02.04.2017 Views

Cinedergi 102

Binder102

Binder102

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

CINEVİZYON<br />

7 NİSAN<br />

Bordo Bereliler Suriye<br />

Koca Dünya<br />

Şeytani / Satanic<br />

Aşkın Krallığı / A United Kingdom<br />

Baraka / The Shack<br />

Sümela’nın Şifresi 3: Cünyor Temel<br />

Şirinler 3: Kayıp Köy / Smurfs 3: The Lost Village<br />

21 NİSAN<br />

Moana<br />

Kapan / Get Out<br />

Zer<br />

Blue<br />

Miraç<br />

Beden ve Ruh Üzerine / On Body and Soul<br />

The Lost City of Z<br />

Maşa ile Koca Ayı / Masha i Medved<br />

Max Steel<br />

Kolonya Cumhuriyeti<br />

Ç. Ziyaretçiler 3 / Les Visiteurs: La Revolution<br />

Son Macera / Going in Style<br />

Silence<br />

14 NİSAN<br />

Hızlı ve Öfkeli 8 / The Fate of the Furious<br />

Mezeci Çırağı<br />

Kartal Avcısı Kız / The Eagle Huntress<br />

Dehşet Odası / Green Room<br />

Otopsi / The Autopsy of Jane Doe<br />

Yaşamak Güzel Şey<br />

The Bye Bye Man<br />

28 NİSAN<br />

The Circle<br />

Gelecek Günler / Things to Come<br />

Çatışma / Clash<br />

Dalida<br />

Aç Kapıyı Çok Fenayım<br />

Bir Annenin Feryadı<br />

Nereden Nereye<br />

Lanet: Ervah Cinleri<br />

Ölümcül Deney: Dejavu / Tell Me How I Die<br />

Galaksinin Koruyucuları 2 / Guardians of the<br />

Galaxy Vol. 2


İÇİNDEKİLER<br />

24<br />

dosya<br />

NİSAN’IN KORKULARI<br />

Nisan ayında tam 6 korku<br />

filmi vizyona girecek..<br />

64<br />

BORDO BERELİLER<br />

36<br />

OTOPSİ<br />

The Autopsy of Jane Doe<br />

Murat Kızılca’nın kaleminden.<br />

38 HIZLI VE ÖFKELİ 8<br />

The Fate of the Furious serinin sekizinci<br />

filmi olarak rekora gidiyor.<br />

60 GOING IN STYLE<br />

Masis yaşlanan yıldızların zamana<br />

meydan okudukları filmleri yazdı.<br />

68 BORDO BERELİLER<br />

Polat son dönemde çok görmeye<br />

başladığımız militarist filmleni yazdı..<br />

78 KOLONYA CUMHURİYETİ<br />

BKM’nin sihirini Pınar<br />

masaya yatırdı..<br />

84<br />

RÖPORTAJ<br />

TÜRKAN ŞORAY<br />

Filmin yönetmeni Doğa Can Anafarta ve<br />

oyuncusu Bestemsu Özdemir‘le konuştuk<br />

92 GÜZEL VE ÇİRKİN<br />

Yıllara meydan okuyan müzikalleri<br />

Başak yazdı.<br />

88<br />

SIENNA MILLER<br />

Güzel yıldız The Lost City of Z filmiyle bu<br />

ay sinemalara konuk olacak.<br />

104<br />

PORTRE<br />

DWAYNE JOHNSON<br />

The Fate of the Furious filmi vizyona girecek,<br />

johnson kaçmaz.


28<br />

42<br />

ÖZEL KÖŞE<br />

BELGESELCİ<br />

Semra Güzel Korver jüri sistemini<br />

masaya yatırdı.<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Her sinemaya giden sinemasever midir?<br />

Murat Tolga Şen sordu..<br />

74<br />

76<br />

96<br />

100<br />

ZAMANIN RUHU<br />

Hababam Sınıfı bir eksildi.<br />

Halit Akçatepe’ye veda ettik.<br />

BAY HOLLYWOOD<br />

Burak ABD’den bildirmeye devam ediyor.<br />

Deadpoll 2 geliyor.<br />

<strong>102</strong><br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Gökçe Pehlivanoğlu Fırat’ın<br />

konuğu oluyor.<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

İstanbullu Gelin<br />

Nergiz Karataş’ın merceğinde...<br />

EPISODE<br />

Legion, Şenay Tanrıvermiş’in<br />

kaleminden...<br />

DURUN ŞU<br />

REFERANDUM<br />

BİR GEÇSİN<br />

EDITO<br />

Ülkenin gündemi o kadar siyasete<br />

bağlandı ki insanların aklında ne<br />

sinema kaldı ne başka bir şey. Hani<br />

neredeyse bir yönetmene filmin ne oldu<br />

desek adam hele şu referandum geçse de<br />

bir bakalım diyecek. Zaten siyasi filmler iyice<br />

çekilemez oldu. Bu ortamdakimsenin aklına<br />

artık sinema gelmiyor. Böyle bir dönemde<br />

inanın <strong>Cinedergi</strong>’yi de yapmak çok zevk<br />

vermiyor. Hani ben de artık yazarlara durun<br />

şu referandum bir geçsin diyesim var. Ama el<br />

mahkum yaptık yine bir şeyler yazarlarımızın<br />

sürekliliği olmasa bu dergi bu kadar devam<br />

eder miydi bilemiyorum. Neyse biz size<br />

dosyalarımızdan bahsedelim biraz. Pınar<br />

Karahan sinemamızdaki BKM gerçeğini masaya<br />

yatırdı. böyle deyince kolay bir şey gibi<br />

algılanıyor. Halbuki gazetede yazan bir yazar<br />

için bir sinema şirketinin hakkını vermek<br />

hep zor olmuştur. Pınar bu zorluğun altından<br />

hakkıyla kalkmış. Diğer yeni yazarımız Polat<br />

Öziş’de benim ricamla bir o kadar zor<br />

bir dosya yaptı. Türk sinemasındaki militarist<br />

filmleri kategorize etti. Şu yaşadığımız<br />

dönemde ne derseniz yanlış anlaşılabilir ama<br />

o da profesyonel bir bakış açısıyla<br />

işi becerdi.


PEK YAKINDA<br />

KARAYiP KORSANLARI<br />

SALAZAR’IN iNTiKAMI<br />

Yönetmen: Joachim Rønning, Espen Sandberg<br />

Oyuncular: Johnny Depp, Javier Bardem, Brenton Thwaites<br />

Konu: Çılgın maceraları ile bilinen, kaptanları şahı ama bir o kadar<br />

talihsiz Jack Sparrow, yelken açtığı sularda yaklaşan kötü rüzgarları<br />

hisseder. Korkunç Kaptan Salazar’ın yönetimindeki ölümcül hayalet<br />

korsanlar, denizdeki tüm korsanları öldürerek Şeytan Üçgeni’nden<br />

kaçmayı başarmıştır; hayatta kalan tek korsan kaptan ise Jack’tir.


GERÇEGiN iKi YÜZÜ<br />

Yönetmen: Sean Penn<br />

Oyuncular: Charlize<br />

Theron, Javier Bardem,<br />

Adèle Exarchopoulos<br />

Konu: Yetenekli ve<br />

çekici bir doktor<br />

Afrika’nın çatışma<br />

bölgelerinden birinde<br />

görevini sürdürmektedir<br />

ve bu esnada aynı<br />

bölgede çalışan birine<br />

aşık olur. Aşk ikisi için<br />

de başlamış olsa da<br />

aşkı ile son derece<br />

tehlikeli olan ve ciddi<br />

mesai isteyen işini<br />

dengede tutmak bir<br />

hayli güç olacaktır...<br />

HAYALET<br />

HiKAYESi<br />

Yönetmen: Olivier<br />

Assayas<br />

Oyuncular: Kristen<br />

Stewart, Lars Eidinger,<br />

Sigrid Bouaziz<br />

Konu: 20’li<br />

yaşlarında, içine<br />

kapanık bir<br />

kadın olan Maureen,<br />

Paris’te<br />

ünlü bir modelin<br />

özel alışveriş<br />

danışmanlığını<br />

yapmaktadır. Genç<br />

kadın, kısa zaman<br />

önce ikiz<br />

erkek kardeşini<br />

kaybetmiştir ve<br />

henüz yas sürecindedir.<br />

Bir gün cep<br />

telefonuna bir mesaj<br />

gelir. Kardeşinin<br />

hayaletinden...<br />

CENNETTE<br />

SORUN<br />

VAR<br />

Yönetmen: Jonathan<br />

Levine<br />

Oyuncular: Amy<br />

Schumer, Goldie Hawn,<br />

Joan Cusack<br />

Konu: Uzak doğulu<br />

sevgilisi onu aniden<br />

terk edince,<br />

30’lu yaşlarındaki<br />

bir kadın olarak Emily,<br />

çareyi Ekvator’a<br />

annesini de çağırır.<br />

Emily’nin ısrarları<br />

sonucu kendilerini bir<br />

maceranın ortasında<br />

bulan anne-kızın başına<br />

ummadıkları kadar<br />

çılgın bir olay gelir:<br />

ikili tatilin ortasında<br />

kaçırılırlar! Bir şekilde<br />

kaçarak sağ kurtulmayı<br />

umalarken, anne-kızın<br />

aralarındaki bağ da<br />

hiç olmadığı kadar<br />

gelişecektir!


PEK YAKINDA<br />

YARATIK: COVENANT<br />

Yönetmen: Ridley Scott<br />

Oyuncular: Katherine<br />

Waterston, Michael Fassbender,<br />

Danny McBride<br />

Konu: Koloni gemisi<br />

Covenant’ın mürettebatı<br />

galaksinin oldukça<br />

uzak bir köşesinde,<br />

keşfedilmemiş cennet<br />

olarak varsaydıkları<br />

bölgenin aslında karanlık<br />

ve çok tehlikeli bir yer<br />

olduğunu anlarlar. Gezegendeki<br />

yegane canlı<br />

lanetli Prometheus’un<br />

keşfinden sonra hayatta<br />

kalan ‘sentetik’<br />

David’dir...


Yönetmen: Guy Ritchie<br />

Oyuncular: Charlie<br />

Hunnam, Astrid Bergès-<br />

Frisbey, Jude Law<br />

KRAL ARTHUR:<br />

KILIÇ EFSANESI<br />

Konu: Yönetmenliğini<br />

Guy Ritchie’nin<br />

üstlendiği ve klasik<br />

Kral Arthur efsanesine<br />

farklı bir cenahtan<br />

yaklaşmayı hedefleyen<br />

yeni filmin senaryosu<br />

ise Joby Harold’a ait.<br />

Charlie Hunnam’ın Kral<br />

Arthur’u ete kemiğe<br />

büründürdüğü filmde,<br />

genç yıldıza Jude Law,<br />

Djimon Hounsou ve<br />

Eric Bana eşlik ediyor.<br />

DEHA<br />

Yönetmen: Marc<br />

Webb<br />

Oyuncular: Chris Evans,<br />

Mckenna Grace,<br />

Lindsay Duncan<br />

Konu: Hayatı<br />

başarısızlıklarla<br />

dolu olan Frank<br />

Adler karakterini<br />

canlandıracak olan<br />

Chris Evans, Florida<br />

kırsalında yeğeni<br />

Mary’yi büyütürken,<br />

Mary’nin okula<br />

başlamasıyla birlikte<br />

hemen yetenekli<br />

olarak yaftalanması<br />

sebebiyle Mary’nin<br />

annesi Evelyn ile<br />

kızı büyütme konusunda<br />

bir savaşa<br />

girecek. Film, mücadelenin<br />

yasal sürecine<br />

odaklanacak.<br />

KANLI<br />

OYUN<br />

Yönetmen: JCameron<br />

Cairnes, Colin Cairnes<br />

Oyuncular: Meegan<br />

Warner, Olivia DeJonge,<br />

Patrick Harvey<br />

Konu: Popüler şaka<br />

temalı TV şovu Scare<br />

Campaign, eski tarz<br />

korkutmaları ve gizli<br />

kamera eğlencesi ile<br />

son 5 yıldır izleyicileri<br />

eğlendirmektedir.<br />

Ancak, yeni bir çevrimiçi<br />

TV dönemine<br />

girdiğimizde, yapımcılar<br />

şovlarını antika gösterren<br />

yeni bir sert internet<br />

serisine karşı bulurlar.<br />

Antrenman zamanı<br />

gelmiştir. Peki takım<br />

bu sefer çok ileri gidebilecek<br />

midir? Yanlış<br />

adamı şaka mı yapmak<br />

istiyorlar?


ANKARA’YA BAHAR,<br />

FESTiVAL iLE GELiYOR!<br />

Ankara Uluslararası Film Festivali bu yıl 26. yaşını kutluyor.<br />

Türkiye’nin en köklü film festivallerinden olan Ankara Uluslararası<br />

Film Festivali bu yıl 23 Nisan – 3 Mayıs tarihleri arasında yapılacak.<br />

Dünya Kitle İletişimi Araştırma<br />

Vakfı tarafından düzenlenen<br />

Ankara Uluslararası Film Festivali,<br />

20-30 Nisan 2017 tarihleri<br />

arasında gerçekleştirilecek.<br />

n Festivalde ‘dünya sineması’, ‘ulusal uzun’,<br />

‘kısa’ ve ‘belgesel’ filmlerin gösterimi yapılacak.<br />

Yine her yıl olduğu gibi ‘ulusal uzun’, ‘ulusal<br />

kısa’ ve ‘ulusal belgesel’ yarışmaları düzenlenecek.<br />

Festival kapsamında; Ulusal Belgesel Film<br />

Yarışmasında birincilik ödülü 20.000TL, ikincilik<br />

ödülü 10.000TL, üçüncülük ödülü 5.000TL,<br />

Ulusal Kısa Film Yarışmasında birincilik ödülü<br />

10.000TL, ikincilik ödülü 5.000TL, üçüncülük<br />

ödülü 2.500TL olarak belirlendi.<br />

Ankara Uluslararası Film Festivali’nden<br />

kısacılara tam destek!<br />

Ayrıca bu yıl ilk defa kısa film yarışması dalında<br />

Ankara Uluslararası Film Festivali ve Almanya<br />

Ankara Büyükelçiliği işbirliği ile “Kadın Hakları<br />

İnsan Haklarıdır” temalı ulusal kısa filmler ayrı<br />

bir kategoride değerlendirilip ödüllendirilecek.<br />

Katılımcılar, süresi 5 dakikayı geçmeyen kurmaca,<br />

deneysel, canlandırma, belgesel dalları ile<br />

yarışmaya başvurulabilecek.<br />

Temalı Kısa Film Yarışmalarında ise birincilik<br />

ödülüne 10.000TL, ikincilik ödülüne 5.000TL,<br />

üçüncülük ödülüne 2.500 TL destek verilecek.<br />

28. AUFF Onur Ödülleri…<br />

Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında<br />

verilen Onur Ödülleri’nin bu yılki sahipleri belli<br />

oldu. ‘Aziz Nesin Emek Ödülü’ İzzet Günay’a,<br />

‘Sanat Çınarı Ödülü’ Ahmet Say’a, ‘Kitle İletişim<br />

Ödülü’ Oyuncular Sendikası’na verilecek.<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğinde,<br />

Halkbank’ın ana sponsorluğunda yapılacak 28.


Ankara Uluslararası Film Festivali, 20 Nisan’da<br />

gerçekleştirilecek açılış gecesiyle başlayacak.<br />

2017 yılı Onur Ödülleri, beyazperdenin tanınmış<br />

isimlerinin de hazır bulunacağı gecede sahiplerine<br />

takdim edilecek.<br />

28. AUFF Afişi Asya Fatma Bağcı’dan<br />

Bu yılın teması “Körleşme”<br />

20-30 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek Ankara<br />

Uluslararası Film Festivali, bu senenin temasını<br />

‘Körleşme’ olarak belirledi. Afiş tasarımlarına ise<br />

Asya Fatma Bağcı imza attı.<br />

Festival, “Beyazperdede devasa bir görsel alan<br />

sunan film öte yandan nedenleri inşa etmeden, sonuca<br />

odaklanabilir de. Görsel alanın yanında filmin<br />

sunmadığı görünmeyen alan, görmeyi sınırlarken<br />

seyircinin tedirgin bakışına yol açar” tespitinden<br />

yola çıkarak belirlediği ‘Körleşme’ temasıyla<br />

“Seyircinin bakış açısı ile kameranın bakış açısı<br />

örtüşmediğinde ne olur? Seyirci körleşir. Bunun<br />

ötesine geçmenin çaresi nedir? Sinema bizi ne zaman<br />

körleştirir? Egemen olan körleşme aracılığı<br />

ile dilediğince erkini nasıl kurar?” sorularına yanıt<br />

arıyor.<br />

“Dünyaca Ünlü Filmler Ankara Uluslararası Film<br />

Festivali’nde<br />

Festivalin Dünya Sineması bu yıl; Anısına,<br />

Berlin’den Taze Taze,Bir Ülke: İspanya, Terence<br />

Davies Retrospektifi, Körleşme, Usta İşi ve Dünya<br />

Festivallerinden bölümlerinden oluşacak.<br />

Anısına<br />

‘Anısına’ bölümünde 10 sene önce aramızdan<br />

ayrılan MichelangeloAntonioni Passenger, Ingmar<br />

Bergman Smiles of a Summer Night filmleri<br />

ile anılırken; Abbas Kiarostami Close up, Andrzej<br />

Wajda Afterimage, Jacques Rivette ise La Bandedes<br />

Quatre filmleri ile bu seçkide yer alacak.<br />

Berlin’den Taze Taze<br />

Festival, bu yıl Berlin Film Festivali’nde gösterilen<br />

ve yarışan filmleri “Berlin’den Taze Taze” bölümünde<br />

Ankara’ya taşıyacak. Berlin Film Festivali’nin<br />

açılışını yapan EtienneComar’ın ilk filmi Django,<br />

‘Altın Ayı’ ödülünü kazananan Macar yönetmen<br />

Ildikó Enyedi’nin filmi On Body and Soul, En iyi<br />

Senaryo ödülüne layık görülen SebastianLelio<br />

imzalı film A Fantastic Woman izleyici ile buluşacak.<br />

Seçkide gösterilecek diğer filmler; AgnieszkaHolland<br />

– Spoor, Calin Peter Netzer - Ana , Mon Amour,


Thomas Arslan – Bright Nights, AndresVeiel –<br />

Beuys.<br />

Bir Ülke: İspanya<br />

Dikkat çeken yapımları ile İspanyol sinemasının<br />

son 10 yılına “Bir Ülke” bölümünde hakettiği<br />

ilgiyi veren festival,birbirinden renkli İspanyol<br />

yapımı film sinemaseverlerin beğenisine sunacak.<br />

Başlıca filmler; David Trueba -Living Is Easy<br />

with Eyes Closed,Luis García Berlanga – The<br />

Executioner, CescGay – Truman, Raúl Arévalo<br />

-The Fury of a Patient Man, Carlos Saura–Beyond<br />

Flamenco<br />

Bir Retrospektif: Terence Davies<br />

“Bir Retrospektif” bölümünde 1945 İngiltere<br />

doğumlu senarist, yönetmen, romancı ve oyuncu<br />

Terence Davies’in en bilinen filmleri yer alacak.<br />

Seyircinin beyazperdede izleme şansı bulacağı<br />

filmler; Distant Voices, Still Lives, On of Time<br />

and the City, A Quiet Passion, TheLong Day<br />

Closes,Sunset Song, Terence Davies Trilogy.<br />

Körleşme<br />

Festivalin teması olarak belirlenen “Körleşme”<br />

bölümünde ise ders niteliğindeki filmler ile ‘Sinema<br />

bizi ne zaman körleştirir, seyircinin bakış<br />

açısı ile kameranın bakış açısı örtüşmediğinde<br />

ne olur” sorularına yanıt arayacak. Bu bölümün<br />

öne çıkan filmleri arasında Kirsten Johnson<br />

imzalı Cameraperson, Wim Wenders başyapıtı<br />

Paris Texas, Stanley Kubrick’in unutulmaz filmi A<br />

Clockwork Orange da yer alıyor.<br />

Usta İşi<br />

Dünya sinemasına katkı sağlamış usta yönetmenlerin<br />

filmlerinin gösterileceği bu bölümde<br />

VolkerSchlöndorff - Return, ToMontauk , WernerHerzog<br />

- Salt & Fire, Claire Simon – The<br />

Graduation, Chris Kraus - Bloom of Yesterday,<br />

Julian Rosefeldt – Manifesto, Jim Jarmusch –<br />

Gimme Danger filmleri izleyici ile bulaşmaya<br />

hazırlanıyor.<br />

Dünya Festivallerinden<br />

Festival her sene olduğu gibi bu sene de dünya<br />

festivallerinde gösterilmiş filmlere Ankara’da ev<br />

sahipliği yapmaya devam edecek. ‘Dünya Festivallerinden’<br />

bölümü kapsamında gösterilecek<br />

filmlerden bazıları; Russudan Glurjidze - House<br />

Of Others, Sang-soo Hong - Yourself and Yours,<br />

OttoBell – The Eagle Huntress, Mehrdad Oskouei


– Starless Dreams, Vassilis Mazomenos – Lines,<br />

Kristina Grozeva, Petar Valchanov - Glory, Zhang<br />

Lu - A Quiet Dream, Hirokazu Koreeda – After the<br />

Storm.<br />

28. Ankara Uluslararası Film Festivali Ulusal Uzun<br />

Film Yarışma Filmleri<br />

Kızılay Büyülü Fener Sineması’nda<br />

gerçekleştirilecek gösterimlerde Onur Ünlü’nün<br />

jüri başkanlığında, Nihal Yalçın, Emrah Serbes,<br />

OlenaYershova ve Hasan Akbulut’tan oluşan seçiciler<br />

kurulu filmleri izleyici ile birlikte izleyecek.<br />

Yönetmenlerinin de katılımları ile gerçekleştirilecek<br />

gösterimler sonrası söyleşi imkanı da olacak.<br />

Bu sene ulusal uzun film yarışmasında yer<br />

alacak filmlerden En İyi Film ödülünü alan filmin<br />

yapımcısına 50.000TL, ilk filmlere verilen Mahmut<br />

Tali Öngören Özel Ödülünü kazanan filmin yönetmenine<br />

ise 10.000 TL verilecek.<br />

(Film adına göre alfabetik olarak sıralanmıştır)<br />

1. Albüm, Yön. Mehmet Can Mertoğlu<br />

2. Babamın Kanatları, Yön. Kıvanç Sezer<br />

3. Genco, Yön. Ali Kemal Çınar<br />

4. Kaygı, Yön. Ceylan Özgün Özçelik<br />

5. Koca Dünya, Yön. Reha Erdem<br />

6. Martı, Yön. Erkan Tunç<br />

7. Rüzgarda Salınan Nilüfer, Yön. Seren Yüce<br />

8. Rüya, Yön. Derviş Zaim<br />

9. Siyah Karga, Yön. Tayfur Aydın<br />

10. Taş, Yön. Orhan Eskiköy<br />

11. Zer, Yön. Kazım Öz<br />

28. Ankara Uluslararası Film Festivali Ulusal Belgesel<br />

Film Yarışma Filmleri<br />

Halkbank ana sponsorluğunda, Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı desteğinde 20-30 Nisan 2017 tarihleri<br />

arasında gerçekleşecek festival kapsamında,<br />

Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yapılacak<br />

gösterimlerde;Nebil Özgentürk, Hakan Karsak, Ali<br />

Öz, Zeynep Santıroğlu ve Tuluhan Tekelioğlu’ndan<br />

oluşan seçiciler kurulu filmleri izleyici ile birlikte<br />

izleyecek. Yönetmenlerinin de katılımları ile<br />

gerçekleştirilecek gösterimler sonrası söyleşi<br />

imkanı da olacak. Bu sene ulusal belgesel film<br />

yarışmasında yer alacak filmlerden birinci seçilen<br />

filmin yönetmenine 20.000TL, ikinci seçilen filmin<br />

yönetmenine 10.000TL, üçüncü seçilen filmin yönetmenine<br />

5.000TL verilecek.<br />

(Filmler alfabetik olarak sıralanmıştır)


1. Ah, Yön. Mustafa Ünlü<br />

2. Altıyüzseksenüç, Yön. Canberk Şimşek<br />

3. Bademler, Yön. Caner Özarslan<br />

4. Başka, Yön. Nesime Karateke<br />

5. Biz Dünyaya Sığmadık, Yön. Hüsniye Vural<br />

6. Gardırop, Yön. Haşim Sezgin Kılıç, Berkan<br />

Güler<br />

7. Hermana, Yön. Enver Arcak<br />

8. Işıklık, Yön. Burak Doğan<br />

9. Kaz Otaran, Yön. Nurhan Özsoy Taşdemir<br />

10. Kıllıt, Yön. Zeynep Altay<br />

11. Kırmızı Kurdele, Yön. Haşim Sezgin Kılıç<br />

12. Lüfer, Yön. Mert Gökalp<br />

13. ManaMou İstanbul, Yön. Nihan Arısoy<br />

14. Muhammed, Yön. Durmuş Bayram<br />

15. Nazlıcan Serin Yayla Çiçeği, Yön. Nedime<br />

Mahmure Vaizoğlu<br />

16. Üçyüzbir, Yön. Alican Mansuroğlu<br />

17. Vank’ın Çocukları, Yön. Nezahat<br />

Gündoğan<br />

28. Ankara Uluslararası Film Festivali Ulusal Kısa<br />

Film Yarışma Filmleri<br />

Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gerçekleştirilecek<br />

gösterimlerde Pelin Esmer’in jüri başkanlığında,<br />

Ahmet Rıfat Şungar, Esme Madra, Nesra Gürbüz<br />

ve Raffi Movsisyan’dan oluşan seçiciler kurulu<br />

filmleri izleyici ile birlikte izleyecek. Yönetmenlerinin<br />

de katılımları ile gerçekleştirilecek<br />

gösterimler sonrası yönetmenlerle söyleşi<br />

imkanı da olacak.<br />

Bu sene katılımın yoğun olduğu ulusal kısa<br />

film yarışmasında yer alacak filmlerden Birincilik<br />

Ödülü 10.000 TL , ikincilik ödülü 5.000 TL,<br />

üçüncülük ödülü 2.500 TL olarak belirlendi.<br />

(Film adına göre alfabetik olarak sıralanmıştır)<br />

1. Arkhe, Batuhan Köksal<br />

2. Asfalt, Süleyman Demirel<br />

3. Babamdan Kalan, Abdülmelik Öcal<br />

4. Beyoğlu Sineması, Ömer Ferhat Özmen<br />

5. Bir İş Görüşmesi Hikayesi, Alkım Özmen<br />

6. Bağımlılık, Nazım Güveloğlu<br />

7. Cemile’nin Takıntısı, Deniz Özden<br />

8. Cinnah19, Can Koçak<br />

9. Cumartesi Düşü, Alper Kızılboğa<br />

10. Dumrakatak, Mert Edis


11. Evbark, Pınar Öğünç<br />

12. Güney Kutbu, Emin Akpınar<br />

13. Haşa, Gökhan Kaya<br />

14. Hedef, Cemre Yılmaz<br />

15. İki Parça, Murat Uğurlu<br />

16. İp Koptu, Mehmet Selçuk Bilge<br />

17. İt, Osman Yazıcı<br />

18. Kapan, Korhan Günay<br />

19. Karib, Kaan Atilla Taşkın<br />

20. Kot Farkı, Ayris Alptekin<br />

21. Kutu, Merve Çirişoğlu Çotur<br />

22. Li Pey Nanê Xwe, Bilal Korkut<br />

23. Mağrib, Ferhat Zengin, Bahadir Kapır<br />

24. Mara, Ciwan Zengin, Meral Yeğin<br />

25. Mavera, Vedat Oyan<br />

26. Medi, Resul Sakınmaz<br />

27. Mirov, Hasan İnce<br />

28. Patates Olmasın, Melisa Üneri<br />

29. Penaber, Ramazan Kılıç<br />

30. Scrabble, Merve Gezen<br />

31. Seneye, Hasan Gündüz<br />

32. Subsuelo, Tuna Kaptan<br />

33. Tavşan Kanı, Yağmur Altan<br />

34. Tecahül-i Arif, Hasan Kalender<br />

35. Yolcu, Cem Özay<br />

28. Ankara Uluslararası Film Festivali Ulusal Uzun<br />

Proje Geliştirme Desteği Yarışması Final Projeleri<br />

Festival haftasında Marsel Kalvo, Nadir Öperli ve<br />

Deniz Akçay Katıksız’dan oluşan seçiciler kurulu ile<br />

gerçekleştirilecek olan toplantılarda proje sahipleriyle<br />

görüşmeler yapılacak.<br />

Ulusal Uzun Proje Geliştirme Desteği Yarışmasında<br />

yer alacak projelerden kararlaştırılan iki projenin her<br />

birine 30.000 TL maddi destek verilecek.<br />

(Proje adına göre alfabetik olarak sıralanmıştır)<br />

1. Boş Zamanlar, Yön. M. Cem Öztüfekçi<br />

2. Dirlik Düzenlik, Yön. Nesimi Yetik<br />

3. İmkansız Bir Liste, Yön. Derya Erkenci<br />

4. İp, Yön. Cengiz Tapan<br />

5. İşteBaş, Gövde ve Kanatlar, Yön. Elfe Uluç<br />

6. Körleşme, Yön. Hacı Orman<br />

7. Kumbara, Yön. Ferit Karol<br />

8. Okul Tıraşı, Yön. Ferit Karahan<br />

9. Oyun Kafası, Yön. Burcu Aykar<br />

10. Sen Ben Lenin, Yön. Tufan Taştan<br />

11. Son Adım, Yön. Uğur Aydedim


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

SANATIN ‘USTACA’ YAŞAMI<br />

n David Lynch’i anlamak konulu bir belgesel<br />

hazırlansaydı ancak bu kadar olurdu.<br />

David Lynch: Yaşam Sanatı gerçekten de<br />

sanatı yaşamanın değişik bir izdüşümü.<br />

Kafasının dehlizlerinde dolanan, bizi<br />

uçurumun kenarında ve anlaşılmazlık<br />

zincirine vurulmuş bir halde bırakan, asıl<br />

mesleğinin ressamlık olduğu yönetmenin<br />

belgeselini keyifle izlediğimi söylemeliyim.<br />

Zira onu o yapan değerlerin taşlarının nasıl<br />

atıldığını ve örüldüğünü yönetmenin kendi<br />

ağzından öğrenme fırsatı yakalıyoruz. Kendini<br />

anlattığı ve o esnada bir dakika bile durmadan<br />

üretmeye devam ettiği<br />

görüntüleri karşısında onun<br />

aslında yönetmen değil modern<br />

bir ressam olduğu sonucuna<br />

varıyoruz. Çünkü belgesel<br />

biraz Lynch’in o yanını anlatmak<br />

ve filmlerindeki tarzının<br />

altını oymak istemiş gibi.<br />

Amerikalı yönetmen bebek<br />

yüzlü gençlik haliyle uğraşıları<br />

arasında bir tezatlık sunuyor<br />

zira keyfine düşkün bir yüz<br />

halinden sürekli kendini zorlayan<br />

bir adamın hikayesi<br />

çıkması biraz şaşırtıcı geliyor.<br />

Kendi ağzından dökülen<br />

cümleler ve çıkarttığı eserlerin karanlık dünyası<br />

değişik bir samimiyet de barındırıyor. Genç<br />

yaşında bir çocuk sahibi olan ve aynı şeyi<br />

şimdiki yaşında da tekrarlayan yönetmen iki<br />

kızının arasındaki boşlukları sanatla ve sinemayla<br />

doldurmaya devam etmiş belli ki... Belgeselin<br />

yönetmeni jon Nguyen gayet yetkin bir<br />

dille geçmişi ve bugünü birleştiriyor ve Lynch<br />

tarzı bir belgesele imza atıyor.<br />

Film Noir akımının öncülerinden olan ve<br />

görünenin ardına taşan, zaman zaman kişisel<br />

bulunan filmlerinin arka plan anlatısı gibi olan<br />

belgesel yönetmenin çocukluk ve gençlik<br />

yıllarına dair fotoğraflar ve videolar da içeriyor<br />

ki bu arşiv yani saklama konusunda da önem<br />

kazanıyor. Sanki Lynch bir gün kendisiyle<br />

ilgili bir film çekilecekmiş gibi özenle saklamış<br />

geçmişe ait kareleri. Philadelphia kısmı hayatının<br />

dönüm noktasına işaret eden değişik bir sapak.<br />

Kendini bulmak adına kendinden, küçük kızından<br />

ve modern hayattan vazgeçişin dönüm noktalarını<br />

gösteriyor bize. Resimlerine hareket katmanın<br />

yani sinemaya geçişini o kadar uhrevi anlatıyor<br />

ki… Resmindeki ağaçların esen rüzgarla hareket<br />

ettiği sanrısına kapılıyor ve sinemanın o büyülü<br />

dünyasına, farklı bir sığınağa geçiş yapar gibi<br />

akıyor.<br />

Burada el attığı, müzik de dahil her şeyin hakkını<br />

veren Lynch filmde atölyesinde resimleriyle fazlaca<br />

meşgul insan resmi verirken bir yandan da<br />

sigarasını tellendirip düşüncelere dalıyor. 2006<br />

yılından beri uzun metraj çekmeyen ama resim<br />

yapmaya, klipler ve kısa filmler çekmeye devam<br />

eden ve müzik albümü yapan Lynch’in aklının bir<br />

dakika bile boş kalmadığı, kendisi ve insanlar için<br />

farklı reçeteler hazırladığı çok belli. Öyle ki belgesel<br />

zaman zaman tekrarlara düşse de bir resim gibi<br />

tuvale aktarılmış hissi yaratıyor.<br />

Lynch cinsellikle tanışmasını da değişik bir ana<br />

dönüştürüyor, ilk gençlik yıllarında çıplak bir<br />

kadının kendisine doğru yürüdüğünü söyledikten<br />

sonra ‘farklı’ komşu kadınlarla olan diyaloglarından<br />

bahsediyor ve hepsinin anısını da eminim resme<br />

döküyor ya da hareketli resim dediği sinemaya…<br />

Belgesel adı gibi tam da yaşamı sanata<br />

dönüştüren bir adamın hayatının dehlizlerinde<br />

dolanıyor ve bizi de çekmeyi başarıyor.


