />
ettirmek üzere geri dönüyor.<br />
Küçük büyük tüm dünyada milyonlarca<br />
hayranı bulunan Çılgın Hırsız hiç<br />
şüphesiz Ağustos’un en sarı ve en tatlı<br />
sürprizi…
YENI ÖRÜMCEK<br />
TOM HOLLAND<br />
Spider-Man rolünde 3. Spider-Man oldu Tom Holland.<br />
Bu rolü alabilmek için Nat Wolff ve Logan Lerman’ı<br />
geçen Holland için Sony Pictures başkanı Tim Rothman,<br />
“Tom’un deneme çekimleri çok özeldi,” diyor.<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n 1996 doğumlu olan Holland İngilitere’de<br />
doğup büyüdü ve kariyerine dansçı olarak<br />
başladı. Ünlü müzikal “Billy Elliot”ın koreografı<br />
tesadüfen bir dans sınıfında Tom’u keşfetti,<br />
böylece yalnızca 12 yaşındayken önemli bir<br />
yapımda sahne alma şansı yakaladı.<br />
Holland’ın sinema kariyerinde yaptığı ilk iş<br />
Japon animasyon filmi The Secret World of<br />
Arrietty’nin İngilizce versiyonunda yaptığı<br />
seslendirme oldu. Bu filmde Saoirse Ronan ve Amy Poehler gibi<br />
yıldızlarla çalıştı. 2014’teki Locke filminde de seslendirme yaptı.<br />
Çoğunlukla beyazperdede izlesek de Holland’ın televizyon<br />
dizisinde rol almışlığı da var. Geçtiğimiz yıl BBC’nin ödüllü mini<br />
dizisi Wolfhall’da Mark Rylance, Damian Lewis, Mark Gatiss ve<br />
Thomas Brodie-Sangster gibi isimlerle birlikte dizi boyunca rol<br />
aldı.<br />
Hollywood’daki ilk önemli rolü Naomi Watts ve Ewan McGregor’la<br />
birlikte yer aldığı The Impossible filminde oldu. Hint Okyanusu’nda<br />
tsunamiden kurtulmaya çalışan bir ailenin oğlu rolündeki Holland,<br />
çekimler sırasında 130 litre su içmek zorunda kalmış.<br />
Captain America: Civil War’da hayranı olduğu tüm oyuncularla<br />
birlikte çalıştı, ama bunun öncesinde Thor’u canlandıran Chris<br />
Hemsworth’le In The Heart Of The Sea filminde rol aldı. Thor<br />
Civil War’da yoktu belki, ama yine de Tom’un bir Avenger’la<br />
karşılaşması daha önce oldu.<br />
Spider-Man rolünde 3. Spider-Man oldu Tom Holland. Bu rolü alabilmek<br />
için Nat Wolff ve Logan Lerman’ı geçen Holland için Sony<br />
Pictures başkanı Tim Rothman, “Tom’un deneme çekimleri çok<br />
özeldi,” diyor. Guardians of The Galaxy yönetmeni James Gunn ise<br />
“Robert Downey Jr ne kadar Iron Man’se, Heath Ledger ne kadar<br />
Joker’se, Holland da o kadar Spider-Man,” dedi.
2000 SONRASI<br />
AKSİYON FİLMLERİ<br />
Aksiyon sinemasının kodları koreografik aksiyona evrilmeye<br />
başladı. Hem bütçe, hem bir aksiyon tarzı, hem de uzun<br />
dövüş sahnelerinin izleyicide yarattığı tatmin sebebiyle<br />
Uzak Doğu’dan Ip Man ve The Raid serileri, Hollywood’dan<br />
ise John Wick serisi bu anlayışın peşinden gitti.<br />
HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />
n Aksiyon sinemasının<br />
kodları günümüzde koreografik<br />
aksiyona doğru evrilmeye<br />
başladı. Öyle ki, hem<br />
bütçe, hem bir aksiyon tarzı,<br />
hem de uzun dövüş sahnelerinin<br />
izleyicide yarattığı<br />
tatmin sebebiyle Uzak<br />
Doğu’dan Ip Man ve The<br />
Raid serileri, Hollywood’dan ise John Wick<br />
serisi bu anlayışın peşinden gitti. John Wick<br />
serisi hem Keanu Reeves’i The Matrix’ten beri<br />
aradığı aksiyon figürü haline tekrar getirirken<br />
hem de çok büyük bir hayran kitlesi kazandı.<br />
Bunun üzerine John Wick’in yaratıcıları bu aksiyon<br />
figürünün kadın versiyonunu yarattıkları<br />
Atomic Blonde ile yeni bir aksiyon bombası<br />
daha ortaya koymaya karar verdiler.<br />
John Wick’in ilk filmini Chad Stahelski ve<br />
David Leitch – Leitch’in adı uncredited<br />
olarak yazıyordu-, ikincisini ise Chad Stahelski<br />
tek başına yönetmişti. John Wick nasıl<br />
Stahelski’nin serisiyse, Atomic Blonde da David<br />
Leitch’in serisi olacak gibi gözüküyor, zira<br />
Leitch filmi tek başına yönetecek. Başrolünde<br />
Charlize Theron’un yer alacağı, Türkiye’de<br />
“Sarışın Bomba” adıyla 27 Temmuz 2017’de<br />
vizyona girecek olan filmin fragmanı beklenen
etkiyi yarattı ve en az John Wick serisi kadar<br />
aksiyona doyuracak gibi gözüküyor. Charlize<br />
Theron ise rolünde Keanu Reeves kadar yankı<br />
uyandıracağının sözünü veriyor gibi.<br />
Atomic Blonde gelmeden önce 2000 sonrasında<br />
aksiyon sinemasının hafızalarda yer eden<br />
