05.03.2017 Views

Cinedergi 101

Binder101

Binder101

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

CINEVİZYON<br />

3 MART<br />

Dehşet Evi / Sweet Home<br />

Alt Tarafı Dünyanın Sonu / It’s Only the End of<br />

the World<br />

Yağmurlarda Yıkansam<br />

İstanbul Kırmızısı<br />

The Founder<br />

Reis<br />

Logan: Wolverine<br />

10 MART<br />

Neşeli Dalgalar: Dalgamanya / Surf’s Up 2:<br />

WaveMania<br />

Neruda<br />

Perde Ayn-ı Cin<br />

Deli Aşk<br />

Otoban / Collide<br />

Süper Yetenek / Rock Dog<br />

Kong: Kafatası Adası / Kong: Skull Island<br />

17 MART<br />

Ben Ölmeden Önce / Before I Fall<br />

Aquarius<br />

Kırmızı Kaplumbağa / The Red Turtle<br />

Tatlım Tatlım<br />

The Space Between Us<br />

Yaşam Kürü / A Cure for Wellness<br />

Kidnap<br />

Güzel ve Çirkin / Beauty and the Beast<br />

24 MART<br />

Geri Döndü<br />

Beyaz Balina<br />

David Lynch: The Art Life<br />

AlexCamera10<br />

Hayat / Life<br />

Sonsuz Aşk<br />

Nane ile Limon: Kayıp Zaman Yolcusu<br />

Power Rangers<br />

31 MART<br />

Gen 2: Kurban<br />

The Zookeeper’s Wife<br />

Hizmetçi / The Handmaiden<br />

Sarıkamış Çocukları<br />

Aşk Uykusu<br />

Kabuktaki Hayalet / Ghost in the Shell<br />

Biz Size Döneriz<br />

Aşkın Krallığı / A United Kingdom<br />

Patron Bebek / Boss Baby


İÇİNDEKİLER<br />

20<br />

dosya<br />

KONG SKULL ISLAND<br />

King Kong yeniden doğuyor. Bu sefer<br />

sevgilisi Brie Larson.<br />

10<br />

32<br />

50<br />

NEJAT İŞLER<br />

RÖPORTAJ<br />

BİZ SİZE DÖNERİZ<br />

Filmin yönetmeni Doğa Can Anafarta ve<br />

oyuncusu Bestemsu Özdemir‘le konuştuk<br />

KAMAN KARDEŞLER<br />

Deli Aşk filminden Kaman<br />

Kardeşler konuğumuzdu.<br />

24<br />

XAVIER DOLAN<br />

Bu sefer Dolan’ın filmlerini değil favorisi<br />

olan filmleri size yazdık....<br />

38 LOGAN<br />

Logan ve dünden bugüne<br />

X Men <strong>Cinedergi</strong>’de<br />

44 LIFE<br />

Son 7 yılın öne çıkan<br />

bilimkurguları neler?<br />

54 OSCARLIK SKANDAL<br />

Herkes Oscar’da skandalı konuştu.<br />

Belki de Oscar’ın kendisi skandal.<br />

58 SİNEMANIN KADINLARI<br />

8 Mart Dünya Kadınlar Günü<br />

dolayısıyla güçlü kadın karakterler.<br />

68 İSTANBUL KIRMIZISI<br />

Ferzan Özpetek’in sinema<br />

yolculuğunu yazdık..<br />

64<br />

GÜLTEN TARANÇ<br />

Yağmurlarda Yıkansam filminin<br />

yönetmeni Gülten Taranç’la sohbet.<br />

100<br />

104<br />

CAN NERGİS<br />

Annem dizisinin yakışıklısı Can Nergis<br />

dizinin sırlarını anlattı.<br />

ANIL KIR<br />

Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ın genç<br />

oyuncusu Anıl Kır ile konuştuk.<br />

78 NERUDA<br />

Pablo Narrain Neruda ile<br />

tartışma yaratacak.


30<br />

56<br />

84<br />

88<br />

ÖZEL KÖŞE<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Sinemayı artık sinema da değil internet<br />

ortamında seyredeceğiz.<br />

BELGESELCİ<br />

Mart ayı kapıyı çaldırır belgesel seyrettirir.<br />

İşte seçenekler....<br />

90<br />

ZAMANIN RUHU<br />

Entelektüel olmanın vaz geçilmez şartı<br />

Recep İvedik düşmanlığı...<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Kısa film Yolu’un yönetmeni<br />

Bülent Özdaman ile konuştuk.<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

Adı Efsane Nergiz Karataş’ın<br />

merceğinde...<br />

92TV’DE GÜÇLÜ KADINLAR<br />

Gizem Merve Kaboğlu<br />

TV’deki güçlü kadınları yazdı.<br />

96<br />

EPISODE<br />

Urban Myths Şenay Tanrıvermiş’in<br />

kaleminden...<br />

TARTIŞA TARTIŞA<br />

BOZULMAYA<br />

BAŞLADIK<br />

EDITO<br />

Bu ülkenin artık normal bir gündemi<br />

yok. Herşey tartışma ve popüler<br />

kültürün yozluğu içinde çözülmeye<br />

çalışılıyor. Sinemamı da bu durumdan etkileniyor<br />

tabıı. Son günlerde bakıyorum<br />

en küçük şeyde herkes birbirinin boğazını<br />

sıkıyor. Yok efendim “Recep İvedik’i<br />

nasıl beğenirsin?”, La La Land’ı sevenler,<br />

Neruda’yı sevmeyenler, “Benim filmim<br />

bakanlıktan destek almadı, sen nasıl aldın<br />

yalaka?” çirkinlik hat safhada. Bence toplumun<br />

her sınıfındaki yozlaşma sinemada<br />

da kendini böyle gösteriyor. Bundan etkilenmemek<br />

çok zor. Ya kulağınızı kapatıp<br />

bildiğinizi yapacaksınız ya da aynı yolun<br />

yolcusu olacaksınız. Ne diyelim Allah akıl<br />

fikir versin. Dergimize dönersek 100. sayıyı<br />

devirdik ve dalya dediğimiz Şubat ayından<br />

hemen sonra bir yenilenmeye de girdik. Bu<br />

dergiyi çıkartmak kolay değil. İnsanların<br />

yorgunluğunu anlıyorum. Hele hayat bu kadar<br />

acımasız bir şekilde ileriye sürükleyince<br />

insanı. Biz de yorulan arkadaşlarla sonradan<br />

tekrar beraber olma umuduyla helalleştik.<br />

Yeni gencecik yazarlarımız var. Pınar Karahan<br />

ve Polat Öziş’e<br />

hoşgeldiniz diyorum.


PEK YAKINDA<br />

THE AUTOPSY OF JANE DOE<br />

Yönetmen: André Øvredal<br />

Oyuncular: Emile Hirsch, Brian<br />

Cox, Olwen Catherine Kelly<br />

Konu: Cox ve Hirsch, belirgin bir<br />

ölüm nedeni olmayan gizemli bir<br />

cinayet kurbanını alan baba ve<br />

oğul adlî tıp memurlarıdır. Güzel ve<br />

genç “Jane Doe” yi tanımlamaya<br />

çalıştıklarında, korkunç sırlarının<br />

anahtarı olan tuhaf ipuçlarını<br />

keşfetmeye başlarlar.


Yönetmen: Reha Erdem<br />

Oyuncular: Ecem Uzun, Berke<br />

Karaer, Melisa Akman, Murat<br />

Deniz<br />

Konu: Ali (Berke Karaer) bir<br />

tamircide çalışarak hayatını<br />

kazanmaktadır. Başka bir ailenin<br />

yanında kalan kız kardeşi Zuhal<br />

(Ecem Uzun) ile görüşmesine<br />

aile izin vermemektedir. Bu<br />

duruma daha fazla dayanamayan<br />

Ali kardeşini bir gün motorsikletiyle<br />

alıp İstanbul’dan uzak<br />

bir yere kaçar. Ormanın derinliklerinde<br />

yaşamaya başlayan<br />

kardeşler için vahşi doğada<br />

hayatta kalmaya çalışmak, bir<br />

yandan da para kazanmak çok<br />

ağır bir yük olacaktır.<br />

KOCA DÜNYA<br />

BARAKA<br />

Yönetmen: Stuart<br />

Hazeldine<br />

Oyuncular: Sam<br />

Worthington, Octavia<br />

Spencer, Tim<br />

McGraw<br />

Konu: The Shack,<br />

William P. Young’un<br />

2007’de yazılan çok<br />

satan romanından<br />

esinlenerek beyaz<br />

perdeye uyarlandı.<br />

Stuart Hazeldine<br />

tarafından yönetilen<br />

ve John Fusco<br />

tarafından yazılan<br />

film, yasta olan<br />

bir adamın “The<br />

Shack” denen yere<br />

Tanrı ile tanışması<br />

için davet edilmesini<br />

anlatıyor.<br />

SiRiNLER 3<br />

KAYIP KÖY<br />

Yönetmen: Kelly Asbury<br />

Oyuncular: Demi Lovato,<br />

Julia Roberts,<br />

Mandy Patinkin<br />

Konu: Şirinler’in yeni<br />

macerasında ekip yine<br />

bir görev uğruna yollara<br />

koyulur. Gizemli<br />

bir harita ortaya çıkar<br />

ve gizli bir köyün yerini<br />

işaret eder. Bunun üzerine<br />

bu köyün güvenliği<br />

artık Şirinler’in ellerindedir.<br />

Şirine, Gözlüklü<br />

Şirin, Sakar Şirin ve<br />

Güçlü Şirin gizemli ormanda<br />

yolculuk ederek<br />

bu köyü keşfetmeye<br />

karar verirler.


PEK YAKINDA<br />

THE LOST<br />

CITY OF Z<br />

Yönetmen: James<br />

Gray<br />

Oyuncular: Charlie<br />

Hunnam, Robert Pattinson,<br />

Sienna Miller<br />

Konu: Percy Fawcett<br />

kendini Amazon<br />

ormanlarına adamış<br />

bir kaşiftir. Kaşif,<br />

araştırdığı bölgede<br />

daha önce bilinmeyen,<br />

bir zamanlar<br />

bölgeye yerleşmiş<br />

olabilecek gelişmiş<br />

bir uygarlığa<br />

dair kanıtlar bulur.<br />

Bunları bilim<br />

camiasına<br />

açıkladığında ise<br />

Amazon yerlilerini<br />

vahşiler olarak<br />

gören bilim insanları<br />

kanıtlara gülüp<br />

geçerler.


SON MACERA<br />

Yönetmen: Zach Braff<br />

Oyuncular: Morgan Freeman, Michael Caine, Alan Arkin<br />

Konu: Willie, Joe ve Al uzun yıllardır en yakın dostlar olan 3<br />

yaşlı adamdır. Hayatlarını bir arada yaşayan 3 arkadaş hayatları<br />

boyunca para sıkıntısı çekmiştir. Kurtulabilmelerinin tek yolu<br />

da hızlı yoldan kıdem emekliliğidir... Para kazanabilmek ve sevdikleri<br />

insanlara yardımcı olabilmek için çaresiz kalan 3 adam<br />

kafa kafaya verirler.<br />

Yönetmen:<br />

D.J. Viola<br />

Oyuncular: Nathan<br />

Kress, Virginia<br />

Gardner, Kirby<br />

Bliss Blanton<br />

Konu: Bir grup<br />

üniversite öğrencisi<br />

klinik bir ilaç denemesinde<br />

yer alır.<br />

Deney beklenmedik<br />

bir yan etkisi ortaya<br />

çıkar ve kendilerine<br />

ölenlerin<br />

vahşi görüntülerini<br />

gösterir. Sonra<br />

ise bunlar<br />

gerçekleşmeye<br />

başlar. Kaderden<br />

kaçmak için<br />

koşturduklarında<br />

katilin aralarında<br />

olduğunu<br />

keşfederler...<br />

TELL ME<br />

HOW I DIE<br />

GALAKSININ KORUYUCULARI 2<br />

Yönetmen: James<br />

Gunn<br />

Oyuncular: Chris Pratt,<br />

Zoe Saldana, Dave Bautista<br />

Konu: “Galaksinin<br />

Koruyucuları 2” filminde<br />

ekip uzayın uzak<br />

noktalarına yolculuklar<br />

ederken bir yandan<br />

da galaksiyi korumak<br />

adına farklı maceralara<br />

atılıyor. Koruyucular,<br />

artık aileleri haline<br />

gelen ekipte birbirlerini<br />

düşmanlara karşı korumak<br />

için savaşırken,<br />

Starlord olan Peter<br />

Quill’in gizemli<br />

geçmişinin sırları da<br />

çözülmeye başlıyor.


BiR ERKEĞi<br />

SiNEMAYA<br />

ÇEKEN<br />

FiLMDEKi<br />

KADINDIR<br />

Ferzan Özpetek’in son filmi İstanbul<br />

Kırmızısı’nın başrol oyuncusu Nejat<br />

İşler endüstride erkek oyuncuların<br />

kadınlara göre daha avantajlı olduğunu<br />

ama bir erkeğin sinemaya filmdeki<br />

kadın oyuncu için gittiğini söyledi...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Nejat İşler kabul etmese bile Türk<br />

sinemasında çok az jön sıfatını dolduracak<br />

veya izleyiciyi sinema salonlarına çekecek<br />

erkek oyuncu var. Nejat İşler de bu az<br />

sayıdaki erkek oyuncuların içinde. İşler’in<br />

rol aldığı filmlere baktığımızda çok seçkin<br />

filmlerde yer aldığını görüyoruz. Mustafa<br />

Hakkında Herşey, Barda, Yumurta, Kaybedenler<br />

Kulübü, Kış Uykusu, bu hafta ise<br />

ünlü yönetmen Ferzan Özpetek’in İstanbul<br />

Kırmızısı filmiyle karşımıza çıkacak ünlü<br />

oyuncu. Kendisini seçen değil seçilen<br />

bir isim olduğunu söyleyen İşler, proje<br />

seçerken bildiği sularda yüzmekten<br />

hoşlandığını belirtti. İşte ünlü oyuncunun<br />

sorularımıza cevapları.<br />

Senaryo size geldiğinde etkilendiğiniz ve<br />

rolü kabul etmenize sebep olan şay neydi?<br />

Çok senaryo bağlantılı olmadı karar ver-


NEJAT İŞLER<br />

mem. İş zaten bir roman uyarlaması ve uyarlayan<br />

ve çekecek olan romanın yazarı. Otobiyografik<br />

özellikleri var, teklifi getirenin adı<br />

Ferzan Özpetek. Değişik bir roldü, bunların<br />

hepsi bu süreci deneyimleme isteğimi kaşıdı.<br />

Rolünüzden biraz bahseder misiniz?<br />

Deniz’in hikayesi aslında filmin hikayesi aynı<br />

zamanda. Bu yüzden pek fazla bir şey anlatmasam<br />

iyi olur.<br />

Film bir roman uyarlaması, uyarlama filmlerin<br />

romanın duygusunu çok da yansıtamadığı<br />

yönünde bir ön fikir var. Bu konuda ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Dediğim gibi, yazan da çeken de aynı<br />

kişi. Her şeye rağmen kitabı okumadım<br />

yine de. Yıllar evvel bir roman uyarlaması<br />

teklifi gelmişti, yönetmen okumamda ısrar<br />

etmişti, okudum ve tekrar buluşmamızda<br />

“sen bu filmi çekemezsin” gibi bir şey<br />

söylemiştim. Gençtim çok, aklımdan geçeni<br />

biraz küstahça söylüyordum. Sonuçta Türk<br />

sinemasında var olan en kıyak rollerden<br />

birini, üstelik pek de iyi oynamayan birine<br />

kaptırdım.<br />

Yönetmen Ferzan Özpetek filmin romanını da<br />

yazan isim. Sizin karakteriniz Deniz mi yoksa<br />

Orhan karakteri mi Özpetek’i daha çok ifade<br />

ediyor?<br />

Buna Ferzan’ın cevap vermesi daha doğru<br />

olur...<br />

Sizin karakteriniz İstanbullu, aileden üst<br />

tabakaya ait ve günümüzde belki de yok<br />

olmaya başlayan ama bir o kadar da Türk<br />

edebiyatını ve sosyal hayatını etkileyen bir<br />

sınıfa ait. Sinemamızın böyle bir yapıyı doğru<br />

ve yeterli bir şekilde işlediğine inanıyor musunuz?<br />

Kimse içinden gelmediği sınıfın ruh halini<br />

yansıtamaz. Ancak yüzeysel bakabilir. Edebiyatta<br />

bile “içeriden” anlatan az, sinemada<br />

neredeyse yok. Bu yüzden bu filmi değerli<br />

buluyorum...<br />

Ferzan Özpetek’in yıllardır İtalya’da<br />

yaşadığını biliyoruz. Türkiye ise çok hızlı<br />

değişen toplumsal dinamiklere sahip bir<br />

ülke. Filmin bu anlamda toplumsal bakışının<br />

güncelliği hakkında endişeniz var mı? Veya


u konuda sizin belirlemeleriniz nelerdir?<br />

Ferzan’ la ilgili böyle bir endişeye<br />

mahal yok, zira buradaki değişimleri<br />

yakından takip eden biri olduğunu<br />

biliyorum.<br />

Türk sinemasının en büyük eksiğinin<br />

gişe veya merkez filmlerin kalite<br />

problemi olduğunu düşünüyorum.<br />

İstanbul Kırmızısı hem sinema dili<br />

hem konusu açısından gişe filmine<br />

yakın, geniş kitlelerin ilgisini çekecek<br />

bir yapım. Bu tarz filmlerin sinemamız<br />

için önemi hakkında fikirleriniz nelerdir?<br />

Bu filmler olmazsa sektör sadece<br />

dizilerin getirisine kalıyor. Ya da<br />

alışkanlıklarına diyelim. Filmin kalıcı<br />

olduğunu unutan, daha çok dizilerden<br />

ekmeğini kazanan insanların<br />

hatası bu dediğin. Bu hataya ses<br />

çıkarmıyoruz çoğunlukla, çünkü<br />

marketlerde satılan kitaplar yazıyor,<br />

alışveriş merkezlerinde oynayan filmler<br />

çekiyoruz. Ferzan, dizilerle halkın<br />

hayatında yer eden figürlerle, dizilerde<br />

hiç anlatılmayacak bir hikaye<br />

anlatıyor. Bakalım, doğru bir karar mı,<br />

gişe söyler...<br />

Sinemamız için öne çıkan erkek<br />

oyuncu ismi aklıma az geliyor. Siz,<br />

Haluk Bilginer, Halit Ergenç ve bir<br />

kaç isim daha ancak sinemamız için<br />

önemli isim olarak adlandırılabilir.<br />

Bunun sebebi sizce nedir? Sinemanın<br />

özellikle erkek karakterler, oyuncular<br />

açısından hareketlenmesi gerekir mi?<br />

Bence yanılıyorsunuz. Türk<br />

sinemasının son yıllardaki gişe<br />

rakamlarına baktığımızda hep erkek<br />

oyuncuların filmlerinin başarısını<br />

görüyoruz. Tabi ki aralarında ben<br />

yokum (şaka). Kadın oyunculara<br />

daha az karakter yazılıyor ve takdir<br />

edersiniz ki, bir erkeği evinden kalkıp<br />

sinemaya götüren ancak bir kadındır.<br />

Dünya’ da da en çok kazananlar lis-<br />

tesinde hep erkek oyuncular vardır.<br />

Mustafa Hakkında Herşey, Barda,<br />

Yumurta, Kaybedenler Kulübü, Kış<br />

Uykusu gibi en üst düzey filmlerde<br />

rol aldınız. Bu anlamda sinema sanatı<br />

açısından hep 12’den vuran filmleri<br />

seçmişsiniz. Bu seçimlerdeki kriterleriniz<br />

nelerdi?<br />

Öncelikle söyleyeyim, ben seçilenim.<br />

Evet, yıllar içerisinde çok “ oyun oynama”<br />

teklifi aldım. Çocukluğumdan<br />

bir örnekle anlatayım; bizim mahalleden<br />

olmayan biriyle oynamak pek<br />

işime gelmiyor. Hikayede ya da ilişkide<br />

hayatıma dokunan bir şeylerin olması<br />

lazım. Bir de hayattaki seçimlerini<br />

beğendiğim insanlarla çalışmaya gayret<br />

ediyorum.<br />

2011’i saymazsak son beş, altı yıldır<br />

sinema filmlerine ağırlık verdiğinizi,<br />

dizilerde sizi daha az gördüğümüzü<br />

söyleyebiliriz. Bundan sonra böyle<br />

mi gidecek. Diziler hakkındaki<br />

düşünceleriniz neler? Oyunculuk<br />

mesleği olarak dizilerin kalitesinin<br />

sizi tatmin edecek durumda olduğunu<br />

söyleyebilir misiniz?<br />

Mesleğimi her mecrada hakkıyla yapmak<br />

isterim. Ailemde ve çevremde işini<br />

“sallayan” pek kimse yok. Bu yüzden<br />

mesleğe ilk başladığım günlerden<br />

beri dizilerle problemli bir ilişkim var.<br />

Hızlı tüketildiği için, planlı bir üretim<br />

yapılamıyor. Evet, hayatımda iyi-kötü<br />

bir sürü şeyi dizilere borçluyum. Belki<br />

de sırf bu yüzden, neredeyse kapımın<br />

önünde çekilen bir dizide çalışıyorum<br />

yıllar sonra. Ben bu işi seviyorum ve<br />

bana işimi iyi şartlarda yapacağımı<br />

garanti eden herkesle her mecrada<br />

çalışırım. İnternet dizileri başladı mesela.<br />

Hala umudum var...<br />

Benim size sormadığım ama izleyiciler<br />

için sizin söylemek istediğiniz bir şey<br />

var mı?<br />

Umarım filmi seyrettikten sonra salondan<br />

“doymuş” çıkarlar...


CINEKRiTiK<br />

ALPER TURGUT<br />

BÜYÜMEYI REDDEDEN ÇOCUKLAR IÇIN<br />

n Süper kahraman filmleri, kabul buyurun,<br />

genellikle çerezlik oluyor, salt eğlencelik<br />

kalıyor. Dünya çapında satacakları<br />

oyunları ve oyuncakları da düşünen<br />

stüdyolar, para aşkına, yetişkinleri unutup,<br />

hatta gençleri de öteleyip, artık çocuklara<br />

seslenmeyi tercih ediyor. Logan, terse<br />

yatıran, ezber bozan, hiç büyümeyen,<br />

yetişkin olmayı reddeden çocukları da<br />

kucaklayan bir film. Steril değil, yapay değil,<br />

samimiyetsiz değil, civ cuv, dışın dışın, hoppidi<br />

hoppidi de değil, distopik bir yol hikâyesi<br />

bu, yabani, sert, koyu ve duygulu… Yalan yok,<br />

benimsedim, beğendim ve sevdim.<br />

Logan / Wolverine karakterine can katan Hugh<br />

Jackman, yeter artık yahu demiş olmalı, 17<br />

senede, dokuz film çektim, üstüne de video<br />

oyunlarına ses verdim, artık güzel bir veda<br />

etmeli… Eee adam da haklı, 32 yaşındaydı,<br />

rolü sırtladığında, geldi 49’a, karakter resmen<br />

üstüne yapıştı, harbiden daha ne yapsın?<br />

Bence Logan, tüm X-Men serisinden de, ‘spinoff’<br />

filmlerinden de daha iyi ve daha güzel bir<br />

yapıt, yalnızca görselliğe kasan, beyazperdeyi<br />

efekt manyağı yapan diğer süper kahramanlar<br />

da, ders alsınlar, sinemaseverlerin, aksiyon kadar,<br />

şekil kadar, başkaca beklentileri de var.<br />

Evet, yapımcıların çekinceleri olmuştur haliyle,<br />

lakin cesur davranıp, karanlık bir gelecek<br />

inşa etmeyi denemişler, dramatik yapıyı<br />

iyi kurmuşlar, resmen ilmek ilmek örmüşler,<br />

sinema adına risk alabilen, tereddüt etmeyen,<br />

özgün olmayı hedefleyen herkese tebrikler.<br />

Bana ne süper kahramanlardan, ben anti-kahraman<br />

takılacağım diyen sululuk abidesi, hayal<br />

dünyasının hergelesi Deadpool’un ardından,<br />

bezmiş ve tükenmiş Logan’ın da sıkıldım bu<br />

düzenden diye çemkirmesi, belki de kapıları<br />

açmış, süper kahramanları, robotluktan çıkartıp,<br />

hisleri yüklemiş, olgunlaşmalarına vesile<br />

olmuştur, kim bilir.<br />

Mutant kankalarımız, bu her canlının düşmanı<br />

insandan çok çekti be arkadaş! Şimdi de<br />

doğuştan mutant olanları harcamışlar, laboratuvarda<br />

mutant kotarmaya uğraşmışlar. Sene<br />

2029… Fabrikasyon mutant çocuklar, süper askerler<br />

haline dönüştürülecek, acımasız suikastçılara<br />

çevrilecek, ba ba ba, çocuk askerlerden gelecekte<br />

de vazgeçmiyor yani, melun savaş aygıtı, hay<br />

lanet gelsin! Meksika’da gizli işler çevrilirken,<br />

çeyrek asırdır mutant çocuk doğmuyor sanıyor<br />

tüm dünya, o vakit buradan güzelim Children<br />

of Men’e de selam çakalım. Logan, Profesör X<br />

(Charles) ve Caliban, geriye kalan üç has mutant,<br />

yeni nesil mutant Laura (Çocuk oyuncu Dafne<br />

Keen, döktürmüş resmen) ve elbette kötü adamlar…<br />

Çatışmanın tarafları belli olduğuna göre,<br />

sırada olaylar, olaylar, olaylar.


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

SÜPER KAHRAMANIN GiZLi KiMLiĞi!<br />

n Diyarbakır’da yaşayan, İstanbul’da<br />

olmadan da sinema yapılabileceğini<br />

gösteren ve daha çok !f tarzı bağımsız<br />

filmlere imza atan Ali Kemal Çınar<br />

üçüncü filmi Genco’yla yine absürd,<br />

basit ama farklı bir filme imza atıyor ve<br />

izleyeni gülümsetmeye devam ediyor.<br />

Kısa filmlerini saymazsak ilk olarak Antalya<br />

Film Festivali’nde Kısa Film /Kurte<br />

Film ile tanıdığımız ve basur sorunu yaşayan<br />

bir adamın öznel dünyasını karşımıza getiren<br />

Çınar filme dair değişik; olumlu ve olumsuz<br />

anlamda yorumlar almıştı. Bu filmden sonra<br />

durmayan, çekmeye<br />

devam eden Çınar<br />

çektiği Gizli / Veşarti<br />

fimiyle geçen yıl Keşif<br />

bölümünde hem büyük<br />

ödülü hem de Siyad<br />

ödülünü kazanmıştı.<br />

Kadın kimliği ve onun<br />

kullanım alanları üzerine<br />

deneysel, cesur<br />

ve yenilikli bir tarzla<br />

karşımıza çıkmıştı.<br />

Tabii kimliklere dair,<br />

toplamda yapılan zorlama<br />

bir algıda filmin<br />

bir yerlerinden filizlenip<br />

çıkıveriyordu.<br />

Çınar’ın bir diğer<br />

özelliği de politik ezber<br />

çarkına girmeden kendi<br />

alt metinlerini kendi naif<br />

tarzıyla yazıyor oluşu…<br />

Bu da her seferinde<br />

dikkat çekici filmlerin<br />

ortaya çıkmasına vesile<br />

oluyor. Tıpkı son filmi Genco’da olduğu gibi.<br />

Kürt süper kahraman haberleriyle şimdiden<br />

dikkatleri çeken filmin çıkış noktalarında biri<br />

Çınar’ın ilk uzun metrajı Kurte Film’den ‘ıkınma’<br />

refleksini ödünç alıp, onu bir süper kahraman<br />

tepkisine dönüştürmek olmuş diyebiliriz.<br />

Filmlerinde ev içine fazlaca hapsolan, bir de<br />

kendisine bahşedilen süperkahraman kimliğinin<br />

altında kostümüyle gizlenen adamın, her türlü ‘gizil’<br />

takılması yine bir kimlik sorununu işaret ediyor.<br />

Arkadaşıyla vejetaryen cafe işleten (vejetaryenliğe<br />

bir selam çaktığı kesin) ve bu konuda isim yapsalarda<br />

işleri iyi gitmeyen Ali Kemal, babasının<br />

yemeklere et suyu katmasıyla gelişen olayları,<br />

kendi gücünün yanlışlıkla başkasına geçmesiyle<br />

ilgili durumları gayet ironik bir biçimde anlatıyor.<br />

Anne babasıyla olan sıkıntılı yaşamından kopamayan,<br />

takıntılı bir adamın sınırlı süper kahraman<br />

güçleriyle kendisine bile yetememesine dair güzel<br />

bir vurgu içeriyor film. Aslında yine bedenin içinde<br />

hapsolmaya dair düşüncelerine yani beden üzerine<br />

düşünmeye devam ediyor diyebiliriz Ali Kemal<br />

Çınar için.<br />

Kendi yazıyor, oynuyor ve yönetiyor. Aslında<br />

bağımsız sinema dediğimiz şeyi mekana, zamana<br />

ve maddiyata bağlamadan kendi yöntemleriyle<br />

oluşturuyor, bu da farklı, gündelik ama varoluşa<br />

dair cesur bir sinema dili yaratıyor. Mütevazı,<br />

ironik, hatta komik ve sahici.


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

HAYAL KIRIKLIĞININ ASIL RENGi; iSTA<br />

n Ferzan Özpetek, sinemasını<br />

sevdiğimiz, saydığımız, ilgiyle takip<br />

ettiğimiz usta bir sinemacı. Türkiye ve<br />

İtalya’nın ortak gururu. “Hamam”, “Harem<br />

Suare”, “Cahil Periler” gibi önemli filmlerle<br />

kariyerine başlayan Özpetek, dünya<br />

sinemasında da önemli bir konumda.<br />

Ancak usta yönetmenin İstanbul’da kendi<br />

romanından uyarlayıp çektiği “İstanbul<br />

Kırmızısı” neden bu kadar hayal kırıklığına<br />

uğrattı bizleri?<br />

Uzun yıllar yurt dışında yaşayan yazar ve<br />

editör Orhan Şahin, ünlü yönetmen Deniz<br />

Soysal’ın ilk kitabı üzerinde çalışmak için<br />

İstanbul’a gelir. Deniz zenginliğinin son demlerindeki<br />

ailesiyle birlikte bir yalıda yaşamaktadır.<br />

Orhan, kendini ilk günden Deniz’in karmaşık<br />

ilişkileri, esrarengiz arkadaşları ve aile bireylerinin<br />

ortasında bulur. Yıllar sonra döndüğü<br />

İstanbul’u yepyeni gözlerle keşfederken,<br />

unuttuğu duyguları yeniden yaşamaya<br />

başlayacaktır. Filmin başrollerinde ise Halit<br />

Ergenc, Tuba Büyüküstün, Mehmet Günsür,<br />

Nejat İşler, Serra Yılmaz, Selim Bayraktar,<br />

Zerrin Tekindor, Çigdem Onat gibi önemli<br />

isimler yer alıyor. Neresinden bakarsanız bakın<br />

Özpetek’in filmografisinin en kötü işi İstanbul<br />

Kırmızısı. Kibir ve ego içinde yaşayan ve inorganik<br />

dertler arayan bir aristokrat aile ile ne<br />

istediğini bilmeyi beceremeyen orta üst sınıf<br />

aile dostlarının ortak bir gizemli polisiye olaylar<br />

örgüsü içine çekildiği bunalımlı bir öykü... Hayal<br />

kırıklığımızın en büyük atar damarlarından<br />

biri senaryo ve diyaloglar; en ağlak Türk dram<br />

dizilerinde bile göremeyeceğimiz ve hiç bir<br />

anlamı olmayan sözler (Misal: Vedalar gözleriyle<br />

sevenler içindir. Gönülden sevenler asla<br />

ayrılmazlar!), günlük hayatta duyduğunuzda<br />

gülme hissine kapılacağınız aşikar olan üstten<br />

bakan cümleler, hikayenin hali hazırda kafa<br />

karıştırıcılığını iyiden iyiye azdıran ve seyirciye<br />

hiç bir yardımı olmayan yan hikayeler,<br />

karakterler... Neden alt mesaj verme kaygısı<br />

taşıdığını anlamadığımız bir Özpetek, olayla<br />

hiç ilgisi yokken bir Kürt meselesini yan hi-<br />

kaye olarak filme yedirmeye çalışıyor? Madem<br />

bunu yapacak orijinal kitaba niye sadık kalmıyor?<br />

Kitabı okumadım ama gezi olaylarını fona aldığını<br />

öğrendiğimde şaşkınlığım biraz daha arttı senaryoya<br />

karşı. Bir sanatçı kendi yazdığı kitabı<br />

kendi senaryolaştırıp filme alırken gezi olayları<br />

fonunu neden kaldırır? Neden çekinir? Neden<br />

ürker? Yazdığı esere saygısı bu kadar mı azdır?<br />

Türkiye’nin en iyi oyuncuları buysa (Halit Ergenç’i<br />

tenzih ederek) vah halimize dedirtecek kadar<br />

inandırıcılıktan uzak performanslar seyirciyi oldukça<br />

şaşırtabilir. Ne Büyüküstün, ne Gürsu ne de<br />

İşler rollerine oturmamış, karakter yaratamamışlar.<br />

Sette Özpetek’in ağırlığı altında ezilmiş olabil-


NBUL KIRMIZISI!<br />

eceklerini düşünmemek elde değil. Hele ki Serra<br />

Yılmaz. Anayurt Oteli’nden beri oynadığı her<br />

filmde aynı ‘karikatürü’ canlandırmaktan bıkmadı<br />

mı? Hadi o bıkmadı, Özpetek onu oynamaktan<br />

sıkılmadı mı? Biz seyirci olarak bezdik!<br />

Süreyya karakterini oynayan Çiğdem Onat ve<br />

Orhan’ın ablasını canlandıran Zerrin Tekindor’un<br />

tadımlık performanslarıyla biraz olsun rahatlarken,<br />

oyunculuk sanatının ne olduğuna dair<br />

güzel bir ders Halit Ergenç’ten geliyor. Filmin<br />

yapaylığının arasında adeta çırpınıyor Ergenç.<br />

Öylesine büyük bir oyuncu ki, sahnesindeki<br />

herkesi figüran konumuna indirgiyor. Çoğu zaman<br />

bakışlarıyla çözüyor işi, vermek istediği<br />

duyguları tanımlıyor anında. Hele, Neval’in<br />

kocasına Neval’e olan sevgisini anlatırken bir<br />

seyirci olarak yüreğinizi titretiyor. İzlemediyseniz<br />

Halit Ergenç’in oyunculuk dersi verdiği Misafir<br />

adlı filmi şiddetle izlemenizi tavsiye ederim.<br />

Filmin ender güzelliklerinden biri -gereksiz<br />

ve aniden karşımıza çıkan close up çekimler<br />

hariç- İstanbul boğazının enfesliğini aktaran<br />

görüntüler ve de karakterlerin derinleşmesine<br />

yardımcı olmaya çalışan müzik kullanımı. Bu<br />

konuda hakkını yemeyelim usta yönetmenin.<br />

Neyse... Bizden sana tavsiye, sen yine İtalya’da<br />

İtalyan oyuncularla yolculuğuna devam et usta.<br />

Sevdiğimiz, alıştığımız ve senin de bildiğin gibi...