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

BAYRAK iÇiN ÖLÜMÜ GÖZE ALAN ÇOCUKLARIN HiKAYESi<br />

n Bir hayal dünyasında yaşıyoruz. AB’ye<br />

girmek, onun standartlarına uymak için<br />

kokoreçi yasaklıyoruz ama tarih boyunca<br />

verdiğimiz ve hala vermekte olduğumuz<br />

şehitlerin amaç ve duyarlılıklarını hiç<br />

önemsemiyoruz, bakmıyoruz. Sanki<br />

geçmişte olanlar veya şu an olmakta olan<br />

trajediler bize çok uzak. Bu milletin duygusal<br />

kopukluğunun sebebi nedir? Ben<br />

burada Türk sinemasını da çok suçlu buluyorum.<br />

Sinema günümüzde artık sadece eğlence<br />

aracı veya sanat değil. Millet olma unsurlarını<br />

vatandaşa hatırlatan, öğreten bir enstrüman.<br />

Hatta öyle önemli bir enstrüman<br />

ki bütün süper güçler sinemayı<br />

kullanıp hem kendi tarihlerini hem<br />

de bizlerinkini tekrar yazıyor. Bizim<br />

sinemamızın pasifliği yüzünden<br />

kendimizi anlatamadığımız gibi<br />

bir de onların propagandasının<br />

kurbanı olup kendi kimliğimizden<br />

uzaklaşıyoruz. Bu hafta vizyona<br />

giren Sarıkamış Çocukları, konusu<br />

itibarıyla çöldeki vaha gibi.<br />

Sarıkamış felaketinden yola çıkan<br />

film yaşanan büyük trajedinin<br />

bambaşka yönlerine bakıyor.<br />

Bu beni hep düşündürmüştür;<br />

1914’te Sarıkamış’ta 90 bin şehit<br />

vermişiz hemen ardından 1915-1916 yıllarında<br />

Çanakkale zaferini kazanmışız. Millet olarak bu<br />

iki olaya nasıl da farklı tepkiler veriyoruz. Tabii<br />

Çanakkale bir zafer ve onu anmak doğal olarak<br />

coşku veriyor insana ama 90 bin evladımızın<br />

bayrak uğruna can verdiği Sarıkamış bu kadar<br />

unutulur mu? Bu hafıza kaybı o 90 bin evladın<br />

vatan sevgisine saygısızlık değil mi? İşte bu<br />

hafta vizyona giren Sarıkamış Çocukları sizleri<br />

bu tür düşüncelere itecek. Konusunu kısaca<br />

anlatalım. 1915’teki Sarıkamış Harekatı’nın<br />

üzerinden yıllar geçmiştir, o savaşta yer almış<br />

Rus askeri Sergey, donarak ölmüş bir Türk<br />

çocuğun üzerindeki özel eşyalarını herkesten<br />

gizli alıp yıllar boyunca saklamıştır. Torunu<br />

Alina’ya, ölmeden önce bu eşyaları hatıra<br />

olarak verir. Tarih bölümünde okuyan Alina,<br />

Türkiye’ye değişim öğrencisi olarak geldiğinde<br />

hocası Vahdet’in Sarıkamış’la ilgili araştırma<br />

yapacağını öğrenir ve kendisinde bulunan<br />

eşyalardan bahseder. Tesadüf eseri o sırada bir<br />

açık artırmada Sarıkamış’ta yaşamış çocuklardan<br />

kalan başka bazı eşyalar satışa çıkmıştır.<br />

Alina’daki eşyalarla, Esker adlı gencin ninesinden<br />

aldığı eşyaların aynı kişiye, Esker’in ninesi olan<br />

Seher’in o zamanlar sevdiği adam olan Mehmet’e<br />

ait olduğu anlaşılacak, Alina ve Esker bütün<br />

bu anıları Seher’e ulaştırmak için birlikte yola<br />

düşecektir. Geri dönüşlerle şehit çocuklarımızın<br />

nasıl şehit olduğunu izlemeye yürek dayanmıyor.<br />

Ama o albayrak için beyaz kara<br />

düşen minik vücutlara bunu borçluyuz.<br />

Bu millet artık kendini tanımalı,<br />

hatırlamalı. Bakın Sarıkamış bize<br />

zorla kabul ettirilmeye çelışılan Ermeni<br />

soykırımı yalanının şifresidir.<br />

Sarıkamış’ta Ruslar’ın yanında iki tümen<br />

Ermeni birliği vardır. O dönemde<br />

ve sonrasında yaşananlar Ermeni<br />

Tehciri’nin sebepleridir. Bu filmi seyretmek<br />

sadece şehit çocuklarımıza<br />

saygı göstermek değildir. Günümüzde<br />

yaşananların daha iyi algılanmasını<br />

da sağlayabilir. Gazetelerden takip<br />

ediyorsunuz, The Ottoman Lieutenant<br />

adlı bir film ABD Türk ortak yapımı<br />

olarak çekildi. Ermeni diasporası bu filmin gösteriminin<br />

engellenmesi için elinden geleni yapıyor. İlk<br />

önce boykot açıklamaları yapıldı, yetmedi sinema<br />

salonlarının önünde filme gitmek isteyenler engellendi.<br />

Üstelik Amerika Ermeni Ulusal Komitesi’nin<br />

boykot davetine Amerika Yunan Konseyi de destek<br />

verdi. Halbuki film bir aşk filmi ama o dönemde<br />

Van’da geçiyor. Haluk Bilginer ve Selçuk Yöntem<br />

Türk oyuncular olarak yardımcı rollerde yer alıyor.<br />

Böyle tamamıyla barışçı bir bakış açısıyla çekilen<br />

bir film bile güya demokrasinin beşiği ABD’de<br />

nelere maruz kalıyor. Peki biz ne yapıyoruz? Biz<br />

kendi hikayelerimizi çekmekten ve seyretmekten<br />

bile aciziz. Filmi iyidir, kötüdür hiç bir şey demedim<br />

dikkat ederseniz. Ne oyunculardan bahsettim ne<br />

yönetmenden. Çünkü bazı filmleri seyretmek sinemaya<br />

gitmekten daha fazlasıdır. Bu böyle bir film.


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

EFSANE GERI DÖNDÜ!<br />

n ”Ghost in the Shell” efsanesiyle üniversitenin<br />

ilk yıllarında Beşiktaş Sinanpaşa<br />

Pasajı’ndan aldığımız korsan bir VCD ile<br />

tanışmıştık benim gibi sinema sevdalısı<br />

mühendislik okuyan arkadaşlarımla<br />

birlikte. Japon animeleriyle ilgili derin<br />

bilgilerimiz yoktu ve bu film çok övülüyordu.<br />

İzlemezsek olmazdı. Kimimiz aşık<br />

oldu filme, kimimiz çok da bayılmadı.<br />

Ben ikisinin arasında bir ruh halindeydim hep.<br />

Hollywood mahsulü yeniden yapımın basın<br />

gösteriminden önceki gece ilk filmi yeniden<br />

izledim. Tazelenmek için. Neredeyse 20 yıl<br />

sonra tekrar izlediğim anime bir yandan anıları<br />

canlandırırken bir yandan da Japon animelerinin<br />

öneminin bir kez daha altını çizdi.<br />

Dünyaca ünlü bilim kurgu eseri olan Kabuktaki<br />

Hayalet (Ghost In The Shell), 9. Birlik<br />

Özel Görev Gücü’nün başında yer alan, özel<br />

operasyonlardan sorumlu Benzersiz Saybörg<br />

Hibrit’in hikâyesini konu alıyor. Kendisini en<br />

tehlikeli suçluları durdurmaya adamış olan<br />

9. Birlik, tek amacı Hanka Robotic’in siber<br />

teknolojideki girişimlerini yok etmek olan bir<br />

düşmanla karşı karşıya kaldığında hareket etmek<br />

zorunda kalır. Rupert Sanders’in yönettiği<br />

filmde başrolleri Scarlett Johansson, Pilou<br />

Asbek, Michael Pitt, Michael Wincott, Juliette<br />

Binoche ve Takeshi Kitano paylaşıyor.<br />

Şurası kesin ki, bu film, efsanenin fanlarını<br />

sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye bölecek.<br />

Sosyal medyada dünya çapında film<br />

hakkında görüşlerini bildirenler şimdiden büyük<br />

tartışmaların hızlı savunucuları olmuş bile.<br />

Ben, biraz uzaktan bakarak ve genele hitap etmeye<br />

çalışarak filmi incelemek istedim. Öncelikle<br />

şunu belirteyim, ilk “Ghost in the Shell” senaryo<br />

anlamında birçok boşluk barındırıyordu.<br />

Yanlış anlaşılmasın, ‘hata’ anlamında değil.<br />

Aksine animenin yaratıcılarının bilinçli olarak<br />

inşa ettikleri bir yapıydı bu. Her izleyici bu<br />

boşlukları dilediği gibi doldurmakta özgürdü.<br />

Bu sayede de birbirine hem benzeyen hem<br />

de çeşitli farklılıklar oluşturan yüzlerce<br />

varyasyon oluşuyordu zihinlerde. Yeniden<br />

çevrim yapımda ise işin başındakiler efsanenin<br />

ana hatlarına saygısızlık etmeden kendi usullerince<br />

yeniden yaratmışlar “Ghost in the Shell”<br />

dünyasını. Zira her iki yapımda temelinde Masamune<br />

Shirow’un mangasına dayanmakta. Üstelik<br />

Mitsuhisa Ishikawa adlı yapımcı her iki filmde de<br />

sözü geçen biri. Hal böyleyken animeye herhangi<br />

bir saygısızlık yapılabileceğini düşünmüyorum.<br />

Hollywood, “Ghost in the Shell”i, ticari çıkarlarla ve<br />

özellikle de alışkanlıkları 20-25 yıl öncesine göre<br />

bir hayli değişen sinema seyircisini de göz önünde<br />

bulundurarak yeniden üretmiş. İlk filme saygısını<br />

ve minnetini korumuş. Filmin sürprizlerini açık<br />

etmemek adına aradaki farkları buraya yansıtmak<br />

istemiyorum. Nasılsa izleyince anlayacaksınız...<br />

Teknoloji ve bilimin üstünlüğüne inanan biri olarak,<br />

filmin yarattığı atmosfer beni çok şaşırtmasa<br />

da bir hayli etkiledi. Hologram teknolojisinin<br />

kullanım alanlarını genişleten, robotik, otomasyon<br />

gelişimler ve sibernetik çoğaltımların, tam<br />

da bilimin hayal ettiği gibi uygulamalarını se-


naryoya yediren film içten içe geleceğe dair<br />

(her ne kadar o günleri göremeyecek olsam da)<br />

umutlarımı coşturdu. Bu bağlamda “Blade Runner”,<br />

“Terminatör”, “Robocop”, “Videodrome”,<br />

“Existenz”, “Total Recall”, “Matrix”, “Ex Machina”<br />

gibi filmler ve hatta şu aralar takip etmekte<br />

olduğumuz Westworld dizisi gibi cyberpunk bazlı<br />

yapımların tadını fazlasıyla veriyor. Açıkçası<br />

filmi, uzun metraj olarak sadece “Pamuk Prenses<br />

ve Avcı”yı yönetmiş olan Rupert Sanders’ın<br />

çekeceğini öğrenince bu işte bir yanlışlık var,<br />

daha deneyimli birine bu proje teslim edilmeli<br />

diye düşünmüştüm. Ancak Sanders yanılttı beni.<br />

İyi iş çıkarmış diyebilirim. Başta Scarlett Johansson<br />

olmak üzere oyuncularla ilgili söylenecek<br />

elbet çok şey var ancak ben yalnızca iki ismi<br />

önemsedim bu filmde; perdede gördüğüm her<br />

an bana derin anlamlar hissettiren Juliette<br />

Binoche ve Takeshi Kitano... Onları bu filmin<br />

bonusu, kaymağı, hediyesi olarak gördüm.<br />

Filme dair yegane eleştirilerimden biri ilk filmin<br />

muhteşem müziklerinden biraz uzaklaşılmış<br />

olması. İlkine yakın müzikler beklerdim doğrusu.<br />

Zira ilk yapımın müzikleri, efsanenin ruhunun<br />

en büyük dayanaklarından biri olan Japon kültürünü<br />

çok iyi yansıtıyordu. Yeni yapımda ise bu<br />

yok maalesef. Daha evrensel ve ülkesiz bir film<br />

olagelmiş bu haliyle. En temel ayrılıklardan bir<br />

diğeri de işin felsefesini ilgilendiriyor. İlk filmde<br />

baş karakterimiz olan Binbaşı, başına gelenleri<br />

varoluşsal bir şekilde değerlendirmeye çalışıp<br />

kendince kabuğundaki hayaleti önemli bir yere<br />

konumlandırmaya çalışırken, son yapımda<br />

Johansson’un yorumladığı Binbaşı daha çok<br />

‘senin annen bir melekti yavrum’ ipucunun<br />

peşinden koşarak ‘geçmişçilik’ oynuyor.<br />

Sadede gelecek olursak, “Ghost in the Shell”i<br />

izlemeye gitmeden önce efsaneye olan<br />

bağlılığınızı bir kenara bırakarak gidin derim.<br />

Öteki türlü filmden keyif alamazsınız. Şunu<br />

unutmayın ki, bu yapım bir remake. Aynısını<br />

beklemek hata olur...


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

UZAYLILARI ARIYORUZ DA, YA BULUR<br />

n Bilimkurgu kendi içinde değişime<br />

uğrayan bir tür. 1930’dan 1950’lerin sonuna<br />

kadar daha fazla politik göndermeleri<br />

olan, özellikle 1980’lerin başına kadar<br />

Soğuk Savaş’ın etkilerinin görüldüğü<br />

bir tür. 1980’den sonra gerilim, korku ve<br />

aksiyon türlerinin gölgesinin altında kaldı.<br />

Alien, Event Horizon, Terminatör gibi<br />

filmleri örnek verebiliriz. Ayrıca dünyadaki<br />

yaşamı ve toplumsal yapıyı uzaya taşıyan Star<br />

Wars, Star Trek ve Dune gibi caf caflı ama<br />

çok da yeni bir şey söylemeyen bilimkurguları<br />

da anmamız gerekir. 2000’lerden sonra ise<br />

bilimkurguda yaşanan değişim Gravitiy ve<br />

Martian ile zirve yaptı. Gerçekten NASA ile<br />

bağlantısı olan bu filmler hem konuları hem<br />

de sinemasal anlatımları açısından daha<br />

gerçekçi yapımlardı. Uzayın bilinmezliği ve<br />

insanoğlunun fiziki yetersizlikleri yüzünden<br />

riskli bir mücadele verdiği uzay araştırmaları<br />

bu filmlerde anlatılırken doğal olarak gerilim<br />

ritmi yüksek öyküler seyrettik. Ama bu gerilimi<br />

Alien’daki dehşet ile karıştırmayalım. Bu<br />

filmlerin gerilimi hiç abartılmamış, uzayın<br />

karanlığının taşıdığı gerçek bir gerilimdi. Bu<br />

hafta vizyona giren Life’ta ise bir adım daha<br />

atılmış. Dışarıdan baktığınızda neredeyse bir<br />

Alien hikayesi diye tanımlayacağınız filmin<br />

öyküyü ele alış biçimi Gravitiy ve Martian’ın<br />

devamı aslında. Böyle olunca Alien’daki bütün<br />

Hollywood tarzı abartmaları benliğinden<br />

söken ve hikayeyi size çok daha gerçek bir<br />

şekilde ulaştıran bir yapımla karşı karşıya<br />

kalıyorsunuz. Nasıl Martian-Marslı filminde gerçekten<br />

bir astronot Mars’ta yalnız kalsa hayata<br />

tutunmak için yapması gerekenler mantıklı<br />

bir şekilde anlatılıyorsa Hayat filminde de<br />

Mars’ta bulunmuş neredeyse fosil şeklindeki<br />

bir tek hücrenin uzaydaki bir istasyonda<br />

hayata kazandırılması ama oynanan kumarın<br />

büyük felaketlere yol açması konu ediniliyor.<br />

Yönetmen Daniel Espinosa’nın ilk bilimkurgu<br />

filmi bu. Daha önce Safe House ve Child 44<br />

ile hatırlayacağımız Espinosa bu filmlerinde<br />

gerilimi nasıl anlatması gerektiğini bildiğini bize<br />

kanıtlamıştı. Bu sefer yeni tür bilimkurguya ne<br />

kadar yatkın olduğunu da gösterdi. Onun sayesinde<br />

Hayat filmi Gravitiy ve Martian’dan sonra<br />

üçüncü film olarak bir üçleme oluşturdu diyebilirim.<br />

Tabii bu tür filmlerin oyunculukları da çok<br />

önemli. Martian, Matt Damon olmasa bu kadar<br />

etkileyici olabilir miydi? Aynı şekilde Gravity’de<br />

Sandra Bullock’un performansını hatırlayalım.<br />

Life’ta ise böyle tek büyük bir performans görmüyoruz.<br />

Yönetmen kalabalık sayılacak bir kadroya<br />

kısa sürelerde bu filmlerdeki gibi tekli performanslar<br />

gösterebilecekleri bir sistem yaratmış.<br />

Açıkçası oyuncularda verilen bu penaltıyı gole<br />

çevirmişler. Jake Gyllenhaal, Rebecca Ferguson,


SAK?<br />

Ryan Reynolds, Hiroyuki Sanada, Olga Dihovichnaya,<br />

Ariyon Bakare öykünün içinde konunun<br />

odağını nöbetleşe bir şekilde üstlenerek filmi<br />

kotarmışlar. Çok kısa sürede hem kendi enerjileriyle<br />

filmi zenginleştirmişler hem de yönetmenin<br />

filmi çekerken NASA’da gerçek bir çalışma yapar<br />

gibi kullandığı sinemasal dile zarar vermemişler.<br />

Buna örnek olarak Ryan Reynolds’u verebilirim.<br />

Onun sempatikliği, espritüel yapısı bu öyküye<br />

zarar verebilirdi. Ama yönetmen sayesinde ve<br />

Reynolds’un iyi bir oyuncu olması sebebiyle hiç<br />

göze batmıyor hatta büyük değer katıyor. Aynı<br />

şeyi Rebecca Ferguson için de söyleyebiliriz.<br />

Filmin odağındaki asıl oyuncu ise Calvin adlı<br />

Marslı yaratık. Gerçekten mükemmel bir çalışma<br />

yapılmış. Fiziği ve yaptıklarının arkasındaki<br />

hayatta kalma güdüsü o kadar doğru verilmiş ki<br />

Alien’daki kötücül Hollywood yaratığı yerine gerçekten<br />

Mars’ta bulunabilecek ve insanların çanına<br />

ot tıkayabilecek bir yaratık var karşımızda. Üstelik<br />

filmin finalini de düşünecek olursak bu yapım<br />

gerçeğe uygun olarak biraz karamsar da kabul edilebilir.<br />

Evrenin işleyişini öğrendikçe, kurallara ve<br />

varoluşun gereklerine baktıkça iyi kalpli uzaylılar<br />

safsatasının bir Hollywood uydurması olduğu<br />

gerçeğini kabul etmeliyiz. Uzaylılar eğer varlarsa<br />

bizi sömürmek için gelirler veya dünyaya ortak<br />

olmak için. Bu film bütün bunları düşündürüyor.


NİSAN’DA<br />

KORKACAKSINIZ<br />

Nisan ayında yepyeni 6 korku<br />

filmi izleyeceğiz. Bakalım bunlar<br />

hagileri ve notumuzu almamız<br />

gereken önemlileri neler.<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

n Korku türü dönem<br />

dönem ağırlığını<br />

azaltsa da hiç bir<br />

zaman gücünü ve<br />

market değerini<br />

düşürmemiş, yılda en<br />

çok film üretilen türlerin<br />

üst sıralarında<br />

yer almyı başarmıştır. Zira; korkunun<br />

adrenalin ve korkmak üzerinden birincil<br />

izleyicisinin yanı sıra keyiflenmek ve<br />

eğlenmek için takip edeni hatta gülmek<br />

için izleyeni de çoktur. Bir de buna ülkemizin<br />

manevi değerleri üzerinden yapılan<br />

filmlerdeki artış eklenince korku sineması<br />

gücüne güç katmış durumda. Elbette<br />

filmlerin çoğunu kalitesiz bulan, eksilseler<br />

sinema tarihine zeval gelmeyeceğini<br />

düşünenlerimiz çok ama hem dünyada<br />

hem ülkemizde türün sağlam örneklerindeki<br />

artış da gözden kaçmamalı. Bizdeki<br />

durum özellikle son birkaç yıl kötüsünü<br />

de daha fazla üretmemize rağman yenilikçi<br />

ve güzel örnekleri de külliyata<br />

kazandırmaya başladı. Hal böyle olunca<br />

da korku filmlerinin sayısı da iyice artmaya<br />

başladı. Hatta korku türü içerisinde alt<br />

tür olarak cinli filmler listeleri bile yapabilir<br />

olduk. Kısacası; ükemizde korku filmi


her zaman revaçta ve uzun bir süre de<br />

böyle devam edecek gibi.<br />

Buradan hareketle, nisan ayında herhafta<br />

bir korku filmi düşeceğini de öğrenince<br />

bunları bir araya toplamak hasıl oldu.<br />

Nisan ayında yepyeni 6 korku filmi<br />

izleyeceğiz. Bakalım bunlar hagileri ve notumuzu<br />

almamız gereken önemlileri neler.<br />

7 Nisan<br />

Şeytani (Satanic)<br />

Vampir Günlükleri başta olmak üzere<br />

birçok TV serisinde yönetmenlik yapan<br />

Jeffrey G. Hunt’ın yönetmen koltuğunda<br />

oturduğu yapımın başlıca rollerinde ise<br />

Sarah Hyland, Steven Kureger ve Justin<br />

Chon bulunuyor.<br />

Şeytani, bahar tatili için Los Angeles’a<br />

giden dört üniversite öğrencisinin hikâyesini<br />

anlatıyor. Chloe, David, Seth ve Elise,<br />

Los Angeles’ta eskiden satanist ayinlerin<br />

yapıldığı ve lanetli olduğuna inanılan bir<br />

mahallede dolaşırken, bir kızı öldürülmek<br />

üzere olduğu bir ayinden kurtarırlar. Bu<br />

gizemli kızla birlikte ruh çağırmaya karar<br />

veren gençler, şeytani bir ruhun ortaya<br />

çıkmasıyla kendilerini doğaüstü, tehlikeli<br />

ve korku dolu olayların içinde bulurlar.<br />

14 Nisan<br />

Dehşet Odası (Green Room)<br />

205 yapımı olan Green Room, genel<br />

gösteriminden önce festivalleri dolaşmış<br />

ve İstanbula’a da !f kapsamında uğramıştı.<br />

Jeremy Saulnier imzalı filmde, yakın tarihte<br />

kaybettiğimiz Anton Yelchin, Joe Cole,<br />

Ali Shawkat, Callum Turnet ve X-Men<br />

serisinden gayet iyi tanıdığımız Patrick<br />

Stewart rol alıyor.<br />

Bir konseri son anda iptal olan pun-rock<br />

grubuna son anda ekstra bir teklif gelir.<br />

Grup uzun bir yoldan da geldiği için bu<br />

teklifi kabul eder ve ormanlık bir alanda<br />

bir organizasyonda sahneye çıkar. Daha<br />

sonra kulise dinlenmeye geçen grup bir<br />

cinayete tanık olur. Organizasyon sahipleri<br />

içeri girmeye grup ise onları sokmamaya<br />

çalışır, zira başları oldukça derde<br />

girecektir. Hal vöyle olunca da amansız bir


kedi fare oyunu izleyiciye sunulur. Atmosferi<br />

oldukça başarılı kurulan film senryosunun<br />

zayıfığına rağmen ilgi çekecektir.<br />

Otopsi (The Autopsy of Jane Doe)<br />

Troll Hunter filmiyle dünya çapında<br />

tanınan ve iyi övgüler alan yönetmen<br />

Andre Ovredal’ın son filmi Otopsi’de<br />

tanınmış oyuncular Brian Cox, Emile<br />

Hirsch ve Ophelia Lovibond yer alıyor.<br />

Korku türünün yanından gizem sosu da<br />

barındıran filmin senaryosunu ise Ian B.<br />

Goldberg üstlenmiş.<br />

Baba Tommy ve oğul Austin birlikte<br />

çalışan adlî tıp memurlarıdır. Austin annesinin<br />

ölümünden sonra babasını yalnız<br />

bırakmamaya gayret etse de yavaş yavaş<br />

kendi hayatını kurabilmek adına kız<br />

arkadaşıyla birlikte şehir değiştirmeyi<br />

planlamaktadır. Bunu babasına<br />

söyleyeceği akşam evlerinin bodrum<br />

katında yer alan morglarına bir ceset<br />

getirilir. Görünürde hiçbir ölümcül yarası<br />

olmayan genç kadın cesedi hakkında<br />

bütün bilgiler belirsizdir. Baba-oğul cesedi<br />

inceledikçe tutarsız ipuçları bulmaya<br />

başlarlar. İkili cesedi inceledikçe işler<br />

daha da gizemli ve tehlikeli bir hal almaya<br />

başlayacaktır.<br />

The Bye Bye Man<br />

Yönetmenliğini daha önce Hood of Horror<br />

ve Let the Devil Wear Black filmlerini<br />

çekmiş olan Stacy Title’ın yaptığı ve<br />

senaristliğini Robert Damon Schneck ile<br />

Jonathan Penner ikilisinin kaleme aldığı<br />

filmin başrolünde ise Douglas Smith,<br />

Lucien Laviscount ve Cressida Bonas<br />

yer alıyor. Üç üniversite öğrencisi aynı<br />

evde kalmaya ve hayatlarını idame ettirmeye<br />

başlarlar. Biraz süre geçtikten<br />

sonra Bye Bye Man hakkında söylenenleri<br />

öğrenirler ve ne yazık ki Bye Bye Man’in<br />

en güçlü silahı ondan haberdar olunması<br />

ve korkulmasıdır. Onu alt edebilmenin<br />

tek çaresi onu düşünmemek, ondan bahsetmemek<br />

ve ondan korkmamaktır. Tabii<br />

hal böyle olunca üç gencin işi oldukça<br />

zorlaşır.


21 Nisan<br />

Kapan (Get Out)<br />

Ayın belki de bu anlamdaki en önemli<br />

filmi Get Out. Daha evvel oyunculuk<br />

yapan, hatta komedilerde oynayan Jordan<br />

Peele’nin yönettiği film, ABD Box-<br />

Office’de liderlik koltuğuna kadar oturdu<br />

ve toplamda 150 milyon dolar hasılata<br />

ulaştı. Bu yükselişi devam eden film sonunda<br />

ülkemize de uğruyor. Başlıca rollerinde<br />

Daniel Kaluuya, Allison Williams,<br />

Catherine Keener ve Bradley Withford’un<br />

oynadığı film bakalım bizim gişede ne<br />

yapacak?<br />

Get Out, Kız arkadaşı Rose’un ailesiyle<br />

tanışmaya giden Chris’in kendisini<br />

içerisinde bulduğu tekinsiz olayları<br />

anlatıyor. Chris başlangıçta ailenin aşırı<br />

uyumlu davranışlarını kızlarının farklı<br />

ırktan biriyle olan ilişkisiyle başa çıkmak<br />

için endişeli çabalar olarak yorumlar<br />

ama hafta sonu ilerlerken giderek daha<br />

da rahatsız edici bir hal alan bir dizi olay,<br />

Chris’i aklının ucuna bile gelmeyecek bir<br />

gerçeğe götürür.<br />

30 Nisan<br />

Lanet: Ervah Cinleri<br />

Yazının başında yerli korku filmlerinde<br />

ivmeden ve cinli filmlerin artışından<br />

bahsetmiştik. İşte onların son örenği ve<br />

ayın yerli korkusu Lanet: Ervah Cinleri<br />

salonları doldurmak için gösterimi son<br />

haftaya bırakmış. Teoman Gündüz’ün<br />

yönettiği filmin oyuncu kadrosu ise Zahid<br />

Çetinkaya, Sevcan Sini, Ufuk Özkaya,<br />

Ceren Yasemen Güneysu ve Ceyhun Tutal<br />

gibi isimlerden oluşuyor.<br />

Film, sinema bölümü okuyan dört<br />

öğrencinin gerçek olay ve söylentiler<br />

üzerine tamamen terk edilmiş bir köye<br />

yaptıkları gezi ve orada başlarına gelen<br />

korkunç olayları konu almaktadır. Tüm<br />

yaşananlar gençler tarafından tek bir<br />

kamera tarafından kaydedilmiştir. İhbar<br />

üzerine olay yerine giden polis amirine<br />

teslim edilen bu kamera tüm gerçekleri<br />

göz önüne serecektir.


NE, NEDEN,<br />

NASIL, KİM<br />

VERDİ BU<br />

ÖDÜLLERİ?<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

Jüriler ve jüri sistemi<br />

yarışmalı festivallerin<br />

ayrılmaz bir parçası,<br />

bir o kadar da<br />

münakaşa mevzu…<br />

Sık sık tartışılan bu<br />

konuda sektörün<br />

önemli isimlerine<br />

4 soru sordum.<br />

Baharla birlikte 2017 festival sezonu,<br />

İstanbul ve Ankara Film Festivalleri<br />

ile hız kazanmaya başlıyor.<br />

Ardından Malatya Kısa Film Festivalli,<br />

Kayseri Film Festivali derken; filmler,<br />

yarışmalar, jüriler, ödüller sektörün ve<br />

sinemaseverlerin yine gündeminde<br />

olacak… Jüriler ve jüri sistemi yarışmalı<br />

festivallerin ayrılmaz bir parçası, bir o<br />

kadar da münakaşa mevzu… Sık sık<br />

tartışılan bu konuda sektörün önemli<br />

isimlerine 4 soru sordum. Cevaplar,<br />

yorumlar, duyuşlar biraz aynı, biraz farklı<br />

farklı.<br />

Atilla DORSAY / Sinema Yazarı<br />

Jüri bir festivalin neresindedir?<br />

Jüri bir festivalin yüreğindedir. Bir<br />

jüri üyesinin, festivalin ve ele aldığı<br />

sanatın ruhunu sezmiş, özünü<br />

kavramış, geçmişine ilgi duymuş ve<br />

hayatında o sanatla radikal bir ilişki<br />

kurmuş biri olması gereklidir. Ayrıca<br />

da adına tarafsızlık dediğimiz ve her<br />

türlü yargılama işleminin doğasında var<br />

olması gereken özelliğe de sahip olmalı,<br />

kişisel bağlarını, önlenemez yakınlıklarını<br />

ve değerli dostluklarını kale almadan,<br />

saha dışına atarak karar ve hüküm vermesini<br />

bilmelidir.<br />

Jüriyle festivalde yarışan filmin<br />

arasındaki mesafe nedir / ne<br />

olmalıdır?<br />

O tartışmalı bir konu. Çünkü sanat,<br />

matematik gibi bir bilim alanı değil,<br />

temelde duygularla kavranması gereken<br />

bir alandır. En azından bana göre... Ben<br />

kendi adıma filmlere öncelikle duygusal<br />

biçimde yaklaşırım, bunu önleyemedim<br />

ve önlemeye de çalışmadım. Ama sonra<br />

bu duygusal yaklaşımı belli ölçüde<br />

aklın ve de o sanatın hem geçmiş birikimi,<br />

hem de kendine özgü kurallarıyla<br />

söz konusu olduğu ayrı bir süzgeçten<br />

geçirmek de gerekebilir. Örneğin sinema<br />

eleştirisinde sinemanın geçmişini çok iyi<br />

bilmeyen ve o film için anılması gerekli,<br />

en azından yararlı olabilecek eski filmleri<br />

hiç anmadan yazılmış bir yazı eksik kalabilir.<br />

Ama bence daha da kötüsü, filmi


duygusal açıdan hiç kavrayamamış ve sadece<br />

mantıkla, alabildiğine soğukkanlı bir tavırla ele<br />

almış bir eleştiridir. O soğukluk hemen kendini<br />

hissettirir ve en azından benimle o yazı arasına<br />

girer. Aşılmaz bir buz dağı biçiminde... Şöyle de<br />

diyebiliriz: Bazen bir sanat eserinin karşısında<br />

dökülebilecek bir damla gözyaşı, değme bilginin,<br />

retoriğin ve söz cambazlığının yerini tutar, hatta<br />

önüne geçebilir.<br />

Jüri olmanın ya da jüri oluşturmanın evrensel<br />

kriterleri nedir?<br />

Özelde o sanatla, genelde sanat kavramıyla<br />

gerçek bir gönül bağı olduğunu göstermiş kişileri<br />

jüri üyesi yapmak. Magazin sayfalarından süzülüp<br />

gelenleri, ‘kazip şöhretleri’, hep bir adım önde<br />

olmak isteyenleri, laf ebelerini değil, herhangi bir<br />

biçimde o sanata gerçekten bulaşmış, o yolda ter<br />

dökmüş, kendisine çabasıyla gerçek bir seyirci/izleyici/okuyucu<br />

kitlesi oluşturmuş kişileri seçerek.<br />

Ve yine o alanda çok eskimiş, çağının gerisinde<br />

kalmış kişileri değil, günümüzde de olup biteni<br />

izleyen, o sanatın yorulmaz takipçileri olduğunu<br />

hissettiren kişileri.<br />

Jüri sonuçları bir filmi için ne ifade eder?<br />

Eğer o önemli, ciddi, dünyaca bilinen/tanınan bir<br />

yarışma ise, elbette o yapıt için çok değerlidir.<br />

Sinemayı örnek alırsak, bir Oscar ya da<br />

Cannes, Berlin, Venedik, San Sebastian festivali<br />

ödülleri, o film için paha biçilmez bir armağandır.<br />

Bu elbette her ülkenin kendi festivalleri için de<br />

bir ölçüde geçerlidir. Bizde Antalya, İstanbul,<br />

Ankara gibi festivaller örneğin. Ayni şeyi beli<br />

ölçüde tanınmış kısa film, belgesel film gibi<br />

daha amatörce işler için de umabiliriz. Ama ne<br />

yazık ki bizde onlar uzun ömürlü olamıyor, bir<br />

süre sonra yok oluveriyor.