yapımlarına bakmakta fayda var.<br />
Casino Royale (2006)<br />
Pierce Brosnan dönemi sonrası abartı aksiyonda<br />
doruk noktasına varan James Bond karakterini<br />
başta –sarışın Bond mu olur!” denilen Daniel<br />
Craig seçimiyle beraber adeta yeniden dirilten<br />
Casino Royale, hem gelmiş geçmiş en iyi Bond<br />
filmi hem de en iyi aksiyon filmlerinden olmayı<br />
başardı. Bond’un insani duygularına, psikolojisine,<br />
karanlık tarafına önem veren, aksiyon<br />
sahnelerini sert ve gerçekçi kılan film, Bond’un<br />
ilk defa bir kadına gerçekten aşık olması (Vesper<br />
Lynd) ile de seri açısından devrimci bir yöne<br />
sahip oldu. Öyle ki, Lynd’in izleri devam filmleri<br />
Quantum of Solace, Skyfall ve Spectre’de bile<br />
kendini hissettirdi, bu filmlerin hepsi Casino<br />
Royale’in oluşturduğu yeni Bond dünyasının<br />
güçlü senaryosundan faydalandı.<br />
Mission Impossible III (2006)<br />
90’ların ikinci yarısında başlayan Görevimiz<br />
Tehlike serisi içerisinde hem senaryo hem aksiyon<br />
açısın farklılığını belli eden Görevimiz<br />
Tehlike 3, bu farkını o zamanlar ilk filmini çeken<br />
J.J. Abrams’ın yönetmenlik dokunuşundan<br />
alıyordu kuşkusuz. Ethan Hunt karakterinde<br />
Tom Cruise’un karizmasının zirvesine çıktığı<br />
film, seriye Abrams ekolünden bir blockbuster<br />
anlayışını getiriyor, senaryoda Alex Kurtmaz,<br />
Roberto Orci ve Abrams’ın dokunuşları hem soluksuz<br />
izlenen bir maceraya hem de Tom Cruise<br />
– Michelle Monaghan – Philip Seymour Hoffman<br />
üzerinden kurulan dramatik yapıyla önemliydi.<br />
Öyle ki Monaghan’ın Julia karakteri Bond için<br />
Vesper Lynd neyse Ethan Hunt için de oydu.<br />
O yüzden günümüzde Görevimiz Tehlike 6’da<br />
hala Monaghan’ın karakterinin geri dönebileceği<br />
konuşuluyor. Film boyunca adı geçen “Tavşan<br />
ayağı” adlı silahın ne olduğunun bir türlü izleyiciye<br />
gösterilmemesi ve Hoffman’ın kötü<br />
karakter Owen Davian’da yarattığı nev-i şahsına<br />
münhasır kompozisyon akıllarda yer etti.
The Bourne Ultimatum (2007)<br />
Bourne serisinin üçüncü filmi olan The<br />
Bourne Ultimatum (2007) serinin teknik anlamda<br />
zirveye çıktığı bir ustalık gösterisi<br />
olarak ölümsüzleşti. Bourne serisinin olmazsa<br />
olmazlarından kuşbakışı çekilen şehir<br />
görüntüleri üç filmin de görüntü yönetmeni<br />
olan Oliver Wood’un kamerasıyla her zamankinden<br />
daha mükemmeldi, Christopher<br />
Rouse’un bir saniye olsun sarkmayan hızlı<br />
ve oldukça zor kurgu çalışması zirve yaptı,<br />
Paul Greengrass filmin her alanına hakim<br />
yönetmenliğiyle kariyer zirvesi yaptı,<br />
üç filmin de usta bestecisi John Powell<br />
yaylı çalgıların ağırlıkta olduğu orkestra<br />
çalışmasıyla filmin tansiyonunu adeta üçe<br />
katladı. Son Ültimatom’un bu teknik anlamdaki<br />
kusursuzluğu Oscar ve BAFTA Ödülleri’nde<br />
“En İyi Kurgu” ve “En iyi Ses Kurgusu –<br />
Miksajı” dallarında ödüllendirildi. Fas’ta geçen<br />
sert dövüş sekansı adeta parmak ısıttırırken<br />
Bourne’un oldukça sert, gerçekçi, dayak<br />
atmasına rağmen bir sürü de dayak yiyen, ağzı<br />
yüzü kan revan içinde dövüş sahneleri James<br />
Bond serisi başta olmak üzere birçok aksiyona<br />
rol model oldu.<br />
Shoot ‘Em Up (2007)<br />
Antoine Fuqua’nın yönettiği Shoot ‘Em Up,<br />
2006’da Crank’in aşırı abartılı ama dur durak<br />
bilmez eğlenceli aksiyonunun farklı bir modelini<br />
bir yıl sonra uygulayan ve onun çok daha<br />
üstüne çıkan bir yapımdı. Daha ilk sahnesinden<br />
Clive Owen’ın havuçla adam öldürmesinin<br />
bir absürdlükler olacağını sezdiğimiz yapım,<br />
bilinçli aşırı saçmalığını oldukça eğlenceli<br />
bir modele bürüyor, özellikle Clive Owen ile<br />
Monica Bellucci’nin erotizmiyle beraber aksiyonu<br />
harmanladığı sekansıyla unutulmazlar<br />
arasına adını yazdırıyordu. Kötü adam rollerinin<br />
vazgeçilmez ismi Paul Giamatti ise filme<br />
uygun şekilde kariyerinin en abartılı kötü adam<br />
portresinde eğlencenin dozunu yukarılara<br />
çıkarıyordu. Adam öldürmedeki hızıyla, havucuyla<br />
ve hiç gülmeden mizah duygusunu<br />
yansıtmasıyla birlikte Clive Owen’ın Smith<br />
karakteri aksiyon dünyasının Bugs Bunny’si<br />
olarak hafızalarda yer etti.