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

BU DÜNYAYA KOCA YÜREKLi BABALA<br />

n Oscar adaylarının hepsini<br />

seyrettiğimde Moonlight filmini hem<br />

içeriği hem de sinema dili açısından<br />

bütün rakiplerinden önde görüyorum.<br />

Benim için bir filmin derdini nasıl<br />

söylediği önemlidir ama daha da önemlisi<br />

ne söylediğidir. Bu anlamda Monnlight<br />

çok katmanlı bir film. Bize bir erkeğin cinsel<br />

kimliğini tanıma çabasını gösterirken<br />

aslında insan olarak hayatta duruşumuzu<br />

nasıl sergileyeceğimizi, daha da önemlisi o<br />

duruşu bulma sürecinin ne kadar karanlık ve<br />

zor olabileceğini anlatıyor. Söz konusu erkek<br />

olduğunda baba örneğinin belirleyiciliği filmin<br />

önemli mesajlarından. Miami’de yaşayan<br />

küçük Chiron adlı siyahi çocuğun zaman içinde<br />

büyümesi ve demin anlattığımız evreleri filmin<br />

odağında. Chiron karakterininin küçüklük,<br />

ergenlik ve genç bir erkek olduğu dönemi üç<br />

farklı oyuncu canlandırıyor. Alex R. Hibbert,<br />

Ashton Sanders, Trevante Rhodes birbirinden<br />

değerli performanslar göstermişler. O kadar<br />

inandırıcı oyunları varken sekiz dalda Oscar<br />

adayı olan bu filmde niye en iyi erkek dalında<br />

bu isimler aday değil anlamış değilim. Mesela<br />

Chiron’un ergenlik dönemini oynayan Ashton<br />

Sanders şu an Oscar’a aday gösterilen bütün<br />

en iyi erkek dalındaki isimlerden kat ve kat ileride.<br />

Üstelik çok genç bir isim olsa bile geleceği<br />

parlak. Geçen yıl siyahi oyuncuların yer<br />

aldığı veya siyahi insanların dertlerini anlatan<br />

filmlerin önünün kesildiği yönünde bir dolu<br />

tartışma varken bu yıl bir çok bu tür film adaylık<br />

kazanmış durumda ama Moonlight’tan en iyi<br />

erkek dalında aday çıkmamasını Oscar’ın<br />

bu konudaki samimiyetsizliğine bağlıyorum.<br />

Yani tartışmalar dinsin, siyahiler sussun diye<br />

adaylıklar dağıtılmış ama en güçlü oldukları<br />

yerde esameleri okunmamış gibi. Yine de<br />

filmin yönetmeninin önünü kesebileceklerini<br />

sanmıyorum. Barry Jenkins çok genç bir yönetmen<br />

ve Moonlight yönetmenin ikinci uzun<br />

metraj filmi. Ama bu yaşta Terrence Malikvari<br />

bir filmi kotarabilmiş. Üstelik bizim yönetmenler<br />

gibi klişelere dayanmamış. Malik’in sinemasını<br />

özümsemiş ve kendine göre yorumlamış. Bu<br />

haliyle benim Malik sinemasından daha fazla<br />

hoşuma giden bir dil oluşturmuş. Bu yönetmenin<br />

filmlerini takip edeceğim. Tek kuşkum Moonlight’ın<br />

yönetmen için çok kişisel bir film olup olmadığı<br />

konsunda. Böyle olursa tek atımlık bir kurşun gibi<br />

kendini tüketmiş olabilir. Farklı konularda, farklı<br />

filmler çekmesini bekliyorum. O zaman Barry<br />

Jenkins’in yolu çok daha uzun olabilir. Yönetmenlik<br />

becerisi derken küçük dokunuşlar çok önemli.<br />

Mesela Chiron karakterinin farklı yaşlarda faklı<br />

lakaplarla anılması senaryonun bütününün önemli<br />

bir parçası. Küçüklükte Little olarak adlandırılan<br />

Chiron ergenliğinde kendini bulmak yolunda


R GEREKLi<br />

annesinin verdiği isimle yani belirsizlikler içinde<br />

tanımlanıyor. Ama genç bir erkek olduğunda<br />

Black adını alıyor. Daha sertleşmiş yolunu bulmak<br />

için adımlar atmış bir adam. Yazının başında<br />

dediğimiz gibi bir erkeğin varoluşsal problemlerini<br />

çözme yolundaki en önemli rehberi babasıdır. Bu<br />

rehberi kaybeden erkeğin yolculuğu daha zorlu<br />

ve hatalara açık bir dönem haliyle. Film bunu çok<br />

iyi işlemiş. Chiron karakterinin baba örneği onu<br />

sokakta yalnız bulan ve himayesine alan Juan.<br />

Juan karakteri filmde göreceli olarak kısa bir role<br />

sahip olsa da Chiron karakterinin üzerindeki etkisiyle<br />

öne çıkıyor. Juan karakterini canladıran Mahershala<br />

Ali o kadar iyi bir perfomans gösteriyor<br />

ki en iyi yardımcı erkek dalında Oscar adaylığını<br />

kapmış. Mahershala Ali’nin canlandırdığı Juan<br />

karakterinin senaryodaki tek etkisi baba örneği<br />

olmak değil. İyi yürekli insanların hayatı nasıl<br />

etkilediğini, bütün karanlıkları küçücük bir mum<br />

ışığının yenebildiği gibi, iyi yürekli insanların<br />

kelebek etkisi gibi birçok insanın hayatını<br />

güzelleştirebildiğini gösteriyor bize Mahershala Ali.<br />

Zaten filmin bütün mesajlarının özü onun kısa bir<br />

diyaloğunda yatıyor. “Bir noktada kim olduğuna<br />

karar vermelisin. Bu kararı başkalarının vermesine<br />

izin veremezsin.” İşte Moonlight benim için bu.<br />

Son söz olarak filmin yaş sınırlaması ile vizyona<br />

gireceğini hatırlatalım.


MAYMUNLAR KRALI<br />

GELİYOR<br />

Bu ay gösterime girecek Kong: Skull Island, ve Temmuzda<br />

gösterime girmesi beklenen War for the Planet<br />

of the Apes ile beyaz Perde maymuna, gorile doyacak!<br />

MASIS ÜŞENMEZ<br />

n 2017 ne kadar çizgi<br />

roman çevrimleri ile<br />

bizi meşgul edecek<br />

gibi görünse de hem<br />

bu ay gösterime<br />

girecek Kong: Skull<br />

Island, hem de Temmuzda<br />

gösterime girmesi beklenen War<br />

for the Planet of the Apes ile King Kong<br />

ve Cesar’ın dönüşüne şahit olacağız.<br />

Bu sene beyaz Perde maymuna, gorile<br />

doyacak!!<br />

Merakla beklenen King Kong’un bu yeni<br />

çevrimi aslında Warner Bros.’un daha<br />

büyük bir planının ikinci parçası. 2014’de<br />

vizyona giren Godzilla ile başlayan bu<br />

seri King Kong’u da aynı evrene sokarak<br />

2020’de karşımıza iki canavarın<br />

karşı karşıya geldiği bir filmin kapılarını<br />

açacak. Batman vs. Superman ve<br />

Captain America: Civil War’dan sonra<br />

kahramanların kapışması modeli tutunca<br />

sıra artık canavarları kapıştırmaya da<br />

geldi.<br />

Peter Jackson’ın 2005 yılında çevirdiği<br />

ve orijinal 1933 yapımı filmin yeniden<br />

yapımı niteliğindeki King Kong büyük<br />

bütçesinin altında cüssesine rağmen<br />

ezilmişti. Jordan Vogt-Roberts’ın<br />

yönettiği ve Tom Hiddleston, Samuel<br />

L. Jackson, John Goodman, Brie Larson,<br />

Jing Tian, Toby Kebbell, John<br />

Ortiz, Corey Hawkins, Jason Mitchell,<br />

Shea Whigham, Thomas Mann, Terry<br />

Notary, ve John C. Reilly gibi yıldızların<br />

oluşturduğu oyuncu kadrosu ile yeni bir<br />

seriyi başlatacak Skull Island konuyu<br />

yeniden ele alıyor.<br />

SAS Komandosu James Conrad<br />

rolündeki Hiddleston “ Mitolojiyi tamamen<br />

değiştiren bir film, bir grup kaşif ve<br />

askerin yeni keşfedilen Güney Pasifik’te<br />

bir adada bir sürpriz ile karşılaşmaları<br />

ve buna verdikleri farklı kişisel tepkileri<br />

anlatıyor. Bütün Dünya’nın henüz<br />

keşfedilmediği bir zamanda geçen hikaye<br />

hem Epik hem de dramatik öğeler<br />

taşıyor.” diyor.<br />

Merakla beklenen bir konu da bu<br />

hikayenin nasıl Gareth Edward’ın<br />

Godzilla’sına bağlanacağı. Buradaki ana<br />

unsur Devletin Gizli Örgütü Monarch<br />

olacak. Godzilla’da ilk defa gördüğümüz<br />

Monarch örgütünün adaya ekibi<br />

yolladığını biliyoruz. William “Bill” Randa<br />

rolündeki John Goodman da Monarch’ın<br />

görevlendirdiği yetkili olarak karşımıza<br />

çıkıyor. Hatta bir teoriye göre Monarch’ın


adaya gitmesinin asıl sebebi Godzilla’yı<br />

bulmaya çalışmak ancak yanlışlıkla King<br />

Kong ile karşılaşıyorlar.<br />

Teoriler ve bilinmezlikler bir yana kesin<br />

olan bir şey varsa o da beyaz perdenin<br />

en büyük King Kong’u ile karşı karşıya<br />

olacağımız. Filmin yapımcısı Alex<br />

Garcia’nın verdiği bilgiye göre King<br />

Kong 30mtr uzunluğunda olacak bu da<br />

Peter Jackson’ın Kong’unun yaklaşık<br />

iki katı ediyor. Tabi bunun bir nedeni<br />

daha önce görülmemiş kadar ürkütücü<br />

bir Kong yaratmak olsa da asıl nedeni<br />

ise 2020’de vizyona girmesi planlanan<br />

filmde Godzilla ile çarpışacağı zaman<br />

canavara avantaj sağlamak.<br />

Keşif ekibinin adada karşılaştığı tek<br />

canavar tabii ki Kong olmayacak. Hatta<br />

belki de içlerinde insana en yakını daha<br />

önceki filmlerden de bildiğimiz üzere<br />

Kong’dur. Dev örümcekler, timsahlar gibi<br />

bu adadaki evrimin geliştirdiği pek çok<br />

yaratık başlarına bela olacak. Ki bunlardan<br />

en önemlisi de adayı ele geçirmiş<br />

olan ve muhtemelen Kong’un soyunu<br />

kurutan Skull Crawlers.<br />

Yönetmen Vogt-Roberts filmin havasına<br />

temel olan, beslendiği kaynakları<br />

Apocalypse Now, The Conversation,


Platoon, The Host ve Neon Genesis<br />

Evangelion olarak belirtiyor. Ayrıca<br />

canavar dizaynlarında da Princess<br />

Mononoke’den ilham aldıklarını söylüyor.<br />

Filme karşı pozitif durmamızın bir<br />

diğer nedeni de Peter Jackson’ın versiyonundaki<br />

gibi yeşil perdeler altında<br />

çalışmak yerine gerçek setler ile ortamı<br />

hazırlamalarından geçiyor. Vietnam,<br />

Hawaii, Avustralya gibi pek çok farklı<br />

konumda çalışan film ekibinin set<br />

ortamlarında gerçeğe yakın bir atmosfer<br />

yakaladığı söyleniyor.<br />

“Benim için oyuncuları ortama sokmak<br />

çok önemli. Platoon, Apocalypse Now<br />

gibi filmleri izlediğinizde ortamın da<br />

filmin önemli bir<br />

parçası olduğunu<br />

görürsünüz. Biz de<br />

oyuncularımızın<br />

adanın sıcaklığını ve<br />

iklimini hissetmelerini<br />

istedik.” diyor<br />

yönetmen Vogt-<br />

Roberts. Böylece<br />

ortaya bir canavar<br />

filminden çok bir<br />

Vietnam Savaşı filmi<br />

çıktığından bahsediliyor.<br />

Aksiyon dolu<br />

pek çok sahne<br />

oyuncuların ve<br />

set işçilerinin<br />

sinirlerini gerdiği<br />

gibi Vogt-Roberts’a göre bazı sahnelerin<br />

CGI’sız çekildiğine seyirciyi<br />

ikna edemeyecek. Tabii ki CGI hem<br />

yaratıkların oluşturulmasında hem<br />

de farklı mekanların iç içe geçirilmesinde<br />

büyük rol oynuyor ancak önceden<br />

de belirttiğimiz gibi gerçek<br />

mekan ve oyuncuların kullanımından<br />

vazgeçilmemiş.<br />

10 Mart’da vizyona girecek olan Kong:<br />

Skull Island bakalım King Kong sinema<br />

külliyatında nasıl bir yer elde edecek.


Kong’un öz geçmişindeki en önemli duraklar<br />

KING KONG(1933)<br />

Alemin kralı geliyor!! Sinema tarihine<br />

adını altın harflerle kazıyan Kong efsanesinin<br />

başlangıcı olan film zamanında<br />

büyük bir başarı yakalamıştı. Adasından<br />

koparılıp New York’a getirilen Kong’un<br />

Empire State’e çıktığı sahne unutulmaz.<br />

MIGHTY JOE YOUNG (1949)<br />

Orijinal King Kong’un yönetmeni, senaristi<br />

ve oyuncularını bir araya getiren<br />

yapım adeta şirin bir King Kong yeniden<br />

çevrimidir. Hikaye bu sefer Afrika’da<br />

geçer ve Kong ile aynı şekilde devam<br />

eder.<br />

KING KONG VS. GODZILLA(1963)<br />

2020 yılında yeni teknolojiler ile<br />

kapışacak olan iki yaratığın temeli<br />

altmışlara kadar gidiyor. Japonya çıkışlı<br />

film seyirciye ilk defa renkli olarak ikiliyi<br />

bir arada seyretme şansı veriyordu.<br />

KING KONG ESCAPES(1967)<br />

Godzilla ile kapışan Kong’un<br />

başarısından sonra Japon film<br />

adamlarının saçmalayacağı aşikardı.<br />

Bu saçmalıklardan biri de King Kong’u<br />

kendisinin bir robot versiyonu ile<br />

karşılaştırmak oldu.<br />

KING KONG(1976)<br />

Jeff Bridges’ın oynadığı Kong filmi<br />

olarak hafızalarımızda yer eden King<br />

Kong yeniden çevrimi. Film, Kong’u bu<br />

sefer Empire State’den alıp World Trade<br />

Center’a çıkarmıştı.<br />

KING KONG(2005)<br />

Yakın sinema tarihimizin en çok<br />

ses getiren Kong filmini Yüzüklerin<br />

Efendisi’ndeki başarısından sonra<br />

parasal problemi olmayan Peter Jackson<br />

çekmişti. 207 milyon dolarlık bütçesi<br />

yapımcıları pek mutlu edemese<br />

de Kong’u canlandıran Andy Serkis’in<br />

muhteşem mimikleri ve 1933 yapımının<br />

tam bir yeniden yapımı olması ile<br />

adından söz ettirmişti.


XAVIER DOLAN’IN<br />

FAVORİ<br />

10 FİLMİ<br />

Biz Dolan’ın filmlerini<br />

çok seviyoruz. Peki ya<br />

Xavier Dolan hangi<br />

filmleri seviyor?<br />

MURAT KIZILCA<br />

n 1989 doğumlu<br />

Kanadalı sinemacı<br />

Xavier Dolan’ın son<br />

filmi It’s Only the<br />

End of the World /<br />

Alt Tarafı Dünyanın<br />

Sonu, 3 Mart’ta<br />

gösterime girdi. 2009<br />

tarihli I Killed My Mother ile yönetmenliğe<br />

başlayan Dolan, şimdiden filmografisine<br />

birbirinden etkileyici filmler ekledi bile.<br />

Prömiyerini Mayıs 2016’da Cannes’da<br />

gerçekleştiren son filmi eleştirmenlerden<br />

kötü not alınca şöyle bir demeç vermişti:<br />

“İnsanların filminizi sevmemelerine karşı<br />

her zaman hazırlıklısınızdır. Ama burada<br />

oldukça kafa karıştırıcı bir yanlış anlama<br />

var. Eğer Creed’e beş yıldız, Fast and the<br />

Furious’a dört buçuk yıldız veren biri,<br />

benim filmimde rol alan Marion Cotillard’a<br />

sıkıcı diyorsa, işte o zaman gerçekten<br />

dünyanın sonu gelmiş demektir. Ve bunu<br />

söyleyen adam burada (Cannes’da) ne<br />

arıyor diye merak ediyorsunuz.” Festival


maratonunun üzerinden yaklaşık bir yıl<br />

geçtikten sonra ülkemizde gösterime<br />

giren film, bakalım (İstanbul, Ankara,<br />

İzmir ve Trabzon’daki 15 salondan birine<br />

ulaşabilen) seyirciler tarafından nasıl<br />

bulunacak?<br />

Xavier Dolan, muhteşem bir sinema<br />

arşivine sahip Criterion Collection’ın web<br />

sitesi için, koleksiyonda yer alan filmler<br />

arasından bir “en iyi on” listesi hazırladı.<br />

Gelin hep beraber Dolan’ın favori filmlerine<br />

bir göz atalım.<br />

Pierrot le Fou (Jean-Luc Godard, 1965)<br />

“Nihai özgürlük. Kelimelerin<br />

özgürlüğü, görüntülerin<br />

özgürlüğü, renklerin özgürlüğü<br />

ve aşkın özgürlüğü. Bu film<br />

Godard’ın sanatının zirvesi,<br />

ustalığının en üst noktası. Kendini<br />

asla hiçbir şeyden mahrum<br />

etmeyen bir sinema.”<br />

Cries and Whispers (Ingmar<br />

Bergman, 1972)<br />

“Karşı konulmaz bir şekilde<br />

etkileyici, neredeyse göz korkutucu<br />

bir oyunculuk. İnsanın aklını<br />

başından alan bir teknik. Hassas,<br />

elle tutulur bir acının eksiksiz<br />

tasviri, hastalık, keder ve<br />

yalnızlık. Bir de perdeyi kırmızıya<br />

bulamak.”<br />

Forbidden Games (Rene Clement,<br />

1952)<br />

“En sevdiğim aşk öyküleri arasında ilk<br />

üçe girer. Narciso Yepes’in efsanevi<br />

müziği, bu çocukluk aşkının ününe ün<br />

katıyor ve büyüsüne katkıda bulunuyor<br />

ama film mükemmelliğin vücut<br />

bulmuş hali. Sanatsal yönden özenli<br />

ve ilham verici. Brigitte Fossey,<br />

sevecen ve inanılmaz olgunlukta bir<br />

performans sergiliyor; ve –şey- altı<br />

yaşında olmasına rağmen dişiliğin<br />

ta kendisi gibi görünüyor. 1940’larda<br />

Nazi işgalinden toplu halde kaçan<br />

Fransızları resmeden açılış sekansı<br />

harika. Gençliğe özgü örf ve adetler


üzerine özgün ve hassas bir çalışma,<br />

çocukların dünyasının yaratıcı bir temsili.<br />

Büyüleyici bir zarafet ve şiirsel güzellik.<br />

Kalp kıran ayrılık sahnesi. Bu filme<br />

bayılıyorum. Fiyakalı bir eleştirmen olma<br />

isteği doğuruyor bende.”<br />

The 400 Blows (François Truffaut, 1959)<br />

“İlk âşık olduğum ve karşılığında<br />

sevildiğimi hissettiğim zaman. Temel<br />

olarak çocukluğum (bazı ince farklarla tabii<br />

ki), eminim evdeki kameraları<br />

nereye sakladıklarını merak<br />

eden sadece ben değilimdir.<br />

Jean-Pierre Léaud oyununun<br />

zirvesinde. Zamanla gerçekten<br />

kendine özgü oyunculuk<br />

kurallarını yarattı. Zihninde<br />

yarattığı kendi okulu ile birçok<br />

oyuncuya yeni kapılar açtı. Kimse<br />

‘Léaud şu ya da bu filmde kötü<br />

oynuyor’ diyemez. Hayır. O Léaud’dur, bu<br />

kadar. Ayrıca onun yerine oynayacak birini<br />

düşünemezsiniz. Asla. Bu film kesinlikle<br />

isminin hakkını veriyor. Bizi uçuruyor.<br />

Benim yönetmen olmamı sağlayan filmin<br />

bu olduğunu söylediğimde çok da orijinal<br />

bir şey söylemiş gibi hissetmiyorum. Ve<br />

bana her zaman daha öğrenmem gereken<br />

ne kadar çok şey olduğunu hatırlatıyor.”<br />

Taste of Cherry (Abbas Kiarostami, 1997)<br />

“Çaresizliğin ve sessizliğin içinden geçen<br />

güçlü bir yolculuk. Ölümün<br />

ve hayatın anlamının<br />

muhteşem bir yansıması,<br />

hayatın bazen güzelliğini<br />

ortaya koyma şekilleri.<br />

Mesela dallarından birinde<br />

kendini asmak isteyen ama<br />

yabani çileklerin tadına<br />

varınca hayatın yaşamaya<br />

değer olduğunu hatırlayan<br />

bir adam tarafından sallanan bir ağaç<br />

ve o ağacın dallarından düşen kirazların<br />

tadı. Uzun süreli tek plan çekimler ve<br />

Kiarostami’nin meşhur araba sahneleri.<br />

Bir mücevher. Muhakkak izlenmeli. Şimdi,<br />

lütfen.”


The Cranes Are Flying (Mikhail<br />

Kalatozov, 1957)<br />

“Yine öncü bir film. 1957. Müthiş<br />

bir aşk öyküsü. Ama bilhassa<br />

çok etkileyici bir teknik ustalığın<br />

ürünü. Nefes kesen vinç çekimleri,<br />

ağaçların birbirine karıştığı<br />

unutulmaz dönen alt açı çekimi<br />

ile verilen tüyler ürperten orman<br />

sekansları, başroldeki kadın<br />

oyuncunun kalabalığın içine dalıp sevdiği<br />

adamı aradığı, hareket halindeki bir tramvaydan<br />

çekilen şaşırtıcı kaydırma planı.<br />

Mükemmel sanat yönetimi, mükemmel<br />

ışıklandırma, kadın oyuncunun şimşek<br />

çakmasıyla kısmen aydınlanan yüzünü<br />

gizleyen rüzgârda salınan perdeler. Gerçek<br />

bir sanat eseri. Bu rolüyle Cannes’da<br />

ödül kazanan Tatyana Samoylova<br />

mükemmel, dokunaklı ve zamanına göre<br />

oldukça sade bir performans sergiliyor.”<br />

Au Revoir Les Enfants (Louis Malle, 1987)<br />

“Malle favori yönetmenlerimden<br />

biri. Türlerle flört eder, her türlü<br />

şeyi dener, dünyayı gezer, kurmaca<br />

filmleri övülmesine rağmen<br />

ilk aşkı belgeseli boşlamayı<br />

reddeder. Yönetmenin özüne<br />

ve geçmişine yakın bu film, II.<br />

Dünya Savaşı Fransa’sında<br />

geçen, güçlü bir yetişkinliğe<br />

adım atış filmi. Gün ortasında<br />

sıkça bu filmden sahneler gelir aklıma,<br />

annenin olduğu restoran sahnesi gibi<br />

zarafet anları. Fransız askerler mekâna<br />

dalarlar ve içerdekilere hüviyet sorarlar.<br />

Masasında sessizce yemek yiyen yaşlı bir<br />

Yahudi adam bulurlar ve onu azarlamaya<br />

başlarlar. Okumayı bilip bilmediğini sorarlar.<br />

Genç bir Fransız subay, küstahça<br />

mekâna Yahudilerin girmesinin yasak<br />

olduğunu söyler. Birden restoranda bulunan<br />

herkes askerlere bağırmaya başlar,<br />

hakaret edip mekânı terk etmelerini ister.<br />

Müşteriler arasında oturan Alman subaylar<br />

ayağa kalkar ve Fransız askerlerin<br />

mekânı terk etmelerini emreder. Güçlü bir


dönüm noktası. İşte bu tam Malle’a özgü,<br />

hazır bekliyor ve yine darbeyi vuruyor.<br />

Kontrast, antagonizm, duygular, kaba<br />

duygular. Amaçladığı bu. Elimize geçen de<br />

bu.”<br />

Beauty and the Beast (Jean<br />

Cocteau, 1946)<br />

“Sene 1946. Bu film nasıl mümkün<br />

olabilir? Bugün sıradan<br />

olan bütün teknik efektler,<br />

o zamanlar devrimciydi. Ve<br />

Cocteau da tam olarak buydu:<br />

bir devrimci. Bütün o küçük<br />

zeki buluşlar: duvarın içinden<br />

geçen kollarla tutulan<br />

şamdanlar, aynaların güçleri, mıknatıs gibi<br />

ele doğru çekilen inciler, finalde uçmaları.<br />

Bin dokuz yüz kırk altı! Bu filmi sevmek,<br />

muhtemelen cinsel kimliğin radikal bir ifadesidir.<br />

Bunu biliyorum. Neyse. Bin dokuz<br />

yüz kırk altı. Evet, doğru.”<br />

Mala Noche (Gus Van Sant, 1986)<br />

“Van Sant benim<br />

kahramanımdır. Bu film onda<br />

sevdiğim her şeyin bir araya<br />

toplanmış halidir: harikulade<br />

kamera oyunları, sesi kesilmiş<br />

ve tatminsiz kalmış aşk(lar),<br />

nefis araba sahneleri. Dış ses,<br />

heyecan verici ve gerçektir,<br />

asla işe yaramaz ya da lüzumsuz<br />

değil. Özgün, samimi, evrensel<br />

ve asla yaşlanmayacak bir film.”<br />

The Discreet Charm of the Bourgeoisie<br />

(Luis Bunuel, 1972)<br />

“Burjuvaziye karşı tadına<br />

doyulmayan bir saldırı. Lezzetli<br />

performanslar, şaşırtıcı<br />

dönüm noktaları, inanılmaz bir<br />

final ve her Bunuel filminde<br />

karşılaştığımız detaylardaki<br />

titizlik. Ve bunların her biri,<br />

ahenkli bir bütünü oluşturarak<br />

filmin büyüsüne katkıda bulunuyor.<br />

Varlıklı insanlar<br />

hakkında özellikle eğlenceli, garip ve entelektüel<br />

bir eser.”


ARTIK SİNEMAYA<br />

GİTMEYECEĞİZ,<br />

SİNEMA BİZE<br />

GELİYOR!<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Martin Scorsese, Bong<br />

Joon Ho gibi usta<br />

sinemacıların çektiği Brad<br />

Pitt, Will Smith gibi dev<br />

yıldızların oynadığı filmleri<br />

izleyeceğiz ama sinemada<br />

değil! Film izleme<br />

alışkanlıklarımız değişmek<br />

üzere, Hollywood bu<br />

değişime hazır mı?<br />

Sinemada film izlemenin modası<br />

geçiyor mu? Sinemada dijital bir<br />

devrim yaşanıyor. Daha önce<br />

de yaşandı. Steven Spielberg Jurassic<br />

Park ile CGI (bilgisayar ortamında<br />

üretilmiş görsel efekt) dinozorlarla hepimizi<br />

şaşırtmıştı. Şimdi dinozorla falan<br />

uğraşmıyorlar, sokaklar bile dijital. Bulun<br />

birkaç oyuncu, koyun yeşil perdenin<br />

önüne, rol kessinler! Keza George<br />

Lucas, Star Wars serisinin 4. ama kronolojik<br />

olarak ilk filmi olan The Phantom<br />

Menace’i çekmeden önce, “Film öldü,<br />

yaşasın dijital sinema” demişti. Christopher<br />

Nolan gibi inadına analog ve<br />

kocaman kameralarla çalışanlar olsa da<br />

sinema dünyasında artık dijital kameralar<br />

hüküm sürüyor. Red mi yoksa Alexa<br />

mı tartışmaları epey popüler.<br />

Şimdi yeni bir dijital devrimin ayak sesleri<br />

duyuluyor. İnternet sayesinde izleme<br />

alışkanlıklarımız değişiyor. Sinema,<br />

eleştirmenlerin ilgisini çekmesi gereken<br />

ve seyirciyi filmlere değil filmleri<br />

seyirciye taşıyan bir “internet devrimi”<br />

yaşıyor. Bu değişimin başlıca müsebbibi<br />

Netflix... Bu şirket, çizgi roman<br />

uyarlamalarının istilasında sinemacılar<br />

için alternatif bir vizyon yarattı.<br />

Bundan bir süre önce çizgi roman<br />

uyarlamalarının çokluğundan bunalarak<br />

“sinema öldü” diye sitem eden Martin<br />

Scorsese, başrolleri Robert De Niro<br />

ve Al Pacino’ya vereceği yeni filmini<br />

Netflix’de yayınlayacak. Başka büyük<br />

işler de geliyor. Netflix dün Brad Pitt,<br />

Tilda Swinton ve Sir Ben Kingsley’in<br />

rol aldığı uzun metrajlı orijinal film<br />

projesi War Machine’den ilk görüntüler<br />

ve tanıtım fragmanını paylaştı. Animal<br />

Kingdom’un ünlü yönetmeni David<br />

Michôd’un yönetmen koltuğunda<br />

oturduğu film, 26 Mayıs 2017’de sadece<br />

Netflix’te izleyecilerle buluşacak.<br />

Dünyada büyük ses getiren Snowpiercer<br />

filminin arkasındaki yaratıcı isim<br />

Bong Joon Ho’nun yeni macera filmi<br />

projesi Okja, 28 Haziran’da Netflix’te<br />

izleyecilerle buluşacak. Okja, Mija adlı


ir genç kızın masalsı yolcuğunu anlatıyor.<br />

Filmde, Tilda Swinton, Jake Gyllenhaal, Paul<br />

Dano, Giancarlo Esposito, Steven Yeun, Lily<br />

Collins ve yeni yetenek Seo Hyun An’dan oluşan<br />

çok güçlü bir kadro rol alıyor.<br />

Fantastik bir dünyada; orklar, elfler ve insanlar<br />

arasında geçen sürükleyici bir hikayenin<br />

anlatıldığı Bright filminin yönetmen koltuğunda<br />

İntihar Timi’nden (Suicide Squad) tanıdığımız<br />

David Ayer oturuyor. Başrol kadrosunda ise<br />

Hollywood’un sevilen yıldızı Will Smith’in yanı<br />

sıra Joel Edgerton, Noomi Rapace ve Lucy<br />

Fry yer alıyor. Moon ve Warcraft filmlerinin<br />

yönetmeni Duncan Jones yeni filmi Mute’u da<br />

aynı şekilde, vizyona çıkarmak yerine Netflix’te<br />

yayınlayacak. Bunlar heyecan verici projeler.<br />

Büyük yönetmenler, dev oyuncular. Netflix’in<br />

açtığı bu kart çok önemli zira tüm dünyada<br />

sinema salonlarını gençler ve onların tutkusu<br />

olan süper kahraman filmleri işgal etti. Daha<br />

kaç X-Men, Örümcek Adam, Süpermen ya da<br />

Avengers izleyebiliriz ben de bilmiyorum ancak<br />

sağlam bir çizgi roman okuru olsam bile Marvel<br />

- DC uyarlamalarının gişeyi ele geçirmesinden<br />

şikayetçiyim. Sinema 2’den büyüktür!<br />

Sinemada film izleme deneyimi nasıl başladıysa<br />

öyle devam ediyor. Karanlık bir salonda, yüzlerce<br />

kişi bir projeksiyondan perdeye yansıtılan<br />

görüntüye eşlik ediyorlar. Yüzyıldan uzun süredir<br />

bu böyle, TV geldi bitmedi, video geldi yine bitmedi.<br />

İnsanlar bunu bir sosyal etkileşim yolu olarak<br />

da gördüğü için filmlere bilet almaya devam<br />

ediyor ama bu kez sinema filmlerinin vizyonu salonlardan<br />

evlere taşınmış oluyor. Bu devrimci bir<br />

hamle... Gelelim ev sineması teknolojisinin geldiği<br />

noktaya... Eve bir projeksiyon ve ses sistemi alıp<br />

izlemek hem keyifli hem de ekonomik. O kadarını<br />

abartılı buluyorsanız, TV ekranları da büyüdü ve<br />

ucuzluk marketleri bile 127 ekran akıllı TV satıyor.<br />

Hepsinde Netflix uygulaması da olduğundan<br />

eminim, yoksa bile alırsınız bir Android TV box,<br />

meseleyi çözersiniz.<br />

İşten-evden çık, sinemaya git, 25-30 TL ver bilet<br />

al, fahiş fiyatla şurup kola ve patlamış mısır al,<br />

30 dk reklam izle ve film seyret. Buna gençlerden<br />

gayrısı katlanamıyor ve Netflix kimsenin olmadığı<br />

bir yere tezgah açtı. Ortalık çok kızışacak!<br />

Büyük sinemacı, rahmetli Metin Erksan’a, “film<br />

nerede izlenir” diye soruyorlar, o da “her yerde<br />

izlerim ben, nerede bulursam orada izlerim” diye<br />

cevap veriyor. Bizim de derdimiz film izlemek,<br />

bakalım neler olacak?