Hilmi ETİKAN / Festival Direktörü-Yönetmen<br />

Jüri bir festivalin neresindedir?<br />

Jüri sözü Fransızca “Juger” ( karar vermek )<br />

sözcüğünden geliyor. Yani festivalin omurgasını<br />

oluşturacak güç bu kişilerin elinde oluyor. Jürileri<br />

iki ayrı kategoride değerlendirmek gerekir; Festivalde<br />

gösterilecek filmlere karar veren kişiler (bu<br />

görevi genellikle festival tertip komitesi ya da “ön<br />

jüri” diye adlandırılan insanlar yerine getiriyor) ya<br />

da, eğer festivalde yarışma varsa, filmleri izleyerek<br />

ödül veren insanlar. Her iki jüri de önemli ama<br />

ben “ön jüri”yi daha önemsiyorum çünkü onların<br />

seçtikleri filmler festivalin iskeletini oluşturuyor,<br />

kişiliğini belirliyor. Çok önemli bir görevi yerine<br />

getiriyorlar.<br />

Jüriyle festivalde yarışan filmin arasındaki<br />

mesafe nedir / ne olmalıdır?<br />

Festival tertip komitelerinin, yarışmalı bölüm<br />

için jüri oluştururken dikkat ettikleri en önemli<br />

kriter, o kişilerin festival ilkelerine en uygun,<br />

en başarılı filmleri seçebiliyor olmaları. Bu iş<br />

sanıldığı kadar kolay olmuyor. Verilen parasal<br />

ödül miktarı arttıkça, jürinin üzerindeki baskı ve<br />

sorumlulukta o denli artıyor. Kısa film festivali<br />

jürileri bu nedenle daha rahat ve özgür çalışıyor<br />

denebilir. Yüksek bütçeli festivallerin, anaparayı<br />

aktaran sponsora ( bu bir devlet kurumu, bir<br />

belediye, bir banka, bir özel şirket vs… olabilir<br />

) karşı, “olur da gelecekte bizi bırakır” tedirginliği<br />

olduğu için, jüriyi oluştururken, ya da yarışma<br />

filmlerini seçerken tam özgür davranabildiklerini<br />

pek sanmıyorum. Jüri üyeleri, karar verirken,<br />

film yönetmeni, yapımcısı, oyuncusu ile olan<br />

dost ilişkilerini bir tarafa bırakıp tarafsız karar<br />

verebilmeli. Bu gerçekleşiyor mu derseniz, tam<br />

olarak ne diyeceğimi bilemiyorum. Bazen “evet”,<br />

bazen “hayır”. Ama sanırım “evet” in oranı yine de<br />

yüksek.<br />

Jüri olmanın ya da jüri oluşturmanın evrensel<br />

kriterleri nedir?<br />

Tarafsız olabilmek, sinema konusunda deneyimli<br />

ve birikimli olmak, diğer jüri üyeleri ile uyumlu<br />

çalışabilmek, iş disiplinine sahip olmak, en başta<br />

gelen özellikler.<br />

Jüri sonuçları bir filmi için ne ifade eder / etmelidir?<br />

Bir yarışmada ödül almak, her yönetmenin arzusudur.<br />

Fark edilmek, emeğin onurlandırılması gerçekten<br />

heyecan verici. Ödül alan kısa film yönetmenleri,<br />

daha büyük bir heyecan ve cesaretle<br />

yollarına devam ediyorlar. Ödül alan uzun metraj<br />

film ekibi üyeleri ise ( yapımcı, yönetmen, oyuncu,<br />

senarist, görüntü yönetmeni, sanat yönetmeni<br />

vs. ) çoğu kez hem ciddi para kazanıyorlar, hem<br />

de filmin gişe başarısı, pazarlanabilir olma şansı<br />

artıyor. Kazanılmış ödülün, getirdiği artılar fazla.


Derviş ZAİM / Senarist-Yönetmen<br />

Derviş Zaim sorularımı tek tek cevaplamak<br />

yerine görüşlerini bir çırpıda toplu olarak ifade<br />

etti/etmeyi tercih etti. Bölmeden sizlerle<br />

paylaşıyorum.<br />

Jüri oluştururken aklı başında, ne dediğini bilen,<br />

iyi yetişmiş, sağı-solu bilen insanların bulunması<br />

ikincil bir problemdir. Birincil problem festivalin<br />

bir kimliği var mı, yok mu / olsun mu olmasın<br />

mı? İkincisi böyle bir kimlik olduğun varsayarsak,<br />

ortalıkta bulacağınız insan malzemesi,<br />

habitus böyle bir kimlik ile eklemlenebilir mi?<br />

Örüntü arz edebilir mi? Ona kan verebilir mi? Bu<br />

önemli bir sorudur. Jüri ile festivalde yarışan film<br />

arasında bağ olmaması gerektiği konusu gündeme<br />

geldiği zaman herkes aralarında bir bağ<br />

olmaması gerektiğini ilke olarak savunacaktır.<br />

Sektörün görece olarak küçük olduğu ülkelerde<br />

ise dezavantajlar daha yaygın olabilir.<br />

Çünkü şu ya da bu biçimde, dolaylı, dolaysız<br />

herkesin birbirini tanıma, iş ilişkisi kurmuş olma<br />

veya kurabilecek olma ihtimali mevcuttur. Bu<br />

ihtimali göz önünde bulundurursak, jüriler ile<br />

yarışanlar arasındaki ilişki patikaları, geçmişte<br />

olduğu gibi ileride de şaibe yaratacağa benziyor.<br />

Şaibe patikaları arttığı zaman beliren<br />

durumun da hınç, kıskançlık veya çekememezlik<br />

ile dolu bir denizde yol almak biçiminde<br />

özetlenebileceğini düşünüyorum. Çıkar ilişkisi,<br />

sonuçlar üzerinde bu tip olumsuz sarsıntıları<br />

da beraberinde getirir. İlintili bir başka husus<br />

da ‘ödül benim istemediğim, sevmediğim veya<br />

rakibim olabilecek bir adaya gitmesin de kime<br />

giderse gitsin’ mantığıdır ki bu tavır da eş derecede<br />

zararlı olabilir. Bu sorun nasıl çözümlenebilir?<br />

Kültür konusunda ortak değerler bütünü<br />

oturtmaya çalışmak ve her türlü kültürel faaliyeti<br />

bu değerler platformu üzerine inşa etmek<br />

meseleyi yumuşatmak için sağlıklı bir yaklaşım<br />

teşkil edebilir. Ama bu çok kolay değildir. Kültürel<br />

değerlerin sürekli olarak yeniden üretilmesini<br />

sağlayan münakaşa ve pazarlık süreçleri<br />

sakinleşmeden, kültür alanındaki tozun dumanın<br />

yatışmasını bekleyemezsiniz. Tozun ve dumanın<br />

kategorik olarak ileride her zaman olacağına<br />

inanıyorum ve bu tip bir işleyiş sürecinde az çok<br />

sağlık göstergesi buluyorum. Yine de kültürel<br />

alandaki kaosun biraz yatışmasını beklemeden<br />

herkesin kabul edebileceği yaygın değerlerden<br />

bahsetmenin mümkün hale gelemeyebileceğini<br />

tahmin ediyorum. Bu yaygın ve ortak muhtemel<br />

değerler fluluktan az biraz kurtulmadan kültürel<br />

çalkantılar süreceğe benziyor. Dolayısıyla sinema<br />

alanı da bu çalkantılardan pay almaya devam<br />

edecektir. Açıkçası jüri sancılarının da böylece<br />

devam edeceğini düşünüyorum. Ne yapmak<br />

lazım? Sinema eser sahipleri kabaca birkaç şey<br />

yapabilirler. Birinci şıkta ülkedeki ve dünyadaki<br />

hiçbir festivale katılmama kararı alırsınız. Böyle<br />

bir seçimin filminizin pazarlama ve dağıtımı<br />

konusunda olumsuz sonuçlar yaratması ihtimali<br />

vardır. İkinci şıkta uluslararası festivallere<br />

katılmaya devam edersiniz ama ulusal festivallerden<br />

elinizi ayağınız çekersiniz. Uluslararası<br />

festivallerin ulusal festivallerle kıyaslandığı zaman<br />

gereğinden fazla önemsenmesi tavrının<br />

serinkanlı şekilde değerlendirilmesi gerektiğine<br />

inanıyorum. Bu şık uluslararası festivallerin<br />

daha düzgün işlediği ön kabulüne dayanır ki<br />

gördüklerim beni yanıltmıyorsa durum ne yazık<br />

ki her zaman ve her yerde öyle değildir. Üçüncü<br />

şıkta ise, de haksızlık yapılma ihtimaline karşı,<br />

hatta yapılma ihtimalinin yüksek olacağını bile<br />

bile ulusal ya da uluslararası her türlü festivale<br />

katılırsınız. Bu tavır ne olursa olsun meydanı boş<br />

bırakmamak anlamına gelir. Çünkü bazen jüriler<br />

filmleri değil, filmler jürileri test ederler.


Alin TAŞÇIYAN /<br />

Sinema Yazarı -<br />

FIPRESCI Başkanı<br />

Jüri bir festivalin<br />

neresindedir?<br />

Bir film festivalinde<br />

jüri, yarışmaya seçilen<br />

filmleri değerlendirir<br />

ve yönetmelikte belirlenen<br />

ödülleri verir.<br />

Her bir üyesi sinema<br />

ve / veya kültür<br />

sanat alemindeki<br />

konumları nedeniyle<br />

böyle bir görevin<br />

teklif edildiği kişilerdir.<br />

Dolayısıyla bir festivalin<br />

başköşesindedir<br />

jüri. Birikimini,<br />

emeğini ve zamanını<br />

o yarışmanın<br />

değerlendirilmesine<br />

adamıştır, karşılık beklemeden.<br />

Bir jüri ile festivalde yarışan film arasındaki<br />

mesafe nedir / ne olmalıdır?<br />

Bu sorudan kastedilenin jüri üyeleriyle<br />

yarışmadaki bir filmin yapım ekibi ve kadrosu<br />

arasında devam eden profesyonel ilişki ya<br />

da akrabalık bulunup bulunmaması gerektiği<br />

olduğunu sanıyorum. Tabii ki olmaması gerekir…<br />

Öte yandan husumet de bulunmasa daha iyi…<br />

Ama daha önce beraber çalışmış olmak, arkadaş<br />

olmak gibi faktörlerin bir önemi yok. Sonuçta herkes<br />

kendi işini profesyonelce yapar.<br />

Jüri olmanın ya da jüri oluşturmanın evrensel<br />

kriterleri nedir?<br />

Öyle bir kriter yok, ama teamüller var. Her<br />

sinemacı ya da kültür sanat meslek erbabı kendi<br />

bilgi, birikim ve deneyimi çerçevesinde filmleri<br />

değerlendirebilir. Genellikle jüriler sinemanın<br />

farklı dallarının temsilcilerinin bir kombinasyonu<br />

olarak görülür. En deneyimli ismin başkan<br />

olmasına özen gösterilir… Yönetmenler öncelikli<br />

tercih sebebidir jüri başkanı olarak. Birer oyuncu,<br />

yapımcı, görüntü yönetmeni, kurgucu, senarist,<br />

film eleştirmeni, sanat eleştirmeni, müzisyen,<br />

sanat yönetmeni, kostüm tasarımcısı, akademisyen,<br />

farklı disiplinlerden sanatçılar, modacı,<br />

festival programcısı, küratör, sosyal bilimler<br />

alanından isimler jürilerde yer alabilir.<br />

Jüri sonuçları bir filmi için ne ifade eder / etmelidir?<br />

Jüri kararları verilen ödülün prestijiyle doğru<br />

orantılıdır. Tabii ki bütün dünya Altın Palmiye, Altın<br />

Ayı, Altın Aslan vb. ödülleri kazanmış filmleri merak<br />

eder. Bu filmlerin dünya satışında avantajları<br />

olur. Elbette her film ekibi bir yarışmaya kazanmak<br />

amacıyla katılır ve bu iddiayı taşır. O yüzden ödül<br />

alamadığında kendini ‘kaybetmiş’ gibi hisseder.<br />

Oysa jüri kararları genellikle bir uzlaşmanın sonucudur…<br />

Üç / beş / yedi / dokuz kişinin her bir<br />

ödül kategorisinde üzerinde uzlaştığı eserlere ve<br />

isimlere ödül verilir. Bu yüzden kişiselleştirilmesi<br />

anlamsızdır, dolayısıyla ‘bir’ başarıdan ötesini<br />

ifade etmemelidir. Türkiye’deki gibi yarışmalarda<br />

yüksek para ödülü ön plana çıktığında işin kimyası<br />

bozulur. Artık o ödül bir prestij, izleyiciye çekici<br />

gelen bir kalite tasdiki, filmin satışını kolaylaştırıcı<br />

bir unsur, bir sonraki proje için itibarlı bir referans<br />

olmaktan çıkar. Ödül kazanç sağlayan aracı değil,<br />

kazancın kendisi olur. O noktada da tartışmalar<br />

salt niteliğe ve estetiğe dair olmaktan çıkar. Bir<br />

de bunun üstüne Türkiye gibi siyaseti bilim olarak<br />

bilip yorumlayan değil, ait oldukları kampların<br />

manifestosu olarak savunanların sekterliğini ekleyince<br />

yapıcı bir tartışma ortamı oluşmaz yıkıcı bir<br />

kavga patlak verir.


Hasan ÖZGEN \ Yönetmen-Yazar<br />

Jüri bir festivalin neresindedir?<br />

Yarışmalı festivalde jüri, bütün yarışmacıların<br />

baktığı yerdedir. Bu anlamda yarışma sonuçları<br />

açıklanana kadar son derece saygın, sonuçlar<br />

açıklandıktan sonra da şaibe ve dedikoduların<br />

merkezindedir. Festivali seyir esaslı izleyen<br />

sinemaseverler içinse jüriden çok perdede<br />

seyrettikleri önemlidir. Ve kuşkusuz herkes<br />

yarışma için kendisine göre bir sıralama yapar.<br />

Jüri sonuçları bu izleyiciler için kısmen onama<br />

ya da hayal kırıklığı kaynağıdır.<br />

Jüri ile festivalde yarışan film arasındaki<br />

mesafe nedir / ne olmalıdır?<br />

Mesafeleri genellikle ön yargılar oluşturur. Son<br />

tahlilde jüriler matematiksel kesinliği olan bir<br />

sonuç açıklamazlar. Jüriyi oluşturan her birey,<br />

kendini sinemacı kılan birikimler üzerinden,<br />

kültürel ve sanatsal formasyonundan kalkarak<br />

“subjektif” bir tercihte bulunur. Hep söylediğim<br />

şudur kendi adıma; “Jüriler adalet değil, beğeni<br />

dağıtır.” O nedenle jüri kararları hep tartışılır. Bu<br />

doğal! Ancak beğeni de olsa, jürinin kararını<br />

adilce yani yansız ve özel sempatilerinden<br />

arınmış olarak alması önemlidir. Kişiler üzerinden<br />

değil, önlerine konan eserler üzerinden<br />

karar verme süreçleri esas olmalıdır. Buna<br />

yardımcı olacak süreç de şudur; yarışmacılar da<br />

çeşitli yöntemlerle kendilerini ve filmlerini jüriye<br />

anımsatarak yer kapma yarışından vazgeçmelidirler.<br />

Bazen de Bartıda bir festivalde ödül almış<br />

bir film, yurt içindeki bir festivalin jürisinde baskı<br />

oluşturabiliyor. Modernist bir kuşku ile “Batıda<br />

ödül almış bir filme biz ödül vermesek olmaz”<br />

diye düşünülebiliyor.<br />

Jüri olmanın ya da jüri oluşturmanın evrensel<br />

kriterleri nedir?<br />

Bu sorunun bir yanıtı var mı bilmiyorum.<br />

Bana toplumlar kültürel altyapıları ve sinema<br />

sanatlarının gelişkinliğine bağlı olarak çeşitli<br />

çözümler buluyorlar sanırım. Benzer yanları<br />

var ama birbirinin aynı yöntemler olduğunu<br />

sanmıyorum. Genel anlamda sinemanın çeşitli<br />

alanlarında çalışan ustalar üzerinden yürüyen<br />

bir jürileşme var. Zaman zaman buna “halk jürisi”<br />

denen bir sistem ekleniyor. Bana çok iddialı ve<br />

popülist gelir bu. Halkın arasından sinema tutkunu<br />

temsilcileri jüriye almak başka bir şey,<br />

izleyiciyi doğrudan jüri yapmak başka bir şey.<br />

Burada asıl soru şu: neyi yarıştırıyoruz? İçerik mi,<br />

içeriği sinema olarak bize taşıyan sinematografi,<br />

yönetim, oyunculuk, ışık, müzik vb gibi sanatsal<br />

öğeler mi?<br />

Jüri sonuçları bir filmi için ne ifade eder /<br />

etmelidir.<br />

Genel olarak sinemanın nihai amacı izleyicinin<br />

seyretmesi yani “gişe yapması”dır. Bunun dışında<br />

kalan türler de var ama, izleyici ile buluşmak<br />

endüstriyel anlamda olmasa bile her sinema<br />

ürünü için kaçınılmaz. Jüri sonuçları bir “ödül”,<br />

bir sıralama ile sonuçlandığında ister gişe ilişkisi<br />

içinde olan kurmaca filmler, ister seyredilmek<br />

için çırpınan belgesel, kısa film, animasyon gibi<br />

türler olsun hepsine bir ivme sağlıyor kuşkusuz.<br />

Özellikle medya, bakmadığı, görmediği şeyleri<br />

görür hale geliyor, yer veriyor falan… Filmi üreten<br />

içinse, standart bir tavırdan söz edilemez. Ödülü<br />

çok abartmadan yeni işine yönelenler olduğu gibi,<br />

bu ödülleri kariyer bayrağı haline getirenler de<br />

var. Özellikle sinema-tv eğitimi veren kurumlar<br />

ve kişiler ödül işini biraz abartıyorlar bana göre.<br />

İyi olan her film mutlaka ödül alır diye bir kural<br />

var mı, ben bilmiyorum.


Yüksel AKSU \ Senarist-Yönetmen<br />

Jüri bir festivalin neresindedir?<br />

Yarışma filmleri açısından tam göbeğindedir.<br />

Festivalin karnavalesk anlamı açısından yanında,<br />

yöresindedir. Bizde festivalleri yarışmadan ibaret<br />

gören anlayış yaygın. Bence festivaller bize<br />

modern öncesi toplumlardan kalmış karnaval<br />

bakiyeleridir. Ticari boyutu olsa da, festivaller<br />

esasen tanışıp kaynaşma, düşünsel, estetik,<br />

etkileşimler, paylaşımlar, tartışmalar, forumlar,<br />

disiplinler arası alış-verişler, mesleki departmanlar<br />

arasında tecrübe paylaşımları, yeni ilişki ağları<br />

kurmak gibi saymakla bitiremeyeceğimiz bir<br />

entelektüel etkileşim platformlarıdır. Yarışma filmleri<br />

açısından verilecek ödüllerin parası, ödülün<br />

saygınlığı, kamuoyunda bilinirliğinin artması,<br />

diğer festival veya satış ağlarıyla oluşacak<br />

dolaşım kolaylığı vs. vs. çok önemli fonksiyonları<br />

vardır. Bu yüzden yarışmacı sinemacılar için jüri;<br />

boyunlarındaki jüri kartvizitleriyle, bir nevi ‘guru’lar<br />

topluluğudur.<br />

Jüri ile festivalde yarışan film arasındaki mesafe<br />

nedir / ne olmalıdır?<br />

Sinema sanatının fırça ve paleti kameradır.<br />

Kameranın gözü objektif, yönetmenin gözü ise<br />

subjektiftir. Hal böyle olunca sinema eserine bir<br />

de jürilerin subjektif gözleri eklenir. Tam da bu<br />

açıdan jürilerin gözü azami derece subjektiflikten<br />

uzaklaşıp objektif olmaya yönelmelidir. Tabi<br />

insanın olduğu yerde halisane bir objektiflikten söz<br />

edemeyiz.<br />

Mesela bir filmin görüntü yönetmeni çok iyidir


ama film o kadar iyi değildir. Ya da çok iyi<br />

bir senaryonun iyi olmayan bir yönetmenini<br />

ayrıştırmak veya çok parlak olmayan<br />

bir senaryoyu güçlü bir sinematografiyle<br />

çekmiş yönetmeni ayrıştırmak gibi bir sürü<br />

konuda jüriler ortalama seyircilerden daha<br />

hassas bir inceleme değerlendirme yapmak<br />

durumundadır.<br />

Jüri olmanın ya da jüri oluşturmanın evrensel<br />

kriterleri nedir?<br />

Sinema sanatının kuramı veya pratiği<br />

içerisinde kayda değer bir mesai harcamış olmak<br />

bence asli kriterdir. Bunun yanı sıra farklı<br />

disiplinlerden veya başka sanat dallarından<br />

gelen ama sinema ile ilgileri olan insanlar da<br />

jüri olabilir. Çok kısa bir tanımlama yapacak olursak:<br />

Jüri’ler sinemanın kanaat önderlerinden<br />

oluşur. Özellikle jüri başkanı genellikle sinema<br />

sanatının birinci dereceden öznesi kabul edilen<br />

yönetmenlerden oluşur. Genel evrensel<br />

teamüller böyledir. Ama bazen çok önemli<br />

bir oyuncu, akademisyen, senaryo ustası vs<br />

de jüri başkanı olabiliyor. Bana göre sinema<br />

sanatına vakıfıyetidir esas olan.<br />

Jüri sonuçları bir filmi için ne ifade eder /<br />

etmelidir?<br />

Festivaller sonuçta ‘karnaval’dır, şenlik’tir,<br />

‘cem’i cemaat olma durumudur. ‘agon’ dur,<br />

yarışma değil, karşılaşma ve müsabakalar<br />

toplamıdır’ … dolayısıyla büyük resimde<br />

‘oyun’dur ve icracılarına “oyunu kazanma<br />

hazzı”, kaybedenine de “üzüntü” verir. Bu<br />

festivalde ödül alamayanlar başka festivallere<br />

yelken açar. Ve fakat aynı filmler, aynı tarz filmler,<br />

aynı kültürel modayı, aynı zihinsel-estetik<br />

iklimi takip eden filmler, her sene, her yerde,<br />

her festivalde, mütemadiyen ödül alıyorsa; jüriler<br />

arasında beğeniler ‘aynı’laşmış ise orada bir<br />

resmi’leşmiş, organize olmuş, kurum’laşmış,<br />

estetikten bahsetmeliyiz. Belki bu durumu<br />

Gramsci’den ödünç alarak ‘hegomania’<br />

kavramıyla ‘ estetik hegomania’ alt başlığı<br />

ile tartışmalıyız. Buna da kimsenin niyeti ve<br />

zamanı olduğunu düşünmüyorum. Umarım bir<br />

gün bizde de 68 Cannes’i gibi ‘ Cinematheque<br />

defans komitesi’ tadında bir grup çıkar da silkeler<br />

hepimizi, yepyeni tartışma ve gelişmelere<br />

sürükler diye dua edelim…. Amiiin!!! inşalllaaah<br />

diyelim de şimdilik bu mevzuyu bitirelim derim.<br />

Zeynep ATAKAN / Yapımcı<br />

Jüri bir festivalin neresindedir?<br />

Film festivallerinin en ilgi çeken bölümü genellikle<br />

yarışmalar olur. Dolayısıyla, yarışmanın<br />

sonucunu belirleyecek jüri önemli bir konumda<br />

olur. Jüri ve yarışma filmleri bir film festivalinin<br />

görünürlüğü için önemlidir.<br />

Jüri ile festivalde yarışan film arasındaki mesafe<br />

nedir / ne olmalıdır?<br />

Jüri olan kişi ile yarışan film arasında profesyonel<br />

bir bağın olmaması gerekir.<br />

Jüri olmanın ya da jüri oluşturmanın evrensel<br />

kriterleri nedir?<br />

Evrensel kriter mesleki yetkinliktir. Ancak her festival,<br />

kendi kriterleri doğrultusunda jüri oluşturur.<br />

Jüri sonuçları bir filmi için ne ifade eder /<br />

etmelidir?<br />

Bu tip konular çok görecelidir. Jüri kompozisyonuna,<br />

ortak kriterlere, yarışan filmlerin niteliğine<br />

göre farklılıklar gösterebilir. Film için her ödül<br />

önemlidir. Film üretimi açısından motive edicidir.


JANE<br />

SUÇL


DOE’YU KİM<br />

AYABİLİR Kİ?<br />

14 Nisan’da<br />

Otopsi ismiyle<br />

gösterime<br />

girecek The<br />

Autopsy of Jane<br />

Doe, aile<br />

morgunda<br />

çalışan baba oğul<br />

aracılığıyla bir<br />

öykü anlatıyor<br />

gibi gözükse de<br />

aslında öyküyü<br />

anlatan kimliği<br />

belirsiz cesetten<br />

başkası değil.”<br />

MURAT KIZILCA<br />

n 14 Nisan’da Otopsi<br />

ismiyle gösterime<br />

girecek The Autopsy<br />

of Jane Doe, aile morgunda<br />

çalışan baba<br />

oğul aracılığıyla bir<br />

öykü anlatıyor gibi<br />

gözükse de aslında<br />

öyküyü anlatan kimliği belirsiz cesetten<br />

başkası değil.<br />

Salem Cadı Mahkemeleri<br />

İngiliz kolonilerinin yaşadığı Massachusetts<br />

yakınlarındaki Salem kasabasında<br />

başlayan ama daha sonra komşu kasabalara<br />

da sıçrayan, Şubat 1692 ile Mayıs<br />

1693 tarihleri arasında gerçekleşen ve<br />

yüzden fazla insanın cadılıkla suçlandığı<br />

bir dizi duruşma Salem Cadı Mahkemeleri<br />

olarak anılır. Duruşmalar sonunda 14’ü<br />

kadın, 20 kişi idam cezası almış, bunların<br />

dışında ikisi çocuk 5 kişi de hapishanede<br />

beklerken (muhtemelen işkence veya kötü<br />

şartlar nedeniyle) ölmüştür.<br />

Sonrasında tam bir kitlesel histeriye<br />

dönüşen ve birçok insanın ölümüne neden<br />

olan Salem Cadı Mahkemeleri’ni ateşleyen<br />

olaya bakalım. Salem Kasabasının önde<br />

gelen tüccarlarından Samuel Parris, bir<br />

dönem Barbados’ta ticaret yapmış, oradan<br />

gelirken yanında ev işlerinde yardımcı<br />

olacak bir çift köle (John ve karısı Tituba)<br />

getirmişti. Tituba, Parris’lerin 9 yaşındaki<br />

kızı Betty ve 11 yaşındaki yeğenleri<br />

Abigail’in bakıcılığını yapıyordu. Özellikle<br />

kışın soğuk havalarda kızlar evin<br />

dışına çıkamıyorlar ve vakitlerinin çoğunu<br />

Tituba’nın yanında geçiriyorlardı. O da onlara<br />

can sıkıntılarını atmaları için bir sürü<br />

vudu büyücüleri ve büyüleri içeren Barbados<br />

hikâyeleri anlatıyordu. Hikâyelerden<br />

etkilenmeye başlayan kızlar, çok geçmeden<br />

Tituba’dan aldıkları bilgilerle kasabadaki<br />

yaşıtları olan diğer kızlarla birlikte<br />

kendilerince büyü işleriyle uğraşmaya<br />

başladılar. İlk zamanlar bir bardak suya<br />

yumurta akı koyarak oluşturdukları kristal<br />

kürelerde birbirilerinin fallarına bakıyor,


geleceğe dair kehanetlerde bulunuyor,<br />

yani kısaca uydurdukları çocukça oyunlarla<br />

eğleniyorlardı. Ancak bu oyunlar<br />

korkunç bir kâbusa dönüşecekti.<br />

1692 yılının Ocak ayından sonra, Betty ve<br />

Abigail sara benzeri nöbetler geçirmeye,<br />

garip sesler çıkarmaya, yerlerde sürünmeye,<br />

acı içinde vücutlarını eğip bükmeye<br />

başladılar. Daha sonra 12 yaşındaki Ann<br />

Putnam Jr. ve Elizabeth Hubbard isimli<br />

kızlarda da benzer gariplikler gözükmeye<br />

başladı. Doktorlar kızlarda herhangi bir<br />

hastalık emaresi bulamıyorlardı. Garipliklerin<br />

sebebinin cadılığa bağlanması çok<br />

sürmedi ve kızlar ilk olarak Sarah Good,<br />

Sarah Osborne ve Tituba’yı suçladılar.<br />

Salem’deki topluluk içerisinde zaten çok<br />

sevilmeyen kişilerin suçlanması fazla bir<br />

tepki çekmedi. Sarah Good evsiz bir dilenciydi,<br />

Sarah Osborne kiliseye fazla gitmeyen<br />

ve uşağıyla evlenen yaşlı bir kadındı,<br />

Tituba ise zaten beyaz ırka mensup olmayan<br />

bir köleydi. Üç kadın da suçlu bulundu<br />

ama cadı avı bitmedi. Kızlar daha sonra<br />

kiliseye düzenli olarak giden ve topluluk<br />

içerisinde saygı duyulan isimleri de<br />

suçlamaya başladılar. İş artık çığırından<br />

çıkmaya başlamıştı. Cadı avı komşu kasabalara<br />

da sıçradı ve bugün artık Salem<br />

Cadı Mahkemeleri olarak anılan ve yüzden<br />

fazla insanın hayatını karartan, insanlık<br />

tarihinin en utanç verici olaylarından biri<br />

gerçekleşti.<br />

Peki, neden bu kadar uzun bir Salem<br />

Cadıları girişi yaptık? Açıkçası Salem Cadı<br />

Mahkemeleri olayına bütünüyle hâkim<br />

olmadan (ki buradaki sadece kabaca bir<br />

özet, daha geniş olarak araştırmanızı tavsiye<br />

ederiz), filmdeki bazı ayrıntıların havada<br />

kalacağını düşünüyoruz. İnsanlık tarihinin<br />

en garip kitlesel histeri vakalarından<br />

birinin korkunç detaylarının izlerini maalesef<br />

günümüzde de sürmek mümkün ki film<br />

biraz da bunun peşinde diyebiliriz.<br />

Kim Bu Jane Doe?<br />

Bugüne kadar çekilmiş en iyi buluntu<br />

filmlerden (found footage) biri olan Troll-


hunter (2010) ile tanıdığımız 1973 doğumlu<br />

Norveçli sinemacı André Øvredal,<br />

son filmi The Autopsy of Jane<br />

Doe ile bir hayli ses getirdi. Fantastic<br />

Fest ve Sitges gibi önemli<br />

festivallerden ödüllerle döndü.<br />

Film, aşırı kanlı cinayetlerin<br />

işlendiği ve polis ile adli tıp ekiplerinin<br />

araştırma yaptığı cinayet<br />

mahalli görüntüleriyle açılıyor.<br />

Sıradan bir kasabadaki, sıradan<br />

bir çiftin yaşadığı, sıradan bir<br />

evde bulunan cesetlerin durumu<br />

hiç de sıradan değildir.<br />

Ancak bodrumda yarı gömülü<br />

bir halde bulunan ve kimliği<br />

tespit edilemeyen çıplak kadın<br />

cesedi, diğerlerinden bir hayli<br />

farklıdır. Görünürde hiçbir yara bere izi<br />

bulunmayan vücudu, genç kadının doğal<br />

yollarla ölmüş olabileceğini akla getirir<br />

ama diğer cesetlerin kanlar içindeki<br />

korkunç halleri bir dolu soru işaretini de<br />

beraberinde getirir. İlginç bir başka detay<br />

da eve zorla girildiğine dair herhangi<br />

bir işaret olmamasıdır. Aksine kurbanlar<br />

sanki evden dışarı çıkmaya çalışırken<br />

öldürülmüş gibidirler.