Yip Man serisi (2008-2010)<br />
İlk filmde Çin – Japonya savaşını arka planına<br />
alarak saygı, mücadele, erdem, disiplin, gurur<br />
gibi kavramlar ekseninde hem etkileyici bir tarihsel<br />
biyografi hem de dövüş sanatları filmlerinin<br />
en iyilerinden birini izlemiştik. İkinci filmde<br />
Çin’den Hong Kong’a taşınan yapı tüm Sufi<br />
ustalarının dayanışma gösterisine dönüşmüş,<br />
ilk filmde kötü adam konumundaki Japonların<br />
yerini İngilizler almıştı. Doğu’nun Wing-Chun<br />
dövüş sanatıyla Batı’nın boks sporunu bir<br />
araya getiren film, içeriğiyle ve boks ringinde<br />
yaşananlarla Uzak Doğu’nun Rocky 4’ü olarak<br />
nitelendirilmişti. Ip Man 3 ise serinin ilk iki<br />
filmine göre hikaye ve aksiyon bakımından daha<br />
geride kalmasına ve Mike Tyson’un filmdeki<br />
varlığını pek değerlendiremiyordu ama yine de<br />
iyi çekilmiş dövüş sahneleri, Wing-Chun aksiyon<br />
koreografileri ve Donnie Yen’in varlığıyla kendini<br />
zevkle izlettirme konusunda sıkıntısı olmayan<br />
bir yapımdı.<br />
The Raid serisi (2011-2014)<br />
The Raid: Redemption, ‘yılın en iyi aksiyon filmi’<br />
sloganıyla birden ortaya çıkarak Hollywood<br />
aksiyonlarının tekdüzeliğinden bıkmış olan<br />
birçok insanın da ilgisini çekti. Başrolünde Iko<br />
Uwais’in oynadığı film, tamamen azılı suçlularla<br />
dolu bir binaya polis tarafından yapılan baskını<br />
anlatıyordu ve 101 dakika boyunca izleyiciye<br />
hiçbir anında nefes alma payı bırakmadan koreografik<br />
bir dövüş şölenine imza atıyordu. The<br />
Raid 2: Berandal ile Endonezya, Singapur, Filipinler<br />
gibi ülkelere özgü “pencak silat” savaş<br />
sanatı koreografilerinde adeta ulaşılması güç bir<br />
zirveye çıkan, 2,5 saatlik bir süre zarfında ‘epik<br />
suç filmi’ kalıbını kullanarak ilk filmin senaryosunu<br />
da geliştiren Evans, sadece 2000 sonrası<br />
değil, gelmiş geçmiş en iyi aksiyon filmlerinden<br />
birini çekti.<br />
Fast Five (2011)<br />
Justin Lin yönetimindeki serinin beşinci filmi<br />
Hızlı ve Öfkeli: Rio Soygunu, serinin hayranı<br />
olan ya da olmayan birçok kişiye göre en iyi<br />
filmiydi ve serinin bugüne kadarki yörüngesini<br />
değiştirdi. Karakterler birbirine bağlandı, olaylar<br />
toparlandı, oyuncu kadrosu genişledi, aksiyon<br />
sahneleri ve kurgusu ilk dört filme oranla daha
çok öne çıktı, araba yarışlarından<br />
ziyade dövüş ve aksiyon sahneleriyle<br />
öne çıktı. Böylelikle sanki<br />
ilk dört film, bu beşinci film için<br />
çekilmiş gibi bir izlenim yarattı. Fast<br />
Five’ın başarısı bir Hızlı ve Öfkeli<br />
filmi olarak düşünülmediğinde bile<br />
yine gayet başarılı bir aksiyon filmi<br />
olmasıydı. 125 milyon dolar bütçeli<br />
filmin dünya çapında 626 milyon dolar<br />
hasılat elde etmesi serinin büyük<br />
geri dönüşü oldu ve günümüzde 8<br />
filmlik bir seriye dönüşmesini tetikledi.<br />
Skyfall (2012)<br />
Birçok kişi tarafından en iyi Bond<br />
filmi olarak görülen Skyfall, özellikle<br />
Sam Mendes’in yönetmenliği<br />
ve Roger Deakins imzalı görüntü<br />
yönetimiyle o kadar üst düzeydeydi<br />
ki, kuşkusuz hiçbir Bond filmi bu<br />
kadar iyi yönetilmemiş ve bu kadar<br />
sinematografik olmamıştı. İlk 15<br />
dakikalık harika aksiyon sekansının<br />
tamamen İstanbul’da çekilmesi<br />
bizi ayrıca ilgilendirirken, radikal<br />
değişiklikler yine kendini gösterdi.<br />
Filmin sonunda 1995’den beri “M”<br />
rolünü üstlenen Judi Dench seriden<br />
ayrıldı ve yerine Ralph Fiennes<br />
getirilerek eski günlere geri dönüş<br />
için göz kırpıldı. Naomie Harris’in<br />
“Moneypenny” olarak tanımlanması<br />
da büyük bir özlemi dile getirirken,<br />
Adele’nin “Skyfall” şarkısı ise<br />
adeta Madonna’nın Die Another<br />
Day’da yaptığını da katlayarak filmin<br />
ününün katlanmasına epey katkı<br />
sağladı. Skyfall, 200 milyon dolarlık<br />
bir filme göre sanatsal yönünün<br />
epey güçlü olması ve aksiyon sahnelerinin<br />
diğer Bond filmlerine göre<br />
daha minimum yer almasına rağmen<br />
1 milyar dolar gibi inanılmaz bir<br />
hasılata ulaşarak efsane bir başarıya<br />
imza attı. Öyle ki, 23 Bond filminin<br />
toplamının maliyeti 1 milyar dolar<br />
ederken, sadece Skyfall 1 milyar<br />
dolar hasılat getirdi.<br />
John Wick serisi (2014-2017)<br />
Keanu Reeves’i yeniden bir ikon<br />
haline getiren ilk John Wick filmi,<br />
aksiyon türünün tüm klişelerini<br />
kullanmasına rağmen dövüş<br />
sanatları uzmanı yönetmeni Chad<br />
Stahelski’nin çatışma sahnelerini<br />
ve aksiyon koreografilerini vizyoner<br />
bir sinematografi çalışmasıyla<br />
harmanlayan başarılı yönetimiyle<br />
2000’li yılların en klas aksiyon<br />
filmlerinden birine dönüştü. John<br />
Wick 2 ise dövüş koreografilerini<br />
ilk filmin de üzerine çıkarak<br />
uygulayan, kendi evrenini daha<br />
da genişleterek eğlendiren,<br />
çizgi roman, video oyunu ve anime<br />
estetiği / tiplemeleriyle çok<br />
yönlülüğünü artıran, sinematografik<br />
vizyonuyla keyif veren ve<br />
sekanslarıyla nefes kesen bir aksiyon<br />
bombasıydı.<br />
Mad Max: Fury Road (2015)<br />
2000 sonrası en çok konuşulan<br />
aksiyon bombalarından Mad<br />
Max: Fury Road’ta George Miller,<br />
yönetmenlik hünerlerinin adeta<br />
zirvesine çıkarak hem kendi<br />
yarattığı serinin hem de aksiyon<br />
sinemasının sınırlarını zorladı.<br />
John Seale’in akıl almaz ustalıktaki<br />
sinematografi çalışması bir resimli<br />
roman hissiyatı yaratırken, Junkie<br />
XL’ın çılgın müzikleriyle çölde<br />
geçen vahşi bir rock operasına<br />
dönüşüyordu. CGI efektleri minimumda<br />
tutarak nasıl çekildiğine<br />
hayret edeceğimiz saf aksiyon<br />
sahneleri üreten Miller, hikayeye<br />
yüklediği feminist alt metinlerle<br />
dikkat çekmesinin yanı sıra, hem<br />
gişe hem popüler izleyici hem<br />
de eleştirmenler nezdinde büyük<br />
bir başarı sağlayarak çıtayı çok<br />
yükseğe yerleştirdi.