BESTEMSU ÖZDEMİR<br />

MANTIK BENDE iKiNCi


Biz Size Döneriz filminin<br />

genç oyuncusu Bestemsu<br />

Özdemir ve yönetmeni Doğa<br />

Can Anafarta hem filmlerini<br />

hem de idealize ettikleri<br />

sinemayı anlattılar.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sineması kabuk değiştiriyor. Bundan 15<br />

yıl önce nasıl yeni nesil oyuncular ve yönetmenler<br />

çıkmışsa bugün de yeni nesil sinemacılar<br />

filmleriyle salonlarda boy gösteriyorlar. İşte o<br />

yeni isimlerden yönetmen Doğa Can Anafarta<br />

ve genç oyuncu Bestemsu Özdemir bu ay bizim<br />

konuğumuz oldu. Biz Size Döneriz filmi ile izleyici<br />

karşısına çıkan ikili sorularımızı cevapladı.<br />

Biz Size Döneriz filminin senaryosu<br />

geldiğinde sizi en çok etkileyen ne oldu?<br />

Bestemsu Özdemir: Yazım dilinin, anlatım<br />

dilinin farklılığı en etkileyen şeydi. Daha önce<br />

karşılaşmadığım bir senaryoydu ve Defne’yi çok<br />

sevdim. İTÜ moda tasarım bölümü öğrencisi<br />

olduğum için her iki sevdiğim mesleğimi bir<br />

arada yapabilmek çok eğlenceliydi benim için.<br />

Senaryo nasıl ortaya çıktı?<br />

Doğa Can Anafarta: ‘Biz Size Döneriz’ benim<br />

üniversite yıllarında gelecek korkusu ile uykusuzluk<br />

birleşmesi sonucunda yazdığım bir<br />

senaryo. O yıllarda bu senaryoyu insanların<br />

desteğiyle amatör şartlarda uzun metraj<br />

olarak çekmiştim. Yıllar sonra yapımcım Kanat<br />

Doğramacı’ya o filmi izletince bu işi günümüze<br />

uyarlarsak başarılı bir işe imza atabileceğimiz<br />

düşündük ve projeyi geliştirdik. Günümüzün en<br />

büyük sorunlarından olan işsizlik ve toplumda<br />

kendine yer edinme problemini komedi, dram<br />

kısaca eğlenceli enerjik bir tür olarak konu aldık.<br />

Benim yıllar önce yazdığım senaryoyu günümüze<br />

uyarladık, üzerinde aylarca çalıştık filmi<br />

PLANDA<br />

DOĞA CAN ANAFARTA<br />

çektik sonra kurgu döneminde aylarca tekrar<br />

çalıştık. Rahatlıkla söyleyebilirim ki filmin bizim<br />

için mükemmellik seviyesini ulaşması için tüm<br />

enerjimizi, imkanlarımızı kullandık.<br />

Rolünüzden bahsedebilir misiniz?<br />

Bestemsu Özdemir: Defne annesinin<br />

başaramadığı hayalini başarmaya kendini<br />

adamış bir kız. Ailesi olmadığı için arkadaşlarını<br />

aile yerine koymuş akıllı, kariyer odaklı. Ama<br />

aşkla tanışınca bir aşk kadını olduğunu anlıyor.<br />

Rolünüzde romantizmi ve aşkı yaşıyorsunuz.<br />

Gerçek Bestemsu bu duyguları ne kadar<br />

önemser? Hayatının neresinde durur bu<br />

duygular?<br />

Bestemsu Özdemir: Benim için en önemli şey<br />

duygularım. Çok iyi bir şey olmadığını tecrübe<br />

ettim ama böyleyim işte. Duygularıma gore<br />

yaşıyorum mantık bende ikinci planda diyebilirim.<br />

Aşk benim için gururun, egonun hiçbirinin<br />

olmadığı bir yer. Herşeyi yapabilirim. Kaçayım<br />

kovalasın gibi oyunları yapabilen biri değilim.<br />

İçimden ne geliyorsa söylerim. Duygularımın<br />

karşılığını alabilmek için de savaşırım. Ve aşk<br />

benim hayatımın merkezinde oluyor.<br />

Filmin senaryosu gereği oyuncu kadrosunun<br />

olayı içselleştirmesi çok önemli. Cast’ı<br />

hazırlarken en çok nelere dikkat ettiniz?<br />

Doğa Can Anafarta: Oyuncularımızın hepsi


inanarak projeye geldi. Yine seçimleri yaparken<br />

türü ve anlatım tarzı farklı olduğu için ne yapmak<br />

istediğimi anlayan yüksek enerjili, çalışkan<br />

iyi niyetli oyuncular hedefimizdeydi. Mükemmel<br />

bir cast oluşturduk hepsinin içinde ya karakterlerinden<br />

birer parça vardı ya da zamanla onlar<br />

karakterlerine büründü. Filmi izleyen çoğu kişi<br />

kendini karakterlerden biri olarak görüyorsa bu<br />

hem ekibin hem de oyuncuların başarısıdır.<br />

Bazı roller vardır onlara hazırlanmak gerekir.<br />

Mesela tarihi bir kişiliği oynuyorsanız veya<br />

engelli birini canlandıracaksanız araştırma<br />

yaparsınız. Bir de oyuncunun kendi tecrübesinden<br />

yola çıkarak hazırlandığı roller vardır.<br />

Bu film hangisine yakın. Bir hazırlanma<br />

süreci geçirdiniz mi?<br />

Bestemsu Özdemir: Bu film hepimizin<br />

hayatında dönem dönem yaşadığı sıkıntıları<br />

anlattığı için kendimden ve arkadaş çevremin<br />

başına gelenlerden onların hissettiği ve<br />

anlattıklarından yola çıktım aslında. Ve tabii<br />

ki her projede hepimizin bir hazırlanma süreci<br />

oluyor. Yaşamın için de karakterle tanıştıktan<br />

sonra Defne nasıl yapardı, ne tepki verirdi<br />

gibi şeylerle günlük hayatta bile düşünüyor ve<br />

çıkarımlar yapıyorum.<br />

Daha önce iki korku filminiz bir de Cadde<br />

adlı bir drama aksiyonunuz var. Biz size<br />

döneriz komedi türündeki ilk denemeniz<br />

sanıyorum. Bu anlamda nasıl bir hazırlık<br />

aşaması geçirdiniz?<br />

Doğa Can Anafarta: Aslında Mezuniyet isimli<br />

bir filmim daha var dram türünde ama Biz<br />

Size Döneriz tabi ki hepsinden çok farklı,<br />

aslına bakarsanız belki de ülkemizde yapılan<br />

tüm işlerden farklı. Yanlış anlamayın iyi-kötü<br />

anlamında değil ama anlatım tarzı ve işlediği<br />

konu çok radikal. Bu proje herkesin cesaret<br />

edebileceği bir iş değildi. 300 mekanlı bir işi<br />

nasıl çekeceğimizi insanları ikna etmek zor oldu<br />

ama başardık. Korku filmi janrasından çıkmak<br />

zordur; ben kendime güveniyordum ama sağ<br />

olsun yapımcımız bana benden çok güvendi.<br />

Komedi kendine has bir türdür. Sizin komedi<br />

tecrübeniz var mı? Bu noktada en çok kimden<br />

ve nasıl bir destek gördünüz?<br />

Bestemsu Özdemir: Komedi tecrübem bu filme<br />

kadar yoktu. Ve açıkçası çok tedirgindim. Hiç<br />

bilmediğim bir deniz burası ve çok ince çizgiler


var onu biraz aştığınızda çok abartılı ve gerçek<br />

dışı oluyor, altında kaldığınızda da komedinin<br />

anlamı kalmıyor gibi. Durum komedisini yaratabilmek<br />

benim için zorlu ama eğlenceli oldu.<br />

Hayatımdaki sektörden arkadaşlarım destek<br />

olup yorumlar yaptılar ama sette yönetmenimiz<br />

en çok yol gösterip açıklayan oldu açıkçası.<br />

Yeşilçam döneminde komediler daha çok<br />

dram barındırırdı ve bir toplumsal mesajları<br />

olurdu. Günümüzde ise absürt komedinin<br />

baskın olduğunu görüyoruz. Hangi tür sizi<br />

daha çok tatmin eder ve filminizin hangi kategoriye<br />

koyarsınız?<br />

Doğa Can Anafarta: Biz anlamı olan bir film yapmaya<br />

çalıştık. Sekans, sahne komedi ağırlıklı<br />

değil bir hikaye anlatıp karakterlerin hikaye<br />

akışına seyirciyi güldürüyoruz. Tabi ki seyirci<br />

eğlenmeli, gülmeli hatta ağlamalı ama sonuçta<br />

biz sanat yapıyoruz bana göre her türlü sanatın<br />

bir anlamı yapılma amacı olmalı.<br />

Üniversite mezunlarının işsizliği her dönem<br />

bu ülkenin problemidir. Türkiye gibi gündemin<br />

çok çabuk değiştiği hatta toplumsal<br />

yapısı bile değişen bir ülkede problemler<br />

değil ama onlarla muhatap olan insanlar<br />

değişir. Filminizin günümüz gençliğini<br />

yakaladığını düşünüyor musunuz?<br />

Doğa Can Anafarta: Şu ana kadar aldığımız<br />

tepkiler bu yönde. Zaten aslında bakarsanız<br />

yakalamamız çok normal çünkü zaten hissederek<br />

yazıp, çektiğimiz bir iş. En temelinde<br />

vermek istediğimiz mesaj genç-yaşlı fark etmez<br />

hiç birimiz yalnız değiliz. Hepimiz aynı duyguları<br />

yaşıyoruz, hepimiz aynı savaştayız ancak beraber<br />

kazanabiliriz.<br />

Perde güzel kadını sever. Ama oyuncu bu<br />

güzelliğine hem tecrübe hem de<br />

kabiliyetini katmalı. Bu anlamda nasıl bir<br />

yapılanma içindesiniz?<br />

Bestemsu Özdemir: Dezavantaj olduğunu<br />

düşünmüyorum hepsi bizi geliştiriyor, ne kadar<br />

yıpratıcı da olsa her set bir okul gibi. Her gün<br />

yeni yeni şeyler öğrenip ufak ufak ileri adımlar<br />

atmaya çalışıyorum. Güzel kadın olmak ilk 5<br />

saniye önemli bence güzelliğin altını doldurmak<br />

çok önemli. Audition verirken güzel kız gelsin<br />

tamam ama o kamera karşısında o karakter<br />

olamıyorsanız uzun vadede bu sektörde zorluk<br />

yaşanır bence. Eleştirileri çok dinliyorum, üstüne


oturup düşünüyorum. Film çok<br />

fazla izliyorum, neler yapılmış<br />

nasıl oynamışlar ve kafamın<br />

içinden hepsini ben de oynuyorum.<br />

Kendime her gün yeni şeyler<br />

katmaya çalışıyorum. Ve sokakta<br />

çok gözlem yapıyorum bazen bir<br />

olayda ağlıyorum, gülüyorum,<br />

öfkeleniyorum, herhangi bu durumlarda<br />

zaman zaman kendimi<br />

gözlemliyorum, böyle bir şey<br />

yaşadım ve bu tepkiyi verelim<br />

diyorum. Sonra da kendine ‘Beste<br />

ne yapıyorsun?’ diyorum. Okumakla,<br />

eğitimle güzelliğin altının<br />

kesinlikle doldurulması gerekiyor. Tek başına<br />

maalesef yeterli değil.<br />

Türk sinemasında Yeşilçam döneminde<br />

oyuncular daha çok magazin dergilerinin<br />

yarışmalarından ve tiyatrodan gelirdi. Böyle<br />

bir kaynak vardı. Şimdiyse daha çok dizilerden<br />

oyuncular çıkmaya başladı. Bunun<br />

dezavantajları olduğunu düşünüyor musunuz?<br />

Doğa Can Anafarta: Tabi ki konservatuar<br />

eğitimi-kültürü çok önemlidir. Oyuncu kültürü<br />

denen bir şey vardır ve her oyuncunun yüzünden<br />

bu terbiyeyi, ahlakı alıp almadığı belli olur.<br />

Bana göre dizi,magazin, tiyatro vb. çok oyuncunun<br />

çalışkanı, kendini geliştireni ve set disiplini<br />

olan makuldür.<br />

Türk sinemasında Yeşilçam’ın önemi<br />

azımsanamaz. Sizin Yeşilçam’a yaklaşımınız<br />

nedir? Oyunculuğundan etkilendiğiniz<br />

Yeşilçam ünlüsü var mıdır?<br />

Bestemsu Özdemir: Ben Gülşen Bubikoğlu ve<br />

Türkan Şoray hayranıydım hala da öyleyim ama<br />

Yeşilçam döneminde hem oyunculuk hem güzellik<br />

olarak inanılmaz olduklarını düşünüyorum.<br />

Kadın oyuncularımızın önünde Türkan Şoray<br />

kanunları gibi bir örnek var. Bu kuralları<br />

doğru buluyor musunuz?<br />

Bestemsu Özdemir: Bu herkesin kendi kararıdır<br />

saygı duyulması gerekiyor bence. Hikaye<br />

destekliyor, sahne o durumları altı dolu bir<br />

şekilde gerektiriyorsa evet bu kurallar belki biraz<br />

esnetilebilir. Ama ben kuralları olanlara saygı<br />

duyuyorum. Hepimizin belli sınır çizgileri var<br />

sonuçta.<br />

Oyuncu olmayı ne zaman istediniz?<br />

Küçüklüğünüzde böyle bir özleminiz var<br />

mıydı?<br />

Bestemsu Özdemir: Oyunculuğu küçüklüğünden<br />

beri isteyenlerden değilim ben. Mücevher<br />

tasarımcısı ve voleybolcu olmak gibi hedeflerim<br />

vardı küçükken fakat Mavi Jeans’le yaptığım bir<br />

fotomodellik sonrasında o zamanki menajerimle<br />

tanışıp ‘Gel deneyelim’ dediğinde deneyip, çok<br />

sevip, bu yolda kendimi geliştirip, bu sektörde iyi<br />

bir oyuncu olabilmek için çalışmaya başladım.<br />

Ve şu an başka bir iş yaparken kendimi hayal<br />

edemiyorum. Kamera karşısına geçtiğim anda<br />

hayat duruyor benim için ve başka bir yere<br />

gidiyorum sanki. İyi ki denemişim ve iyi ki bu işi<br />

yapıyorum.<br />

Benim size sormadığım ama sizin izleyiciler<br />

için söylemek istediğiniz bir şey var<br />

mı?<br />

Bestemsu Özdemir: Umarım filmimizi beğenirler<br />

. Daha önce yapılmamış tarzda bir film yaptık,<br />

bu yüzden gelip izlemelerini tavsiye ederim.<br />

Herkese teşekkür ederiz. Ve lütfen sokak<br />

hayvanlarına bir kap yemek bir kap su koysunlar<br />

kapılarının önüne onların bizim desteğimize ve<br />

sevgimize ihtiyaçları var.<br />

Doğa Can Anafarta: Genç seyircinin ilk defa<br />

kendini anlatırken farklı bir anlatım tarzı bulan,<br />

iki saat boyunca sinemada eğlenip, gülüp,<br />

ağlayıp sinemadan çıktığında bu filme gittiği<br />

arkadaşını biraz daha fazla seveceğini ve<br />

sarılacağını düşünüyorum. İnsanların parasına,<br />

zamanına ve kültür zevkine saygı duyan iyi bir<br />

film yapmaya çalıştık, umarım karşılığını görecektir.


LOGAN VE DÜNDEN<br />

BUGÜNE X MEN<br />

EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

Logan filmi, X-Men evreninin<br />

son halkası olmakla<br />

beraber dramatik<br />

çatısı ile farklı bir yerde<br />

konumlanıyor. Hazır Logan<br />

vizyona girmişken X-<br />

Men’in 2000’lerdeki sinema<br />

serüvenine bir göz atalım.<br />

n X-Men filmlerinde belki de<br />

nesiller boyunca akılda kalacak<br />

isim Hugh Jackman... O,<br />

X-Men evreninde önemli yeri<br />

olan Wolverine karakteri ile o<br />

kadar bütünleşti ki, artık Hugh<br />

Jackman denilince Wolverine,<br />

Wolverine denilince Hugh<br />

Jackman akıllara geliyor. Bundan<br />

ziyadesiyle memnun olan<br />

aktör yeniden karşımızda. Logan filmi,<br />

X-Men evreninin son halkası olmakla<br />

beraber dramatik çatısı ile farklı bir yerde<br />

konumlanıyor. Hazır Logan vizyona<br />

girmişken X-Men’in 2000’lerdeki sinema<br />

serüvenine bir göz atalım.<br />

Hiç kuşkusuz 2000’ler süper kahraman<br />

filmleri açısından altın çağı başlatan<br />

yıllar oldu. Öyle ki Spider-Man, Superman,<br />

Batman gibi sevilen karakterlerin<br />

hemen hepsi beyazperdede seyirci ile<br />

buluştu. Aslında 60, 70, 80 ve 90’larda<br />

da süper kahraman filmleri boy gösteriyordu<br />

ancak hiçbiri 2000’lerdeki furyayı<br />

başlatamamıştı. Bunda yeni neslin popüler<br />

kültür ile bu kadar içli dışlı olmasının etkisi<br />

büyük. Özellikle internetin bunda katkısı<br />

yadsınamaz. Eskiden olsa bir süper kahraman<br />

filmi ne gişede ne de ilgi açısından<br />

günümüzdeki kadar büyük bir yankı<br />

uyandıramazdı. Ancak günümüzde dijital<br />

ilerlemenin de etkisiyle büyük bütçeli<br />

süper kahraman filmleri adeta başyapıt<br />

niteliğinde değerlendirilebiliyor.<br />

X-Men Evreninde “Farklı” Olmak<br />

Çizgi roman serüveni 1963 yılında<br />

başlayan X-Men ise hiç şüphe yok ki bu<br />

furyanın pastasından en çok pay alanlardan.<br />

Seri, süper güçleri olan mutantların<br />

insanlarla olan uyumu, iyi mutantlar<br />

ile kötü mutanatlar arasındaki savaşa<br />

odaklanıyordu. Filmin alt metninde “farklı”<br />

olana bakışın altı iyice çizilmekle beraber<br />

insanların empati kurması bekleniyordu.<br />

Zaten X-Men filmlerini diğer süper kahraman<br />

filmlerinden ayıran en büyük özellik<br />

bir topluluğun yalnızlaştırılmasını ele<br />

alması değil mi? Yani Spider-Man kendi<br />

dünyasında yalnız ve onu farklılıkları ile<br />

kabul eden sadece ailesi var. Ya da Batman,<br />

karanlık mağarasında çoğu zaman<br />

yalnız başına ve kötülüklere yalnız başına<br />

göğüs germek zorunda. Ancak X-Men karakterlerinin<br />

farklı olması bir yana, iyi olsun<br />

kötü olsun birbirlerine destek çıkmaları ve<br />

yalnız olmadıklarını bilmeleri. Bu bağlamda<br />

insanlara duyulan öfkeyi çift taraflı ele<br />

alma ve bunu değerlendirme fırsatı da<br />

sunuyor.<br />

Beyazperde Yolculuğu<br />

2000’de çıkan ilk X-Men filmi aslında büyük<br />

bir yankı uyandırmadı. Ancak kimse bu<br />

filmin 2000’lerdeki süper kahraman film


ombasının fitilini ateşlediğini bilmiyordu. Başrollerde o<br />

sıralar adı çok da bilinmeyen ancak şimdi Wolverine ile bir<br />

bütün olarak anılan Hugh Jackman, efsane aktör Ian McKellen,<br />

büyük çıkış yakalayan Halle Berry, emektar aktör Patrick<br />

Stewart gibi isimler yer alıyordu. Film mutantların kendi<br />

içlerindeki savaş ile insanlarla olan ilişkilerine değiniyordu.<br />

Brbirinden renkli karakterler çizgi romandakileri aratmıyordu.<br />

Filmin başarısı üzerine ikinci film gecikmedi ve 2002’de X2<br />

vizyona girdi. X2 ilk filmden çok daha fazlasını sunuyordu.<br />

Konu olsun görsel efektler olsun ekibe yeni katılan isimler<br />

olsun daha oturaklı bir yapımdı ve serinin geleceğine adeta<br />

ışık tutuyordu. Serinin bu ikinci filmi süper kahraman filmlerini<br />

sevmeyenlerin bile ilgisini çekmeyi başarmıştı. Ancak<br />

bunda hiç kuşkusuz 1995 yılında vizyona giren ve<br />

büyük yankı uyandıran Olağan Şüpheliler (The Usual<br />

Suspects)’in kamera arkasındaki vizyoner yönetmen<br />

Bryan Singer’ın etkisi büyüktü.<br />

Yönetmen Bryan Singer, sonradan büyük<br />

hayal kırıklığı yaşatacak olan yeni Superman<br />

uyarlaması için X-Men serisini bir<br />

süre bırakmıştı. X-Men’in yeni filmi The<br />

Last Stand için yönetmen bayrağını<br />

“Bitirim İkili” ve “Kızıl Ejder” gibi filmlerle<br />

rüştünü ispatlamış Brett Ratner<br />

devralıyordu. Filmde mutantların<br />

birbirleri olan savaşını bol görsel<br />

efekt şovuyla izliyorduk. İlk<br />

gösterimden sonra film izleyenleri<br />

ikiye böldü. Kimisi filmi<br />

beğenirken kimisi burun<br />

kıvırmıştı. Ancak açık olan<br />

bir şey varsa o da X2’nin<br />

çıtasına ulaşmaktan<br />

uzaktı.<br />

Ve Wolverine Kendi<br />

Yolundan Gider<br />

Üçüncü filmden<br />

sonra sessizliğe<br />

bürünen serinin<br />

akıbeti belirsizdi.<br />

Ancak yapımcılar<br />

çok sevilen Wolverine<br />

karakterini öne<br />

çıkaracak bir solo<br />

film düşünüyorlardı.<br />

X-Men serilerinde<br />

de merak uyandıran<br />

Wolverine’in<br />

geçmişine odak-


lanacak solo film için hayranlar oldukça heyecanlanmıştı. 2009<br />

yılında seyircisi ile buluşan film X-Men filmlerini baz aldığımızda<br />

çıtası düşük bir yapımdı. Wolverine’in kendi üçlemesinin ilk<br />

halkası olan bu filmde yönetmen koltuğunda Gavin Hood oturuyordu.<br />

Hugh Jackman’ı yeniden Wolverine olarak görmek keyif<br />

verse de Marvel evreninin en çok sevilen kahramanlarından Ryan<br />

Reynolds’ın canlandırdığı Deadpool’un yeni görünüşü hayal<br />

kırıklığı yaratmıştı. Zaten filmi baltalayan en büyük unsurlardan<br />

birisi de buydu.<br />

Wolverine’in ikinci solo filmi ise 2013’te vizyona girmişti. Bu<br />

sefer yönetmen koltuğunda James Mangold oturuyordu. Hugh<br />

Jackman’ı yeniden Wolverine olarak izlediğimiz bu film ilk solo<br />

filmi gibi sadece “eh” dedirtiyordu. Bu sefer Wolverine’in<br />

Japonya’daki macerasını izledik. Filmin en güzel sürprizi ise<br />

sondaki Magneto ve Profesör Xavier cameosuydu. Bunun<br />

dışında yeni X-Men filmine basamak olmak dışında herhangi<br />

hatırlanabilir bir tat bırakmıyordu. Wolverine’in üçüncü<br />

filmi Logan’ın ağır ve dramatik yapısı ilk iki filmden<br />

oldukça uzak olacaktı.<br />

Yeni Nesil X-Men<br />

2011 yılında vizyona giren X-Men: Birinci Sınıf,<br />

adından da anlaşılacağı üzere X-Men’lerin ilk<br />

yıllarına, Xavier’ın okulu ilk kurduğu yıllarda<br />

geçiyordu. Bu sefer ekip yenilenmişti.<br />

Artık öncelik gençlerindi. Şimdinin<br />

aranan süper yıldızı Jeniifer Lawrence,<br />

seride daha önce Rebecca Romijn’in<br />

canlandırdığı Mystique rolünün genç<br />

halini canlandırıyordu. Daha başka<br />

kimler yoktu ki, Michael Fassbender<br />

Magneto’nun gençliği<br />

ile McKellen’ın yüzünü kara<br />

çıkartmıyordu. Profesör<br />

Xavier’ın gençliğini ise<br />

şimdilerin popüler yetenekli<br />

aktörü James McAvoy<br />

canlandırıyordu. Film X-Men<br />

serisine yeni bir boyut katmakla<br />

birlikte seriyi yeniden<br />

farklı bir bakış açısıyla<br />

canlandırmıştı. Yönetmen Matthew<br />

Vaughn oldukça başarılı<br />

bir iş çıkartmıştı. Eski seri<br />

ile yeni arasında bir köprü<br />

bile kuruyordu. Karakterlerin<br />

gençlik hallerini izlemenin<br />

keyfinin yanı sıra filmin tarihte<br />

yaşanmış gerçek olaylarla<br />

kurgulanması ayrıca dikkat


çekici hoş bir nüanstı.<br />

Bu filmden sonra X-Men serisinin rotası<br />

belli olmuştu. Genç oyuncular ile eski<br />

serinin emektar oyuncularını birleştirmek<br />

isteyen yapımcılar zaman yolculuğunu<br />

baz alarak X-Men: Geçmiş Günler Gelecek<br />

için kolları sıvadılar. Filmde karakterlerin<br />

genç ve yaşlı hallerinin bir arada olması<br />

oldukça etkileyici bir atmosfer ortaya<br />

çıkarmıştı. Her ne kadar ilk önce kamera<br />

arkasına geçeceği belirlense de X-Men<br />

Birinci Sınıf’ta oldukça iyi bir iş çıkaran<br />

Matthew Vaughn “Kingsman” filmine<br />

odaklanmak için projeden ayrıldı. Yerine<br />

ise ilk iki filmde kamera arkasına geçmiş<br />

ve seriden Superman’i çekmek için<br />

ayrılan Bryan Singer geçti. Tüm mutant ve<br />

insanların geleceğini etkileyecek bir olayı<br />

durdurmak için Wolverine’in geçmişe gitmesiyle<br />

şekillenen film, eski ve yeni nesil<br />

X-Men karakterlerini bir arada izlemenin<br />

keyfini veriyordu. Genel manada oldukça<br />

iyi tepkiler alan filmin sonraki adımında<br />

bu muazzam kimyayı devam ettirmek için<br />

çalışmalar başlamıştı.<br />

Deadpool, X-Men: Apocalypse ve Serinin<br />

Geleceği<br />

Wolverine’in ilk solo filminde heba edilen<br />

ve Marvel’ın en matrak, en sevilen karakterlerinden<br />

birisi olan Deadpool’un beyaz<br />

perdeye dönmesi kaçınılmazdı. Yine Ryan<br />

Reynolds tarafından canlandırılan ve deyim<br />

yerindeyse salonlara bomba gibi düşen<br />

Deadpool, X-Men evreninde konumlanan<br />

bir hikayeye sahipti. Özellikle (kendi de<br />

dahil) karakterlerle dalga geçmesiyle<br />

büyük keyif veren bu eğlenceli süper<br />

kahraman fütursuzca yaptığı aksiyon dolu<br />

hareketler ve kahkaha attıran espriler ile<br />

gönüllere taht kurmuştu. Wolverine filmindeki<br />

karakterinden oldukça uzak, orijinale<br />

sadık bu karakter hem X-Men evreninde<br />

hem de kendi yolunda daha çok karşımıza<br />

çıkacak.<br />

X-Men yolculuğuna solo filmi ile uğrayan<br />

Deadpool sonrasında çizgi roman serisinin<br />

en önemli kötü karakterlerinden<br />

Apocalypse’i odağına alacak olan yeni X-<br />

Men filmi 2016’da seyirci ile buluştu. Frag-


manlarda büyük heyecan yaratan filmi<br />

sevenler de oldu yetersiz bulanlar da.<br />

Seriye taze kanlar da eklenmişti. Game<br />

of Thrones ile hayatımıza giren Sophie<br />

Turner, serinin önceki filmlerinde Famke<br />

Janssen’in canlandırdığı Jean Grey<br />

karakterinin gençliğini canlandırıyordu.<br />

Bir önceki filmde Quicksilver<br />

performansı ile göz dolduran ve oldukça<br />

sevilen Evan Peters da karakteri<br />

ile dönerken James McAvoy, Michael<br />

Fassbender ve Jennifer Lawrence gibi<br />

isimler karakterleri ile yeniden yerlerini<br />

aldılar. Filmin kötüsü Apocalypse’i ise<br />

son dönemin adından sıkça söz ettiren<br />

aktörü Oscar Isaac canlandırıyordu.<br />

Logan ile Wolverine Macerası Bitiyor<br />

Mu?<br />

Dünyanın ilk mutantı olan ve dünyayı<br />

kendi krallığında yeniden şekillendirmek<br />

isteyen Apocalypse’i durdurmak için bir<br />

araya gelen X-Men karakterlerinin soluk<br />

kesen macerasını izledik. Bir önceki<br />

film “Geçmiş Günler Gelecek”i aratan,<br />

ama çıtayı çok da düşürmeyen filmden<br />

sonra gözler Wolverine’in yeni solo filmi<br />

Logan’a çevrildi. Son X-Men filminde yer<br />

almaması büyük hayal kırıklığı yaratan<br />

Hugh Jackman’ın karakteri ziyadesiyle<br />

özlenmişti.<br />

Fragmanlarda yakın bir gelecekte<br />

geçtiği görülen hikayede dramatik bir<br />

yapının hakim olduğu aşikardı. Oldukça<br />

merak uyandıran filmde Wolverine<br />

karakteri ile son kez beyazperdede yer<br />

alacağını açıklayan Hugh Jackman ise<br />

sonradan bu karakteri sonsuza kadar<br />

oynayabileceğini, çünkü çok sevdiğini<br />

belirterek hayranlarının gönlünü<br />

ferahlattı. Oldukça merak edilen ve ilk<br />

iki solo Wolverine filminin başarısızlığını<br />

unutturacak gibi görünen Logan ülkemizde<br />

de vizyona girdi. X-Men karakterleri<br />

içinde en fazla sevilen ve oyuncusu<br />

ile adeta bir olan Wolverine’in X-Men<br />

macerası ne olur bilinmez, ancak Logan<br />

vizyondayken ve hali hazırda fırsatınız<br />

varken kaçırmayın.