*** Yazının bundan sonrası eser miktarda<br />

sürprizbozan barındırır. ***<br />

Hemen akabinde kamera aynı kasabadaki<br />

aile morguna çevriliyor ve filmin<br />

kalanının neredeyse tamamı bu mekânda<br />

geçiyor. Uzman adli tabip Tommy Tilden<br />

ve oğlu onaylı tıp teknisyeni Austin<br />

tarafından yanmış bir cesede uygulanan<br />

otopsiye tanık olurken baba ile oğlun<br />

kişilikleri hakkında da fikir sahibi olmaya<br />

başlıyoruz. Tommy, sadece yaptığı<br />

işe odaklı, bütün verileri analiz edip en<br />

doğru sonuca ulaşmaya çalışan ve yaptığı<br />

işten keyif alan biridir. Oğlu Austin ise<br />

acemiliğin de getirdiği tecrübe eksikliği<br />

ile hemen görünürdeki olası sonuca<br />

ikna olan, yaptığı işi sevmediği hemen<br />

belli olan ama gelişime açık yetenek belirtileri<br />

de gösteren biridir. Otopsi sonrası<br />

Austin’in kız arkadaşı Emma morga gelir.<br />

İkisi arasında geçen konuşmalardan<br />

Austin’in aile mesleğine devam etmeme<br />

kararı aldığını ama bunu daha babasına<br />

söyleyemediğini öğreniriz.<br />

Morgu gördüğümüz ilk görüntülerden itibaren<br />

zekice tasarlanmış sahneler ile sonradan<br />

gerilim unsuru olarak faydalanılacak<br />

birçok detaya şahit oluyoruz. Elektrik<br />

aksamındaki sorunlar nedeniyle yanıp<br />

sönen koridor lambaları, cesedin ayağına<br />

bağlanan zil, cesetlerin yakıldığı büyük<br />

fırın, Tildenların huysuz kedisi gibi detaylar,<br />

süregiden hikâyenin içine yedirilerek,<br />

önemleri çok da hissettirilmeden servis<br />

ediliyor. Şerif Sheldon açılışta bulunan<br />

kimliği belirsiz cesedi morga getirir ve<br />

ölüm sebebinin sabaha kadar bulunmasını<br />

ister. Akabinde Tommy ve Austin’in<br />

gerçekleştireceği, filme ismini de veren<br />

ve neredeyse finale kadar sürecek otopsi<br />

başlar.<br />

The Autopsy of Jane Doe, adını “tek mekânda<br />

geçen unutulmaz korku gerilim filmleri”<br />

arasına şimdiden yazdırdı denebilir.<br />

Özete bakıldığında bile aslında projenin ne<br />

kadar riskli olduğu rahatça görülüyor. Morga<br />

getirilen kimliği belirsiz bir ceset ve ona<br />

uygulanan otopsiden ibaret bir film çekmek<br />

herkesin becerebileceği bir iş değil.<br />

Ian B. Goldberg ve Richard Naing imzalı<br />

senaryonun (ki her ikisinin de ilk sinema<br />

filmi deneyimi), yönetmen André Øvredal<br />

tarafından çok iyi özümsendiği filmin her<br />

karesinde belli oluyor. Kendi başlarına<br />

sapasağlam ayakta duran karakterler, olay<br />

örgüsünün içerisine yerleştirilen zekice<br />

tasarlanmış detaylar ve tabii ki cesedin<br />

bağlandığı nokta ile ortaya övgüye değer<br />

bir iş çıkmış.<br />

Morgda geçen sahnelerde ölümü ya da<br />

ölümün soğukluğunu seyirciye aktarabilmek<br />

için buz mavisi ve benzer tonlardaki<br />

soğuk renkler tercih edilmiş ki o hissi<br />

almamak mümkün değil. Aynı şekilde morgun<br />

arada eklemeler yapılsa da 2-3 kuşak<br />

öncesine ait olması ve dekorasyonun ona<br />

göre yapılması, “eski” hissini veriyor ki<br />

aynı şekilde ölümle bağlantı kurulması<br />

kolaylaşıyor.<br />

Baba ve oğul rollerindeki Brian Cox ve<br />

Emile Hirsch, filmin mütevazı yapısına<br />

uygun dengeli oyunculuklarıyla katkı<br />

sağlarken, kimliği belirsiz ceset rolünde<br />

Olwen Kelly’yi izliyoruz. Evet, bir cesedi<br />

canlandırmak ne kadar zor olabilir ki diyebilirsiniz<br />

ama yönetmen Øvredal öyle<br />

düşünmüyor ve Kelly’nin rolünün filmdeki<br />

en zor rol olduğunu söylüyor (ki biz<br />

de aynı fikirdeyiz). Zaten oyuncu seçimi<br />

aşamasında ilk olarak Olwen Kelly’yi<br />

seçmişler. Kelly’nin yoga bilgisi sayesinde<br />

nefesini ve vücudunu kontrol edebilmesi<br />

seçilmesinin arkasındaki önemli nedenlerden<br />

biriymiş.<br />

Masum Değiliz Hiçbirimiz<br />

The Autopsy of Jane Doe, aile morgunda<br />

çalışan baba oğul aracılığıyla bir öykü<br />

anlatıyor gibi gözükse de aslında öyküyü<br />

anlatan kimliği belirsiz cesetten (Jane<br />

Doe’dan) başkası değil. Tommy ve Austin,<br />

cesetten alabildikleri kanıt kırıntıları ile<br />

yapbozun eksik parçalarını bir araya getirmeye<br />

çalışıyorlar. Bitmiş halini sadece<br />

Jane Doe’nun bilebileceği bir yapboz.


Finale doğru cesedin kim olabileceği,<br />

başına neler gelmiş olabileceği hakkında<br />

onaylanması mümkün olmayan birtakım<br />

bilgilere sahip oluyorlar ama bu bilgiler<br />

çok da işlerine yaramıyor.<br />

Film bittikten sonra insanlık tarihinin<br />

yaşanmış, yaşanmakta olan ve maalesef<br />

daha da yaşanacak gibi görünen utanç<br />

verici olayları akla geliyor. Birçoğuyla<br />

hesaplaşmadığımız, ders almadığımız,<br />

halının altına süpürüp unutmaya<br />

çalıştığımız olaylar. Belirli aralıklarla tekrar<br />

eden ve bu gidişle insanlığın sonunu<br />

getirmesi muhtemel olaylar. Yaptıkları<br />

için Jane Doe’yu kim suçlayabilir ki? Bir<br />

şeyleri anlayabilmemiz için illa kendi<br />

başımıza mı gelmesi gerekiyor? Gerçi o<br />

zaman da çoktan iş işten geçmiş oluyor ki<br />

insanlık adına duyulan umutsuzluğun ana<br />

kaynağı tam da burada yatıyor.


HER SİNEMAYA<br />

GİDEN SİNEMA<br />

SEVER Mİ?<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Bağımsız ve az kopya ile<br />

gösterime giren filmleri<br />

gösterme inadını gösteren<br />

Yeşilçam Sineması,<br />

Beyoğlu Sineması gibi<br />

salonları bağrımıza<br />

basmamız gerekiyor.<br />

Peki, bunu yapıyor<br />

muyuz? Bu sorunun<br />

cevabını okur versin.<br />

Türk sinemasını konuşurken/yazarken<br />

seyirciyi dışlamak olmaz.<br />

Sinema bir halk eğlencesi/sanatı<br />

olarak doğdu, yükseldi ve başka hiçbir<br />

sanat formunun yapamadığı kadar<br />

popülerlik kazandı. Bu harika bir sonuç<br />

çünkü filmler muhteşemdir. Filmlerin bizi<br />

başka hayatlara, dünyalara taşıyabilme,<br />

yeri geldiğinde gerçeklikten tamamen<br />

kaçırma gücü vardır ve bu neredeyse<br />

büyülü bir şeydir. Sinemanın aslı da<br />

büyüye (illüzyona) dayalıdır. Gözümüz<br />

ve aklımız projeksiyondan hızlıca akan<br />

sabit fotoğrafların canlanışına hayrandır<br />

ve bunun kalpteki karşılığı aşktır. Bu<br />

yüzden olsa gerek, bir resmi-heykeli<br />

çok beğenir ama sevdiğiniz bir filme<br />

-neredeyse- aşık olursunuz.<br />

Fakat insanlar sinemaya her zaman<br />

yoğun bir ilişki tercihiyle gitmezler. Hollywood<br />

tarafından sürekli baskılanan<br />

film üretme biçiminde sinema sanattan<br />

ziyade bir eğlencedir. Bu anlayışla ülke<br />

sinemaları da kendi eğlendiren filmlerini<br />

üretirler çünkü insanları eğlendirme<br />

vaadiyle dışarıya çıkarmak her zaman<br />

daha kolaydır. Dilerseniz işe gitmek<br />

dışında neden evinizden çıktığınızı bir<br />

düşünün. Bu sorunun cevabı genellikle<br />

eğlenme-dinlenme-iyi vakit geçirme<br />

amaçlı aktivitelerle verilecektir.<br />

Gişe Sinemasından Nefret Edenler<br />

Sinemasever mi?<br />

Gişe yapan filmlerin derdi de budur.<br />

Onlar seyirciyi eğlendirirler ve duygusal<br />

açıdan sömürürler. Bu filmin iyiliğinden<br />

kötülüğünden bağımsız bir çabadır.<br />

Çok iyi bir film de seyircinin duygularını<br />

sömürüyor olabilir. Bunu ne kadar iyi<br />

yaparsa gişede o kadar başarılıdır. Harika<br />

bir zamanlama ile vizyona çıkan Dağ<br />

2 filmi, içerdiği militarist romantizm ve<br />

milliyetçilik duygusu ile sinemaya gidenlerin<br />

istediğini veren bir filmdi, karşılığını<br />

aldı. Hem sömüren hem eğlendiren bir<br />

filmin işi ise her zaman daha kolaydır.<br />

Bunun en kolay verilecek örneği ise<br />

Recep İvedik filmleri olacaktır. Şahan<br />

Gökbakar’ın oynadığı Recep karak-


teri kötü senaryolarda karşımıza çıkıyor olabilir<br />

ancak bu senaryoların içerdiği malzeme ve doz<br />

miktarı iyi hesaplanmıştır.<br />

Gişe filmlerinin halay başı olan Recep İvedik<br />

filmleri ve benzer işler sektörün devamlılığı<br />

açısından önemlidir. Bu sayede salonlar seyirci<br />

toplar, sinema salonu işletmeciliği karlı bir<br />

hale gelir ve insanlar film yaparak/göstererek<br />

para kazanırlar ancak bu çıkıldıkça dikleşen bir<br />

dağdır ve zirveye ulaştığınızda artık sinemanın<br />

en yozlaşmış üretme ve sunma biçimine şahitlik<br />

edilir.<br />

Para Kazanmayı Umursamayan Salonları<br />

Yalnız Bırakıyoruz.<br />

Türkiye sinemayı seyirciye ulaştırma biçimlerinin<br />

tamamını denedi. 12 Eylül 1980 darbesi<br />

sonrasındaki baskıcı ortamda bağımsız<br />

ve politik sinemacılar eser veremez hale geldi<br />

ve salonlar için daha da fenası, video denen<br />

evde film oynatma makineleri hayatımıza girdi.<br />

Her sokağa bir video kulübünün açıldığı zamanlar.<br />

Yeşilçam bu değişime hızlıca ve daha<br />

ucuza üretme imkanı bulduğu için hevesli bir<br />

şekilde ayak uydurdu. Asıl derdi iyi film yapmak<br />

olan sinemacılar ise çaresiz bir salon<br />

yalnızlığına sürüklendiler ve ülkemizdeki salon<br />

sayısı dramatik bir şekilde azaldı. İstenmeyen bir<br />

deneyle ispatlandığı üzere; sinema salonlarının<br />

devamlılığını sağlayan işler gişe filmleridir. Recep<br />

İvedik 5’in 1500 kopya ile ülkeyi işgal etmesinin<br />

altında bu endişe de yatar. Salonlar film göstererek<br />

para kazanan işletmelerdir ve tecrübe edilmiş<br />

bir şekilde sanat sinemasını savunmak konusunda<br />

en son güvenilmesi gereken yerlerdir. Bu da<br />

aslında hala bağımsız ve az kopya ile gösterime<br />

giren filmleri gösterme inadını gösteren Yeşilçam<br />

Sineması, Beyoğlu Sineması gibi salonları<br />

bağrımıza basmamız gerektiğini gösteriyor. Peki,<br />

bunu yapıyor muyuz? Bu sorunun cevabını okur<br />

versin.<br />

Bunlar zaten bildiğimiz konular, şimdi biraz da<br />

çalışmadığımız yerden soralım. Festivallerde<br />

izlediğimiz bol ödüllü filmleri çeken sinemacıların<br />

gişede olmayan (ve olamayacak) şanslarını<br />

nasıl yaratabiliriz? Daha önceki yazılarımda<br />

film festivallerinin yarıştırdığı-gösterdiği filmler<br />

için bir kazanç modeli yaratması gerektiğinden<br />

bahsetmiştim.<br />

Çünkü, festivallerde salonları hınca hınç dolduran<br />

ancak film vizyonda gösterime girdiği vakit<br />

sinemanın semtine uğramayan bir sanat/sinema<br />

takipçiliğimiz var ve bu yüzden salonlar artık


festival filmlerini istemiyor. Festivaller önlerine<br />

gelen meselesi büyük ama sineması kötü her<br />

filmi ödüllendirerek yanlış bir seyirci güdümlemesi<br />

yarattılar ve festival takipçisi olmayan seyirci bu<br />

sayede kaybedildi. Filmi festivalde izlemiş seyirci<br />

zaten o filmin vizyonuyla ilgilenmiyor. Ancak bu<br />

fikrin bir karşılık bulacağını sanmıyorum, bulmadı<br />

da zira günümüz Türkiye’sinde festivaller de<br />

can çekişen yapılara dönüştüler. Bu yıl hangisi<br />

yapılabilecek, inanın bilmiyoruz. Film çekmek<br />

isteyenler için devlete bağımlılık içermeyen,<br />

senaryolarını özgürleştirici bir kazanç modelini<br />

nasıl yaratabiliriz? Çünkü buna ihtiyaç var.<br />

Başkalarının<br />

Parasıyla Film Yapmak?<br />

Günümüzde<br />

film yapmak ve<br />

göstermek için<br />

“başkalarının<br />

parasını”<br />

kullanmanızı<br />

sağlayan pek çok<br />

fonlama modeli var.<br />

Bu modelleri çalışan<br />

ve peşine düşen<br />

pek çok “başarılı”<br />

sinemacı tanıyorum<br />

ancak para hiçbir<br />

zaman beklentisiz<br />

verilmez ve paranın sinemaya bu şekilde<br />

ulaştırılma hali seyirciye ulaşma meselesini<br />

sinemacının gözünde değersiz kılar ve hatta pek<br />

çok yeni yönetmen röportajında okuduğum üzere,<br />

bununla bir övünme hali yaratır.<br />

Bu sonuçtan gideceğimiz yer ise manşette<br />

sorduğum soru olacaktır. Eğer iyi sinemacılar<br />

filmlerini seyirciye ulaştırmak konusunda<br />

hevessizleşirse sinemaya giden insanların sinemaseverlerden<br />

oluşmayacağı da ortada. Onlar<br />

basit bir şekilde evden eğlenmek için çıkan ve<br />

bunu olabildiğince ucuza getirmeye çalışan<br />

insanlardır ve sinemada film izlemek bu amaca<br />

kolayca hizmet eder.<br />

Recep İvedik seyircisini aşağılayarak bir yere kadar<br />

kendimizi iyi hissedebiliriz, gerçekten bu filme<br />

bilet alanların çoğu belki bu yıl bir daha hiç sinemaya<br />

gitmeyecektir ama asıl dert bu değil. Adına<br />

“sanat sineması”, “bağımsız sinema”, “festival<br />

filmi”, “yönetmen sineması” ve birkaç şey daha<br />

dediğimiz vagonların lokomotiften ayrılmasını<br />

nasıl engelleyeceğiz?<br />

Türkiye’de Festivallerin Devamlılığında Büyük<br />

Sıkıntılar Var.<br />

Festivaller bize yetiyor mu? O konuda lütfen<br />

endişeli olun. Festivaller artık eskisi gibi<br />

keyifle değil epey uğraşarak yapılıyor. 2016<br />

yılında Kasım ayında 3 film festivali iptal edildi.<br />

Yapılanların yöneticilerinin de bir sürü ödeme<br />

problemiyle uğraştığını biliyorum. Ve üzülerek<br />

söylemek istiyorum ki; devlet kendi uslu (ve iyi)<br />

sinemacılarını yaratmayı başardı. Muhafazakar<br />

sinema artık<br />

İsmail Güneş<br />

ya da Mesut<br />

Uçakan’dan<br />

mamul bir yapı<br />

değil. Tunca<br />

Arslan’ın birkaç<br />

sene önce bu<br />

sinema yapma<br />

anlayışıyla dalga<br />

geçtiği yazısı<br />

geçerliliğini<br />

yitirmek üzere<br />

çünkü Seyid Çolak,<br />

Emre Konuk<br />

gibi sinemacılar<br />

yetişiyor ve<br />

onların da film yapma dili değişti. Festival<br />

yönetimleri de el değiştiriyor. Birkaç yıl içinde<br />

Türkiye’nin film festivalleri başka bir gerçeklik<br />

yaşayacak ve o zaman yine seyirciye<br />

ulaşmaktan başka bir çare kalmayacak.<br />

Kimsenin aldıracağı yok ama bu kez oldukça<br />

yumuşak bir şekilde uyarmayı ihmal etmiyorum.<br />

Sinemaya gidenlere kızmak yerine sinemaseverleri<br />

sinemaya çekmek konusunda çareler<br />

aramalıyız. AVM sinemalarına olan hıncımızla da<br />

artık hesaplaşmalıyız. Bunlar üzerinden önem<br />

kazanmak güzel ancak çare üretmiyor. Yeni<br />

Emek’i protesto edenlerin bir çözüm sunmaktan<br />

ne kadar uzak olduğunu görünce üzülüyorum.<br />

Hele de Emek sineması üzerinden Atilla<br />

Dorsay’ın bu denli hırpalanması artık bu işin<br />

kan davasına dönüştüğünü gösterir. Bununla mı<br />

vakit kaybedeceğiz? Salonlardan önce seyirciyi<br />

kaybettiğimizin farkında olmak gerekir artık.


HIZLI VE ÖFKELİ<br />

VİTES 8<br />

Ülkemizde 14 Nisan<br />

2017’de vizyona girecek<br />

olan Hızlı ve Öfkeli 8 /<br />

The Fate of the Furious<br />

filminin gelişi sebebiyle<br />

serinin önceki yedi filmine<br />

göz atmakta fayda var.<br />

HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />

n 2001’de başlayan ve 16<br />

yıldır devam eden Hızlı ve<br />

Öfkeli serisi çılgınlığının<br />

2013’te Paul Walker’ın<br />

hayatını kaybetmesinin<br />

ardından devam edip<br />

etmeyeceği merak konusuydu.<br />

2015’te Walker’ı son kez izlediğimiz<br />

Furious 7’nin dünya çapında 1,5 milyar dolar<br />

gişe hasılatı getirerek tüm zamanların en çok<br />

izlenen 6. filmi olmasının ardından devam<br />

etmemesi imkansız gözüküyordu. Sekizinci<br />

film için kollarını sıvayan ekibin başına yönetmen<br />

olarak The Negotiator, The Italian Job,<br />

A Man Apart, Law Abiding Citizen ve Straight<br />

Outta Compton filmlerinin yönetmeni F. Gary<br />

Gray getirildi. “The Fate of the Furious” adını<br />

taşıyan sekizinci filmde Vin Diesel, Michelle<br />

Rodriguez, Dwayne Johson, Jason Statham,<br />

Tyrese Gibson, Ludacris, Nathanie Emmanuel<br />

ve Kurt Russell’lı kadro yerini korurken Scott<br />

Eastwood, Charlize Theron, Kristofer Hivju ve<br />

Helen Mirren da karşımıza çıkacaklar.


Ülkemizde 14 Nisan 2017’de<br />

vizyona girecek olan Hızlı ve<br />

Öfkeli 8 / The Fate of the Furious<br />

filminin gelişi sebebiyle serinin<br />

önceki yedi filmine göz atmakta<br />

fayda var.<br />

The Fast and the Furious (2001)<br />

Rob Cohen yönetiminde, Paul<br />

Walker, Vin Diesel, Michelle Rodriguez<br />

ve Jordana Brewster’lı<br />

kadrosuyla yola çıkan ilk Hızlı ve Öfkeli filmi<br />

temelde ortalama bir araba yarışı filmiydi.<br />

Kaslı ve yakışıklı erkekler, güzel kadınlar,<br />

modifiye arabalar, izleyici gaza getiren<br />

müzik kullanımları 90’ların bitip 2000’lerin<br />

başladığı dönemin gençleri için daha özel bir<br />

anlam ifade ediyor. Hem serinin başlangıcı<br />

olması hem de serinin sonradan dev bir<br />

blockbuster’a ve abartılı kahramanlık hikayelerine<br />

dönüşecek olan yapısını minimumda ve<br />

daha düşük beklentilerde tuttuğu için belirli<br />

bir kesim tarafından küçük çaplı bir “kült”<br />

duygusu bile yaratabilir. Her şeyin başlangıcı<br />

bu filmdi ve yönetmeni Rob Cohen’e daha<br />

yüksek bütçelerle Hollywood’un orta<br />

sınıf aksiyon yönetmenlerinden biri olma<br />

imkanını, Paul Walker, Vin Diesel ve Michelle<br />

Rodriguez’e ise aksiyon filmlerinin yeni<br />

yıldızları olma fırsatını verdi. 38 milyon dolar<br />

bütçeli film dünya çapında 207 milyon dolar<br />

hasılat elde etti.<br />

2 Fast 2 Furious (2003)<br />

John Singleton yönetimindeki serinin ikinci<br />

filminde bütçe iki katına yükseldi ama oyuncu<br />

kadrosunda ikinci, üçüncü ve dördüncü isimler<br />

olan Vin Diesel, Michelle Rodriguez ve<br />

Jordana Brewster kadrodan ayrıldı. İlk filmin<br />

yönetmeni Rob Cohen “Yeni Nesil Ajan XXX”<br />

filmini yönetti ve Vin Diesel’i de yanına aldı.<br />

Michelle Rodriguez de Paul W.S. Anderson’un<br />

Resident Evil serisine başladı. Tek kalan<br />

Paul Walker’ın yanına daha önce yönetmen<br />

Singleton’la Baby Boy filminde çalışan ve<br />

Vin Diesel kadar karizmatik olmayan Tyrese<br />

Gibson getirildi. Kadın oyuncu boşluğu da<br />

Eva Mendes ve Devon Aoki ile dolduruldu. 76<br />

milyon dolar bütçeli film, ilkinden daha çok


aksiyon sahnelerine sahip olsa da eski kadronun<br />

verdiği tadı pek yakalayamadı. İlk filmin<br />

iki katı bütçeye sahip olmasına rağmen ilk<br />

filmden sadece biraz fazla -236 milyon dolarhasılat<br />

elde etti.<br />

The Fast and the Furious:<br />

Tokyo Drift (2006)<br />

Justin Lin yönetimindeki<br />

serinin üçüncü filmi, ilk<br />

filmden kalan tek kişi olan<br />

Paul Walker’ın da filmde<br />

yer almamasıyla birlikte<br />

serinin genel olarak en sevilmeyen<br />

ve gişede başarısız<br />

olarak kalan filmi haline<br />

geldi. Oyuncu kadrosunun<br />

tamamı tanınmadık kişilerden<br />

oluşan ve başroldeki karizma yoksunu Lucas<br />

Black’in –yerli dizilerde lise öğrencisi diye<br />

30 yaşlarında adam oynatmanın Hollywood<br />

versiyonu- bir başrol olarak izleyiciyi tatmin<br />

edememesiyle hafızalara kazındı. Yakuza<br />

çeteleri, Need For Speed’i andıran drift sahneleri<br />

ve bol bol kadın vücudu gösteren film,<br />

son sahnesinde Vin Diesel’i oynatarak izleyiciyi<br />

heyecanlandırmayı başardı. Ayrıca daha<br />

sonra 7 film olacak bir serinin sıralamasında<br />

zaman olarak 6. ve 7. filmin arasında bir yerde<br />

konumlandığını söylemek filmi ilgi çeken<br />

tarafı. 85 milyon dolar bütçeli film 158 milyon<br />

dolar hasılat elde ederek ilk iki filmin epey<br />

gerisine düştü ve serinin bir daha devam<br />

etmeyeceği düşünüldü.<br />

Fast & Furious (2009)<br />

Serinin dibi görmesini sağlayan üçüncü<br />

filmin yönetmeni Justin Lin’in aynı zamanda<br />

seriyi tekrar dirilten ve Hızlı ve Öfkeli’yle<br />

özdeşleşecek olan yönetmen olacağını kim<br />

bilebilirdi ki? İlk filmdeki Paul Walker, Vin Diesel,<br />

Michelle Rodriguez ve Jordana Brewster’lı<br />

efsane dörtlüyü tekrar bir araya getiren seri,<br />

önceki iki filmin aksine gerçek bir Hızlı ve<br />

Öfkeli serisi devam filmiydi. Filmin aksiyon<br />

sahneleri haricinde sadece bir tane araba<br />

yarışı sahnesi bulunması ve genel olarak ilk<br />

filmin 5 yıl sonrasını anlattığı için karakterlerin<br />

üzerine giden senaryosuyla serinin “aksiyon


ombası” filmlerinden biri olarak anılmadı.<br />

Yine de eski kadroyu bir araya getirmesi,<br />

giderek artacak olan kadroya üçüncü filmden<br />

Sung Kang’ı eklediği ve günümüzde “Wonder<br />

Woman” olarak yükselişte olan Gal Gadot’u<br />

seriye dahil ettiği film olarak hafızalarda kaldı.<br />

85 milyon dolar bütçeli film toplamda 363<br />

milyon dolar hasılat elde ederek seriyi adeta<br />

yeniden canlandırmayı başardı.<br />

Fast Five (2011)<br />

Justin Lin yönetimindeki serinin<br />

beşinci filmi Hızlı ve Öfkeli: Rio<br />

Soygunu, serinin en iyi filmi<br />

olarak öne çıktı ve adeta serinin<br />

bugüne kadarki yörüngesini<br />

değiştirdi. Karakterler birbirine<br />

bağlandı, olaylar toparlandı,<br />

oyuncu kadrosu genişledi, aksiyon<br />

sahneleri ve kurgusu ilk<br />

dört filme oranla daha çok öne<br />

çıktı, araba yarışlarından ziyade<br />

dövüş ve aksiyon sahneleriyle öne çıktı.<br />

Böylelikle sanki ilk dört film, bu beşinci film<br />

için çekilmiş gibi bir izlenim yarattı. Dördüncü<br />

filmde öldürülen (altıncı filmde geri dönecek<br />

olan) Michelle Rodriguez’in yer almadığı<br />

film, Paul Walker, Vin Diesel, Jordana Brewster,<br />

Sung Kang ve Gal Gadot’lu kadrosuna<br />

ikinci filmden Tyrese Gibson, Ludacris ve<br />

Eva Mendes’i ve ayrıca Dwayne Johnson’ı<br />

dahil etti. 125 milyon dolar bütçeli film dünya<br />

çapında 626 milyon dolar hasılat elde ederek<br />

iyice dev blockbuster filmler arenasına kalıcı<br />

bir şekilde giriş yaptı.<br />

Fast & Furious 6 (2013)<br />

Justin Lin’in dördüncü ve son kez yönettiği<br />

serinin altıncı filmi, git gide artan ve iyice<br />

mantık sınırlarının dışına çıkarak abartmaya<br />

başlayan aksiyon sekanslarının zirve yaptığı<br />

filmlerden biriydi. Serinin beşinci filmden<br />

sonra eksenini kaydırması, tanındık oyuncu<br />

sayısının arttırılması ve izleyiciyi gaza getirecek<br />

aksiyon sahneleri & müziklere aşırı<br />

yüklenilmesi popüler izleyici nezdinde olumlu<br />

bir geri dönüş aldı ve serinin hasılat oranı<br />

gittikçe yükseldi. Beşinci filmin standart<br />

kadrosu korunurken dördüncü filmde öldüğü


zannedilen Michelle Rodriguez’in geri dönmesi<br />

ve aksiyon filmlerinin en çok tanınan isimlerinden<br />

Jason Statham’ın da kadroya eklenmesi<br />

seriyi uçurdu. Ayrıca 6. ve 7. film arasında köprü<br />

görevi gören 3. filmden Lucas Black ve Nathalie<br />

Kelly de bu filmde tekrar ortaya çıktı. 3. ve 4.<br />

filmden bu yana kadroda olan Sung Kang ve Gal<br />

Gadot’un karakterlerinin filmde ölmesi hayranlar<br />

arasında üzüntü yarattı. 160 milyon dolar bütçeli<br />

film gişede 788 milyon dolar hasılat elde ederek<br />

yükselişine devam etti.<br />

Furious 7 (2015)<br />

Altıncı filmden sonra seriyle ilişkisini kesen<br />

Justin Lin’den sonra yönetmenlik koltuğuna<br />

günümüz korku filmleri yönetmenlerinin en<br />

popüleri olan James Wan’ın getirilmesi soru<br />

işaretleri yaratmıştı. James Wan, 190 milyon<br />

dolar bütçeli filmde zanaatkarlığını konuşturarak<br />

son iki filmde dozu iyice artan abartı aksiyon<br />

sekanslarını adeta zirveye çıkardı. Uçaktan<br />

paraşütle atlayan, gökdelende gökdelene uçan<br />

arabalar derken serinin açık ara en uçuk filmi<br />

oldu. Filmin en hüzünlü tarafı ise kuşkusuz<br />

çekimleri sürerken Paul Walker’ın genç yaşta<br />

hayatını kaybetmesi oldu. Paul’un yarım kalan<br />

sahneleri kendisine benzeyen kardeşi Cody<br />

Walker’ın dublörlüğü ve bazı CGI sahnelerle<br />

tamamlandı. Filmin son 5 dakikasında Vin<br />

Diesel’ın diyalogları üzerinden ve jenerikte<br />

yapılan Paul Walker anması, 190 milyon dolar<br />

bütçeli bir aksiyon filminde izleyicilerin gözlerinin<br />

dolmasını sağladı. 140 dakikalık süresiyle<br />

serinin en uzun filmi olan Furious 7, Paul<br />

Walker, Vin Diesel, Michelle Rodriguez, Tyrese<br />

Gibson, Jordana Brewster, Ludacris, Lucas<br />

Black, Nathalie Kelly, Dwayne Johnson, Jason<br />

Statham ve hatta –arşiv görüntüler<br />

olarak da olsa- Gal Gadot ve Sung<br />

Kang ile serinin tüm oyuncularını tek<br />

bir filmde toplayıp üzerine de Nathalie<br />

Emmanuel, Kurt Russell, Tony Jaa<br />

ve Djimon Hounsou gibi yeni isimleri<br />

ekleyerek kadro açısından efsaneleşti.<br />

190 milyon dolar bütçeli film toplamda<br />

1,5 milyar dolar hasılat yaparak dünya<br />

çapında bu rakamı geçebilen 6 filmden<br />

biri olmayı başardı.