SÜPER KAHRAMANLAR<br />
ARTIK DÜZENİ<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
KORUYOR<br />
n Sinema insanların<br />
hayal dünyasını tetikleyen<br />
ve alternatif hayatlar<br />
yaşamasına izin<br />
veren bir sihirli dünya.<br />
Üstünde çok tartışılır,<br />
sanat mıdır eğlence<br />
midir diye? Tabii ki her<br />
ikisidir de sinema. Ama<br />
günümüzde en önemli yanı muhteşem bir<br />
propaganda aracı olması bence. Aslında<br />
buna günümüzde demek yanlış çünkü<br />
sinema ortaya çıktığı ilk andan itibaren bu<br />
yönüyle ülkelerin, ideolojilerin dikkatini<br />
çekmiştir. Ve bu anlamda en güçlü endüstri<br />
Hollywood’tur tartışmasız. Hollywood’taki<br />
Yahudi etkinliği de eskiden beri tartışma<br />
konusu olur. Üretilen filmlerde Yahudi<br />
karakterlerin konumu, Yahudilik üzerine<br />
güzellemeler fazlasıyla görülür ve bir<br />
propaganda olarak algılanır. Süper kahramanlara<br />
gelince; süper kahramanları<br />
yaratan çizgiroman çizerlerinin çoğunun<br />
Yahudi olduğunu görürüz. Dahası bu<br />
insanların çoğunun çocukluk ve ergenlik<br />
çağı 1930’larda geçmiştir. Joe Shuster<br />
ve Jerry Siegel, 1938 yılında Superman’i<br />
yarattı. Ardından, Bob Kane ve Bill Finger<br />
Batman’i, Will Eisner The Spirit’i, Jack<br />
Kirby ve Joe Simon Kaptan Amerika’yı,<br />
Stan Lee Örümcek Adam, Hulk, Fantas-<br />
Bu hafta vizyona giren Örümcek<br />
Adam: Eve Dönüş filminden<br />
yola çıkarak bütün bu süper<br />
kahramanların yaratıcılarının<br />
Yahudi olduğunu görüyoruz.<br />
Onların filmlerindeki satır<br />
aralarında verdiği mesajları<br />
anlamamız gerek...
tik Dörtlü, X-Men, Demir Adam, Thor<br />
gibi birçok süper kahramanı yarattı. Bu<br />
süper kahramanlar, Marvel ve DC Comics<br />
gibi ABD’nin en büyük iki çizgi roman<br />
şirketinin kurucuları Martin Goodman<br />
(Marvel), Harry Donenfeld ve Jack Liebowitz<br />
(DC) gibi Yahudi yayıncılar sayesinde<br />
de tüm dünyada bilinir hale geldi. Bu<br />
insanlar o dönemde ekonomik buhranın<br />
kurbanlarının arasında yaşadılar. Yahudi<br />
olmayan toplum ekonomik buhranın<br />
sebebi olarak da Yahudiler’in hayat<br />
şeklini görüyordu. Onun için bu gençler<br />
bulundukları toplum tarafından itildiler.<br />
Kendi hayal güçleri bu baskı sonucunda<br />
süper kahramanları yaratmış olabilir. Peki<br />
biz bu ilişkiyi sinemada nasıl görüyoruz.<br />
X Men soykırımın çocuğu<br />
Örnek olarak X Men’deki kötü adam<br />
Magneto’nun doğuş hikayesi çok ilginçtir.<br />
Magneto İkinci Dünya Savaşı sırasında<br />
ailesiyle birlikte bir toplama kampına<br />
atılır. Kampın ilk gününde ailesinden<br />
kopartılır ve Nazi bir doktor tarafından<br />
deneylerde kullanılmaya başlanır.<br />
Sonunda Magneto büyür ve intikamını<br />
almak için Nazi doktorunun peşine<br />
düşer. İkinci Dünya Savaşı sonrası<br />
Yahudi Nazi avcıları gibi eski nazileri<br />
Güney Amerika’da bulup öldürür. O<br />
fikirlerini şöyle dile getirir. “Homosapienler<br />
ortaya çıktığında Neandertaller<br />
yok olmuştu. Biz mutantlar Supersapienleriz.<br />
Evrimin son noktasıyız ve Homosapienler<br />
karşımızda yok olacak. Bu<br />
aslında bir üst ırkın tanımıdır. Ve Siyonist<br />
düşüncenin bir yansımasıdır. Film genel<br />
anlamda tabii ki Dr. Xavier’in sağduyulu<br />
görüşünün yanında durur. Bu anlamda<br />
mutant dünyası Yahudi dünyasının iç<br />
çatışmalarını içinde barındırır. Benzerlikler<br />
çok fazladır X-Men’de. Mesela<br />
Mutantların gücü çoğunlukla ergenliklerinde<br />
ortaya çıkar. Yahudi Bar<br />
Mitzvah’ı bilindiği gibi kız çocuklarda 12<br />
erkeklerde ise 13 yaşında kutlanır ve dini<br />
sorumluluklarının sahibi olurlar. Bu da bir<br />
benzerliktir.