SON 7 YILIN<br />

ÖNE ÇIKAN<br />

7 BİLİMKURGU<br />

FİLMİ<br />

HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />

n 2001: A Space Odyssey<br />

ve Blade Runner<br />

gibi başyapıtların öncülü<br />

olduğu bilim kurgu<br />

türünün örnekleri özellikle<br />

2000 sonrasında oldukça<br />

artmaya başladı. Her yıl<br />

birçok bilim kurgu filmi çekilmesine rağmen<br />

bunlardan biri hep öne çıktı, daha çok<br />

konuşuldu, daha çok izlendi ya da daha çok<br />

değer kazandı.<br />

2016’ya damgasını vuran bilim kurgu filmi<br />

ise Denis Villeneuve’un yönettiği Arrival<br />

oldu. Seveni kadar sevmeyeni de olan yapım<br />

8 dalda Oscar’a aday gösterildi ve “en iyi<br />

ses kurgusu” dalında ödülün sahibi oldu.<br />

2017’ye damgasını vuracak olan bilim kurgunun<br />

ise kuşkusuz yine Villeneuve’un<br />

yönettiği Blade Runner 2049 olacağı bir<br />

gerçek. Yeni Blade Runner filmi gelene kadar<br />

yine bazı bilim kurgu filmleri izlemeye devam<br />

edeceğiz vizyonda. Ocak ayında izlediğimiz<br />

Morten Tyldum yönetimindeki Passengers,


Life’ın 24 Mart’ta ülkemizde vizyona<br />

girecek olması sebebiyle<br />

2010’dan bu yana son 7 yılda en<br />

çok öne çıkan 7 bilim kurgu filmini<br />

hatırlamakta fayda var.<br />

Jennifer Lawrence ve Chris Pratt’la<br />

iddiasına rağmen genel olarak hayal<br />

kırıklığı yaratmasına rağmen iki dalda<br />

Oscar adaylığı kazanmıştı. Şubat ayında<br />

izlediğimiz Resident Evil serisinin son<br />

filmi Resident Evil: The Final Chapter<br />

da zaten iyice “trash film” seviyesine<br />

gerileyen yapısıyla seriyi sona<br />

erdirdi. Mart ayında vizyona girecek,<br />

yılın ikinci iddialı bilim kurgu filmi ise<br />

Daniel Espinosa’nın yönettiği, Ryan<br />

Reynolds, Jake Gyllenhaal ve Rebecca<br />

Ferguson’un oynadığı “Life”.<br />

Life’ın 24 Mart’ta ülkemizde vizyona<br />

girecek olması sebebiyle 2010’dan bu<br />

yana son 7 yılda en çok öne çıkan 7<br />

bilim kurgu filmini hatırlamakta fayda<br />

var.<br />

Inception (2010)<br />

Batman Begins’in üzerine The Prestige<br />

gibi unutulmaz bir film, onun üzerine<br />

ise The Dark Knight gibi kariyerinde<br />

zirve sayılan bir filme atan Nolan, The<br />

Dark Knight’ı bile geride bırakacak<br />

bir başyapıta imza atınca başarı<br />

katsayısını adeta doruk noktasına<br />

çıkarmayı başardı. Nolan’ın kariyerinin<br />

en iyi filmi olan Inception,<br />

Memento’nun “bellek” üzerine<br />

kurulu olan yapısını “rüya içinde<br />

rüya” şeklinde katman katman<br />

tasarlıyor ve bilinçaltının derinliklerine<br />

yolculuk yaparak 2000’lerin<br />

Matrix’i olmayı başarıyordu.<br />

Matrix’teki “sanal – gerçek”


ikilemini burada “rüya – gerçek” ikilemine<br />

transfer eden ve “lucid dreaming”<br />

tekniğini odak noktasına alarak rüya –<br />

bilinçaltı kavramlarını sorgulamaya açan<br />

Nolan, rüya casusluğu, rüya hırsızlığı,<br />

rüya inşaati gibi farklı konseptlere kapı<br />

açtı ve özellikle son 45 dakikasında tavan<br />

yapan, benzersiz bir iç içe geçmiş kurgusal<br />

zincir yarattı.<br />

Bütçe: 160 milyon dolar, Toplam Gişe: 825<br />

milyon dolar<br />

Cloud Atlas (2012)<br />

Wachowski kardeşlerin<br />

yanlarına Alman yönetmen<br />

Tom Tykwer’ı da<br />

alarak yönettikleri Cloud<br />

Atlas, antolojik filmmiş gibi<br />

görünüp, antolojik filmlerden<br />

farklı olarak geniş<br />

çaplı bir “bulut atlası” çerçevesinde<br />

tüm hikayelerini<br />

ve karakterlerini ortak bir<br />

paydada birleştiriyor ve<br />

bunu “destansı bir blockbuster” içerisine<br />

yerleştirerek başlı başına riskli, çılgın ve<br />

cesur bir proje olmayı başarıyor. David<br />

Mitchell’in sinemaya uyarlanması oldukça<br />

zor görünen romanından uyarlanan film,<br />

reenkarnasyon ve insanoğlunun varoluşu<br />

ekseninde bir paralel evren bilim kurgusu<br />

tasarlıyor, bu türün en başarılı örneklerinden<br />

üç katmanlı The Fountain’in sanatsal<br />

yapısını altı katmana yayarak görsel<br />

ve kurgusal açıdan amacına başarılı bir<br />

şekilde ulaşıyor.<br />

Bütçe: 102 milyon dolar, Toplam Gişe: 130<br />

milyon dolar<br />

Gravity (2013)<br />

Filmin çekilmesinin 4,5 yıl,<br />

senaryosunun yazılmasının<br />

ise sadece 3 hafta sürdüğünü<br />

söyleyen Cuaron, 7 yıllık<br />

aradan sonra tekrar modern<br />

bir bilimkurgu başyapıtı<br />

beklentisi yaratmıştı. Hem<br />

popüler hem arthouse sinema<br />

seven izleyiciden, hem de<br />

sinema eleştirmenlerinden büyük övgüler<br />

almasıyla yaratmış olduğu yüksek<br />

beklentiyi karşıladı. Yerçekimi’ni, Stanley<br />

Kubrick’in “2001: Bir Uzay Macerası”<br />

ile karşılaştıranlar olmasına rağmen<br />

Cuaron, bunu doğru bulmadığını “2001:<br />

Bir Uzay Macerası, varoluşsal felsefi<br />

bir eser, Yerçekimi ise düşüncelerle<br />

dolu bir eğlence treni” diyerek dile getirdi.<br />

Emmanuel Lubezki’nin muazzam<br />

görüntü yönetimi filmin her karesinde<br />

kendini hissettirirken, açılıştaki 17 dakika<br />

uzunluğunda plan-sekans sahnesi<br />

ise sinefillerin gönlünde taht kurdu.<br />

Bütçe: 100 milyon dolar, Toplam Gişe:<br />

723 milyon dolar<br />

The Martian (2015)<br />

Ridley Scott’un Andy Weir’in<br />

romanından uyarladığı ve NASA’nın<br />

destek verdiği yeni bilim kurgusu The<br />

Martian, hem uzun zamandır filmlerinde<br />

hayal kırıklığı yaratan Scott’un geri<br />

dönüşü niteliği taşıyor hem de günümüz<br />

bilim kurguları içerisinde genel izleyici<br />

kitlesini dünyasına en kolay çekebilen<br />

bilim kurgular arasına adını yazdırıyor.<br />

Scott, umut aşılayan yapısıyla, başından<br />

sonuna kadar esprilerin eksik olmadığı<br />

hikayesini bir an olsun dağıtmayan<br />

çizgisiyle, fedakarlık ve çevrecilik dolu<br />

mesajlarıyla eğlenceli bir hayatta kalma<br />

hikayesi yaratmayı başarırken, Matt<br />

Damon’a eşlik eden Jessica Chastain,<br />

Jeff Daniels, Chiwetel Ejiofor, Kate<br />

Mara, Sean Bean, Kristen Wiig, Michael<br />

Pena gibi oyuncularla dolu renkli kadrosu<br />

da seyir zevkini artırıyor.<br />

Bütçe: 108 milyon dolar, Toplam Gişe:<br />

630 milyon dolar<br />

Her (2013)<br />

Spike Jonze’un bir insanla bir işletim<br />

sistemi arasında aşkın mümkün olup<br />

olmadığını sorguladığı distopik filmi<br />

Her, olağan dışı gözüken bir hikayeyi<br />

son derece inandırıcı bir senaryoyla<br />

gerçekçi kılmayı başarıyor ve retro sanat<br />

yönetimiyle öne çıkarak görsel açıdan


da cezbedici bir atmosfer yaratıyordu.<br />

2001: A Space Odyssey’de Dave Bowman<br />

ve HAL arasındaki ilişkinin farklı<br />

ve daha inandırıcı bir varyasyonu<br />

olarak tanımlayabileceğimiz Theodore<br />

– Samantha<br />

ikilisi, izleyiciyi<br />

iletişimsizlikten<br />

beslenen bir<br />

teknoloji – aşk<br />

ikilemine davet<br />

ediyor, Joaquin<br />

Phoenix muhteşem<br />

performansıyla,<br />

Scarlett Johansson<br />

ise fiziksel<br />

olarak gözükmeyip<br />

sadece sesiyle<br />

karaktere dönüşebilme becerisiyle<br />

sinema tarihinin unutulmazları arasına<br />

adını yazdırıyordu.<br />

Bütçe: 23 milyon dolar, Toplam Gişe: 47<br />

milyon dolar


Interstellar (2014)<br />

Christopher Nolan, bilimsel metotları,<br />

fiziksel teorileri ve düşünsel yapıyı<br />

birleştirerek paralel evren, kuantum fiziği,<br />

zaman kayması, beşinci boyut, solucan<br />

deliği ve yerçekimi gibi kavramlar üzerinden<br />

destansı bir uzay yolculuğu hikayesi<br />

tasarlıyor. Nolan’ın en duygusal filmi<br />

olarak nitelendirebileceğimiz Interstellar,<br />

bu duygusallığını da büyük oranda baba<br />

– kız arasındaki dramatik omurgadan ve<br />

Hans Zimmer’ın adeta filmin<br />

duygusuna yeni bir boyut<br />

kazandıran etkileyicilikteki<br />

müziklerinden alıyor.<br />

Nolan filmlerinin vazgeçilmezi<br />

olan “bellek – kurgu<br />

ilişkisi” özellikle ‘beşinci<br />

boyut’ sekansında kendini<br />

gösterirken, Zimmer’ın<br />

müzikleri eşliğinde hipnotik<br />

bir etki yaratıyor. Duygusal<br />

derinliğiyle Spielberg’in Artificial<br />

Intelligence’ının etkisini yakalarken,<br />

düşünsel yapısıyla ve uzay gerçekliği konusundaki<br />

teorileriyle Kubrick’in başyapıtı<br />

2001: A Space Odyssey ile aynı kanaldan<br />

gidiyor.<br />

Bütçe: 165 milyon dolar, Toplam Gişe: 675<br />

milyon dolar<br />

Arrival (2016)<br />

Villeneuve’un 2017 sonlarında vizyona<br />

girecek olan “Blade Runner<br />

2049” filminin öncesinde bilim kurgu<br />

türünde yetkinliğini sergilediği Arrival,<br />

50 milyon dolar gibi yüksek bir bütçeye<br />

sahip olmasına rağmen alışıldık<br />

bilimkurgu filmlerinin temel yapısının<br />

aksine son derece özgün bir sinemasal<br />

deneyim ortaya koyuyor. Uzaylıların<br />

dünyayı ziyaretine Sapir-Whorf hipotezi<br />

üzerinden dilbilimsel bir yaklaşım<br />

uygulayan Villeneuve’un filminde yeşil<br />

uzaylılar, kahraman Amerikalılar ve<br />

aksiyon sekansları yok. Aksine temeline<br />

dili alarak düşünce, algı, başlangıç,<br />

son, yaşam ve hafıza üzerine, insana<br />

dair bir hikayesi var. Bunu yaparken<br />

de atmosfer yaratma yetkinliğiyle<br />

Fincher’ı, kurgu numaralarıyla Nolan’ı,<br />

felsefik yoğunluğuyla Aronofsky’i,<br />

açılış ve kapanış sekanslarıyla Malick’i<br />

ve konseptiyle Spielberg’i anımsatan<br />

bir Villeneuve rejisi var karşımızda.<br />

Johann Johansson’un güçlü besteleriyle<br />

her saniye diken üstünde bir gerilim<br />

yaşatırken Arthur C. Clarke’ın<br />

Çocukluğun Sonu romanını hatırlatan<br />

duygusuyla da gözlerimizden iki damla<br />

yaş süzülmesine sebebiyet veren Arrival,<br />

21. yüzyılın en güçlü bilimkurgu<br />

filmlerinden olarak hatırlanacak.<br />

Bütçe: 47 milyon dolar, Toplam Gişe:<br />

197 milyon dolar


KAVGA DA ETSEK BAYRAM<br />

GİDECEĞİMİZ EV AYNI<br />

Senaryosunu Murat Kaman<br />

ve Emrah Kaman Kardeşler’in<br />

yazdığı; yönetmenliğini Murat<br />

Kaman ve Murat Dündar<br />

üstlendiği Kaçma Birader’in<br />

yaratıcıları Kaman Kardeşler<br />

ile bir araya geldik.<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Senaryosunu geçtiğimiz yıl Kaçma Birader<br />

filmine imza atan Murat Kaman ve Emrah Kaman<br />

Kardeşler’in yazdığı; yönetmenliğini Murat Kaman ve<br />

Murat Dündar üstlendiği Kaçma Birader’in yaratıcıları<br />

Kaman Kardeşler ile bir araya geldik. Yapımcılığını<br />

CMYLMZ Fikir Sanat & Nu Look’un yaptığı film de<br />

şarkıcı Hakan Altun da rol alıyor.<br />

Merhaba, geçtiğimiz yıl senaryosunu birlikte<br />

yazdığınız Kaçma Birader filminin ardından bu<br />

kez birlikte yazıp-yönettiğiniz Deli Aşk ile seyirci<br />

karşısına çıkmaya hazırlanıyorsunuz. Bize biraz<br />

bu süreçten söz eder misiniz?<br />

MURAT: Kaçma Birader’den sonra yeni bir film mi yoksa<br />

tv’ye dizi mi yapmalıyız diye aramızda tartıştık. Dizi<br />

yapmak şu anki tv şartlarında çok zor ve istediğinizi<br />

yapabilme ihtimaliniz çok sınırlı. O yüzden yeni bir<br />

film yapalım dedik. Ve ortaya “deli aşk” çıktı. EMRAH:<br />

Kaçma Birader’de Yozgatlı bir aile üzerinden komedi<br />

denemiştik. Bu sefer de Adanalı bir Kahraman Maraş<br />

dondurmacısının aşkı üzerinden bir komedi denedik.<br />

Doğru mu yaptık, yanlış mı 10 Mart’ta göreceğiz.☺<br />

İki kardeş çalışmanın avantajları ve dezavantajları<br />

nedir?<br />

MURAT: Biz açıkçası hep avantajını gördük. Çünkü<br />

iş konusunda birbirimize aşırı acımasız davranıyoruz.<br />

Ve bunun içinde bir ego savaşı olmadığı çok açık.<br />

Sonuçta kavgalar da olsa aramızda, gideceğimiz yer<br />

bayramlarda ailemizin yanı…<br />

EMRAH: Yani küs kalmamız da mümkün değil. ☺<br />

Dezavantaj şu olabilirdi; aynı çevrede, aynı ailede<br />

büyümek benzer şeyler üretmeye sebep olabilirdi<br />

ama bizim karakterlerimiz çok farklı, böyle bir dezavantaj<br />

yaşamamıza engel oluyor bu durum.<br />

Sektörde abi-kardeş ya da eş ortaklıklarını<br />

çok fazla görmeye başladık. Sizce bu neden<br />

kaynaklanıyor? Bir güven sorunu olduğundan<br />

söz edebilir miyiz?<br />

EMRAH: Yaptığımız iş illa ki kooperatif çalışmayı<br />

gerektiriyor ve (her iş gibi) aşırı stresli ve ekip<br />

olarak birbirini kırmaya aşırı müsait. Birbirine kafa<br />

göz dalmanın mümkün olmadığı kişiler de en<br />

yakınlarınız. Ya da dalsanız da ertesi gün işe devam<br />

edebilirsiniz. ☺ Bir de o kadar yan yana uzun süreler<br />

çalışıyoruz ki, önceleri eş olmayıp sonrasında eş<br />

olan çok arkadaşımız var ☺ Buna bağlayabiliriz belki.


DA<br />

KAMAN<br />

KARDEŞLER<br />

Bize Türkiye’de senaristlerin ne kadar özgür ve<br />

yaratıcı kalem oynatabildiğinden bahsedebilir misiniz<br />

kendi deneyimlerinizden yola çıkarak…<br />

MURAT: Biz kendi komedimizi ara ara da olsa<br />

yansıtabilen şanslı gruptanız. Yüzde yüz özgür<br />

müyüz? Tabii ki değil. Ama en azından bazen deneyebiliyoruz<br />

içimizden geçenleri…<br />

EMRAH: Sektör bu anlamda yaratıcılık ve özgürlükten<br />

git gide uzaklaşıyor maalesef. Sinema çok pahalı bir<br />

sanat dalı ve yapımcılar ve kanallar bu konuda kendilerini<br />

sağlama alma konusunda oldukça konservatif<br />

olmaya başladılar.<br />

Senaristlerin el kitabı olarak bilinen Story kitabının<br />

yazarı Robert McKee Türkiye seminerinde, Komedi<br />

“dil” ve “kültür”e bağlıdır. Elbette evrensel<br />

komedi diye bir şey vardır ama lokalde herhangi<br />

bir “şaka”nın işe yaraması için o ülkenin dilini<br />

ve kültürünü iyi bilmelisiniz, demişti. Bize memleketin<br />

şaka ve komedi anlayışı konusunda neler<br />

söylersiniz?<br />

EMRAH: Komedi kuralları global ama üslubu lokal<br />

kalmak zorunda olan bir tür. Yani “görücü usulü”<br />

hakkında yapacağınız bir şakayı, Amerikalıya<br />

anlatamazsın. Onların “blinddating” üzerine yaptığı<br />

şakayı burada anlatmak çok zor. Yakın görünüyor<br />

ama nüanslarla bile komedi gücünü kaybeder ya da<br />

kazanır.<br />

MURAT: Bu memleketin şaka ve komedi anlayışı<br />

kısmına gelince; bu konu hakkında o kadar çok klişe<br />

kullanıldı ki, üzerine bir klişe daha eklemek istemeyiz.<br />

Yine McKee iyi bir komedi yazarının öfkeli olması<br />

gerekir. Demişti. Siz nelere öfke duyuyorsunuz?<br />

MURAT: Mutlu insan yazamaz. Yazmanın tek kuralı;<br />

artık içinde tutmaktan midenin bulanacağı kadar öfke<br />

dolu olmaktır. Tür ayırmaksızın…<br />

Türkiye’de komedi çok tartışılıyor. Sizce bir<br />

filmin iyi bir komedi olduğunun kanıtı gişe midir?


EMRAH: Yani bu konu o kadar cıvımış geliyor ki bize;<br />

tersinden soralım biz de; gişeli bir film illa ki kötü<br />

olmayı gerektirir mi? Az izlenen film güzel demek midir?<br />

Komedi belki de sinema türleri arasında en kişisel<br />

olanı… Herkes ortak şeylere ağlayabilir ama aynı<br />

şeylere gülemez. Her filmi kendi özelinde tartışmak<br />

gerekiyor galiba. Bana göre komik ve ya değil gibi…<br />

Yapımcı olarak Cem Yılmaz ile çalışmak nasıl bir<br />

deneyimdi?<br />

MURAT: Şöyle özetleyelim; Cem Yılmaz bir standup’çı<br />

ve oyuncu olarak ne kadar iyiyse, bir yapımcı<br />

olarak da o kadar iyi…<br />

Filminizde ünlü şarkıcı Hakan Altun’da yer<br />

alıyor. Projeye nasıl dahil oldu ve nasıl buldunuz<br />

oyunculuğunu ☺<br />

EMRAH: Hakan Altun filmi yazmaya başladığımızdan<br />

beri projeye dahildi. Ama bunu kendisi bilmiyordu<br />

☺ Biz de kendisiyle tanışmıyorduk bile… ☺ Sadece<br />

acayip bir sempati bekliyorduk. Daha sonra Cem<br />

Abi’yle bu projeyi hayata geçirince işler bizim için iyice<br />

kolayladı. Zafer Abi (Algöz) ve Cem Abi’nin, Hakan<br />

Abi’yi ikna etmesi bir buçuk dakika sürdü. Hakan Abi<br />

konusunda hiç yanılmamışız özetle…<br />

Filminiz sosyal medyada takipçileriniz tarafından<br />

oldukça heyecan yarattı. Onlara yeni filminiz ile<br />

ilgili mesajınız ne olur?<br />

MURAT: Gelin misafirimiz olun, sizi 100 dakika<br />

boyunca, küfürsüz, bel altı muhabbetsiz, sevgilinizle,<br />

eşinizle, çoluk çocuğunuzla güldürelim. Şuna çok<br />

değer veriyoruz, çıktıklarında bize küfretmeyecekleri<br />

filmler yapmaya çalışıyoruz.<br />

EMRAH: Çünkü ceplerindeki o bilet parası çok<br />

değerli. O parayı boşa harcadıklarını düşünmelerini<br />

hiç istemeyiz.<br />

Türkiye den ve dünyadan size ilham veren isimler<br />

kimler?<br />

MURAT- EMRAH: Dünyadan RickyGervais, Larry<br />

David, Louis C.K. Türkiye’den Cem Yılmaz( Valla<br />

yapımcımız diye değil ☺ ) hem arkadaşımız hem<br />

ilham aldıklarımız Selçuk Aydemir, Burak Aksak,<br />

Ercan Mehmet Erdem ve daha niceleri…<br />

Son olarak Oscar’daki favorilerinizi sormak isterim?<br />

EMRAH: La la Land süpürür. ☺<br />

Teşekkürler, bol gişeler ☺<br />

Biz teşekkür ederiz Gizem Hanım ☺


OSCARLIK HATA<br />

İnsandır hata yapar. Oscar<br />

gibi sinemada dünyanın en<br />

büyük organizasyonu olsa<br />

bile En İyi Film ödülü yanlış<br />

açıklanabiliyor. İnsanların<br />

ellerindeki heykelcikler<br />

çekiştirilip alınabiliyor.<br />

Acaba tek hata bu mu?<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n ABD dünyayı<br />

ordusuyla ve<br />

silahlarıyla yönetiyor<br />

ama toplumları<br />

aslında sinemayla<br />

şekillendiriyor. Bir<br />

hafta önce 2017 Oscar<br />

ödülleri dağıtıldı. Bence son 10 yılın<br />

en zayıf seçkisinden ödüller çıktı. Yarışan<br />

filmler ve performanslar o kadar zayıftı<br />

ki bir sürpriz bile olmadı. Ben dahil herkes<br />

ödülleri tahmin etti. Ama tahmin<br />

etmediğimiz şey En İyi Film ödülü verilirken<br />

yaşanan skandaldı. Warren Beatty<br />

ile Faye Dunaway sahneye ellerinde zarfla<br />

geldiler. Warren Beatty zarfı açtı ve dona<br />

kaldı. büyük ihtimalle Moonlight’ın ödülü<br />

aldığını biliyordu ama zarfta La La Land’ın<br />

ismi vardı. Bir durdu, sola baktı, sağa<br />

baktı kimse birşey anlamadı. Faye Dunaway<br />

ise zorlayıp duruyordu Beatty’i. O da<br />

al o zaman sen oku der gibi kağıdı uzattı.<br />

Faye Dunaway büyük bir sabırsızlıkla<br />

“La La Landddd” diye çığlığı bastı. La<br />

La Land ekibi çıktı sahneye ödüller verildi.<br />

Teşekkür konuşmaları yapıldı. Tam o


sırada gözlüklü bir adam milletin elindeki<br />

heykelcikleri çekiştirmeye başladı.<br />

Moonlight’ın yapımcısı sinir krizi geçirip<br />

Warren Beatty’in eline tutuşturulmuş gerçek<br />

zarfı çekip alıp kameralara gösterdi. Ve<br />

Oscar tarihinin en büyük rezaleti yaşandı.<br />

Özellikle izleyicilerin içindeki ünlü isimlerin<br />

şaşkınlığı görülmeye değerdi. Meryl<br />

Streep şaşkınlık çığlıkları atarken hemen<br />

arkasında Dwayne Johnson’ın gözlerindeki<br />

dehşet ve şaşkınlık inanılmazdı. Aslında<br />

bütün bu sahneler yalanlarla bezenmiş<br />

güzel bir kadının makyajının akıp çirkin<br />

gerçeğin görülmesinden ibaretti. Aylardır<br />

ABD Başkanı olan Trump ile Oscar organizasyonunun<br />

atışmalarını izliyoruz.<br />

Ödül töreninde Trump’a yapılan göndermeleri<br />

dinledik. Tabii ki Trump’ın elle<br />

tutulur bir tarafı yok. Ona sallamak ucuz<br />

kahramanlık. Peki Obama döneminde Hurt<br />

Locker gibi militarist ve neredeyse faşizan<br />

bir filme ödül verilmesini, Irak’ta,<br />

Suriye’de, Afganistan’da ve dünyanın<br />

birçok yöresinde Obama döneminde<br />

yapılan kıyımları niye Oscar ünlüleri es<br />

geçti? Bütün bunlar yaşanırken Oscar<br />

heykelciği Beyaz Saray’da verilmedi<br />

mi? Barack Obama’nın döneminde dış<br />

politika da hiç bir şey değişmemişken,<br />

Obama Bush’un finansörleriyle yoluna<br />

devam ederken o ünlü muhalif<br />

sinemacılar yönetmenler niye sustular.<br />

Michael Moore bile film yapmayıp<br />

Obama döneminin sonunda 2015’te<br />

en tartışmalı filmi Şimdi Nereyi İşgal<br />

Edelim’i çekmedi mi?<br />

Geçen yıl Oscar organizasyonu siyahi<br />

oyuncuları, yönetmenleri ve toplumdaki<br />

siyahların dertleriyle ilgili filmlere<br />

sansür uyguluyor diye eleştirildi. Bir<br />

baktık ki bu yıl hak eden, etmeyen bir<br />

sürü Afro Amerikan sineması örneği<br />

adaylar arasında. Fence, Hidden Figures,<br />

Moonlight, Loving, belgesellerde<br />

O.J: Made in America, I Am Not Your<br />

Negro gibi filmler seçkiyi doldurmuştu.<br />

Ama nedense Moonlight’ın muhteşem<br />

performansları En İyi Kadın ve Erkek’te<br />

değil Yardımcı Kadın ve Erkek’te<br />

adaydı. Halbuki erkek performansında<br />

Moonlight filminde Ashton Sanders o<br />

filmin en iyisiydi. Hadi onu geçtik Fences<br />

filminden Denzel Washington’un<br />

performansı Casey Affleck’ten kat ve<br />

kat iyiydi. Yani seçimleri göz önüne<br />

aldığımızda yine Afro Amerikan filmleri<br />

gizli bir sansürün kurbanı oldu. Asıl<br />

sorulması gereken soru şu. Geçen<br />

yılki tartışmalar olmasaydı bu kadar<br />

çok Afro Amerikan filmi aday olabilir<br />

miydi? Eğer cevabımız olamazdı ise<br />

Oscar organizasyonu adına bir suçluluk<br />

hissinin ortada olduğu gerçek.<br />

Amerika’da Oscar’da yaşanan skandal<br />

sıkıntı yarattı. Ama asıl sıkıntı Hisseli<br />

Harikalar Kumpanyasının maskesinin<br />

düşmesiydi.


MART KAPIYI<br />

ÇALDIRIR<br />

BELGESEL<br />

SEYRETTİRİR<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

Mart ayı belgesel<br />

severler için çeşitli<br />

alternatifler sunuyor.<br />

“Belgesel sinemayı<br />

seviyorum ama nerede,<br />

ne zaman, nasıl<br />

ulaşacağımı<br />

bilemiyorum?”<br />

diyorsanız işte size<br />

fırsatlar.<br />

Mart ayı belgesel severler için<br />

çeşitli alternatifler sunuyor. “Belgesel<br />

sinemayı seviyorum ama<br />

nerede, ne zaman, nasıl ulaşacağımı bilemiyorum?”<br />

diyorsanız işte size fırsatlar.<br />

David Lynch: The Art Life Bir belgesel<br />

filmi sinema salonunda izlemenin keyfine<br />

varmak istiyorsanız haber vermiş olayım<br />

24 Mart’ta vizyona giriyor. Jon Nguyen,<br />

Olivia Neergaad-Holm, Rick Barnes<br />

üçlüsü tarafından çekilmiş. Ünlü yönetmen<br />

ve ressam Lynch’in sanat hayatının,<br />

müziğinin ve erken dönem filmlerinin içine<br />

girerek, onu ve özel dünyasını daha iyi<br />

anlamayı amaçlayan bir biyografik belgesel.<br />

Amerika’daki bir küçük kasabadan<br />

Philadelphia’nın karanlık caddelerine kadar,<br />

Lynch’i takip ederek ünlü yönetmenin<br />

yaratıcı süreçlerini de ele alıyor. Sanatçı<br />

kimliğinin şekillenmesine yardımcı olayları<br />

da anlatan yapım 1 saat 30 dakika.<br />

Müzikleri Jonatan Bengta’ya ait.<br />

13-23 Mart’ta Akbank Kısa Film Festivali<br />

13. kez gerçekleşiyor. 1978’den<br />

beri belgesel filmler çeken İranlı fotoğraf<br />

sanatçısı ve görüntü yönetmeni Seifollah<br />

Samadian 15 Mart’ta Beyoğlu<br />

Aksanat’ta “Once Upon a Time in Marrakesh”<br />

ile seyircinin karşısına çıkıyor.<br />

Filmin ardından bir de master class<br />

gerçekleştiriyor usta yönetmen.<br />

Samadian genellikle hem İran’ın hem de<br />

İran dışındaki ülkelerin sosyal ve kültürel<br />

meselelerini dert ediniyor kendine.<br />

Kadının İslam toplumundaki konumundan,<br />

Küba Devrimi’ne kadar uzanan geniş<br />

bir konu yelpazesine sahip. “The White<br />

Station”(1999), “Tehran: The 25th Hour”<br />

(1999) ve “Once Upon a Time in Marrakech”<br />

(2006) “76 Minutes Minutes and 15<br />

Seconds with Abbas Kiarostami” (2016)<br />

Samadian’ın çalışmalarına örnek gösterilebilir.<br />

Yine Akbank Kısa Film Festivali<br />

kapsamında Abbas Kiarostami’nin “10<br />

Lessons on Movie-Making” adlı belgeseli<br />

17 Mart’ta izlenebiliyor. Ardından “Abbas<br />

Kiarostami Sineması” üzerine bir de<br />

söyleşi var.


Belgesel temeli üzerinden yükselen, kurmaca ile<br />

gerçeği iç içe geçiren Aslı Özge’nin “Köprüdekiler”<br />

filmi de 18 Mart’ta Aksanat’ta. Elbette belgesellerin<br />

yanı sıra kurmaca kısa filmler, atöyle ve<br />

söyleşiler de takip edilebilir. İlgi ve sevginize bağlı.<br />

Belgesel Sinemacılar Birliği’nin Barış Manço<br />

Kültür Merkezi’nde her hafta Salı günleri saat<br />

20.00’da gerçekleştirdiği gösterimler ise belgesel<br />

film dostları için bir başka şans. Gösterimlerden<br />

sonra filmin ekipleriyle de buluşuyor sorularınızı<br />

ve yorumlarını yöneltebiliyorsunuz.<br />

Mart Ayı Programı<br />

7 Mart – Müslüm Babanın Evlatları – Yönetmen:<br />

Vuslat Saraçoğlu<br />

14 Mart – Şarkılarla Geçtim Aranızdan – Yönetmen:<br />

Ümit Kıvanç<br />

21 Mart – Hitler’in Hitleri – Yönetmen: Oliver Axer<br />

& Susanne Benze<br />

28 Mart – Halit Çelenk’le Bir Gün – Yönetmen:<br />

Ender Yeşildağ<br />

Belgesel Sinemacılar Birliği Şişli Nazım Hikmet<br />

Kültür ve Sanat Evi’nde de her ay gösterimler<br />

düzenliyor. Belgeseller ve ekipleri iki haftada bir<br />

Çarşamba günleri saat 19:00’da meraklıları ve<br />

tutkunları ile buluşuyor.<br />

Mart Ayı Programı<br />

8 Mart – Evcilik – Yönetmen: Bingöl Elmas<br />

22 Mart – Adakale Sözlerim Çoktur – Yönetmen:<br />

İsmet Arasan<br />

Mart ayında belgesel sinemanın buluşma<br />

noktalarını arayanlar ajandalarına not edebilirler.<br />

Sanatla, bilimle, toplumla, tarihle, insanla<br />

bir araya gelmek, hissetmek, tartışmak, yeniden<br />

düşünmek için… belgesel filmlerin izini sürmek<br />

isteyenlere duyurulur.