KAPTAN KÖRK<br />

BİR GÜN İSTANBUL<br />

FİLM FESTİVALİNE<br />

GİDERSE<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n İstanbul Film Festivali<br />

Türk entelektüeli için<br />

çok önemlidir. Hele bizim<br />

yaştakiler dünya sinemasını<br />

bu festivalle tanımıştır.<br />

Festivalin sinema kültürümüze<br />

yaptığı katkıyı<br />

kimse yadsıyamaz. Son 10 yılda ise Festival<br />

bir dönüşüm geçirerek daha çok ulusal sinema<br />

üzerinde etkisini gösterir oldu. Diğer festivallerin<br />

yaşadığı değişim ve yapısal problemler Türk<br />

sinemasının kendini gösterdiği en ciddi ortam<br />

olarak İstanbul Film Festivali’ni öne çıkardı.<br />

Bize dünya sinemasını tanıtarak kimliğini<br />

oluşturmuş festivalin ulusal sinemaya dönmesi<br />

bir kazanç mıdır o da ayrı bir tartışma konusu.<br />

Biz elimizdekinden yola çıkarak festivalin Ulusal<br />

Yarışma filmlerinin üzerinden 2017’de Türk<br />

sinemasından ne beklemeliyiz onu çıkarmaya<br />

çalışalım. Birbirinden yetenekli ve önemli yönetmenlerimizin<br />

filmleri dışında daha ilk filmini


İstanbul Film Festivali 5 Nisan’da<br />

kapılarını izleyiciye açıyor. 203<br />

filmin gösterileceği festivalin Ulusal<br />

Yarışma filmleri bu yıl Türk<br />

sinemasının nabzını tutuyor. Biz<br />

de buradan yola çıkarak ne beklemeliyiz<br />

onu yazalım dedik...<br />

çekmiş isimler de festivalde kendini<br />

gösteriyor. 12 filmin yarıştığı bölümde<br />

Yeşim Ustaoğlu’nun Tereddüt filmi daha<br />

önce hem vizyona girdiği hem de başka<br />

festivallerde gösterildiği için bize tanıdık<br />

gelen yapım. Türk sinemasında çok da<br />

rastlamadığımız erotik yapısıyla tartışma<br />

yaratan film yüzünü eskitmemiş olsaydı<br />

festivalin kendine has duyarlılıkları üzerinden<br />

ödüle yakın derdik ama bu biraz<br />

zor. Diğer ilginç film ise Onur Ünlü’nün<br />

Kırık Kalpler Bankası filmi. Ünlü son<br />

dönem filmleriyle sinemamıza yaratıcılık<br />

anlamında hayat suyu vermekte. Sert ve<br />

sıkıcı anlatım tarzı yerine absürt, gerçeküstü<br />

ve kesinlikle farklı yapısıyla onun<br />

filmleri son dönemin en umut vadeden<br />

yapımları. Yönetmenler Pelin Esmer,<br />

Orhan Eskiköy, Buğra Gülsoy’un ise<br />

merakla beklediğimiz filmleri izleyiciyle<br />

buluşacak. Sinema yazarı arkadaşımız<br />

Ceylan Özçelik’in filmi Kaygı’yı kişisel<br />

olarak merakla bekliyorum. Bütün bu<br />

filmlerin çok azını seyrettim. Fakat<br />

konularına baktığımda yazının başlığını<br />

“Kaptan Kirk bir gün İstanbul Film<br />

Festivali’ne giderse” diye atmak geldi<br />

içimden. Çünkü bu anlatılan konular ve<br />

tarz hem benim için çok bilindik hem de<br />

benden olmayan bir dünyaya ait. Zaten<br />

Türk sinemasının gerçek derdi de bu<br />

bence. Kentli Türk insanını anlatmayan<br />

ama yıllardır köy, varoş arasına sıkışmış<br />

zorlama bir sinema. Başlıktakı Kaptan<br />

Kirk kim acaba? Neyse biz filmlerin<br />

konularını kısaca anlatalım size.


BÜTÜN SAADETLER MÜMKÜNDÜR<br />

Yönetmen: Selman Kılıçaslan<br />

Oyuncular: Kemal Uçar, Arif Erkin, Ruhi Sarı,<br />

Nilay Erdönmez<br />

Mühendislik öğrencisi Ali, okuduğu küçük<br />

şehirden ayrılarak Erasmus projesiyle yurtdışına<br />

çıkma hayalleri kurar. Bununla beraber kendisini<br />

tanımaya çalıştığı, hayata dair sorular sorduğu<br />

bir arayış sürecindedir. Sakin hayatı, türkü kafede<br />

solistlik yapan Gülce’den hoşlanmasıyla<br />

beraber hareketlenir. Bir hemşire adayı olan<br />

Gülce, yaşadığı maddi sıkıntılarını aşmak için<br />

Adapazarı’nın eski mahallelerinden birinde yaşlı<br />

ve yalnız bir adam olan Mevlüt’ün bakıcılığını<br />

yapmaktadır. Gülce’ye yakınlaşarak onu<br />

tanımaya başlayan Ali, Mevlüt’ün de hikâyesine<br />

ortak olur. Ali arayışını bu karşılaşmanın<br />

eşiğinde sürdürür, cevabını kitaplarda<br />

bulamayacağı bir soruyla beraber: Bütün saadetler<br />

mümkün müdür?<br />

İŞE YARAR BİR ŞEY<br />

Yönetmen: Pelin Esmer<br />

Oyuncular: Başak Köklükaya, Öykü Karayel,<br />

Yiğit Özşener<br />

Leyla, gece treniyle çıktığı uzun bir yolculukta<br />

manzarayı ve insanları iştahla izlerken<br />

hemşirelik öğrencisi Canan’ı fark eder. Bu genç<br />

kızı son istasyonda, Yavuz’un evinde, çok ağır<br />

bir sorumluluk bekliyordur. Leyla, Canan’ın<br />

anlattıklarından ve anlatmadıklarından bir hikâye<br />

kurar, kendini kaptırır ve ona eşlik etmeye karar<br />

verir. Hikâyenin sonunda bir iyilik meleği mi<br />

yoksa bir katil mi olacaklarını henüz bilmiyordur.<br />

KAYGI<br />

Yönetmen: Ceylan Özgün Özçelik<br />

Oyuncular: Algı Eke, Özgür Çevik<br />

Haber kanalında kurgucu olarak çalışan 30’lu<br />

yaşlarındaki Hasret uzun süredir aynı kâbusu<br />

görmektedir. Gördüğünün aslında hatırladıkları<br />

olduğunun farkında değildir. Tekrarlayan kâbusla<br />

aklına bir soru düşer: Annesiyle babası trafik<br />

kazasında ölmemiş olabilir mi? Toplumsal bellek<br />

ve etki alanları temeline oturan psikolojik gerilim<br />

Kaygı, müzisyen anne-babası 20 yıl önce trafik<br />

kazasında ölen bir kadının kâbusuyla ilerliyor.<br />

Hasret, gerçekle sanrının paslaştığı tekinsiz bir<br />

ülkede yaşıyor. Geçmişini hafızasında arıyor.


KIRIK KALPLER BANKASI<br />

Yönetmen: Onur Ünlü<br />

Oyuncular: Haluk Bilginer, Serkan Keskin,<br />

Hazal Kaya, Taner Ölmez, Tansu<br />

Biçer, Osman Sonant, Ahmet Mümtaz<br />

Taylan, Şenay Gürler, Nazan Kesal<br />

Osman ve Enis, İstanbul’un en merkezi<br />

semtlerinden Galata’da bir amatör<br />

futbol takımında top oynayan 20’li<br />

yaşlarının sonunda iki genç adamdır.<br />

Enis ve Osman’ın amacı, hem takım<br />

arkadaşlarıyla birlikte semtteki bankalardan<br />

birini soymak hem de son maçı<br />

kazanarak ligden düşmemektir. Maç<br />

oynanır ve çıkan büyük bir kavga sonucunda<br />

yarım kalır. Fakat bu kavga<br />

sırasında Osman, karşı takımın organ<br />

kaçakçılığıyla ünlü başkanı Rüstem<br />

Tor’un zorla yanında tuttuğu Aslım’a âşık<br />

olmuştur. Kırık Kalpler Bankası, William<br />

Shakespeare’in Romeo ve Jülyet piyesi<br />

üzerine kurulmuş, olmayacak bir hayalin<br />

peşine takılan üç kahramanın, hüzünlü<br />

sonlarına doğru Şekspirvari bir eda ile<br />

koşmalarının trajik hikâyesidir.<br />

MAHALLE<br />

Yönetmen: Buğra Gülsoy, Serhat Teoman<br />

Oyuncular: Buğra Gülsoy, Serhat Teoman,<br />

Emre Erkan, Selahattin Töz, Hazar<br />

Ergüçlü, Selen Öztürk,<br />

Gökşen Ateş,<br />

Gökhan Soylu<br />

İstanbul’da kenarda<br />

köşede kalmış, orta<br />

sınıfın hapsolduğu,<br />

kendi yasalarını<br />

kendi yazan bir<br />

mahalle... Ömer,<br />

Sabri ve Kenan bu<br />

mahallede doğmuş<br />

büyümüş üç esnaf,<br />

üç arkadaş. Üçü de<br />

evli, çocukları var.<br />

Bir de mahallenin sözü dinlenen abisi,<br />

yasa koyucu ve uygulayıcısı Tahsin...<br />

Huzurları, bir gerçeğin ortaya çıkışıyla<br />

bozulur.


MARTI<br />

Yönetmen: Erkan Tunç<br />

Oyuncular: Onur Buldu, Sahra Şaş, Öner Erkan,<br />

İrem Sak<br />

Hikâyemiz İzmir Torbalı’da, dağlar arasında<br />

kalmış, küçük bir tavuk çiftliğinde geçer. Çiftlikte<br />

bakıcı olarak çalışan Yakup ve ondan yaşça<br />

genç karısı Mediha’nın sıkıcı hayatları ile çiftliğe<br />

yardımcı olarak gelen Rıza ve karısı Nurgül’ün<br />

görünürde eğlenceli olan hayatları, bu dar ve<br />

boğucu bir mekânda kesişecek ve karakterlerin<br />

iç dünyalarının ortaya çıkmasına, kendileriyle<br />

yüzleşmelerine vesile olacaktır.<br />

MAVİ SESSİZLİK<br />

Yönetmen: Bülent Öztürk<br />

Oyuncular: Teoman Kumbaracıbaşı, Roda<br />

Canıoğlu, Korkmaz Arslan<br />

Hakan eski bir güvenlik kuvveti mensubudur. Tedavi<br />

gördüğü askeri hastanede, hemşire Ayla’nın<br />

özenli bakımı sayesinde<br />

kâbuslarıyla savaşımında<br />

iyileşme belirtileri<br />

gösterir. Uzunca bir süre<br />

sonra, kendisine takdim<br />

edilen şeref madalyası ve<br />

bir miktar para ile taburcu<br />

olur. Evine döndüğünde,<br />

eşi ve kızının kendisini<br />

terk ettiğini görür. Kızı<br />

Melis ile buluşması,<br />

Hakan’ı kendi geçmişiyle<br />

yüzleştirir. Tek başına,<br />

İstanbul sokaklarında dolaşır. Karşılaştığı insan<br />

manzaraları, ardından Ayla’nın beklenmedik ziyareti,<br />

Hakan’ı geçmişte yaptıklarını tekrar tekrar<br />

sorgulamaya iter.<br />

MURTAZA<br />

Yönetmen: Özgür Sevimli<br />

Oyuncular: Cezmi Baskın, Meral Çetinkaya, Mine<br />

Teber, İncinur Daşdemir, Bülent Düzgünoğlu,<br />

Kadir<br />

Sabure ve Murtaza, Malatya’nın dağ köylerinden<br />

birinde yaşar. Sabure yıllar önce iki gözünü<br />

de kaybetmiştir. Bakımıyla Murtaza ilgilenir.<br />

Çocukları İstanbul’da yaşar. Murtaza kasabaya<br />

indiği bir gün bakkaldan İstanbul’daki kızını<br />

telefonla arar, hasta olduğunu öğrenir. Sabure’ye


kızının durumunu söylemeden İstanbul’a<br />

gider. Ama kızı o akşam ölür. Murtaza,<br />

Sabure’nin de hastalanmaması için<br />

ona yalan söyler ve kızının öldüğünü<br />

gizler. Ama Sabure gitgide sessizleşir,<br />

zamanla yalnızlığı ve umutsuzluğu gün<br />

yüzüne çıkar. “Yalan söyleyen mi yoksa<br />

yalana maruz kalan mı daha zor duruma<br />

düşer? Yalan söylemek her zaman işimizi<br />

kolaylaştırır mı? Gerçeğe ait algımız<br />

her zaman manipüle edilebilir. Asıl biz,<br />

gerçeğe ulaşmak konusunda ne kadar<br />

istekli ve ısrarcıyız? Aslında hepimiz birer<br />

Pinokyo’yuz.”<br />

SARI SICAK<br />

Yönetmen: Fikret Reyhan<br />

Oyuncular: Aytaç Uşun, Mehmet Özgür,<br />

Gökhan Şimşek, Cem Zeynel Kılıç, Tarık<br />

Köksal, Akan Atakan, Seher Çuhadar<br />

Artan endüstrileşmeyle birlikte<br />

fabrikaların arasında sıkışıp kalmış bir<br />

tarla... Ve<br />

bu tarlada,<br />

büyük<br />

maddi<br />

sorunlarına<br />

rağmen<br />

geleneksel<br />

yöntemlerde<br />

direnip<br />

hayata<br />

tutunmaya<br />

çalışan göçmen bir aile... Bu duruma<br />

rağmen en küçük oğul İbrahim, farklı bir<br />

geleceğin hayalini kurmaktadır ve kendi<br />

kaderini belirleme konusunda kararlıdır.<br />

Bölgenin bu acımasız sistemine ek<br />

olarak feodal aile yapısının getirdiği<br />

baskının da boyunduruğu altındadır.<br />

Oysa bir hayali gerçeğe dönüştürmek o<br />

kadar da kolay değildir. Eylemleri hem<br />

kendisi hem de ailesi için beklenmeyen<br />

sonuçlar doğuracaktır. Sarı Sıcak, üretim<br />

ilişkilerinin değişmesine paralel olarak<br />

sermayenin de el değiştirmesi ve bu<br />

değişimden etkilenen insanların hikâyelerini<br />

de anlatmayı amaçlıyor.


TAŞ<br />

Yönetmen: Orhan Eskiköy<br />

Oyuncular: Muhammet Uzuner, Jale<br />

Arıkan, Ahmet Varlı, Beste Kökdemir<br />

Çocukken geçirdiği bir kaza sonucu<br />

bazı zihinsel yetilerini kaybetmiş olan<br />

Selim, onu kaldığı devlet yurduna<br />

götürmek isteyen Memur adında birinden<br />

kaçarken bir evin kapısının önünde<br />

yorgunluktan bayılır. Emete, kapıda<br />

yatan kişinin, yıllar önce kaybolan oğlu<br />

Hasan olduğunu düşünür. Bundan öyle<br />

emindir ki, kocasıyla kızını da buna<br />

inandırır. Selim’in ansızın kapılarında<br />

belirmesi, evin içindeki buzları<br />

çözmüş, aileyi yeniden hayatın içine<br />

çekmiştir. Selim, uyandığında kendisini<br />

Selim olarak tanıtır, ama Emete,<br />

oğlunun sırtındaki yarayı ve konuşma<br />

bozukluğunu sebep göstererek, bu<br />

kişinin Hasan olduğunda ısrar eder. Selim<br />

köyden ayrılmak ister fakat Memur<br />

hâlâ onun peşindedir, üstelik köylüleri<br />

ona karşı kışkırtmaya çalışmaktadır.<br />

TEREDDÜT<br />

Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu<br />

Oyuncular: Ecem Uzun, Funda Eryiğit,<br />

Mehmet Kurtuluş, Okan Yalabık<br />

Tereddüt, farklı deneyimden, kültürden<br />

ve sosyal sınıftan gelmiş iki kadının<br />

yollarının kesişmesi ve bir anlamda<br />

bu farklılıklara rağmen çok ortak<br />

bir açmazın içinde olduklarını fark<br />

edişlerini anlatan bir hikâye. Cem ile<br />

kusursuz olduğunu düşündüğü bir evlilik<br />

sürdüren Şehnaz, 30’larının başında,<br />

bir sahil kasabasında mecburi hizmete<br />

başlamış bir psikiyatrdır. Henüz 16<br />

yaşındayken zorla evlendirilerek aynı<br />

sahil kasabasına getirilmiş Elmas’ın<br />

hayatı ise üzerine çok erken yaşta<br />

yüklenen bunaltıcı sorumluluklarla<br />

geçer. Fırtınalı bir gecenin sabahında<br />

yolları kesişen Şehnaz ile Elmas, çok<br />

farklı ama aynı görünen sorunlarıyla<br />

yüzleşince önlerinde yeni bir kapı<br />

aralanacaktır.<br />

ZER<br />

Yönetmen: Kazım Öz<br />

Oyuncular: Nik Xelilaj, Güler Ökten, Levent<br />

Özdilek, Füsun Demirel, Tomris İncer,<br />

Haleigh Ciel, Teresa Anne Volgenau,<br />

Ahmet Aslan<br />

Zer, 1938’de Dersim acılarını<br />

yaşayanlardan olan babaannesi Zarife’nin<br />

kendisine söylediği şarkının peşinden<br />

giden Jan’ın hikâyesidir. Zarife bugüne<br />

kadar bu şarkıda kimliğini, geçmişi ve<br />

kendisini saklamamıştır. Kanser tedavisi<br />

için New York’a getirildiğinde birbirlerini<br />

tanıyan Jan ve babaannesi, daha da<br />

yakınlaşırlar ve Jan’ın hayatı değişmeye<br />

başlar. Jan babaannesinin kendisine<br />

söylediği şarkının izini sürmeye karar<br />

verir. New York’tan Dersim’e bir arayış<br />

hikâyesine çıkan Jan yolunda sonunda<br />

kendisine ulaşacak mıdır?


SİNEMA YAŞLILARA<br />

KARŞI<br />

MASIS ÜŞENMEZ<br />

n Hollywood’un<br />

oyuncuların yaşına karşı<br />

negatif duruşu bilinen bir<br />

gerçek. Hele de bir kadın<br />

oyuncu iseniz gençliğinizde<br />

ne kadar ünlü, güzel<br />

olursanız olun özellikle<br />

50 yaşından sonra büyük rollerde oynama<br />

şansınız giderek azalıyor. Tabi Meryl Streep ya<br />

da Helen Mirren gibi bazı kadın oyuncular bu<br />

zorluğu aşmayı başarabiliyor. Ancak çoğu aktrist<br />

o kadar şanslı değil. Birkaç yıl önce seksi<br />

rollerde karşımıza çıkan kadınlar, sonraki rollerinde<br />

sevecen anne gibi yan rollerde kendilerine<br />

iş bulabiliyorlar.<br />

Erkekler için ise durum biraz daha avantajlı.<br />

Karizmatik erkek oyuncular, oyunculuk güçlerini<br />

gösterebildikleri rollerde devam edebiliyorlar.<br />

Gene de büyük gişe filmlerinde ancak yan<br />

rollerde değer görüyorlar.<br />

Son yıllarda özellikle yetmişli yıllardan beri<br />

sektörün içinde olan oyuncuların beraber<br />

oynadıkları, genelde yaşlılığın başlarına açtığı<br />

sorunları gösteren, daha çok komedi-macera<br />

türünde filmler görülmeye başlandı.<br />

Bu tarz filmlerin son halkası ise Zack Braff’ın<br />

yönettiği Going in Style. Morgan Freeman,<br />

Michael Caine, Alan Arkin gibi usta oyuncuların<br />

başrolleri paylaştığı filmde yaşlılık parası<br />

Çoğumuzun en büyük korkusu<br />

yaşlanınca yalnız kalmak herhalde.<br />

Peki sinema yaşlı oyunculara<br />

nasıl davranıyor? Gelin<br />

yeni dönemde artan, eski yıldız<br />

oyuncuların daha sinema ile<br />

işlerinin bitmediğini gösteren<br />

filmlerine bir göz atalım.


ile geçimlerini zar zor idare ettiren üç<br />

kafadarın bir banka soygununa girişme<br />

maceraları komik bir dille anlatılıyor.<br />

1979 tarihli ülkemizde Son Macera olarak<br />

bilinen Martin Brest filminin yeniden<br />

yapımı olan filmin orijinalinde ise George<br />

Burns, Art Carney ve Lee Strasberg<br />

oynuyordu.<br />

Şimdi gelin bu tarz yaşın bir engel<br />

olmadığını göstermeye çalışan eski<br />

oyuncuların yetenekleri ile şov yaptığı<br />

filmlere göz atalım.<br />

İki hınzır adam (1993), Daha hınzır iki<br />

adam (1995) Grumpy Old<br />

Men, Grumpier Old Men<br />

Sinemanın en eğlenceli iki<br />

adamı Jack Lemmon ve<br />

Walter Matthau’nun yaşlıyken<br />

de enerjilerinden hiç bir şey<br />

kaybetmediklerini gösteren<br />

filmler, doksanların en iyi<br />

komedileri arasına rahatlıkla<br />

girer. İkinci filmde de Sophia<br />

Loren’in de kadroya katılması<br />

ile kadro genişlemişti. Kısaca<br />

film birbirleri ile geçinemeyen<br />

kapı komşusu iki ihtiyarın mahalleye<br />

taşınan kadına aşık olup birbirleri ile<br />

rekabete girmesini anlatır. Sürekli birbirlerine<br />

sataşan ikili komik durumlara<br />

düşmekten kurtulamaz. Bu vesile ile rahmetli<br />

Lemmon ve Matthau’yu da anmış<br />

olalım.<br />

Güle Güle (2000)<br />

Ülkemizde de bu tarz filmlere çok güzel<br />

bir örnek var. Eşref Kolçak, Zeki<br />

Alasya, Metin Akpınar, Yıldız Kenter,<br />

Şükran Güngör gibi sinema ve tiyatromuzun<br />

en büyük isimlerini bir araya<br />

getiren yapımı Zeki Ökten yönetmiştir.<br />

60 yaşın üstünde, Bozcaada’da yaşan<br />

beş arkadaşın öyküsünü konu alan film,<br />

kanser olan arkadaşları Galip (Metin<br />

Akpınar)’in hiç görmediği platonik aşkı<br />

Kübalı Rosa’ya ulaşması için banka soymaya<br />

karar vermelerini anlatır. Mendilleri<br />

hazır etmeden izlemeyin.


Uzay kovboylari (2000)<br />

Space Cowboys<br />

Gene tam bir yaşlılar geçidi olan<br />

filmin yönetmenliğini de yapan Clint<br />

Eastwood’un yanında Tommy Lee Jones,<br />

Donald Sutherland, James Garner, James<br />

Cromwell, William Devane gibi pek çok<br />

eski yıldız oyuncu bulunuyor. Bir Rus<br />

uydusunda hata meydana gelir ve sistemin<br />

Amerikalı bir mühendis tarafından<br />

yapıldığı anlaşılır. Nasa sistemin mühendisi<br />

Frank Corvin’e ulaşarak tamir etmesini<br />

ister ancak Frank 40 yıl önce ekibi<br />

ile uzaya gidecekken Nasa tarafından<br />

kapı dışarı edilmiştir. Frank’in tek koşulu<br />

eski ekibin toplanmasıdır. Böylece 40 yıl<br />

önceki hayallerini gerçekleştirip uzaya<br />

çıkabileceklerdir.<br />

Simdi ya da asla (2007)<br />

The Bucket List<br />

Rob Reiner’ın yönettiği yapımda başrolleri<br />

Jack Nicholson ve Morgan Freeman<br />

paylaşıyor. Kanser hastaları multimilyoner<br />

Edward Cole ve mekaniker Carter Chambers<br />

hastanede odalarını paylaşırken bir<br />

plan yaparlar ve ölmeden önce yapmak<br />

istedikleri eyleri başarabilmek için hastaneden<br />

kaçarlar. Bu yolculukta dostluk,<br />

arkadaşlık ve hayattan zevk almanın ne<br />

demek olduğunu öğrenirler.<br />

The Maiden Heist (2009)<br />

Peter Hewitt’in yönetip Christopher<br />

Walken, Joseph McKenna, Wynn Everett,<br />

Joseph McKenna gibi ünlü oyuncuların<br />

rol aldığı yapımda üç müze görevlisinin<br />

gönül bağı kurdukları bir koleksiyonun<br />

başka bir müzeye gittiğini öğrenince çalmak<br />

için harekete geçmelerini anlatır.<br />

Tabii ki hırsızlıkla ilgili hiçbir şey bilmeyen<br />

üçlü komik ve zorlu durumlarla<br />

karşılaşacaklardır.<br />

Cehennem melekleri (2010 - 2012 - 2014)<br />

The Expendables<br />

80’lerde patlama yapıp etkisini 90’lar<br />

ortasına kadar sürdüren aksiyon filmlerinin<br />

unutulmaz oyuncularının hep beraber<br />

rol aldığı ve o zamanın çocukları<br />

tarafından coşkuyla karşılanmış bir<br />

seri. Şimdi buraya tüm ünlüleri yazmaya<br />

kalksak başka bir yazıya yer kalmaz.<br />

Sadece Sylvester Stallone’dan Arnold<br />

Schwarzenegger’e, Jet Li’den Jason<br />

Statham’a, Dolph Lundgren’den Mickey<br />

Rourke’a yaşını başını almış sayısız<br />

aksiyon yıldızının olduğunu söyleyelim<br />

yeter. Cehennem Melekleri’nin en büyük<br />

başarısının sadece bu yıldızları toplayıp<br />

bir hikayede sunmak değildir, aynı zamanda<br />

eski aksiyon ruhunu taşıyan bir<br />

seri çıkarmış olduklarını da belirtmekte<br />

fayda var.<br />

Eski Dostlar (2012)<br />

Stand Up Guys<br />

Al Pacino, Christopher Walken ve Alan<br />

Arkin gibi üç usta oyuncuyu bir araya<br />

getiren yapımın yönetmenliğini ise<br />

Fisher Stevens üstlenmiş. Yaşını almış<br />

üç kanununsuz eski ekibi bir araya getirip<br />

son bir vuruş yapmak isterler. Ancak<br />

aralarından birinin gizli bir görevi vardır,<br />

o da arkadaşlarından birini öldürmek.<br />

Hesaplasma Zamani (2013)<br />

Grudge Match<br />

Film sadece Robert De Niro, Sylvester<br />

Stallone ve Kim Basinger’ı bir araya<br />

getirmekle kalmaz ayrıca sinema tarihinin<br />

en haşin sorularından birine de


cevap arar “Rocky mi döver yoksa Raging<br />

Bull’un Jake La Motta’sı mı?” En iyi<br />

boks filmlerinin iki büyük aktörünü bir<br />

araya getiren yapım sürekli eski filmlere<br />

gönderme yaparken aynı zamanda<br />

farklı bir film olduğunu da unutmaz.<br />

Henry “Razor” Sharp ve Billy “The<br />

Kid” McDonnen 30 yıl önce birbirlerine<br />

rakip iki boksördür. Tam birbirleri ile<br />

karşılaşacaklarken Razor boksu bırakır<br />

ve bu karşılaşma rafa kalkar. Billy,<br />

Razor’ın kız arkaaşı ile yatmış ve onu<br />

hamile bırakmıştır. Aradan 30 yıl geçtikten<br />

sonra iki boksör parasal güçlükler<br />

ve aralarındaki rekabet nedeni ile son<br />

bir kez ringe çıkmaya karar verirken<br />

aralarındaki ilişkiyi de tekrar gözden<br />

geçirmeleri gerekir(Dip not: Rocky Forever).<br />

Kaçış Planı (2013)<br />

Escape Plan<br />

The Expendables’ın gişe başarısı<br />

ve Arnold&Sly filmlerini seyircinin<br />

daha çok görmek istemesi ile ortaya<br />

çıkan kaçış planı bir hapishane filmi.<br />

Stallone’un canlandırdığı Ray Breslin<br />

hapishanelerden kaçılmaması için<br />

içeri girip güvenliği denetleyen bir suç<br />

uzmanıdır. Son girdiği hapishanede ise<br />

işler pek de yolunda gitmez ve gerçekte<br />

neden burada olduğunu geç de olsa<br />

anlayacaktır.


BORDO BERELİL<br />

Bordo Bereliler Suriye<br />

filminin başrolünde<br />

oynayan Cenk Ertan<br />

ve Sedat Mert<br />

hem Türk ordusuna<br />

duydukları sevgiyi hem<br />

de filmin çekimlerinde<br />

yaşadıkları sıradışı<br />

tecrübeleri bizle<br />

paylaştılar.<br />

SEDAT<br />

MERT<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Son dönemde Türk sineması<br />