Supermen’e gelince<br />
X-Men’in dışında Süpermen için<br />
de büyük benzerlikler söz konusu.<br />
Mesela Süpermen’in asıl<br />
adı Kal El’dir. İbranice Tanrının<br />
Sesi anlamına gelir. Babasının<br />
adı Jor-El ise yine İbranice,<br />
‘’Tanrının yücelttiği’’ anlamındadır.<br />
1980 yapımı Superman 2 filminde<br />
ise, Superman bir genç kızı<br />
kurtardıktan sonra buna şahit<br />
olan bir kadın yanındaki diğer<br />
kadına, ‘’Ne centilmen bir adam.<br />
Tabii ki Yahudi…’’ diye konuşur.<br />
Superman ile Hz Musa’nın hikayesi<br />
de birbirine çok benzer.<br />
İkisi de kendi halklarının yok<br />
olma tehlikesiyle karşı karşıya<br />
kaldıkları bir dönemde doğar.<br />
Aileleri tarafından, öldürülmekten<br />
kurtulabilmeleri için tek başlarına<br />
daha güvenli olan yabancı bir<br />
yere gönderilirler. Gönderildikleri<br />
yerde evlat edinilirler.<br />
Musa peygamber Tanrı tarafından<br />
bahşedilen doğaüstü yetenekleri<br />
kullanarak, Superman ise güneş<br />
ışınlarının ona sağladığı doğaüstü
yetenekleri sayesinde, kötü<br />
güçlere karşı zayıfları korur. Ve<br />
her ikisi de kendi esas kimliklerini<br />
yaşadıkları toplumdan saklar.<br />
Hulk bir Yahudi efsanesi<br />
1960’lı yıllar içerisinde Stan Lee<br />
ve Marvel Comics, Spiderman<br />
(Örümcek Adam), Thor, Iron Man<br />
(Demir Adam) ve Nick Fury gibi<br />
birçok karakter yarattı. Ancak<br />
Stan Lee’nin açık olarak Yahudi<br />
kültüründen esinlendiğini ifade<br />
ettiği tek karakter Hulk’tur. Stan<br />
Lee, Hulk’ı Yahudi mitolojisindeki<br />
‘Golem’ karakterinden esinlenerek<br />
yarattığını ifade eder.<br />
Örümcek adam sistemin koruyucusu<br />
Bu hafta vizyona giren Örümcek<br />
adam ise Yahudi vurgusundan<br />
daha çok sistemin savunucusu<br />
olmuş bu filmde. Örümcek Adam<br />
Eve Dönüş filminde kötü adam<br />
Vulture Iron Man ve üyesi olduğu<br />
Yenilmezler takımının bütün<br />
sistemle olan bağlantısından<br />
nefret eder. Bu sistemi yıkmak<br />
için her türlü kötülüğü yapar.<br />
Gerçekten de baktığımızda özellikle<br />
Iron Man hem ordunun hem<br />
silah üreticilerinin hem de ABD<br />
hükümetinin ortağıdır. Bizim<br />
bacaksız Örümcek Adamımız<br />
Yenilmezler’in arasına girmek için<br />
Vulture ile bir mücadeleye girer.<br />
Bütün o patlamalar çatlamaların<br />
ve Hollywood’un pırıltısının dışına<br />
çıkıp bakarsak aslında Yenilmezler<br />
tamamıyla ABD sisteminin kendisidir<br />
ve koruyucusudur. Bu filmdeki<br />
kötü adam Vulture ise kendi<br />
adına eşitlik peşinde koşar. Örümcek<br />
Adam ise sistem sanki çok<br />
iyiymiş gibi bu sistemi korumak<br />
için Vulture ile kapışır. Dünyada<br />
herşey çok iyi de değişiklik istemek<br />
hataymış gibi. Kahramanları<br />
da bozdular ne diyeyim?