MÜCADELE VE<br />

BAŞARININ DİĞER<br />

ADI: KADINLAR<br />

PINAR KARAHAN<br />

n 8 Mart Dünya<br />

Kadınlar Günü bir<br />

kutlama ya da eğlence<br />

günü değil. Anma<br />

günü! 1857 yılında,<br />

ABD’nin New York<br />

kentinde 40 bin dokuma<br />

işçisi kadın<br />

daha iyi koşullarda çalışmak için fabrikada<br />

greve başladı. Polislerin, savunmasız<br />

kadınlara karşı saldırıya geçmesi uzun<br />

sürmedi. İçeriye kilitlenen kadınlardan<br />

129’u çıkan yangında bariyerleri aşamayıp<br />

can verdi.<br />

1910 yılında Danimarka’da düzenlenen<br />

Uluslararası Sosyalist Kadınlar<br />

Konferansı’nda Clara Zetkin’in önerisiyle<br />

acı olayın yaşandığı gün ‘Dünya Kadınlar<br />

Günü’ olarak anılmaya başlandı. Öneri,<br />

1921 yılından itibaren Türkiye’de de<br />

‘Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ olarak<br />

kabul gördü.<br />

Kadınlar, her toplumda ve her dönem<br />

en doğal, en yaşamsal hakları için bile<br />

mücadele vermek zorunda kaldılar. Bunu<br />

yaparken gerektiğinde canlarını ortaya<br />

koymaktan çekinmediler. Çünkü kendilerinden<br />

sonra gelecek nesildeki kadınların<br />

aynı sorunları, aynı acıları yaşamalarını<br />

istemediler. Kısacık bile olsa -haklı olarak-<br />

‘eşit’ bir yaşam sürmeyi istediler. Şiddet


En doğal yaşam hakları için bile tarih<br />

boyunca mücadele vermek zorunda<br />

kalan, tecavüze uğrayan, ikinci sınıf<br />

insan muamelesi gören kadınların<br />

yaşadıkları, sinemaya da en büyük<br />

ilham kaynaklarından biri oldu...<br />

gördüler, tecavüze uğradılar, cezaevine<br />

atıldılar ama susmadılar!<br />

Kadınların yaşadıkları, cesareti,<br />

başarıları sinemaya da en büyük ilham<br />

kaynaklarından biri oldu. Kadınları odak<br />

noktasına koyan sayısız film yapıldı.<br />

Eleme yapmanın çok zor olduğu, kadınlar<br />

üzerine yapılmış filmlerden sizin için seçtiklerimiz<br />

şöyle:<br />

Sultan Gelin (1973-Halit Refiğ)<br />

Film, Anadolu’daki gelenek ve<br />

göreneklerin kadınlar üzerinde<br />

hangi acılara neden olabileceğini<br />

çarpıcı bir şekilde gösteriyor.<br />

Başlık parası karşılığında<br />

tanımadığı biriyle evlendirilen<br />

Sultan, kocasının ilk gece ölmesiyle<br />

‘başlık parası boşa gitmesin’<br />

düşüncesiyle baba evine yollanmıyor.<br />

Çocuk yaştaki Veli ile sözlendirilip evde<br />

hizmetçi, tarlada ırgat olarak çalıştırılıyor.<br />

Veli büyüyüp başkasına sevdalanınca da<br />

beşikteki bebeği büyütüp kendine koca<br />

yapması bekleniyor. Ve bir kadının hayatı<br />

aşksız, mutsuz bir şekilde devam etmek<br />

zorunda kalıyor.<br />

lvi Boylum Al Yazmalım (1978-Atıf Yılmaz)<br />

Her dönem her izlemede aynı etkiyi<br />

yaratacak derecede güçlü<br />

bir hikaye. Köylü kızı Asya,<br />

karşısına çıkan kamyon şoförü<br />

İlyas’a kısa sürede aşık oluyor<br />

ve evleniyorlar. Bir çocuğu<br />

olan Asya, İlyas’ın kendisini<br />

aldattığını öğrenince evi terk


ediyor. Çocuğuna ve kendisine evini<br />

açan Cemşit ile güvenli bir yuva kuruyor.<br />

Bir gün, eski kocası, aşkını derinlere<br />

gömdüğü İlyas çıkıp geliyor. İki erkek<br />

arasında kalan Asya, asıl önemli olanın<br />

‘emek’ olduğunu biliyor. Bir mesleği,<br />

dayanağı bile olmamasına rağmen<br />

Asya’nın aldatmayı sineye çekmeden evi<br />

terk etmesi, kucağında bebeğiyle yeni<br />

hayat kurma yolculuğu, sevgiye bakışı...<br />

Kadınların her koşulda ne kadar güçlü<br />

olabileceğini bir kez daha kanıtlıyor.<br />

Thelma ve Louise (1991-Ridley Scott)<br />

Kadın dayanışması ve kadınların<br />

özgürleşme çabaları denildiğinde ilk akla<br />

gelen yapımlardan biri... Kendilerine acı<br />

çektiren erkeklerden biraz uzaklaşmak isterken<br />

yine erkekler nedeniyle daha fazla<br />

sorunla karşı karşıya kalan bu iki kadın,<br />

birbirlerine sıkı sıkıya bağlanmaktan ve<br />

desteklemekten başka çare<br />

bulamıyor. Erkek arkadaşından bıkan<br />

Louise ile ihmalkar kocasından uzaklaşıp,<br />

güzel bir hafta sonu geçirmek isteyen<br />

Thelma’nın yaşadıkları, bir kadının mecbur<br />

kaldığında kendisi ve arkadaşları için<br />

neleri göze alabileceğini açıkça ortaya<br />

koyuyor.<br />

Bandit Queen (1994-Shekhar Kapur)<br />

11 yaşında zorla evlendirilen, bir köyün<br />

erkekleri tarafından tecavüze uğrayan,<br />

içindeki intikam yeminiyle dağlarda bir<br />

haydut olarak yıllarını geçiren ‘Haydutlar<br />

Kraliçesi’ Phoolen Devi’nin gerçek yaşam<br />

öyküsü... Dağlarda erkeklerden daha<br />

güçlü kalmayı başararak kendi çetesini<br />

kurup köylülerden intikamını alan Devi,<br />

bir yandan Robin Hood gibi zenginden<br />

alıp fakire dağıtarak efsaneleşiyor. Önce<br />

çetesinin erkek üyeleriyle aynı koğuşta<br />

yıllarca yatıp ardından da parlamentoya<br />

giriyor. O, ne kadar bir ‘kadın’ olarak<br />

mutlu bir yaşam sürmeye çalışsa da acılar<br />

peşini hiçbir zaman bırakmıyor!<br />

Frida (2002-Julie Taymor)<br />

Dünyaca ünlü Meksikalı sürrealist ressam<br />

Frida Kahlo’nun acı ve sanat ile<br />

dolu hayatı... 19 yaşında geçirdiği trafik<br />

kazası sonrası hasta yatağında başladığı<br />

resim sanatı onun acılarını resme dökmesini<br />

ve hayata bu şekilde tutunmasını<br />

sağlıyor. Kadın düşkünü Diego’ya olan<br />

aşkı nedeniyle duygusal açıdan yıkımlar<br />

yaşayan Kahlo, yaşadığı dönemde<br />

kadın ressam olmanın zorluklarını da<br />

göğüslemek zorunda kalıyor. Ancak,<br />

her şeye rağmen onun güçlü duruşu,<br />

üretkenliği, vazgeçmeyişi, rengarenk<br />

dünyası her kadına ilham kaynağı oluyor.<br />

Demir Çeneli Melekler (2004-Katja von<br />

Garnier)<br />

Kadınların oy hakkı mücadelesini<br />

anlatan filmlere en iyi<br />

örneklerden biri... Erkekler gibi<br />

seçme ve seçilme hakları olabilmesi<br />

için uzun yıllar savaşmak<br />

zorunda kalan kadınlardan Alice<br />

Paul ve Lucy Burns adlı iki cesur<br />

eylemcinin yaşadıklarını anlatan<br />

film, bir döneme ışık tutuyor. En doğal<br />

haklarını elde edebilmek için bile mücadele<br />

eden, bu yüzden suçlu muamelesi<br />

gören kadınların yaşadıkları içimizde<br />

büyük bir yara açıyor.<br />

Tek Başına (2005-Niki Caron)<br />

Gerçek hayat hikayesinden uyarlanan<br />

film, bir madende çalışan Josey Aimes<br />

adlı kadının, tarihteki ilk cinsel taciz<br />

davasını açmasını konu ediniyor. Tek<br />

isteği iki çocuğuna bakabilmek olan<br />

Josey, iş yerinde ve evde hep erkeklerin<br />

zulmü ile karşılaşıyor. Aşağılanıyor,<br />

şiddet görüyor ve taciz ediliyor. Artık<br />

bu duruma katlanamayacağını anlayan<br />

Josey, insanca yaşamak için<br />

mücadelesini başlatıyor.<br />

Kadınlar tarafından bile<br />

destek görememesine rağmen<br />

kadınların yaşadıklarını tüm<br />

dünyaya duyurmaya, hakkını<br />

savunmaya çalışıyor. Eminiz<br />

ki onun yaptıkları, şu an bile<br />

birçok kadına örnek olmaya<br />

devam ediyordur.


Özgürlük Yazarları (2007-Richard La-<br />

Gravenese)<br />

Mesleğinin henüz ilk günlerinde olan bir<br />

kadın öğretmen neler yapabilir? Üstelik<br />

derse girdiği Wilson Lisesi’ndeki<br />

sınıf, farklı ırklardan ve birbirinden sorunlu<br />

hayatlara sahip öğrencilerden<br />

oluşuyorsa... Diğer tüm<br />

öğretmenler bu öğrencilere bir<br />

şeyler öğretmeye çalışmanın<br />

gereksiz olduğunu düşünürken<br />

Erin Gruwell, onlarla iletişim<br />

kurmanın yolunu buluyor. Bir<br />

yandan öğrencilerle çatışma<br />

içindeyken bir yandan da diğer<br />

öğretmenler ve okul yönetimiyle<br />

büyük bir savaş vermek zorunda<br />

kalıyor. Öğrencilerine kitap alabilmek için<br />

ek işlerde çalışıyor, eşiyle arası açılıyor.<br />

Ancak o ‘vazgeçmek’ kelimesini unutarak<br />

yoluna devam ediyor. Öğrencilerle<br />

aralarında öyle bir bağ oluşuyor ki birlikte<br />

‘Özgürlük Yazarları Günlüğü’ adlı bir kitap<br />

bile yayınlıyorlar. Hiçbir umut beslenmeyen<br />

çocuklar, nefreti ve suçları bir tarafa<br />

bırakıp hayata tutunuyorlar.<br />

Kaldırım Serçesi (2007-Olivier Dahan)<br />

Adı efsaneler arasında yer alan, Fransa’nın<br />

ve tabii ki şarkılarıyla hayatına dokunduğu<br />

herkesin en sevdiği sanatçılardan biri<br />

olan Edith Piaf’ın yaşamındaki<br />

zorluklar, acılar dinlerken bile<br />

dayanılamayacak gibi... Belki<br />

de onun sanatını bu kadar etkili<br />

kılan da budur! Sokaklarda<br />

şarkı söyleyip cambazlık yapan<br />

bir ailede dünyaya gelen Piaf,<br />

babasının zoruyla önce bir<br />

genelevde yaşamak zorunda<br />

kalıyor ardından da sokaklarda<br />

şarkı söylüyor. Neredeyse kör olmakla<br />

karşı karşıya kalıyor. Çocuğunu kaybediyor,<br />

kendini alkole veriyor ve barlarda<br />

yatıp kalkıyor. Hiç beklemediği bir anda<br />

sesiyle ünleniyor ama ne şöhret ne de para<br />

acılarını azaltmıyor. “Ben tüm zorlukları<br />

sevgiyle aştım” diyen bu kadının hayatı<br />

hep çıkmazlarda kalıyor. Kaldırımda<br />

keşfedildiği için ‘Kaldırım Serçesi’ olarak<br />

anılan Piaf’ın hayatını anlatan filmin etkisinden<br />

uzun süre çıkamayacaksınız.<br />

Soraya’yı Taşlamak (2008-Cyrus<br />

Nowrasteh)<br />

13 yaşındaki İranlı Soraya, 20 yaşındaki<br />

Ali ile evlendiriliyor. 23 yıl<br />

boyunca eşinden şiddet<br />

görüyor ve çocuklar<br />

doğuruyor. Ali, başka bir<br />

kasabadaki 14 yaşındaki<br />

bir kıza göz koyunca,<br />

karısından nafaka vermeden<br />

kurtulmanın yolunu<br />

ona iftira atmakta buluyor.<br />

Zina suçlamasıyla recm<br />

cezasına çarptırılan Soraya, 15 Ağustos<br />

1986’da taşlanarak öldürülüyor. Gerçek<br />

bir hikayeden beyazperdeye uyarlanan<br />

film, insanlığın da bir noktada ölmesine<br />

neden oluyor. Erkek egemen dünyada,<br />

bir kadına yapılanlar nefes almanızı bile<br />

zorlaştırıyor.<br />

Coco Chanel’den Önce (2009-Anne Fontaine)<br />

Filmde, 19. yüzyılda güzel görünmek<br />

için süslenmiş bir oyuncak bebek<br />

gibi giyinmek zorunda kalan<br />

kadınları, tasarladığı kıyafetlerle<br />

‘özgürlüğüne’ kavuşturan, moda<br />

dünyasının en ünlü ve önemli<br />

kadınlarından Coco Chanel’in<br />

hayatı anlatılıyor. Yetimhanede<br />

geçen bir çocukluğun ardından<br />

kabare şarkıcısı olan Coco Chanel,<br />

devrimini moda ile yapıyor. Onun<br />

tasarımlarıyla kadınlar daha rahat<br />

nefes alabilecekleri, dans edip<br />

koşabilecekleri, eğilip kalkabilecekleri<br />

kıyafetlerle tanışıyor. Kıyafetlerdeki<br />

farklılıklar kadınların özgüvenlerini<br />

arttırıyor. Onları birer süs malzemesi<br />

olmaktan çıkartıyor.<br />

Queen (2013-Vikas Bahl)<br />

Hindistan gibi düğüne çok önem verilen<br />

bir ülkede, düğünden bir gün önce


nişanlısı tarafından<br />

terk edilen, cahil görülen Rani, tüm alay<br />

edilmeleri bir kenara bırakıp balayına tek<br />

başına çıkmaya karar veriyor. İlk defa<br />

evinden, ailesinden uzaklaşıp Avrupa’ya<br />

gidiyor. Başka dünyaların da olduğunu<br />

keşfedip, kaybettiği güvenini kazanma<br />

yolunda müthiş bir içsel yolculuk yaşayan<br />

Rani, ‘ne olursa olsun biri için hayallerinizden,<br />

kendiniz olmaktan vazgeçmeyin’<br />

mesajı veriyor.<br />

Tereddüt (2015-Yeşim Ustaoğlu)<br />

Birbirinden bir o kadar farklı ancak benzer<br />

hayatlar, benzer çıkmazlar yaşayan Elmas<br />

ve Şehnaz’ın kesişen hayatları anlatılıyor.<br />

Köyde büyüyen Elmas, küçük<br />

yaşta okuldan alınıp zorla evlendirilen<br />

ve yaşadıklarının<br />

etkisiyle travma yaşamasıyla<br />

hastaneye kaldırılan henüz 18’ini<br />

bile doldurmamış genç bir kız.<br />

Dışarıdan bakıldığında kusursuz<br />

bir evliliği, işi olan genç<br />

psikiyatrist Şehnaz ile tedaviye<br />

başladıklarında iki kadının yaşadığı acılar<br />

gün yüzüne çıkmaya başlıyor. İki kadın<br />

da hayatlarının yüzleşmesini aynı zamanda<br />

yaşıyor. Hangi mesleği yaparsanız<br />

yapın, nerede olursanız olun ekranda<br />

gördükleriniz çok tanıdık geliyor. Kendinizin<br />

veya çevrenizdeki kadınların benzer<br />

sorunlarla boğuştuğu gerçeğini hissedip<br />

geriliyorsunuz.<br />

Diren (2015-Sarah Gavron)<br />

İşçi sınıfı kadınlarının hükümete karşı<br />

örgütlenmesini anlatan film, tarihteki<br />

ilk feminist hareketlerden<br />

birine odaklanıyor. Maud’un<br />

yaşadıkları üzerinden anlatılan<br />

olaylarda işçi kadınlar hem<br />

çalışma koşulları hem kişisel<br />

hayatlarındaki eşitsizlikler<br />

hem de oy hakkı için mücadele<br />

veriyor. Maud, ne kadar olaylardan<br />

geri durmaya çalışsa da<br />

kadınların haklılığı karşısında mücadelenin<br />

en önemli isimlerinden biri olma yolunda<br />

ilerliyor.


BİZ DE VARIZ... KADINLAR<br />

27 yaşındaki genç sinemacı<br />

Gülten Taranç ile 3 Mart’ta<br />

vizyona girecek ilk filmi<br />

Yağmularda Yıkansam’ı<br />

konuştuk.<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Gülten Taranç ismini ilk kez Antalya’nın “Rengahenk”<br />

seçkisinde “En İyi Film” ödülünü alırken<br />

“Şişman Olduğum İçin İş Vermediler” çıkışıyla tanıdık.<br />

Herkes gibi ben de, “kim bu koca yürekli kadın” diye<br />

merak ettim. Tanışıp tebrik ettiğimde gözleri dolu<br />

doluydu ve anlatacak çok hikayesi olduğu her halinden<br />

belliydi. 27 yaşındaki genç sinemacı ile 3 Mart’ta<br />

vizyona girecek ilk filmi “Yağmularda Yıkansam”ı<br />

konuştuk.<br />

Merhaba Gülten, uzun ve sancılı bir sürecin<br />

ardından nihayet Yağmurlarda Yıkansam vizyona<br />

giriyor. Ama her şeyden önce bize biraz kendinden<br />

ve yönetmen olma serüveninden bahseder misin<br />

seni daha yakından tanıyalım?<br />

Sanatın içine doğdum diyebilirim. Annem müzikolog,<br />

babam da yönetmen, çok fazla bir seçeneğim olmadı.<br />

Kendimi bildim bileli sanatın bir dalıyla uğraşıyorum.<br />

Küçükken gofret paralarını biriktirip gitar alan<br />

Gülten’den sonra o gitarı demo yapmak için satan<br />

Gülten’den çokta beklenecek şekilde kredi ile uzun<br />

metraja kalkıştım. Pi sayısına şarkı yazıp matematikten<br />

ancak o sayede geçebilen bir öğrenciydim.<br />

Ailem müzik ile uğraşmamı istemediler ama sinema<br />

okuyacağım dediğimde kimse önümde durmadı.<br />

Yönetmen olacağımı hiç düşünmezdim ama sanatla<br />

uğraşacağımı her zaman biliyordum. Sanırım insan<br />

ideolojisini bulduğunda, bir sözü olduğunda sinemaya<br />

iyice bağlanıyor. Bir müzikle ya da resimle duygulara<br />

hitap edersiniz ama sinema algıları değiştiren bir sanat<br />

dalı. İnsanlara kendi bakış açımdan dünyamı göstermeyi<br />

çok seviyorum. Önüme bir zorluk çıktığında<br />

geriye dönüp baktığımda bu işe harcadığım emek<br />

gözümün önüne geliyor ve insanların üzerimdeki eme-<br />

kleri… Ama bunlardan da önemlisi sözüm var, biz de<br />

varız, kadınlar vardır!<br />

Seyirciyi nasıl bir film bekliyor?<br />

Açıkçası klasik kalıpların dışında bir film… Süprizleri<br />

bol, yer yer komik ama bir dram, anlatması zor, empati<br />

kurabileceğiniz bir film. Seyirciyi düşündürtmek<br />

isteyen bir film, samimi bir film…<br />

Biraz da oyuncularından ve oyuncu seçimlerinden<br />

söz eder misin?<br />

Bir ailenin hikayesini anlattığım için oyuncuların<br />

birbirine benzemesi önemli bir noktaydı. Audition<br />

yapamadım ama oyuncularımı birbirine bağlayarak<br />

tanıdım. Çekim öncesinde oyuncularımı birbirine<br />

bağlıyorum, onları kaynaştırmak adına… Çok değerli<br />

oyuncularla çalışma fırsatım oldu, Yeliz Tozan, Murat<br />

Ergür, Engin Benli, Çiğdem Benli gibi tiyatroda<br />

ve dizilerde aktif olarak oynayan oyuncularla ama<br />

benim için en ilginç deneyim hiç tecrübesi olmadan<br />

başrolün altından kalkan Derin İnce…<br />

Aslına bakarsan bize seni Altın Portakal’da<br />

yaptığın ödül konuşmasında; “şişman olduğum<br />

için iş vermediler” çıkışı ile tanıdık… Sinema<br />

yazarı Alin Taşçıyan kendisiyle yaptığım bir<br />

röportajda bu konuşmanı hatırlattığımda şimdi<br />

utanmışlardır herhalde diye iyimser düşünmek<br />

isterimm demişti. Bugün baktığında senin<br />

hissiyatın nedir?<br />

O gün o konuşmayı nasıl yaptım ben bile bilmiyorum,<br />

yaşadıklarım bir anda içimden çıktı. Bazen<br />

beni sokakta ya da gittiğim mekanlarda tanıyorlar<br />

çok gururum okşanıyor tabi ki ama bir taraftan da<br />

çok korkuyorum çünkü asla “şişmanlığımla” gündemde<br />

kalmak istemem hele ki kaliteli bir iş ortaya<br />

koymuşken… Bir kadının sosyal ve ekonomik hayatta<br />

yaşadığı mobinglere rağmen var olabileceğini<br />

kanıtlamış olmaktan dolayı gurur duyuyorum ve<br />

bunu kimseye de eyvallah etmeden yapmış olmaktan…<br />

Hemcinslerin ile ilgili bir film çekmeye ne zaman<br />

karar verdin?<br />

Sanırım bir sene Meksika’da yaşadıktan sonra…<br />

Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-Tv<br />

bölümünü kazandıktan sonra üniversiteyi dondurup<br />

bir sene boyunca Meksika’da değişim öğrencisi


VARDIR...<br />

GÜLTEN<br />

TARANÇ


olarak üç farklı ailenin yanında yaşadım. İlk yaşadığım<br />

ailedeki annem Hawaina dansçısıydı… Her sabah<br />

“aloha” diye bir müzik ile uyanıyordum, ilk gittiğimde<br />

İspanyolca bilmediğim için Üniversitede Latin Dansları<br />

eğitimine başlamıştım. Meksikalı ilk ailem ile çok derin<br />

bir bağ kurdum, bana İspanyolca öğrenmemde çok<br />

yardımcı oldular, ailemden uzaktayken bana aile oldular,<br />

bir gün aile değiştirmem gerekti çünkü değişim<br />

programı üç farklı aile ile yaşamak zorunluluğu<br />

getirmişti… Aynı hafta Meksikalı annemin ayağı<br />

sakatlandı ve dans edemez oldu, kursu uzun süre<br />

duracaktı… Sonra fark ettim ki bu kurs “oryantal”<br />

dersleri ile devam edebilir ve küçük kız çocuklarına<br />

gönüllü olarak oryantal dersi vermeye başladım,<br />

kurs devam etti… Kadınlar birbiriyle dayanışmaya<br />

girerse bu dünya çok farklı bir yer oluyor, düşünün ki<br />

bu dayanışma bana oryantal dersi verdirdi… Sanırım<br />

ilk feminist aktivist eylemim böyle başlamış oldu…<br />

Hiç zorlamadan, hiç üzerine düşünmeden, tamamen<br />

içimden gelen bir hareketti… Sonrasında Türkiye’ye<br />

döndüğümde okuluma başladım ve Meksika’daki<br />

kadınlarla Türkiye’deki kadınların farklılıklarını ortaya<br />

koymaya çalıştığım “Pembe Mariachi” kısa kurmaca<br />

filmimi gerçekleştirdim. O sıralar fark etmesem de<br />

sonra bir baktım kadın filmleri çekiyorum.<br />

Kadına şiddet meselesinin araştırırken karşına<br />

çıkan karşına neler çıktı?<br />

Çok fazla şey var aslında… Günde üç kadının<br />

öldürülmesi… Bu durumun medya organlarıyla<br />

meşrulaştırılması, istatistiklerde en yüksek ölüm<br />

oranının İzmir gibi bir ilde çıkması… Kadın cinayetlerinin<br />

durdurulabileceğini düşünüyorum. Toplumun<br />

kına mekanizmalarının yeniden harekete geçmesi gerekiyor.<br />

Çünkü en acı kısım, öldürülen kadınlarımızın<br />

hikayelerinde ortak bir nokta var; maruz kaldıkları<br />

şiddet, komşuları ya da akrabaları tarafından biliniyor…<br />

Ülkemizde kadınların en büyük sorunu nedir sana<br />

göre? Hem genel hem de sektör özelinde cevaplaman<br />

gerekirse?<br />

Meta olarak görülmeleri. Üretimin içinde olan kadın<br />

içinde geçerli, tamamen tüketim toplumunun bir<br />

parçasına dönüşmüş kadın içinde, bir anne içinde, bir<br />

ev hanımı içinde! Kısaca cevaplamaya çalışacağım<br />

soru biraz derin bir soru… Bizler sanki belli bir kalıbın<br />

içine hapsedilmeye çalışılan metalarız… Bir kere bir<br />

kadın üretimin içerisindeyse kendini göstermek adına<br />

daha çok çalışmak zorunda, kadın filmleri çekmeye<br />

başladığım 2009’dan beri pek çok kadın arkadaşım<br />

yaşadıklarını anlatıyor… En çok karşılaşılan durum,<br />

aynı işi bir kadına vereceklerse daha az maaş<br />

ödemeleri çünkü kapıldıkları yargılara göre bir<br />

kadın, ailesini kazandığı parayla çekip çevirmek<br />

zorunda değil ama bir erkek öyle mi?” Bir kadın<br />

kendi ayakları üzerinde durmaya çalışıyorsa güçlü<br />

oluyor, aslında o sadece normal bir insan, bir erkek<br />

kendi ayakları üzerinde durmaya çalışınca güçlü<br />

erkek demiyoruz. Gelelim domestik hayata ki burada<br />

daha fazla sıkıntı var, domestik kadınlarımız “anne”<br />

olmak zorundalar, mutfak ile salon arasında bir<br />

hayat, o salonda ya da televizyonda izlediği diziler<br />

ile uyutulan bir hayat… Bir erkek tarafından kendi<br />

malınmış gibi görüldüğün için şiddete maruz kalmak<br />

hele ki bu yüzyılda bu benlenmemin, bu zihniyetin<br />

hala değişmemesi bana korkunç geliyor. Bir kadının<br />

kendinden önce çocuğu için yaşamak zorunda hissetmesi<br />

bana korkunç geliyor!<br />

Türk sinemasında kadının yerini nasıl görüyorsun?<br />

Sinemamızda kadının yeterince anlatılmadığını<br />

düşünürdüm ama nedenini anlayamazdım… İlk


fark ettiğim nokta eğer kadın filmi çekiyorsanız masallardan<br />

bugüne kadar ki birçok anlatım kalıbına kafa<br />

tutmanız gerekiyor. Mesela şiddeti şiddet göstermeden<br />

anlattığınızda sizin oyuncu yönetiminde eksikliğiniz<br />

olduğu düşünülüyor halbuki onaylamamak adına<br />

göstermiyorsunuz, çekemediğiniz için değil. Seyirciye,<br />

yarattığınız karakterler radikal geliyor çünkü<br />

bugüne kadarki kalıpların dışında karakterler. Türkiye<br />

sinemasında kadının değişimi dönüşümü çok nadir<br />

anlatılıyor çünkü çatışma soyut bir meseleden doğuyor,<br />

özgürleşme hareketi soyuttur, zengin bir kadının fakir<br />

bir adama duyduğu aşktan yaratılan çatışma gibi<br />

değildir! Merkeze toplumsal farkındalığı yaratmayı<br />

koyup, zihniyet ve yaşanan toplumsal olayların bireyler<br />

üzerindeki psikolojik etkilerini koymaya çalıştığınızda<br />

siz rasyonel bir düzleme geçiyorsunuz, masal bitiyor.<br />

İşte çok az insan bunu kadınlar üzerinde yapmayı<br />

göze alıyor sinemamızda çünkü maddi getirisi düşüyor,<br />

çünkü yönetmenin yaşaması gereken çatışma ikiye<br />

katlanıyor…<br />

Bu filmi çekmek için bankadan yüklü miktarda kredi<br />

çektiğini söylemiştin.. Her şey yolunda gidiyordur<br />

umarım…<br />

Düzlüğe çıkamadım ama dağlar rampa olmaya<br />

başladı… Klipler ve reklam tanıtım işleri almaya<br />

başladım, her şey yoluna girdiğinde ikinci film<br />

gelecek…<br />

Türkiye’nin en geç yönetmeni olarak<br />

anılıyorsun, hala öyle mi☺<br />

Bu jenarasyon için hala öyle ☺<br />

Bundan sonra yine kadın sorunlarının ön<br />

planda olduğu filmler mi yapacaksın yoksa<br />

bambaşka şeyler de olabilir mi?<br />

Belki ikinci filmde çok farklı bir hikaye<br />

anlatacağım. Bildiğim tek şey kadın hikayesi<br />

anlatmasam bile bir kadının gözünden dünyaya<br />

bakacağım….<br />

Seni büyüten, sana feyz ve ilham veren yerli<br />

yabancı yönetmenler kimler?<br />

Angelopoulos! Hala ölmediğini düşünüyorum ya<br />

da öldüğüne inanamıyorum. Bir hafta boyunca<br />

Dokuz Eylül Üniversitesi Film Tasarımı bölümündeydi,<br />

çalıştayda görev aldığım için yakından<br />

tanıma şerefine nail oldum. Esprili, şen bir adamın<br />

çok ciddi filmler yapması beni derinden etkiledi.<br />

İkinci sınıftaydım filmlerini bize kendi çözümledi,<br />

bir filmin alt metni nasıl oluşuyor kendisinden<br />

dinlemek inanılmazdı, hiçbir filme o dakikadan<br />

sonra aynı gözle bakamadım. Ondan aldığım<br />

en büyük feyz yaşadığımız coğrafyayı Akdeniz’i<br />

filmin atmosferine yerleştirmek olmuştur diyebilirim.<br />

Beni büyüten yönetmen ise babam Ragıp<br />

Taranç. Babamdan öğrendiğim en önemli şey<br />

sanatın etikle yapılması, sinema yaparken, bunu<br />

insanlar için yaparken çalışma arkadaşlarıma<br />

insani koşullar sağlamayı ön planda tutmak. Annem<br />

Berrak Taranç’tan bir nota öğrenemedim<br />

ama babam okuduğu tüm kitapları bana da okutturmaya,<br />

izlediği filmleri benimle birlikte tekrar<br />

izleyerek bana çok şey kattı. Annemin genlerinin<br />

babamın benim ustam olmasının hakkını ödeyemem<br />

ama inanır mısınız babamla çok alakasız<br />

sinema beğenilerimiz var, ona bir senaryoyu kabul<br />

ettirmek zordur, çektiğim bir filmi beğendirmek,<br />

annem ise yaptığım yanık makarnayı bile<br />

beğenebilir, bu sayede kendimi sinema alanında<br />

çok geliştirdim.<br />

Başucu filmin hangisi ?<br />

Burjuvazinin Gizli Çekiciliği-LuisBunuel<br />

Bu sene en çok hangi filmi beğendin?<br />

Arrival☺


SICACIK FİLMLERİN YÖNE<br />

Ferzan Özpetek, yıllardır çektiği<br />

sıcacık filmlerle gönüllerimize konuk<br />

olmayı başarmış bir isim. Kalabalık<br />

dost meclisleri yahut hayatın<br />

merkezinde yer alan en saf duygu aşk,<br />

onun filmlerinde karşımıza çıkması<br />

kuvvetle muhtemel hususlardır.


TMENİ<br />

n Ferzan<br />

Özpetek’ten, onun<br />

filmografisinden<br />

bahsedecekken lafa<br />

nerden başlanacağı<br />

açıkçası bellidir. Tüm<br />

filmlerine sirayet<br />

eden, yürekten gelen samimiyeti onun<br />

en başta kendi kişiliğinin sonrasında<br />

ise sinemasının en belirgin özelliğidir.<br />

Nitekim bir Ferzan Özpetek filmi<br />

izlerken katılarak kahkaha atabilir yahut<br />

yüreğinize taş oturmuşçasına acı çekebilirsiniz.<br />

Ancak tüm bu insani eylemleri<br />

gerçekleştirirken, karşı tarafın size<br />

bahşettiği içtenliği tüm kalbinizle hissedersiniz.<br />

Ferzan Özpetek, yıllardır çektiği sıcacık<br />

filmlerle gönüllerimize konuk olmayı<br />

başarmış bir isim. Kalabalık dost meclisleri<br />

yahut hayatın merkezinde yer<br />

alan en saf duygu aşk, onun filmlerinde<br />

karşımıza çıkması kuvvetle muhtemel<br />

hususlardır. Nitekim onun sinemasını<br />

böylesine başarılı yapan unsurların<br />

başında da, tüm bu konuları işlerken<br />

takındığı tavır gelir. Sahi bir Ferzan<br />

Özpetek filmi izlerken kim duygulanmaz<br />

ki? O, hayatın içinden seçtiği hikâyeleri<br />

POLAT ÖZİŞ<br />

öylesine incelikle anlatır ki, izleyicileri<br />

çoğu zaman ustaca yazılan bir romanı<br />

okuyormuş hissine kapılmaktan kendisini<br />

alamaz.<br />

İlk olarak 1997’de Hamam ile hayatımıza<br />

giren ve sonrasında devam eden kariyeriyle<br />

ismini bir marka haline getirmeyi<br />

başaran usta yönetmen, yıllar<br />

sonra Türkçe olarak çekilen bir film ile<br />

huzurlarımıza geliyor. “İlk Türk filmim”<br />

olarak adlandırdığı ve başrollerini Halit<br />

Ergenç, Tuba Büyüküstün, Nejat İşler ve<br />

Mehmet Günsür’un paylaştığı İstanbul<br />

Kırmızısı 3 Mart’ta vizyonda. Bizde<br />

bu vesileyle, yıllardır takip ettiğimiz,<br />

gülüşü dahi içimizi ısıtmaya yeten Ferzan<br />

Özpetek’in filmografisini bir çırpıda<br />

hatırlayalım istedik.<br />

Hamam (1997)<br />

Ferzan Özpetek’in ilk uzun<br />

metrajı Hamam, cinsel kimlikler<br />

üzerine eğilen ve doğubatı<br />

kültürünü sentezleyerek<br />

karşımıza çıkan bir film olma<br />

niteliği taşıyor. İstanbul’da<br />

yaşayan teyzesinin ölüm haberini<br />

alan ve kendisine miras<br />

olarak bir hamam bıraktığını<br />

öğrenen Francesco’nun<br />

sürüncemede giden bir evlilik hayatı<br />

vardır. Hem hamamın satışını yapmak<br />

hem de bir nebze olsun kafa dağıtmak<br />

adına İstanbul’un yolunu tutan bu genç<br />

adam, Roma’da arayıp da bulamadığı<br />

samimiyeti, aile hayatını ve de en önemlisi<br />

aşkı bu koca metropolde bulacaktır.<br />

Bir hamam ekseninde ilerleyen ve Francesco<br />

ile Mehmet’in yakınlaşmasını konu<br />

alan Hamam, İtalyan ve Türk sinemasının<br />

izlerini taşımasının yanı sıra, saf bir aşk<br />

filmi olma özelliği ile de öne çıkıyor.<br />

1997 yılında Altın Portakal’da hem En İyi<br />

Film hem de En İyi Yönetmen ödüllerini<br />

kucaklayan Ferzan Özpetek, dönemin<br />

Türkiye’si için oldukça cesur olarak<br />

kabul gören filmiyle de oldukça ilgi<br />

çekmiştir.