askeri filmlerin iş yaptığını anladığı<br />

için bir kaç film üretti. Halbuki bir ulus<br />

sineması olarak bu ülkenin kendi<br />

politikalarını ve tarihini anlatmak bu<br />

sektörün sorumluluğu. Hollywood’tan<br />

Güney Kore’ye kadar bütün ülke<br />

sinemalarının bakış açısından tarihi<br />

ve millet olma bilincini seyrettik. Artık<br />

bizim zamanımız. En büyük umudum<br />

bu tür filmlerin çekilmesinin<br />

sadece iş yaptığı için geçici bir heves<br />

olmaması. Sinemamızın yaratıcıları bu<br />

tür yapımları daha bilinçli çekmeli ve<br />

senaryolarının üzerine kafa yormalı.<br />

Bu ay vizyona giren Bordo Bereliler<br />

Suriye filminde Yüzbaşı Mehmet’i<br />

oynayan Cenk Ertan ve komando<br />

Fikret’i canlandıran Sedat Mert<br />

sorularımızı cevapladı.<br />

Senaryoyu okuduğunuzda rolle<br />

ilgili ne düşündünüz?<br />

CENK ERTAN: Senaryoyu ilk<br />

okuduğumda hikayeden çok etkilendim.<br />

Mehmet karakterine bayıldım.<br />

Bana bu rol teklif edilmesinden


ERE HAYRANIZ<br />

dolayı gurur duydum onur duydum.<br />

Hep orduya, TSK’ya ve Bordo Berelilere<br />

karşı merakım vardır. Hikaye<br />

çok akıcı baştan sona heyecan dolu.<br />

Senaryoyu bir solukta okudum çok<br />

beğendim.Ve ben bu filmde olmak istiyorum<br />

demiştim.Kısmet oldu Yüzbaşı<br />

Mehmet’i oynuyorum. Film çekimleri<br />

bitmek üzere İnşallah hepimiz için güzel<br />

olur.<br />

SEDAT MERT: Harika bir deneyim<br />

yaşayacağımı düşündüm;<br />

Mehmetçiğimiz ’in kahramanlık hikayesini’’<br />

anlatan bir proje adına telefonumun<br />

çalması senaryoyu okumayı<br />

kabul etmemde ayrı bir motivasyon<br />

oldu. Yönetmen koltuğunda Erhan<br />

Baytimur’un oturuyor olması da içimi<br />

rahatlattı. Oynadığım rol Fikret karakteri<br />

ise özünde tam bir Anadolu insanı;<br />

hayatı tiye alan, delidolu mizacıyla<br />

takım arkadaşlarının neşesi, tam bir<br />

vatansever ve aldığı insanüstü askeri<br />

eğitim sonucunda dünyanın da önünde<br />

saygıyla eğildiği bir Bordo Bereli Türk<br />

Askeri. Bütün bu özellikler; karakterin<br />

derinliği olan, kontrastları, renkleri<br />

çıkabilen harika bir deneyime doğru<br />

gittiğimi hissettirdi. Menajerim sevgili<br />

Velhan Çantay’la da ortak kararımızı<br />

verdik ve rolü kabul ettim .Fikret’in<br />

sahnelerini okudukça karakterin film<br />

içinde ki yakın dövüş ve silahlı çatışma<br />

aksiyonlarını domine edecek olması<br />

,rolün doğaçlamaya açık olması ve<br />

filmin akışında farklı sahnelerde ki<br />

psikodrama bağlı sözlü sözsüz duygu<br />

geçişleri bir aktör olarak sınırlarımı<br />

,potansiyelimi zorlayacak rollerin<br />

arayışında olan beni, heyecanlandırdı.<br />

Fikret karakteri bu filmin bıçak sırtı<br />

rolü… aslında hikâyenindi omurgası.<br />

Filmin çekimleri nasıl geçti, zorlayan<br />

sahneler var mı?<br />

CENK<br />

ERTAN


CENK ERTAN: 3 haftadır operasyondayız. Film<br />

için dövüş dersleri aldım hala sette de almaya<br />

devam ediyorum. Çok zor şartlarda çalışıyoruz.<br />

Vatanımızı koruyan arkadaşlarımızın neler<br />

çektiğini ne zor görevlerde olduklarını bu film<br />

çekimlerinde. Bordo Berelilerimizin yaptığı operasyonla<br />

aynısı olmaz bu bir film çekimi. Patlayan<br />

bombalar silahlar sahte bunu bilmenin<br />

rahatlığıyla yapıyoruz rolümüzü. Çekimlerimiz<br />

zor geçiyor ama bu zor şartlarda vatanımızı<br />

koruyan askerimizin polisimizin bordo berelilerimizin<br />

ki daha zor. Allah onlara yardım etsin.<br />

Bizde elimizden geldiğince gerçekçi olmaya<br />

çalışıyoruz. Umarım beğenilir. Emeğimizin<br />

karşılığını görürüz.<br />

SEDAT MERT: Filmin çekimleri oldukça yoğun,<br />

zorlu ve tatmin edici geçti. Senaryoyu almam<br />

rolü kabul etmem ve sete inmem oldukça hızlı<br />

oldu. Role hazırlık imkanım zaman olarak<br />

kısıtlıydı, karakteri içselleştirmek adına yüksek<br />

konsantrasyon gerekiyordu ve her şey o an<br />

sahne çekilirken hayat bulacaktı buda büyük<br />

bir heyecan yarattı, özellikle işkence sahneleri<br />

performans adına çok dikkat edilmesi gereken<br />

planlardan oluşuyordu. Sahneyi çekeceğimiz<br />

mekanın ve iklim şartlarının çok kötü olması;<br />

işin samimiyeti ve gerçekliği anlamında beni<br />

motive etti. Özellikle sıfırın altında derecelerde<br />

yarı çıplak olarak askıda bağlı sabahladığımız<br />

sahnelerde ve öncesinde 3 saat süren yara<br />

makyajlarını da işin içine katarsak büyük bir<br />

emeğin olduğu aşikar.<br />

Senaryosu zor karamsar bir film psikolojik<br />

durumunuz ne durumda?<br />

CENK ERTAN: Psikolojimde sorun yok.Daha<br />

çok bedensel bir yorgunluk var.Çekimler çok zor<br />

geçti.Yorucu geçti.Soğukta bununla birleşince<br />

bedensel olarak baya yorulduk ama gerçekten<br />

yapan arkadaşların neler hissetiklerini anlayabildik.<br />

Onlar kadar zor olmasa da hava koşulları<br />

soğuk bizide etkiledi. Zihnene fit durumdayım<br />

bedensel yorgunlar geçer.Güzel bir proje ve<br />

güzel bir film olacak. Bütün ekip canla başla<br />

yüreğini ortaya koyarak çalıştı.Çok güzel bir iş<br />

çıkacağına inancım sonsuz.<br />

SEDAT MERT: Başta da söylediğim gibi zaten<br />

hali hazırda toplum olarak, ulus olarak psikolojimizin<br />

yara aldığı bir dönemden geçiyoruz.<br />

Böyle bir dönemde Mehmetçiğimizin hikayesini,<br />

derdini, onunla empati kurarak beyaz perdeye<br />

yansıtıyor olmak bir nebzede olsa iyi hissettiriyor.<br />

Çatışma sahnelerinin kamera arkası merak<br />

edilir hep neler yaşandı o sahnelerde?<br />

CENK ERTAN: Çatışma sahnelerimiz sorunsuz<br />

geçti. Gerçek silah kullanmadığımız için bir<br />

problem yaşamadık. Hepimiz birer erkek olarak<br />

bu tür sahneleri ve bu tür oyunları çok severiz<br />

ve çok eğlendik çekerken. Bombalar patladı ve<br />

bütün ekibin güvenliği en üst seviyede alındı.<br />

SEDAT MERT: Ben oynarken çok keyif<br />

aldım. Oyuncu olarak sahnelerin gerçekliğini<br />

yansıtabilmiş olmak, yönetmenim Erhan<br />

Baytimur’u her plan sonrası keyifli görmek, hep<br />

bir sonraki sahneye motivasyon sağladı. Özel-


likle çatışma sahnelerinin yönetmenimizin güzel<br />

bir imzası olduğunu düşünüyorum.<br />

İzleyiciyi nasıl bir film bekliyor?<br />

CENK ERTAN: İzleyiciyi baştan sona aksiyon<br />

dolu bir film bekliyor.Soluksuz izleyecekleri bir<br />

film oldu. Aksiyon hiç durmuyor. Arada tabiî ki<br />

Bordo Berelilerin aile yaşamları, dostluk ilişkileri<br />

ve aşk ilişkileri de mevcut. Aksiyonun duygularla<br />

harmanlaştığı güzel bir film izleyecekler.<br />

SEDAT MERT: Tüm ekibin gönülden özveri ile<br />

çalıştığı, samimiyetle çekilen ve etkileyici sahnelerin<br />

olduğu özel bir film olduğunu düşünüyorum.<br />

Ülkemizin ve Mehmetçiğimizin yaşadığı bu zorlu<br />

günleri beyaz perdeye aktarmak çok önemli.<br />

Bunda da bu yola çıkan yapımcılarımızın ilk<br />

filmlerinde bunu yansıtmak için ellerinden geleni<br />

yaptıklarına inanıyorum.<br />

Bugüne kadar izlediğiniz en iyi çatışma sahnesi<br />

hangi filmdeydi?<br />

CENK ERTAN: Savaş filmlerinde en çok<br />

sevdiğim film Kara Şahin düştü. İkinci sırada<br />

İnce Kırmızı Hat üçüncü sırada Full Metal Jacket<br />

var. Bu filmlerden etkilendim. Hala ara ara<br />

izlerim hepsini.<br />

SEDAT MERT: Savaş filmleri içerisinde çatışma<br />

sahnesi olarak ilk aklıma gelen tabiki; Robert<br />

Rodat tarafından yazılan, Steven Spielberg<br />

imzalı Er Ryan’ı Kurtarmak filminin intro sahnesi…diyebilirim…


HER TÜRK<br />

ASKER DOĞAR!<br />

Militarizm; kabaca tabir etmek gerekirse,<br />

ordu gücünün ön plana<br />

çıkarılması manasına gelmektedir.<br />

Sinemaya yansıyışı ise, çoğu<br />

zaman ülkelerin yapmak istediği<br />

propagandayı da beraberinde getirir.<br />

n Militarizm; kabaca<br />

tabir etmek<br />

gerekirse, ordu<br />

gücünün ön plana<br />

çıkarılması manasına<br />

gelmektedir. Sinemaya<br />

yansıyışı<br />

ise, çoğu zaman ülkelerin yapmak<br />

istediği propagandayı da beraberinde<br />

getirir. Özellikle Hollywood’un sık sık<br />

başvurduğu ve Amerikan Ordusu’nu<br />

övmek maksadıyla ortaya koyduğu<br />

ürünler, savaşa teşvik ettiği gerekçesiyle<br />

taraflı-tarafsız büyük bir kesim tarafından<br />

eleştiriye maruz kalmaktadır.<br />

Gelgelelim ki militarist sinemanın<br />

ülkemize yansıyışı da en az muadilleri<br />

kadar propagandist. Şöyle dönüp<br />

arkamıza baktığımızda, özellikle Kıbrıs<br />

Barış Harekâtı’nın olduğu yıllarda sıkça<br />

başvurulan ve Yunan Ordusu’na karşı<br />

POLAT ÖZİŞ


alınan zaferleri beyazperdeye taşıyan<br />

militarist sinema, günümüzde ise<br />

hükümetlerin günlük siyasetine göre<br />

şekillenmektedir. Özellikle son birkaç<br />

yıldır artan ve Dağ 2’nin gişede elde<br />

ettiği başarıdan sonra daha da artması<br />

muhtemel olan militarist filmler, kimi<br />

zamanda epik kahramanlık örnekleri<br />

olarak karşımıza çıkmaktadır. Çanakkale<br />

yahut Kurtuluş Savaşı’nı merkezine alan<br />

ve Türk Askeri’ne yapılan övgüyü dile<br />

getiren bu filmler, propagandadan çok<br />

yaşanmış tarihi bir olayı, kahramanlık<br />

çerçevesi altında vermesiyle türevlerinden<br />

ayrılabilmektedir.<br />

Malum, Alper Çağlar’ın yönetmenliğini<br />

yaptığı Dağ 2, deyim yerindeyse 2016<br />

yılının son aylarına damga vurdu.<br />

Bordo Berelileri odak noktasına alan<br />

filmin, gişede elde ettiği başarı militarist<br />

yapımların atacağı adımların da önünü<br />

açmış gibi duruyor. Nitekim önümüzdeki<br />

aylarda televizyon ekranlarına gelecek<br />

olan 3 adet Bordo Bereli dizisinin<br />

tanıtımları dönmeye başladı bile. Beyazperdede<br />

ise, Bordo Bereliler Suriye<br />

isimli film, nisan ayında izleyicisiyle<br />

buluşmaya hazırlanıyor. Her ne kadar<br />

militarizm, karşısında durduğumuz<br />

bir kavram olsa dahi, onun sinemaya<br />

yansıyışını incelemekte yarar var. Dilerseniz,<br />

ülke sınırları içerisinde çekilmiş<br />

ve hala hafızlarımızda yer eden militarist<br />

filmlere hep birlikte göz atalım.<br />

Kaybedilen Topraklar: Irak, Filistin, Suriye…<br />

Özellikle son dönemde üretilen militarist<br />

sinema örneklerinde, hükümetin<br />

güncel politikalarından kesitler görmek<br />

mümkün. Bu nedenle Türk Askeri’ni<br />

Irak’ta, Suriye’de yahut Türkiye’nin<br />

doğusundaki bir dağda çatışırken görebilmekteyiz.<br />

Dilerseniz lafı uzatmadan<br />

son dönemde üretilen bu filmlerle sizi<br />

baş başa bırakalım.<br />

Kurtlar Vadisi Irak (Serdar Akar - 2006)<br />

Kurtlar Vadisi’nin 97 bölümlük orijinal<br />

serisi son bulmuş, ekip hiç hız kaybetmeden<br />

kendini beyazperdeye<br />

taşımıştı. Malum, o dönemde<br />

Irak’ta başına çuval geçirilen<br />

Türk Askeri’nin akıbeti oldukça<br />

gündemi meşgul etmekteydi.<br />

Nitekim diziden de<br />

alışkın olduğumuz şekilde<br />

Kurtlar Vadisi senaristleri,<br />

bir kez daha gündemle paralel<br />

gitmeyi seçmiş ve ana<br />

tema olarak da kendilerine<br />

bu konuyu belirlemişlerdir.<br />

Polat Alemdar ve ekibinin, Türk<br />

Askeri’nin başına çuval geçiren “Derin<br />

Amerika”dan intikam almak için Irak’ın<br />

yolunu tutması; aksiyon ve şiddetin bol<br />

olduğu, aynı zamanda nefret söylemlerinin<br />

de oldukça revaçta olduğu bir<br />

filmi huzurlarımıza getirmektedir. Necati


Şaşmaz, Gürkan Uygun ve Billy Zane’in<br />

başrolleri paylaştığı film, o döneme<br />

kadar sinemaya yaptığı özgün işlerle<br />

karşımıza gelen Serdar Akar imzasını<br />

taşımaktadır.<br />

Nefes: Vatan Sağolsun<br />

(Levent Semerci – 2009)<br />

Üst düzey çekim sahneleri ve izleyici de<br />

yarattığı gerilim dozajıyla hafızalarımızda<br />

yer eden Nefes: Vatan Sağolsun, Irak<br />

sınırında yer alan Karabal Tepesi’ndeki<br />

bir jandarma karakolunu korumakla<br />

görevli bir yüzbaşı ve onun emrindeki<br />

kırk askerin hikâyesini konu almaktadır.<br />

Realist biçemi ve diyaloglarıyla<br />

vuruculuğunu yukarılara taşıyan film,<br />

aynı zamanda Türkiye’nin doğusunda<br />

asker olmanın ne denli büyük bir<br />

psikolojik savaşı beraberinde getirdiğini<br />

de açıkça resmetmektedir. Başından<br />

sonuna dek, askerlerin yaşantısına ışık<br />

tutan ve finalinde vuku bulan etkileyici<br />

savaş sahnesiyle arz-ı endam eden<br />

Nefes: Vatan Sağolsun, yer yer gerçekleri<br />

tokat gibi yüzümüze vurmanın<br />

yanı sıra git gide artan aksiyonuyla da<br />

sinemamızın etkileyici savaş filmlerinden<br />

biri olarak tarihtekini yerini almıştır.<br />

Dağ (Alper Çağlar – 2012)<br />

Askerde komutanlarına çektirmesiyle<br />

adından söz ettiren ve adeta arızanın<br />

sözlük karşılığı olan Keçiörenli Bekir ile<br />

kısa dönem için askere gelen Oğuz’un<br />

hikâyesi, en başta kavga gürültüyle<br />

başlasa da, yaşadıkları ve gördükleri bu<br />

iki ismin sıkı sıkıya birbirine kenetlenmesine<br />

olanak sağlayacaktır. Alışılmışın<br />

dışındaki kurgusuyla henüz ilk<br />

dakikalarında farkını ortaya koyan Dağ,<br />

farklı kültürlerden gelen iki gencin hayatta<br />

kalmak için omuz omuza vermesini<br />

konu alırken; dramatik yapısını oldukça<br />

gerçekçi bir anlatı üzerine kurması ise<br />

filmin başından sonuna dek zevkle takip<br />

edilmesine olanak sağlamaktadır. Paralel<br />

ilerleyen kurguda, bir yandan birbirinin<br />

tamamen zıttı olan bu iki gencin<br />

çatışmasına tanıklık ederken bir yandan<br />

da mahsur kaldıkları dağdan kurtulma<br />

çabasına şahitlik etmekteyiz. Hem savaş<br />

sahneleri ile hem de diyaloglarıyla başlı<br />

başına bir askerlik filmi olan Dağ, Alper<br />

Çağlar’ın gümbür gümbür gelen ayak<br />

seslerinin de ilk habercilerinden olma<br />

niteliği taşımaktadır.<br />

Dağ 2 (Alper Çağlar – 2016)<br />

Herhangi bir sinema salonuna<br />

gittiğinizde, sulu zırtlak komedilerin<br />

ya da nadir durumlarda da cinlerin ele<br />

geçirdiği korku filmlerinin kapalı gişe<br />

oynadığına tanıklık etmişsinizdir. Nitekim<br />

bu iki tür dışında, sinema salonlarını<br />

ayakta tutan bir üçüncü yerli tür maalesef<br />

ki yok. Daha doğru tanımlamak gerekirse<br />

yoktu. 2016’nın sonlarına doğru<br />

vizyona giren Dağ 2, çıkardığı başarılı ve<br />

farklı reçeteyle izleyiciyi salona çekmesi


muhtemel bir üçüncü türü de doğurmuş<br />

durumda. Keza Dağ 2, basit bir militarizm<br />

filmden öte, başarıyla çekilmiş<br />

savaş sahneleri ve her daim diri tuttuğu<br />

heyecanı ile üst düzey bir aksiyon filmi<br />

olmayı başarıyor. Buna ek olarak, ilk<br />

filminden tanıdığımız Bekir ile Oğuz’un<br />

git gide güçlenen dostluğunun da paralel<br />

kurgu şeklinde verilmesi, hikâyenin seyir<br />

zevkine pozitif anlamda katkı sağlıyor.<br />

Başından sonuna dek doğru tasarlanmış<br />

ve uygulanmış bir şablon üzerine kurulu<br />

olan Dağ 2, 3.588.959 kişi tarafından<br />

izlenerek de vizyon macerasını başarıyla<br />

sonlandırmıştır.<br />

Yavru Vatan: Kıbrıs<br />

Malum, militarist filmler çoğu zaman propaganda<br />

aracı olarak kullanılmakta. Nitekim<br />

70’li yıllara doğru uzandığımızda,<br />

gündemi meşgul eden en önemli<br />

hadisenin de Kıbrıs’ta yaşanan olaylar<br />

olduğunu görmekteyiz. Ayşe henüz tatile<br />

çıkmadan önce ortaya konulan bu filmler<br />

ise, halkın gözünde Türk’ün gücünü<br />

ve olası bir savaş durumunda yapabileceklerini<br />

hatırlatması amacından oldukça<br />

önemli bir yerde durmaktadır. Dilerseniz,<br />

Türk Askeri’nden önce Kıbrıs’a<br />

çıkartma yapan filmlere hep birlikte göz<br />

atalım.<br />

Şehitler (Çetin İnanç – 1974)<br />

Daha öncesinde Kıbrıs’ta görevli olan<br />

Üsteğmen Kemal’in gizli bir görev için<br />

yeniden Yavru Vatan’a gönderilmesi ve<br />

tam bu zaman diliminde yükselen Türk-<br />

Rum gerilimini odak noktasına alan<br />

Şehitler, şiddetli bir şekilde gelişen<br />

ırkçı söylemleri de beraberinde getirmektedir.<br />

Türk Askeri’ne yapılan övgü ile<br />

hafızlarda yer eden hikâye, yer yer ucuz<br />

bir avantür film hüviyetine bürünse de<br />

militarist sinema örnekleri arasında<br />

da kendine yer bulabilmektedir. Nitekim<br />

başından sonuna dek, Türk-Rum<br />

çekişmesini nefret söylemleriyle anlatan<br />

ve bunu çatışma sahneleriyle<br />

süsleyen Şehitler; aksiyonun bir an<br />

olsun azalmadığı bir yapım olarak da<br />

hatırlanmaktadır. Sinemamızın nevi<br />

şahsına münhasır isimlerinden Çetin<br />

İnanç’ın yönetmen koltuğunda oturduğu<br />

filmin başrolünde ise Tamer Yiğit yer<br />

almaktadır.<br />

Önce Vatan (Duygu Sağıroğlu – 1974)<br />

Asker olmaktan ve o üniformayı<br />

taşımaktan onur duyan Teğmen<br />

Yavuz’un hikâyesi, Kıbrıs Türklerini<br />

Rumlara karşı silahlandırmak ve<br />

teşkilatlandırmak adına Yavru Vatan’a<br />

gitmesiyle başlamaktadır. Bu dakikadan<br />

itibaren, çekildiği dönemin oldukça üzerindeki<br />

savaş sahneleriyle arz-ı endam<br />

eden Önce Vatan, bir yandan da Teğmen<br />

Yavuz ile Kıbrıs Türk’ü Zeynep arasında<br />

yaşanan yakınlaşmayı huzurlarımıza<br />

getirmektedir. İlk dakikasından son<br />

dakikasına kadar Türk Askeri’ne olan


övgüyü dile getiren ve bu üniformayı<br />

taşımanın şanlı bir görev olduğunu<br />

defaatle irdeleyen Önce Vatan, dramatik<br />

yapısının yanı sıra ilgi çekici çatışma<br />

sahneleriyle de adından söz ettirmeyi<br />

başarmıştır. Duygu Sağıroğlu’nun<br />

yönetmenliğini yaptığı, Cüneyt Arkın<br />

ve Fatma Girik gibi isimlerin başrolü<br />

paylaştığı film, kabarttığı milli duygularla<br />

da öne çıkmaktadır.<br />

Sezercik Küçük Mücahit<br />

(Ertem Göreç – 1975)<br />

Öz babasının, o doğmadan şehit olması<br />

ve annesinin de akıl hastanesine<br />

düşmesi sebebiyle, çocuğu olmayan<br />

başka bir aile tarafından yetiştirilen<br />

Sezer, tüm bunlardan habersiz yükselen<br />

Türk-Rum gerilimin ortasında<br />

kalmış bir çocuktur. Kendisine sahip<br />

çıkan aileyle mutlu bir hayat sürmeye<br />

çalışsa da, Kıbrıs’ın o dönemki politik<br />

gerginliğinden nasibini alan Sezer;<br />

Rum çetelerin acımasız tarafıyla küçük<br />

yaşında yüzleşmek durumunda kalırken,<br />

teselliyi ise Türk Askeri’nin güçlü<br />

duruşunda bulacaktır. Bu dakikadan<br />

itibaren Küçük Mücahit olarak anılmaya<br />

başlayan ve kendisini bir anda Kıbrıs<br />

Savaşı’nın ortasında bulan Sezer, bir<br />

yandan da onu doğuran annesini bulmaya<br />

çalışacaktır. Bir çocuk gözünden,<br />

o dönem yaşananları aktarma yolunu<br />

seçen Sezercik Küçük Mucahit; başından<br />

sonuna dek takındığı ve sürekli olarak<br />

dile getirdiği asker sevgisinden ötürü<br />

militarist olarak adlandırabileceğimiz<br />

bir film. Yönetmenliğini Ertem Göreç’in<br />

yaptığı, başrollerini ise Sezer İnanoğlu,<br />

Orçun Sonat ve Perihan Savaş’ın<br />

paylaştığı film, Kıbrıs Çıkartması’ndan<br />

bir yıl sonra Yavru Vatan’da çekilmiştir.<br />

Vatan Savunması: Kurtuluş Savaşı ve<br />

Çanakkale<br />

Her ne kadar uzun yıllardır bu<br />

coğrafyada yaşayan bir kavim olsak<br />

da Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişi<br />

çok uzun yıllara dayanmamaktadır.<br />

1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk<br />

önderliğinde kurulan Cumhuriyet, temellerinin<br />

atılması için birçok kanlı ve<br />

ağır savaşı da beraberinde getirmiştir.<br />

Bunların içinde kuşkusuz, 1.Dünya<br />

Savaşı sırasında gerçekleşen ve<br />

Atatürk’ün önderlik ettiği Çanakkale<br />

Savaşı tarihimizin en önemli hadiselerinden<br />

birini temsil etmektedir. Nitekim<br />

orada kazanılan zafer, Türk milletinin<br />

özgürlük umutlarını diri tutarak,<br />

Kurtuluş Savaşı’na daha bir özgüvenle<br />

sarılmalarına olanak sağlamıştır. Böylesi<br />

büyük iki büyük savaşın vuku bulması<br />

ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini<br />

atan en önemli iki olay oluşu da yıllar<br />

yılı beyazperdede karşımıza çıkmaktadır.<br />

Dilerseniz, Türk Askeri’ne övgünün<br />

ön plana çıkarıldığı ve epik olarak da<br />

nitelendirebileceğimiz bu filmlerin en<br />

iyilerine birlikte göz atalım.<br />

Bir Millet Uyanıyor<br />

(1966 – Ertem Eğilmez)<br />

Adıyla müsemma bir şekilde; Çanakkale<br />

ve 1.Dünya Savaşı’nın ardından bitap<br />

düşmüş Türk halkının Kurtuluş Savaşı


için yeniden dirilmesini odak noktasına<br />

alan Bir Millet Uyanıyor, milli duyguların<br />

oldukça yoğun olduğu bir film olarak<br />

da hatırlanmaktadır. Yönetmenliğini<br />

sinemamızın usta isimlerinden Ertem<br />

Eğilmez’in yaptığı film, Çanakkale<br />

Savaşı’nda taburunun neredeyse hepsini<br />

şehit vermiş şanlı 96.Alayın kalan son<br />

neferlerinin, kurtuluş ümidiyle yeniden<br />

bir araya gelmesini konu almaktadır.<br />

Davut Yüzbaşı önderliğinde ilerleyen<br />

ve Yunan’ın memleketi işgal etmesinin<br />

önüne geçmek isteyen bir grup<br />

askerin hikâyesi, başından sonuna dek<br />

kahramanlık kokan ve Türk Askeri’nin dirayetli<br />

duruşuyla başarıya ulaşacak yolun<br />

ilk adımlarını temsil etmektedir. Kartal<br />

Tibet, Münir Özkul, Atıf Kaptan, İhsan<br />

Yüce ve Erol Taş’ın başrolleri paylaştığı<br />

film, sinema tarihimizin de en önemli<br />

yapımları arasında da anılmaktadır.<br />

120<br />

(2008 - Murat Saraçoğlu&Özhan Eren)<br />

120’nin bu listedeki diğer filmlere oranla<br />

militarist unsurlarının az olduğunu en<br />

başta söylemekte yarar var. Ancak yine<br />

de orduya güttüğü methiyelerden ve<br />

mecburi de olsa savaşın peşinden gitmesinden<br />

dolayı onu bu listeye almak<br />

en doğrusu olacaktır. 1. Dünya Savaşı<br />

yıllarında, Sarıkamış’ta savaşan Türk<br />

Ordusu’na mühimmat taşıyan 12 ila 17<br />

arasındaki 120 gönüllü çocuğun hikâyesinin<br />

anlatıldığı film, şüphesiz duygusal<br />

yapısıyla hafızalara kazınmıştır. Karda<br />

kışta gencecik dimağların, savaşan Türk<br />

Askeri’ne ulaşmak için sarf ettikleri<br />

çaba, oldukça dramatik bir duruşu beraberinde<br />

getirmesinin yanı sıra zaman<br />

zaman da yükselecek milli duyguların<br />

önünü açmaktadır. Yönetmenliğini Murat<br />

Saraçoğlu ve Özhan Eren’in yaptığı<br />

filmin başrollerini Burak Sergen, Özge<br />

Özberk ve Cansel Elçin gibi isimler<br />

paylaşmaktadır.<br />

Çanakkale: Yolun Sonu<br />

(2013 – Kemal Uzun)<br />

Elde avuçtaki en iyi Çanakkale filmlerimizden<br />

biri olan Çanakkale: Yolun<br />

Sonu, keskin nişancı Muhsin’i odak<br />

noktasına alarak bu kanlı savaşa farklı<br />

bir perspektiften yaklaşmayı başarıyor.<br />

Gürkan Uygun’un destansı bir şekilde<br />

hayat verdiği Muhsin Onbaşı vesilesiyle,<br />

Çanakkale Savaşı’nı tümüyle değil<br />

yalnızca bir boyutuyla irdelemeyi seçen<br />

film, böylelikle bir belgeselden çok kurgusal<br />

şablonlara oturan bir yapım olmayı<br />

başarıyor. Bununla birlikte, Muhsin’in<br />

cesur bir şekilde düşmanla savaştığı<br />

sekanslarda filmin seyir zevkinin oldukça<br />

yukarılara taşındığını söyleyebiliriz.<br />

Militarist öğeleri bol olan ve aynı<br />

zamanda epik bir film olma özelliği de<br />

taşıyan Çanakkale: Yolun Sonu, tüm bu<br />

savaş ortamında kendine has bir aşk<br />

hikâyesi servis etmeyi ihmal etmiyor ve<br />

filme ayrı bir lezzet katmayı da başarıyor.<br />

Yönetmenliğini Kemal Uzun’un yaptığı<br />

filmde, Gürkan Uygun’a Umut Kurt ve<br />

Berrak Tüzünataç başrollerde eşlik etmektedir.


HABABAM SINIFI BiR E<br />

Hababam Sınıfı’nın Güdük Necmi’si, Süt<br />

Kardeşler’in Ramazan’ı, Üç Ahbap Çavuşlar’ın<br />

Hazım’ı, Köyden İndim Şehire’nin Gayret’i<br />

Halit Akçatepe hayata gözlerini yumdu. Türk<br />

sinemasının bir dönemi de kapandı...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Eğer dönemimizde hala Türk<br />

filmleri yabancı filmlerden daha<br />

çok seyrediliyor diye övünüyorsak<br />

bunu Halit Akçatepe gibi ustalara<br />

borçluyuz. Akçatepe öyle bir isim<br />

ki onun meslek hayatı neredeyse<br />

Türk sinemasının bütün dönemlerini<br />

kapsıyor. 1938 doğumlu olan<br />

Akçatepe daha 5 yaşındayken<br />

kamera karşısına geçmiş. Ondan sonra da bir daha<br />

mesleği bırakmamış. Düşünün şu an ismini saydığımız<br />

bütün ünlü Türk aktörlerinin Halit Akçatepe ile filmleri<br />

var. Zaten bizim sinemamızı yükselten, jönler ve aktristlerden<br />

çok yan karakterler veya karakter oyuncuları<br />

diyebiliriz. Halit Akçatepe özellikle 1960’ların sonuyla<br />

1970’lerde izleyicinin gönlünü çalan, yüreğini ısıtan<br />

ve yüzüne bir gülümseme konduran rollerle karşımıza<br />

çıktı. Zeki Alasya, Metin Akpınar, Kemal Sunal, Şener<br />

Şen, Adile Naşit, Münik Özkul, Tarık Akan ve daha<br />

sayamayacağımız birçok isimle beraber evlerimize<br />

konuk oldu , hayal dünyamıza renk kattı. O sadece<br />

güldüren bir isim değildi, filmlerinde yüreğimizi burkan<br />

bir çok da sahne vardı. Zaten Yeşilçam’ın komedisi<br />

bugünkü gibi bir komedi değildir. Daha dramatik, sosyal<br />

mesajı olan, insanı düşündüren ve duygulandıran<br />

bir komediydi. Halit Akçatepe de o kendine has naif<br />

ve duygulu performanslarıyla o dönemin bu önemli<br />

türünün yaratıcılarındandı. Birçok yönetmen gibi Ertem<br />

Eğilmez de onun bu yönünü görmüş ki, Hababam<br />

Sınıfı’nın önemli karakterlerinden Güdük Necmi’yi onun<br />

ellerine emanet etmişti. Çok farklı karakterlere büründü,<br />

Tarkan Güçlü Kahraman Kolsuz Kahramana Karşı filminde<br />

Kulke gibi çizgi dışı karakterleri de canlandırdı.


KSiLDi<br />

Özel hayatında iki kere evlenmiş ve üç kız çocuğu babası<br />

olan Akçatepe bayin damarlarındaki bir tıkanma yüzünden<br />

felç geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. Ne yazık<br />

ki iyi haber alamadık. Çok eski bir dostu, hayallerimizi<br />

renklendiren bir ağabeyi daha kaybettik. 2007 yılında<br />

Fenerbahçe’nin yüzüncü yıl şampiyonluğunda tribünde<br />

hep beraber kutlama yaptığımız Hababam Sınıfı kadrosunun<br />

içinde Halit Akçatepe de yer alıyordu. Çok sıkı Fenerli<br />

olduğunu bildiğimiz Halit Akçatepe’yi o günkü gibi bütün<br />

tribünler şu tezahüratı yaparak uğurluyoruz, “Hababam<br />

Güm Güm Güm’.


DEADPOOL 2<br />

YEPYENİ GELİYOR<br />

Aldığımız yeni<br />

duyumlara göre<br />

“Man of Steel”in kötü<br />

adamı Michael<br />

Shannon ismi,<br />

Deadpool filminin<br />

2. bölümündeki<br />

Cable karakteri için<br />

en ağır basan isim.


BURAK YARKENT<br />

n Aldığımız yeni<br />

duyumlara göre<br />

“Man of Steel”in<br />

kötü adamı Michael<br />

Shannon ismi,<br />

Deadpool filminin 2.<br />

bölümündeki Cable<br />

karakteri için en ağır<br />

basan isim. Ancak<br />

duyduklarımıza göre Shannon ismi bu<br />

karakter için düşünülen tek isim değil.<br />

Stranger Things’in yıldızı David Harbour<br />

da Cable karakteri için düşünülen bir<br />

diğer tanınmış yüz. Cable karakteri,<br />

Zazzie Beetz’in canlandıracağı Domino<br />

karakteri ile birlikte Deadpool 2’de izleyici<br />

ile buluşacak. Marvel dünyasında<br />

Cable karakterinin gerçek ismi, Nathan<br />

Christopher Summers, Cyclops’un oğlu.<br />

Cyclops, küçük yaşlarda, teknoorganik<br />

virüs yüzünden hastalanan Nathan’ın<br />

tedavi için geleceğe gitmesine izin<br />

verir. Nathan, diktatör Apocalypse ile<br />

savaşması için gelecekte Clan Aşkanı<br />

tarafından eğitilir. Cable daha sonra<br />

gelecekten şimdiki zamana geri döner.<br />

Fakat döndüğünde babasından bile<br />

yaşlı, kır saçlı bir askerdir. Tek amaçı<br />

ise Apocalypse’i öldürmektir. Apocalypse<br />

ile karşılaşana kadar Domino’nun<br />

yanında çalışan Cable, ilk önce X-Force’a<br />

sonra da X-Men’e katılır.<br />

Marvel, Cable ve Deadpool’u 2004 yılında<br />

takipçileri ile buluşturdu. 50 defa basılan<br />

mecara serisi Marvel sevenleri tarafından<br />

çok beğenildi. Deadpool 2, comicbook.<br />

com’un haberine göre 5 üzerinden aldığı<br />

4.23’lük derece ile dalında en çok merakla<br />

beklenen 4. film durumunda.<br />

Marvel’in belki de en sıradışı kahramanı<br />

olan Deadpool özel kuvvetlere bağlı eski<br />

asker Wade Wilson’un, üzerinde uygulanan<br />

deneyler sonucunda özel güçlere<br />

kavuşmasını, ve daha sonra da kendisini<br />

bu duruma sokan ve deyim yerinde<br />

ise hayatını altüst eden kişiyi yakalama<br />

çabasını anlatıyor.<br />

Ryan Reynolds’un Deadpool karalterini<br />

canlandırdığı filmin tanınmış diğer yüzleri<br />

ise, Morena Baccarin, Ed Skrein, T.J. Miller,<br />

Gina Carano, Leslie Uggams, Brianna<br />

Hildebrand, and Stefan Kapičić.<br />

Senaryosu Paul Wernick ve Rhett Reese<br />

tarafından yazılan Deadpool 2’nin<br />

yönetmenliğini David Leitch yapıyor. İlk<br />

filmde muhteşem performansı ile izleyici<br />

ve eleştirmenlerden tam not alan Ryan<br />

Reynolds ise tekrardan Deadpool olarak<br />

karşımızda olacak.