KISA FİLMİN<br />
DEZAVANTAJI<br />
FİLM KAVRAMI<br />
ÜZERİNDEN<br />
TANIMLANMASI<br />
FIRAT SAYICI<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Bu ay konuğum genç<br />
yönetmen Gökhan Kaya.<br />
Kendisiyle kısa film ve<br />
son kısası “Haşa”<br />
üzerine konuştuk...<br />
Bu ay konuğum genç yönetmen<br />
Gökhan Kaya. Kendisiyle kısa<br />
film ve son kısası “Haşa” üzerine<br />
konuştuk...<br />
Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />
misin?<br />
Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesinde<br />
2013 yılında Film Tasarımı ve<br />
Yönetmenliği eğitimi almaya başladım.<br />
Bu dönem teslim ettiğim tez filmi ile<br />
dört yılın sonunda 4 kısa film yapmış<br />
oldum. Sinemanın dışında Psikanaliz,<br />
Göstergebilim gibi farklı disiplinler ile<br />
de meşgul olmaya çalışıyorum. Şark<br />
edebiyatı başta olmak üzere dünya<br />
edebiyatı ile ilgileniyorum. Hatta<br />
edebiyattan aldığım zevki sinemadan<br />
alamadığımı söyleyebilirim. Bu yüzden<br />
film izleme konusunda da çuvallıyorum.<br />
Yeni bir film izleyeyim derken kendimi<br />
belli bir yönetmenin defalarca izlediğim<br />
filmini tekrar izlerken buluyorum. Bütün<br />
bunların dışında da, vakit buldukça<br />
farklı şehirlerde fotoğraf çekiyorum.<br />
Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />
Kısa filmin dezavantajı, film kavramı<br />
üzerinden tanımlanması. Nihayetinde<br />
bu: “filmin kısa olanı”. Bu yüzden<br />
kısa film, uzun film çekebilir miyim<br />
diye düşünen pek çok insanın deneme<br />
tahtası. Bu doğru bulmadığım bir<br />
yaklaşım fakat yine de deneme tahtası<br />
olması iyidir, taklit olmadığı sürece<br />
yenilik demektir. Sinemanın ihtiyacının<br />
da bu olduğunu düşünüyorum. Yenilik.<br />
Ben kısa filmi, bilinç düzeyinin evrensel<br />
eğrisi açısından doğru bir form<br />
olarak görüyorum. Mevlana diyor ya,<br />
“ney misali, hem zehir hem panzehir”<br />
diye, kısa film de tıpkı öyle. Doğru<br />
şekilde kullanıldığı takdirde toplumun<br />
tam ortasına konumlanan bir Truva atı<br />
görevi görebilir. Ben kısa filmi, şu an<br />
için toplumun gizliden gizliye ihtiyacını<br />
duyduğu aydınlanma güdüsünü kabartmak<br />
için kullanıyorum. Bu bağlamda<br />
kısa film benim için, hem topluma hem<br />
sinemaya “ne katabiliriz?” diye girmiş<br />
olduğum bir laboratuvardır.
Biraz Haşa’dan ve onu çekme nedenlerinden bahseder<br />
misin?<br />
Çığlık atmak: acı duymak ya da korkmak gibi ani<br />
duyguların refleksinde gelişen bir eylemdir. Haşa<br />
da bir çığlıktı benim için. Bu ani duyguyu uzun<br />
bir zaman dilimine yayarak üzerinde çalıştım ve<br />
bu tiz gürültüyü başka insanlarında ciğerlerinden<br />
çıkmışçasına kurgulamaya gayret ettim. Temelde<br />
Haşa filmi, terör olaylarında hayatını kaybeden<br />
masumların sesi olmaya çalışırken, terör<br />
olaylarında hayatını kaybetme olasılığı olan bütün<br />
bir toplumun da bayrağını taşımış oluyor. Burada<br />
koca bir yelpazeden<br />
bahsediyorsak, toplumdaki<br />
her kesiminin anlayabileceği<br />
ancak incelenirse de havas<br />
izleyiciyi doyurabileceği<br />
nitelikte bir film ortaya<br />
çıkması gerekiyordu. Nitekim<br />
festivallerden vs.<br />
filmimizi gören izleyicilerin<br />
çoğu, filmi gerçekten<br />
özümsedi ve bu konuda<br />
boşa çaba harcamadığımızı<br />
bize hissettirdiler.<br />
Öte yandan Haşa’da diğer<br />
filmlerimin aksine hikâye<br />
üzerine değil önerme<br />
üzerine yoğunlaştım. Belli<br />
alışılagelmiş ve yazılı olmayan<br />
sinema kuralları<br />
ile önermenin önüne bir<br />
set çekmek mi? Yoksa ne<br />
demek istediğini doğrudan izleyiciye aktarmak mı?<br />
Bu tür toplumu doğrudan ilgilendiren konularda<br />
hikâyenin, önermenin önüne konulmuş bir engel<br />
olduğunu düşünüyorum. Bu ikilemde izleyicinin<br />
nasıl tepki vereceğini gerçekten merak ediyordum.<br />
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi<br />
katkıları olabilir? Neler götürür?<br />
Bu çok eski bir tartışma konusu aslında. İletişim<br />
kuramcılarının veyahut teorisyenlerin bu konu<br />
hakkında kaleme aldığı yazılar var. Mesela<br />
Baudrillard’ın 1970’lerde “Requiem for the Media”<br />
isimli metnine bakılması gerekir. Orada<br />
Enzestberger ve McLuhan, video kameralarının<br />
yaygınlaşması üzerine “herkes film çekebilmeli”<br />
savını tartışırlar. Burada teknoloji geliştikçe,<br />
imkânların da genişleyeceğini ve kısa film<br />
üretiminin artacağını varsayıyoruz. O zaman<br />
herkesin aynı hassasiyete sahip olduğunu<br />
da varsaymak gerekiyor. Hal böyle olunca:<br />
kısa film üretimini bir sanat yapıtı üretimi<br />
kulvarında değerlendireceksek, herkesin sanat<br />
üretebileceğini ve üretilen sanat yapıtının kalitesinin<br />
teknoloji bazında değerlendirilebileceğini<br />
söylemek gerekir. Görüntüyü yeniden üretme<br />
kıstasını sağlıyorsa iş bitmiştir. Teknoloji bunu<br />
sağlayacaksa sanat için elzem olan görevini<br />
yerine getirmiş demektir. Gerisi sanatçıda.<br />
Teknoloji her gün gelişiyor fakat Antik Yunan’dan<br />
bu yana yeni hiçbir şey<br />
yok. 3000 yıldır iki estetik<br />
kategori üzerine üretim<br />
yapılıyor. Nedir bunlar?<br />
1.Acılar 2.Sevinçler. Bu iki<br />
kategori kendi içerisinde<br />
otuzar tane alt kategoriye<br />
ayrılıyor. Hikâyeciliğin kısa<br />
tarihi bundan ibaret. Bunun<br />
dışına çıkamadığımız<br />
sürece teknolojinin<br />
gelişmesinin de bir anlamı<br />
yok. Dün bir filmi 35mm<br />
kameralarla çekerken,<br />
bugün aynı filmi 4k kameralar<br />
ve drone’lar ile<br />
çekiyoruz. Yıllardır değişen<br />
teknoloji filmlerin içeriğine<br />
nasıl bir katkı sundu onu<br />
tartışmak gerekir. Bir şey<br />
sunmadığı gibi izleyicinin<br />
estetik algısını deforme ederek dolaylı yoldan<br />
sinemaya zarar bile verdi. Bugün uzun film<br />
diye tabir ettiğimiz filmler ne zaman insanlara<br />
uzun gelmeye başladı da kısa film diye başka<br />
bir şey çıktı? Algılarımız hadım edilerek sanat<br />
yapıtı üzerine ayırdığımız vakit minimize ediliyor.<br />
Bunun en güzel örneği bir ara moda olan<br />
Vine videolarıdır. 7 saniye içerisine bir hikâyenin<br />
sıkıştırılması isteniyor. Görüntüyü sadece izleyip<br />
üzerine düşünmeden tüketebilmemiz için harika<br />
bir form. Şimdi bir de GIF furyası var. O daha<br />
kötüsü çünkü, bu sefer görüntülerin sesleri de<br />
yok. Görseli anlayabilmek konusunda beyinlerimizi,<br />
duyumsamak konusunda ise şimdilik<br />
işitme organımızı ekarte etmiş durumdalar.<br />
Teknoloji gerçekten hızla gelişiyor.