Harem Suare (1999)<br />

Türklerin kültür tarihinde önemli bir<br />

yeri olan hamamı merkezine alarak ilk<br />

filmini çeken Ferzan Özpetek, ikinci filmi<br />

içinse Osmanlı’nın en çok konuşulan<br />

konularından biri olan haremi odak<br />

noktasına alır. Sultan II.Abdulhamid<br />

dönemine doğru bir yolculuğa çıktığımız<br />

film, harem ağası Nadir ve onun<br />

padişahın gözdesi yapmak için uğraştığı<br />

güzeller güzeli Safiye arasındaki ilişkiyi<br />

konu almaktadır. Bir yanda çıkar<br />

ilişkileriyle örülü harem, diğer tarafta<br />

Kanun-i Esasiyi kabul etmesi için zorlanan<br />

II.Abdulhamid ve tabii ki Ferzan<br />

Özpetek filmlerinin olmazsa olmazı aşk…<br />

Şöyle dönüp arkamıza baktığımızda, duyguyu<br />

izleyenlerine aktarma konusundaki<br />

eksikliğiyle yönetmenin en zayıf filmlerinden<br />

biri olarak nitelendirebileceğimiz<br />

Harem Suare, buna rağmen 1999 yılında<br />

Cannes Film Festivali’nde gösterilme<br />

başarısını elde ederek de adından söz<br />

ettirmiştir.<br />

Le Fate Ignoranti (Cahil Periler – 2001)<br />

Ferzan Özpetek’in İtalya topraklarına<br />

döndüğü ve en başta bahsettiğimiz<br />

samimiyetini tüm içtenliğiyle ortaya<br />

koyduğu film olan Le Fate Ignoranti, yer<br />

yer güldüren ama çoğunlukla insanın<br />

derinliklerine temas eden duygu yüklü<br />

bir hikâye olarak öne çıkıyor. Cıvıl cıvıl<br />

dost meclislerinin yanı sıra, ölüm ve aşkı<br />

da merkezine yerleştiren film, kocasının<br />

ani ölümünden sonra onun geçmişinin<br />

peşine düşen Antonia vesilesiyle izleyenlerine<br />

eşsiz bir anlatı armağan ediyor.<br />

Antonia bu süreçte, kocasının onu<br />

bir erkekle aldattığını öğreniyor ve en<br />

başta büyük bir yıkım yaşıyor. Ancak bu<br />

sayede hayatına giren umut dolu insanlar<br />

ona, aşkın ne denli büyük bir duygu<br />

olduğunu hatırlatıyor ve bambaşka<br />

bir hayatın kapılarını ardına kadar<br />

aralıyor. Salt bir insanlık filmi olarak da<br />

nitelendirebileceğimiz Le Fate Ignoranti,<br />

Nazım Hikmet’ten Sezen Aksu’ya kadar<br />

birçok değerimizi içinde barındırırken,<br />

Koray Candemir’e de oyunculuk tecrübesi<br />

yaşatmasıyla dikkat çekiyor.<br />

La Finestra di Fronte (Karşı Pencere –<br />

2002)<br />

Ferzan Özpetek filmografisinin pırıl<br />

pırıl parlayan bir filmi var sırada.<br />

Anlattığı hikâye, derinliği ve de en<br />

önemlisi hissettirdikleri ile La Finestra<br />

di Fronte bu dosyanın en güçlü filmlerinden<br />

biri olarak öne çıkıyor. İstediği<br />

hayatı yaşamanın oldukça uzağında<br />

olan Giovanna, günün birinde eşiyle<br />

tartışırken yaşlı bir adamla karşılaşır. En<br />

başta bu yaşlı adama mesafeli yaklaşan<br />

Giovanna, eşinin onu eve getirmesiyle<br />

birlikte yavaş yavaş buz dağını yıkmaya<br />

başlar. Adının Simone olduğunu söyleyen<br />

ve kendisine dair pek de bir şey<br />

hatırlamayan bu adamın geçmişindeki<br />

gizemi çözmeye kararlı olan Giovanna,<br />

farkında olmadan Simone sayesinde<br />

hayal ettiği hayata uzanmanın yollarını<br />

da keşfedecektir. İkinci Dünya Savaşı’nın<br />

en acı yıllarından süregelen bir aşk<br />

hikâyesini bünyesinde barındıran ve<br />

bununla da yetinmeyip modern dünya<br />

çıkmazlarına parmak basan film, her bir<br />

saniyesiyle izleyenlerinin yüreğine dokunabilmesiyle<br />

de alkışı hak ediyor.<br />

Cuore Sacro (Kutsal Yürek – 2005)<br />

Eğlencesi sıfıra çekilmiş, dramatik<br />

yoğunluğu ise maksimize edilmiş bir<br />

Ferzan Özpetek filmine hazır mısınız?<br />

Başarılı bir iş insanı olan Irene, ailesinin<br />

ölümü sonrası satışa çıkarmayı<br />

düşündüğü eski evlerine ziyaretinde<br />

Benny adında bir kız ile tanışır. Bu küçük<br />

kız çok geçmeden Irene’in hayatının<br />

merkezine yerleşir ve yaşanan bir kırılma<br />

noktasından sonra da Irene’in hayatı<br />

en baştan sorgulamasına neden olur.<br />

İnsanların yaşama amacına getirdiği<br />

eleştirisel bakış açısıyla takdiri fazlasıyla<br />

hak eden; bunu yaparken de izleyenlerini<br />

karanlık bir ruh halinin ortasına<br />

bırakan Ferzan Özpetek, ajite etmeden,


dişe dokunur bir dram filmini önümüze<br />

getirmeyi başarıyor. Irene’in dönüşümü,<br />

yaşadığı bireysel çıkmaz, Ferzan<br />

Özpetek’in filmografisinden alıştığımız<br />

sıcaklığı içinde barındırmasa dahi yönetmenin<br />

dramada da ne kadar başarılı<br />

olduğunu gözler önüne sermesiyle değer<br />

kazanıyor.<br />

Saturno contro (Bir Ömür Yetmez – 2007)<br />

Kalabalık bir dost meclisi ve birlikte<br />

göğüslenmeye çalışan dertler… 40’lı<br />

yaşlarına gelmiş, birbirinin ailesi olabilmeyi<br />

başarmış bir arkadaş grubunun,<br />

birbirlerine destek oluşuna şahitlik<br />

ettiğimiz Saturno contro; yer yer akıllara<br />

Cahil Periler’i getirse de ona oranla<br />

mizahı minimize edilmiş bir film olarak<br />

fark yaratıyor. Esasen Ferzan Özpetek<br />

bir kez daha hayatın içinden bir hikâye<br />

anlatıyor bizlere. Ancak bu sefer o<br />

kalabalık masanın karanlık tarafını<br />

ve hüznü kucaklayan yönünü servis<br />

ediyor. Film bir yandan dostluğun önemine<br />

dem vururken bir yandan da o<br />

mükemmel masada her daim eğlencenin<br />

olmayacağını, dertler gün yüzüne<br />

çıktığında da birbirine sırtını dayamanın<br />

ne denli önemli olduğunu defaatle irdeliyor.<br />

Ferzan Özpetek’in olgunluk<br />

eserlerinden biri olarak<br />

da tanımlanabilecek Saturno<br />

contro, yönetmenin git gide<br />

ciddileşen sinemasının<br />

örneklerinden biri olarak da<br />

öne çıkıyor.<br />

Un Giorno Perfetto (Mükemmel<br />

Bir Gün – 2008)<br />

Tartışmasız Ferzan Özpetek<br />

filmografisinin en serti olan Un Giorno<br />

Perfetto, adının tezadı bir hikâyeye sahip<br />

olmakla birlikte, finaliyle de izleyenlerini<br />

koltuğa çivilemeyi vadeden<br />

bir film. Henüz başında izleyicisiyle bir<br />

bağ kurmayı başaran ve yakın zamanda<br />

ayrılmış olan Emma ile Antonio arasındaki<br />

ilişkiyi merkezine alan film, bir yandan da<br />

çiftin iki çocuğunun büyüme sancısına<br />

ışık tutuyor. Tüm karakterlerin buhranına<br />

ortaklık ettiğimiz, bitirici yumruğunu<br />

finaline saklayan ancak o ana kadar da<br />

bir an olsun seyir zevkinin düşmesine<br />

izin vermeyen Un Giorno Perfetto; dram<br />

nedir, nasıl yapılır sorularına adeta ders<br />

niteliğinde cevaplar vererek, Ferzan<br />

Özpetek’in bu alandaki iddiasını da ortaya<br />

koyuyor.


Mine vaganti (Serseri Mayınlar – 2010)<br />

“Aşktan daha karmaşık olan tek şey<br />

ailedir.”<br />

Sert ve ciddi filmlerdeki başarısını<br />

ortaya koyan Ferzan Özpetek için<br />

özüne dönmenin vakti! Mine vaganti,<br />

neşesini izleyenlerine aktaran, anlatış<br />

biçimiyle deyim yerindeyse Yeşilçam<br />

melodramlarını andıran tam bir aşk ve<br />

aile filmi. Tommasso,<br />

ailesini bir araya getiren<br />

yemekte eşcinsel<br />

olduğunu açıklamayı<br />

planlamaktadır. Ancak<br />

abisi Antonio ondan<br />

önce davranır ve<br />

cinsel kimliğini tüm<br />

aileye itiraf eder. Bu<br />

da babasının kalp krizi<br />

geçirmesine sebebiyet<br />

verir. Bu dakikadan<br />

sonra bir ailenin geleneksel kalıplarını<br />

yıkma çabasına şahitlik ettiğimiz<br />

film, sinematografisiyle üst düzey bir<br />

film olduğunun sinyallerini henüz ilk<br />

dakikalarında verirken, samimiyetiyle<br />

de gönülleri fethetmeyi başarıyor. Farklı<br />

duyguları bir arada yaşatan ve Ferzan<br />

Özpetek filmografisinin en özel filmlerinden<br />

biri olan Mine vaganti, izleyenlerine<br />

soluksuz kahkahalar vadederken bir yandan<br />

da duygulandırmayı ihmal etmiyor.<br />

Magnifica presenza (Şahane Misafir –<br />

2012)<br />

Magnifica presenza; fantastik yapısıyla<br />

içine çeken ve bir an olsun bırakmaya da<br />

niyeti olmayan oldukça güçlü bir Ferzan<br />

Özpetek yapımı olarak karşımızda.<br />

Yönetmenin tüm tecrübesini ortaya<br />

koyduğu film, bir yandan izleyenlerinin<br />

yüzünde tebessüm oluştururken bir<br />

yandan da boğazda bir yumru hissi<br />

yaratmayı başarıyor. Filmin konusuna<br />

değinecek olursak, Roma’ya yeni gelen<br />

Pietro elindeki son parayla eski bir<br />

ev tutmuştur. Başta her şey yolunda<br />

giderken, gaipten gelen seslerle birlikte


evde yalnız olmadığını anlar. Bu durum<br />

Pietro’yu en başta tedirgin etse de<br />

hayaletlerle tanışıp,<br />

diyaloga girmesi<br />

onlarla ilgili fikrinin<br />

değişmesine olanak<br />

sağlayacaktır.<br />

Artık onun da tek bir<br />

gailesi vardır; o da<br />

hayaletlere yardım<br />

edebilmek! Rengârenk<br />

yapısıyla ilgi çeken,<br />

Ferzan Özpetek’in<br />

alıştığımız ve<br />

sevdiğimiz anlatım biçiminden pasajlarla<br />

izleyenlerini mest ettiği Magnifica presenza,<br />

Cem Yılmaz’ın da oyuncu kadrosunda<br />

bulunmasından dolayı, ülkemizde<br />

epeyce gündeme gelmiştir.<br />

Allacciate le cinture (Kemerlerinizi<br />

Bağlayın – 2014)<br />

Bu sefer heteroseksüel bir ilişkiyi merkezine<br />

aldığı hikâyesi ile izleyenlerine merhaba<br />

diyen Ferzan Özpetek, saf bir aşk<br />

filmi sunmasının yanı sıra, yine kalplere<br />

dokunup canımızı<br />

yakmayı da ihmal<br />

etmiyor. Allacciate<br />

le cinture, Elena ve<br />

Antonio’nun imkânsız<br />

ama bir o kadar da<br />

gerçek olan aşkını<br />

konu alırken, tutkunun<br />

hayatta ne denli büyük<br />

bir yer kapladığını da<br />

bir kez daha gözler<br />

önüne seriyor. Bu iki<br />

aşığın tanışma ve 13 yıl sonraki evlilik<br />

dönemleri olarak iki bölümde ele alınan<br />

film, her ne kadar dramatik yapısıyla bolca<br />

gözyaşı vadetse de, ajite etmeye izin<br />

vermeyen tavrıyla da övgüyü hak ediyor.<br />

İki insan arasındaki nedensiz çekimi ve<br />

aşkın tarifsiz büyüsünü kendine has üslubuyla<br />

yorumlayan Ferzan Özpetek, bu<br />

son filmiyle de izleyenlerini bir kez daha<br />

duygu karmaşasının içine bırakıyor.


KING KONG’UN AŞIK<br />

OLDUĞU KADIN<br />

Room ile karıyerinin<br />

zirvesine çıkan<br />

Brie Larson bu ay<br />

Kong filminde King<br />

Kong’u kendine hayrın<br />

bırakacak...


SERDAR AKBIYIK<br />

n Brie Larson’ın Hollywood sinemasında son<br />

dönem bağımsız sinema tiplemesi diyeceğimiz<br />

bir oyuncu türünün devamı niteliğindeki tarzı<br />

aslında çok da görülmemiş bir tarz değil. Asıl<br />

ismi Brianne Sidonie Desaulniers olan oyuncu<br />

Kalifornia’da doğdu. Anne babasının boşanması<br />

sonrası kardeşi ve annesi ile Los Angeles’a<br />

taşındı. San Francisco’da American Conservatory<br />

Theater’da oyunculuk eğitimi aldı. Ailesinin<br />

kökeni Fransız asıllı Kanada vatandaşı.<br />

Kendi soyadının zor telafuz edildiğini söyleyerek<br />

büyük büyük annesinin kızlık soyadı olan<br />

‘’Larson’’ı seçti. Tabii bu telafuz problemi kadar<br />

babasından ayrılmasına verdiği bir tepkiydi de.<br />

Lise döneminde okula gitmeyip evde eğitim<br />

aldı. Kendisinin genel geçer ilgi alanlarına hep<br />

uzak olduğunu, futbol maçlarına veya okul<br />

danslarına gitmek yerine evinde resim yapmayı<br />

veya odasının duvarlarını boyamayı daha çok<br />

tercih ettiğini söylüyor. Room filmindeki başarılı<br />

performansını düşününce oyuncunun karakteri<br />

niye bu kadar içselleştirdiğini anlayabiliyoruz<br />

bu sözlerinden. Bunun dışında müzikle<br />

de profesyonel anlamda ilgilenen larson’un bir<br />

albümü de bulunmakta. Bir çok dizide oynayan<br />

Larson 2010’da Scott Pilgrim Dünyaya Karşı ve<br />

2012’deki Liseli Polisler filmleriyle tanınmaya<br />

başladı. Ardından 2013’de Joseph Gordon-<br />

Levitt’in yazıp yönettiği Kalbim Sende filminde<br />

Gordon’un kardeşini oynadı. Larson aynı sene<br />

oynadığı Short Term 12 filmiyle bir çok ödül ve<br />

adaylık elde etti ve oyunculuğuyla övgü aldı.<br />

Larson 2015 yılında gelindiğinde ise oyunculuk<br />

hayatını yükseltecek film olan Gizli Dünya filminde<br />

oynadı ve aynı anda ilk Altın Küre, BAFTA,<br />

ve Akademi adaylıklarını elde etti. Larson bu<br />

adaylıklardan 73. Altın Küre Ödüllerinde Drama<br />

Dalında En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü kazandı.<br />

En sonunda Room filmiyle Oscar ödülünüde<br />

kariyerine ekledi bu ay ise Kong filmiyle King<br />

Kong’u kendine hayran bırakacak.


BE


BEK YÜZLÜ HAYALET!<br />

MICHAEL PITT<br />

n Asıl adı Michael Carmen Pitt olan<br />

Amerikalı aktör, model ve müzisyendir.<br />

Oyunculuğa tiyatroyla başlayan<br />

Pitt, 1999 yılında Lisa Peterson’ın<br />

yönetmenliğini yaptığı, Naomi<br />

Wallace’ın yazdığı The Trestle at Pope<br />

Lick Creek isimli oyun için New York’ta<br />

sahneye çıktı. 10 Nisan 1981 doğumlu<br />

olan oyuncu Bertolucci’nin The Dreamers<br />

filmiyle tanındı desek yanlış olmaz.<br />

Michael Pitt, 2000 yılının yazında 2001 Sundance Film<br />

Festivali’nde ödül alan Hedwig and The Angry Inch’teki<br />

Tommy Gnosis rolü ile Filmmaker Dergisi tarafından Özgür<br />

Filmlerin En Yeni 25 İsmi arasında yerini aldı. 2001 yılının<br />

yazında yönetmen Larry Clark’ın Bully ve yönetmen Gus<br />

Van Sant’ın Finding Forrester filmlerinde oynadı.<br />

Michael Pitt, 2002 yılında Cannes Film Festivali’nde gösterilen<br />

yönetmenliğini Barbet Schroeder’in yaptığı Murder By<br />

Numbers’da Sandra Bullock ile yer aldı. Filmleri arasında<br />

The Village, Yellow Bird, Mambo Cafe, Hi Life, Bully, Silk,<br />

Ölümcül Oyunlar, Yedi Psikopat, Last Days, Rob the Mob, I<br />

Origins, Criminal Activities gibi filmler bulunuyor. Kendisini<br />

bu ay Kabuktaki Hayalet / Ghost in the Shell filminde Scarlett<br />

Johansson, Juliette Binoche, Takeshi Kitano ve Michael<br />

Wincott ile birlikte izleyeceğiz. Ünlü Kodansha Comics<br />

manga dizisinden esinlenilen filmin yazarı ve illüstratörü<br />

Masamune Shirow. Yönetmeni ise Rupert Sanders.<br />

BANU BOZDEMİR


PABLO LARRAIN<br />

YENİLİKÇİ VE<br />

GENÇ BİR USTA<br />

Daha evvel Jodorowsky ile<br />

ün kazanan Şili sineması,<br />

şimdilerde ise her filmi başarılı<br />

olan ve hep daha iyiye giden<br />

Pablo Larrain ile konuşuluyor.<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

n Şili sinemasının<br />

uzun süre sonra<br />

bütün dünyada<br />

tanınan ve her filmi<br />

başarılı olan bir yönetmen<br />

çıkarabilmesi<br />

2000’li yıllara denk<br />

geldi. Daha evvel<br />

Jodorowsky ile ün kazanan Şili sineması,<br />

şimdilerde ise her filmi başarılı olan ve<br />

hep daha iyiye giden Pablo Larrain ile<br />

konuşuluyor. Agresif bir sinema diline sahip<br />

olan ve şiddet ögesinin iliklere kadar<br />

işlediği filmlere imza atan Larrain, kendine<br />

has bir çizgi de yaratmış durumda.<br />

Çocukluğunun etkileri ile Pinochet dönemini<br />

anlatmayı tercih eden Larrain, belki<br />

de planlamadan Pinochet üçlemesini de<br />

çekmiş oldu. Sonradan filmlerinde izlerini<br />

çok göreceğimiz üzere politikacı bir anne<br />

ve babanın oğlu olarak dünyaya gelen<br />

Pablo, katolik eğitim veren bir okulda


da öğrenim gördü. Hem siyasi hem din<br />

üzerinden yaptığı eleştirilerin kaynağını<br />

anlamak için bu bilgiler sanırım referans<br />

olacaktır. Üniversite eğitiminde ise artık<br />

yolunu seçen ve UNIAAC’dan başarı ile<br />

mezun olan Pablo’nun filmlerine politik<br />

bir tavrının olmama şansı sanırım çok az<br />

yüzdeler ile ifade edilebilirdi. Tabii bu<br />

durum onu politikanın içine de itebilir,<br />

genç yaşta ebeveynlerinin izinden gidebilirdi<br />

ama o sanatı ve sinemayı seçti.<br />

Tabii ikisinin harika harmanlanması da<br />

kaçınılmazdı. Yani, harika filmler çekmek<br />

ve politik tavrında ödün vermemek. Pabla<br />

Larrain de bunu yaptı ve hala yapmaya<br />

devam ediyor...<br />

Pinochet dönemi, faşist diktatörlüğün<br />

etkileri ve Şili üzerinde oluşan baskılar,<br />

Larrain’i ve sinemasını da derinden etkiledi.<br />

Zaten böyle bir şekilde yıllar geçiren<br />

Şili’nin bütün çocukları aynı derecede<br />

etkilenmiştir ve farklı şekillerde<br />

dışavurumları gerçekleştirmiştir. Bizim<br />

ülkemizin bazı dönemlerinde yaşanan<br />

ve halkı derinden etkileyen olaylara<br />

(Örnek: 12 Eylül) baktığımızda da<br />

birkaç nesilin nasıl etkilendiğini net<br />

bir şekilde görebilmekteyiz. Larrain de<br />

kendi yaşantısından etkilenmiş ve bu<br />

sinemasının hem politik hem agresif<br />

olmasına sebebiyet vermiştir. Dili ve<br />

söylemleri oldukça sert olabilmekte ve<br />

tarafını kesinlikle açık etmektedir. Tabii<br />

genel algı da bu yönde olunca filmlerinin<br />

krşısında duran pek kişi görülmemektedir.<br />

Şunu da ifade etmek gerekir ki Larrain<br />

filmlerinde kendi söylemleri çok net<br />

olsa da eyirciye asla baskı kurmaz. Aynı<br />

görüşte olmak, onu kabullenmek ya da<br />

karakterlere karşı tavır almak tamamen<br />

özgür iradeye bırakılmıştır. Kendini ifade<br />

eder ama genel atmosfer oldukça naif ve<br />

anlatıları nakşış gibi örer. Bu da izleyiciye<br />

karar vermek ve taraf olmak konularında<br />

zaman kazandırır, düşünmeye sevk eder.<br />

Herkes gibi bir görüşü olsa da bu durum<br />

Larrain’in ne kadar objektif olduğunun


da bir göstergesidir. Hatta bazı filmlerinin<br />

bazı anlarında mizahi yönünü<br />

de kuvvetli bir şekilde kullanır. Bu da<br />

geçmiş olayları unutmamak ama onlarl<br />

bşa çıkmak için yöntem olarak mizahı<br />

kullanabilmek demektir ki kara mizah<br />

dediğimiz türü Larrain sinemasının önemli<br />

soslarından biri olarak görürüz. En acı<br />

dolu anıyı hatırlarken bir yandan kahkaha<br />

atabilmek ve onu bu şekilde yad etmek<br />

harika bir duygudur. Asla unutulmayacak,<br />

unutturulmayacaktır ama artık onunla<br />

dalga geçebilmekteyiz... Larrain, din konusunda<br />

da söylemlerini sakınmayan ve<br />

sonunda bununla ilgili büyük bir film de<br />

yapan bir yönetmen. Katolik eğitimi alışı<br />

ve ebeveynlerinin etkisi ile işin temelleri<br />

hakkında bilgi sahibi de olan Larrain,<br />

rahipler üzerinden bu gibi bir filme, tokat<br />

gibi bir hikayeye imza da atmaktan geri<br />

kalmadı. Rahipler üzerinden, din, varoluş,<br />

kefaret gibi kavramlara değinen yönetmen,<br />

her detayı, hiç atlamadan ve en pis<br />

haliyle izleyici ile buluşturdu. Siyaset ve<br />

din, Larrain kamerasından süzüldü ve<br />

sonuç hanesinde kesinlikle sınıfta kaldı.<br />

Yenilikçi denemeler yapan, karakterleri ve<br />

diyaloglarını her filminde yeni bir şekilde<br />

bize sunan Larrain, her filmindeki bu<br />

yeniliklere atmosfer yaratımı ve sinematografi<br />

alanlarında da bir şeyler eklemeyi<br />

başarıyor. Mercek kullanımı, ışığın farklı<br />

bir şekilde hikayelere eşlik edilişi, tonların<br />

anlatıya göre değişip vals yapması ve<br />

kurulan şahane atmosfer. Larrain her filminde<br />

farklı olmayı ve büyüleyici bir şekilde<br />

bunları kullanmayı çok iyi biliyor. İşin<br />

içinden gelmesi ve yapım şirketini sinema<br />

sevgisi ışığında kullanması da tabii ki çok<br />

büyük bir etken. O sebeple teknik konularda<br />

da epey yetkin ve yenilikçiliğe çok<br />

açık. Puslu manzaralar, pastel renkler, gri<br />

tonlar, soluk renkler ya da bunların tam<br />

tersi. Olayın gidişatı, etkisi ve istenen<br />

çözümlemesi ne ise ona göre ayarlanan<br />

bir görsellik ve elbette şölen. Buradan<br />

hareketle şiirsel sinemanın da Malick ve<br />

Sorrentino gibi sinemacılarının yanına<br />

Larrain’in eklendiğini de söyleyebiliriz.<br />

Tıpkı onlar gibi anlatı çok önemli, görsellik<br />

üst düzey ve her defasında yepyeni.<br />

Şiddeti, ahlaki çöküntüleri ve dönemlerin<br />

yarattığı acıları perdeye yansıtan Larrain,<br />

günümüzün şimdiden en önemli yönetmenleri<br />

arasından ve giderek sinemasını<br />

daha yukarıya taşıyor.<br />

Filmleri<br />

2006 yılında ilk uzun metrajını Fuga adıyla<br />

çeken Larrain, daha ilk filmi olmasına<br />

rağmen birçok festivalden ödülle


döndü. İlk film ödüllerinin bazlarının<br />

da sahibi olan Larrain, filmde bir müzisyenin<br />

çalkantılı hayatını anlatıyor.<br />

Sarmal kurguyu tercih eden Larrain,<br />

bu anlamda daha ilk filmi ile izleyiciyi<br />

zorluyor ve kurduğu atmosfer ile de etkisi<br />

altına almayı başarıyor. Kullanılan<br />

renklerin, kadrajların ve mekanların son<br />

derece akılda kalıcı olduğu Fuga, ilk<br />

film olarak fazlasıyla sınıfı geçiyor ve<br />

Larrain, arkasına cesaret rüzgarını da<br />

katıyor. Bundan yaklaşık üç yıl sonra<br />

2009’a geldiğimizde ise İstanbul Film<br />

Festivali’nde Tony Manero isimli bir<br />

filmle izleme şansı buluyorduk Larrain’i.<br />

Festivalin en iyi filmi de seçilen yapımın<br />

hikayesinde ise John Travolta’nın Saturday<br />

Night Fever filmine obsesif derece<br />

bağlı bir adamın hayatının anlatılıyor.<br />

Larrain’in başyapıt seviyesine yaklaştığı<br />

ilk filmi olma özelliği de taşıyan Tony<br />

Manero, müthiş bir gerilim yaratmanın<br />

yanı sıra Pinochet döneminin ilk etkilerinin<br />

yoğun yaşandığı döneme de ışık<br />

tutuyor. Larrain, kurallara karşı gelmenin,<br />

ahlaki çöküntünün ve isyanın filmini<br />

çekiyor ve sert bir üslupla izleyiciye<br />

aktarıyor. Bu film, aynı zamanda , gayrı<br />

resmi olarak Pinochet Üçlemesi diye<br />

adlandırılan serinin de ilk filmi olarak<br />

kayıtlara geçiyordu. Hemen bir sene<br />

sonra bu kez çok dah hazmı zor Post<br />

Mortem filmini izleyici ile buluşturuyordu<br />

Larrain. Pinochet dönemini en sert ve<br />

şiddet dozu en yoğun zamanını anlatan<br />

film, bir morg görevlisi üzerinden derdini<br />

anltıyor. Katliamları ve Pinochet<br />

zaferinin yansımalarını perdeye apolitik<br />

bir karakter üzerinden anlatan Larrain<br />

otopsi sahneleri ile de izleyicinin<br />

sinirlerini alt üst ediyor. Bunu yapıyor,<br />

zira o dönem hayatı alt üst olan insanlar<br />

ile de empati kurulabilinsin. Tabii<br />

tarafı net olmasına rağmen tahlil yine<br />

seyirciye kalıyor ve kanı donan seyircilere<br />

bile bir söylem hakkı tanıyor.<br />

Muhteşem planlar, yine yenilikçi atmosfer<br />

ve akıllardan çıkmayacak finali ile<br />

de Post Mortem övgülere boğulmayı<br />

başarıyor. 2012 yılına gelindiğinde ise<br />

Larrain adını hiç olmadığı kadar çok ve<br />

geniş platformlarda duyuracaktı. Oscar<br />

adaylığı da getiren No filmi, Gael<br />

Garcia Bernal’in başrolü üstlendiği ve<br />

Pinochet Üçlemesi’nin de son filmi oluyordu.<br />

Reklam kampanyası üzerinden<br />

ilerleyen ve Pinochet’in referandumuna<br />

odaklanan hikaye, katıldığı hemen her<br />

festivalden ödülle döndü. Faşizmin artık<br />

sonlarına gelinen süreç yine net ama


objektif bir biçimde peliküle aktarılıyordu.<br />

Artık biçim ve içeriğin uyumu, etkisi ve<br />

kullanımı had safhaya çıkmış, siyaset ve<br />

mizah harika harmanlanmış, Pinochet<br />

dönemi gibi üçleme de yavaşça ama derinden<br />

son bulmuştu. Larrain bütün dünya<br />

tarafından iyice tanınmaya başlamış ve<br />

her ülkenin sinemacılarına ulşacak seviyeye<br />

gelmişti. Arada bir belgesel çekerek<br />

üç sene zaman geçiren ve ilk defa bu kadar<br />

ara veren Larrain, El Club filmi ile sahalara<br />

başyapıt ile geri dönüş yapacaktı.<br />

Katolik rahiplerin, taciz ve işledikleri diğer<br />

günahlarından arınmaları için yollandıkları<br />

bir tecrit evinde geçen hikaye, rahiplerin<br />

ait olma duyguları, varoluş ve vicdan<br />

sancıları arasından gidip geliyordu.<br />

Larrain ise ışığı harika bir yardımcıya<br />

dönüştürüyor, sürekli pürü pak bir ışıltı<br />

içerisinde rahipleri anlatıyordu. Gri<br />

tonların ağırlıkta olduğu sahneler ise<br />

vicdanları derinden kurcalıyordu. Din<br />

konusundaki söyleler her zamankinden<br />

sert ama doğruydu. Katolik eğitim gören<br />

Larrain, hesabı kitabı en net şekli ile önümüze<br />

koyuyor ve bir kez daha kendisine<br />

hayran bırakıyordu. Bir sene sonra, yani<br />

bu sene ise Larrain’in iki biyografik proje<br />

ile karşımıza çıkacağı duyuruldu. Bunlardan<br />

ilki Pable Neruda’nın hayatından<br />

bir kesitti, diğeri ise suikast gölgesinde<br />

acılar yaşayan fist lady Jackie Kennedy.<br />

Bunların ilki olan Neruda’yı büyüsünden<br />

hala çıkmayacak şekilde etkilenerek<br />

izleme fırsatımız oldu. Şair, komünist ve<br />

politikacı Pable Neruda’nın hayatından bir<br />

dönemin anlatıldığı film, inanılmaz etkileyici<br />

bir şiirsellik ile donatılmış. Neruda<br />

hikayesine de zaten bu yakışırdı. Atmosfer<br />

olarak da eşsiz bir deneyim olduğunu<br />

belirtmek ve sinematografi anlamında<br />

ders niteliğinde tercihlerin olduğunu ilave<br />

etmek gerekir. Diyalogların aktarımında<br />

daha evvel görmediğimiz bir mekan<br />

sıçrama yöntemi uygulanmış ve izlerken<br />

hayranlığı gizlemek güç. Atmosfer yaratım<br />

konusunda zaten yetenekli olan Larrain,<br />

kendini de aşmış ve ortaya kesinlikle<br />

deneyimlenmesi gereken eşsiz bir sinema<br />

örneği çıkmış. Sinemayı sinema yapan<br />

bütün unsurların bir arada toplandığı<br />

muazzam bir yapım. Kesinlikle başyapıt<br />

ve yılın en iyi filmlerinden biri.<br />

Artık ustalığını fazlasıyla ispatlamış olan<br />

ve bu ay gösterime girecek Jackie filmi<br />

ile bunu daha da artıracağından zerre<br />

şüphemiz olmayan Larrain sinemasını,<br />

2000’li yılların ve modern sinemanın<br />

başlarına yazma vakti geldi. Her filminde


daha iyiye oynayan ve yeteneklerini hem<br />

geliştirip hem hayrnlık derecesinde sunan<br />

Larrain, farklı türlere imza atmaya<br />

başladığından beri onun da üstesinden<br />

geleceğini göstermiş oldu. Sinemayı<br />

sinema yapan birincil unsurlardan sinematografi<br />

ve atmosfer, yani kısacası<br />

biçim konusunda usta bir yönetmen<br />

olduğunu kabul etmemiz gereken Larrain,<br />

yazıda daha evvel de bahsettiğimi üzere<br />

adını Malick ve Sorranetino gibi büyülü<br />

sinemacıların yanına yazdırmaya aday.<br />

Şiirsel sinemasını, görsel bir şöeln ile<br />

destekleyen ve dert anlatma anlamında<br />

çok net olan Larrain, önümüzdeki 20 seneye<br />

damgasını da fazlasıyla vuracaktır.<br />

Pinochet’in yaralarını sarmaya çalışan,<br />

Şili’nin ve mücadelenin çocukları ise<br />

Larrain sineması ile temsillerini bulacak<br />

ve 7.sanatın büyüsü ile vücut bulacaklar.<br />

Pablo Larrain, her sinemasever için artık<br />

başucu yönetmenlerinden biri. Siz hala<br />

tanışmadıysanız kendinize bir iyilik yapın<br />

ve bu büyüye kollarınızı açın.