TÜRK SİNEMASININ<br />

KOMEDİ<br />

FABRİKASI<br />

PINAR KARAHAN<br />

n BKM’nin merakla<br />

beklenen yeni filmi<br />

Kolonya Cumhuriyeti<br />

21 Nisan’da seyircisiyle<br />

buluşuyor.<br />

Yapım, ‘Dedemin Fişi’,<br />

‘Çarşı Pazar’ gibi<br />

komedi filmlerinin<br />

senaristi Murat Kepez’in yönetmenliğini<br />

üstleneceği ilk uzun metraj sinema filmi.<br />

Çağlar Çorumlu, Uğur Bilgin, Büşra Pekin,<br />

Mahir İpek, Ersin Korkut gibi sevilen<br />

oyuncuların yer aldığı filmin çekimleri<br />

Muğla Dalaman, Akyaka ve Köyceğiz’de<br />

yapıldı.<br />

Absürt komedi türündeki yapımda, dünyaya<br />

inen bir uzaylı konfetiler eşliğinde<br />

bayram havasında karşılanıyor. Kolonya<br />

bölgesine iniş yapan uzay aracı,<br />

yanlışlıkla top ile vurulup hurdaya<br />

dönünce haliyle ortalık karışıyor. Uzaylı<br />

dost, “Ben eve nasıl döneceğim?” diyerek<br />

hırçınlaşmaya başlayınca bayram havası<br />

bozuluyor.<br />

BKM, ‘Kolonya Cumhuriyeti’ ile yine çok<br />

iddialı... Bu iddiası da boşuna değil. Kısa<br />

sürede imzasını attığı tam 44 filmlik bir<br />

arşivi var. Birçoğu, Türkiye’de ‘En çok<br />

izlenen filmler’ listesinde.<br />

BKM (Beşiktaş Kültür Merkezi), 2015<br />

yılında, 20. yıllarında yayınladıkları<br />

kitabın adını ‘Hayalciler Birliği’ koydu.<br />

Türk sinemasının<br />

komedi fabrikası<br />

BKM’nin (Beşiktaş<br />

Kültür Merkezi) yeni<br />

filmi ‘Kolonya Cumhuriyeti’<br />

21 Nisan’da<br />

vizyona giriyor. Film<br />

vesilesiyle, BKM’nin<br />

tarihine ve film<br />

arşivine bir yolculuk<br />

yapmak şart oldu.


Bu öylesine seçilmiş bir isim değildi<br />

elbette... BKM, yazar ve genç tiyatrocu<br />

Yılmaz Erdoğan ile deneyimli tiyatro<br />

yöneticisi Necati Akpınar’ın hayallerini<br />

birleştirmesiyle, 1 Kasım 1994 tarihinde<br />

Beşiktaş’taki eski Mıstık Sineması’nın<br />

tiyatro salonuna dönüştürülmesiyle kuruldu.<br />

Kurucular salona kendi isimlerini<br />

vermedi. Halka ait olmasını istediler. Bu<br />

yüzden de hala birçok kişinin belediyeye<br />

ait olduğunu sanmasına yol açan<br />

‘Beşiktaş Kültür Merkezi’ ismini verdiler.<br />

Salonun restorasyonu, usta oyuncu<br />

Nejat Uygur’un, 3’ün 1’i oyununun turne<br />

gelirini bağışlamasıyla yapılabildi.<br />

Türk televizyonlarının efsane programı<br />

Olacak O Kadar’da çalışırken tanışan<br />

Erdoğan ve Akpınar, pek iş planı yapan<br />

tiplerden değildi. Hayal kurup bu hayalin<br />

peşine düşüyorlardı. Daha sonra,<br />

aralarına Erdoğan’ın kalemine güvenen<br />

oyuncu Demet Akbağ da katılınca kemik<br />

kadro oluşmuş oldu.<br />

Adım adım tiyatro sahnesinden beyazperdeye<br />

Merkezin ilk göz ağrısı ‘Otogargara’ydı.<br />

BKM henüz inşaat aşamasındayken<br />

Erdoğan, otogarda ve yollarda yaşanan<br />

trajikomik olayları anlatan müzikal türdeki<br />

oyunu yazdı. Oyun o kadar sevildi ki<br />

1998 yılına kadar kapalı gişe oynadı.<br />

Ardından ‘Bir Demet Tiyatro’ geldi. Bir<br />

skeç olarak başlayan Bir Demet Tiyatro,<br />

Türkiye’nin ilk seyircili sitcom’u ve en<br />

uzun soluklu televizyon dizisi oldu. Tam<br />

8 sezon Çıtır ailesinin yaşadığı komik<br />

olaylar herkesi kahkahalara boğdu.<br />

Demet Akbağ’ın üstün zekalı Gülseren’i<br />

canlandırdığı ‘Sen Hiç Ateş Böceği<br />

Gördün mü?’ ise ülkedeki sosyal hayatı<br />

ve toplumsal değişimleri masaya yatırdı.<br />

Bu sırada Cem Yılmaz ve Ata Demirer’in<br />

stand-up şovlarında salon doldu taştı<br />

Tiyatro, sinema, stand-up derken konser<br />

ve gösteri organizasyonları ile farklı bir<br />

alana geçildi. Her şey çok güzel giderken<br />

Yılmaz Erdoğan içindeki büyük aşkı<br />

ortaya çıkarmanın vakti geldiğine inandı.


Büyük bir risk alarak “Sinema yapacağız”<br />

dedi. 2000’li yılların başlarında<br />

Türkiye’deki sinemaların %80-90’ında<br />

yabancı filmler gösteriliyordu. Türk filmleri<br />

pek gişe yapamıyordu. Aslında film<br />

de yapılamıyordu. Ülkede büyük bir ekonomik<br />

kriz vardı. Erdoğan, BKM’nin artık<br />

film yapacak güçte ve enerjide olduğuna<br />

yürekten inanmış olacak ki bütün<br />

kazançlarını sinemaya yatırdılar. Böylece<br />

BKM’nin ilk filmi, Erdoğan’ın kaleme aldığı<br />

ve yönetmenliğini Ömer Faruk Sorak ile<br />

üstlenip ‘Deli Emin’i canlandırdığı ‘Vizontele’<br />

2001 yılında vizyona girdi.<br />

‘Zeki Müren de bizi görecek mi?’<br />

1974 yılının küçük bir Güneydoğu<br />

kasabasındaki halkın ilk kez televizyon<br />

ile tanışmasını anlatan filmde yoksulluk,<br />

sevda, hasret, değişen koşullara uyum<br />

sağlama ilk göze çarpanlardı... Hem güldüren<br />

hem hüzünlendiren film, vizyona<br />

girdiği 20 günde 3 milyon 300 bin kişi<br />

tarafından izlenerek rekor üzerine rekor<br />

kırdı. “Zeki Müren de bizi görecek mi?”<br />

gibi birçok replik dillere dolandı.<br />

BKM Mutfak’ta pişer herkese düşer<br />

Tiyatrodan sonra sinema alanında da<br />

başarıdan başarıya koşan BKM’nin en<br />

büyük avantajı tecrübesiydi. Çatı altındaki<br />

ekip zaten birlikte sanat yapmak için bir<br />

araya gelmiş kişilerdi. Geceleri gündüzleri<br />

birlikte geçiyordu. Film projesi için aynı<br />

masaya oturup tanışmamışlardı.<br />

Daha fazlasını yapmak istediklerinde ise<br />

BKM Mutfak’ı kurdular. Bodrum katını,<br />

2006 yılından itibaren genç yeteneklere<br />

açarak kendi oyuncularını, yazarlarını<br />

kendileri yetiştirmeye başladı. Bu<br />

oluşumda, ustalar bilgilerini ve tecrübelerini<br />

öğrencileriyle paylaşıyor, onlara ders<br />

veriyordu. Her öğrencinin aynı zamanda<br />

yazarak üretmesi de isteniyordu. Erdoğan,<br />

BKM Mutfak için “Kendi futbolcusunu<br />

kendi yetiştiren kulüpler gibiyiz” derken<br />

haklıydı. Bu Mutfak’ta yetişen, pişen gençler<br />

daha sonra BKM Sahne’ye çıkmaya<br />

başladı. ‘Çok Güzel Hareketler’ programı<br />

ile televizyona skeçler yazıp oynamaya


aşladıklarında ise yer yerinden oynadı.<br />

Kısa sürede çok sevilen gençler, televizyondan<br />

sonra sinemaya transfer oldu.<br />

Usta isimlerin projelerinde yer aldıkları<br />

gibi birbirlerinin projelerine de destek<br />

verdiler. Buna en güzel örneklerden biri<br />

2010 yılında vizyona giren ‘Çok Filim<br />

Hareketler Bunlar’ ve ‘Küçük Esnaf’tı.<br />

Çok Filim Hareketler Bunlar’da bütün<br />

ekip rol alırken senaryoyu ise Mutfak’tan<br />

Eser Yenenler, Oğuzhan Koç, Zeynep<br />

Koçak, İbrahim Büyükak, Murat Eken,<br />

Metin Yıldız, Şahin Irmak ve Büşra Pekin<br />

birlikte yazmıştı. Küçük Esnaf’ta ise<br />

senaryoyu İbrahim Büyükak ile Zeynep<br />

Koçak kaleme alırken, ikiliye filmde usta<br />

isimler eşlik ediyordu.<br />

BKM’de ‘ekip ruhu’ her şey demek. Birlikte<br />

yazılıyor, oynanıyor ve çekiliyor. Böylece<br />

ortaya gerçekten enerjisi ve kalitesi<br />

yüksek işler çıkabiliyor.<br />

Öncelikli amaç: Sürekli üretim ve yatırım<br />

BKM ekibinin ve ekibe bir şekilde dahil<br />

olanların öncelikli amacı her zaman üretmek,<br />

üretilenden elde edileni yine sanata<br />

yatırmak ve paylaşmak. BKM bugün yılda<br />

nerdeyse 10 filmi seyirci ile buluşturan<br />

büyük bir marka. BKM’nin kuruluşundan<br />

itibaren bakıldığında göze ilk çarpan<br />

sürekli olarak yeniliklere açık olunduğu,<br />

risk alındığı ve çok çalışıldığı... Kuruculardan<br />

Yılmaz Erdoğan, nasıl kendi hem<br />

yazıyor, hem yönetiyor, hem oynuyor<br />

hem de işleyişi sağlıyorsa BKM’de<br />

yetişenler de aynı yolda yürümeyi<br />

öğrendiler. Böylece Vizontele ile<br />

başlayan Türk Sineması’ndaki yeniden<br />

kalkınma her yıl katlanarak büyüdü. Sektör<br />

büyüdükçe başka oluşumların, başka<br />

sinema severlerin de bir şeyler yapabilmesinin<br />

önü açıldı. Bugün Hollywood filmlerinin<br />

önüne geçen, onlara gişede geçit<br />

vermeyen Türk yapımları ortaya çıktı.<br />

Usta-çırak ilişkisi<br />

Usta-çırak ilişkisi, BKM’nin başarılı işler<br />

çıkarmasını sağlayan en önemli unsurlardan<br />

biri. BKM Mutfak’ta da usta-çırak<br />

ilişkisine çok önem veren Erdoğan,


öylece her zaman yeni gelenlerin<br />

ustaların önerilerini dinlemesi gerektiğini,<br />

tecrübenin birçok kapıyı açtığını<br />

öğretebildi. Bu ilişki sayesinde çok uzun<br />

süre birlikte çalışabilen isimler ortaya<br />

çıktı.<br />

Aynı zamanda Erdoğan, BKM Mutfak<br />

için “Bu Mutfak’ın en kıdemli çırağı<br />

benim” demeyi de ihmal etmedi. Gençlere<br />

öğrettikleri kadar, onlardan birçok<br />

şey öğrendiğini de itiraf etti. Böylece<br />

BKM çatısı altındaki herkesin bu fikirle<br />

hareket ettiğini ve sürekli kendilerini<br />

geliştirdiklerini de anlattı.<br />

44 sinema filmi<br />

Sinema alanında üretmeye devam eden<br />

BKM, ilk film Vizontele’den sonra sırasıyla<br />

Vizontele Tuuba (2004), G.O.R.A. (2004),<br />

Organize İşler (2005), Hokkabaz (2006),<br />

Beynelmilel (2006), Neşeli Hayat (2009),<br />

Eyyvah Eyvah (1-2010, 2-2011, 3-2014),<br />

Çok Filim Hareketler Bunlar (2010),<br />

Çınar Ağacı (2011), Gişe Memuru (2011),<br />

Kurtuluş Son Durak (2012), Berlin Kaplanı<br />

(2012), Sen Kimsin? (2012), Gergedan<br />

Mevsimi (2012), Düğün Dernek (2013),<br />

Düğün Dernek 2: Sünnet (2015), Hükümet<br />

Kadın 1 ve 2 (2013), Kelebeğin Rüyası<br />

(2013), Ayas (2013), Patron Mutlu Son<br />

İstiyor (2014), Silsile (2014), Deliha (2014),<br />

İncir Reçeli 2 (2014), Bana Masal Anlatma<br />

(2015), Kocan Kadar Konuş (2015), Kocan<br />

Kadar Konuş: Diriliş (2016), Niyazi<br />

Gül Dörtnala (2015), Kara Bela (2015),<br />

Hayat Öpücüğü (2015), Dedemin Fişi<br />

(2016), Annemin Yarası (2016), Küçük<br />

Esnaf (2016), El Değmemiş Aşk (2016), Bir<br />

Baba Hindu (2016), Ekşi Elmalar (2016),<br />

Görümce (2016), Olanlar Oldu (2017),<br />

Fırıldak Ailesi (2017), İstanbul Kırmızısı<br />

(2017) ve Tatlım Tatlım (2017) vizyona<br />

girdi.<br />

Bu coğrafyanın her rengini barındıran<br />

işler<br />

Türk sinemasının en çok izlenen filmleri<br />

arasında yer alan ‘Vizontele’<br />

Güneydoğu’da, ‘Düğün Dernek’ serisi<br />

Sivas’ta, ‘Eyyvah Eyvah’ Çanakkale<br />

BKM Plato kuruluyor<br />

Sinema yatırımlarına ağırlık veren BKM, yine kaz<br />

Köyceğiz’in Döğüşbelen Köyü’nde ‘BKM Plato’ a<br />

uluslararası platformlara taşımak için tüm gücüy<br />

BKM’nin en çok gişe yapan 10 filminin seyirci sa<br />

10- Dedemin Fişi: 2.015.665<br />

9- Eyyvah Eyvah: 2.459.815<br />

8- Organize İşler: 2.618.244<br />

7- Vizontele Tuuba: 2.894.802<br />

6- Vizontele: 3.308.120<br />

5- Eyyvah Eyvah 3: 3.414.212<br />

4- Eyyvah Eyvah 2: 3.947.988<br />

3- G.O.R.A.: 4.001.711<br />

2- Düğün Dernek 2: Sünnet: 6.072.509<br />

1- Düğün Dernek: 6.980.070


andığını sanata yatırmayı da ihmal etmiyor.<br />

dıyla film platosu kuruyor. Ve, Türk Sineması’nı<br />

le çalışıyor.<br />

yısı şöyle:<br />

Geyikli’de, ‘Ekşi Elmalar’ Hakkari ve<br />

Antalya’da çekildi. BKM filmlerinde<br />

Türkiye’nin neredeyse her köşesinden<br />

ayrı bir hikaye seyirci ile buluşabildi.<br />

Böylece herkes bir karakteri veya bir<br />

konuyu kendine daha yakın bulabildi.<br />

BKM’nin bu geniş çerçevesi, birçok<br />

sinema filminin de BKM çatısı altında<br />

yapılmasına olanak sağladı. Oyuncular,<br />

senaristler ve yönetmenler daha<br />

özgür bir alanda çalışma imkanı bulabildi.<br />

Yeşilçam tadında filmler<br />

BKM filmleri için genellikle ‘Yeşilçam<br />

tadında, sıcaklığında’ yorumları<br />

yapılır. Çünkü amaç tek bir star ismi<br />

alıp gişeye oynayacak filmler yapmak<br />

değil hiçbir zaman. Öncelikli olan<br />

konu ve karakterler. Eyyvah Eyvah’da<br />

Hüseyin Badem, Düğün Dernek’te Fikret<br />

ve Çetin, Deliha’da Zeliha bizden<br />

biri. Kardeşimiz, komşumuz belki de<br />

bir akrabamız... Diyaloglar, yaşananlar<br />

yabancı değil.<br />

En büyük ihtiyaç komedi<br />

Türk halkı tarihi boyunca zorlu<br />

dönemlerden geçti. Bu yüzden sinema<br />

her zaman bir nefes alma, başka dünyalara<br />

yolculuk yaparak zor günlerde<br />

biraz da olsa acıları hafifletme görevi<br />

üstlendi. Bunu çok iyi bilen BKM<br />

ekibi, tiyatrodan da gelen alışkanlıkla<br />

ağırlıklı olarak komedi türünde filmler<br />

yapmayı tercih etti. Dram türündeki<br />

yapımlarda dahi yer yer güldürmeyi<br />

eksik etmedi. Böylece Türk halkının en<br />

büyük ihtiyaçlarından birini karşıladı:<br />

Gülmek.<br />

Ancak, bu ihtiyacı karşılarken çok<br />

acele etmemesi de biz sinemaseverlerin<br />

en büyük dileği. Kalitesiyle,<br />

özgünlüğüyle bundan yıllar<br />

yıllar sonra da hatırlanacak filmler<br />

yaparken arada sadece gişe amaçlı,<br />

şaşırtan yapımlar da yapılıyor. Bir<br />

işi belli bir zirveye çıkardıktan sonra<br />

çok aşağısını yapmak büyük hayal<br />

kırıklıkları yaratabilir.


O GÖZLERİNİZ, BİR DE SİZ<br />

Sinemamızın yaşayan efsanesi<br />

Türkan Şoray,<br />

geçtiğimiz günlerde<br />

hayatına dair bilinmeyenleri<br />

ve Yeşilçam anılarını<br />

anlattığı kitabı “Sinemam<br />

ve Ben”in lansmanı için<br />

basının karşısına çıktı…<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Sinemamızın yaşayan efsanesi Türkan Şoray,<br />

geçtiğimiz günlerde hayatına dair bilinmeyenleri<br />

ve Yeşilçam anılarını anlattığı kitabı “Sinemam<br />

ve Ben”in lansmanı için basının karşısına çıktı…<br />

Geleceği duyurulan tam saatinde kokteylde<br />

hazır bulunan Şoray her zamanki gibi tam vaktinde<br />

salonda hazır bulundu. Gerçi geçmişte<br />

durum biraz farklıymış, duayen bir gazetecinin<br />

bir sohbetinde öğrendiğim kadarıyla “zamanın<br />

meşhur bir otelinde ve tüm gazeteciler en az bir<br />

saat ‘Sultan’ın aşağıya inmesini beklermiş. Uzun<br />

süren bekleyişin sonunda Şoray merdivenlerin<br />

başında bir görünür, sonra tekrar kaybolurmuş.<br />

O sırada tüm erkek gazeteciler bir anlığına da<br />

olsa kendisini Ediz Hun zannedermiş.” Güzel<br />

hikaye, dinlerken hayal ettim. Hayali bile güzeldi.<br />

Gerçi şimdi sosyal medya çıktı büyü bozuldu.<br />

Türkan Şoray, Sinemam ve Ben başlıklı kitabında<br />

Fatih’teki cumbalı ahşap evlerin bulunduğu<br />

mahallede, orta halli bir ailenin kızıyken sinema<br />

ile tanışmasını, setlerde yaşadıklarını ve<br />

mesleğine dair düşüncelerini içtenlikle anlatıyor.<br />

Sanatçı, ilk set günündeki hislerini şu sözlerle<br />

dile getiriyor: “Yaptığım işin ne kadar önemli<br />

olduğunun farkında değilim; hiçbir sorumluluk<br />

hissetmiyorum. Başarılı veya başarısız olmak<br />

gibi hiçbir endişem, korkum, hırsım, hedefim<br />

yok. Bu yüzden kameranın önünde hiç heye-<br />

TÜRKAN<br />

ŞORAY<br />

canlanmadan, rahat, içgüdüsel yeteneğimle,<br />

rolümü canlandırıyorum. Rol yapmıyorum, o<br />

gün kamera önünde benden yapmamı istedikleri,<br />

benim için sanki gündelik yaşamda<br />

yaşadıklarım gibi geliyor.” Selvi Boylum Al<br />

Yazmalım, Kara Gözlüm, Dila Hanım gibi pek<br />

çok unutulmaz filmin başrol oyunculuğunu<br />

üstlenen Türkan Şoray’ın 50 yılı aşkın sanat<br />

yaşamını anlattığı Sinemam ve Ben, okurları


…<br />

aynı zamanda Türk Sineması’nın kamera<br />

arkasına davet ediyor. Kadir İnanır, Cüneyt<br />

Arkın, Ediz Hun gibi Yeşilçam’ın en sevilen yüzleriyle<br />

bugüne kadar 200’ü aşkın filmde rol alan<br />

Şoray, mesleğine duyduğu saygı ve disiplini<br />

“Ekiptekilerin beni beklemesini asla istemem.<br />

Kimsenin de böyle bir hakkı yoktur; aynı seti<br />

paylaştığımız meslektaşlarımıza karşı yapılmış<br />

bir saygısızlıktır. Çekim günü biraz gecikmişsem<br />

yolda sete gidene kadar mide krampları geçiririm.<br />

Sete beklenilen saatten 5-10 dakika geç<br />

kalmışsam, bunun için ekipten defalarca özür<br />

dilerim. Çevirdiğim onca filmde belki bir ya da iki<br />

defa geç kalmışımdır.” sözleriyle ifade ediyor.<br />

Sinemayı Bıraktım, Diyebilirim<br />

Yeniden lansmana dönecek olursak, Şoray<br />

önemli ve samimi açıklamalarda bulundu sektöre<br />

dair… Yönetmenliğini yaptığı son filmi “Uzak-


Uzaklarda Arama”ya gönderme yaparak sektörde<br />

çok büyük haksızlıkların yaşandığını<br />

söyledi. Filminin tekelleşmenin kurbanı<br />

olduğunu söyleyen Şoray, kızım daha genç<br />

ve enerjik, o bu işe devam edecek ama ben<br />

kırgınım sinemayı tamamen bıraktım da diyebilirim<br />

dedi. Aslında kalbime göre katiyen<br />

sinemasız yaşamam mümkün değil ama o<br />

duygular içindeyim şu an.” diye konuştu.<br />

Birtakım Güçler Sektörü Ele Geçirmiş<br />

Usta sanatçı, sinemanın sanat olmasının<br />

yanı sıra ticari olduğunun da altını çizerek,<br />

“Yeşilçam zamanında da ticari gayelerle<br />

film çekiliyordu ama şimdi farklı bir sistem<br />

oluşmuş. Birtakım güçler ele geçirmiş<br />

sinemaları ve sinemacıları. Yani istedikleri<br />

filme destek oluyor, bazı filmleri önemsemiyorlar.<br />

Herkese eşit davranılmıyor.<br />

O yüzden de ben dizilerde de oynamayı<br />

düşünmüyorum. Diziler de dehşet bir yarış<br />

halinde. O kadar emek verilip çalışılıyor.<br />

Üç bölüm sonra kaldırılıyorlar. Bunlar çok<br />

yıpratıcı olaylar.” değerlendirmesinde bulundu.<br />

Mutluluklar da var Hayal Kırıklıkları da…<br />

Kariyeri süresince yaşadıklarını kitabında<br />

kaleme aldığını kaydeden Şoray, şu bilgileri<br />

verdi: “Benim hayatım sinema olduğu için ister<br />

istemez bu kitapta ben ve özel yaşamım<br />

var. Çünkü benim yaşamım sırf sinema. O<br />

birikmiş anılar, heyecan ve mutluluklar ile bu<br />

uzun sinema yolculuğunda yaşadığım mutsuzluklar<br />

da var. Ama daha çok mutluluklar<br />

var. Seyircimle olan bağım, aşkım, sinema<br />

aşkım, içimde biriken her şey var bunun<br />

içinde. Bunları, beni sevenlerle paylaşmak<br />

gerçekten mutlu etmişti. Tekrar buluşmak<br />

çok güzel bir şey aslında...”<br />

Gerçek “Türkay Şoray”ı Tanıyacaklar<br />

Türkan Şoray, eski filmlerin çekildiği yıllarda<br />

izleyicilerin gösterdiği sevginin kendilerini<br />

bugünlere taşıdığını vurgulayarak, günümüz<br />

gençliğinin de yıllar önce çekilmiş filmlere<br />

müthiş ilgi gösterdiğini, bu anlamda da<br />

şanslı olduklarını kaydetti. Kitabında tamamen<br />

kendi tecrübelerini paylaştığının altını<br />

çizen sanatçı, “Kitabı alanlar, 50 yıllık Türk<br />

sinemasını tanıyacak. ‘Neler yaşanmış’


diyecek. Bu benim için bir görevdi. Sinema<br />

bana çok şey verdi. Ben Türkan Şoray<br />

olarak bir yere geldiysem, bunun sebebi<br />

sinema. Onun için kendimi sinemaya borçlu<br />

hissediyorum. Bir buçuk sene sürdü<br />

bunu yazmak. Türk sineması adına çok yol<br />

gösterici ve önemli bilgiler var. Bu hayattan<br />

ayrıldıktan sonra da ‘Türkan Şoray kimmiş’<br />

diye bunu okuyacaklar.” ifadelerini kullandı.<br />

Dedelerimin Hikayesini Anlatmak İstiyorum<br />

Kitapta yer alan belge ve bilgilerin gerçek<br />

olduğunu aktaran Şoray, “Ben yıllarca arşiv<br />

biriktirmişim. Mesela yıllar önce yaptığım bir<br />

filmin anlaşması, iş davetiyesi, bütün gazete<br />

kupürleri. Her şey gerçektir bu kitapta. Hayal<br />

mahsulü bir şey yok. Hep yaşanmışlıklar<br />

var. Yani bu benim. Kendimi çok eleştirdiğim<br />

bölümler, başarısızlıklarım, zaaflarım ve<br />

korkularım da var.” dedi. Yazmayı çok<br />

sevdiğini vurgulayan Şoray, bir sonraki<br />

kitabının konusuna da değinerek, şunları<br />

söyledi: “Sinema, hayatı görsel anlatır. Yazar<br />

da kalemiyle anlatır. Yani birbirinden kopmayan<br />

şeyler aslında. Onun için yazarak<br />

anlatmak da bana çok güzel geldi. Yıllardır<br />

zaten kafamda hayalini kurdum. Sinemacı<br />

olarak hep bir şeyler kurarsınız. ‘Şöyle bir<br />

hikaye var, film yapsam’ diye düşünürsünüz.<br />

Benim büyükbabam Kafkasya’dan gelmiş,<br />

Çerkez. Burada Milli Mücadeleye katılmış<br />

bir yüzbaşı. İnanılmaz yakışıklı. Kafkas<br />

ama çakır gözlü. Avurtları çökük. Eldivenli<br />

resimleri var. Elinde kılıcı kalkanı. ‘Ay ne<br />

kadar yakışıklı’ diye hep bakıyordum. Annemin<br />

babası da Rumeli’den gelmiş. Aynı<br />

tarihlerde. O da tam keyif adamı. Atatürk’e<br />

benziyor. Elmacık kemikleri çıkık. Hafif<br />

sarışın. O da çakır gözlü. İstanbul’a gelmiş.<br />

Önce burada at üstünde ekmek satmış. Ondan<br />

sonra meyhane açmış. Böyle inanılmaz<br />

yakışıklı bir dedem bir büyükbabam var.<br />

Onların hayatları bana çok ilginç geliyor.<br />

Gerçek bir hikaye.”<br />

Şoray, basın toplantısının ardından salonda<br />

bulunan davetlilerin kitaplarını tek tek imzalayarak<br />

güleryüzü ve tatlı sohbetiyle bir kez<br />

daha hayranlarının kalbini fethetti.


HER ERKEĞiN<br />

HAYALiNDEKi KADIN<br />

SIENNA MILLER<br />

Yaşadığı ilişkiler, skandallarla<br />

kendinden söz<br />

ettiren, Jude Law’dan<br />

yıllarca konuşulacak<br />

bir şekilde intikam alan,<br />

güzelliğiyle dillere<br />

destan… İşte karşınızda<br />

Sienna Miller.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Güzelliği ve stili ile her zaman bir ikon olan<br />

İngiliz aktris Sienna Miller, Keen Eddie Tv dizisi ile<br />

tanınmaya başladı. Alfie, Layer Cake, Kazanova,<br />

Edie gibi filmlerde rol alan güzel oyuncu, özellikle<br />

Edie`de canlandırdığı Edie Sedgwick rolüyle adından<br />

söz ettirmişti. Daha sonra Keira Knightley ile birlikte<br />

The Edge of Love adlı filmde kamera karşısına geçen<br />

Miller, Foxcatcher ile kendini gösterdi. Bu yıl ise Ben<br />

Affleck ile Gecenini Kabusu filmiyle sinemalara misafir<br />

olan Miller’ı Nisan’da The Lost City of Z filminde<br />

seyredeceğiz. Jude Law`la inişli çıkışlı birlikteliği<br />

ile, basında çok sık konu olan Miller, daha sonra<br />

kendisi gibi İngiliz olan Tom Sturridge ile bir birliktelik<br />

yaşamış ve ikilinin Marlowe adında bir kızları<br />

olmuş. Miller bu beraberliği de 2015’te sonlandırmış.<br />

Sienna Miller inişli çıkışlı kariyeri, skandallarla<br />

anılan ilişkilerin rağmen hayran kitlesi hiç azalmadı.<br />

Hayranları sadece biz veya sinema izleyicileri değil<br />

Jude Law, Hayden Christensen, Daniel Craig gibi<br />

bir çok ünlü erkek de Sienna Miller’ın büyüsüne<br />

kapıldı. 2004 yılında Jude Law ile nişanlanınca bütün<br />

objektifler güzel yıldızın üstüne döndü. Bu bir yıllık<br />

mutlu beraberlik Jude Law’ın çocuklarının bakıcısıyla<br />

yaşadığı bir maceranın etkisi ile son buldu. Miller bu<br />

yaşadıklarından sonra olayların kadını oldu. İlk önce<br />

Law ile beraberliğini devam ettirdi ama intikamını da<br />

bayağı ses getiren bir şekilde aldı. Law’ın arkadaşı<br />

Daniel Craig ile yaşadığı beraberlik intikam soğuk<br />

yenen bir yemektir düsturunun en önemli örneklerinden<br />

biri oldu. Daha sonra Edie filmini çevirirken<br />

rol arkadaşı Hayden Christensen ile bir beraberlik<br />

yaşadı. Bir ara aynı evde bile kaldılar. Ama bu beraberliklerin<br />

hiç biri Miller’ın dört çocuklu ve evli<br />

Balthazar Getty ile yaşadığı aşk kadar ses getirmedi.<br />

Olay o kadar büyüdü ki Sienna Miller’ın oturduğu<br />

mahalledeki komşuları güzel yıldızın evinin duvarına<br />

“slut” gibi hakaretler yazdılar. Bütün bu eleştirilere<br />

ve medyada çıkan dedikodulara karşı Miller bir<br />

açıklama yaptı. Miller “Monogami benim için tekinsiz<br />

bir alan ve gereğinden fazla önem atfedilmiş bir<br />

erdem, çünkü ister beğenin ister beğenmeyin, biz<br />

seks yapan hayvanlarız’’ diyerek tepkilerin daha da<br />

büyümesine sebep oldu. Bir de üstüne Gety’i kastederek<br />

“Kendisinin dışında bir şeylerle ilgilenen<br />

adamları çok seksi buluyorum” açıklamasını yapınca<br />

olaylar çığrından çıktı.