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />
yabancı yönetmenler kimler?<br />
Alain Robbe-Grillet, uzun zamandır hemhal<br />
olduğum yönetmenlerden. Filmlerinde sinemaya<br />
bilinç akışı gibi teknikleri uyarlamaya<br />
çalışıyor. Onun dışında aynı ortamdayken<br />
kendisine bir laf edilecek olsa<br />
çirkinleşebileceklerimden: Kiyarüstemi<br />
ve Angelopoulos var.<br />
Listeyi fazla kabartmadan bir tane<br />
de yerli ekleyeyim: Oyuncu yönetimi,<br />
mekân ve hikâye konusundaki<br />
yeteneği ve pratik çözümleri ile<br />
Tolga Karaçelik, muhakkak takip<br />
edilmesi gereken yönetmenlerden<br />
bir tanesi.<br />
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa<br />
filmcilere yaklaşımları konusunda<br />
neler söylemek istersin?<br />
Daha önce söylediğim gibi, ne<br />
yazık ki kısa film “uzunun kısası”<br />
olarak algılanıyor. Hal böyle olunca<br />
da bazı festivaller sadece<br />
programlarını doldurmak için kısa<br />
film topuna giriyor. Ön jürileriniz filmleri uzun<br />
bulup atlaya-atlaya izliyorsa, kısa filmciyi 2-3 gün<br />
festival mekânında ağırlayamıyorsanız, vaktimiz<br />
yok diye 10 filmin yönetmenini aynı anda yan-yana<br />
dizip beşer dakikadan söyleşi yaptırıyorsanız,<br />
ödül verdiğiniz filmin parasını neredeyse 1 yıl<br />
ödemeyip güvenilirliğinize leke sürdürüyorsanız<br />
çıkartın kısa film kategorisini festivalden.<br />
İnsanların gözünde itibarınız kalsın. İsim vererek<br />
ifşa etmeye gerek yok. Sadece bu soru ne zaman<br />
sorulsa aklıma bir festival geliyor ki, ülkede<br />
kim festival düzenleyecekse gitsin bir görsün bu<br />
işin nasıl yapılması gerektiğini.<br />
2.yılı olmasına rağmen 25 yıllık<br />
festival gibi vizyonu olan Marmaris<br />
Uluslararası Kısa Film<br />
Festivali. Harika bir deneyimdi.<br />
Son olarak gelecek planlarından<br />
bahsedelim…<br />
1953 yılında Çanakkale Nara<br />
Burnunda bir kaza sonucu 86<br />
kişilik mürettebatıyla batan<br />
Dumlupınar denizaltısının<br />
öyküsünü serbest uyarlama<br />
olarak çekeceğiz. Çarpışmadan<br />
sonra kendisini bir şekilde torpido<br />
dairesine kapatıp, denizin<br />
91 metre altında kurtarılmayı<br />
bekleyen 22 genç denizcinin<br />
anısına yazılmış “Ah Bir Ataş<br />
Ver” türküsü hem filmimizin ismi hem de çıkış<br />
noktası. Önümüzdeki günlerde herhangi bir kitlesel<br />
fonlama sitesi üzerinden filmimize fon yaratmaya<br />
çalışacağız. Buradan da duyurmuş olalım<br />
şimdiden. Desteklerinizi bekliyoruz, teşekkür<br />
ederim.