ENTELEKTÜELLiĞiN<br />

İVEDiK DÜŞMANLIĞI


OLMAZSA OLMAZI<br />

Recep İvedik 5 bütün zamanların en iyi<br />

gişe açılışını yaptığı için herkes verdi<br />

veriştirdi. Neredeyse filmi sevmek ve gülmek<br />

cahilliğin belirtisi olarak gösteriliyor.<br />

Tabii ki baştan aşağı yanlış bir kanı...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Bu ülkenin en<br />

büyük derdi entelektüel<br />

sınıfı. Bu entelektüel<br />

sınıftan olduğunu<br />

kanıtlamak için kendi<br />

kimliğini yok saymak<br />

ve güya uzman<br />

oldukları konularda<br />

bile insanları yanlış<br />

yönlendirmek en çok rastlanan tavır. Bu<br />

yazının asıl konusu Recep İvedik 5, peki<br />

nereden geldik entelektüelliğe, bu ülkenin<br />

genelinin cahil olduğu yakıştırmasına.<br />

Yıllardır Recep İvedikler’i seyrederim. İlk<br />

kez 2007 yılında vizyona girdiğinde kimse<br />

böyle büyük bir beğeni toplayacağını<br />

tahmin etmemişti. Fakat Recep İvedik’i<br />

yaratan Şahan Gökbakar ile yönetmen<br />

kardeşi Togan Gökbakar çok zor bir şeyi<br />

başardı. Her filmle üstüne koydular. Halbuki<br />

devam filmlerinin orijinal hikayeden<br />

iyi olduğu az görülmüştür. İkili değil Türk<br />

sinemasında dünya sinemasında bile<br />

zor görülen bir başarı sergiledi. Recep<br />

İvedik’in başarısı sadece gişe sayısında<br />

değil aslında. Bence onun bu kadar<br />

köklü tartışmalara sebep olmasının asıl<br />

nedeni Türk entelektüelinin kompleksinde<br />

yatıyor. Kısaca insanlar entelektüel<br />

olduğunu kanıtlamak için Recep İvedik’i<br />

aşağılıyorlar. Sanki İvedik’e laf söyleyince<br />

onu seven ve ona gülen yığınlarla<br />

aralarında bir mesafe koyuyorlar. Hayali


ir sınıf yaratıyorlar.<br />

Film vizyona girdikten sonra eleştirilere şöyle bir<br />

baktım. İnanın aslında filmin özüyle ilgili dişe dokunur<br />

bir eleştiri bulamadım. Sürekli bir önyargı<br />

tekrarı. Efendim Recep İvedik banalmış, kadın<br />

düşmanıymış, küfürbazmış. Bu eleştirilerin hiç<br />

biri dürüst değil. Çünkü bu eleştirileri sayfalarına<br />

taşıyanlar Sacha Baron’un Borat’ını, Adam<br />

Sandler’ın Zohan’a Bulaşma’sını , Seth Rogen’in<br />

This is The End’ini veya Jim Carrey’nin I Love<br />

You Phillip Morris’ini bayıla bayıla seyrediyorlar.<br />

Bu filmlerin hepsinde görmek istiyorsanız cinsiyetçi<br />

bir yaklaşım, küfür ve her türlü kaba espri<br />

var. Peki bunları kabul eden, methiyeler düzen<br />

kalemler Recep İvedik’e niye bu kadar düşman?<br />

Halbuki komedi türünü bilen birisi Recep İvedik’in<br />

çok da farklı veya alışılmadık bir şey yapmadığını<br />

anlar. Komedinin en güçlü damarı “köyden indim<br />

şehire” durumudur. Veya taşralının burjuvaya<br />

dersini vermesidir bilindik komedinin bir yolu.<br />

Recep İvedik’te ise bu varoştan çıkan adamın<br />

pilates yapmasıyla çözülmüş.<br />

Eğer önyargılarınızı bir kenara bırakırsanız Sadri<br />

Alışık’ın Turist Ömer’i veya Feridun Karakaya’nın<br />

Cilalı İbo’sundan çok da farklı değildir Recep<br />

İvedik. Hepsi mert, taşralı veya fakir sınıfa ait<br />

burjuvaya kafa tutan karakterlerdir. Diyeceksiniz<br />

ki Turist Ömer küfretmezdi. Evet o zamanlar<br />

tribünler kravat takan adamlarla doluydu. Köyden<br />

kente göçün ilk zamanlarıydı, kentli kültürüne<br />

baskın gelen varoşlar yerine ezilmişliğini arabeskle<br />

dillendirme çabasındaki gecekondu<br />

bölgeleri vardı ve İstanbul’un nüfusu sadece 1<br />

milyondu. Gelelim Recep İvedik’in gişe hasilıta<br />

meselesine... Recep İvedik 5’i dört günde 1<br />

milyon 890 bin 410 kişi izledi. Bu gişede gelmiş<br />

geçmiş en iyi açılış. Kimileri bunu filmin bir gün<br />

erken yani Perşembe günü vizyona girmesine<br />

bağlıyor. O zaman filmin pazar günü 652.711<br />

gişe rakamı ile tüm zamanlar tek gün seyirci<br />

rekorunu kırmasına ne diyeceğiz? Bazıları yüksek<br />

gişe hasılatının sebebi olarak 1326 salonda<br />

vizyona girmesini gösteriyor. Bu yüzden de<br />

filmi eleştirenler var. İyi de bu filmin içeriğiyle<br />

ne kadar alakalı? Yani sinema salonlarındaki<br />

tekelleşmenin sebebi mi Recep İvedik? Burada<br />

rekabet kuruluna laf söyleyemeyenler Recep<br />

İvedik’e sallayarak rahatlıyorlar. Bu insanlar hiç<br />

mi düşünmüyorlar o her yıl açıklanan ve birbirlerine<br />

girdikleri Sinema Destekleme Fonu, Recep<br />

İvedik ve bir kaç gişe rekortmeni film olmasaydı<br />

yok olurdu. Her yıl almak için kavga ettiğiniz o<br />

paralar Recep İvedikler’den geliyor. Bütün bunlara<br />

rağmen Recep İvedik’i sevmemek tabii ki<br />

suç değil. Gülmüyorsanız gülmüyorsunuzdur.<br />

Ama gülenleri niye aşağılıyorsunuz? Yani bu<br />

ülkede daha komik kaliteli filmler üretiliyor da<br />

Recep İvedik mi onların önünü kesiyor? Komik<br />

olmayın bırakın komikliği Recep İvedik yapsın.


KISA FİLM KISA<br />

ZAMANDA<br />

DERİNLİKLİ<br />

SÖYLEM<br />

SANATIDIR<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Bülent Özdaman’la sosyal<br />

medyada tanıştık.<br />

Bana kısa filmi Yol’u gönderdi.<br />

İzledim ve bende<br />

güzel hisler uyandırdı<br />

film. Yorumlarımı yaptım<br />

ve hemen kendisine<br />

röportaj teklifinde<br />

bulundum. Özdaman, bu<br />

ay köşemin konuğu...<br />

Bülent Özdaman’la sosyal medyada<br />

tanıştık. Bir gün, bana<br />

çektiği kısa film Yol’u göndererek<br />

görüşlerimi almak istedi. İzledim<br />

ve bende güzel hisler uyandırdı film.<br />

Yorumlarımı yaptım ve hemen kendisine<br />

röportaj teklifinde bulundum. Özdaman,<br />

bu ay köşemin konuğu...<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

1991 Erzurum doğumluyum. İstanbul’da<br />

yaşıyorum. Marmara Üniversitesi Hukuk<br />

Fakültesini bitirdim fakat hukuktan çok<br />

kültür, sanat ve sinemayla ilgiliyim. Sonum<br />

ne olacak bilmiyorum. Çeşitli kültür<br />

ve gençlik merkezlerinde dört beş yıldır<br />

lise ve üniversite öğrencilerine yönelik<br />

film okumaları, edebiyat, sinema,<br />

yazarlık atölyeleri ve söyleşiler düzenliyorum.<br />

Çeşitli edebiyat ve sinema<br />

dergilerinde yazı, röportaj, soruşturma<br />

gibi çalışmaları yayınladım. Hali hazırda<br />

Kültür Gündemi’nde sinema kritikleri<br />

yazıyorum, Ayasofya Dergisi’nin kültürsanat<br />

editörlüğünü üstleniyorum.<br />

Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />

Tıpkı şiir gibi az malzemeyle, kısa zamanda<br />

derinlikli ve etkili şeyler söyleme<br />

daha doğrusu gösterme ya da gizleme<br />

sanatıdır.<br />

Biraz Yol’dan ve onu çekme nedenlerinden<br />

bahseder misin?<br />

Yol, birbirini tanımayan, (sanatçı bir<br />

genç, orta yaşlı bir bilim adamı ve yaşlı<br />

bir çiftçi) üç adamın yollarının bir tren<br />

istasyonunda kesişmesi, istasyondaki<br />

çeşmeden su içmeleri, elini yüzünü<br />

yıkamaları ve ardından çeşmenin<br />

yakınındaki ağacın gölgesinde<br />

soluklanmaları, birbirleriyle kelimelerden<br />

ari bir hâl diliyle konuşmaları ve<br />

sonrasında her birinin kendi menzilince<br />

yollarına devam etmesini konu alıyor.<br />

İki yıl önce Muhammed (s.a.v.)’in ‘Ben<br />

bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen<br />

sonra da kalkıp orayı terk eden bir<br />

yolcu gibiyim.’ hadisinden yola çıkarak<br />

Yol’u çekme kararı aldık. Başımıza bazı<br />

komik olaylar geldi. Bilhassa mekân


ulma konusunda. Ta Çatalca’ya gittik, hızlı tren<br />

çalışması yapıldığı için tren raylarını söküyorlardı,<br />

dakikalarca yürüyerek ray aradık. Sonunda<br />

belki de ironik bir şekilde bir tren istasyonunda<br />

soluklandık; istediğimize benzer bir ağaç ve bir<br />

çeşme de vardı biz de filmi orada çektik.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi<br />

katkıları olabilir? Neler götürür?<br />

Sinema pahalı bir sanat. Kısa film de çekseniz<br />

diğer sanatlara nazaran belli başlı masraflarınız<br />

oluyor. Bu anlamda gelişen teknolojinin kısa<br />

filme ve kısa filmcilere olumlu katkılarının<br />

olduğunu düşünüyorum. Lakin bu durumun bir<br />

yerde konformizme sebep olabileceği endişesini<br />

de taşımıyor değilim hem kendi adıma hem<br />

de kısa film adına. Gelişen teknolojinin bize<br />

getirdiği kolaylıkların bir yandan da hikayeye<br />

zarar vereceğini bizi hikayenin odağından<br />

uzaklaştırabileceğini düşünüyorum.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />

yabancı yönetmenler kimler?<br />

Andrey Tarkovski, Robert Bresson, Ingmar Bergman,<br />

Abbas Kiyarustemi, Ahmet Uluçay, Nuri Bilge<br />

Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem.<br />

Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />

yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />

Biz kısa filmcilerin de<br />

sebep olduğu bazı durumlardan<br />

dolayı hâlâ<br />

üvey evlat muamelesi<br />

gördüğünü haksız yere<br />

uzun metrajlı filmlerin<br />

gölgesinde kaldığını<br />

düşünüyorum. Zira<br />

kısa filmciler üç beş<br />

kısa filmden sonra<br />

eğer uzun metrajlı<br />

film çekebiliyorlarsa<br />

ekseriyetle bir daha<br />

kısa filmlerin yüzüne<br />

bile bakmıyorlar.<br />

Halbuki kısa filmlerin<br />

uzun metrajlı<br />

filmlerden sadece<br />

sürenin kısalığı ya da<br />

uzunluğu anlamında<br />

farklılıkları yoktur. Tıpkı<br />

animasyon filmleri ayrı<br />

tutabileceğimiz gibi kısa<br />

filmlerin uzun metrajlı filmlere nazaran apayrı bir<br />

anlatım dilinin olduğunu düşünüyorum. Fakat<br />

animasyon filmler gibi henüz anlaşılmadığına ve<br />

kendine hak ettiği yeri bulamadığına her festivalde<br />

şahitlik ediyorum.<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Sinemayla uzaktan yakından ilgilenen herkes<br />

gibi elbette benim de rüyalarım var.<br />

Şimdilik yazarak, okuyarak ve düşünerek<br />

heybemi doldurmaya ve hikayelerimi demlemeye<br />

çalışıyorum. Bu noktada sinema kritiği<br />

yazmanın benim için olumsuz taraflarından<br />

biri kısa film çekmeye karşı ben de bir tedirginlik<br />

ve özgüvensizliğe yol açması. Sinema<br />

yazarlığını ve kısa filmciliği ya da uzun vadede<br />

düşünürsek uzun metrajlı film yapmayı birbiriyle<br />

bağdaştırmayı başarabilirsem ya da birinden<br />

vazgeçmem gerekiyorsa eğer vazgeçebilirsem<br />

o zaman benim için gelecek biraz daha belirgin<br />

bir hâle gelecektir. Bakınız burada da hukuku<br />

pek düşünemedim. Belli mi olur belki de sinemayla<br />

hiçbir zaman istediğim, hayal ettiğim<br />

düzeyde ilgilenemem ve kendini daha çok, para<br />

kazanmak zorunda hisseden bir hukukçu oluveririm.<br />

Yol’un sonunun nereye çıkacağını ben<br />

de merak ediyorum.