KAYA GiBi ADAM:<br />

DWAYNE JOHNSON<br />

n 2 Mayıs<br />

1972 tarihinde<br />

Kaliforniya’da<br />

doğan Dwayne<br />

Johnson’ın annesi<br />

Ata Johnson,<br />

babası Rocky<br />

Johnson’dur.<br />

Güreşteki lakabı<br />

“The Rock” olan<br />

Dwayne Johnson Lise yıllarında da<br />

Miami’de Amerikan Futbolu ile ilgilendi.<br />

1991 yılında Miami Hurricane’in<br />

as takımında savunma oyuncusu<br />

olarak oynadı. Miami Üniversitesi’nin<br />

Psikoloji bölümünden mezun oldu.<br />

Mezun olduktan sonra güreş kariyerinde<br />

önemli yerlere geldi. Toplamda 16<br />

kez şampiyon olan Dwayne Johnson<br />

2002 yılından sonra film çekimleri için<br />

güreş arenasını yavaş yavaş terk etti.<br />

2004 yılında WWE ile kontratının<br />

bittiğini duyurdu ve film kariyerine<br />

ağırlık verdi. Akrep Kral (2002) ile<br />

yakaladığı çıkışı, Kıyamet Öyküleri, Sihirli<br />

Dağ gibi filmlerle sürdüren Johnson<br />

Hızlı ve Öfkeli 5’te Vin Diesel ve<br />

Paul Walker ile başrolleri paylaştı. G.I.<br />

Joe: Misilleme, Muhbir ve Zor Kazanç<br />

ve Herkül: Özgürlük Savasçısı, San<br />

Andreas Fayı filmlerinde karşımıza<br />

çıkan Dwayne Johnson Hızlı ve<br />

Öfkeli serisinin de çekirdek kadrosuna<br />

yerleşti....Bu ay karşımıza Hızlı<br />

ve Öfkeli’nin sekizinci filmiyle çıkan<br />

Johnson’u önümüzdeki günlerde yeni<br />

flmlerde görmeye devam edeceğiz.<br />

BANU BOZDEMİR


SİNEMA TARİHİNİN<br />

EN İYİ MÜZİKALLERİ<br />

Gecen ay gösterime giren<br />

Güzel ve Çirkin (Beauty<br />

and the Beast) filmi,<br />

aklımıza hemen müzikallerin<br />

neşeli ve büyülü<br />

dünyasını getiriyor. İşte<br />

sinema tarihinin en unutulmaz<br />

müzikal filmleri…<br />

BAŞAK BIÇAK<br />

Wizard of Oz (1939)<br />

L. Frank Baum’un meşhur<br />

eseri Wizard of Oz’un, Victor<br />

Fleming tarafından yönetilen<br />

versiyonu o dönemlerin<br />

en pahalı prodüksiyonları<br />

arasındaydı. Altı dalda<br />

Oscar’a aday olan film,<br />

bugün hala tüm zamanların<br />

en önemli klasiklerinden biri…<br />

Singin’ in the Rain (1952)<br />

Gene Kelly, Donald<br />

O’Connor ile Debbie<br />

Reynolds’ın<br />

performansları ve<br />

sinema tarihinin en<br />

çok gönderme yapılan<br />

meşhur yağmurda<br />

dans sahnesiyle<br />

ölümsüzleşen bir film.


West Side Story (1961)<br />

Arthur Laurents’ın<br />

kitabından uyarlanan müzikal,<br />

modern bir Romeo Juliet<br />

hikâyesidir. Gösterildiği<br />

yıl altın çağını geride<br />

bırakan müzikal türüne<br />

yepyeni bir soluk getiren<br />

film aynı zamanda on dalda<br />

Oscar ödüllü…<br />

My Fair Lady (1964)<br />

Audrey Hepburn’ün<br />

en sevilen filmlerinden<br />

biri olan<br />

ve başrolü Rex<br />

Harrison’la paylaştığı<br />

My Fair Lady, yine<br />

sekiz dalda Akademi<br />

Ödüllü bir başyapıt.<br />

Mary Poppins (1964)<br />

Avustralyalı yazar<br />

P. L. Travers’ın, aynı<br />

adlı bir dizi çocuk<br />

kitabından Robert<br />

Stevenson’ın sinemaya kazandırdığı<br />

müzikal, dillere pelesenk olmuş<br />

şarkılarıyla unutulmazlar arasına<br />

girmiştir.<br />

The Sound of Music<br />

(1965)<br />

Howard Lindsay ve<br />

Russel Crouse’un aynı<br />

adlı kitabına dayanan<br />

1959 tarihli Broadway<br />

müzikalinin sinema<br />

uyarlaması… Robert<br />

Wise’ın yönettiği film,<br />

gerçek olaylardan yola<br />

çıkması sebebiyle en<br />

popüler müzikallerden<br />

biri oldu.<br />

Fiddler on the Roof (1971)<br />

1905 yılında Çarlık Rusya’sında geçen<br />

ve ilk kez 1964 yılında Broadway’de<br />

sergilenen müzikalden uyarlanan<br />

film, arka planında Rus toplumundaki<br />

değişimleri ele alır.


Grease (1978)<br />

Yönetmenliğini Randal Kleiser’in<br />

yaptığı, başrollerini John Travolta,<br />

Olivia Newton-John ve Stockard<br />

Channing’in paylaştığı Grease,<br />

eleştirmenler tarafından zamanın<br />

ötesinden kabul edilen müzikallerdendir.<br />

All That Jazz (1979)<br />

Bob Fosse’nin yarı otobiyografik<br />

filmi All That Jazz, şov dünyasının ve<br />

şaşanın bir sanatçının hayatını nasıl<br />

derinden etkilediğini gösteren etkileyici<br />

bir film.<br />

Moulin Rouge (2001)<br />

Baz Luhrmann tarafından yönetilen<br />

film, gösterildiği yıl sekiz dalda<br />

kazandığı Oscar adaylığıyla Disney’in<br />

Güzel ve Çirkin’inin ardından on<br />

yıl içinde En İyi Film ödülüne aday<br />

gösterilen ilk film oldu.<br />

Bahsetmeden geçilmeyecekler: Annie<br />

(1982), Dancer in the Dark (2000), Top<br />

Hat (1935), Oliver (1968), The King and<br />

I (1956).


KISA FİLMDE<br />

TEK MUHAKEME<br />

MEKANİZMASI<br />

FESTİVALDEKİ<br />

JÜRİLERDİR<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Sevgili Gökçe<br />

Pehlivanoğlu’yla<br />

tanışmamız uzun yıllara<br />

dayanıyor. Kendisi<br />

Türkiye’de kısa film denince<br />

ilk akla gelen kadın<br />

yönetmenlerden.<br />

Sevgili Gökçe Pehlivanoğlu’yla<br />

tanışmamız uzun yıllara<br />

dayanıyor. Kendisi Türkiye’de<br />

kısa film denince ilk akla gelen kadın<br />

yönetmenlerden. Çektiği birçok festivalden<br />

ödüllerle dönen kısa filmlere<br />

sahip. En son Cannes Film Festivali’nde<br />

karşılaştığımızda bu röportajı yapmak<br />

için sözleşmiştik. Biraz gecikti ama olsun…<br />

İyi okumalar…<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

En zoru insanın kendisinden bahsetmesi<br />

herhalde ki bunda zorlanan ve<br />

biraz da yaratıcılığı olan bizler kendimizi<br />

anlatmak için hep dolaylı yollar<br />

seçiyoruz. Benim dolaylı yolum ise<br />

sinema. Şimdiye kadar kısa filmlerle<br />

önce kendimi anlamaya, sonrada anlatmaya<br />

çalıştım. İlki Marmara Üniversitesi<br />

Sinema Tv bölümünde okurken<br />

2004 senesinde çektiğim Çıma, sonuncusunu<br />

ise geçen sene yani 2016’da<br />

çektiğim İpler olmak üzere, irili ufaklı<br />

ödüllü toplam altı kısa film çektim.<br />

Arada bir de Kadir Has Üniversitesi Film<br />

ve Drama bölümünde yüksek lisans<br />

yaptım. Bir kaç sene aynı üniversitenin<br />

Radyo Tv Sinema lisans bölümünde ve<br />

SAE İstanbul’da klip yapım derslerini<br />

verdim. Bu kendimi anlama ve anlatma<br />

sürecini, küçük ama bir sürü, biraz da<br />

hayatı idame ettirebilecek elementlerle<br />

süsledim. Bunlar müzik klipleri, internet<br />

videoları, profesyonel alanda fotoğraflar<br />

ve “Kameram ve Bavulum” adlı projemle<br />

yaptığım seyahatler... Seyahatlerin<br />

de en az film yapmak kadar bu keşif<br />

sürecine yardımcı olduğunu gördüm ve<br />

2012 senesinden bu yana, kısa mesafeli<br />

(Avrupa) seyahatlerine devam ettim.<br />

Şimdi biraz durakladım, bir yerleşme<br />

sürecindeyim. Sonrasında kaldığım<br />

yerden devam etmek hedefim. Bahsi<br />

geçen yıllar boyunca yazıp çizdiğim<br />

birçok uzun metrajlı film senaryosundan<br />

sonra umarım yeni bir tanesine<br />

odaklanıyor olacağım.<br />

Senin için kısa filmin tanımı nedir?


Kısa film öncelikle sinemanın en özgür, hatta<br />

özgün ve eğlenceli alanlarından biri bana göre.<br />

Hatta süre kısıtlaması başka bir yaratıcılık<br />

doğuruyor. Zaten daha kağıt aşamasında öyküyü<br />

kısa filme uygun bir şekilde geliştirmek gerekiyor.<br />

Özgürlüğü de, uzun metraj filmlere göre daha<br />

az seyirci, yapımcı, dağıtımcı vs gibi dış gözlere<br />

çok takılmadan üretilebiliyor olması. Kısa filmde<br />

karşılaşılacak tek muhakeme mekanizması<br />

festivallerdeki jürilerdir. Bunu da önemseyip<br />

önemsememek kısa filmcinin kendisine kalmış.<br />

Ben de 2006’da Potkal adlı filmimle ödül almaya<br />

başlamam itibariyle birçok festivalde jürilik<br />

yaptığım için Türkiye’deki kısa film piyasasını<br />

takipteyim. Son yıllarda biraz kopmuş olsam da,<br />

eskiye göre biraz daha “jüri görüşüne takılan”<br />

kısa filmler yapıldığını hissediyorum. Kendi<br />

özgünlüğünü yakalamak yerine biraz daha “festivallere”<br />

ya da “jüriye oynama” söz konusu sanki.<br />

Bu da ister istemez birbirine çok benzeyen kısa<br />

filmler yapılmasına yol açıyor. Kısa filmler keşke<br />

şu mesaj verme kaygısını sırtlamasa. Uzun metrajlarda<br />

bu kadar baskı yok. Zaten mesaj içermeyen<br />

bir film yapmak mümkün değil. Sorun, gündemi<br />

yakalayan sosyal mesajlar vermek kaygısıdır.<br />

Bu tarz filmler yapılsın yapılmasına da, çoğunluk<br />

olarak bu tarz mesajlar içeren filmler yapılmasın.<br />

Ya da anlatım biçimleri “aşırı gerçekçi olmalıyım”<br />

gibi herhangi bir kalıba<br />

sığdırılmaya çalışılmasa...<br />

Aslında kısa filmleri bu algıya<br />

yönelten de festivaller ve jürilerin<br />

kendisidir.<br />

Biraz İpler’den ve onu çekme<br />

nedenlerinden bahseder misin?<br />

Arada kalmış karakterlerin<br />

hikayelerini çekmeyi seviyorum.<br />

Meğer ben farkında<br />

olmadan, daha önceki kısa<br />

filmlerimde de benzer temalar<br />

gelişmiş. En sonunda kabul<br />

ettim ki hikayelerimdeki karakterler<br />

arada kalmış fakat bir<br />

alana sıkışmamış karakterler.<br />

Kökleri bir yerlere bağlı olsa<br />

da özgürce hareket edebiliyorlar.<br />

Her ne kadar hangi yöne<br />

gideceklerini bilemeseler de<br />

bir şekilde yollarına devam<br />

ediyorlar. Doğru mu yanlış mı seçim yaptıkları<br />

konusunda ise, ya sonrasını göremiyoruz ya<br />

da yorumu seyirciye bırakıyorum. İpler, bundan<br />

beş sene önce yazdığım bir öykü. Zaman<br />

içerisinde biraz şekil değiştirse de hep su gibi,<br />

koymak istediğim kabın şeklini aldı. Fakat bütçesel<br />

nedenler ve koşullar diyelim, çekimlerde<br />

kap epey bir sallandı ve içindeki su çalkalandı.<br />

Post aşamasında uğraştığımız kadarıyla sonuç<br />

bu oldu. Belki uzun yıllar üzerinde düşününce<br />

daha fazla şey yapmak istiyor insan. Artık yeni<br />

yeni elimden geleni yaptım diyebiliyorum. Çekim<br />

ekibinden post ekibine kadar, çok büyük<br />

yardımlar destekler ile tamamlandı. Fongogo’da<br />

açtığım kampanya ile gelen desteğin sayesinde<br />

film yoluna devam edebildi. Bir senedir yurtiçi ve<br />

yurtdışı festivallerdeki şansı hiç fena gitmedi, bir<br />

kaç güzel ödülümüz de oldu. Umarım bir sene<br />

daha festivalleri rahat dolaşır.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne<br />

gibi katkıları olabilir? Neler götürür?<br />

Teknoloji daha “ulaşılır” hale geldi. Kaliteli<br />

ekipmanlara daha rahat erişebiliyoruz. Film<br />

kameralarının kullanıldığı dönemlere göre film<br />

üretmek daha kolay oldu ve bütçeler düştü.<br />

Gerçi ben ilk filmlerimi yaptığım dönemlerde<br />

(2004-2006) harcadığım bütçelerin belki<br />

en az on katını son filmime harcadım. Tabii


ki bunda filmi İstanbul dışında çekmem, karavanla<br />

yol çekimleri, su altı çekimi gibi fantastik<br />

işlere girişmem büyük etken. Bence en büyük<br />

değişimlerden biri, seyircinin “gözünün” de<br />

gelişmesi... Dolayısıyla daha temiz nasıl çekeriz<br />

düşünmek zorundayız artık. Eskiden 100 TL’ye<br />

kiraladığımız Mini DV’lerle kısa film çekebiliyorduk.<br />

Şimdi en iyi HD kameralar, sinema lensleri<br />

kullanıyoruz ki seyirciyi kaybetmeyelim. Yani iki<br />

türlü durum söz konusu, teknoloji kolay erişilir<br />

oldu ama bir yandan beklentiler ciddi arttı diyebiliriz.<br />

Böylece teknik açıdan, kısa filmciler<br />

olarak, eskiye oranla çekim, kurgu, ses, renk<br />

ve efektler açısından kendimizi geçmişe göre<br />

şartlarımızı daha zorluyoruz.<br />

Bunun avantajı<br />

da kısa filmim yapımının<br />

uzun metraj yapımı<br />

adına ciddi bir pratik<br />

haline geliyor olması.<br />

Aa yeri gelmişken, kısa<br />

film uzun metraja giden<br />

yolda bir basamak<br />

mıdır sorusu hep gelir<br />

onu sormamışsın. Ona<br />

da cevabımı vermiş<br />

olayım. Bana göre evet<br />

basamaktır, öyküselkurgusal<br />

mantığı çok<br />

farklı olsa da, gerek<br />

teknik açıdan gerek ekip<br />

ve oyuncularla çalışma<br />

açısından, kısa film güzel<br />

bir pratiktir. Elimde olsa<br />

uzun metraja geçmeden<br />

bir kısa film daha çekmek<br />

isterdim de, bakalım. Ama çok para gidiyor...<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />

yabancı yönetmenler kimler?<br />

Yabancılardan o kadar çok var ki her seferinde<br />

birilerini unutuyorum. Leos Carax, Luis Bunuel,<br />

Alejandro Jodorowsky, Park Chan Wook...<br />

Son filmleri hariç: Julio Medem, Kim Ki Duk...<br />

Adını asla anamadan geçemeyeceğim: Stanley<br />

Kubrick, Jean Cocteau, François Truffaut,<br />

Jean-Luc Godard. Yerli yönetmenlerden ise,<br />

ilk dönem filmlerini beğendiğim Reha Erdem...<br />

Son dönemde de filmlerini de kendisini de çok<br />

sevdiğim arkadaşım Tolga Karaçelik.<br />

Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />

yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />

Eskiden çok başarılı bulduğum festivallerin bir<br />

kısmı artık yapılmazken, bir yandan bir dolu yeni<br />

festivaller yapılmaya başladı. Bazıları malesef<br />

biraz “yapmış olmak için” yapılıyor gibi. Bu durumlarda<br />

da en çok ceremesini çeken kısa filmciler<br />

oluyor. Sadece kısa film festivali olan festivallerde<br />

kısa filmciler çok daha iyi ağırlanıyor<br />

ve ilgi alaka görüyor. Bunu sadece yeme içme<br />

konaklama için söylemiyorum. Bir kısa filmcinin<br />

filmini gösterebileceği tek alan film ya da<br />

kısa film festivalleridir. Bu<br />

nedenle gösterimlerin kalitesi<br />

ve katılımı çok önemli.<br />

Malesef çok kötü salonlarda,<br />

projeksiyonlar ile gösterimler<br />

yapıldığını görüyor<br />

ve duyuyorum. Uzun<br />

metrajların da yer aldığı<br />

festivallerde kısa filmleri de<br />

aynı titizlikle göstermelerini<br />

ve seyiriciyi bu filmleri de<br />

izlemeye teşvik etmeleri<br />

gerektiğini düşünüyorum. Ve<br />

buradan yurtiçinde festival<br />

yapanlara bir ufak duyuru,<br />

lütfen artık DVD formatında<br />

film istemeyin ve form doldurma,<br />

filmleri önizleme<br />

gibi yöntemleri artık online<br />

olarak yapalım ki katılım<br />

artsın, biz de bundan sonra<br />

kargolarla uğraşmayalım.<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Öncelikle yeni bir hayat, ülke ve şehir durumum<br />

söz konusu, onu kısa sırada oturtmayı umuyorum.<br />

Londra’ya taşınalı dört ay oldu. Türkiye<br />

ile bağımı kesmiş değilim, sık sık gelip gidiyorum.<br />

Hatta amacım biraz da Türkiye ile İngiltere<br />

arasında ortak projelere bağlantı olmak. Bir yandan<br />

uzun metraj senaryo çalışmaları... İpler’in<br />

yapımında bana bir kere daha ders olduğu<br />

üzere, gerekli koşullar bir araya gelmeden ilk<br />

filmimi çekmeyeceğim. (Koşulların tamamı bir<br />

araya asla gelmiyor o ayrı. O yüzden birçoğu<br />

denk gelse yeterlidir.) Teşekkürler Fırat!


İSTANBULLU<br />

GELİN<br />

Gerçek bir hayat<br />

hikâyesinden<br />

senaryolaştırılan<br />

İstanbullu Gelin Star<br />

TV ekranlarından<br />

Cuma akşamları izleyiciyle<br />

buluşmaya<br />

başladı<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

GAME OF THE GELİN-<br />

KAYNANA-ELTİ<br />

DİZİFUN<br />

Gerçek bir hayat hikâyesinden senaryolaştırılan<br />

İstanbullu Gelin Star TV ekranlarından Cuma<br />

akşamları izleyiciyle buluşmaya başladı. Dizinin<br />

başrollerinde Aslı Enver (Süreyya), Özcan Deniz<br />

(Faruk) yer alırken ikiliye İpek Bilgin (Esma), Salih<br />

Bademci (Fikret), Dilara Aksüyek (İpek) ve Fırat Tanış<br />

(Adem) gibi daha bir çok oyuncu eşlik ediyor. Dizi<br />

Bursa’da yaşayan zengin ve güçlü aile Boran’ların<br />

gözde bekârı Faruk ile anne ve babasını kaybettikten<br />

sonra hayatta teyzesinden başka kimsesi kalmayan<br />

Süreyya’nın ışık hızıyla başlayan, yıldırım<br />

nikâhıyla taçlanan ve hemen arkasından çatlaklar<br />

oluşmaya başlayan tutkulu aşklarının öyküsü etrafında<br />

şekilleniyor. Zengin, gösterişli konak hayatı, kapı<br />

dinleyen hizmetçileri, Boran ailesi ile hesaplaşmak için<br />

geçmişten çıkıp gelen Adem, Faruk’un gölgesinde kal-


maktan sıkılmış ve daha önemlisi çocukluğundan<br />

beri aşık olduğu ancak Faruk’a aşık olan İpek ile<br />

evlenen Fikret, ilk görüşte daha kim olduğunu<br />

bilmeden Süreyya’ya gönlünü kaptırmış fakat<br />

ağabeyinin aşkı olduğunu öğrenince susup<br />

köşesine çekilmiş ailenin entelektüel oğlu Osman,<br />

evin hizmetçilerinden biriyle sarhoş olduğu<br />

bir gece yakınlaşan evin bitirim oğlu Murat ve<br />

büyük aşkını Süreyya’ya kaptırmış olsa da Boran<br />

konağına gelin gitmek için Fikret ile evlenen İpek<br />

düşünüldüğünde dizinin bol olaylı, çatışmalı ve<br />

entrikalı olacağını söylemek hiç yanlış olmaz.<br />

Kaynanayı ne yapmalı?<br />

Yüzyıllardır süregelen ve hatta bir rivayete göre<br />

ilk örneklerine Sümer tabletlerinde rastlanan<br />

gelin kaynana çatışması gündelik hayatımızın<br />

gerçeği olması ve hatta kronik sorunu<br />

olması sebebiyle bu güne kadar<br />

türkülerde, romanlarda,<br />

televizyon<br />

programlarında,<br />

filmlerde ve dizilerde<br />

sıklıkla işlendi<br />

durdu. Kimi zaman<br />

kaynanaların<br />

takıntılıları veya zulmü,<br />

kimi zaman da gelinlerin<br />

davranışları, yaşam<br />

tarzı vs. izleyicileri kızdırdı,<br />

eğlendirdi, taraf tutturdu.<br />

Ama çoğunlukla çok çok<br />

izlendi,<br />

konuşuldu. İstanbullu Gelin’de de daha ilk<br />

bölümden dizinin ana çatışma noktalarından bir<br />

tanesi gelin kaynana çatışması üzerine kuruldu.<br />

Boran ailesinin ve konağın sultanı dört erkek<br />

çocuk annesi Esma Hanım ailesinin geleneklerini<br />

ve en çokta konaktaki hâkimiyetini sürdürmek<br />

için gözdesi olan oğlu Faruk’u aile dostlarının<br />

kızı İpek ile evlendirmek istiyordu. İpek ise buna<br />

dünden razı. Ama Faruk annesinin geçmişteki<br />

gibi bir kez daha aşkının önüne barikat kurmasını<br />

istemediği için yıldırım nikâhıyla evlendi Süreyya<br />

ile ve Süreyya evin büyük gelini olarak konağa<br />

yerleşti. Faruk her ne kadar bildiğini okumuş gibi<br />

görünse de ailesinden, ailesinin geleneklerinden<br />

ve tabii ki annesinden vazgeçmiş değildi. Annesine<br />

karşı Süreyya’yı korumaya çalışsa da kimi<br />

zamanda o kurallarla yoğrulan karakterinin etkisiyle<br />

tam da Esma Sultan’ın dediği gibi Süreyya ile<br />

kırılma noktasına geldi.<br />

Faruk ve Süreyya evliliğini bir yenilgi<br />

değil savaş olarak kabul eden Esma sultanda<br />

savaş borularını öttürmeye başladı.<br />

Kartlarını saklamadan Süreyya’ya nefretini<br />

kustu, onu istemediğini defalarca belli etti.<br />

Konaktaki gücünü tekrar tekrar kanıtlamak<br />

için yapmadığını bırakmadı. Son olarak da<br />

Faruk’tan habersiz boşanma dilekçesi hazırlatıp<br />

Süreyya’nın önüne koydurdu. Diziyi izleyenlerin<br />

bir kısmı için kötü, itici olan Esma Sultan eminim<br />

bazı izleyiciler için yaptıklarıyla çoktan anti<br />

kahraman değil gerçek bir kahraman<br />

oldu.<br />

Zira bu topraklar ne<br />

kaynanalar gördü.<br />

Aşk’a Düşmek…<br />

Dizinin esas kızı<br />

Süreyya, kendi<br />

tarzı olan,<br />

zengin gözde<br />

bekâr Faruk’a<br />

başlarda rest<br />

çekecek<br />

kadar kendine<br />

güvenen,<br />

müziğe âşık ve şarkı<br />

söyleyerek, müzik yaparak<br />

hayatını kazanan bir karakter. İlk<br />

bakışta hiç fena değil aslında. Hem Aslı<br />

Enver’de hiç fena olmamış role. Faruk için bir<br />

şey demeyeceğim çünkü Seymen Ağa’nın yeni<br />

sürümü. Aşk’a düşüp evlenirler. Bizim kendi<br />

ayakları üzerinde duran kızımız Süreyya gider<br />

konakta kendilerine verilen oda içerisinde<br />

yaşamaya razı olur. Kendi hayalleri, kariyeri<br />

için pek bir plan yoktur şimdilik hem zaten o<br />

artık Faruk’un karısıdır ve yalnız ona şarkı<br />

söylemelidir. Önemli olan, öncelikli olan aşktır.<br />

Âşık olduğun adam için kaynanana banyo<br />

yaptırmaktır. İlk bölümde çizilen Süreyya<br />

karakterini düşününce bu hızlı dönüşüm biraz<br />

havada kalmakla birlikte ataerkil yapının<br />

hiç durmadan yeniden üretilen kodları dikkate<br />

alındığında olur, oldurulur. Ondan sonra ne<br />

mi olur??? İzleyip göreceğiz… Dizi tuttu gibi<br />

şimdilik devam eder mi bilmiyorum bekleyip<br />

göreceğiz ama benim asıl merak ettiğim önümüzdeki<br />

dönemde doğan kaç bebeğin adının<br />

Süreyya olacağı ☺


EPISODE<br />

ŞiZOFREN OLM<br />

LEGION OLMAK<br />

ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />

Doğru, gerçek, normal olan yani<br />

geçerli olan nedir? İnsanoğlunun<br />

iradesi bu kavramlar üzerinde midir,<br />

yani gücümüz kendimize yeter mi?<br />

Gerçekten kendi irademiz ne kadar kendimize<br />

ait? Anılarımıza dair gerçeklik bizim<br />

algımıza göre tamamen değişir mi, gerçekten<br />

yaşandıkları için mi anı oldular? Pekiyi<br />

yaşandığı halde unutulan anlar anı değil midir?<br />

İnsanoğlu beden, ruh ve akılın birleşimi<br />

midir yoksa parçalanmışlık aslında herkes<br />

için geçerli olduğu halde başta kişi kendisi<br />

bir bütün olduğu yalanı içinde kıvranan bir<br />

varlık mıdır? Legion tüm bu felsefi soruları<br />

en çokta ana karaktere sürekli vaat edilen<br />

bütünlük üzerinden sorguluyor. Ne de olsa<br />

bugünün insanı simülasyon, sanal, hiper<br />

realite ve ‘gerçek’ arasında sıkıştıkça kayboluyor.<br />

Ancak sorunu sadece çağımızın<br />

teknolojik gelişmeleri karşısında çaresiz kalan<br />

insanoğlu eksenin de değil ta en baştan<br />

‘beden- ruh ve akıl’ parçalanmışlığı ve olası<br />

bütünlüğün ne kadar tamlık oluşturabileceği<br />

temelinde incelemesi Legion’ı benzerlerinden<br />

ayrıştırıyor. Kahraman şizofren mi<br />

ya da şizofreni bir hastalıksa bu durumu<br />

adlandıran herkesin normal olduğu ve<br />

dolayısıyla onların teşhis ve tedavisine göre<br />

yaşamak zorunluluğu tartışılamaz mı? Legion,<br />

X-Men’in sevilen dünyasında tüm bu<br />

zor soruları tartışıyor. Çocukluğundan beri<br />

duyduğu sesler nedeniyle hastanede tutulan<br />

kahraman aslında bu seslerin gerçek<br />

olduğu kabul edilince belki de hasta olmanın<br />

çok daha kolay ve rahat olduğuyla yüzleşiyor.<br />

Artık terapist ve ekibi aracılığıyla çoklu<br />

dünyalar arasında mücadele etmek zorunda<br />

bırakılıyor. İstese de istemese de zamanında<br />

şizofren olduğuna karar verilen hastanın artık<br />

iyi olduğuna karar verilip beden, ruh ve akıl<br />

bütünlüğü için zorlu bir mücadele başlatılıyor.<br />

Örneğin dizi karakterin hafızasına girilip<br />

gerçek ve doğal olduğu kabul edilen olayları<br />

sadece ‘anılar’ ve anıları da geçmişe dair<br />

yanılsamalar olarak değerlendirirken bir<br />

yandan hafızayı sorguluyor öte yandan<br />

psikanalist bir yaklaşımla bütünselliğin ancak<br />

anıların tedavisi ile mümkün olacağını<br />

söylüyor. Tüm hikayenin çocuklukta gelişen<br />

olaylar, okunan kitaplar ve oynanan oyunlar<br />

ekseninde incelenmesi meseleye psikanalitik<br />

bir açıyla bakılmasını mecbur kılıyor.<br />

Müthiş skeptik değerlendirmelerle gerçek<br />

inşasının değiştirilebileceğini ve aynı zamanda<br />

gerçeğin derecelerini sorguluyor.<br />

Bu kaygan zeminde kimlik, kişilik ve karakter<br />

geliştirmenin imkansızlığı ve yine de<br />

çıkışsızlığı içinde kıvranılması çok boyutlu<br />

tekinsiz açılar oluşturuyor. Yani defalarca<br />

keşke karakter gerçekten şizofren olsa<br />

dedirtiyor. Kısacası ‘gerçek’ kavramını salt<br />

postmodern dünyanın dayatmacı teknik<br />

ilerlemeleri ile değil zaten en baştan sadece<br />

beden bütünselliğine olan kesin inanç<br />

ihtiyacının çıkmazıyla irdelediği için Legion<br />

seyri fazlasıyla hak ediyor.


AK KOLAY,<br />

ÇOK ZOR ÇOK!


Bu arada ana karakterin metafizik güçleri<br />

var ve pek çok süper kahraman gibi ne yazık<br />

ki bu güçleri nedeniyle büyük çıkmazlara<br />

giriyor çünkü gücünü kontrol edemiyor.<br />

Kendi gücü kendisine rağmen harekete<br />

geçiyor ve dolayısıyla gücü onu yönetiyor.<br />

Kontrolsüz gücün tehdit haline gelmesi,<br />

metaforik olarak insanoğlunun sınırsız akıl<br />

ve gücünü kullanma/ma arasında alacağı<br />

her kararın çıkışsızlığına dair ciddi ve<br />

yaratıcı göndermeler yapıyor. Hafıza ve<br />

metafizik güçlerin anlatının odak noktası<br />

edinildiği dizide tüm neden ve sonuçlar<br />

bu merkezde<br />

düğümleniyor/<br />

çözümleniyor.<br />

Bedenin<br />

sınırlarını zorlayan<br />

fiziksel<br />

gücün ne gibi<br />

acılara yol açtığı<br />

ve insanoğlunun<br />

hep kendi<br />

kurban ve katili<br />

çıkması seyri<br />

etkili sahnelerle<br />

büyülüyor. Öte<br />

yandan hafızanın<br />

aklın ve ruhun<br />

taşıması<br />

ve yüzleşmesi<br />

acı veren<br />

anımsatmalara<br />

sebebiyet vermesi<br />

aslında<br />

her gücün aynı<br />

zamanda çok<br />

büyük zafiyetlere<br />

neden olduğunu<br />

gösteriyor.<br />

Anlaşılıyor ki<br />

‘beden-ruh-akıl’ bütünlüğü ya külliyen yalan<br />

ya da kişinin kendisine hizmet etmeyen<br />

üç uzlaşmaz alandan oluşması nedeniyle<br />

insanoğlunun çelişkisi bitmeyecek, bitmiyor.<br />

Bu arada karakterlerin birbirine geçmesi<br />

anlaşılması neredeyse imkansız geçirgen<br />

beden ve ruhlar aracılığıyla herkesin<br />

aslında içinde herkesi barındırdığı ve belki<br />

de orijinal karakterden eser kalmadığını<br />

söylüyor. Ya da zaten karakterlerin orijinal<br />

yapısının bu karma bileşkeden teşkil olduğu<br />

anlatılıyor. Kişinin hem kendinden kurtulması,<br />

sorumluluğundan sıyrılması ancak öte yandan<br />

tamamen dayanaksız kalması anlatılırken<br />

adeta ‘ben’ tanımlamasına sığdırılan her şeyin<br />

derinliğini sığlaştırıyor. Yaslanacak kimseniz<br />

dahası beniniz kalmamasından bir adım ileri<br />

giderek içinde yaşadığımız bedenden bile<br />

şüpheye düşürüyor. Korkunç bir kıstırılmışlık<br />

içinde kendinden kurtulamama ve acil olarak<br />

duyulan bir<br />

ben gereksinimi<br />

aslında<br />

pek çok<br />

varoluşçu<br />

soruyu da<br />

beraberinde<br />

sürekli<br />

gündem de<br />

tutuyor. Ana<br />

karakter hipnozla<br />

bedenden<br />

çıkarak<br />

mı kendi<br />

güçleriyle ve<br />

geçmişiyle<br />

barışabilir,<br />

uzlaşabilir<br />

ya da hipnoz<br />

vb yöntemlerle<br />

kendinden<br />

tümüyle<br />

kaçarsa<br />

mı huzur<br />

bulabilir<br />

gibi sorular<br />

adım adım<br />

büyüyor. Nereye gitse, kaçsa, gelse kendisinden<br />

kurtulamadığı gibi kendisine ne kadar<br />

dönse ‘ben’in labirentinde kimliğini oluşturan<br />

bambaşka etkenlerden de kurtulamıyor. Olmuyor,<br />

olmuyor, olmuyor ama öyle güzel<br />

olmuyor ki Legion kesinlikle seyredilmeyi hak<br />

ediyor.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!