RÜYA<br />
Diziler final<br />
yapmışken, bizler tatil<br />
planları yaparken,<br />
yaz aşkları gönül<br />
pencerelerini aralamaya<br />
başlamışken<br />
yaz dönemi izleyiciye<br />
merhaba diyecek yeni<br />
dizilerin de tanıtımları<br />
yapılmaya başladı.<br />
YAZ AŞKI DEĞİL<br />
YAZ AKŞAMLARININ AŞKI<br />
NERGİZ KARADAŞ<br />
DİZİFUN<br />
Diziler final ya da sezon finali yapmışken, bizler<br />
tatil planları yaparken, yaz aşkları gönül pencerelerini<br />
aralamaya başlamışken yaz dönemi<br />
izleyiciye merhaba diyecek yeni dizilerin de tanıtımları<br />
yapılmaya başladı. Dizilerin ortak yanı yaz akşamlarını<br />
aşk hikâyeleri ile şenlendirmeyi vaat etmeleri. Dizilerin<br />
bir diğer ortak yanı yeni isimlerin yanı sıra tanıdık,<br />
hali hazırda sevilen isimlere de kadrosunda yer veriyor<br />
olmaları. Şimdi hep birlikte yeni dizilere bir göz<br />
atalım…<br />
RÜYA<br />
Bir diğer imkânsız aşk hikâyesi de Show TV’de<br />
başlıyor. Hazal Filiz Küçükköse, Ceyhun Mengiroğlu,<br />
Ulaş Tuna Astepe ve Özge Özder’in rol aldığı dizi yine<br />
aralarında sınıf farkı olan Elif ve Bulut’un aşk hikâyesini<br />
konu alıyor. Genç oyuncu kadrosu ile hedef kitle-
sine gençleri yerleştirdiğini düşündüğüm dizi de<br />
tanıtımından anlaşıldığı üzere sınıf farkının yanı<br />
sıra ikili arasında üçüncü bir kişinin de olması<br />
aşklarını daha imkânsız kılıyor. Dizi izleyiciye<br />
rüya gibi bir aşk mı anlatacak yoksa âşıkların<br />
bir araya gelmesi ancak rüyalarda mı mümkün<br />
olacak izleyip göreceğiz.<br />
ATEŞBÖCEĞİ<br />
Star TV ekranlarında Perşembe akşamları<br />
yayımlanacak olan dizinin başrollerinde daha<br />
önce Kiralık Aşk dizisindeki Pamir rolü ile izleyicinin<br />
beğenisini kazanmış olan Seçkin Özdemir<br />
başarılı, aşka uzak boşanma avukatı Barış Buka<br />
olarak yer alıyor. Genç oyuncuya hayat dolu,<br />
eğlenceli, ateşböceği lakaplı güzel taksi şoförü<br />
rolüyle Nilay Deniz eşlik ediyor. Dizi de ayrıca<br />
Derya Alabora, Umur Yiğit Vanlı, Belma Canciğer,<br />
Durul Bazan, Seda Güven, Berkay Tulumbacı,<br />
Alicia Kapudağ, Şebnem Dilligil, Çağrı Çıtanak<br />
ve Tayra Bahar yer alıyor. Tanıtımlarından bir<br />
yandan sıcak bir mahalle hayatını, diğer yandan<br />
da zenginlerin yaşamını anlatacağı anlaşılan dizi<br />
Barış ve Ateşböceği Aslı’nın kesişen yollarının<br />
aşka dönüşmesini merkeze alacak görünüyor.<br />
Fragmanından enerjisi yüksek, izleyicisine tebessüm<br />
ettirebilecek bir dizi olacağının ipuçlarını<br />
veren dizi yaz döneminin en iddialı dizileri<br />
arasında yer alıyor. İzleyip hep birlikte göreceğiz.<br />
DOLUNAY<br />
Star TV’nin bir diğer yaz dizisi Özge Gürel<br />
ve Can Yaman’ı bir araya getiren ve zenginfakir<br />
aşkını konu edinen Dolunay’ın oyuncu<br />
kadrosunda ayrıca Hakan Kurtaş, Necip Memili,<br />
Öznur Serçeler, İlayda Akdoğan, Türkü<br />
Turan, Alara Bozbey, Balamir Emren, Berk<br />
Yaygın, Özlem Türay, Emre Kentmenoğlu,<br />
Alihan Türkdemir, Yeşim Gül, Irmak Ünal ve<br />
Mert Yavuzcan gibi birçok oyuncu yer alıyor.<br />
Dizinin tanıtımlarından anlaşıldığı üzere usta<br />
bir aşçı olup kendi restoranını açma hayallerinin<br />
peşinde koşan Nazlı ile onun aşçısı<br />
olduğundan habersiz, obsesif yanları olan genç<br />
yakışıklı patronu Ferit’in imkânsız aşkını anlatacak<br />
olan dizi aşkın tesadüflere gebe olduğu<br />
kodlarını yeniden işleyecek gibi görünüyor.
DELİ GÖNÜL<br />
Yaz aylarının bir diğer aşk hikâyesi<br />
Fox TV’de başlıyor. Başrollerinde<br />
Murat Ünalmış (Mehmet Kadir) ve<br />
Tuvana Türkay’ın (Fatmanur) rol<br />
aldığı dizide ikiliye Ogün Kaptanoğlu,<br />
Macit Sonkan, Nilgün Karababa,<br />
Mine Tüfekçioğlu, Barış Yalçın, Zuhal<br />
Yalçın, Yılmaz Şerif, Hayal Ada<br />
Topakkaya gibi birçok oyuncu eşlik<br />
ediyor. Dizi Antakya’da öğretmenlik<br />
yapan Fatmanur ve Mehmet’in engellerle<br />
dolu aşklarını merkeze alıyor<br />
ve fragmanından anlaşıldığı üzere<br />
genç âşıkların evlenme kararına<br />
Fatmanur’un ailesinin gölgesi düşecek<br />
görünüyor. Bu hikâyenin masum bir<br />
aşk ve fazlaca çatışma barındıracağı<br />
düşünüldüğünde dizinin bu yaz dizileri<br />
arasında oldukça iddialı bir yere sahip<br />
olacağını söylemek yanlış olmaz diye<br />
düşünüyorum. İzleyip hep birlikte<br />
göreceğiz.<br />
İKİ YALANCI<br />
Kanal D’nin yaz sezonunda başlayacak aşk dizisi<br />
ise başrollerinde Yağmur Tanrısevsin (Duygu) ve<br />
Keremcem’in (Serkan) yer aldığı İki Yalancı, kendi gerçeklerinden<br />
kaçmış<br />
Duygu ve Serkan’ın<br />
yalanlarla ördükleri<br />
yeni kimlikleri<br />
ile Bodrum’da<br />
başlayan aşklarını<br />
konu ediniyor. Her<br />
iki karakterin de<br />
yalan söylüyor<br />
olması dizinin<br />
çatışma ve komedi<br />
yanını oluşturacak<br />
görünüyor. Yalan<br />
üzerine kurulmuş<br />
bir ilişkiden gerçek<br />
bir sevda çıkar<br />
mı şimdilik bir şey<br />
söylemek kanımca<br />
çok mümkün görünmüyor.