MASUM<br />

Adı Efsane, Kanal<br />

D’nin Cumartesi<br />

akşamları izleyiciyle<br />

buluşan yeni dizisi.<br />

Dizi oyuncu kadrosunun<br />

güçlü olması ve<br />

geniş bir kitleye hitap<br />

edebilecek olması<br />

göz önüne alındığında<br />

dönemin en iddialı<br />

yapımlarından birisi...<br />

ADI EFSANE: EFSANE BİR<br />

ANTİKAHRAMAN<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

DİZİFUN<br />

Adı Efsane, Kanal D’nin Cumartesi akşamları<br />

izleyiciyle buluşan yeni dizisi. Dizi oyuncu kadrosunun<br />

güçlü olması ve geniş bir kitleye hitap<br />

edebilecek olması göz önüne alındığında dönemin en<br />

iddialı yapımlarından birisi bence. Dizinin başrollerinde<br />

Erdal Beşikçioğlu (Tarık Aksoy), Gökçe Bahadır (Bahar)<br />

ve Rojda Demirer (Seçil) yer alıyor. Ünlü oyunculara<br />

dizinin genç ekibini oluşturan Almila Ada (Melis<br />

Aksoy), Cem Yiğit Üzümoğlu (Hakan Şahin), Baran<br />

Bölükbaşı (Fikret Yurdakul), Hakan Ummak (Sadık<br />

Uzun), Kaan Sevi (Ali Akıncı), Burak Aybastı (Ömer<br />

Başaran), Özgü Kaya (Sibel), Emre Bey (Kıvanç) ve<br />

küçük oyuncu Leya Kırşan (Zeynep) eşlik ediyor.<br />

Dizinin konusu şöyle, başarılı ve ünlü basketbolcu<br />

Tarık kariyerinin doruk noktasında birazda fevri karakterinin<br />

etkisiyle bir kaza geçirir ve sakatlanır. Bu


kazadan sonra Tarık işini, eşini, sahip olduklarını<br />

ve kızlarının velayetini kaybeder. Tarık’ın tek<br />

amacı kızlarının güvenini kazanmak, hayatını az<br />

da olsa düzene sokmak ve kızlarının velayetini<br />

geri alabilmektir. Bunun için bir okulda basketbol<br />

koçu olarak işe başlar. Takımın okulun en sivri<br />

öğrencilerinden kurulacak olması Tarık’ın işlerini<br />

oldukça zorlaştıracaktır.<br />

Looser Tarık<br />

Tarık alışılagelmiş kahramanların dışında<br />

kaybetmiş ve kaybetmeye devam eden, acı çeken<br />

ve acı çektiren, başarı ve kaybı birlikte<br />

yaşayan, bir yandan kadınların âşık<br />

olduğu, diğer yandan nefret<br />

ettiği; bir yandan<br />

inanmak istenilen<br />

düşmanı gibi sürekli çatışma halindeler. Tarık’ın<br />

öfke nöbetlerinden nasibini alan bir diğer<br />

isim çalıştığı lisedeki edebiyat öğretmeni Bahar.<br />

Bahar da Tarık’ın gitgellerinden nasibini<br />

fazlasıyla alıyor. Bir çeşit sürtüşme ile başlayan<br />

tanışıklıkları zamanla duygusal yakınlaşmaya<br />

dönüşecek gibi dururken Bahar öğrencilerin<br />

menfaati için<br />

Tarık’ı şiddet probleminden<br />

Ba-<br />

ötürü şikâyet ediyor.<br />

har bu konuda<br />

geri adım atsa<br />

da Tarık atmıyor<br />

ve bir kez daha<br />

kızlarını hayal<br />

kırıklığına<br />

uğratıyor.<br />

Aykırı Ama<br />

İyi Çocuklar<br />

Tarık’ın<br />

sözler veren<br />

diğer yandan bu<br />

sözleri asla<br />

tutmayan, tutamayan<br />

derinlikli bir anti kahraman. İzleyiciler de tıpkı<br />

dizidekiler gibi Tarık’ı sevmek ve nefret etmek<br />

arasında gidip geliyorlar. Çünkü Tarık, bir yandan<br />

kızlarını tekrar kazanabilmek için çırpınıyor,<br />

babası tarafından şiddete uğrayan öğrencisini<br />

kurtarmak için araya girip bıçaklanıyor, diğer yandan<br />

öfke nöbetleri geçirip etrafında ne varsa kırıp<br />

döküyor. Onun bu hallerinden nasibini sıkça alan<br />

kızların velayetini elinde bulunduran teyzeleri<br />

Seçil. Seçil, gerçek anlamda da Tarık’a aşk ve<br />

nefreti bir arada yaşıyor. Tarık’a karşı geçmişten<br />

gelen hiç söze dökemediği bir aşkı var. Âşık<br />

olduğu adam önce eniştesi olmuş ardından da<br />

ablasının ölümüyle kızların velayeti noktasında<br />

koçluğunu<br />

yaptığı ve aslında<br />

yoktan var ettiği takımın<br />

kahramanları da birer anti kahraman<br />

aslında. Hakan’ın liderliğindeki<br />

grup ilk bakışta oldukça aylak takımı olarak<br />

nitelendirilen grup zamanla iyi yanlarıyla<br />

öne çıkmaya başlıyor. İlk başlarda birbirlerine<br />

benzediklerinden midir bilinmez Tarık<br />

ile en çok çatışan Hakan’dır. Hikâye ilerledikçe<br />

Tarık ve Hakan’ın birbirlerine benzeyen<br />

yanları aralarında sessiz ama ortak bir dil<br />

oluşturmalarına neden olur. Melis’in sevgilisi<br />

ve zengin sınıfın temsili olan Kıvanç ile<br />

çatışmaları, Melis’le sık sık yollarının kesişmesi<br />

ilerleyen bölümlerde olabilecek duygusal<br />

yakınlaşmanın habercisi şimdiden.<br />

Adı Efsane, dediğim gibi geniş bir hedef<br />

kitlesine hitap etme çabasında olan bir<br />

dizi. Bunu da bir yandan aşkları, kavgaları,<br />

söylenmemişlikleriyle gençlerin hikayelerini,<br />

diğer yandan da yetişkinlerin birbirleri ve kendileriyle<br />

çatışmalarını anlatarak yapmaya<br />

çalışıyor. Görünen o ki şimdilik başarıyor gibi…


8 MART’A ÖZEL, UNUT<br />

10 KADIN DiZi KARAK<br />

Kadın mücadelesinin<br />

ve en önemlisi<br />

insan hakkını<br />

gözetmenin<br />

günü olan 8 Mart<br />

Kadınlar Günü çerçevesinde<br />

ekranların<br />

hatırlanmasını<br />

değerli gördüğüm<br />

unutulmaz 10 kadın<br />

karakterlerini analım<br />

GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

TVMANIA<br />

FERİDE<br />

Kadın mücadelesinin, erke karşı direnişin, kadın<br />

emeğini güçlendirmenin ve en önemlisi insan<br />

hakkını gözetmenin günü olan 8 Mart Kadınlar<br />

Günü çerçevesinde ekranların hatırlanmasını değerli<br />

gördüğüm unutulmaz 10 kadın karakterlerini analım<br />

istiyorum. Feministliği, direnişleri, azmi, cinsel özgürlük<br />

neferi demeçleri, erki dize getiren duruşu, mücadeleleri,<br />

komedisi ve dramı ile Türkiye televizyonlarının<br />

gördüğü unutulmaz 10 karakter şöyle:<br />

Ana<br />

Ayşen Gruda’nın can verdiği<br />

Ana, kadının fenninin kanlı canlı<br />

kanıtıydı. “Ana’ya bak anaya<br />

bedel 3- 5 babaya” sözleri ile<br />

efsaneleşen Ana, ekranların<br />

en efsane kadınları arasında<br />

saygıyla anılıyor. Ayşen Gruda<br />

ve Aykut Oray’ın başrollerini


ULMAZ<br />

TERLERi<br />

paylaştığı dizi 90’ların unutulmazları arasında<br />

sayılıyor. Yeniden izlemek isteyenler için dizinin<br />

bölümlerinin YouTube’da yer aldığını hatırlatmak<br />

istiyorum. Diziyi Kandemir Konduk ve Hilal Çelenk<br />

kaleme alıyordu.<br />

Feride<br />

Reşat Nuri Güntekin’in imzasını taşıyan eser<br />

birden çok kez ekrana uyarlandı. Küçük yaştaki<br />

bir kız çocuğunun öğretmen olma, okuma arzusuyla<br />

verdiği mücadeleyi anlatan karakter, geçmeyen<br />

bir sızının izlerini taşıyor. Fahriye Evcen<br />

ve Aydan Şener tarafından canlandırılan Feride,<br />

kadınların gasp edilen haklarından birini işaret ediyordu;<br />

eğitim hakkı… Birey olmak için çocukluktan<br />

başlayan zorlu mücadele edebi zeminde olduğu<br />

gibi ekranda da duygu seli ile karşılık buldu.<br />

Mavi<br />

Her kadın feminen olmalı klişesini yıkan ilk<br />

başkarakter Hırsız<br />

Polis’in Mavi’siydi. Özlem<br />

Düvencioğlu, kıvırcık<br />

saçları kanvas pantolonu<br />

ve kazakları ile “kadın”<br />

imajını değiştiren cesur<br />

karakterlerden biriydi.<br />

Hırsız olmasının da parantezini<br />

açmak gerek elbette.<br />

Dizinin senaristleri<br />

Gaye Boralıoğlu, Emine Algan, Gülden Çakır,<br />

Şerif Erol ve Neşe Şen’di. Dizi hırsız bir kadın<br />

ile polis bir erkeğin aşkını anlatıyordu.<br />

Feriştah<br />

Cinsel doyumsuzluğu ve iştahı ile tanınan<br />

karakter Bir Demet Tiyatro efsanesinin<br />

gözbebeğiydi. Demet Akbağ’ın canlandırdığı<br />

karakteri Yılmaz Erdoğan kaleme alıyordu. Tele-


Televizyonda kadının cinsel isteklerinin konuşulabilir<br />

olmasını mizahi bir dille mümkün kılan karakter listede<br />

kendine elbette yer buluyor.<br />

Fatmagül<br />

Vedat Türkali’nin aynı adlı romanından ekrana<br />

taşınan, senaryosunu Ece Yörenç ve Melek<br />

Gençoğlu’nun kaleme aldığı dizide, tecavüz<br />

mağduru bir kadının mücadelesi konu alınıyordu.<br />

Dizideki hukuk mücadelesi, kadına şiddete karşı eylem<br />

sahneleriyle de desteklenirken, dizideki tecavüz<br />

sahnesi ise çokça tartışılmış ve şiddet eleştirilirken<br />

estetikleştirildiğine dair eleştiri okları diziye<br />

yöneltilmişti. Yine de Fatmagül tecavüzün gizlenmemesi<br />

konusunda TV’deki en önemli örneklerden<br />

biriydi.<br />

Türkan<br />

Çağdaş Yaşamı Destekleme<br />

Derneği’nin kurucusu, Prof. Doktor<br />

Türkan Saylan’ın hayatını<br />

konu alan dizi, hastalıkların<br />

toplumsal algısını değil, kadınların<br />

okutulması konusunda da sosyal<br />

sorumluluk üstleniyordu. Ayşe<br />

Kulin’in Tek ve Tek Başına Türkan<br />

adlı eserinden esinlenilen projenin başrollerinde<br />

Pınar Öğün, Uğur Polat ve Özgürcan Çevik yer<br />

alırken senaryosu Oya Yüce imzası taşıyordu.<br />

Yayınlandığı dönem gereği de cesaret örneği olan<br />

dizi ve Türkan karakteri ile pek çok genç kızın okula<br />

gönderilmesi için aileler teşvik edilmişti.<br />

Eve ve Felicia<br />

Yabancı kadınların<br />

Türkiye’de seks işçiliğine<br />

zorlanması, şiddet görmesi ve<br />

borçlandırılarak pasaportlarına<br />

el konulması, ana haberlerin<br />

gündemlerini arasında arka<br />

sıralarda yer alıyordu. Uçurum<br />

ise konuyu prime time<br />

kuşağına taşıdı. Dizide Moldova’dan İstanbul’a<br />

çalışmak için gelen doktor Eva ve kardeşi Felicia’nın,<br />

Yaman’ın yönettiği fuhuş çetesinin eline düşürülmesi<br />

ve buradan bir şekilde kaçan Eva’nın kardeşi<br />

Felicia’yı kurtarmaya çalışması anlatılıyordu. Diziyi<br />

Kerem Deren yazıyordu. Atv ekranlarına gelen<br />

projenin başrollerinde Mehmet Ali Nuroğlu, Lavigna<br />

Longhi, Funda Eryiğit, Esra Ronabar,Erdal Yıldız,<br />

Denise Capezze, Birkan Sokullu ve Selçuk Yöntem<br />

yer alıyordu. Dizinin yönetmenlerinden Ali Bilgin<br />

FATMAGÜL<br />

bazı sahneleri çekerken acı çektiğini itiraf etmiş<br />

ve dizinin aynı zamanda bir sosyal sorumluluk<br />

projesi olduğunun altını çizmişti.<br />

Güldünya<br />

Adını töre cinayetine kurban<br />

giden Güldünya Tören’den<br />

alan dizi ve karakter, 2008<br />

yılında Star tv ekranlarına<br />

geldi. Kadına şiddetin gittikçe<br />

arttığı gündem içinde sığınma<br />

evlerinin önemine dikkat<br />

çeken dizinin başrollerinde<br />

Erhan Emre, Sanem Çelik ve Songül Öden yer<br />

alıyordu. Hikâyede Sanem Çelik, bağımsız,<br />

şehirli, güçlü bir kadın olarak ekrana geliyordu.<br />

Çelik’in canlandırdığı Gizem Özsoy, uzak olduğu<br />

yaşamlara, kız kardeşinin yaşadığı tecavüz<br />

sonrası intihar etmesiyle yaklaşıyor, sığınma evlerini<br />

dolduran hemcinsleriyle tanışıyordu. Ömrü


5 bölüm olan dizinin senaristleri; Yıldız Tunç,<br />

Murat Lütfü, Mehmet Bilal , Ethem Yekta , Atilla<br />

Özel, yönetmeni ise Ömür Atay’dı. Dizi “Aile içi<br />

şiddet sorununu gündeme getiren bir ağıt, kamu<br />

vicdanını harekete geçirecek bir çığlık” olarak<br />

lanse ediliyordu.<br />

Duygu<br />

Kayıp Şehir’in Duygu karakteri<br />

bence bu listede ismi en şanla<br />

anılması gerekenler arasında<br />

yer alıyor. Ayta Sözeri’nin<br />

canlandırdığı Duygu, bizlere<br />

trans kadınların gördüğü<br />

şiddeti, ötekileştirmeyi ve<br />

baskıyı anlatıyordu. Yıldırım Türker, Murat<br />

Uyurkulak ve Seray Şahiner’in kaleme aldığı<br />

dizi maalesef bugün hala kabuk bağlamayan<br />

yaralarımıza üflüyordu. Kayıp bir şehrin izini<br />

süren tüm karakterler gibi Duygu da izleyicilere<br />

toplumsal bir derdi içtenlikle anlatıyordu.<br />

Sıdıka<br />

O olmadan olur mu? Olmaz…<br />

Ekranların en sevilen<br />

direnişçi genç kadını<br />

oldu Sıdıka, annesine<br />

yetiştirdiği lafların içinde<br />

ne yoktu ki? Cinsiyetçiliğe<br />

de baş kaldırdı, ev içi<br />

ücretsiz emeğe de, cinsiyat<br />

ayrımcılığına da, eğitim hakkının elinden<br />

alınmasına da… Üstüne yüklenen rolleri tek<br />

tek sıyırıp atmak istedikçe annenin güdümlü<br />

terliği ile karşılaştı. Olsundu… Hasibe Eren’in<br />

canlandırdığı, Atilla Atalay’ın hayali karakteri<br />

Sıdıka üzerine çekilen dizi, 1997 yılında Show<br />

TV’de gösterilmişti. Sıdıka Saka’nın pencere<br />

başındaki hayatı televizyon karşısındaki milyonlarca<br />

kişiye hayat dersi verdi. Var ol Sıdıka…


EPISODE<br />

ŞEHiR EFSA<br />

ŞENAY TANRIVERMİŞ


NELERiNiN HiKAYELERi<br />

Urban Myths izlemek sadece bilenlerin<br />

gittiği çok şık ve lüks bir restoranda<br />

son derece pahalı bir tadımlıkla<br />

damağınızı bambaşka bir tatla şaşırtmak,<br />

ödüllendirmek ve mest etmek gibi bir etki<br />

yaratıyor… Tadımlık çünkü sadece 20-<br />

25 dakikalık mini bölümlerden oluşuyor.<br />

Sadece bilenlerin izleyebileceği bir dizi,<br />

çünkü entelektüel alt yapısı olmayana<br />

hiçbir şey söylemiyor. Biraz Dylan, Beckett,<br />

Hitler filan bilmek gerekiyor en azından.<br />

Dolayısıyla ne romantik komedi, ne durum<br />

komedisi ne de ütopik veya distopik<br />

mizah yaratıcılığı söz konusu. Farklı olmak<br />

adına birbirinin neredeyse aynısı içerik ve<br />

işleyişle ilerleyen klişe işlerin hiçbirine benzemiyor.<br />

Değişik, özgün, rafine ve sofistike<br />

yani!<br />

Modern şehirlerin ürettiği yeni folklorik<br />

masallara şehir efsaneleri denilebilir. Tamamen<br />

bir yalandan, hayalden ve/ya korkudan<br />

doğmuş olabileceği gerçeği bir yana<br />

toplumsal anlatıların ortak bir bilinçaltı birikimi<br />

ve ihtiyacıyla üretilmiş olması da akılda<br />

tutulmalıdır elbette. Kaldı ki gerçeğin kendisi<br />

de kurgu değil mi zaten? Günümüzde<br />

teknolojinin de gücüyle şehir efsaneleri<br />

çok daha bol ve kolay bir şekilde ‘gerçeği’<br />

istila etmekteyse bu toplum sosyolog ve<br />

psikologlarının araştırma alanlarına yepyeni<br />

çalışma başlıkları oluşturur. Sonuçta<br />

hep beraber üretilen bu anlatılar toplumun<br />

zikri neyse fikrinin de o olacağının<br />

göstergesi sayılabilir. Her gün çıkan UFO<br />

hikayeleri, Ahmet Kaya’nın aslında ölmediği,<br />

Haliç’in balçık kaplı tabanının komple altın<br />

dolu olduğu, Micheal Jackson’un atalarının<br />

aslında Urfalı olduğu, falancanın kesinlikle<br />

eşcinsel olduğu gibi şehir efsaneleri<br />

elbette bir takım korkuların, ihtiyaçların ve<br />

arzuların dışavurumudur. Ve kim bilir belki de<br />

doğrudur!<br />

Urban Myth de şehirlerde kuşaktan kuşağa<br />

anlatılan ve kulaktan kulağa yayılarak<br />

gerçeğe dönüşen ve zaten belki de tamamen<br />

gerçekten oluşan abartı ve çarpıklık dolu<br />

nefis hikayelerden oluşuyor. Örneğin ilk bölümünde<br />

Bob Dylan’a atfedilen hikaye öylesine<br />

ironisi güçlü ancak sade bir dil içeriyor ki<br />

kahkahayı dondurup derin düşüncelere sevk<br />

ediyor. İsmi markaya dönüşen güçlü idollere


enlik sunumuyla ilgili rahatlamaya vesile<br />

olabiliyor. Bob Dylan’ın yaşayıp yaşamadığı<br />

belli olmayan bir olay önce tamamen gerçek<br />

kabul edilip sonra hikayesi yapılarak ihtiyaç<br />

duyulan bir takım doyurulmamış arzu<br />

ve hayaller tatmin edilebilir. Dizi de olduğu<br />

gibi kim bilir belki bir gün en sevdiğiniz<br />

ve rüyanızda bile göremediğiniz bir star,<br />

idol veya efsane bir isim evinizin oturma<br />

odasında sizi bekleyebilir ve tüm günü<br />

sizinle geçirebilir. Tabii ki böylesi absürt bir<br />

rüya kendi mizahını doğurur ve öte yandan<br />

ne kadar saçma olursa olsun gerçek olma<br />

ihtimali canlıdır. Sonuçta ne kadar ulaşılmaz<br />

olursa olsun Dylan da, Beckett de, Hitler<br />

de insandır. Bu hatırlatma herkesin hoşuna<br />

gider ve dizi mitleşmiş karakterleri daha dokunulabilir<br />

hissettirirken şehir efsanelerini<br />

doğrulayarak ayrıca tatmin sağlar. Tüm bu<br />

geçerli sebepler bir yana diziyi biricik kılan<br />

yine de kendi içindeki nüanslardan ilerleyen<br />

mizahı, estetik gücü, muhteşem oyuncu<br />

performansları, ter<br />

temiz olay örgüsü ve çağımızın<br />

sıkılma hastalığıyla kavrulan<br />

insanına haplaştırılmış<br />

elitist bir süre<br />

sunmasıdır galiba…


ANNE DiZiSi BiR<br />

SOSYAL SORUMLULUK<br />

PROJESiDiR<br />

Anne dizisindeki gazeteci Ali<br />

karakteriyle sinirlerimizi oynatan<br />

Can Nergis dizilerinin aynı<br />

zamanda bir sosyal sorumluluk<br />

projesi olduğunu söyledi.<br />

SERDAR<br />

AKBIYIK<br />

Türk dizileri son süret izleyiciyi<br />

kendine bağlamaya devam<br />

ediyor. Anne dizisi ise bunların<br />

içinde en fazla tartışma yaratanı diyebiliriz.<br />

Anne dizisi çocuğu doğuran<br />

kadın mı yoksa ona duygusal olarak<br />

annelik yapan mı gerçek annedir gibi<br />

zor bir sorunun üzerine kurulmuş. Bu<br />

sorunun cevabını dizide yaptıklarıyla<br />

izleyici tarafından tepki çeken gazeteci<br />

Ali karakterini canlandıran Can<br />

Nergis’e sorduk.<br />

Anne dizisinin senaryosunu<br />

okuduğunuzda projeyi kabul etmenizin<br />

sebebi neydi?<br />

Genellikle tv dizisi denilince aşk entrika<br />

gibi klışeler gelir akla fakat annenin<br />

senaryosunu okuduğumda çok etkilendim.<br />

Hem çocuk hem anne gözüyle<br />

anlatılan gerçek hikayeler var burada.<br />

Annelik bağının dünya üzerindeki en<br />

güçlü bağ olduğunu düşününce ne kadar<br />

inanılmaz bir hikaye yakaladıklarını<br />

ekranda izleyince bir kez daha anladık.<br />

Bu işin bir parçası olmak benim için çok<br />

mutluluk verici.<br />

Dizide bir gazeteciyi<br />

canlandırıyorsunuz hazırlık aşaması<br />

geçirdiniz mi?<br />

Tabii ki araştırdım ve okudum. Zaten çok


CAN NERGİS<br />

uzak olduğumuz bir meslek de değil açıkçası.<br />

Oyuncuların yakından gözlemleyebildiği bir<br />

meslek olduğu için bir gazeteciyi oynarken<br />

zorlanmıyorum diyebilirim.<br />

Rolünüz bir negatif kahraman olarak da<br />

algılanabilir. Kötücül olurken izleyicinin sempatisini<br />

de toplamanız gerekiyor. Bu anlamda<br />

karakterinizin iyi tarafı nedir?<br />

Aslında ilk zamanlarda Ali kötü gibi gözüktü<br />

fakat onun yapmaya çalıştığı bir şey vardı.<br />

Zeynep’in gerçekten Meleği sahiplenip<br />

koruyacağından ve onun annelik sevgisinden<br />

emin olmak istedi. Bu eşikten sonra Ali’nin gerçek<br />

kimliğini görmeye başladık.<br />

Türk dizilerinin en büyük handikabı karakterlerin<br />

tek düze olması yani iyiler iyi kötüler<br />

kötü bunu bir senaryo yetersizliği olarak<br />

görebilirmiyiz. Yurt dışında da uzun süre<br />

yaşamışsınız orada da aynı problemler<br />

yaşanıyor mu?<br />

Karakterler, diziler ve filmler gerçekleri yansıttığı<br />

gibi hayal ürünüdür de aynı zamanda. Her hayal<br />

ettiğinizi de çekmek teknik olarak mümkün<br />

olmayabiliyor. Ben senaryoların kötü olduğunu<br />

düşünmüyorum ama teknik olarak tabi ki ilerisinde<br />

ya da gerisinde olduğumuz ülkeler var.<br />

Bu nedenle her toplumun her olaya da farklı<br />

gözlerle bakıyor olması çeşitlilik olmasına neden<br />

oluyor.<br />

Anne dizisi çocuğu doğuran kadın mı yoksa<br />

ona duygusal olarak annelik yapan mı gerçek<br />

annedir gibi zor bir sorunun üzerine<br />

kurulmuş. Bu noktada sizin yorumunuz<br />

nedir?<br />

Kesinlikle doğuran değil, emek ve sevgi veren,<br />

yetiştirip büyüten, çocuğun kişiliğini şekillendiren<br />

kişidir anne. Ben bunu tartışmanın bile gereksiz<br />

olduğunu düşünenlerdenim.<br />

Anne dizisini aileniz seyretti mi? Özellikle annenizin<br />

bir yorumu oldu mu?<br />

Evet seyrettiler ve beğenerek izliyorlar. Ninem<br />

eski bir gazetci olduğu için ondan rolümle ilgili<br />

tüyolar aldım.<br />

Modellikten oyunculuğa geçen çok isim<br />

vardır. Sizce bu bir dezavantaj mıdır? Yoksa<br />

aslında bir kabiliyet sorunumudur?<br />

Bana göre oyunculuk yeteneği olmayan biri ne<br />

kadar eğitim alırsa alsın iyi bir yere gelemez.<br />

Çünkü kabiliyet artı eğitimdir olması gereken.


Modellikten ya da<br />

başka bir meslekten<br />

geçiş yapılabilir eğer<br />

yetenekliyseniz.<br />

Modellerin bu denemeleri<br />

yaygın çünkü<br />

ekran güzel insan<br />

da seviyor bildiğiniz<br />

gibi. Ama hiç birzaman<br />

sadece güzellik<br />

yeterli değildir.<br />

Uzun süre<br />

yurt dışında<br />

yaşamışsınız<br />

ama sonuçta<br />

çocukluğunuzu<br />

İstanbul’da<br />

geçirmişsiniz<br />

yani sinemayla<br />

Yeşilçam<br />

filmleriyle<br />

tanışmışsınızdır.<br />

Yeşilçam’a nasıl<br />

bakarsınız.<br />

Etkilendiğiniz<br />

oyuncu var mı?<br />

Çocukluğumuzda<br />

Yeşilçam filmlerini<br />

izleyerek büyüdük.<br />

Yeşilçam’a emek<br />

veren başrolünden<br />

yardımcı oyuncusuna<br />

ve kamera arkası yani herkes benim için<br />

değerlidir. Yeşilçam yılları filmler hem zor hem<br />

de imkansızlık içinde çekildi. Etkinlediğim oyuncular<br />

Ayhan Işık, Kemal Sunal…<br />

Bir çok dizide oynarken sizi sinema filmlerinde<br />

göremedik. Bu bir tercih mi yoksa uygun<br />

proje mi olmadı?<br />

Ben işimi severek yapıyorum. Kendime uygun<br />

olan projeleri değerlendirmeye çalışıyorum.<br />

Sinema filmi projeleri geliyor ancak dizide oynayan<br />

oyuncuların film için müsait olamamalarından<br />

dolayı gelen projeleri kabul etmedim.<br />

Anne dizisinde oynadığınız karaktere izleyiciler<br />

nasıl tepki gösteriyorlar? Bu tepkiler<br />

negatif ise özel hayatınızı ne kadar etkiliyor?<br />

İzlieyiciler tepki gösteriyorlar. Özellikle küçük<br />

çocuğa ve onu<br />

kaçıran Zeynep’e<br />

yardım etmediğim<br />

için ilk başlarda<br />

tepki gösterdiler<br />

ancak şu an bu<br />

tepkileri dizinin de<br />

ilerlereyen bölümlerinde<br />

azaldı.<br />

Türkler sıcakkanlı<br />

insanlardır ve<br />

belki bu yüzden<br />

tepkileri abartılı<br />

olabilir. Asya’da<br />

da aynı durum<br />

sözkonusu mu?<br />

Türkler sıcakkanlı<br />

insanlar ve tepkileri<br />

abartılı ancak<br />

bu sahiplendikleri<br />

için oluyor. Sevdikleri<br />

ve sahip<br />

çıktıkları değerler<br />

için tepkileri abartılı<br />

olabiliyor. Ama bu<br />

bizim Türklerin<br />

kötü bir özelliği<br />

değil. Sahiplendiği<br />

değerlere<br />

verdiği tepki diye<br />

düşünüyorum.<br />

Bundan sonraki<br />

projeleriniz nelerdir?<br />

Anne dizisi devam ediyor. Bu proje bitmeden<br />

sıradaki projeleri konuşmak olmaz. Bir ajanı<br />

canlandırmak isterim.<br />

Anne dizisi izleyicilerine benim size<br />

sormadığım ama sizin söylemek istediğiniz<br />

bir şey var mı?<br />

Bana göre Anne dizisi sosyal sorumluluk projesidir.<br />

Bu işin bir parçası olmak benim için çok mutluluk<br />

verici çünkü gercekten hayatımızın içinde<br />

olan ve çoğu zaman görmezden gelinen yaraları<br />

açıyor ve belki de izleyiciyi bu konularla ilgili<br />

daha duyarlı olmaya çağırıyor. Aslına bakarsanız<br />

benim kariyerimde aynı zamanda bir sosyal<br />

sorumluluk projesidir anne dizisi. Bu nedenle de<br />

özel bir yeri olacak benim için ileride de.


KEŞFEDEREK<br />

HAYATI<br />

TANIYORUM<br />

Anıl Kır ile hayata bakışı,<br />

oyunculuğu ve Eşkıya Dünyaya<br />

Hükümdar Olmaz adlı dizide<br />

canlandırdığı Ercan<br />

karakteri üzerine konuştuk.<br />

NERGİZ<br />

KARADAŞ<br />

Oyunculuk eğitimimin akış<br />

halindeki hayatı farkındalıkla<br />

seyredip deneyimledikçe devam<br />

ettiğine inanıyorum” diyen Anıl<br />

Kır ile hayata bakışı, oyunculuğu ve<br />

Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz<br />

adlı dizide canlandırdığı Ercan<br />

karakteri üzerine konuştuk. Keyifli<br />

okumalar…<br />

Anıl Kır’ı bir de sizden dinlesek,<br />

bize kendinizi nasıl tanıtırsınız?<br />

Öncelikle bu benim ilk röportajım<br />

olacak ve bundan ötürü de sizlere<br />

teşekkür ederek başlamak<br />

istiyorum.1988 yılında Trabzon’da<br />

doğdum. 19 yaşıma kadar Trabzon’da<br />

yaşadım. Kişiliğimin ve dolayısıyla<br />

oyunculuğumun da biçimlenmesinde<br />

çocukluğumu bu şehirde geçirmiş<br />

olmanın etkileri azımsanamaz. Dengeli<br />

ve çevresiyle uyum içinde yaşamaya<br />

çalışan ve kendini her gün düşe kalka<br />

da olsa inşa etmeye, insanlaşma sürecinde<br />

hem kendini hem de yaşadığı<br />

alemi anlamayı yol edinmiş biriyim. Çok<br />

okuyan diyemem ama çok düşünen ve<br />

edindiği fikirlere daha çok keşif yoluyla<br />

ulaşan bundan da keyif alan biriyim. Bu<br />

fikirlere daha sonra kitaplarda rastlamak<br />

çok heyecanlı olabiliyor. Şüpheciyimdir<br />

ANIL KIR


diyebilirim. Hep olayların sebeplerini ve<br />

bana ne anlatmak istediğini sorgular<br />

dururum. Kendi hayatımı inşa etmeye<br />

ve inandığım şeylerle sıkı fıkı yaşamaya<br />

çalışan bir insanım işte. Çocukluğumdan<br />

beri kendi kurduğum bana ait olan başka<br />

bir çeşit dünyanın içinde yalnız başıma<br />

dolaşmaya bayılan ama zamanı gelince<br />

de ailem ve dostlarımla vakit geçirmeyi<br />

çok seven biriyim. Dostlarım benim için<br />

çok ama çok önemlidir. Yani genel olarak<br />

bu. İnsanın kendini tanıtması ne zor ya.<br />

Ben şuyum ben buyum demek bana<br />

gerçekten zor geliyor. Arkadaşlarımın da<br />

yanımda olup bir şeyler söylemesini isterdim.<br />

Bu soruyu onlar da yanıtlamalı.<br />

Hayatınızda ki “en” lerinizden ilk<br />

beşini öğrenebilir miyiz?<br />

İnanç, hak, uyum, paylaşım, ailem ve<br />

dostlarım…<br />

Bize oyunculuk kariyerinizden bahseder<br />

misiniz? Nasıl karar verdiniz<br />

oyuncu olmaya?<br />

Aslında söyleyebilirim ki oyuncu olmaya<br />

ben karar vermedim. Yani sanki daha<br />

doğmadan karar vermişim de şimdi<br />

yaşayarak bu kararın benim için ne<br />

manaya geldiğini anlamaya çalışıyorum.<br />

Kendimi daha çocukken bu uğraşın<br />

içinde buldum ve tüm yaşantım bununla<br />

beraber biçimlendi sanırım. Mahallede<br />

arkadaşlarımla 8, 9 yaşlarımda aksiyon<br />

filmleri çekerdim. Benimle birlikte iki<br />

arkadaşım daha vardı. Benden iki yaş<br />

büyüklerdi bir de. Onları da peşimden<br />

sürükler değişik mekanlar keşfedip film<br />

için birbirimizi yerden yere vururduk.<br />

Film derken öyle kamera filan yok tabi.<br />

Benim kameram gözümdü. Oturup afiş<br />

filan çizerdim ya. Fragmanını oynardım<br />

tek başıma. Sonra kuzenlerimle babam,<br />

amcam ve halamlara misafirlikte<br />

oynadığımız skeçler… Yazık sadece<br />

babam izlerdi bizi. Oyunu kesip izleee<br />

diye bağırırdım çünkü. O günlerde bunu<br />

herhangi bir amaç için yapmazdım ve<br />

sanırım bundan dolayı tam bir kendini<br />

adama durumuydu bu benim için. Aşkla<br />

yapmaktı yani. Bu durum ortaokul ve


lisede hoca taklitleriyle başka bir boyut aldı.<br />

Tahtaya kalkıp boş derslerde stand up yapar<br />

hale gelmiştim. Çok gülüyordu herkes ben<br />

de aşırı eğleniyordum. Hiçbir zaman oyuncu<br />

olmak gibi bir motivasyonum yoktu bu<br />

yıllarda. Liseden sonra ilkin Gazi Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesini kazandım. Henüz birinci<br />

sınıftayken kazanacağıma zerre ihtimal vermememe<br />

rağmen Ankara Sanat Tiyatrosu’na<br />

kursiyer olarak girdim. Bu benim tiyatro sahnesiyle<br />

tanışmamdı diyebilirim. Sonra hukuk<br />

üçüncü sınıfa geçerken oyunculuk sınavlarına<br />

girdim ve Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro<br />

Bölümü Oyunculuğu kazandım. Hiç tereddüt<br />

etmeden Hukuktan kaydımı aldırdım. Bu<br />

olay benim için pek çok açıdan bir dönüm<br />

noktası oldu. Çok özlediğim bir çocukluk<br />

arkadaşımla yeniden bir araya gelip ve samimiyetin<br />

kaldığı yerden devam etmesi gibiydi.<br />

Okul kazandıktan sonra AST’tan ayrılmak<br />

zorunda kaldım tabi. Orada oynadığım oyunlar<br />

bana bu işin ilk deneyimlerini katmıştı.<br />

Benim için unutulmaz bir yerdir AST. Dil<br />

tarihteki hocalarımızdan çok şey öğrendim.<br />

Hepsinin teker teker emeği vardır üzerimde.<br />

Benim için büyük şans diye nitelendirdiğim<br />

bir sınıfla acı tatlı çok şey paylaşarak mezun<br />

olduk ve dışarıdaki oyunculuk yaşamım<br />

başlamış oldu böylece. Bu arada henüz ikinci<br />

sınıftayken okul dışında yönetmenliğini Serhat<br />

Erekinci’nin yaptığı birkaç deneysel oyunda<br />

oynamıştım. Bunu söylememin sebebi oyunculuk<br />

ve kişiliğim konusundaki arayışlarımda<br />

kendisinin etkisi çok büyüktür. Onun sayesinde<br />

tiyatro sanatını çok farklı açılardan ele<br />

alıp üzerinde ufak ufak kendimce kuramsal<br />

düşünceler üretebilmeye başlamıştım. Aslında<br />

bu kuramsal düşünceleri ekipçe yapıyor ve<br />

sahneye taşımaya çalışıyorduk. Mezuniyetten<br />

bir süre sonra Aşk ve Günah isimli Kanal<br />

D’de yayınlanan bir günlük diziyle Ankara’dan<br />

İstanbul’a gelmiş oldum. Dizimiz yaklaşık altı<br />

ay sonra yayından kalktı. Bu benim kadrosunda<br />

sürekli rol aldığım ilk diziydi. Çok değerli insanlar<br />

tanımış oldum bu sayede. Aradan işsiz<br />

ve gerçekten zor geçen bir süre sonra NTC<br />

medyanın yapımcılığında ‘’Seni Seven Ölsün’’<br />

isimli bir sinema filminde oynadım. Bu filmin<br />

benim açımdan anlamı çok başkadır çünkü<br />

Trabzon’da çekilmişti. Bir Karadeniz komedi filmiydi.<br />

Yine orada da çok güzel arkadaşlıklarım oldu. Ondan<br />

sonra Kanıt: Ateş Üstünde dizisinde bir bölüm,<br />

Aşk ve Mavi ‘de iki bölüm oynadım ve nihayet en<br />

büyük gelişme yaşandı. Uzun bekleyişin ardından<br />

Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz dizisine girdim<br />

ve halen daha orada oynamaya devam ediyorum.<br />

Oyunculuk eğitiminizin devamına ilişkin bir<br />

planınız var mı? Yurt dışı mesela?<br />

Ben eğitimime dediğim gibi çocukken başladığımı<br />

düşünüyorum ve oyunculuk eğitimimin akış halindeki<br />

hayatı farkındalıkla seyredip deneyimledikçe<br />

devam ettiğine inanıyorum. Ancak bu farkındalık<br />

haliyle keşfettiğin şeyleri bir uygulama alanında<br />

tatbik edip çalışmadıkça hiçbir anlamı olmaz bunun.<br />

Teorik olarak kalır sadece. Elbette başka<br />

ülkelere gitmek, oradaki insanlarla tanışıp yaşam<br />

ve sanat algılarını öğrenmek, onlarla çalışmak ve<br />

karşılaştığım yeni fikirleri sahnede ya da kamera<br />

önünde tatbik etmek çok isterim. Ama şu anda yurt<br />

dışı gibi bir düşüncem ve imkanım yok.<br />

Özellikle canlandırmak istediğiniz bir rol ve/veya<br />

birlikte çalışmak istediğiniz bir isim var mı?


Çok başarılı bulduğum ve seyretmekten çok<br />

keyif aldığım insanlar var ama özellikle bir isim<br />

yok aklımda gerçekten. Role gelirsek onun için<br />

de aynı cevabı verebilirim. Çok çeşitli rolleri<br />

çalışmak isterim. Kendimdeki çeşitliliği bana<br />

keşfettirmesi açısından çok değişik olabilir<br />

bence.<br />

Kariyerinizde tiyatro- ve dizi oyunculuğu<br />

var… Sizin için hangisi ne ifade ediyor?<br />

Yaşamımda tiyatro, dizi ve sinema oyunculuğu<br />

var aslında. Oynadığım sinema filminin çekimi<br />

dizi çekiminden çok da farklı olmadığı için tiyatro<br />

ve dizi diyebiliriz. Bilmiyorum belki de<br />

yeterli tecrübeyi edinemedim cevaplamak için<br />

ama tiyatroda birebir seyirciyle iletişime geçmek<br />

mümkün olduğundan bana biraz daha kanlı canlı<br />

dolayısıyla bir miktar daha heyecanlı geliyor.<br />

Oyunculuk tarzları açısından belirgin farkları<br />

var, bu muhakkak. Dizi oyunculuğunda tecrübeli<br />

olmanız çok büyük bir avantaj ve çabuk<br />

öğreniyor olmanız da öyle. Çünkü bizim tiyatro<br />

okurken yöntem olarak oyunculuk eğitimini<br />

hiç almadığımız bir kayıt cihazının karşısında<br />

performans sergilememiz bekleniyor. Onun<br />

teknik bazı ayrıntılarını kavramak gerekiyor. İlk<br />

oynadığım dizide yönetmenlerimizden Cemile<br />

Karadaş sağ olsun bana sabırla monitörden<br />

izleterek tek tek ne yapmam, nerede durmam<br />

gerektiğini anlatıyordu. Benim için zorlu günlerdi<br />

çünkü tiyatrodan kalma bir alışkanlık olarak<br />

biraz büyük oynuyordum. Ama zamanla bir<br />

şeyleri öğrendiğimi görüyorum şimdi ekrandan.<br />

Sonuç olarak ikisinin de çok güzel ve dikkat edilmesi<br />

gereken hususları var ve ikisi de benim<br />

için ayrı bir deneyim oluyor. Son olarak şunu<br />

söyleyebilirim ki evet tiyatroda da bir yönetmen<br />

var tabi ama oyun oynanırken o her şeyin sahnede<br />

sana kaldığı an yok mu. İşte o an sadece<br />

sen, sahnede yanındaki arkadaşın ve sana o<br />

anda bakan bir sürü insan arasındaki iletişim<br />

var.<br />

Özellikle dizi sektöründe dizilerin sayısına<br />

bağlı olarak oyuncu sayısında da hızlı<br />

bir artış söz konusu. Siz genç bir oyuncu<br />

olarak günümüz dizi dünyasını ve<br />

oyunculukları nasıl değerlendirirsiniz?<br />

Yani klasik olacak ama ben gerçekten tv<br />

seyretmiyorum. Sadece Eşkıya Dünyaya<br />

Hükümdar Olmaz’a bakıyorum tabi ki. Kendimi<br />

eleştiriyorum işte. Hikayeyi takip ediyorum.<br />

Sette hiç birarada bulunamadığım insanların<br />

nasıl oynadıklarına bakıyorum. Dizinin atmosferine<br />

bir de ekran karşısından adapte olmaya<br />

çabalıyorum. Yaptığım işe dışarıdan bakmaya<br />

çalışıyorum yani. Dolayısıyla dizi dünyasını<br />

yorumlayacak bilgiye sahip değilim. Ama şuna<br />

vakıfım ki çok yetenekli oyuncular var evet.<br />

Fakat birçoğu set dışında işsiz. Çünkü piyasa<br />

koşulları onların oyunculuklarından çok<br />

görünürlükleriyle ilgileniyor. Oyuncular ya da<br />

olmak isteyenler de bu işin sadece güzel bir<br />

görüntüyle hallolacağını düşündüklerinden<br />

oyunculuklar yüzeysel seviyelerde kalıyor<br />

bence. Geliştirmek için çaba sarf etmiyorlar.<br />

Başka türlü bir gelişime harcanıyor enerji -ki<br />

bence bu gelişim sayılamaz- Kimileri ağzından<br />

çıkan repliğin bile ne anlama geldiğini, rol<br />

kişisi olarak içinde bulunduğu duruma tesirini<br />

anlayamıyor ya da bununla ilgilenmiyor diyeyim.<br />

Bu içerik yoksunluğu ve yüzeyde görünür<br />

olanın tek başına yeterli olması bence içinde<br />

yaşadığımız çağın genel sorunlarından biridir.


Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz kadrosuna<br />

nasıl dâhil oldunuz?<br />

Çook uzun süre bekledim. Hatta neredeyse<br />

umutlarımın tükendiği anda gelmişti haber.<br />

Ama değdi. Menajerim sevgili Ebru Kavak’ın<br />

girişimleri sayesinde birkaç defa Pa-Pro’ya<br />

deneme çekimlerine gittim. Yapım şirketinde<br />

Merve Hacıoğlu ve Selda Kaledibi gerçekten<br />

çok güzel karşılayıp ilgilendiler benimle,<br />

yardımcı oldular. Deneme çekimleri neticesinde<br />

diziye kabul edildim ve 50. bölümde<br />

başlamış oldum.<br />

Dizide canlandırdığınız Ercan adlı karakteri<br />

bir de sizden dinlesek?<br />

Ercan karakteri diziye ellinci bölümde baba<br />

Gülmez tarafından casuslukla görevlendirilmesiyle<br />

dahil oldu. Plana göre galeriden bilgi<br />

sızdırıp Gülmezlere iletecek hatta bir fırsatını<br />

bulursa Hızır ve adamlarını öldürecekti. Hikayeye<br />

göre Ercan hapisten yeni çıkmış kimsesi<br />

olmayan çaresizlik içinde sokaklarda perişan<br />

bir halde dolaşan biridir. İlkin Şahin Ağa’ya<br />

gider ve onun merhametini sömürerek Hızır’ın<br />

mekanına sızar. Galeride işe başladıktan<br />

sonra çok geçmeden Hızır Ercan’ın muhbir<br />

olduğunu anlar ancak onu öldürmez.<br />

Hatta bununla beraber cebi para dolu paltosunu<br />

soğukta titreyen Ercan’ın sırtına atar<br />

ve sessizce yoluna gitmesini ister. İşte tam<br />

da burada Ercan’ın kırılması gerçekleşir.<br />

Karakterinin en belirgin özelliği ortaya çıkar.<br />

O kendisine yapılmış iyiliğin parayla satın<br />

alınamayacak kadar değerli olduğunu bilir ve<br />

vicdanına bu durumu yediremez. Artık Hızır’a<br />

bir can borcu vardır. Ercan bence tam bir<br />

Anadolu delikanlısı. İlkeleri olan ve onları para<br />

karşılığında satmayan birisidir. Sıkı sıkıya<br />

bağlıdır o ilkelere. Onu belki de ilk defa böylesine<br />

sahiplenen bir insana kendini adamışlık<br />

duygusuyla bağlıdır artık. Hızır’a. Ona ve<br />

yanındakilere karşı saygısızlık etmek istemez<br />

ve iş ayırt etmeksizin her türlü şeye koşturur.<br />

Çay koyar temizlik yapar hayatını ortaya atar<br />

ölür öldürür gerekirse. Ercan genel olarak<br />

sessiz sakin mahçup ve ağırbaşlı biri ve bu<br />

sessizliğinin altında çok derin biri yattığına<br />

eminim ben. Hızır’ı belki de babası gibi<br />

görmekte ve ona yürekten bağlıdır.<br />

Ercan ve Anıl arasında benzerlikler var mı?<br />

Evet. Mesela çekingenliğimiz. Bir de çok sevip<br />

güvendiğimiz birine kendini adama seviyesinde her<br />

türlü fedakarlıkta bulunma, hizmet etme ve bunu<br />

yaparken de bundan hoşnutluk duyuyor olmamız<br />

benziyor diyebilirim.<br />

Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz kalabalık<br />

oyuncu kadrosuna sahip bir dizi ekiple<br />

ilişkileriniz nasıl?<br />

Evet gerçekten kalabalık ve nitelikli bir kadroya sahip.<br />

Ama benim sahnelerim genelde galeride olduğu<br />

için benim gördüğüm oyuncular sınırlı sayıda ve<br />

hepsiyle de iyi anlaştığımı düşünüyorum. Ben yapı<br />

olarak bir ortama çok geç adapte olan biriyim bu<br />

yüzden yavaş yavaş daha da ısınıp, seviyorum


onları. Birbirlerine alışmış ve sistemini oturtmuş<br />

bir set beni de çok sıcak bir şekilde kabul etti ve<br />

kucakladı. İlk günden bu yana dikkatimi çeken<br />

bir şey var ki setteki herkes gerçekten sorunsuz<br />

ve çok uyumlu çalışıyor. Bundan ötürü cidden<br />

çok memnun ve mutluyum. Set çalışanları<br />

oyuncular ve yönetmenlerim benim için bir şans<br />

bence. İşlerini iyi yaptıklarını düşünüyorum ve<br />

mümkün olan her boş anımda onlardan bir şeyler<br />

öğrenebilmek için çevrelerinde geziniyorum.<br />

Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ın oyunculuk<br />

kariyerinizdeki yerini nasıl tanımlarsınız?<br />

Gerçekten bu kadar erken böyle büyük bir dizide<br />

oynayacağımı düşünmemiştim. Allah nasip<br />

etti girdim. Ben hayatımı ve oyunculuğumu<br />

çok ayıran biri değilim. Yani kariyer olarak<br />

adlandırmıyorum oyunculuğu. Bu benim<br />

yaşayışımla iç içe ve öyle olduğu için sette<br />

tanıştığım kişilerle gerçek bir ilişki kurmaya ve<br />

bunların arasında kamera karşısında beraber<br />

oynadığım tecrübeli insanlardan öğrenebilmeye<br />

çalışıyorum. İşte bunlar benim için çok önemli<br />

şeyler. Bu fırsatı yakaladığım için memnunum.<br />

Ne güzel oldu!<br />

Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ı diğer<br />

dizilerle kıyaslarsak diğerlerinden farkı var<br />

mı sizce? İzleyici neden izlemeli?<br />

Diğer dizilerden çok haberdar olamadığım<br />

için şimdi bir kıyas yapmam sağlıklı olmaz<br />

sanıyorum. Ama benim diziyle ilgili bir kıyasa<br />

girmeden yorum yapmam gerekirse şunu<br />

diyebilirim ki dizinin hikâyesi çok canlı çok<br />

dinamik bir şekilde ilerliyor. Bu da izleyicinin<br />

nabzını sürekli yüksek tutuyor. Dizide her<br />

an her şey olabilir her an herkesin başına<br />

bir şey gelebilir ya da hiç sanmadığınız bir<br />

kişi hiç tahmin edemeyeceğiniz bir şey çeviriyor<br />

olabilir. Yani belli bir duruma yaslanıp<br />

orada vakit harcamıyor dizi, seyirciyi onunla<br />

oyalayıp zaman geçirme hilesine başvurmuyor.<br />

Yazarlarımızı da gayet başarılı buluyorum<br />

mesela böylesine silahların konuştuğu bir<br />

dizide komediyi çok dozunda ve organik bir<br />

şekilde araya serpiştirmesi benim hoşuma<br />

gidiyor. Diziyi daha da gerçekçi kılıyor böyle<br />

ayrıntılar. Tabi bir de herkesin işini iyi yapıyor<br />

olması da çok belirleyici bir şey dizinin kalitesi<br />

açısından. Yönetmen Onur Tan zaten<br />

başarısını yıllardan beri kanıtlamış birisi<br />

Ayşegül Erbek çok zeki ve ayrıntıcı. İkisinin de<br />

iletişimi çok kuvvetli. Set işçilerinin her biri de<br />

işlerini gerçekten özenle yapıp, oyuncuların bireysel<br />

performansları ve tecrübeleri de bunların<br />

üzerine eklenince diziyi izlemek için yeterli<br />

sebepler kendiliğinden ortaya çıkıyor bence.<br />

Onaylanmış, planlanmış, izleyicilerinizle<br />

paylaşmak istediğiniz projeler var mı?<br />

Nisan ayında oynamayı planladığımız bir<br />

tiyatro oyununun provalarına başladık. Umarım<br />

hayırlısıyla çıkar ve hakkını vererek oynarız.<br />

Şu an çok yeni olduğundan detay veremiyorum<br />

ama zamanı geldiğinde sosyal medyadan<br />

duyurusu yapılacaktır. Bunun dışında henüz bir<br />

proje yok. Çok teşekkür ederim!

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!